Upload
others
View
11
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
KARİYER Herkes için sağlıklı ve güvenli iş
English Summary of Contents
Cihan devletinin pırıltısı
0102032014
Osmanlı Saray Mücevherler‹
SOSYAL MEDYA BİLGİSAYAR OYUNLARI SİNEMA-TV MAGAZİN
Saffet Üçüncü, otomobilin geleceğini anlattı
Otomobil 10 bin yıllık geçmiş: Anadolu’da cerrahi
Hayat
TÜVTÜRK ailesinin değerli üyeleri, saygıdeğer TÜVTÜRK dostları;
Bir yılı daha geride bıraktık ve yeni yılın ilk günlerini yaşadığımız şu günlerde bir kez daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu taşıyoruz. Yılsonları, hem kurumsal hem de bireysel muhasebelerin yapıldığı dönemlerdir aynı zamanda. TÜVTÜRK olarak bizler, altıncı yaşımızı doldurduk. Geriye dönüp baktığımızda, kurulduğumuz günden bu yana 50 milyona yakın aracın muayenesini gerçekleştirdiğimizi, güvensiz bulunan 10 milyon aracın tekrar emniyetli bir hale gelene kadar trafiğe çıkmasının önüne geçtiğimizi görüyoruz.
Rakamlar büyük ama yeterli değil, özellikle de yılı Kasım ayında Manisa’da, Aralık ayının son günlerinde de Kayseri’de meydana gelen ve çok sayıda evladımızı kaybettiğimiz kazalarla kapattığımızı düşündüğümüzde… Manisa’daki kazada muayeneden ağır kusurlu olarak kalmış, ancak muayene tekrarına gelmemiş bir araç, Kayseri’de ise 2,5 yıldır muayenesiz olarak yollarda gezen başka bir araç muayenede tespit edilebilecek kusurlar nedeniyle üzücü bir şekilde ölümlere neden oldular.... Kayseri’deki aracın kazadan bir, iki gün önce ikinci el satışının yapılmış olmasıysa üzüntümüzü daha da artırıyor. Evet, maalesef bu satırların yazıldığı anlarda hâlâ muayenesizlik araç satışı için bir engel değil; ancak bu durumun çok yakında değişeceğini umut ediyoruz. Muayenesiz araçların nasıl birer tehdit olduğu düşünüldüğünde, bu durumdaki araçların 2. el satışının önlenmesinin ülkemiz için son derece önemli bir değişim olacağına inanıyoruz.
Araç muayenesinin can güvenliği için önemi bu kadar somut bir şekilde ortadayken muayene kalitemizi yukarıya çıkartmak için kendi işimize daha da büyük özen göstermemiz gerekiyor... Bu nedenle hizmet kalitemizi yukarılara taşımak için hayata geçirilen TÜVTÜRK Akademi’nin muayene kalitesi, hizmet standardı, müşteri memnuniyeti, etkin müşteri deneyimi, kusursuz operasyon gibi alanlarda büyük destek sağlayacağına inanıyoruz. Sadece personelimiz için değil, sektör paydaşlarımıza yönelik eğitimleriyle de TÜVTÜRK Akademi’nin güvenilir bir referans olması amacıyla gereken her türlü çalışmayı gerçekleştireceğiz.
2013, hem bizim hem de içinde bulunduğumuz sektörün gündeminin yoğun olduğu bir yıldı. 2014 ise mevcut projelerimizin kapsamının genişlediği, yeni yeni projelerimizin hayata geçtiği bir yıl olacak. Geçen altı yıllık süreçte olduğu gibi yeni yılda da kalbimiz trafik güvenliği için atacak. Trafikte kaza, yaralanma ve can kaybı oranlarının düştüğü her yılı, “en güzel yıl” addedeceğiz.
Bu vesileyle 2014’ün hem sizin hem de sevdiklerinizin geçirdiği en güzel yıl olmasını diler, bu yılın her gününü sağlıklı, huzurlu ve mutlu geçirmenizi temenni ederim.
Saygılarımla…
Kalbimiz trafik güvenliği için atıyor…
KEMAL ÖRENTÜVTÜRK Genel Müdürü
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Egzoz Gazi_ilan_21.8x28.5cm.pdf 1 9/18/13 5:34 PM
2013, hem bizim hem de içinde bulunduğumuz sektörün gündeminin yoğun olduğu bir yıldı. 2014 ise mevcut projelerimizin kapsamının genişlediği, yeni yeni projelerimizin hayata geçtiği bir yıl olacak.
İSTASYON 3
YEMEKLezzeti, Güneydoğu’dan tüm
Türkiye’ye yayılan ve günümüzde
hemen her köşebaşında bir
dükkânına rastladığımız çiğköftenin
tadı kadar, yaratılış hikâyesi de
meşhur.
SağlıkAcıbadem Fulya Hastanesi
Gastroenteroloji Uzmanı
Dr. Özdal Ersoy, şişkinlik, doygunluk,
hazımsızlık gibi faktörlerle kendini
gösteren ve çalışanların verimini
düşürüp çalışamamasına neden olan
dispepsiyi anlattı.
Uzman GözüyleAraçlarda kullanılan LPG-CNG yakıt
sistemleri…
OYUNKonsol ve mobil oyunlar.
PoPüler kültürSinema, televizyon, sergi…
tüVtürkŞirket haberleri, organizasyonlar,
projeler…
enGlıSh SUmmary
16Söyleşi
34Spor
40Yemek
haberlerDünyada ve Türkiye’de öne çıkan
haberler.
hayatAşıklı Höyük’te büyücü-doktor,
Bergama’da filozof cerrah,
tıbbın babası Koslu Hipokrat ve
şifahanelerden yetişen binlerce
hekim... Cerrahi, bu topraklarda 10
bin yıldır hüküm sürüyor.
SöyleşİSinema ve dizi oyuncusu Esra Akkaya
ile hayata, özel yaşamına, sinemaya
ve dizilere dair görüştük.
karİyerİş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı Özkan
Pamukçu, yasanın kapsamını ve
getirdiği yükümlülükleri anlattı.
tarİhten SayfalarTopkapı Sarayı hazinelerinde,
cevherle donatılmış sonsuz
çeşitlilikte eşya ve takılar var.
Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek
Osmanlı Saray Mücevheri adlı kitabı
yazdı.
otomobİlOtomobil dünyasının önemli
isimlerinden Saffet Üçüncü, dergimiz
için hem yılsonu değerlendirmesi
yaptı hem de Ar-Ge çalışmalarının
geleceği nasıl şekillendireceğini
anlattı.
SPorAdı insanın zihninde özgürlüğü
çağrıştıran bisikletin tarihçesi,
gelişim serüveni, günümüz
yaşamındaki yeri.
tekno hayatTeknolojiyi artık üzerimizde taşımak
mümkün... Giyilebilir teknoloji
sayesinde çok daha farklı bir gelecek
bizleri bekliyor.
06
1024 34
50
46
1630
38
4452
56
60
4020
İmtiyaz Sahibi TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım
ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören Yönetim Yeri
Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 Maslak-Şişli-İSTANBUL
Yayın Yönetmeni Sema Uludağ Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan
(Sorumlu Müdür) Görsel Yönetmen Erhan Teksöz
Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris
Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul Tel: 0212 304 00 00 (Santral)
Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzü-
İstanbul Tel: 0212 422 76 00 Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK
Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır, parayla satılmaz. [email protected]
İçindekilerOCAK-ŞUBAT-MART 2014
44 Sağlık
24Tarihten
İSTASYON 54 İSTASYON
Acİl durumdA, güç dİreksİyondA
n Güzellik göreceli bir kavram… Biri için çok güzel olan bir eşya, bir hayvan ya da bir insan,
diğerinin gözüne çok çirkin görünebilir. Ama güzellik gibi çirkinlik de tescillenebilir. Tıpkı bizim
literatürümüzde “Damla Balığı” olarak adlandırılan Blobfish gibi. Hayvan sevgisi konusunda en
sınır tanımazı bile birkaç dakikalığına düşünmeye sevk eden bu balık, dünyanın en çirkin hayvanı
oylamasında birinciliği hiçbir türe kaptırmadı ve Çirkin Hayvanları Koruma Derneği’nin maskotu
seçildi. Nesli tükenmekte olan, ancak pandalar gibi sevimli olmadıkları için korunmaya alınmayan
hayvanlara dikkat çekmeyi amaçlayan Dernek, bir oylama düzenledi. Oylamanın sonuçları
Newcastle’daki İngiliz Bilim Festivali’nde açıklandı. Avustralya’nın güney doğusundaki adalarda
ve Tazmanya civarında, okyanusun 200 ila 600 metre derininde yaşayan; yengeç ve ıstakozla
beslenen Damla Balığı, 10 bin oy alarak listenin ilk sırasına yerleşti.
espri yeteneği bebeklikten başlıyor
z8_gnd_5296n Yollarda meydana gelen kazaların önüne geçebilmek
amacıyla sektörün tüm oyuncuları var güçleriyle
çalışıyor. Kazaların önemli bölümü sürücü hatası
nedeniyle oluşsa bile, otomobil üreticileri, bir yandan
araçları daha güvenli kılacak yöntemleri araştırırken
ihmal ve dikkatsizliğin önüne geçebilecek yöntemleri
bulmak için de mesai harcıyorlar. Örneğin Ford…
Dünyaca ünlü marka, Almanya’daki tesislerinden
birinde çarpışma riskini saptayınca kontrolü sürücüden
devralma yeteneğine sahip bir direksiyonu geliştirmek
üzere kolları sıvadı. “Obstacle Avoidance / Engelden
Kaçınma” adı verilen sistem, 200 metrelik bir mesafeyi
tarayan üç radar, bir dizi ultrasonik sensör ve bir
kameradan oluşuyor. Çarpışma riskinin belirdiği anlarda
aktif hale gelen sistemde sürücü, araca monte edilen
ekran vasıtasıyla hem görsel hem de sesli olarak
uyarılıyor. Sürücü bu uyarıları dikkate almaz; frene
basarak ya da direksiyonu kırarak tepki vermezse,
sistem tamamen devreye girerek direksiyonu sürücüden
alıyor. Deneme aşamasındaki bu proje, piyasa
gözlemcileri tarafından geleceğin sürücüsüz arabaları
için atılmış adım olarak görülse bile daha güvenli bir
sürüşe sevk eden sistemler üzerine yapılan tek çalışma
bu değil. BMW, Volkswagen, Volvo gibi otomobil devleri,
kazaları önlemeye yönelik birtakım projeler yapmıştı.
çirkinler de sevilir!
n Yüzlerindeki tek bir gülücük, anne ve babaları
için dünyalara bedel. Ebeveynler, daha konuşmaya
bile başlamayan bebeklerindeki gülücükleri, sevgi
gösterisi olarak algılıyor. Bu doğru, ama dahası
var. Londra Üniversitesi’nde görev yapan Doktor
Caspar Addyman’ın yaptığı araştırma, bebeklerdeki
gülümsemelerin bir iletişim biçimi olduğunu; onların
beyni ve gelişimleriyle ilgili ipuçları sunduğunu
ortaya çıkardı. İnternet üzerinden başlattığı araştırma
anketinde çeşitli ülkelerde yaşayan birçok aileye
bebeklerini en çok neyin güldürdüğünü soran Dr.
Addyman, 600’den fazla kişiden yanıt aldı. Gelen
yanıtları, bebekleri güldüren unsurların aslında
ebeveynlerini anlayıp anlamadığına dair ipuçları olarak
yorumlayan Dr. Addyman, söz konusu yanıtlardan espri
anlayışının küçük yaşlarda ortaya çıktığı ve bebeklerin
gelişiminde önemli rol oynadığı sonucuna vardı.
n Gökbilimciler,
bugüne kadar
tespit edilen en
uzak galaksiyi
de keşfetmeyi
başardılar. Dünyaya
30 milyar ışık yılı
uzakta olan ve Büyük
Patlama’yı izleyen
dönemle ilgili önemli
bilgiler sunması
beklenen galaksiye
verileni isim de hayli
ilginç: z8_GND_5296.
Bulguları Nature dergisinde yayınlanan araştırma,
Amerika’daki Texas Üniversitesi tarafından yürütülüyor.
Dünyanın da içinde bulunduğu Samanyolu’nun yüzde
1 veya 2’si kadar bir kütleye sahip yeni galaksinin ağır
metaller bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu
galaksinin ilginç bir özelliği de gaz ve toz bulutlarını
Samanyolu’ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek
hızla yeni yıldızlar oluşturması.
Bölünmüşuyku iyidirn Bir süre önce BBC’de Stephanie
Hegarty imzasıyla yayınlanan bir
haber, dikkatleri bir kez daha ideal
uykunun kaç saat olması gerektiğine
çevirdi. Habere göre, geceleri bir türlü
uyuyamayanların kaygılanmasına
gerek yoktu; hem zaten bu alanda
çalışan biliminsanları, sekiz saatlik
kesintisiz uykunun doğal olmadığına,
bloklar halinde uyumanın insan için
daha iyi olabileceğine dair görüş
bildiriyordu. Bu savın geniş kitleler
nezdinde kabul gördüğü söylenemez.
Ancak Virginia Tech Üniversitesi’nden
tarihçi Roger Ekirch’in, 20 yıllık
araştırmanın ürünü olan kitabı “At
Day’s Close: Night in Times Past /
Gün Batarken: Geçmiş Zamanlarda
Gece”, sekiz saatlik uygunun önemli
olduğunu cengâverce savunanları
bile düşünmeye yöneltecek nitelikte.
Zira incelemesini Homeros’un
Odysseia’sından Nijerya’daki modern
kabileler üzerinde gerçekleştirilen
antropolojik incelemelere kadar,
birçok edebi ve bilimsel esere,
günceye dayandıran Ekirch, 500’ü
aşkın yerde “bölünmüş uyku”
düzenine ait ibare olduğunu söylüyor.
1500’lü yılların sonlarına kadar,
insanların gün batımında ilk uykuya
yattıklarını, dört saat uyuduktan sonra
iki saat kadar uyanık kaldıklarını ve
tekrar uyuduklarını belirten Ekirch,
uyku molasında insanların yiyip
içtiklerini, komşu ziyaretlerinde bile
bulunduklarını belirtiyor.
n Hayvanlar dünyasının, başta
biliminsanları olmak üzere birçok
kişinin ilgi alanına girdiğine şüphe
yok. Hacimsel olarak en küçüğünden
en büyüğüne kadar hepsi, anlaşılmaya
değer kuşkusuz. Heybetli cüssesine
karşın insanların ilgisine mazhar
olmayı başaran hayvanlardan biri de
filler. Araştırmacılar bu türe yönelik
sorulara yanıt ararken İskoçya’daki
St. Andrews Üniversitesi’nden
Ann Smet’in yürüttüğü çalışmalar,
özellikle Afrika fillerinin, içgüdüsel
olarak insanları anlayabildiğini ortaya
çıkardı. Sonuçları Current Biology
dergisinde yayınlanan habere göre
filler, ellerimizle yaptığımız işaretleri
kavrama yetisine sahipler. Hem de
özel bir eğitime gerek kalmaksızın.
Fillerin kavrama açısından insana
çok yakın olduğunu söyleyen Smet,
araştırmanın devamında, fillerin
hortumlarını yukarı ve dışarı doğru
kaldırdıklarında ne anlatmaya
çalıştıklarını gözlemlemeye
çalışacaklarını belirtti.
norveç enerjisini çöpten çıkarıyorn Kömür, petrol, gaz ya da nükleer… Bunlar günümüzün en önemli enerji
kaynakları. Peki, alternatifi yok mu? Enerjisinin bir bölümünü çöp bidonlarında
arayan Norveç göz önünde bulundurulsa, bu soruya “hayır” diyerek yanıt vermek
pek mümkün değil. Evlerden toplanan çöpü enerjiye dönüştüren santrallerden
en büyüğünü Klemetsrud’ta konumlandıran Norveç, sadece kendi sınırları
içindekileri değil, İngiltere başta olmak üzere birçok ülkeden toplanan on
binlerce ton çöpü bir araya getiriyor. Taşıyıcı bantlarda birbirinden ayrıştırılan
çöplerin geri dönüşüme müsait olanları çıkartıldıktan sonra, kalan yığınlar
yakılarak başkent Oslo’nun ısınma ve elektrik ihtiyacını karşılıyor. Enerjiye
aktarılan çöp miktarı, yılda 300 bin ton. Dört ton çöpten elde edilen enerjinin
bir ton akaryakıta eşit olması ve bir ton akaryakıtın Oslo’da ortalama bir evin
altı aylık ısınma ihtiyacını karşılayabilmesi, potansiyelin büyüklüğünü kanıtlıyor.
Bununla birlikte Norveç modelinin çevre dostu olup olmadığı konusundaki
görüşler muhtelif. Kimi çevreci kuruluşlar, aslonanın az çöp çıkarmak olduğunu,
bu sisteminse insanları daha çok çöp üretilmesini teşvik ettiğini savunuyor.
Bizi anlıyorlar galiba…
n Teknoloji hızla ilerliyor. Ancak ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojinin de
ulaşamadığı noktalar var kuşkusuz. İnsan beyni bunlardan biri ve biliminsanları
gizemini koruyan bu alanla ilgili çalışmalarına henüz noktayı koymadı. Son
olarak çoğu Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bilimsel faaliyet gösteren 135 kurum,
10 yıl sürecek uzun soluklu bir çalışmayı, “The Human Brain Project (HBP) /
İnsan Beyni Projesi”ni hayata geçirmek için kolları sıvadı. Bir kısmı Avrupa Birliği
tarafından finanse edilen ve 1,5 milyar Dolar’a mal olması beklenen projeyle
insan beyninin işleyişini bilgisayar ortamına taşıyacak teknolojilerin geliştirilmesi
amaçlanıyor. Beyinle ilgili araştırmaları içeren yayınları bir araya getirerek önemli
bir veri tabanı oluşturmak da bu projenin hedefleri arasında. 100 milyar sinir
hücresi ve 100 trilyon sinaptik bağlantı içeren insan beyni, karmaşık yapısıyla
biliminsanlarının her zaman ilgisini çeken bir alan. Hâlihazırda beynin işlevlerini
taklit edebilecek düzeyde olmayan bilgisayar teknolojilerinin, on yıl boyunca
yürütülecek çalışmalar sayesinde insan beyni kadar karmaşık ve hızlı çalışma
yetisine ulaşabilmesini yönelik bu projenin sonuçlarını bekleyip göreceğiz.
Bu yolculuk İnsAn Beynİne“İnsan Beyni Projesi”yle bilgisayarların da insan beyni gibi karmaşık ve hızlı çalışabilmesi hedefliyor.
Ford tarafından geliştirilen “Engelden Kaçma” sistemi, sürücünün duyarsız kaldığı durumlarda çarpışmanın önüne geçmek amacıyla direksiyon kontrolünü devralıyor.
6 İSTASYON İSTASYON 7
HABerler
n 22 Kasım ila 1 Aralık
tarihlerinde düzenlenen
Tokyo Otomobil Fuarı’nda,
Nissan yine dikkatleri üzerine
çekmeyi başardı. Qashqai ve
Juke gibi ilginç modelleriyle
otomobil tasarımında yeni bir
çizgi yaratan şirket, şimdi de
teknolojinin son olanaklarını
otomobillerine entegre etmeyi
hedefliyor. Eylül ayındaki
Frankfurt Otomobil Fuarı’nda
sürücüler için geliştirdiği
Nismo Watch adındaki akıllı kol
saatini tanıtan
Nissan, Tokyo’da
ise Google Glass
gözlüklerine
benzeyen, E3
adını verdikleri
özel gözlük
bilgisayarını
teknoloji meraklılarıyla buluşturdu. Şirket
böylece giyilebilir sürüş sistemleri konusunda
iddialı olduğunu ortaya koydu. Henüz detaylı
olarak bilgi verilmeyen E3 için 30 saniyelik
bir tanıtım videosu yayınlandı. Juke gibi bir
tasarımdan sonra BladeGlider ile artık sınırları
iyice zorlayan Nissan, otomobille sürücüyü
entegre etmeye kararlı.
NissaN geleceğİN otomobİlİNİ ariyor
n Yılın son ayında atağa geçen şirketler, birbirinden
ilginç ürünlerini tüketiciye sundular. AKG de rengârenk
yeni kulaklıklarını raflara yerleştirdi. Şirketin AKG DJ
serisine, hem profesyonellerin hem de müzikseverlerin
rahatlıkla kullanabileceği K619 kulaklıklar eklendi. Renk
ve tasarımlarıyla göz alıcı niteliğe sahip bu kulaklıkların,
kablo üzeri kontrol ve mikrofon özelliği bulunuyor.
Siyah, mavi, yeşil, turuncu, pembe ve kırmızı renk
seçeneklerinden herhangi birini almanız için sadece 100
Dolar ödemeniz yeterli.
www.us.akg.com
n Apple bilgisayar kullananlar için özel olarak
tasarlanmış bir harici disk ister misiniz? WD My Passport
Air, tam size göre. Mac’lere uygun, tüm gövdesi
alüminyumdan tasarlanmış bu belleğin kapasitesi 1
TB ve üç yıl garanti sunuyor. Yılın son aylarında satışa
sunulan My Passport Air’ın fiyatı 199,99 Dolar
Kulağa renk geldi
mac’lere göre
yeni amiral gemisi
n HTC, ses getiren ürünü
HTC One’ın ödüllü tasarımını,
işlevselliğini ve performansını
daha büyük ekrana taşıyor.
HTC One Max adı verilen akıllı
telefon, 217 gram ağırlığında
ve 5,9 inç (15 cm) Full HD
1080p ekranıyla ismini hak
ediyor. Artık üst seviye
telefonlarda rastlamaya
başladığımız Parmak İzi
Tarama özelliğiyle kullanım
rahatlığı ve güvenlik artırılmış.
Yeni HTC Sense 5.5 arayüzü,
BlinkFeed, Zoe ve BoomSound
gibi özellikleri de cihazın
yeteneklerini artıyor. Hem
fotoğraf ve video çekimi hem
de görüntü kalitesi açısından bir hayli iddialı telefon, dört çekirdekli 1,7 GHz hızında Qualcomm
Snapdragon 600 işlemci sayesinde yüksek performans vaat ediyor.
n iPone mobil oyun alanında, tam bir çığır açtı. Güçlü
donanımı ve dokunmatik ekranıyla oyunseverlerin
kalbini kazanmayı başardı ve devasa bir endüstri yarattı.
Ama iPhone bile olsa elimizdeki mobil bir cihaz ve
pil ömrü gibi önemli kısıtları var. Oyun tutkunlarının
yakından bildiği Logitech, yeni oyun kontrolörü Logitech
PowerShell Controller + Battery ile pil ve oyun zevkini
katlıyor. Konsol oyunları için tasarlanan Logitech
PowerShell Controller + Battery, iOS 7’yi destekleyen
iPhone 5s, iPhone5 ve 5’inci Nesil iPod touch’lardaki
oyun oynama süresini artırıyor. Oyun konsolunu
kullanmak için sadece uyumlu iPhone ya da iPod touch’ı
kontrolörün içine yerleştirmek yeterli.
Aksesuar sayesinde tüm ekranı, oyunu görmek için
kullanabiliyorsunuz. Özel tasarımıyla uzun saatler boyu
oyun keyfi sunan
kontrolör, cebinize
ya da çantanıza
kolayca sığan
küçük ebatlarıyla
en zor ve karmaşık
oyunları dilediğiniz
her yere götürme
fırsatı sunuyor.
iPhone ve ya iPod touch ile beraber kullanılan
Logitech Powershell Controller + Battery, açma-kapama,
ses, kamera, hoparlör tuşlarına, kulaklık ve şarj girişine
doğrudan erişim sağlıyor. Aksesuarın analog off-
screen tuşları konsol oyuncularına tanıdık ve eşsiz oyun
deneyimi yaşatırken, dPad (yön tuşları), arka tuşlar ve
aksiyon tuşlarıysa oyunu rahatça kontrol etmelerini
sağlıyor. iOS 7 desteğiyle çalışan oyunların çoğuna
uyumluluk gösteriyor ve Bastion, Fast & Furious 6: The
Game, MetalStorm Aces, Galaxy On Fire 2™ HD, Nitro™
gibi oyunlarla çalışıyor. 1500 mAh baterisiyle iPhone
5s, iPhone 5 ya da 5’inci Nesil iPod touch cihazlarını
şarj edilebiliyorsunuz. Ürün Aralık ayında, Avrupa’daki
Apple Store ve diğer mağazalarda 99,99 Dolar’dan satışa
sunuldu.
iPhone’a konsol gücü
n HTC’nin tek yeniliği One Max
değil, ses sistemlerine de bir
hayli önem veren şirket, bir süre
önce Beatstudio ile geliştirdiği,
telefonlarda kullanılan, BoomBass
özelliğiyle birlikte sunulan
BoomSound harici kablosuz
hoparlörünü tanıttı. HTC bu
aksesuar aracılığıyla, Bluetooth
üzerinden daha net ve daha güçlü
bir bas sunan amplifikatöre sahip,
6 santimlik mini bir subwoofer
yarattı.
n Samsung geçtiğimiz IFA
etkinliğinde tanıttığı akıllı saati
Galaxy Gear’ı Türkiye’de satışa
sundu. 799 TL fiyatla satılacak
saatler; Jet Siyah, Kahve Grisi,
Vahşi Turuncu, Yulaf Beji, Gül
Sarısı ve Limon Yeşili gibi ilginç
renklerle üretildi. Galaxy Gear, 1.63
inçlik Super AMOLED ekrana ve 1.9
megapiksellik bir kameraya sahip.
Samsung Galaxy Gear, bluetooh
ile telefona bağlı kalarak çağrılar,
metin mesajları, e-postaları saate
iletiyor.
Daha çok bas
akıllı saatler olsun
NİssaN e3
AKG K619
HTC ONE MAX
logitecH PoWersHell
HTC BOOMBASS
WD my PassPort air
n Son ürün serisi Lumia ile akıllı telefon pazarındaki
çetin rekabetten kopmayacağını gösteren Nokia’nın,
Microsoft tarafından satın alınmasıyla yeni bir
kulvara girdiği kesin. Akıllı telefonlarında Microsoft’a
ağırlık veren tek marka durumundaki Nokia, uzun
süredir sessiz olduğu tablet pazarına sonunda giriş
yaptı.
Şirket kendisinin ilk tabletini Lumia 2520
adıyla yine Windows platformunda çıkardı. 10,1 inç
boyutundaki HD ekranı ve 650 nit ekran parlaklığıyla
gün ışığında dahi rahatlıkla ekranı kullanmayı
sağlıyor. 6.7MP kamerasıyla da
iddialı olan bu tablet, Windows
RT 8.1 sistemi üzerinde
çalışıyor. Lumia 2520 ile gelen
yeni bir özellikse hızlı şarj
olabilmesi. Bu sayede tablet bir
saat içinde yüzde 80’e kadar
şarj edilebiliyor.
Bununla birlikte Nokia,
Lumia’larda geliştirdiği özel
yazılımları, tablete de taşıdı. DreamWorks Animation
ile birlikte geliştirdiği interaktif oyun “Dragon’s
Adventure”, hem görüntülerin hem de videoların harita
üzerinde öykü gibi canlandırılabilmesine sağlayan Nokia
Storyteller, Nokia Video Director ve HERE Haritalar
tablete taşınan yazılımlar arasında
bulunuyor.
Lumia 2520’nin şık aksesuarıyla
klavyesi Nokia Power Keyboard
ise beş saatlik ek pil ömrüne ve
iki adet dâhili USB girişine sahip.
Koruyucu kılıftaki tam işlevli tuş
takımı aynı zamanda harekete
duyarlı trackpad’e de sahip.
Böylelikle Lumia 2520’de yazı yazma deneyimi dizüstü
bilgisayara yaklaşıyor. Parlak kırmızı ve beyaz renk
seçeneklerinin yanı sıra mat yüzeyde gök mavisi ve siyah
renk seçenekleri de bulunan ürünün 499 Dolar’dan
satışa sunulması bekleniyor.
NoKia tablete WiNDoWs’taN gİrDİ
8 İSTASYON İSTASYON 9
Haberler
ANADOLU’DA10 bin yıllık geçmiş…
CERRAHİ
Aşıklı Höyük’te yapılan arkeolojik kazıda bulunan, günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce yaşamış, 20–25 yaşlarında bir kadının trepanasyon uygulanmış kafatası, Aksaray Müzesi’nde sergileniyor.
Aşıklı Höyük’te bir büyücü–doktor, Bergama’da bir filozof cerrah, tıbbın babası Koslu Hipokrat ve şifahanelerden yetişen binlerce hekim... Kötü ruhlar, topraktan çıkan kötü hava ya da mevsimlerin etkisi; nedeni ne olursa olsun cerrahlar binlerce yıldır neşterle iyileştirmeye çalışıyor.
Birazdan ameliyata gireceğim! İnsan kendini nasıl hisseder, tahmin edebilirsiniz. Hasta ben olsay-dım, korkardım. İlk kez bir ameliyatı görüntüle-yeceğim ve bunun beni nasıl etkileyeceğini tahmin
edemiyorum. Sadece çok heyecanlıyım. Ameliyathanede hazırlıklar sürüyor. Orta yaşın üzerinde bir hastaya, baş ağrılarına neden olan tümörden kurtulması için mikro-cerrahi yöntemiyle açık beyin ameliyatı yapılacak. Çıp-lak gözle zor görülebilen çok küçük yapıların özel ame-liyat mikroskobunun büyütücü etkisinden faydalanılarak ve çok ince aletlerle, ameliyat edilmesine mikrocerrahi deniyor. Çok zor görülebilen iğne ve iplikler kullanılarak, çapı 1 milimetreden daha küçük damar ve sinirler ameli-yat edilebiliyor. Cerrahlar operasyon sırasında mikroskop özelliği olan gözlüklerle çalışıyor.
Başkent Üniversitesi Hastanesi nöroşirurji uzmanla-rından Prof. Dr. Hakan Caner, ameliyathanenin kapısın-da beni uyarıyor: “Cerrahi aletlerinin bulunduğu masaya yaklaşmayın. Aksi halde tüm aletlerin yeniden sterilize edilmesi gerekir.” Ameliyatın yaklaşık 6 saat süreceği tah-min ediliyor. Uzmanlardan oluşan ekiple birlikte maske ve bonelerimizi takıyoruz, dezenfektanlarla dirseğe kadar ellerimizi yıkıyoruz, steril ameliyat gömleğini giyip, eldi-venlerimizi takıyoruz. Hakan Bey’in yüzüne bakıyorum. Herhangi bir gerilim belirtisi yok. İşinin gereği olan tüm ön hazırlıklardan emin ve olası sürprizlere hazır. Ameli-yathane bölümü cerrahların tam sorumluluk ve yetki sa-hibi oldukları bir alan, dolayısıyla, bir aslanı ininde izler gibiyim.
Ameliyat bir strateji gerektiriyor ve hastanın duru-mundaki değişimler bu stratejinin değiştirilmesine ne-den olabiliyor. Cerrah, ameliyattan önce birlikte çalışaca-ğı ekibe, uygulayacakları stratejiyi adım adım anlatıyor. Ameliyata başlayıp, ulaşılmak istenen organa vardıkla-rında karşılaştıkları tablo tüm stratejiyi değiştirebilir; buna hazırlıklı olmaları gerek. Hastanın saçları kesilip, tı-raş ediliyor ve üzeri dezenfekte işlemi için povidon iyot ile siliniyor. Anestezi uzmanı cihazların yardımıyla yaşamsal işlevleri sürekli kontrol ediyor. Saçlı deri kesiliyor, kafata-sı kemiğinden oval bir parça kesilerek yerinden çıkarılıyor ve hastanın beyni objektifimin önünde!
Doktorlar beyindeki tümörü temizlemek için çalışır-ken, tanık olduklarım beni yaklaşık 10 bin yıl öncesine götürüyor. Anadolu’nun orta yerinde bir Neolitik Çağ yerleşimi olan Aşıklı’dayım... Tarihler İÖ 8 binleri gös-teriyor. Bu kez karşımda kafatası cerrahi operasyonla delinen bir kadın var. Operasyonun neden yapıldığı belli değil. 20–25 yaşlarındaki kadının başında herhangi bir travma izi yok, ama omurlarındaki eğrilme, düş me sonu-cu bir yaralanmanın söz konusu olabileceğini gösteriyor. Başka ihtimaller de var; bu trepanasyonun (kafatası delgi ameliyatı) bir epilepsi vakasına müdahale, baş ağrısını te-davi ya da dini bir ritüel için gerçekleştirilmiş olması da mümkün. Binlerce yıl sonra, 1992 yılında Aksaray yakın-larındaki Aşıklı Höyük’te Prof. Dr. Ufuk Esin tarafından yürütülen kazılarda bulunan kafatasında yapılan kemik ölçümleri, bebeğiyle birlikte gömülen kadının operasyon sonrası yaşadığını ortaya koyuyor. Anadolu’da trepanas-
HAYAT
10 İSTASYON İSTASYON 11
yon örnekleri konusunda araştırmalar yapan antropolog Prof. Dr. Metin Özbek’e göre, beyin ameliyatı geçirmiş kadının kafatasındaki trepanasyon deliği ameliyat son-rasında en az bir hafta yaşamış olabileceğini gösteriyor.
Antropolog Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, bugün Anadolu’da, 23 farklı yerleşimde yapılan kazılarda bu-lunmuş 40’tan fazla trepanasyon örneği olduğunu söy-lüyor ve ekliyor: “Aşıklı’daki örnek Anadolu’da, bir can-lıda yapıldığı ortaya konan en eski cerrahi olgulardan birisi olması açısından önemli.” Bu örnek aynı zamanda cerrahinin ne denli eski bir geçmişi olduğunun da gös-tergesi. Prof. Dr. Özbek, “Nöroşirurjinin tarihi Neolitik Çağa kadar uzanıyor” diyor. Beyin cerrahı Bekir Tuğcu ise “Anadolu’da Canlıda Yapılan İlk Trepanasyon Örneği: Aşıklı Höyük İnsanı” başlıklı çalışmasında, cerrahi tarihi-ne ışık tutuyor. İnsanların 10 bin yıldan beri kafatasının belli yerlerinde delikler açarak baş ağrılarını gidermeye, epilepsiye çare bulmaya, kafatası içindeki basıncı hafiflet-meye, travma sonrası kan ya da cerahat birikmesini önle-meye, kafatası kırıklarında kemik parçalarını temizleme-ye, hatta kafatasında yuva yapmış kötü ruhları defetmeye çalışıp durduklarını anlatıyor.
Tuğcu’ya göre, operasyonlar o konuda uzmanlaşmış tecrübeli “büyücü–hekim”ler tarafından gerçekleştirilmiş olmalı: “Neolitik Çağ ve hatta Mezolitik Çağda sapta-nan kafataslarındaki deliklerin büyük kısmının ölümden sonra açıldığı düşünülürse, uygulamanın genelde tıp dışı nedenlerle yapıldığı sonucuna varılabilir. Ölü insanın ka-fasının içinde var olduğu farz edilen kötü ruhun, açılan delikten dışarı çıkacağı inancı muhtemelen en önemli nedendi.”
Tarih boyunca insanlar farklı nedenlerle kafatasın-da delikler açmışlar. İngiltere’de genç kız ve erkeklerin güzelliğini, ölmüş birinin kafatasından alınan parçayı taşıyarak koruyabilecekleri inancıyla yapılan operasyon-lardan, hastalığa neden olduğu düşünülen kötü ruhların çıkması için yapılan operasyonlara kadar, çok farklı ge-rekçeler sıralanabilir.
10 bin yıl önce Aşıklı Höyük’teki operasyonu gerçekleş-tiren “cerrah”ın nasıl hazırlandığını tam olarak bilemesek de, trepanasyon bugün de Peru, Kenya, Malezya’daki ilkel kabilelerde görülen bir uygulama olduğundan, geçmişe yönelik tahmin yürütebilecek kadar bilgiye sahip olabili-yoruz. Bu kabilelerde operasyon öncesi acı duyumunun giderilmesi veya azaltılması için çok çeşitli yollar deneni-yor. En yaygın olanı uyuşturucu etkisi bilinen bitkilerin kullanılması... Açık yara olan bölgede iltihaplanmanın önlenmesi için de bitkilerden yararlanılıyor. Malezya’da operasyon sonrasında, kafatası kemiği yerine konmadan önce ısıtılmış muz yaprağı ve bal uygulandığı biliniyor.
nun durduğu yerdeki uyuşuk kanları (pıhtı), cerahatleri sildi, şarapla temizledi. Aceleyle kafayı yerine koydu, te-pesinden ve çenesi altından kayışlarla bağladı. O dakika hizmetkârı meydana bir kutu getirdi. Kutunun içinde iri karıncalar vardı...
Bunlardan birini demir çift ile alıp herifin kafa derisi-nin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca bir yerden iki deriyi birden ısırdı. O an cerrah karıncayı belinden ma-kasla kesti ve karıncanın başı iki deri kenarını ısıra kaldı... Öyle öyle ekleyip bir kulaktan bir kulağa seksen karıncayı ısırtıp kesti. Sonra kurşun deliğine bir fitil sokup yarayı merhemledi. (...) Bu hakir, yedi gün gelip gidip adamı seyreyledim. Sekizinci günde herif iyileşip biraz hareket etmeye başladı. On beşinci gün kralın huzuruna götür-düler.”
Hekimlere yasal sorumluluk koyan Hammurabi ya-salarında, “Bir doktor operatör bıçağıyla derin bir yarık açarsa ve hastayı öldürürse ya da bıçakla bir tümörü açıp gözü keserse doktorun elleri kesilir. Eğer bir doktor kırık bir kemiği ya da insanların hastalıklı kısımlarını iyileşti-rirse hastalar ona nakit olarak beş şikel verirler” gibi tıp hukukuyla ilgili maddeler yer alıyordu.
Anadolu’nun en eski uygarlıklarından Hititler’de ise sağlık söz konusu edilirken cerrahiden pek bahsedilmese de kırık, çıkık, yaralanma gibi durumlarda ortopedik ve
cerrahi yöntemlerle hastanın iyileştirilmesi yoluna gidi-liyordu. Bu durum, erkeklerin savaşlardan başlarını kal-dıramamasından kaynaklanabilir. Bugünün aksine eski çağlarda kadın doktorların sayısı erkeklerden çok daha fazla. Muhtemelen, günümüze kadar ulaşan “kocakarı ilacı” deyimi de kadınların şifacı olduğu bu kültürlerden geliyor.
Peki, kadın bu köklü kültürlerde şifacıyken, cerrahi nasıl oluyor da ağırlıklı olarak erkeklerin elinde olabiliyor. Günümüzde halen kadın cerrahların sayısı erkeklerin-kinden az. Tarihteki en eski tıp okullarından biri olarak kabul edilen, Kahire’deki Heliopolis’e kadınların kabulü kısıtlanmıştı. Daha sonraları şifacı kadınlar ortaçağda ca-dılıkla suçlandılar. Ve cerrahi sahnesindeki erkekler, eski-nin şifacı kadınlarından daha fazla öne çıkmaya başladı.
Kos (İstanköy) Adası’nda doğan ve hekim babası ta-rafından yetiştirildikten sonra Anadolu’da ve doğduğu adada hekimlik yapan Hipokrat’ın, İÖ 4. yüzyılda ortaya attığı tıbbın ilk kuralı bugünün hekimleri için de geçerli-liğini koruyor. Bugünün hekim adayları tıp fakültelerinde yüzlerce yıl önce “Primum nil nocere” (önce zarar verme-yiniz) diyen Hipokrat’ın yeminini tekrarlıyor. Günümüz hekimlik anlayışının babası Hipokrat olsa da tıpla cerra-hinin kesin olarak ayrılması, “antikçağın ikinci Hipokra-tı” olarak anılan Bergamalı Galen (Doğudaki adı Calinus
Kenya’nın Kisii kabilesinde ise operasyonu doktor–rahip-ler yapıyor; bu işlem bir meslek olarak kabul görüyor ve babadan oğula aktarılıyor. Prof. Özbek, Kisii kabilesinde yapılan bu ameliyatlarda başarı oranının yüzde 90’ın altı-na düşmediğini söylüyor.
Girdiğim her ameliyatta üzerine basa basa yaptıkları “Alet masasına yaklaşmayın” uyarısı, kullanılan aletlere olan ilgimi daha da artırıyor. Masanın üzerinde onlar-ca alet var. Makaslar, pensler, spatüller, farklı boylarda neşterler, iğneler... Beyin cerrahisi ya da diğer cerrahi dallarında kullanılan aletlerin şekli çok fazla değişim göstermese de bu aletlerin hangi malzemeden yapıldığı, yaşanan dönem ve topluluğun kültürüne göre değişken-lik gösteriyor. En eski aletler bazalt ve çakmaktaşından yapılanlar. Volkanik püskürmeler sonucu etrafa saçılan küllerin sıkışmasıyla oluşan bazalt taşı, yüksek ısıda sı-kışmış olması nedeniyle hijyenik, parlak ve keskin olma özelliğine sahip. Operasyon sırasında, müdahale edilen damardan akacak kanı durdurmak için kullanılan damar sıkma (kan dindirme) pensinin bir örneği de Zeugma’da-ki garnizon mahallesinde ortaya çıkarılmış. Geçmişte kul-lanılan sonda, spatül, penset, forseps gibi aletler, bugün de ameliyatlarda kullanılanlara benziyor
SEYAHATNAME’DE DE VAREvliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde aktardığı, Viyana’da seyrettiği bir beyin ameliyatı geçmişte kullanılan yöntem-ler hakkında bilgi veriyor: “Kefereyi dört ayaklı ipekli bir sedir üzerine yatırdılar. Başı Adana kabağı, gözleri Mar-din encası, burnu Mora patlıcanı gibi şişmişti. Hekim-başı cümle kefereleri dışarı koğup mecruha (yaralıya) hemen safran gibi bir su içirip onu kendinden geçirdi. (...) Hizmetkârı mecruhu kucağına alınca, hekim adamın başının takke kenarı yerin etrafına tasma–kayış bağladı. Bir keskin ustura alıp, herifin alnının derisini iki kulakla-rına kadar çizip sağ kulağı yanından deriyi biraz yüzünce kafa kemiği bembeyaz göründü. Cerrah hemen şakaktaki ek yerinden kafayı delip bir demir mengene sokup bur-maya başladı. O burdukça herifin kellesinin kapağı takke gibi kalkmaya başladı… İçinde beyninin enseden tarafı göründü. Kellenin içi kulaklara kadar solkan ve sümük gibi bazı salgılarla dolu olup beynin yanında tüfek kurşu-mu (kurşun) kâğıdıyla durur… Cerrahbaşı ağzıma mendil koyup kafa içine baktığımdan dolayı bana, ‘Niçin ağzını ve burnunu kapayıp bakarsın’ dedikte, hakir (ben), ‘Belki bakarken aksırırım, öksürürüm. Herifin kellesinin içine rüzgâr girmesin diye kapadım’ dedim. Cerrah, ‘Aferin. Sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstat cerrah olurdun’ deyip aceleyle mecruh herifin beyni yanındaki kurşunu bir çift ile (cımbız) alıp sarı sünger gibi bir şeyle kurşu-
AnAdolu’dA 23 fArklı yerleşimde yApılAn kAzılArdA bulunmuş 40’tAn fAzlA trepAnAsyon örneği vAr. bu örnekler cerrAhinin ne denli eski bir geçmişi olduğunun dA göstergesi.
Yaklaşık 5 saat süren by–pass ameliyatı tamamlandıktan sonra ameliyat ekibi, hastayı odasına götürmeden önce, bacak ve göğüs kafesinde açılan bölümlere son müdahaleleri yapıyorlar.
12 İSTASYON İSTASYON 13
HAYAT
Hekim) sayesinde oluyor. Kaynaklar, Galen’den, şifalı bitkileri çok iyi tanıması ve önemli buluşlarıyla “eczacılı-ğın babası” olarak da söz ediyor. Bir süre gladyatörlerin, ardından da Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un özel doktoru olan Galen, vücuttaki damar sistemini keşfetmiş, kanın bedende devinimi hakkında akıl yürütmüş, fakat nasıl devridaim yaptığını anlayamamış. Omurilik boyun-ca dizilen sinirlere verilen zararın felce yol açtığı keşfi de Galen’e ait.
Selçuklu döneminde kurulan Darüşşifalar, Anadolu’da neşterin tarihinde ayrı bir sayfa açıyordu. Burada bir yan-dan tıp eğitimi verilirken diğer yandan da hastalar tedavi ediliyordu. 1308–1309 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan Muhammed Olcaytu ve hanımı İlduz Hatun adına yap-tırılan Amasya Darüşşifası, cerrahi müdahalelerle öğren-cilere ameliyatların gösterildiği, uygulamalı bir öğretim yeriydi. Daha sonra ruh hastalarının da tedavi merkezi haline gelen Darüşşifa, bugün belediye konservatuvarı olarak kullanılıyor. Müslüman dünyasında ünlü hekim-lerin yetişmesiyle birlikte Anadolu’da da cerrahi uygula-maları yaygınlık kazandı. 9’uncu yüzyılda, Sabit bin Kur-
ra tarafından anestezi kullanımı, katarakt ameliyatları ve insan anatomisinin daha derinlemesine araştırılma-sıyla tıp güçlendi. Batı dünyası için Galen’in yaptığını Doğu’da İbni Sina yapıyordu; tıp ve cerrahiyi ayrı ele aldı. Enfeksiyon hastalıkları konusunda keşifler yapan İbni Sina, bulaşıcı hastalıkların yayılmasının azalması için karantina uygulamasının önerilmesi ve deneysel tıp konularında ortaya koyduğu yeniliklerle biliniyor. Sa-buncuoğlu Şerefeddin’in Fatih Sultan Mehmet’e hediye-si olan Cerrahnâme–i İlhaniye adlı kitap Anadolu’nun cerrahiyle ilgili geçmişinden günümüze ulaşan ender yayınlardan biri. 18’inci yüzyıl Osmanlı hekimlerin-den Bursalı Ali Münşi, Cerrahnâme adlı kitabında hekimin yaptığı gözlemlerin önemine dikkat çekiyor: “Hekim gözlerini ve kulaklarını kullanmak zorunda-dır; soru sormaktan utanmamalıdır. Her şeyi Galen ve Hipokrat’ın kitaplarında bulamazsınız.”
Anadolu’daki her bir sağlık yurdunun ayrı bir hikâyesi olsa da Gevher Nesibe Mâristanı’nın (has-tane) öyküsü, hüzünlü olması nedeniyle biraz daha öne çıkar. Selçuklu Beyi’nin kız kardeşi Gevher Nesibe’nin, önemli komutanlardan birine âşık ol-duğu, ancak kendisini mutlu edecek bu birleşmeye izin verilmediği için üzüntüden ince hastalık denen tüberküloza yakalandığı anlatılır. Ölmeden önce ağabeyine vasiyeti, kendi gibi hastaların tedavisinin yapılacağı bir hastane kurması olur. Vasiyeti yerine getirilerek Kayseri’de adına bir mâristan kurulur. Hem Gevher Nesibe hem de Turan Melek şifahane-lerinin kadrolarında dâhiliyeciler, cerrahlar, eczacı ve asistanlar bulunduğu, gezgin hekim ve cerrahlar tarafından ameliyatlar da yapıldığı tahmin ediliyor. Özellikle bakır tel metoduyla katarakt ameliyatlarının yapıldığı ve buradaki loş ışıklı odaların, göz hastaları için uygun olduğu belirtiliyor.
Tüm dünyada, cerrahide asıl büyük atılımlar, modern çağı yaratan buluş ve icatlar döneminin ardından yapıla-biliyor. Osmanlı’da Askeri Tıp Akademisi’nin kurulması da bu döneme rastlıyor. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısın-dan sonra birçok hekim ileri eğitim için Fransa ve Al-manya gibi Batı ülkelerine gönderiliyor. Cemil Paşa’nın Fransa’dan dönmesini izleyen süreçte ve antisepsi ve asepsi ile birlikte modern cerrahinin temelleri atılıyor. Bu ve sonraki dönemlerde birçok cerrahi işlemin yanı sıra nöroşirurji operasyonlarına tanık olunuyor ve 1909’da, daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönüşen İstanbul Darülfünun Tıp Fakültesi kuruluyor. Geçmişin savaşla-rında yapılan cerrahi müdahalelerde olduğu gibi Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında da cerrahi deneyim-lerde önemli artışlar yaşanıyor. Ancak ne yazık ki; Türki-ye bu gelişmeyi Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu kadar
rahat izleyemiyor. Hatta, Osmanlı döneminde kullanılan anesteziye rağmen, Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir ülke kurmanın zorlukları ve II. Dünya Savaşı’nın olumsuz et-kilerinin yaşandığı süreç sağlık hizmetlerine de yansıyor. 1956’da kurulan anestezi bölümü uzmanlık dalı olarak Türkiye’de yerleşene kadar hastayı ameliyat öncesi ba-yıltma işlemi, bu konuda eğitim almış hastane personeli tarafından yapılıyordu. Günümüzde Türkiye, kişi başına
düşen cerrah sayısı açısından dünya standartlarıyla kar-şılaştırıldığında oldukça şanslı görünüyor. Dünya stan-dartlarında 25 bin kişiye bir cerrah düşmesi yeterli görü-lürken, Türkiye’de 25 bin kişiye 1,27 cerrah düşüyor.
Kuşkusuz bugünün hekimleri, hastası ölürse eli kesi-lecek Babilli hekimden ya da kafa derisini karıncaların ısırığıyla diken Viyanalı doktordan daha şanslı olsalar da taşıdıkları sorumluluk aynı. Bir cerrahın sezaryende, kalp ya da beyin ameliyatında müdahale ettiği her noktayı ve keseceği her bir damarı kendi eliyle koymuş gibi bulabil-mesi için genel tıp eğitiminin üzerine 5–6 yıl daha uz-manlık eğitimi ve deneyimi olması gerekiyor. Peki, ana-tomi bilgisinin yetersiz olduğu eski zamanlarda hekimler doğru organı ve damarı nasıl biliyordu?
Eski çağlarda ölüler üzerinde anatomik çalışmalar yapmak dinler ve din adamlarının baskısıyla yasaklan-mış olduğundan bugünkü gibi kadavra üzerinde çalışma yapmak mümkün değildi. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve okulda öğrenilenler yetersiz kaldığında muh-temelen deneme yanılma yöntemiyle hareket etmek zo-rundalardı.
Peki, cerrahlar ameliyatın her anında, göründükleri kadar net mi? Hiç korkmazlar mı? İnsan hayatının so-rumluluğunu almanın ağırlığını hissediyorlar mı? Risk altındaki bir hayatı kurtarma sorumluluğunun verdiği ağırlığı umutla hafifleten cerrahlar, kimseye anlatmaları mümkün olmayan korku ve sorumluluklarıyla yaşamayı öğrenmişler. Prof. Dr. Bingür Sönmez, “Bir hastamın sağlığına kavuştuğunu görmek kaygılı, sıkıntılı anların yorgunluğunu alıp götürüyor” diyor.
Nobel’e aday gösterilen Cenevre Üniversitesi Has-tanesi Kardiyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Afksendi-yos Kalangos, “Bir hayat söz konusu; heyecanlanma-mak, tedirginlik duymamak mümkün değil. Ancak, o hayatı kurtaracağınızı düşünmek, önceki ameli-yatlardan sonra iyileşmiş hastalarınızın gözlerinde gördüğünüz mutluluk her defasında güç bulmanızı sağlıyor” diyor. Bizler için “masada kalmak” deyimi ne kadar ürkütücü olsa da bir cerrah ancak korkularını hiçe saydığı noktada hayat kurtarma şansını yakalı-yor. Ancak taşıdıkları ağır sorumluluk nedeniyle olsa
gerek, iç dünyaları bize ameliyathanede yaklaşamadığı-mız alet masaları kadar mesafeli...
Tarihin en önemli doktor ve cerrahları kabul edilen Koslu Hipokrat’ı, felsefede olduğu gibi hekimlik ve cer-rahide de ilmini tüm dünyaya kabul ettirmiş Bergamalı Galen’i, Bursalı Ali Münşi’yi ve Anadolu’daki şifahanele-ri düşündüğümüzde, 10 bin yıl öncesindeki trepanasyon işlemlerinden günümüzün suni kalp ve suni akciğer uy-gulamalarına uzanan cerrahi tarihine Anadolu’nun et-kisinin güçlü ve büyük ölçekli olduğunu söyleyebilmek mümkün.
“Primum nil nocere.”
Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
Yunan mitolojisinde tıbbın ve sağlığın tanrısı Asklepios’un asasına dolanmış yılan, günümüzde de hekimliğin ve tıbbın simgesi. Asklepios’tan sonra hekimlik sanatını kızı Hygea ve oğulları, Asklepiades adında bir lonca düzeni içinde sürdürmüş; Atina, Bergama ve İzmir’de babaları adına tapınaklar kurmuşlar. Asklepios ve kızı Hygea’yı yılanla birlikte tasvir eden kabartma İÖ 5. yüzyıla tarihleniyor. Selanik’te bulunan kabartma İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergileniyor.
“... kutunun içinde iri kArıncAlAr vArdı. bunlArdAn birini demir bir çifteyle Alıp herifin kAfA derisinin kesilen yerine yAklAştırıncA Aç kArıncA iki deriyi birden ısırdı. o An cerrAh kArıncAyı belinden mAkAslA kesti...”
Yüzlerce yıl önce kullanılmış cerrahi aletleri form olarak bugünkülerden pek farklı
değildi. Ancak yapımlarında kullanılan malzemeler farklıydı. Farklı dönemlerde
ortaya çıkarılan aletlerin çoğu bazalt, bronz ya da demirden yapılmıştı. Anadolu’nun
çeşitli yerlerinde ortaya çıkarılan cerrahi aletler arasında en çok forseps ve sondalara
rastlanıyor. Urartu, Mezopotamya, Roma, Helen, Yunan, Bizans ya da Osmanlı
döneminden kalmış sonda, penset, strigilis gibi cerrahi alet ve malzemeler ameliyatta,
yaranın temizlenmesinde, ur çıkarma ya da katarakt tedavisinde kullanılıyordu
(solda). Mezopotamya bölgesinde ilaçların ambalajlanması ve mühürlenmesine
dair uygulama örneklerine rastlanıyor. Mezopotamyalı hekimler reçetelerde Tanrı
Marduk’un sembolü olan RX işaretini kullanıyordu. Hekimler çeşitli ot karışımlarından
ilaç hazırlamak için taştan yapılmış havanlar kullanıyorlardı. Roma döneminden kalma
taş havan ve cam tokmak Gaziantep Müzesi’nde sergileniyor (altta).
Cerrahideki Aletler
Penset Cerrahi Alet Kutusu Polip Forsepsi
Oyuncu ve fotoğrafçı Deniz Kurtuluş, bir buçuk yıldır cerrahi operasyonları görüntülüyor ve bu konuda bir kitap hazırlıyor.
14 İSTASYON İSTASYON 15
HAYAT
Yıllar önce Mahallenin Muhtarları ile haya-tımıza giren Esra Akkaya’nın, dizinin mü-davimlerine kendini nasıl da çabucak sev-dirdiğini hatırlıyor musunuz? Bu işi nasıl başardığını, onunla karşı karşıya gelince
anlıyorsunuz. Pozitif enerjisi sayesinde, eğer isterse her işin altından kalkabileceğini hemen fark ettiriyor. Üstelik oyunculuk, hayatındaki tek sevda değil. Bir koltukta kaç karpuz taşıyor, biz sayamadık doğrusu. Ekrandan uzak kaldığı dönemde, önce kendine yatı-rım yapan, sonra bu yatırımı oyuncu adaylarının ka-zancına dönüştüren Akkaya, ekranı özlemiş olmasına rağmen tedbiri elden bırakmıyor. İçine sinen proje-lerde ve en önemlisi daha iyi şartlarda mesleğini icra etmek istiyor. Bu da en doğal hakkı değil mi?
Bu, sıradan bir kafe değil. Bir işletmeden çok bir pro-je gibi. Ziyaretçilerin buradan ne şekilde faydalana-bileceklerini sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?Burayı, bir eğitim-kafe, aynı zamanda da eğlenebi-leceğimiz bir yer olarak hayal ettik. Eğitimlerin bir kısmı süreli, bir kısmı günlük. Hande Kazanova’nın verdiği bir astroloji eğitimi var. Ben de koçluk eğiti-mi veriyorum. Sağlıklı beslenme ve diyet programları konuşuyor, imza günleri yapıyoruz, sinema gecele-rimiz oluyor. Yok yok… Aslında burası insanların kendi evleri gibi gördükleri ve kendi organizasyonla-
rını yaptıkları bir yere dönüştü. Evinizin salonu gibi. Bir yandan da burayı ilginç kılan dekorasyonu ve bu dekorasyonun satın alınabilir, ulaşılabilir olması. Es-kileri dönüştürmeyi seviyorum. Sağdan soldan top-ladığım objeler, aynı zevke sahip olduğum insanlar tarafından beğeniliyor. Yani buranın konsepti, de-korasyonu bana ait, ama işin en eziyetli kısmını eşim yapıyor. Ben daha çok keyfini sürüyorum.
Oyunculuk dışında birçok işle uğraşıyorsunuz. Fakat küçük yaşlardan beri oyunculuk hevesini içinde taşı-yan biri olarak o ilk kıvılcımı büyüten ne oldu?Tevfik Gelenbe… 1982’de, Gelenbe’nin çocuk oyu-nunda en yakın arkadaşım Çağla Kalafat oynuyordu. Onu izlerken, bir gün ünlü bir oyuncu olacağını ve çi-çeklerle kulisine gideceğimi filan düşünürdüm. Ertesi sene, Çağla beni de oyuna soktu. Böylece 1983’te baş-ladım, âşık oldum ve bir daha hiç kopmadım. Sonra Çağla gazeteci oldu, ben oyuncu.
O dönemde mesleğe dair sizi heveslendiren, dikkatle takip ettiğiniz oyuncular var mıydı?Olmaz mı? Korhan Abay ile Altuğ Yücel’i Hayvanat Bahçesi’nde ilk izlediğimde çok etkilenmiştim. His-seli Harikalar Kumpanyası’na defaten gitmiştim ve Nevra Serezli hep en büyük aşkımdı. Sonra hayalim gerçek oldu, Nevra Abla ile aynı oyunda oynadık.
BİR TATLI HUZUR İSTİYOR20 Dakika’daki rolüyle sekiz yıl sonra ekrana dönen Esra Akkaya ile eğrisiyle doğrusuyla oyunculuğu, dizi setlerindeki ağır çalışma şartlarını ve hayatına sığdırmayı başardıklarını konuştuk.
SÖYLEŞİ: SELİN GÜREL FOTOĞRAFLAR: BEGÜM ÖZPINAR
SÖYLEŞİ
İSTASYON 1716 İSTASYON
Muhteşem Yüzyıl’a konuk olmanızın hikâyesi nedir?Timur Savcı çok sevdiğim bir dostum. Projeyi de çok sevi-yorum. Yağmur ve Durul Taylan ile bir gün de olsa çalışma fırsatı elde ettim. Gittiğime de değdi. İkinci bir mutlu set de odur. Timur’un setinde mutsuz olamazsın. Bir sahne oyna-dım, el üstünde tutuldum. Arkamdan hediyeler gönderildi. Çok hoştu. Sonra kardeşlerimi aldılar. Ben bir bölüm oyna-dım, onların ikisi birden diziye dâhil oldu.
Hem bir oyuncu hem de bir izleyici olarak, TV’de bir diziyi izlerken kıstasınız nedir?Her şeyden önce hikâyesi. Sonra da oyunculuklar. Tabii ki reji de çok önemli. Ama kendi kriterlerim içinde, üçüncü sı-raya koyabilirim.
Şu aralar bu kıstasa uyduğunu düşündüğünüz dizi var mı?Bu, kötü bir sezon. Daha önce Ezel, Suskunlar, Kuzey Gü-
Oyunculuk eğitimi çileli olarak bilinir. Küçük yaşlarda bu ideali gerçekleştirme-ye çalışırken, seçiminizden pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu?Bir an bile pişman olmadım. Mesleki olarak asla. Ama pişman olduğum projeler olmuştur. Mesela 90 dakikalık dizilerde oynadığım için pişmanım. 20 Dakika’da çok mutluydum, çünkü belli bir rolüm vardı, fazla vaktimi almıyordu, ama oy-nadığıma değiyordu. En son Böyle Bitmesin diye bir dizide oynadım, attığım taş vurduğum kuşa değmedi. Canım çıktı. Hastaydım, doktora gitmek istiyordum, ona dahi göndermediler. Birden neden uzun süredir oyunculuk yapmadığımı hatırladım.
Oysa 45 dakikayla başlamıştı her şey…Evet, sonra Mahallenin Muhtarları döneminde 80’lere çıktı. 100 sayfayı, bir ka-merayla bir yönetmenle çekersen olmuyor tabii. O şekilde sürüneceğime başka bir iş yaparım, daha iyi. Biliyorum ki, tiyatro ile televizyonun çilesi çok farklı. Tiyatroda kendi geleneğinden gelen bir çile var. Bazen zor şartlarda çalışırsın,
ama herkes eşittir, kendini iyi hissedersin. Onda bir sorun yok, zaten göze aldığın bir şey. Birine âşıksan dikenine kat-lanırsın ya, aynen öyle. Ama dizilerde birileri para kazansın diye, seni dibine kadar sömürüyorlar. Onu da bir noktada durdurmak gerekiyor. “Yerli dizi, yersiz uzun” çok güzel bir söz. Bunun bir an önce yerini bulması lazım.
Sizden sonra kardeşleriniz de oyuncu olmaya karar verdi. Ailenin öncüsü olmanın dezavantajını yaşadınız mı?Başlangıçta yaşadım. Konservatuvara girmek istediğimde annem bir cinnet geçirmişti. Ama babam destek çıktı. Vete-rinerlik Fakültesi’nde okuyordum. Başarılı bir öğrenciydim. Yine de ikna olacak gibi değildim. Mutlaka oyuncu olacak-tım. Bu yüzden başta aileye kabul ettirmek kolay olmadı. Sarp ile Kaya o yoldan geçmedi. Nasıl olsa ailenin delisi ora-dan geçmişti. Ailem daha sonra mesleğimi, okulumu, oku-lumla birlikte getirdiğim arkadaşları çok sevdi. Sarp ile Kaya da biraz hazıra konmuş oldu.
İkizlerin ablası olmak nasıl bir hayat deneyimi sizce? Arala-rındaki ilişkiyi kıskandığınız oluyor mu?Enteresan bir soru. Bana “Hiç kardeşinizi kıskandınız mı?” diye sorduklarında, “Asla” diye cevap veriyorum. Çünkü kar-deşim olsun istemiştim. Ama aralarındaki ilişkiyi kıskandı-ğım oldu. Hâlâ oluyor. İçim bazen cız ediyor. Birbirlerine olan sevgilerinin türü bir başka. İnsan kendini bazen yalnız hissediyor. Ama ablalık da çok tatmin edici, güzel bir his.
TV’deki çıkışınız Mahallenin Muhtarları ile gerçekleşti. Orada çok zor bir işin altından kalktınız. Çok sevilen bir karakterin yerini yeni bir karakterle doldurmaya teşeb-büs ettiniz ve başarılı oldunuz. O dönemde sizi ne cesa-retlendirdi?Kandemir Konduk. Onun sevgisine inanıyordum. “O bana inanıyorsa, demek ki olacak” diye düşündüm. Cihat Tamer beni sahnede izlemiş. Yeni Baştan adlı oyunda, Cihan Ünal, Berna Laçin ve Cem Davran ile birlikte oynuyorduk. Cihat Tamer o oyunu izledikten sonra, Kandemir Ağabey’e gidip “Bir kız var, bence Şirin karakterini o oynamalı” demiş. Bizi tanıştırdıkları gün anlaştık.
Sekiz yıl ekrandan uzak kaldıktan sonra, 20 Dakika ile TV’ye döndünüz. Neden bu kadar uzun bir ara verdiniz?90 dakikalık diziler yüzünden. Mahallenin Muhtarları’ndan sonra Berna Laçin ile birlikte Bir Dilim Aşk diye bir dizi-de rol aldık. Orada da çok mutluydum. Yakın arkadaşımız Ümmü Burhan çekiyordu. Kendimi ailede hissettiğim bir işti. Yorgunluğumuzu pek anlamadık. Ama o sırada gidişat belliydi artık. İnsani şartlar ortadan kalkmıştı. Bir yandan da arkadaşlarımın teşvikiyle ajansı açtım. Sonra da oyuncu yetiştirdiğimiz ajansa odaklanmayı tercih ettim. Ama 20 Dakika çok iyi geldi. Özlemiştim. Ara verdiğiniz dönemde ajans dışında neler yaptınız?Kendimi eğitimlere verdim. Oyunculukla ilgili eğitim aldım, sonra hocalığa geçiş yaptım. Aldığım eğitimleri vermeye başladım. Altı-yedi yıldır oyuncu koçluğu yapıyorum. Şimdi dışarıdan danışmanlık hizmeti de veriyorum.
“Umarım yapılmamış bir şeyin parçası olUrUm, ‘ilk ben yaptım’ diyeceğim bir şeyle karşılaşırım.”
ney gibi diziler vardı. Bu sene sadece Muhteşem Yüzyıl ve Çalıkuşu’nu takip ediyorum.
Dönem dizilerine özel bir ilginiz var galiba…İyiyse, evet. Nostalji hissini seviyorum. Yaratılan dünyayı se-viyorum. Muhteşem Yüzyıl’da yaratılan dünya çok inandırı-cı. Bakmaya doyamıyorsun. Ama Fatih’i sevmedim mesela. Bir hikâyesi yoktu. Ne izleyeceğimizi bilemedik. Üstelik çok sevdiğim bir oyuncum oradaydı. Reha Özcan. O dizide, her şeye rağmen inci gibi parlıyordu.
Sinemayla aranız nasıl?Sinemayı çok seviyorum, ama o beni görmüyor. Platoniğim. Çok sevdiğim yönetmenler var, üstelik hepsiyle aram da iyi. Ama öyle bakışıp duruyoruz. İnşallah bir gün oynarım.
Öğrenci yetiştiren biri olarak, oyuncu adaylarına ne gibi tav-siyelerde bulunuyorsunuz? Şimdi eğitim alınabilecek çok çeşitli yer var. Konservatu-vara girmek şart değil. İyi hocaları bulmak gerek. Craft’ta o kadar iyi eğitimler oluyor ki... Anthony Vincent Bova, Eric Morris’in metodunu öğretmek üzere her sene buraya geli-yor. Bu bir nimet. Ben Bova’nın öğrencisiyim. Hayatımı değiştirdi. Son beş yılımı Bova’nın eğitimleriyle geçirdim. Konservatuvarda öğrendiklerim temelimi oluşturmuştu. Bova ile temelimi yıktım ve bir daha inşa ettim.
Hayatınızın akışını değiştiren, bugünlere gelmenizde rol oy-nayan biri oldu mu?Müşfik Kenter. Oyuncu olan Esra’nın büyük bir kısmı Müş-fik Kenter’in eseri. Elbette diğer hocalarımın, ailemin, her-kesin emeği var. Çok yakın dostlarımın beni dönüştürdü-ğünü düşünüyorum. Çağla olmasaydı, muhtemelen oyuncu olmayacaktım. Sadece oyunculuk konusunda değil, Çağla ömrüm boyunca beni dönüştürmüştür. O yüzden hayatımın dönüm noktalarında Müşfik Kenter ve Çağla vardır.
Hayatta aldığınız darbeleri savuşturmak, pozitif kalmak için ne yaparsınız?Aşkla tutunurum. Bu her şey olabilir. Bir tatil programı, al-mayı planladığım bir kıyafet, taşınma planı veya dönüştür-mek istediğim bir obje olabilir. Her ne olursa olsun o şeye aşkla tutunurum. Önümüzdeki hafta bir battaniye örmeyi planlamak, benim için çok büyük bir neşe kaynağı olabilir. Küçük bir şeye büyük tutkuyla bağlanmak...
Kolay kolay öfkelenmeyen birine benziyorsunuz. Sizi neler öfkelendirir?Aslında çok kolay öfkelenirim. Mesela bana yalan söyle ve nasıl delirdiğimi seyret. Yalana karşı hiç toleransım yok. Üzüldüğüm zaman da öfkelenirim. Birçok insan öyledir. İlk reaksiyonum üzüntü olarak çıkmaz. Kalbim kırılırsa öfkele-nirim. Çabuk söner ama. “Affedersin” dersen biter.
Oynamak istediğiniz, gönlünüzden geçen bir rol var mı?Yazılmış ve oynanmış bir şey için bu kadar kuvvetli bir haya-lim yok. Umarım yapılmamış bir şeyin parçası olurum, “İlk ben yaptım” diyeceğim bir şeyle karşılaşırım.
18 İSTASYON İSTASYON 19
SÖYLEŞİ
Bugüne kadar işyeri sahiplerinin inisiyatifinde olan iş sağlığı ve güvenliği, artık devletin kontrolünde. 2014’ün ocak ayından itiBaren kapsamı genişleyen iş sağlığı ve güvenliği kanunu, her iş yerinde konuyla ilgili Bir uzmanın Bulunmasını; hem çalışan hem de işveren için sağlıklı ve güvenli Bir ortam oluşmasını öngörüyor.
İş ve işveren kesimlerinde son iki yılın en önem-li mevzu İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olsa gerek. 30 Haziran 2012 tarih ve 28339 sayı-lı resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, 1 Ocak 2013’ten itibaren uygulamaya alındı, 2014’ün Ocak ayın-daysa kapsamı daha da genişledi. Kanun, kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleriyle işveren vekillerine, çırak ve stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanları-na faaliyet alanlarına bakılmaksızın iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanmasını; mevcut sağlık ve gü-venlik şartlarının iyileştirilmesi için görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin belirlen-mesini zorunlu kılıyor. Hayli uzun ve anlaşılması da biraz meşakkatli olan bu tanımı özetlemek ge-rekirse, 6331 sayılı bu kanun, iş sağlığı ve güvenli-ğinin sağlanması; bunun için de gerek işveren, ge-rekse çalışanların yapması gerekenleri belirleyen yasal yükümlülükler getiriyor.
30 Haziran 2012’de yayınlanan, 1 Ocak 2013’ten itibaren resmen işlemeye başlayan 6331 Sayılı Kanun’un uygulanmaya alınmasından bu yana tam bir yıl geçti. Büyük, orta ve küçük ölçekli işletmelerin aynı anda ve benzer şekilde uygulama gerçekleştirmeleri gerçekçi bir yaklaşım olmadığı için kademeli olarak hayata geçmesi öngörüldü. Buna göre kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’yi bulmayan, iş riski “az tehlikeli sınıfta” yer alan iş yerleri için uygulama tarihi, kanunun yayımlandı-
ğı tarihten iki yıl sonrası olarak belirlendi. Çalışan sayısı 50 ve üzerinde olan, tehlikeli ya da çok teh-likeli olarak nitelendirilen işyerleri için bu süre bir yıl olarak tespit edilirken, diğer işyerleri için yayın tarihinden altı ay sonrası uygun görüldü.
LÜKS DEĞİL, İHTİYAÇÇalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sorum-luluğunda olan bu kanun çıkmadan önce, iş gü-venliği ve sağlığı konusu işverenlerin inisiyatifin-de yürütülüyordu. Diğer bir ifadeyle her işveren, dolayısıyla da her işyeri güvenliği sağlayan önlem-leri kendisi alıyordu. Ancak gerek Dünya Çalışma Örgütü (ILO), gerekse Avrupa Birliği Konsey’inin 89/391/EEC sayılı direktifi tüm dünya ülkelerini olduğu gibi Türkiye’yi de harekete geçirdi.
Türkiye’deki rakamlara bakıldığında, atılan adımın ne derece önem taşıdığı, dahası bunun bir lüks değil, ihtiyaçtan kaynaklandığı net şekilde anlaşılıyor aslında. Zira 2010 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyeri var ve buralarda istihdam edilen kişi sayısı 10 milyon 30 bin 810’u buluyor. Yine aynı istatistiklere göre bu işyerlerinde meydana gelen 62 bin 903 iş kazası-nın 1454’ü ölümle sonuçlanmış. İş kazası ve mes-lek hastalıklarından kaybedilen iş günü sayısıysa 1 milyon 516 bin 24’e erişmiş durumda… Kazaların yüzde 80’inin çalışan sayısı 250’nin altında olan firmalarda meydana geldiği göz önünde bulundu-rulduğunda, kamu ya da özel sektör, büyük veya
Herkes için sağlıklı ve güvenli iş
YAZI: ÖzKAn PAmuKÇu / İş SAĞLıĞı vE GÜvEnLİĞİ uzmAnı
kariYer
20 İSTASYON İSTASYON 21
akıllara “bu işin eğitimi nasıl ve nerelerde yapılı-yor, dahası her isteyen uzman unvanını alabiliyor mu” sorusunu da getiriyor. Öncelikle bu eğitim, üniversitelerin ilgili fakültelerinde değil, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bu alanda yetki-lendirilmiş kurumlar tarafından veriliyor. Belli tarihlerde yapılan sınavlarda başarı sağlayanlar, sertifika almaya hak kazanıyor. Ancak iş Sağlığı ve güvenliği uzmanlığı, arzu eden herkesin eğitim alarak yapabileceği bir meslekler sınıfında yer al-mıyor. Bu mesleği icra edebilmek için ya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile ilgili kuruluşlar-da çalışma hayatını denetleyen müfettişlerden biri olmak ya mühendislik ve mimarlık fakülte-lerinin mezunları arasında bulunmak ya da kim-yager, fizikçi, biyolog gibi teknik eleman kimliği taşımak gerekiyor.
Eğitimlerinin ardından sertifika almaya hak kazanan iş güvenliği uzmanları, yönetmeliğe uy-gun olarak bir iş yerinde göreve başladıklarında bir nevi rehberlik hizmeti vermeye başlıyorlar. Di-ğer bir ifadeyle işyerinde tehlike oluşturabilecek tüm unsurlarla ilgili işverene öneri sunmak; ka-zaların tekrarlanmaması için yapılması gerekeni üst yönetime aktarmak; iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili risk değerlendirmesi yapmak ve uygulamak; sağlık ve güvenlik önlemleri konusunda fikir be-yan etmek; çalışma ortamını gözetimi altında tutmak uzmanların görev tanımından birkaçı… İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı gereği yapılması gereken periyodik bakım, kontrol ve ölçümleri planlayıp uygulanmasını sağlamak; acil durum ya da afet anında yapılması gerekenlerle ilgili eği-timleri ve tatbikatları düzenlemek; çalışanlar için eğitim planlarını oluşturup uygulanmasını sağla-mak; gerekli bilgilendirme ve çalışma talimatla-rını oluşturmak ve yıl içinde gerçekleştirdiği tüm faaliyetleri raporlayarak üst yönetime sunmak da iş sağlığı ve güvenliği uzmanının görevi kapsa-mında.
ATıLmASı GEREKEn ADım ÇOKGörev tanımı içinde çok fazla unsurun bulunduğu iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının, mesleklerin-de ilerlemesi, kariyer yapması da mümkün. Fakat yeni bir meslek dalı olması ve örnek gösterilebile-cek meslek erbabının bulunmaması, kariyer yap-manın önündeki en önemli engel. İşte tam da bu nedenle, eğitimlerini tamamlayıp sertifikalarını alan ve bir işyerinde göreve başlayan uzmanların çoğu, kariyer planı oluşturmaktansa uzmanlık sı-nıflarını yükselterek daha fazla ücret almayı he-defliyor.
Söz ücretten açılmışken, kamuoyunda sıklıkla gündeme gelen bu konuya da açıklık getirmekte fayda var. Zira özellikle basında çıkan haberler takip edildiğinde, bu alanda görev yapanların Türkiye ortalamasının çok üzerinde rakamlar ka-zandığına dair spekülasyonlar üretiliyor. Konuyla
ilgili çıkan haberlerin çoğunun gerçeği yansıttığı söylenemez. Hal böyleyken meslekle ilgili bir baş-ka sorunun altını çizmek gerekiyor. Ücret poli-tikasıyla ilgili spekülasyonları doğru kabul edip uzun süredir herhangi bir kurumda çalışacak fırsat bulamadığı için bu alana yönelenlerin bir kısmı, iş sağlığı ve güvenliği uzmanı olarak göreve başladıklarında ne yapacağını bilemiyor, dolayı-sıyla mesleğin saygınlığı zarar görüyor.
Tek sıkıntı bu da değil üstelik. Yasanın sağ-lıklı şekilde hayata geçirilebilmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işyeri sahipleri ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının birlikte ha-reket etmesi gerekiyor ki, doğrusu da bu. Ancak şu aşamada, sorumluluğun önemli bölümünün uzmanların omuzlarına yüklendiği de bir gerçek. Uzmanın işini hakkıyla yerine getirebilmesinde Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) veya İş Sağlığı ve Güvenliği Birimi’ne (İSGB) de hayli önemli sorumluluklar düşüyor. Bununla birlik-te, işyerlerinde kadrolu bir eleman gibi çalışan ve maaşlarını iş yaptıkları şirketten alan uzmanla-rın, mesleklerini özgürce, kısıtlamalarla karşılaş-madan icra edebilmeleri için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çatısı altında bulunmaları da sürecin sağlıklı işlemesinde etkin yollardan biri olabilir. Zira iş sağlığı ve güvenliği uzmanları kimi zaman işverenlerin farklı yaklaşımları, kimi zamansa işsizlik korkusu gibi nedenlerle görevle-rini icra etmekte zorlanabiliyorlar. küçük işletme ayrımı yapmaksızın tüm işyerlerini
ve çalışanları kapsayacak yasal düzenlemeye du-yulan ihtiyaç da ortaya çıkıyor.
Büyük, orta ve küçük işletmeleri içine alsa da İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun muaf tuttuğu kurum ve kuruluşlar da yok değil. Fabrika, bakım merkezi, dikimevi gibi yerler hariç Türk Silahlı Kuvvetleri, genel kolluk kuvvetleri ve Milli İs-tihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’nın faaliyetleri bu yasaya dâhil değil. Ev hizmetleri; afet ve acil du-rum birimlerinin müdahale faaliyetleri; çalışanı olmadığı halde kendi adına mal ve hizmet üretimi yapanlar ile hükümlü ve tutuklulara yönelik infaz hizmetleri sırasında, iyileştirme amacıyla yapılan iş yurdu, eğitim, güvenlik ve meslek edindirme et-kinlikleri de yasa çerçevesinde değerlendirilmiyor.
HER İşYERİnE BİR uzmAnYukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere 6331 Sayılı Kanun, hayli geniş bir alanı içine alıyor. Yasadaki hükümlerin tam anlamıyla yerine geti-rilebilmesi, daha da önemlisi uygulanıp uygulan-madığının denetlenebilmesi için her işyerinde bu alanda uzman bir kişinin bulunması gerekiyor. Bu, yeni bir iş kolunun, “iş sağlığı ve güvenliği uzmanı”nın doğmasına vesile olan bir durum… Yasa bu alanda görev yapacakları, işyerinde iş gü-venliğiyle ilgili mevzuat yükümlülüklerinin yerine getirilmesi için önerilerde bulunan, işverene bilgi veren ve rehberlik eden uzman kişi olarak tanım-
lıyor ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının çalış-ma koşullarını net biçimde açıklıyor. Buna göre kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’den fazla olan ve az tehlikeli sınıfta bulunan işyerlerinde, yasa yayınlandığı tarihten iki yıl içinde; 50’den az çalışanı olmasına rağmen tehlikeli ya da çok tehli-keli sınıfta yer alan işyerlerinde bir yıl içinde diğer işyerlerindeyse altı ay içinde bir uzmanın bulun-durulması gerekiyor. Uzmanların çalışma saatleri de belli bir düzenlemeye tabi tutuluyor. Uzman-ların az tehlikeli olarak nitelendirilen yerlerde ça-lışan başına ayda en az 6 dakika, tehlikeli sınıfta yer alanlarda çalışan başına 8 dakika, çok tehlikeli yerlerde ise 12 dakika görev yapması gerekiyor.
Konuyu tehlikeli meslekler ve çalışan sayısıy-la ele aldığımızda ise ortaya şu sonuçlar çıkıyor: İş sağlığı ve güvenliği uzmanı, az tehlikeli olarak tanımlanan ve 2 binden fazla elemanı olan bir ku-rumda tam gün görev alması gerekiyor. Çalışan sayısı 2 binin katlarıysa eğer (4 bin, 6 bin vb.), uzmanların sayısında da artış oluyor. Tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde tam gün bir uzman bulundurulması için çalışan sayısı 1500 olarak belirleniyor. Tıpkı az tehlikeli yerlerde olduğu gibi çalışan sayısı arttıkça (1500’ün katları) uzman sa-yısı da yükseliyor. Kaza riski çok yüksek olan yer-lerde tam gün uzman bulundurmak için gereken çalışan sayısı ise 1000. Tıpkı az tehlikeli ve teh-likeli işlerde olduğu gibi çok tehlikeli yerlerde de çalışan sayısı ile birlikte uzman sayısı da artıyor.
Önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyerinin bulun-ması ve bu işyerlerinde uzmanların görev alacak olması, belli bir istihdamı da beraberinde geti-riyor. Dikkatlerin bu alan çevrilmesinin temel nedeni de bu durum zaten. Özellikle gençlerin tercihlerini bu meslekten doğru kullanmaları,
yasanın en iyi şekilde uygulanaBilmesi için atılması gereken adımlar var. Bunun için de işin içinde Bulunan tüm Birimlerin ortak hareket edeBilmesi şart.
İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, can ve mal kaybının
önüne geçebilmek amacıyla özellikle işyeri sahiplerine
yükümlülükler getiriyor. “Bu yükümlülüklere duyarsız
kalan, söz konusu kanunu tam anlamıyla uygulamayan
işverenleri neler bekliyor,” sorusunun yanıtına gelince.
Kanun, böylesi durumlar için birtakım cezai yaptırımların
olduğunu belirtiyor. Örneğin kanunun önceliklerinden
olan risk değerlendirmesini yapmayan, yaptırmayan
işverenlere 3 bin TL para cezası veriliyor, aykırılık
devam ettiği takdirde bu miktar her ay için 4 bin
500 TL’ye yükseliyor. Acil durumla ilgili gereklilikleri
yerine getirmeyenlere 1000 TL, -yasa uygulanmadığı
takdirde, bu miktar her ay talep ediliyor-, konuyla ilgili
çalışanlarını eğitmeyen işverenlereyse her bir çalışan için
1000 Lira ceza kesiliyor.
Cezai yaptırımları da var
22 İSTASYON İSTASYON 23
kariYer
Beyliğin impara-torluğa dönü-şümü altının, gümüşün renkli taşların pırıltı-
sını da beraberinde getirdi. Artık ihtişam zamanıydı. Murassa tören eşyaları sa-rayda yerini aldı, takılar, pa-dişahın, haremini ve devlet adamlarının giyiminde vaz-geçilmez unsurlar, kuyumculuk ise parlak bir sanat dalı oldu. Topkapı Sarayı’ndaki Hazine-i hümayuna ganimet ya da arma-ğan olarak giren, satın alınan mücevher-ler, İstanbullu kuyumcuların yapıtları gü-nümüzde saray müzesinde sergileniyor. Bu eserlerin çoğu, elmas, zümrüt, yakut, lâl, firuze; safir, topaz, zebercet, necef, yeşim, mercan, lapis, akik gibi değerli taşlar, irili ufaklı inciler bezelidir. Kuyum işlerinde fildişi, sedef ve abanoz, boynuz, balık dişi hatta papağan gagası da kulla-nılmış.
Mücevher ve değerli taşlar salt ziynet değildi. Cevhernamelerde bunlarla ilgili inanışlar da vardır. Örneğin; Zümrüt takı sara hastalığını önler, taşıyana veba bulaş-maz, zehirli hayvan yanaşmaz, yakut taşı-yanı ateş yakmazmış.
Osmanlı kuyumcuları mücevherleri, kakma, kazıma, oyma (ajur), savadkârî, telkârî, taneleme, kalıp işi, hasır, kapla-ma, yaldızlama, minekârî ve firuzekârî gibi tekniklerle işlerler; Osmanlı üslubu motifleri, en özenli biçimde kabartma, oyma ve kakma teknikleriyle hatayîler,
rumîler, kıvrımlı dallar, hançer yaprakları ve Çin bulutlarıyla bezeli yüzeylere dağıtırlardı. İlk göz alan da taşlar değil, özenle işlenmiş eşya ya da takının bü-tünüydü. Topkapı Sarayı Ha-zinesi’ndeki eşyaların bazıları törenlerde, bazıları gündelik yaşamda kullanıldı. Taht ve askı gibi hükümdarlık alamet-leri; Kur’an ve kitap ciltleri,
Kur’an mahfazaları, yazı takımları, divit, hokka, kalemdan, rıhdan, makta, makas, kalemtıraş, kağıt keskisi, kubur, levha, rahle, tesbih gibi dinsel yaşama ve yazı-ya ait eşyalar; matara, maşrapa, sürahi, ibrik, tabak, kaşık, kâse, tuzluk, fincan, fincan zarfı, buhurdan, gülâbdan, amber-dan, şerbetlik, sakızlık gibi yeme içmeye mahsus eşya; beşik, örtü, yastık, makad, bohça, şamdan, kandil, avize, nahıl, ayna, tarak, kese, saat gibi özel eşyalar; kılıç, hançer, gaddâre, pala, kama, gürz, topuz, şeşper, meç, kargı, kalkan, ok ve yay kesesi (tirkeş-sadak), silahlık, barutluk, taban-ca, tüfek gibi savaş gereçleri; at koşumu, at göğüslüğü, üzengi, kamçı gibi binicilik eşyaları; cerrah takımı, kıskaç, ustura gibi tıbbî gereçler, nargile, çubuk, ney, satranç takımı, âsâ, yelpaze, sineklik, şemsiye, baston, dürbün; geç dönemlerde gözlük gibi çağa ayak uyduran eşyalar… Hep-si Osmanlı saray mücevheri kültürünün parçaları olarak çıkar karşımıza. Bütün bunlar, saray yaşantısını, geleneklerini, törenlerini canlandırır; yüzyılların ayrın-tılarına ayna tutar.
Mücevher, saray ve hükümdarla anılınca daha değerlidir.Topkapı Sarayı hazinelerinde, cevherle donatılmış sonsuz çeşitlilikte eşya ve takılar var. Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek Osmanlı Saray Mücevheri adlı kitabı yazdı.
Cihan devletinin500 yıllık parıltısı
1Sultan I. Ahmed (1603-1617), denilebilir ki
padişahların en dindarıydı. Ayasofya’nın
karşısında Atmeydanı’nda Sedefkâr
Mehmed Ağa’ya yaptırdığı Ahmediye (Sulta-
nahmet) Camii’nin ibadete açıldığı 9 Haziran
1617’den beş ay sonra 27 yaşında öldü. Osmanlı
uygarlığına büyük mirası camii, saray hazine-
sindeki hatırası da olasılıkla yine bir Sedefkâr
Mehmed Ağa eseri olan saray tahtlarının
en narini ve zarifi Arife Tahtı’dır. Türk sedef
sanatının en nefis örneği olan bu cıhar-tak (dört
ayaklı) tahtın kubbeciğinden sarkan beyzî altın
askısı zümrüt, yakut, zebercet taşlarla bezeli,
halkasına da armudî zümrüt top ve kuyumcuişi
püskül bağlanmış.
Arkalığı, oturma alınlığı, basamakları bağa
üzerine sedeften bitkisel bezemeler yansıtan bu
eşsiz tahta Sultan Ahmed ve ardılları bayram
arifelerinde Hasoda’daki tebriklerde oturur-
larmış. Bundan dolayı saray ortamında “Arife
Tahtı” denilegelmiş. Kubbesinin içindeki yazıtta
Sultan Ahmed için İstanbul’da yapıldığı öğrenili-
yorsa da sanatkarın adı yazılı değildir. I. Ahmed’i
bu tahtta gösteren bir minyatür de yoktur.
Mevlevihane’nin atölyesinden çıkma dört ayaklı taht
OSMANLI SARAY MÜCEVHERLER‹
Arife Tahtı’nın askısı.
Arife Tahtı’nın sedefkâri arkalığı.
II. Mahmud Arife Tahtı’nda.
TARİHTEN
24 İSTASYON İSTASYON 25
2Sultan I. Ahmed, bir şiirinde kandilleri
caminin üç ayaklı küpelerine benzetir:
“Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi sarkar/
Cami’in hak bu ki mengûşına benzer kandil…”
Buradaki ayak kelimesi, sallantılı küpelerin bu-
gün avize denilen parçalarını gösterir.
Hazine kayıtlarında 10 ayaklı küpe bile
vardır. Levnî’nin (18.
yüzyıl) giyinen kadın
figüründe, üç ayaklı
bir zümrüt küpe
görürüz. Hazine’de
bulunan, elmas ve
zümrütlerin yarım
çiçek biçiminde dizilerek
oluşturduğu küpeler, bugün olduğu
gibi eski çağlarda da en sevilen takılar
arasındaydı. Küpeler, bir harem kadı-
nının vazgeçilmez süsüydü. Bunların
değeri, kadının saygınlığını işaret
ediyordu. Kösem Valide Sultan sarayda
vahşi biçimde öldürüldüğünde, katiller ku-
laklarını yırtarak küpelerini de almışlardı;
Claes Ralamb Seyahatnamesi’nde
anlatıldığına göre sözde bu
küpeleri Kösem’e eşi I. Ahmed
yıllar önce “Kahire’nin bir yıllık
geliriyle” almıştı.
Üç ayaklı zümrüt küpeler
Işıltısıyla padişahı gölgede bırakan at
Hünkârın suyu altın matarada
3Türkler için önemli olan at, Osmanlı
sarayında mücevherli takımlarla
donatılırdı. Hatta atların da padişahlar
gibi sorguçları olur, değerli koşumlar, Raht
Hazinesi’nde saklanırdı. Padişah atlarının
koşumları göz alır, bazen padişahın giyim ku-
şamını gölgede bırakırdı. III. Murad’ın
cuma selamlığını izleyen Stephan
Gerlach, anılarında: “Padişah,
evimizin önünden geçerek camiye
gitti. Gayet sade kırmızı
ve beyaz ipekten yapılma
bir elbise giymişti. Oysa
atı çok süslüydü ve eye-
rinin arkası firuzelerle
bezenmişti…” diyor.
II. Osman’ı çok
sevdiği Süslü (veya sisli) Kır adlı, murassa
koşumlu atında gösteren ünlü minyatürü
yakından incelendiğinde de atın padişahtan
daha süslü olduğu görülür. Oysa bu genç pa-
dişah tahttan indirilip ölüme götürülürken bir
yük beygirine bindirilecekti. O trajik sahneyi
gösteren gravürle bu minyatür arasındaki
tezat çarpıcıdır. Osmanlıların mücevherli at
koşumları o kadar ünlüydü ki, yabancı sa-
raylara yollanan hediyelerin başın-
da gelirdi. 17. yüzyılda Çar Aleksey
Mihayloviç’e hediye olarak gönderi-
len, içi sırmalı kadife kaplı, zümrüt
yeşili mineyle hareketlendirilmiş
lale motifli altından üzengiler,
bugün Moskova’da Kremlin
Sarayı Müzesi’nde bulu-
nuyor.
4At sırtında uzun süre gitmek, her
an savaşmaya hazır olmak, Asya
Türklerinin özelliğiydi. Bu yaşantıda
su matarasının önemini söylemeye gerek yok.
O zamanlar at terkisine bağlanan mataralar
deriden yapılırmış. Yüzyıllar geçer, yaşan-
tılar değişir, ama gelenek ölmez. Hünkârın
suyunun konduğu, artık bir dünya imparato-
runun altın matarasıdır ve değerli taşlarla
bezelidir. Ama yassı gövde biçimini korur.
16. yüzyıldan itibaren padişahların altın
mataraları vardır. Nakkaş Osman’ın
Hünernâme’sinde törende taşınan
böyle bir matara var. Padişahın
suyunu arkasındaki Çuhadar Ağa
taşırdı.
Hazine’deki mataralardan
özellikle biri, 16. yüzyılın bütün
haşmetini yansıtır. Altın üzerine
zümrüt ve yakut işlenmiş bu eşsiz
matarada, kabartma, gömme-kak-
ma işlemeler, kalemkâr tekniğinde
hatayi çiçekler ve yapraklar, motif için-
de motifler, göz kamaştırır. Yassı mataranın
iki yanında, ağzında inci tutan küçük ejderha
başlarından birine mataranın ağırlığı (640 dir-
hem); Diğer tarafa “tecdid” sözcüğü yazılmış.
Bu, eserin bir yenilemeden geçtiğini gösterir.
5Saray hazinesinin bu ünlü parçası
86 karatlık elmasın, IV. Mehmed
zamanında saraya girdiği sanılıyor.
I. Abdülhamid’in (1774-1789) sorgucunda
görülen ünlü elmasın saraya 1770’ten
önce geldiği kesindir. Defter-
dar Sarı Mehmet Paşa’nın
Zubde-i Vekaiyat’ta
anlattığına göre
bir yaymacı,
Eğrikapı’da
bulduğu
bu elması
üç kaşık
karşılığı
kaşıkçıya,
o da 10
akçeye bir
kuyumcuya
satar. Elmas
olduğu anlaşılır.
Olay Veziriazam Mustafa
Paşa’ya kadar gider. Bir başka hikayeye
göre Madras Mihracesi’nden alınan elması,
Napoléon’un annesi satmıştır ancak bu, I.
Abdülhamid’in portresinde, elmas padişa-
hın sorgucunda görüldüğünden asılsızdır.
Armudî elması çevreleyen 49 iri pırlanta,
sonradan eklenmiştir.
Kaşıkçı Elması’nın efsanesi
Zümrüt küpeli harem kadını.
Elmaslı-zümrütlü saray küpesi.
II. Osman ve murassa koşumlu atı.
Zümrütlü Lâle motifli üzengi.
Murassa tören matarası.
Matara taşıyan çuhadar ağa (solda arkada).
Kaşıkçı elmasından sorgucuyla I. Abdülhamid.
26 İSTASYON İSTASYON 27
TARİHTEN
Osmanlıların 500 yıllık mührü
6 Her hükümdar için kendisinin ve
babasının ismini içeren dört mühür
hazırlanır; bunlardan biri padişahta
(mühr-ü hümayûn) diğer üç vekalet yüzüğü
sadrazamda, hasodabaşında ve Haremin
Şefi Kethûda kadında bulunurdu. Padişahlar,
genellikle dört köşe zümrüt mühür yüzüğü
tercih ederlerdi. III. Mustafa örneğinde
olduğu gibi, serçe parmaklarına takılan
bu yüzükler minyatür ve resimlere de
yansır. Yavuz Sultan Selim’in siyah
taşlı altın mühür yüzüğünün ise Os-
manlı Hazinesi için özel bir önemi
vardı. Hazine kethüdası, Enderun
Hazinesi’nin dış kapısını bununla
mühürlerdi. I. Selim Tebriz ve Mısır
seferlerinden dönüşünde hazineyi
ganimetle doldurduktan sonra bu
mührün kullanılmasını şöyle vasiyet
etmişti: “Benim altunla doldurduğum hazineyi
bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile
doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin
ve illa benim mührümle mühürlenmeye devam
olunsun.” Sonraki padişahlar, hazine varlığını
daha yüksek düzeye ulaştıramadıklarından bu
vasiyet imparatorluğun sonuna
kadar tutuldu.
Serçe parmaklarında yüzükleriyle III. Mustafa.
Mühür yüzük.
8Kemer, hem kadın hem erkek giysisinin
vazgeçilmez bir parçasıydı. Nakkaş
Levnî’nin 18. yüzyıla ait ünlü rakseden
kadın figüründeki kemer ve kemer tokası,
başlıbaşına birer takıdır. Kemer kadının belini
daha ince, yahut minyatürdeki gibi göbeğini
daha dolgun gösterirmiş. Padişah ve vezirlerin
kıyafetlerini de zengin kemerler tamamlıyor-
du. Takanın vücuduna uyması için, kemerler
paftalar halinde tasarlanırdı. Hazinedeki sedef
üzerine yakut ve firuze kakmalı ve fildişi kemer
paftaları, kemerlerin gerektiğinde bozularak
değiştirildiğini, paftaların yeni kumaşlara tuttu-
rulmak üzere saklandığını gösterir.
Kemer tokası ise başlı başına bir
takıydı. Örnekte gördüğümüz
kemerin tokasındaki lale
motifi, gümüş tellerle işlenmiş, inciler ve renkli
taşlarla bezenmiş. Kemerler, aynı zamanda
zenginliğin de emaresiydi. Wratislaw, 16. yüz-
yılda bir paşanın evinden çalınan elmas, yakut,
firuze ve mercanlı murassa kemerlerin yüksek
değerini masal gibi anlatır. Padişah türbele-
rinde de sorguçların yanı sıra sandukaların
üzerine murassa kemerler sarılırdı. Padişahın
ödüllendirdiği kişilere hil’at giydirilir, mücevher
kemer bağlanırdı.
Kanunî, bir beytinde Tanrı’ya şöyle seslenmiş:
“Kimine verdin bihişt (cennet) ü hil’at ü tâc ü
kemer/ Kiminin yerin(i) cehennem menzilin(i)
nâr eyledin.” Gezgin Thevenot, 17. yüzyıl kadın-
larını tanımlarken: “Dolamalarını giyer, belle-
rine yaldızlı gümüş veya paftalarının üzerine
mücevherler kakılmış bir kuşak sarar; arasına
küçük bir hançer sokarlar…” diyor.
7Osmanlı padişah resimlerinin en
ilginçlerinden biri olan III. Selim’in
Konstantin Kapudağlı tarafından
1803’de yapılmış portresinde, padişah,
gündelik yaşamında görülür. Ressam,
hünkârın elindeki tespihi de bütün ayrın-
tılarıyla yansıtmıştır. Bu tespih halen Top-
kapı Sarayı Hazinesi’ndedir ve Konstantin
Kapıdağlı’nın ünlü resminin ne kadar
gerçekçi olduğunu kanıtlar. 40 santim
uzunluğundaki tespihin imamesi üç parça
zümrüt ve iki iri inciden oluşur. Tesbihin
nişaneleri de zümrüttendir, püsküllerin
ucu da damla biçimli tuşlarla sonlanır.
İnci tespih, her dönemde makbul bir ar-
mağan olagelmiştir. Ceşmizâde Tarihi’nde
anlatıldığına göre, Ramazan’da padişahın
huzurunda yapıldığı için Huzur Dersleri
denen Kuran tefsiri meclislerinde “gevher
sübha” denilen değerli taşlardan yapılma
tespihler çekilirmiş. Kimi padişahlar, gündelik ya-
şamlarında şahane tespihlerini yanlarında
bulundururlarmış. Örneğin II. Abdülha-
mid, yeşim taşından tespihini her zaman
cebinde taşırmış.
Hazine-i hümayunda pekçok değerli tespih
bulunuyor. 1878 tarihli sayım defterlerine
baktığımızda, zümrüt, inci, mercan, yeşim,
kehribar, akik ve sandal ağacından 74 tespihin
kayıtlı olduğunu görüyoruz. Cezayir dayıları-
nın, eyalet valilerinin saraya gönderdikleri
hediyeler arasında değerli tesbihler de
bulunurmuş.
Zenginlik emaresi olağanüstü kemerler
III. Selim’in meşhur tesbihi
Levnî’nin çizimiyle kemer-li, sorguçlu rakkase.
Lâle motifli tokalı saraylı kemeri.
Zümrütlü inci tespih.
III. Selim’in ünlü inci tespihi.
28 İSTASYON İSTASYON 29
TARİHTEN
Bugün artık gelecektir
Geniş kitleler onu NTV’de yayınlanan “Saffet’in Ga-rajı” adlı programla tanısa bile uzun yıllardır oto-mobil sektörünün içinde Saffet Üçüncü. Merakı otomobillerle sınırlı da değil üstelik. Binek araç-
lardan motosikletlere kadar tüm motorlu araçlara yönelik özel bir ilgisi ve bu ilgiyi besleyen bilgisi var. Bu da kendi-sini, özellikle gazeteciler nezdinde, sektörle ilgili gelişmele-re yönelik bilgisinden yararlanılacak kişilerin başına yerleş-tiriyor. Malum 2013 geride kaldı. Yeni yılın son günlerinde, hem 2013’ü değerlendirmesi hem de yeni yılda ve gelecekte sektörde bizleri bekleyen yenilikleri paylaşması için Saffet’in Garajı’na gittik. Sağ olsun Üçüncü, bizim talebimizi geri çe-virmedi. Biz kendisinin yoğun programının bir parçası ol-duk, o bize dev bir sektörün bugünü ve geleceğine yönelik kocaman bir dünyanın kapılarını araladı.
2013 otomobil sektörü için nasıl geçti ve 2014 öngörüleri-niz nelerdir? 2013’te Türkiye otomobil sektöründeki gelişmeler, tam da beklediğim gibi oldu. Ufak tefek sapmaları dikkate almaz-sak imalatçılar ve ithalatçılar dâhil herkes hedeflediği nok-taya ulaştı. Fakat 2014 için aynı durum söz konusu değil. Avrupa’da yaşanan krizi, Amerika’daki durumu göz önünde bulundurduğumuzda, ben imalat ve ithalatçıların yerinde olsam çok daha tedbirli olurdum. Türkiye’deki ekonomik durum çok farklı elbette, ama dış parametreler bir şekilde bizi de etkiyor. 2013 iyi geçmiş olabilir, ama bu kimseyi ya-nıltmasın. Otomobillerin çoğu ithal… Piyasadaki dalgalan-malar ve Euro’daki yükseliş, sektöre de yansıyacak, otomobil fiyatları istenilen düzeyde olmayacak, dolayısıyla ciddi prob-lemler oluşturacaktır. Vergilerin düşürülmesi, küçük motor-lu araçların gelmesi rahatlatıcı olabilir. Katıldığımız ulusla-rarası fuarlarda satışlardaki daralmayı görüyoruz. Bu sadece binek değil, tüm motorlu araçlar için geçerli olan bir durum.
Avrupa ve Amerika’da satışlarda yaşanan daralmanın Ar-Ge’ye yapılan yatırımları etkilemediğini, Ar-Ge çalışmaları-nın tüm hızıyla devam ettiğini görüyoruz…Tabii ki devam edecekler. Son derece akıllıca yürütülen bir
Otomobil sektörünün önemli isimlerinden ve NTV’deki Saffet’in Garajı programının yapımcılarından Saffet Üçüncü, otomotiv sektörünün bugününü ve geleceğini dergimiz okurları için değerlendirdi.
YAZI: PINAR DENİZER
RöpoRtAj: SEmA UlUDAğ FotoğraFlar: mUStAfA KIZIl
“Saffet’in Garajı”, bundan neredeyse 20 yıl önce açıldı. Son birkaç yıldır ise NtV’de yayınlanan ve mekânla aynı adı taşıyan programların bir kısmı burada çekiliyor.
OTOMOBİL
30 İStaSYoN İStaSYoN 31
gerekiyor. Şehirlerde müthiş bir emisyon salımı var. Bir gün içinde binlerce araç trafiğe çıkıyor, kilometrede 150-200 gram karbondioksit salımı oluşuyor. Dolayısıyla soluduğu-muz havada ciddi sıkıntılar var. Elektrikli otomobiller, şehir içinde kullanılsın diye yapılıyor. Bir araştırma yapsak, İs-tanbul’daki araçların yüzde 80’inin, günde 50 kilometrenin altında yol yaptığını görürüz.
Geleceğe yönelik atılan adımların diğerleri neler?Alternatif enerji konusunda ciddi arayışlar var. Hidrojen de bunlardan biri. Elektrikli olmasına rağmen elektriği aküden değil, fuel cell dediğimiz yakıt hücresinden alan otomobiller var. Bu otomobiller bazı ülkelerde kullanılmaya başlandı bile. Oradaki prensip şu: Yakıt hücresine sahip otomobil-lerde tanklar var, hidrojen bu tanklara menzilin uzun ola-bilmesi için yüksek basınçta, 700 barda basılıyor. Bu da yaklaşık 5, 6 kilograma tekabül ediyor. Hidrojen havadaki oksijenle buluşup su oluştururken belli bir enerji ortaya çı-kıyor ve bu da otomobilin elektrik motorunda kullanılıyor. Sistemin en büyük avantajı pilden daha hafif olması… Bir diğer avantajı ise şarja ihtiyaç duymaması, hidrojen verdiği-niz sürece elektrik üretebilmesi. Bir otomobilin iki tankına, yaklaşık 700 barda yaklaşık 6 kilogram hidrojen bastığınız-
strateji bu, çünkü bu alana yatırım yapanların hemen hepsi global ve iç pazarı olduğu kadar dış pazarı da önemseyen firmalar. Asya ülkelerinde, özellikle Çin ve Hindistan’da hareketlenmeler var. Keza Güney Amerika’da da... Global firmalar, bu ülkelere çok yüksek adette ürün satıyorlar. Av-rupa ve Amerika’da kriz var diye yeni model yapmamaları söz konusu olamaz. Global anlamda çizgiyi bir seviyede tu-tabilmek için yeni tasarımlar yapmak zorundalar.
Yenilikler sadece tasarım konusunda gerçekleşmiyor…Haklısınız, sektörde büyük bir değişim yaşanıyor. Turbo motorlarla birlikte motorlar küçülüyor; yakıt tüketiminde ve karbon emisyon değerlerinde ciddi azalmalar sağlanıyor. Yasal düzlemde öyle değerler talep ediliyor ki, tek başına iç-ten yanmalı motorların bu değerleri karşılaması mümkün değil. İşin içine elektrikli, yani hibrid otomobiller giriyor. Fuarlarda yeni modellerden ziyade, hibrid otomobilin yük-selişi ilgimi çekiyor. Hemen her markanın hibrid çözümleri var ve bu otomobillerin bir önceki modellerine göre yakıt tüketimi yüzde 40, karbon emisyon değerleri ise yüzde 40-50 daha aşağıda. Elektrik motorunun otomobile girmesiyle beraber, radikal değişimler yaşanıyor. Elektrikli motorun kullanılması otomobilin ekipmanında; klimasında, direksi-yonunda önemli aşama kaydedilmesini sağlıyor. Bunlardan biri güvenlik... Elektrik motorlar, software’i kontrol ederek otomobilin bazı şartlara uyum göstermesine aracılık ediyor. Hidrolik direksiyon eskiden motordan pompayla beslenir-di, şimdiyse elektrik motoruyla besleniyor. Elektrik motor-da sürücü gazdan ayağını çektiğinde enerji kazanlığı için motora hiç yük olmuyor, bu da yakıt tüketimini ve emis-yonları ciddi şekilde azaltıyor.
Bu gelişmeleri, alternatif yakıt kaynakları geliştirmek için atılmış önemli bir adım olarak nitelendirebilir miyiz? Tabii… Alternatif yakıt, fuarlarda benim en çok dikkat ettiğim unsur. Alternatif yakıt konusunda elektrikli oto-mobiller önlenemez bir yükselişte. Bir iki yıl içinde değil-se bile, 15-20 yıl sonra, elektrikli otomobiller hayatımızda ciddi biçimde yer alacak. Çünkü içten yanmalı bir motorun verimliliği yüzde 30-35 civarında, o da yeniyse. Elektrikli bir motorun verimliliğiyse yüzde 95’in üzerinde... Arada büyük bir verimlilik farkı var. İçten yanmalı bir motorda verdiği-miz enerjinin yüzde 60’ından faz-lasını kullanamazken elektrikli bir motorda verdiğimiz enerjinin neredey-se tamamını harekete çevirebiliyoruz. Bunun bazı handikapları var; örneğin elektrikli motoru beslemek için pil gere-kiyor. 200 kilometrelik bir menzil için 300 kilogramlık lityum bazlı pillerin olması lazım. Buralardaki sıkıntılar aşıldığında, elektrikli otomobillerin gelecekte çok önemli olacağı kesin. Zaten 2015-2016’da gelecek regü-lasyonlarla, birçok firma sadece iç-ten yanmalı motorlarla yasal talimat-ları yerine getiremeyecek. Dolayısıyla
da, 700 kilometreye yakın menzil çıkarıyor. Bu da hibrid’in menzil sıkıntısını ortadan kaldırabilecek bir çözüm. Kore’de ve Japonya’da deneme mahiyetinde de olsa sistem kullanı-lıyor. Tüm bunların yanında elektrikli otomobilleri destek-leyecek kompresör sistemleri var. Gazdan ayağınızı çekti-ğinizde bir kompresörü gazla doldurup sonra gaza bastığı-nızda otomobilin hareketinde onu kullanacak şekilde tasar-lanmış. İçten yanmalı motora destek olarak yüzde 40-50’ye yakın yakıt tasarrufu mümkün. Onun dışında yoğunluğu çok yüksek solar paneller üzerinde çalışılıyor. Otomobilin dış gövdesini bu panellerden yaparak, enerji kazanımı sağ-layıp elektrikli motorda bunun değerlendirilmesi söz konu-su. Söylediklerimin ütopik değil, elektrik ağırlıklı ulaşımın ön plana çıkacağı bir gelecek bizi bekliyor.
Gelecekle ilgili sık telaffuz edilen konulardan biri de sürü-cüsüz otomobiller…Evet, o da hayata geçmiş durumda. Aslında şaşırmamak gerek, çünkü otomobil içindeki ayrı ayrı bölümler, bizim bilgimiz dâhilinde olmasa bile birbiriyle iletişim halindeler. Otomobilin üzerindeki sensörlerle sürücünün ne istediği al-gılanarak mükemmel bir çekiş sağlanabiliyor ya da çizgileri kontrol eden line assist sistemi söz konusu. Bunun gibi bir-çok özellik var. Geriye sadece dışarıdaki olayları otomobile anlatabilmek kalıyor. İnsan gözüyle görüp kulağıyla duya-rak bir tepki veriyor. Aslında bunu bir kamera ya da kızılö-tesi kamera, radar gibi algılayıcı sistemlerle gerçekleştirmek mümkün ve bunu gerçekleştirdiler zaten. Ama yolun belli bir standartta olması lazım. Otomobiller yol, diğer araçlar, yayalar gibi dışarıdaki parametreleri algılayıp iç sistemlerle haberleştirmeyi başardığında iş bitmiş, otomatik sürüş ger-çekleşmiş demektir. Şu anda bu da var. Hem Japonya’da hem Avrupa’da, biz bunu kullandık. Böylesi bir durumda kullandık kelimesi de anlam ifade etmiyor tabii, refakat et-tik. Sistemi geliştiren mühendislerle konuştuğumda, bunun şu an bile devreye girebileceğini söylüyorlar. Fakat çevre şartlarının uygun olması gerekiyor.
Peki, o zaman sürüş keyfini ve iyi sürücüyü nasıl anlayaca-ğız? Bu tanımlarının tekrar yapılması mı gerekecek?Hayır, gerekmeyecek. Çünkü her insanda sürüş keyfi diye bir duygu yok. Otomobilleri ulaşım aracı olarak görüyor, hatta yoğun trafikte bulunmak bile istemiyor. Hâlbuki otomatik sürüş olsa, sürücü kendine ayırması gereken vakti trafikte değerlendirebilir. Otomobil kendi kendine gidiyorsa trafiğe dikkat kesilmesine de gerek kalmayabilir. Gelecekteki sistemler üzerine konuşuyoruz, ama sürücüsüz araçlar günümüzde bile var. Deneme aşamasında ve henüz uygulanmaya alınmıyor.
Uygulanmaya alınmamasının politik nedenleri olabilir mi?Olabilir elbette. Sürücüsüz otomobil birçok sektörü çok derinden etkileyecektir. Aslında elektrikli sistemlerle ilgili de politik birtakım kaygılar var. Lityum iyon piller mesela. Dünyada lityum üreticisi üç ülke bulunuyor ve buna sahip olmayan ülkeler lityum iyon pillerin gelişmesini istemez, hidrojeni desteklerler. Ama şu an için temel neden çevre koşullarının oluşmaması. Çünkü bu çok güvenli bir sistem...
hibrid önümüzdeki dönemde bu regülasyonları karşılaya-cak bir sistem olarak karşımıza çıkacak.
Otomobillerdeki ağırlığın azaltılması için yoğun çalışmalar yürütülürken elektrikli motorlar için gerekli pillerin 300 kilogram olması sorun yaratmayacak mı? Bu güzel ve çok önemli bir soru. Aslında firmalar dengeyi sağlamış durumdalar. Bazı otomobillere baktığınızda kar-bon fiberden yapıldığını görürsünüz. Karbon fibere, eski-den yarış otomobillerinde rastlardık; standart otomobiller-de karbon fiber ya hiç olmaz ya da estetik görünüm sağlayan parçalarda kullanılırdı. Şimdiyse günlük hayat için tasarla-nan otomobillerde de karbon fiber tercih ediliyor. Bunun tek amacı, pilin yarattığı ağırlığı, otomobilin ağırlığını azal-tarak telafi etmek. Pilin ağırlığının dezavantajını gidermeye yönelik diğer bir çalışma da playing hibrid otomobiller. Kü-çük bir pil grubu olan ve 50 kilometrelim menzile sahip pla-ying hibridleri de şarj edebiliyorsunuz. Daha küçük, daha hafif, yaklaşık 60-70 kiloluk playing hibrid ile 50 kilometre yol alabiliyorsunuz, ardından devreye içten yanmalı mo-torlar giriyor. Sözünü ettiğimiz otomobillerin hemen hepsi sıfırdan imal ediliyor, dolayısıyla ağırlık, daha tasarım aşa-masında ön planda tutuluyor. Ağırlığın azaltılması, yakıt tüketimini ve karbon salımını etkiliyor.
Elektrikli motorlar akla şarj dolum istasyonlarını getiriyor. Türkiye’de bu alanda yapılan çalışmalar var mı?İthalat yapan firmaların çoğunun elektrikli motora sa-hip modeli var. Ayrıca Türkiye’de de elektrikli otomobil-ler, örneğin Renault’un Clio modeli bu şekilde üretiliyor. Dolayısıyla devletin şarj istasyonları yapması gerekiyor.
İspanya’da, İtalya’da otoparklarda bile aracınızı şarj edebileceğiniz noktalar var. Hatta hibrid
araç kullanımını teşvik etmek için birtakım uygulamalar bile başlatıldı. Örneğin bazı yerlerde otomobili ücret ödemeksizin şarj
edebiliyorsunuz. Vergi teşvikleri de söz konusu ki, bu Türkiye için de
geçerli bir durum. Elekt-rikli otomobil için vergi avantajı varken beledi-yenin veya ilgili kurum-ların şarj istasyonları yaparak halkı teşvik etmesi gerek. Ancak insanların elektrikli otomobillere yönelik bazı korkuları var; menzil konusunda hâlâ endişe duyu-yorlar.
İnsanlar korkula-rında haklı değil mi, zira menzil ciddi bir sorun? Hibrid’teki kon-septi iyi anlamak
tüvtürk’ün desteklediği ve üç araçla içinde yer aldığı; 20 ülkeden 111 takım, 666 yarışçı ve 333 aracın mücadele ettiği allgaeu-orient rally’e bizzat katılan saffet üçüncü, programında dostluk ve barış rallisi olarak da bilinen bu organizasyona geniş yer ayırmıştı.
32 İStaSYoN İStaSYoN 33
OTOMOBİL
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası… 1940’lı yılların sonu... Yer, ekonomik buhran nedeniy-le zor günler geçiren insanların yaşadığı Roma… O insanlardan biri olan Antonio Ricci, uzun süre sonra bir iş bulur. Bu işle evine, çocuğuna ekmek
götürecek, geçimlerini sağlayacaktır. İşin olmazsa ola-mazı da üzerine atlayıp her yere özgürce seyahat ettiği bisikletidir. Ancak terslikler yakasını bırakmaz, daha işe başladığı ilk hafta bisikleti çalınır. Polise başvurur, ama gerekli ilgiyi göremez; hatta bisikleti kendilerinin bulmaları gerektiği cevabını alır. Sonra da 10 yaşında-ki oğluyla birlikte Roma sokaklarını arşınlamaya, bi-sikletini aramaya başlar...
Umut, inanç ve yitiriliş üçgeninde insana dair en güzel filmlerden biri olan “Bisiklet Hırsızları”nın ko-nusu kısaca böyle… Filmin sinema tarihinde özel bir yere sahip olduğu da aşikâr. Toplumsal ve farklı insan hallerine ışık tutan yanı bir yana, bisiklete addettiği önem de azımsanacak gibi değil. İnsan-bisiklet ilişki-si üzerine kurulan filmlere verilecek tek örnek “Bisik-let Hırsızları” değil elbette. Gerek Türk, gerekse dünya sinemasından birçok yapımda karşılaşılabilir bu araç-la. Zira bisiklet, var olduğu günden bu yana insan zih-ninde özgürlükle, bağımsız hareket edebilmekle eşde-ğer tutulmuştur. Belki de bu nedenle yaşı iki ya da üçe erişen veya karnesini iyi notlarla dolu çocuklar, bisikletle ödüllendirilir.
Bugün dünyada milyonlarca tutkunu olan, adına dernekler ve federasyonlar kurulan, ya-rışlar düzenlenen bisikletin tarih-çesi hakkındaki bilgiler muhtelif. Kimi kaynaklar motorsuz, iki te-kerlekli, pedallı bu araçların ilkel
atalarının Çin’de, 12’nci yüzyılda ortaya çıktığını belir-tirken, kimileri bisiklete dair gerçek çizimlerin ilk kez Leonardo da Vinci tarafından 1492’de yapıldığını be-lirtir. Bunlar, doğruluğu üzerinde tartışmalar yürütü-lebilecek savlar. Ama 1791 yılında, Fransa’da, iki teker-lekli bir oyuncak hayal eden Kont Sivrac’ın, bu hayali gerçekleştirmek üzere attığı adımların bisiklet tarihçe-sinde özel bir yeri var. Bisikletin de tıpkı diğer birçok ürün gibi tek bir mucidin eseri olmadığı, zaman için-de farklı kişi ve kurumların yaptığı eklemelerle bugü-ne kadar geldiği düşünülürse, Sivrac’ın bu girişiminin bir nevi “ilk adım” olduğunu söylemek mümkün. Pe-dalı olmayan, dolayısıyla üzerine oturan kişinin adım-larıyla ilerleyen, bugünden bakıldığında biraz acayip görünen bu alete “celerifere” adı verildi. Bir sonraki adımsa yine bir Fransızın, Baron von Drais’in öncülü-ğünde atıldı. Sivrac’ın iki tekerlekli aracı üzerine gidon ve sele yerleştiren Baron, geliştirdiği aracı “Laufmasc-hine / Koşu Makinası” olarak adlandırdı. Fakat bu isim yerine icadın Baron’a ait olduğunu belirten “Dra-isienne / Drais’in” adı daha popüler hale geldi. Drais 1817 yılında icadını 14 kilometre boyunca kullandı ve bir yıl sonra da Paris’te sergiledi. Önceleri halk arasın-da büyük tedirginlik yaratan Draisienne’ler, bir süre sonra o kadar moda oldu ki, bir anda başka ülkeler-
de de benzerleri yapılma-ya başlandı.
BABA OĞUL KUTSAL MICHAUX’LARBisikletin tek bir kişinin buluşu olmadığını, günü-müze gelene kadar bir-çok kişi tarafından geliş-tirildiğini belirtmiştik. Tarihçesine bakıldığında Fransızların bu konudaki çabaları, saygıyı hak ede-
İlk olarak 1700’lü yılların sonlarında varlığını gösteren bisikletler, tarihçesi boyunca birçok evreden geçerek, değişime uğrayarak
günümüze kadar ulaştı. Değişmeyen tek şey ise insana hissettirdiği özgürlük duygusu oldu.
YAZI: YOSUn AKveRdi
1800’lü yılların başlarında insanlar, pedallardan yoksun bisikleti daha ziyade yürüme bandı olarak kullanıyorlardı.
34 İSTASYON İSTASYON 35
SPOR
Türkiye’de hayli tutkunu bulunan bisiklet, çeşitli der-
neklerin kurulmasına da vesile oldu. Bunlardan biri
olan Bisikletliler Derneği, 2008’den bu yana faaliyet
gösteriyor. Bisiklet kullanımının teşvik edilmemesine
ve yolların bu aracı kullanmaya uygun olmamasına
karşı birtakım çalışmalar yapmak gerektiğini dü-
şünen bir grup bisiklet tutkunu tarafından kurulan
Derneği’in çalışmalarıyla ilgili bilgi almak üzere Baş-
kan Murat Suyabatmaz’a yöneltiyoruz sorularımızı.
Derneğinizin kurulduğundan bu yana bisiklet kul-
lanımını sevdirmek ve yayınlaştırmak konusunda
kaydettiği mesafeyi öğrenebilir miyiz?
Pek çok konuda başarılar sağladık. Çevre ve Şe-
hircilik Bakanlığı’yla yaptığımız işbirliği sonucunda
Bisiklet Çevre kanunun 8. Maddesi teşvik kapsamına
alındı. Bakanlık artık “Devlet çevreyi koruyan yatı-
rımları destekler” maddesi kapsamında ulaşım odak-
lı bisiklet yolu projelerinin yüzde 45’ini karşılıyor.
Bu kapsamda 64 belediye, 5 ila 10 milyon TL teşvik
alıyor. Bakanlık son olarak özel ve rezerv toplu konut
alanlarında bisiklet yolu zorunluluğu getirdi. Diğer
bir önemli gelişmeyse Milli Eğitim Bakanlığı ile yap-
tığımız çalışma sonunda ortaya çıktı ve bisiklet orta
öğretimde müfredata alındı. Bisiklet 5, 6, 7 ve 8’inci
sınıflarda seçmeli ders olarak okutulacak ve gençler
trafikte ilk taşıtları olacak olan bisikletle daha güvenli
sürüş yapabilecekler. Son olarak İstanbul’da, İETT
ile bir çalışma yaptık. Pilot sekiz hatta, otobüslerin
önüne bisiklet taşıyıcı monte edildi. Taşıyıcılarla
bisiklet sürücüleri kendilerini güvende hissedecekler,
dik yokuşları, riskli uzun mesafeleri otobüsle kolayca
geçebilecekler ve en önemlisi bisikletim arıza yapar-
sa eve nasıl dönerim kaygıları olmayacak.
Türkiye’deki bisiklet kullanımını nasıl değerlen-
diriyorsunuz?
Ülkemizde bisiklet kullanıcı sayısı oldukça iyi. Ancak
trafikte güvenli ayrı yollar olmadığından için pek çok
kişi endişeye kapılarak bisiklet kullanamıyor.
Bisiklet severlerin rahatça hareket etmesi için
atılması gereken temel adımlar neler?
Üç önemli adım var. Öncelikle bisiklet kültürünü
arttırıcı halkla ilişkiler çalışması yapılmalı ve motorlu
taşıtlar sürücülerinin trafikteki bisikletlilere saygılı
davranması sağlanmalı. Bu durum daha çok kişiyi bi-
siklete yönelteceği için trafik rahatlayacaktır. İkincisi
güvenli bisiklet yolları ve park sistemleri yapılmalı.
Üçüncü adım ise bu altyapının toplu taşıma ve sosyal
donatılarla entegre edilmesidir.
Avrupa Bisiklet Federasyonu ile işbirliği içindesi-
niz. Bu işbirliğiyle gerçekleşen çalışmalar neler?
Şu anda AB tam üyesi olmadığımız için maddi destek
alamıyoruz, ancak bilgi akışı çok daha değerli bizler
için. Tabii bu arada Birleşmiş Milletler ile iklim de-
ğişikliğiyle ilgili projemiz oldu, pilot bir toplu konut
alanında trafik eğitim pisti inşa ettik, 6 bin çocuğa
trafik eğitimi verdik. Okula bisikletle gidilmesini
teşvik eden proje yaptık.
Kamu ve özel kuruluşlarla yürüttüğünüz projeler-
le ilgili bilgi alabilir miyiz?
Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler ile çeşitli projeler
gerçekleştirdik. Türkiye’deki hemen hemen tüm ba-
kanlıklarla çeşitli projeleri hayata geçirdik. Sağlık Ba-
kanlığı ile obeziteyle mücadele, Ulaştırma, Denizcilik
ve Haberleşme Bakanlığı’yla alternatif ulaşım, Çevre
Bakanlığı’yla karbon salımını azaltmak, Enerji Bakan-
lığı ile petrol tasarrufu sağlamak, Turizm Bakanlığı
ile sürdürülebilir turizm konularında çalışmalar
yaptık. Bununla birlikte sivil toplum kuruluşlarıyla
da işbirliği içindeyiz. Başta Kardiyoloji Derneği, GEA
Arama Kurtarma, Diyabet Vakfı olmak üzere birçok
kurumla işbirliği içindeyiz. Kısacası bizler, toplumda
farkındalık yaratarak bisikletin hayatın jokeri olduğu-
nu göstermeyi hedefleyen çalışmalar yapıyoruz.
Bisiklet hayatın jokeridircek nitelikte zira Draisienne’lerden sonra bisikletin bi-siklet olabilmesi için çalışmalar yapan baba oğul da bir Fransız. Pierre ve Ernest Michaux’dan söz ediyoruz. Baba oğul Michaux’lar, 1861’de, Baron von Drais’lerin icadı Draisienne’in ön tekerlek göbeğine pedal takma düşün-cesini ürettiklerinde, bunun kendi isimlerini tarihe geçi-recek bir fikir olduğunu bilemezlerdi kuşkusuz. Tekerlek göbeğine pedal takma fikri, gerçek bisikletin ortaya çık-masını sağladı, çünkü artık, aracı sürerken insan enerji-sinden düzgün biçimde yararlanma imkânı da elde edil-mişti.
İşte bu gelişme, Avrupa’nın her yerinde ‘bisiklet hasta-lığının’ ortaya çıkmasına neden oldu. Kaynaklardan edin-diğimiz bilgiye göre Michaux’ların “Velo” adını verdikleri bu araç İskoçya’ya Velocipede ismiyle girdi ve büyük ilgi gördü. Öyle ki, kimi politikacılar, düzenledikleri kampan-yalara dahi bu ismi verdiler. Aradan sadece iki üç yıl geç-mişti ki, baba oğul Michaux’lar geliştirdikleri ürünün bu derece beğenilmesinden ticari gelir elde etmek amacıyla Velo fabrikası kurdular. O yıl 142, bir sonraki yılsa 400 Velo’nun yapıldığı Michaux Company, 200 işçinin ek-mek kapısı oldu. Velo’lara yönelik ilgiye kayıtsız kalama-yan Fransız hükümeti bir süre sonra Savunma Bakanlığı aracılığıyla üretime destek verdi.
Günümüzde yeni çıkan bir ürün, eğer büyük firmala-rın markası altındaysa, aynı anda tüm dünyaya yayılabili-yor. İletişim ve bilgi teknolojilerinin süratle geliştiği glo-bal dünyada, ilgi gören bir ürünü, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun tüm ülkelerde bulmak mümkün. Ama ko-numuz bisiklet ve sözünü ettiğimiz 1800’lü yılların orta-sı... Bisikletin kaderi Fransa’da çizilmiş ve özellikle Avru-pa ülkelerinde bisiklet hastalığı vukuu bulmuş olsa bile, üretimin kıtaya yayılması için zaman gerekiyordu. Örne-ğin İngiltere’de Velocipede üretimine 1865 yılında baş-landı. Coventry Dikiş Makineleri Şirketi, bir süre sonra
halk arasında “sarsak” adıyla anılacak demir telli tahta te-kerleklerden oluşan aracı üretmeye başladı.
Bundan sonraki on yıl boyunca üretilen Velocipede’ler-de sistem çok basit şekilde işliyordu. Pedalın bir döngü-sü tekerleri ancak bir kez döndürebiliyor, dolayısıyla çok fazla efor sarf edilmesine rağmen çok az yol alınabiliyor-du. Velocipede’nin geliştirilmesi için çalışmalar yapanlar, ön tekerleğin çapının büyümesi halinde hızın da artaca-ğı fikrini ortaya attılar. Ve ön tekerin çapını 75 santim-den 162 santime çıkarıp arka tekerin çapını 30 santimet-reye kadar düşürdüler. Bugün çoğumuzun fotoğraflarda benzerine rastladığı, bir örneği bu sayfalarda da yayın-lanan önü kocaman, arkası ise kısa orantısız bisikletler, işte böyle bir kararın ardından yollarda boy göstermeye başladı. Bu modeldeki tek sorun görüntüsünün son de-rece komik olması değildi, kullanımı da hayli zordu. Bu Velocipede’ye binmek için bisiklet kullanmayı bilmek yet-miyor, aynı zamanda da çok uzun boylu olmak gerekiyor-du. Kısa boylular bu durumda ne mi yaptı? Kadro üzerin-deki pedallara yerleştirilen ayna dişlisiyle arka tekerleğin göbeğine takılan rublenin icadına kadar, onlar üç teker-lekli Velocipede’ye binmek zorunda kaldılar. Her iki diş-
linin zincir aracılığıyla birbirine bağlanması bisiklet ta-rihinde bir devrim olarak nitelendirildi, çünkü öndeki büyük dişliyi pedal vasıtasıyla bir kez döndürmek, arka-daki dişlinin birkaç defa dönmesini, dolayısıyla bisikletin daha hızlı hareket etmesini sağlıyordu.
Velocipede’deki değişim ve gelişim hızıyla, bu aracın kendini gösterdiği yolların iyileştirilmesi birbirine para-lel bir süreç izlemedi ne yazık ki. Çukurların, hendeklerin bolca bulunduğu yollarda tahta tekerlekli bir araçla do-laşmak, sürücülere çoğu zaman zevkten ziyade eziyet gibi geliyordu. 19’uncu yüzyılın tarih sahnesinden yavaş yavaş çekilmeye başladığı dönemde, J. B. Dunlop adındaki bir İskoç, önemli bir buluşa imza attı. Asıl mesleği veteriner-
lik olan Dunlop, oğlunun üç tekerlekli bisikletinde bir de-ney yaptı ve havalı lastiği bulan ilk insan olarak tarihteki yerini aldı. Fakat sorunlar sona ermiş değildi, zira arka te-kerlek ayna dişlisiyle birlikte dönerken pedalları da hare-ket ettiriyor, yokuş aşağı inerken bile pedal çevirmek ge-rekiyordu.
1900’de arka göbeğe kurulan bir düzenek sayesinde bu sorunun da üstesinden gelindi, ve böylece Velocipede’ler aşağı yukarı bugünkü görünümüne kavuştu. Değişen sa-dece teknik yapı değildi, o tarihten sonra neredeyse 40 yıl boyunca Velocipede ismiyle anılan bu araca bisiklet de-nilmeye başlandı. Latince çift anlamına gelen “bi” ke-limesi ile Yunanca tekerlek ya da daire anlamına gelen “kukos” kelimelerinin birleşmesiyle oluşan bisiklet, doğ-duğu andan bugüne birçok evreden geçti. Adı dâhil he-men her şeyi değişti. Değişmeyen şey ise teknoloji ne ka-dar gelişirse gelişsin, otomobiller ne vadederse etsin bu araca duyulan tutku oldu. Bu öyle bir tutku ki, bugün bile kapısının önünden çalınan bisikletini bulabilmek için so-kakları arşınlayan insanlara rastlayabilirsiniz. Tıpkı Vit-torio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminde Lamberto Maggiorani’nin canlandırdığı Antonio Ricci gibi.
Bisiklet, mevsim gözetmeksizin kullanabileceğiniz bir araç. Biraz dikkat ve kontrol sayesinde kar üzerinde bisiklet kullanmanın keyfine diyecek yok.
bisiklet öyle bir tutku ki, adına dernekler ve federasyonlar kuruluyor. hangi ülkede olursa olsun kurumların ortak amacı, daha fazla kişiyi bisiklete teşvik etmek...
36 İSTASYON İSTASYON 37
SPOR
YAZI: Bahar Kader
Bundan 20 yıl önce Wi-Fi bağlantı noktalarını gösteren t-shirt’ün olabileceğine kim ihtimal verirdi? Ama oldu. Artık spor yaparken nabzı ölçen ceketten USB’li güneş gözlüğüne, sensörlü çoraplara kadar birçok ürünü giyebilmemiz mümkün.
aracılığıyla yıllardır hazırlandığımız teknolojik devrimi kabul-lenmekte zorlanmadık. Hantal, işlevinin gerisinde kalmış ve hayatımızı hızlandırmayan teknolojiye artık elimiz gitmiyor.
Bisiklet yarışlarına tutkun sporseverler, bisikletçilerin gö-ğüs kafesine taktığı nabız ölçer olmadan yarışa başlamadığını iyi bilirler. Bu akıllı alet GPS ile sporcunun bilgilerini takım aracında bulunan bilgisayara ilettir ve takım antrenörü de bisikletçinin kondisyonuna göre performansını yönlendirir. Nabız ölçen, sporcuyu uyaran bu tip giyilebilir teknolojik araçlar kullanıma girdiği ilk günden itibaren bize göz kırptı. Elit sporcular üzerinden dünyamıza girip normalleşen bu teknoloji artık deyim yerindeyse eskidi. Çünkü talep ettik ve hızla kullanımı daha pratik olanı üretildi. Kısa süre önce Amerikalı bir şirket, bu alanda devrim niteliği taşıyan yeni bir ürün geliştirip tanıttı. Akıllı çorap adını verdikleri ürün, sporcunun adımlarını sayıp hızını ölçmekle kalmıyor yaktığı kaloriyi de hesaplayıp bilgisayara veri olarak aktarıyor. Üste-lik kirlenince makinada yıkanabiliyor. Giyilebilir teknolojinin ayaklarımızın altında ufalanmadan işlevini yerine getirdiğini görmek manidar olduğu gibi, her birimizi işini bilen birer antrenör seviyesine getirmesi de şaşırtıcı. Vücudumuzu ger-çek anlamıyla tanıdığımız gibi ihtiyaçlarımızı, hatalarımızı ve
eksiklerimizi kendimiz ölçüyoruz. Farkındalığımızın artma-sının biliminsanlarının işlerini kolaylaştırdığı aşikâr. Akıllı telefonları, sosyal ağlara bağlanmanın en kestirme aracı ola-rak görme tembelliğinden vazgeçip gerçekten akıllıca kullan-maya başladığımızda, yine giyilebilir teknolojinin nimetleri ufkumuzu aydınlatıyor. Hepimizin karşılaştığı sorunlardan biri olan uykusuzluk akıllı bir bileklikle artık sorun olmaktan çıkmak üzere. Dışı silikonla kaplı bu bilekliğin içinde vücut saatinin nasıl işlediğini veri olarak depolayan bir sistem mev-cut… Alet uykuya dalış anından başlayarak, rüyaya dalma ve uyanma aşamalarını tek tek kaydediyor. Uykunun hafifleme-ye başladığı sabah saatlerinde vücudumuza titreşim vererek günün en verimli olacağımız saatinde bizi tedirgin etmeden uyandırıyor. Uyandığınızda yaptığımız işlemse çok basit; ale-ti akıllı telefonumuza takarak verileri aktarıyoruz ve bir gece önceki tüm uyku düzenimizi ekranda görüyoruz. Uyku so-runları olanlar bu aşamadan sonra kendilerini rahatsız eden bulgularla da yüzleşiyor. Bilekliğin tek numarası bu değil üstelik. Gün içerisinde kaç adım attığınızdan tutun nabız ve performans dengenizi kadar birçok şeyi hesaplıyor. Anlayaca-ğınız hayatını yoluna sokmak isteyenler için artık bahaneler tükendi, giyilebilir teknoloji gerçekleri önünüze seriyor.
YürüYen hafıza haYatı kaYdediYorBazılarımız, her anımızı kaydetmeyi seviyoruz. Giyilebilir tek-noloji sosyal ağlarla beraber gündelik yaşam evrenimizi de-ğiştiren bu alışkanlık için de bir çözüm üretti. Kibrit kutusu büyüklüğündeki yürüyen hafızayı kıyafetinizin üzerine takı-yorsunuz ve 5 megapiksellik fotoğraf kareleri olarak kaydetti-ğiniz görüntüler GPS ile çekildikleri yerlere göre belli bir dü-zende bilgisayarınızda depolanıyor. Alın size hatıralar denizi, üstelik zahmetsiz ve akıllıca.
Giyilebilir teknoloji emekleme aşamasındayken bilimin-sanları öncelikle işlevine kafa yordular. Teknolojinin amacına uygun hizmet etmesi ve fayda sağlaması önemliydi. Temel atıldıktan sonra estetik ve tasarım kaygıları vücut buldu. Ar-Ge için harcanan dev bütçelerin şık ve satın almayı teşvik ede-cek ambalajlara ihtiyacı doğdu. Günümüzde akıllı ve giyilebi-lir teknolojiler kişinin tasarım zevkini gıdıklamıyorsa yaşama şansının olduğunu söylemek güç. Geçmişte sadece bilimin-sanlarına yatırım yapan çok uluslu dev teknoloji şirketleri, ni-cedir tasarımcılar, modacılar, trend ölçerler ve focus gruplarla olan işbirliğini sürekli daha üst seviyelere taşıma gayretinde.
Hava durumuna göre kendini güncelleyen kumaşlar, tabanı kendiliğinden zemine göre uyumlanan ayakkabıların hayal olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yeni dünyada hız tek güç ve kimsenin zaman kaybetmek gibi bir lüksü yok. Gün içinde nabzınızı, kan basıncınızı ölçüp, vücudunuzda mey-dana gelen ani değişimleri tespit eden Intimacy isimli kadın elbiseleri, sadece sağlığınızı düşünmüyor. Vücutta meydana gelen ani değişimlere göre karşınızdaki kişiden hoşlandığı-nızı tespit ederse kostüm şeffaflaşıyor. Bu kadar hıza kimin ihtiyacı olduğu bilinmez ama, üretildiğine göre mutlaka bir taliplisi çıkacaktır. Şov dünyası da bu parıltıdan payını almayı iyi bildi. Sahneye adımını attığında üzerine yıldız tozu serpil-miş gibi bir büyü bırakan LED elbiseler, mahir tasarımcıların elinden çıktığından beri moda dünyası farklı ivme kazandı. Vücut ısısına göre farklı renkler yayan bu elbiseler gösteri dünyasını cilalamakla kalmadı, giyilebilir teknolojinin tasa-rımla kişiselleşen dünyasına yeni bir pencere açtı. İster tüm vücudunuzda LED’le ışıldayın isterse pantolonunuz sadece bir paçasında, o artık sizin imzanız.
Giyilebilir teknolojinin sağlıkla yolunun kesişmesi belki de tüm bu sürecin en sevindirici kısmı. Geçtiğimiz günlerde yürümeye yardımcı olan bir aletin tanıtımı felçli hastalar için yeni bir umut kaynağı oldu. Kalça hareketinin yönünü sen-sörlerle tespit eden robotik alet harekete geçiyor ve yürümeye yardımcı oluyor. Üstelik daha öncesinde önerilen diğer çö-zümlere göre daha küçük, hafif, pratik ve giyilebilir.
Babil balığının düşünü kuran Douglas Adams’ı bu veriler ışığında anmamak mümkün değil. Bizleri çok eğlenceli bir uzay yolculuğuna çıkarmakla kalmadı, hayallerimizin gerçek olabileceğine de inandırdı. Güzel olan şu ki; bilim insanları da bu hayalle ortak oldu.
Douglas Adams, 1977 yılında yazdığı Otostopçunun Ga-laksi Rehberi romanında, Babil balığından bahseder. Bu fantastik sarıbalık o kadar maharetlidir ki, kitabın kahramanlarından Arthur Dent’in fantastik uzay yol-
culuğundaki kurtarıcılarından biri olur. Dent’in kulağının içine yerleştirdiği Babil balığı, kâinatta konuşulan tüm dille-ri kullanıcının anlayacağı dile çevirip bu bilgiyi beyin dalgala-rıyla iletmek gibi bir meziyete sahiptir. Adams’ın olağanüstü hayal gücünden doğan Babil balığı, herkesin sahip olmak is-teyebileceği bir tasarım ve kurgulandığı dönem için hayli fü-türistik. Ancak Babil balığı günümüz için imkânsız değil.
90’lı yıllarda bizlere milenyum çağını müjdeleyen bilimin-sanları da hayallerimizi zorlayan ve merak uyandıran benzer teknolojilerden bahsediyorlardı. Hazırlandıkları yeni tek-noloji çağında akıllı tasarımlar hayatımızı kolaylaştırmakla kalmayacak, hızlanan dünyanın parçası olmamızı sağlayacak oyuncaklar, yeni kurdukları evrenin başrol oyuncuları olacak-tı. Doğrusu sözlerini tuttu biliminsanları; bilim kurgu film-lerinde karşımıza çıkan onlarca teknolojik oyuncak gündelik hayatımıza ardı ardına katılmaya başladı. Günümüz dünya-sında artık teknolojinin taşınabilir olması değil, giyilebilir ve vücudumuzun bir parçası gibi duranı makbul. Bilim kurgu
Saat olarak da kullanılabilen cep telefonları, spor yaparken nabzımızı ölçerek GPS ile bilgisayarımıza aktaran vital ceketler, USB güneş gözlüğü, Hüseyin Çağlayan gibi büyük bir modacının koleksiyonuna girmiş LED elbiseler. Bunlar teknolojinin vardığı en son noktanın göstergeleri. Buradan yola çıkarak gelecekte teknolojinin hayatımızı nasıl şekillendireceği sorusuna verilecek yanıtlar, fazla hayalgücü gerektirmeyecektir.
38 İSTASYON İSTASYON 39
TEKNO HAYAT
Akıllı ve Giyilebilir: Başka Bir Arzunuz?
Geçmiş kültürlerden kalan en büyük değerin, tarihi eser-ler olduğunu düşünürüz çoğu zaman. Doğrudur, zira çeşitli medeniyetlerin geride bıraktıkları, yaşadıkları döneme ilişkin birçok ipucu sunar. Dahası insanlık ta-
rihinin geçirdiği evrelerin anlaşılmasında önemli rol oynar. Sa-dece arkeologlar değil, toplumbilimciler için de önemli bir kay-naktır tarihi eserler.
Peki ya yemekler; onların da bir tarihçesi yok mu? Onlar da birer tarihi esermişçesine korunup kollanmamalı mı? Her gün masamıza gelen bir yemek, salt içindeki malzemesinden ve ken-disini yapan ellerin maharetinden mi ibaret? Üzerinde hiç dü-şünmeksizin damağımızı şenlendirmesi ve tabii yaşamsal ih-tiyacımızı giderebilmesi için ağzımıza atıverdiğimiz yemekler, birkaç saat önce pişmiş olsa bile, binlerce yıllık bir serüvenin ardından gelmemiş midir o masaya? Ağıza atılan lokmaların, farklı farklı medeniyetlerin ve dahi adı anılmayan mucitlerin eserleri olmadığı söylenebilir mi?
Misal çiğköfte… Bu topraklarıda yaşayan herkes için bir kül-türün simgesi haline gelen, tarihçesi milattan önceki yıllara ka-dar dayanan çiğköftenin dönemin koşullarıyla ve kuşkusuz pra-tik zekânın eseri olarak ortaya çıkmadığını kim iddia edebilir ki… Bugün sadece Güney ve Doğu Anadolu bölgelerinde değil, Batı’da ikamet eden binlerce kişinin, adından tabiri caizse “hür-metle” söz ettiği çiğköftenin yaradılışıyla ilgili rivayetler bir hayli fazla… Ancak bunlardan biri daha çok ilgi görüyor ve söz ne za-man çiğköfteden açılsa, bu hikâye dudaklardan dökülüveriyor.
Hikâye, Kommagene Krallığı’nın hüküm sürdüğü yıllar-
da geçiyor. Rivayet bu ya, Urfa ve Adı-yaman yöresinde eski bir medeniyetin hükümdarı Kral Nemrut, büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Zira bü-tün putlarını kıran Hz. İbrahim, onu tek tanrıya, Allah’a inanma-ya davet etmiştir. Nemrut için bu, davetten öte kendisine, inan-dığı tüm değerlere açılan bir sa-vaştır ve bu savaşa karşılık vermek gerekir. Ona göre Hz. İbrahim der-hal cezalandırılmalı, büyük bir ateş-te yakılarak ortadan kaldırılmalıdır. Nemrut’un bu kararıyla birlikte kral-lıktaki tüm odunlar toplanır. Yemek pişir-mek için dahi olsa evlerde ateş yakılması ke-sinlikle yasaklanır.
Durumdan habersiz bir avcı, avladığı geyik ve ya-nında bir misafirle birlikte evine döner; eşinden, geyiğin etini bir güzel pişirmesini, konuğu için mükellef bir sofra hazır-lamasını ister. Ancak ülkedeki genel yasak, bu isteğin gerçekleş-mesini engeller. Duruma çare bulmak isteyen avcı, geyiğin sağ arka budundan yağsız bir parça koparır. Kopardığı parçayı bir taşın üzerine yerleştirir ve eline aldığı taşla eti ince ince döver. Dövülen et, bulgur, tuz ve biberle iyice yoğurur. İşte günümüz-de deneyenin bir kez daha yemek istediği çiğköfte, bu hikâyeyle birlikte doğar. Rivayet doğruysa eğer, bugün adı sanı bilinme-yen bu avcının en büyük avının geyikler değil, çiğköfte olduğu söylenebilir.
Kulağınıza çalınmıştır; eskiler, “önce taam, sonra kelam” der. Günümüz Türkçesiyle ifade edersek önce yemek, son-
ra da söz, diğer bir ifadeyle sohbet gelir. Yazıdan ziyade sözlü anlatımın hâkim olduğu bizim gibi Doğu kültürlerinde, söz-le yemeğin kimi zaman birini beslediği de görülür ki, buna verilebilecek en iyi örnek kısaca “sıra” adı verilen sıra gecele-ridir. Kapıları kadınlara kapalı olan; yemek, içmek, sohbet et-mek ve eğlenmek üzere tertiplenen bu gecelerin vazgeçilme-zi çiğköftedir. Her ne kadar eğlence amacıyla düzenlense ve hiçbir yazılı kuralı bulunmasa bile, yüzyıllardır var olan ri-tüelin muhafaza edildiği, başka bir ifadeyle belli bir disiplin ve hiyerarşinin varlığını son derece yoğun hissettirdiği sıra ge-celerinde çiğköfte yoğurmak, herkesin harcı değildir. Bileğin kuvvetli, yüreğin ve bedenin temiz olması ön koşuldur; bir de o tepsinin başına oturacak kişinin lezzetten çok iyi anlaması gere-
kir. Aksi takdirde, sıra gecesine katılan-ların “yuvarlak köftesine
benzemiş” eleştiri-sine muhatap
olur ki, bu çiğköf-te yapan kişi için hakaret
demektir. İşte bu nedenle her sıra-nın bir köfte yoğurucusu ve bir de onun yardımcısı vardır. Soh-betin sonuna yaklaşıldığında çiğköfte yoğuran kişiyle yardım-cısı, başka bir odaya geçerek malzemeyi yoğurmaya başlar. Ve sohbet tükenip dağılma zamanına ramak kala dağıtılan çiğköf-tenin lezzeti, o gece yaşanan tüm diğer şeylerle birlikte akılla-ra kazınır.Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun bütün yemekleri gibi, çiğköf-te de acısıyla meşhur. Bu özelliğini, Urfa’nın dillere destan iso-tundan ve acı biber salçasından alıyor. Eğer, acıyla aranızda me-safeli bir ilişki varsa, ama yine de çiğköfte yemek istiyorsanız,
bu yiyeceği satan ve neredeyse her köşe başında rastlayabilece-ğiniz dükkânlar derdinize deva olamayacaktır. Zira onlar her ne kadar “içinde çok az acı var” dese de, acıya alışık olmayan da-maklar için bu bile fazla. Doğduğu topraklarda küçük bir çocu-ğun bile ağızına attığı balmış gibi keyifle yediği çiğköfte, birçok insan için dakikalar süren bir işkenceye dönüşebilir. O neden-le de önce küçük bir ısırıkla başlamak, yarattığı etkiye göre ye-nip yenmeyeceğine karar vermek çok önemli. Karar verilmesi gereken başka unsurlar da var. Çiğköftenin Doğu’da olduğu gibi Batı’da ilgi görmesi, ardı ardına küçük dükkânların açılmasına vesile olurken, “merdiven altı” adı verilen ve sağlık koşullarına riayet edilmeksizin yapılan üretimin artmasına da yol açtı. Mer-diven altı üretim, kendini daha ziyade bu lezzete adını veren çiğ etin insan sağlığı için uygun olmadığını düşünenlere özel olarak hazırlanan etsiz çiğköftede gösterdi. Türk Standartları Enstitü-sü (TSE) de söz konusu durumun önüne geçebilmek amacıyla çiğköfte üretiminde bazı kriterler belirledi. Buna göre, çiğköf-tenin ana malzemesi olan bulgurun şişmesini, böylece maliye-tin azalmasını sağlayan suyun ya hiç kullanılmaması ya da çok az miktarda kullanılması koşulu getirildi. Üreticilerin maliyet-leri düşürmek için uyguladığı bir diğer yöntem de çiğköftenin malzemesine patates ve katkı maddesi katmaktı ki, bu tama-men yasaklandı. Gelelim iyi bir çiğköftenin nasıl olması gerek-tiğine. Kullanılan malzemenin taze, doğal ve kaliteli olması; yo-ğuran elin bileğindeki güç, yüreğinde ise sabır olması lezzetli bir çiğköfte için yeterli aslında. Bir de hemen her mutfakta bulu-nan robotların bu işe dâhil edilmemesi gerekiyor ki, lezzet kat-merleşsin. Yiyenler, iyi bir çiğköfteyi, ağızlarına attıkları lokma-nın damaklarına yapışıp yapışmamasıyla ayırt edebilirler. Eğer yapışmıyorsa, gönül rahatlığıyla yemeğe yiyebilirler. Çiğköftenin tarihçesi ve günümüz mutfağındaki yeri böyle. Sa-tırlarımızın başında müzelerde sergilenmese, yurtiçinden ve dı-şından gelenlere cam fanuslar içinde takdim edilmese de ye-meklerin aslında tarihi birer eser olduğuna dem vurmuş, bir ülkenin mutfağı ne kadar gelişmişse, kültürü de o kadar renkli, o kadar zengindir demiştik. Şimdi, bu topraklar üzerinde doğan ve ülkenin dört bir tarafında aynı ilgiyi gören çiğköftenin tarihi değerler arasında olmadığını kim söyleyebilir ki…
Rivayet o ki, Nemrut’un Hz. İbrahim’i yakmak için civardaki tüm odunları toplaması, yörede yaşayan halkı yemek pişiremez hale getirir. Bunun üzerine bir avcı, ceylan etinden bir parça alır ve bir taşın üzerinde tokmakla eti dövmeye başlar. Ardından da dövülmüş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur... İşte bu, çiğköftenin doğmasına vesile olur.
Kimilerine göre limon, çiğköftenin ‘tadını kaçıran’ bir unsur. Ama çiğköftenin limonla yan yana durmasının bile damağa değilse de göz zevkine iyi geldiği bir gerçek.
• Çiğköftenin yapımı aşamasında su kullanılmaz. Sadece el
terlemesin diye buz ile yoğurulur.
• İyi bir çiğköfte damağa yapışmaz.
• Yapımında kullanılan bulgur mideye zarar vermez.
• Harcındaki cevizin kolesterolü düşürdüğüne inanılır.
• Şişmanlatmaz. Makul ölçülerde yenildiği takdirde tabii…
• Kimilerine göre çiğköfte, kardeşi kısırla karıştırılmamalı
ve üzerine kesinlikle limon sıkılmamalı ya da nar ekşisi
dökülmemeli. Kendi adına Türkiye çapında birçok çiğköfte
ve lahmacun salonu bulunan İbrahim Tatlıses’in bu görüşe
katılmadığını, aksine çiğköftenin içine konan nar ekşisinin
kanseri engelleyen özellikler taşıdığını belirten açıklamalar
yaptığını da hatırlatalım.
Bunları biliyor muydunuz?
YAZI: BİRAy ANıl BİReR
Kullanılan malzemenin taze, doğal ve Kaliteli olması; yoğuranın bileğinde güç, yüreğinde sabır bulunması, lezzetli bir çiğKöfte için yeterli…
40 İSTASYON İSTASYON 41
YEME-İÇME
Su hakkında bİldİğİnİz her şey yanlış (mı?)n Bir an düşünün; çocukluğunuzdan itibaren vücudunuzun
suya duyduğu ihtiyaçla ilgili kaç yazı okudunuz. Veya bir
kimyager değilseniz, içinde adını daha önce hiç duymadığınız
minerallerin bulunduğunu iddia eden kaç su reklamını
izlediniz? Günde en az sekiz bardak su içmenin böbrek taşı
oluşumunu engellenmesinden tutun da cilde iyi gelmesine
kadar sayısız faydası olduğuna dair kaç uzman dinlediniz?
Ancak Avustralyalı spor bilimcileri tarafından yapılan ve
sonuçları Britsh Journal of Sports Medicine dergisinde
yayınlanan bir araştırma, suyla ilgili bugüne kadar
anlatılan her şeyin üzerine sünger çekmemizi gerektiriyor.
Araştırmalarının temelini vücudun susuz kalmasının
sporcu performansını nasıl etkilediği üzerine inşa eden
spor bilimciler, deneylerini bir grup bisikletçiyle yaptılar ve
onları terleyerek vücut ağırlıklarının yüzde 3’ünü kaybedene
kadar çalıştırdılar. Ardından egzersizi üç ayrı bölüme
ayırdılar. İlk bölümde bisikletçiler, egzersizlerini su içmeden
gerçekleştirdiler. İkinci bölümde sporcular, kaybettiklerinden
daha düşük bir seviyede, yüzde 2 oranında; son bölümdeyse
kaybettikleri oranda su içtiler. Sporcuların psikolojik olarak
etkilenmesi için araştırmacılar, suyu damardan zerk ettiler
ve her üç bölümde de performansta bir değişiklik olmadı.
İşte bu araştırma günde sekiz bardak yerine “susayınca
iç” hareketinin de parçası oldu. Hareketin amacı fazla su
içerek ölümle neticelenebilecek hiponatremiyi, yani kandaki
sodyumun aşırı düşmesinin önüne geçmek. Görünen o ki,
vücut su kaybına görece dayanıklı, ama azıcık su fazlası bile
tehlikeli sonuçlar yaratabiliyor.
n Gelişen ulaşım olanakları
sayesinde seyahat etmek artık
çok kolaylaştı. Varılacak yere
en kolay ve en çabuk şekilde
gitmekse hızın hüküm sürdüğü
bu yüzyılda kaçınılmaz hale
geldi. Çabuk ve konforlu ulaşımın
en pratik yolu, uçakla seyahat
etmek… Ancak uçakla seyahatin
de birtakım dezavantajları var.
Bunlardan biri ve belki de en
önemlisi, birçok kişide görülen
kulak tıkanıklığı. Uçağın inişi
sırasında kulak boşluğundaki basıncın hızla düşmesi, bu soruna
neden oluyor. Beraberinde de işitme kaybı, baş dönmesi ve kulak
ağrısı gibi sorunlar baş gösteriyor. Uzmanlar, uçuş öncesinde
ve uçuş sırasında alınacak birkaç basit önlemin, sorunun önüne
geçmesinde rol oynayabileceği görüşünü savunuyorlar. Üst
solunum yolu enfeksiyonu varken ya da kulaktaki kirlilik oranı
yüksekken uçuş yapmamak; doktora danışarak uçağa binmeden
ve inişe geçmeden 30-45 dakika önce burun açıcı sprey ya da hap
kullanmak; sakız çiğnemek, şeker emmek ve esneme hareketi
yaparak östaki borusunu açmaya çalışmak; alkol ve aşırı kafein
kullanımından kaçınıp bol su tüketmek; uçak inerken kulaklıkları
çıkarmak; iniş sırasında uyanık olmak bu önlemler arasında. Kulak
iç ve dış basıncının dengelenmesini sağlayan, östaki borusunu açan
Valsalva hareketi de uygulanabilecek yöntemlerden biri. Bunun
için burun deliklerinizi parmaklarınızla kapatıp ağızdan hafif bir
nefes alabilir, ardından ağızınızı da kapalı tutup aldığınız nefesin
genzinizden kulağınıza doğru gitmesini sağlayabilirsiniz.
hassasİyet hasta edİyor
tereyağı, margarİne karşı
n İşini mükemmel
yapmak için çaba sarf
etmek, başta kurulan
ilişkiler olmak üzere
birçok konuya hassasiyet
göstermek aslında hiç
de olumsuz bir özellik
değil. Ancak bu iki
özellik kişiyi fena halde
hasta etmeye yetiyor.
Mükemmeliyetçilerin,
işkoliklerin, çevresindeki
gelişmelerden çok
çabuk etkilenenlerin
yakalandığı bu hastalığın
adı, fibromiyalji. Belirtileri
ise daha ziyade enseden
başlayıp başa doğru
yayılan ağrılar, boyun,
bel ve kalça ağrısı,
ağrıyla birlikte ortaya
çıkan yanma ve sızlama
hissi, melankolik ruh
hali, bitkinlik ve uyku
bozukluğu, uyandıktan
sonra vücutta tutukluk ve
genel yorgunluk. Hastalık
daha ziyade orta yaşlı
ve üzerindeki kadınlarda
kendini gösteriyor.
Uzmanlar, fibromiyaljinin
belirtilerinin, birçok
hastalığın habercisi
olabileceğini, ayrımın
laboratuvar testleri ve
doktor muayenesinin
ardından ortaya çıktığını
belirtiyorlar. Tam tanıya
varılabilmesi içinse
doktorun hastayı çok iyi
dinlemesi, tedavi içinse
kişiye özel bir program
hazırlanması gerekiyor.
n Auckland Üniversite araştırmacıları
tarafından 4 binden fazla kişinin
katılımıyla gerçekleştirilen ve
sonuçları Lancet tıp dergisinde
yayınlanan bir makale, özellikle sağlık
sektörünün mensuplarının dikkatini
bir kez daha vitaminlere, özellikle
de D vitaminine çevirmesine vesile
oldu. Makalede, sağlıklı kişilerin
takviye D vitamini almasının kemik
erimesinin önüne geçen bir unsur
olmadığı yazıyordu. Yeni Zelandalı
araştırma ekibinin 2012 Temmuz’una
kadar İngiltere, ABD, Avustralya,
Hollanda, Finlandiya ve Norveç’te
yürüttüğü çalışmalarda, deneklerden
iki yıl boyunca takviye D vitamini
almaları istendi. D vitamini alan
sağlıklı kişilerin bundan herhangi
bir yarar sağlamadığı görülse bile,
kalça eklemleri yakınındaki femur
boynu kemik yoğunluğunda küçük,
fakat istatistiksel olarak anlamlı bir
artış bulundu. Bazı ülkelerde sağlık
bakanlıkları tarafından özellikle
çocuklar ve yaşlılar için önerilen D
vitamini, daha ziyade güneş yoluyla
temin edilebiliyor. Yağlı balık,
yumurta ve kahvaltılık tahıllarda
da bulunabilen bu vitaminin aşırı
tüketiminin kalsiyum birikimine yol
açabileceği, dolayısıyla böbreklere
zarar vereceği de iddialar arasında
yer alıyor.
n Uçsuz bucaksız bir derya
beslenme alanı... Sağlıklı
yaşamı önemsediği için
hangi besinleri tüketmesi
gerekenleri merak edenleri
şaşkına çevirecek kadar
zor bir alan üstelik. Zira
yumurta örneğinde olduğu
gibi, bir gün vücuda büyük
zararlar verebileceği
belirtilen bir besin, kısa
süre sonra aslında çok
yararlı addedilebiliyor.
Benzer bir durum tereyağı
için de geçerli. Hekimler
neredeyse yarım yüzyıldır,
tereyağının zararlı
olduğunu söylediler.
Ancak İngiltere’nin önde
gelen kardiyologlarından
Aseem Malhotra, British
Medical Journal’de
yayınlanan makalesinde,
bu savda gerçeklik payı
olmadığını iddia ediyor.
Düşük kalorili olduğu
belirtilen margarinler
yerine, tereyağını tercih
etmesi gerektiğinin belirten
Malhotra, kalp ve damar
sağlığını korumanın
yolunun zeytinyağı, balık,
et, sebze ve meyveden
oluşan Akdeniz diyetinden
geçtiğinin altını çiziyor.
down sendromu tarİhe karışabİlİr
n Anne ve babadan gelen 23 çift kromozomdan
21’inci kromozomun kendini eşlemesi; diğer bir
ifadeyle 46 yerine 47 kromozomun oluşması Down
sendromu adı verilen rahatsızlığa neden oluyor. Bu
yıllardır bilinen bir durum. Yeni olansa uzmanların
çabaları sonucunda ek kromozomun devre dışı
bırakılması. Amerikalı biliminsanlarının yaptıkları
çalışmalar, çözümü neredeyse imkânsız görünen
bir sorunu daha ortadan kaldıracak gibi görünüyor.
Zira Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde
görev yapan araştırmacıların yaptığı ve sonuçları
Nature adlı tıp dergisinde yayınlanan çalışma fazla
genin devre dışı bırakılmasına yönelik çalışmada
başarı sağlandı. Bu da başta Down sendromu olmak
üzere birçok genetik hastalığın önüne geçilebileceği
anlamına geliyor. Ancak araştırmacılar henüz
yolun başında olduğu için bir süre daha beklemek
gerekiyor.
sağlıklı uçuşlar dİlerİz
n “Bir lisan, bir insan” sözü boşa değil. Anadili dışında ikinci bir dili konuşabilmek, insana birçok imkân tanıyor. Bu
satırların oluşmasını sağlayansa dil bilmenin kazandırdığı kültürel zenginlik değil, sağlığa faydaları. Zira biliminsanlarının
yaptığı bir araştırma, dil bilmenin bunamayı geciktirdiğini ortaya çıkardı. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi ile
Hindistan’daki Nizam Tıp Bilimleri
Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen araştırma
kapsamında 650 hastayla görüşüldü. Dil bilmeyle
ilgili bugüne kadar yapılan en geniş çalışma
olma özelliğine sahip bu araştırma sonucunda,
dil bilenlerin vasküler, Alzheimen ve beynin
ön kısmının alt kısımla birleştiği frontotemporal
bölgede meydana gelen bunamalara
daha geç yakalandığı ortaya çıktı. Buna neden
olarak da farklı dilleri oluşturan farklı seslerin,
sözcüklerin, kavramların, dilbilgisi yapılarının
doğal bir beyin eğitimi sağlaması gösterildi.
İkinci dil bunamayı geciktiriyor
Avustralyalı spor bilimcilerinin yaptığı araştırma, bizleri suyla ilgili ezberimizi bozmaya değilse de bildiklerimizi sorgulamaya yöneltiyor. Zira bu araştırma su tüketiminin sporcu performansını etkileyen bir unsur olmadığını ortaya çıkardı.
Uçuşa başlamadan önce ve uçuş esnasında alınacak birkaç küçük önlem, bu yolculuğu kabusa döndüren kulak tıkanıklığını engelleyebilir.
yararlı mı, zararlı mı?
42 İSTASYON İSTASYON 43
sağlık
sının da eşlik ettiği dispepsi vakalarında, bazen öncelikle proton-pompa inhibitörü (PPI-Asid baskılayıcı ilaçlar) reçete ediliyor ve takipte hastanın yakınmalarında gerileme olabiliyor. Göğüs yanmasının belirgin olmadığı dispepsi vakalarındaysa yakınmalar PPI ile gerilemiyor. Helicobacter pylori enfeksiyonu varlığı, invaziv veya non invaziv yöntemlerle araştırılıyor ve varlığı kanıtlandığında uygun tedaviler veri-liyor. Dispeptik yakınmalara sebep olan mide ülseri, Hpylori tedavisiyle iyileşirken fonksiyo-nel dispepi yakınmaları tam olarak gerilemi-yor. Kısacası araştırma yapılmamış dispepsile-rin hepsi fonksiyonel dispepsi değil. Daha önce araştırmaları yapılmış ve dispepsi yakınmaları devam eden hastalardaysa safra kesesi patolo-jileri de akla getiriliyor. Mide motilitesine bağlı problemler düşünülerek (gastroparezi) hasta-ların mide boşaltım zamanları da inceleniyor.
Dispepsi genetik bir hastalık mıdır? Hastalığa neden olan etkenleri nasıl öğreniyorsunuz?Dispepsiye yol açan organik sebepler muhte-lif. Bu sebepler; gastroduodenoskopi, batın ultrasonografisi, çeşitli kan tetkikleri gibi sık kullanılan tanı yöntemleriyle öğrenilebileceği gibi, bazı vakalarda daha az sıklıkla kullanılan mide-boşaltım sintigrafisi, batın tomografi-leri, detaylı ve özellikli kan tetkiklerine de ih-tiyaç duyulabilir. Ailesel fonksiyonel dispepsi vakaları ve dispepsi ile ilişkilendirilmiş gen polimorfizmleri saptanmış olsa da genetik rol henüz netlik kazanmadı.
Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalıkla-rıyla bağlantısı var mı? Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalık-larıyla yakın ilişkisi var. Gastroözofageal reflü hastalığı, peptik ülser, safra kesesi taşları veya safra kesesi fonksiyon bozuklukları, H.pylori enfeksiyonunun sebep olduğu gastrit gibi has-talıklar, sıklıkla dispepsiye sebep oluyor. Bun-lar dışında sindirim sitemine ait malign has-talıklar (mide kanseri, pankreas kanseri gibi), kabızlık, safra yolları hastalıkları ve pankreas hastalıkları dispepsiye neden olabiliyor. Mide-nin hareketlerini bozan bazı hastalıklarda da dispepsi sıklıkla görülüyor.
Bu sorunla gelen hastalardan yola çıkarak, daha ziyade hangi yaş aralığında görüldüğünü söyleyebilir misiniz? Dispepsi erişkin yaş grubunda çok yaygın. Gastroenteroloji polikliniğine başvuran hasta-ların yüzde 20-25’inde dispepsi yakınmaları var. Ancak stres faktörünün yoğun olduğu veya yeme alışkanlıklarının değiştiği üniversite öğ-renci grubunda ya da yeni iş hayatına başlamış
genç erişkinlerde de dispepsi vakalarının arttı-ğı gözleniyor.
İnsanları eskiye oranla hareketsiz kılan mo-dern çalışma ortamlarının oranın yükselmesi-ne etkisi nedir? Beslenme alışkanlıklarında ve diyette görülen değişimin dispepsi yakınmalarını ortaya çıkar-makta tetikleyici rol aldığı kesin. Günümüzde, daha ziyade büyük şehirlerde, ev dışındaki mekânlarda yemek yeme alışkanlığı fazlalaştı. Özellikle yağlı ve baharatlı yemeklerin, hazır meyve suları ve gazlı içeceklerin, pastörize süt ve süt ürünlerinin, kahve ve alkol tüketimin artmasının, dispepsi şikâyetlerinin de yoğun-laştırdığı düşünülüyor. Bu hastalığa yakalanan ve yakalanmayan kişiler arasında belirgin di-yetsel veya yaşam tarzı farklılıkları bulunuyor. Ancak fonksiyonel dispepsisi olan kişilerin, sindirim sistemlerinde belirgin hassasiyet ol-duğu; midelerinin, mide içindeki gıdaya karşı uyumunun bozulduğu veya aşırı hassaslaştığı gözlemleniyor. Yağlı gıdaların bu hassa-siyeti daha da artırdığı ve özellikle tokluktaki şikâyetleri tetiklediği biliniyor. Hareketsizliğin ve sonucunda oluşan kilo alı-mının da sindirim sistemi üzerinde negatif etkisi var, ancak yine de günümüzde, ya-şam tarzının ve diyet faktörlerinin dispepsi sıklığını artırdığına dair net kanıtlar içeren geniş çaplı ça-lışmalar bulunmuyor.
Dispepsi semptomlarına yakalanan kişile-rin, çalışma hayatları nasıl etkileniyor? Dispepsi olan kişilerin günlük yaşam kaliteleri, olmayanlara göre oldukça düşük. Yakınmalar genellikle yemekle ilgili olduğu için bu kişiler ya yemek yemekten çekiniyor ya da daha seçici olmaya başlıyorlar. Sosyal çevrelerinde de ba-zen bu sebeple dışlanabiliyorlar. Yakınmaları çok sık veya şiddetli olan kişilerse sıklıkla heki-me gitmek zorunda kalıyorlar. Sık sık hekime ya da hastaneye başvurma, ileri tetkikleri yap-tırmak amacıyla zaman ayırma, kişiyi hem iş hayatında ve hem de maddi olarak da sıkıntıya sokabiliyor. Ayrıca yoğun iş temposu ve yemek
düzeni sağlıksız olan dispepsili hastalar, verilen ilaçları düzenli kullanıp diyetlerine gereken önemi gösterme şansına sahip olamıyorlar.
Hastalığa yakalananların, hayatlarını kolay-laştırmak için iş yerlerinde bireysel olarak al-maları gereken tedbirler nelerdir? Bu kişilere mümkünse yanlarında kendi ye-meklerini götürmelerini, belli tür gıdaları tü-ketmelerini, belli gıdalardan uzak durmalarını öneriyoruz. Çay, kahve tüketimlerini azaltma-larını istiyoruz. İş ortamındaki yoğunluk ve stresle de baş etmek için gereken tıbbi veya sosyal destekleri almalarını salık veriyoruz. İş-yerinde aralıklı egzersiz yapmalarını ve müm-kün olduğu kadar yemek saatlerine özen gös-termelerini söylüyoruz.
Hangi durumlarda ilaç tedavisi uygulanır? İlaç, tedavinin olmazsa olmazı mıdır? Helicobacter pylori varlığında veya şüphesinde bakteriyi yok etme amaçlı antibiyotikli tedavi
rejimleri öneriyoruz. Peptik ül-ser ya da gastriti varlığında
veya mide asidinin art-tığı durumlardaysa,
hastalara mide asidi baskılayıcı ilaçları veriyoruz. Mide hareket-lerinde yavaşla-ma söz konusu
olduğunda, sin-dirim sisteminin
hareketlerini artıran ilaçları reçete ediyoruz.
Kısacası, ilaç önermediği-miz dispepsi hasta sayısı çok az.
Bu semptoma yakalanmamak veya yakalan-dıktan sonra tedavi sürecini hızlandırmak için kişi neler yapmalı?Dispepsi tanısı alan hastanın kendisine rahat-sızlık veren özellikli gıdalardan uzak durması, hekimi tarafından verilen tedavileri aksatma-ması gerekiyor. Verilen tedaviden fayda gör-memesi durumunda, hasta tekrar hekimine başvurmalı. Düzenli ve sağlıklı beslenme, spor yapmak, stres faktörlerini en aza indirgeme-ye çalışmak da dispepsi tedavisi için oldukça önemli faktörler.
Dispepsi, hastalıktan ziyade semptom olarak görülüyor. Siz dispepsiyi nasıl tanımlarsınız? Gerçekten, dispepsi ile ortak anlamda olduğu düşünülerek onun yerine kullanılan birçok semptom grubu ve hastalık ismi var. Hastalar arasında daha ziyade hazımsızlık ya da sindi-rim güçlüğü olarak tanımlanıyor. Bu sebep-le birçok hasta, dispepsi tanısını anlamakta güçlük çekiyor. Gastroduodenal’den, yani üst gastrointestinal bölgeden kaynaklandığı düşü-nülen dispepsi, farklı sebeplere bağlı gelişme-siyle bir sendrom olarak da tanımlanabiliyor. Bu semptomlara sebep olabilecek organik sistemik ve metabolik bir sebep bulunursa buna organik dispepsi, hiçbir şey saptanmazsa fonksiyonel dispepsi deniyor. Tetkiklerle orga-nik bir sebep bulunmamışsa ve en az son altı aydır, yemek sonrası hissedilen, rahatsızlık ve-ren şişkinlik, dolgunluk, bulantı ve erken doy-ma (yemek sonrası huzursuzluk / rahatsızlık sendromu) veya mide ağrısı ve mide yanması şikâyetlerinden biri veya daha fazlası yaşanı-yorsa dispepsiden şüpheleniliyor.
Dispepsi, sindirim sistemiyle ilgili diğer hasta-lıklardan nasıl ayrılır? Dispepsi şikâyetiyle ilk kez hekime başvuran
hastaya yaklaşımla daha önceden dispepsi sebepleri araştırılmış hastaya yaklaşım farklı. Eğer bir hasta ilk kez dispepsi yakınmasıyla hekime başvurduysa, öncelikle bunun sade-
ce üst sindirim sistemiyle ilgili olup olmadığı araştırılıyor. Kabızlık, ishal, karın ağrısı gibi alt sindirim sistemine ait yakınmaların varlığı, dispepsi tanısından uzaklaştırıyor. Açıklan-mamış kilo kaybı ve iştahsızlık, tekrarlayan kusmalar, ilerleyici tarzda disfaji-yutma güç-lüğü, gastrointestinal kanama gibi herhangi bir organik hastalığın habercisi olabilecek alarm yakınmalar sorgulanıyor. Alarm yakın-malar varsa ve hastanın yaşı ilerlemişse vakit kaybetmeden gastroduodenoskopi yapılıyor ve H.Pylori enfeksiyonu araştırılıyor. Hastaya ağrı kesici tarzda ilaçlar ve aspirin kullanıp kul-lanmadığı soruluyor. Bu ilaçların kullanımı, ülser ya da gastrit gibi mide kaynaklı tanıları daha çok düşündürüyor. Reflü semptomları-nın olup olmadığı araştırılıyor. Göğüs yanma-
Çalışanı, çalıştırmayan hastalık: Dispepsi
Yemek sonrası hissedilen şişkinlik, dolgunluk, bulantı, mide ağrısı ya da mide yanması gibi şikâyetlerin dispepsiye işaret edebileceğini belirten Acıbadem Fulya Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, düzenli ve sağlıklı beslenmenin, stresten uzak durmanın ve spor yapmanın tedavi sürecinde etkili olduğunu belirtiyor.
Acıbadem Fulya Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, dispepsinin erişkin hastalığı olduğunu ancak değişen beslenme alışkanlıkları nedeniyle gençlerde de görüldüğünü belirtiyor.
SÖYLEŞİ: SEMA ULUDAĞ
Yağlı ve baharatlı Yemekler, hazır meYve suları ve gazlı içecekler, pastörize süt ve süt ürünleri, kahve ve alkol tüketimi dispepsi şikâYetlerini Yoğunlaştıran nedenler.
SAĞLIK
44 İSTASYON İSTASYON 45
Araçlarda kullanılan LPG - CNG yakıt sistemleriLPG ya da CNG’nin, araçlarda alternatif yakıt olarak kullanılanılması gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Araç yakıt sisteminin alternatif yakıttan yararlanabilecek şekilde düzenlenmesini ve yeni tesisatın kullanılmasında dikkat edilmesi gereken hususları Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlattı.
LPG ile CNG, “Liquid
Petroleum Gas / Likit Petrol
Gazı” ve “Compressed Natural
Gas / Sıkıştırılmış Doğal Gaz”
kelimelerinin kısaltılmalarıdır.
Kısa süre öncesine kadar
LPG sadece birtakım sanayi
işletmelerinde kullanılıyordu.
Doğalgazın sanayide
değerlendirilmeye başlanması
sürece farklı bir bakış açısı kazandırdı. Katı ve sıvı yakıtlara
alternatif; taşınması, depolanması, kullanımı kolay bu ürün
kül ve cüruf gibi atıklar çıkarmıyordu. Daha da önemlisi
emisyon değerleri açısından doğa dostuydu. Bu nedenle
de hastanelerin, konutların, enerji üretim tesislerinin
yanı sıra araçlarda da kullanılmaya başladı. LPG, propan,
bütan ve izobütan gibi yanıcı gazların karışımından oluşan
bir gaz. Türkiye’de yüzde 30 propan, yüzde 70 bütan
gazlarının karışımıyla oluşturulsa bile, soğuk ülkelerde
bu oran yarı yarıya seviyelerinde
gerçekleştiriliyor. LPG’yi kapalı
bir kapta sıvı halde saklayabilmek
için atmosfer basıncının beş katı
civarında (yaklaşık 5 bar) basınca
ihtiyaç var. Doğalgazın depolama
kapasitesini artırmak içinse
CNG’nin 200-300 bara kadar
sıkıştırılması gerekiyor. Bir litre sıvı
LPG, gaza dönüştüğünde, normal
şartlarda yaklaşık 250 litre hacme ulaşıyor. LPG doğalgazın
aksine havadan yaklaşık iki kat ağır olduğu için sızıntı
durumunda birikerek çöküyor. Gaz kaçağının
hemen anlaşılması amacıyla, LPG rafinerilerde
kokarcalarda da (üstte) bulunan etil merkaptanla
kokulandırılıyor. LPG kolay alev alan bir gaz, daha da
önemlisi çevre sıcaklığında havayla patlayıcı karışım
oluşturuyor. Kısa süreli de olsa aşırı dozda solumak ölümle
sonuçlanan boğulmalara yol açabiliyor.
Elektronik regülatörler (2 A)
selenoid valf ile kumanda edilirken
mekanik regülatörler (2 B) vakumla
kumanda edilir. Regülatörler
üzerinde bulunan markası, cinsi (LPG
veya CNG regülatörü), tipi ve seri
numarası bilgileri. araç muayenesi
sırasında sisteme kaydediliyor.
Bu bilgilerden herhangi birinin
tespit edilememesi kusur olarak
değerlendiriliyor.
her şey sisteme kayıtlı
LPG veya CNG kullanımı için araçlara monte edilen donanımın aracın
mevcut yakıt sistemiyle uyumlu olması gerekiyor. Bu nedenle araçlara
karbüratörlü ya da enjeksiyonlu yakıt sistemlerine uygun LPG veya CNG
donanımları montajı yapılıyor.
lPG / CNG sistemi türleri
LPG veya CNG’nin depolanması için yüksek basınca ve darbeye karşı
dayanıklı malzemeden üretilmiş tanklar kullanılır. Tank üzerinde e
veya E onayı (ECER 67) olması gerekir. Silindirik, simit, eliptik, ikiz ve
ikili olmak üzere beş çeşit LPG tankı var ve yaygın olarak silindirik LPG
tankı kullanılır. Silindirik LPG tankı, bir sehpa ve en az iki bağlama
kuşağıyla birlikte araç gövdesine emniyetli bir şekilde sabitlenir.
Burada önemli olan kuşaklarla tank arasında izalasyonun olmasıdır.
Tank üzerindeki etikette cinsi (LPG veya CNG), markası, tipi, seri
numarası, imal ay ve yılı bilgileri bulunur. Bu bilgiler tank üzerinden
okunarak muayene sistemine kayıt edilir, bilgilerden herhangi birinin
tespit edilememesi kusur olarak değerlendirilir. LPG ve CNG tanklarının
kullanım süresi 10 yıldır. Tankların kullanım sürelerinin aşılmış olması
da kusur olarak nitelendirilir. Multivalf ve bağlantılarının içinde
bulunduğu koruma kutusu, olası
gaz kaçaklarının havalandırma
boruları aracılığıyla bagaj
içerisinden araç dışına tahliye
edilmesini sağlar. Bu nedenle
multivalf koruma kutusunun,
havalandırma hortumlarının,
hortum kelepçelerinin
sağlamlığının sürekli kontrol
edilmesi gerekir. LPG dolum ağzı
sabit ve tamamen sızdırmaz olmalı, kendi ekseni etrafında dönmemeli
ve kesinlikle aracın dışında, atmosfere açık bir yere montajı
yapılmalıdır. Dolum ağzı bagaj içerisine veya doğrudan atmosfere açık
olmayan bir alana kesinlikle yerleştirilemez. Aracın kabini dışında
olması şartıyla tampon altına veya gizli bir alana yerleştirilebilir.
lPG / CNG sistemi ekiPmaNlarıNDaNBaZıları Ve ÖZellikleri
LPG valflerinin, hortumlarıyla bağlantı noktalarının
birleşim yerlerinin sızdırmazlığı, muayene
sırasında gaz kaçak kontrol cihazıyla kontrol edilir.
Donanımın sağlamlığı ve uygun serilip serilmediği,
yakıt hortumlarının egzoz tesisatına yakın olup
olmadığı, gaz sızdırmazlık raporunun mevcudiyeti
ve uygunluğu gibi hususlar da muayene kapsamında
değerlendirilir.
GaZ sıZDırmaZlık uNsuru
LPG veya CNG sitemlerinde kulanılan bazı parçalar şunlar.
-Regülatör,
-LPG Enjektörü,
-LPG Valfi,
-Benzin Valfi,
-LPG Tankı,
-Multi Valf,
-LPG Dolum Ağzı,
-LPG Tank Şamandırası,
-Mikser,
-Gaz Filtresi,
-LPG Boruları,
-LPG Anahtarı ve kabloları,
-LPG tankı.
lPG / CNG sistemiNiN BaZı ParÇaları
Enjeksiyonlu sistemlerde kullanılan Electronic Control Unit (ECU), enjeksiyon
hatları (rail) ve enjektörler karbüratörlü sistemlerde kullanılmıyor. Bu iki
sistem arasındaki en önemli farklardan biri de LPG’yi sıvı halden gaz hale
dönüştüren regülatörlerin yapısında ortaya çıkıyor. Karbüratörlü sistemlerde
mekanik / vakumlu regülatörler bulunurken enjeksiyonlu sistemlerde
elektronik kontrollü regülatörler kullanılmaktadır.
ETİKET
SEHPA
2A
2B
KUŞAK
ENJEKTÖRSİLİNDİRİK TANK
MULTİ VALF KORUMA KUTUSU
DOLUM AĞZI
ENJEKTÖR VE BAĞLANTI HORTUMLARI
CNG SİSTEMİNİN MONTE EDİLMESİ
LPG TESİSATI PARÇA ÖRNEKLERİ
UZMAN GÖZÜYLE
46 istasyON istasyON 47
KüçüK İşletmelerve sosyal medya
mesajlaşmanın yeni adı: snapchatn Son günlerin çok konuşulan konularından Snapchat, mobil mesajlaş-
ma uygulamaları arasında en farklı olanı belki de. Program sayesinde
mesajınızı gönderirken bir fotoğraf çekiyorsunuz, sonra dilerseniz bu fo-
toğrafı süsleyebiliyor, üzerinde çizim yapabiliyor veya yazı yazabiliyor-
sunuz. Hatta video bile çekebiliyorsunuz. Programın kilit noktası, karşı
tarafın fotoğrafı maksimum 10 saniye görebilmesi veya videoyu sadece
bir kere seyredebilmesi. Görünen fotoğrafları kaydederseniz, karşı taraf
bundan haberdar oluyor.
Facebook’un Snapchat’i 3 mil-
yar Dolar’a satın alma girişimi, genç
kitleyi farklı yollardan elde tut-
ma amacından kaynaklanıyor ola-
bilir. Snapchat’te günde 400 mil-
yondan fazla fotoğraf paylaşılıyor.
Gelen son verilere göre dev sos-
yal ağ Facebook’a günde ortalama
350 milyon, Instagram’a ise 50 mil-
yon fotoğraf yükleniyor. Bu da kısa
sürede Snapchat’in Facebook ve
Instagram’ı solladığı anlamına geliyor.
23 yaşındaki CEO Evan Spiegel’in, henüz hiç gelir elde etmemiş üç
yıllık şirketi için yapılan 3 milyar Dolar’lık teklifi reddetmesi çılgınlık ola-
rak algılansa bile, önümüzdeki günlerde “Snapchat” ve “Pazarlama” ke-
limelerini aynı cümle içinde daha çok göreceğiz.
n Facebook’un ilkokul arkadaşlarımızı bul-
duğumuz alan olduğu günler, artık geri-
de kaldı. Global markaların hemen hep-
si, çeşitli sosyal medya platformlarında yer
edinmekle kalmayıp bu dünyanın tam da
kalbine girmiş durumdalar. Bununla birlik-
te, her gün daha fazla sayıda işletme, sos-
yal medyaya uyum sağlamak için kapsamlı
bir dönüşüm süreci için adım atıyor.
Geçtiğimiz günlerde Techcrunch’a
açıklama yapan Facebook, 25 milyon kü-
çük işletmeden 1 milyonunun, sosyal ağ
üzerinde aktif olduğunu belirtti. Sosyal
medyada etkili bir şekilde yer alan küçük
işletmeler, gelişmelerini, ürün lansmanla-
rını, araştırmalarını ve anket faaliyetlerini
bu sayede gerçekleştiriyorlar. Müşterilerle
iletişim ve etkileşimin yanı sıra promosyon
ve satış şansının geleneksel pazarlama
araçlarına göre daha ucuz ve hızlı olması
gibi etkenler de bu mecranın cazibesini ar-
tıran unsurlar. Söz konusu durumdan yola
çıkarak küçük işletmelerin faydalanabile-
ceği platformlara kısaca göz atalım.
Facebook sayfasında yapılacak gönde-
riler sayesinde, müşterilerinizin neleri be-
ğenip, neleri beğenmediklerini görebilir,
hatta onların görüşlerini alabilirsiniz.
Twitter, 140 karakterle sınırlı, dolayı-
sıyla bu mecrada kısa ve net paylaşımlar
yapılmalı. Etkileşimi artırmak ve bağ kur-
mak amacıyla küçük yarışmalar da düzen-
lenebilir, zira Twitter yarışmaları markayla
hayranlar arasında etkin bir bağ oluştu-
ruyor.
Bloglar, ürün veya hizmeti anlatma
aracı olarak iyi bir mecra. Ülkemizde her
ne kadar yaygın olmasa bile blog kültürü,
yurtdışında çoğu markanın sosyal med-
ya stratejisinin tam merkezinde bulunu-
yor. Blogda, işletmenizin hizmetlerini, fa-
aliyetlerini ya da ürünlerini, 140 karakter
sınırı olmaksızın detaylı bir şekilde yayın-
layabilirsiniz.
Foursquare, özellikle sosyal medya-
yı etkin kullanan işletmeler için faydalı bir
konum tabanlı sosyal ağ olarak karşımı-
za çıkıyor.
“Facebook’un profesyonel hali” diye
de tabir edilen LinkedIn’deyse şirketinizin
haberlerini, etkinliklerini profesyonel çev-
renizle buluşturabilirsiniz.
Adobe’nin geçtiğimiz günlerde yayınla-
dığı araştırmaya göre, sosyal medya pa-
zarlaması, önümüzdeki üç senenin en
önemli pazarlama alanı olacak. Tıpkı bü-
yük markalar gibi küçük işletmeler de ge-
lir ve müşteri tabanını artırmak için sosyal
medya trendlerini kullanarak varlıkları-
nı hissettirebilirler. Küçük işletmeler, pro-
fesyonel destekle yapılacak sosyal medya
ölçümleri sonucunda belirleyecekleri net
ve samimi stratejileriyle ge-
leceğin pazarlama aracın-
dan etkili bir şekilde yarar-
lanabilirler.
Tuna Kabadayı, Sosyal Medya
Uzmanı, Likeable Istanbul
n Bugüne kadar sosyal medyayla hayatımıza yeni yeni kelimeler, terim-
ler, kullanımlar girdi ve tüm bu sözcükler günlük hayatımızda kendile-
rine bir yer edindi. Dünyada yaşayan herkes, belki de bu sayede daha
fazla ortak sözcük kullanmaya başladı. Sosyal medyanın globalleşmeye
en belirgin katkılarından biri de bu sözcükler olsa gerek.
Yakın zamanda, bu sözcüklerden biri yeni bir anlam kazandı. Oxford
Sözlüğü’nün “2013 Yılın Sözcüğü” seçimi, sosyal medyanın hayatımızda-
ki önemini bir kez daha kanıtladı: Selfie.
Selfie, kişinin cep telefonuyla kendi fotoğrafını çekmesi anlamına
geliyor. İlk kez 2002 yılında Avustralya’daki bir forumda telaffuz edilen
kelimenin, sadece 2013 yılındaki kullanımı yüzde 17 bin artmış. Özellikle
Twitter ve Instagram’daki Selfie kullanımını gözden kaçırmayan Oxford
da bu fırsatı değerlendirerek selfie’yi yılın sözcüğü olarak belirlemiş.
Ünlüler, oyuncular, şarkıcılar hatta Amerikan Başkanı’nın eşi bile
selfie’ler paylaşırken, siz hâlâ bu sosyal medya tren-
dinden uzak mı kaldınız? Hemen şimdi akıllı tele-
fonunuzun ön kamerasını açın ve gülüm-
seyin! Güzel bir Instagram
efektiyle ilk selfie’niz ha-
zır. Hashtag eklemeyi
de unutmayın: #selfie.
Süzet Halki,
Sosyal Medya Uzmanı,
Likeable Istanbul
devir, #selfie devri
PInterest’le artIK PIn’lere yer eKleyebİlİyoruzn Bir geliri olmamasına rağmen değeri 3,8 milyar
Dolar’ı bulan Pinterest, yeni bir özellikle karşımızda.
Kendi blogunda üyelerinin her gün yaklaşık 1,5 mil-
yon yeri pin’lediğinden bahseden şirket, Pinterest
üzerinde 750 milyon konum “pin”i olduğunu belirt-
ti. Bu da böyle bir özelliğe hâlihazırda talep olduğu-
nu gösteriyor.
Web, iOS ve Android için aynı anda piyasa-
ya sürülen bu özellik için, Foursquare, Stamen ve
MapBox’tan harita desteği alan Pinterest, aynı za-
manda Airbnb, Yelp ve TripAdvisor’dan da yapılan-
dırılmış veri desteği alıyor.
Yeni eklenen bu yer özelliğiyle kullanıcılar, pa-
nolarına interaktif bir harita ekleyebilecek, akıllı te-
lefonlarından bu haritaya bakabilecek, hareket ha-
lindeyken, harita üzerinde yollarını bulmak için bile
kullanabilecekler. Yer “pin”leri aynı zamanda adres
ve telefon numarası gibi detayları da içeriyor.
Kendi yer panosunu hazırlamak isteyenler, yeni
oluşturdukları ya da önceden var olan panoları-
nı değiştirmek istediklerinde, harita ekle seçeneği-
ni tıklıyorlar. Bu işlemden sonra, yeni ve daha ön-
ceden var olan yer “pin”lerinin haritalarını çıkarmış
oluyorlar. Oldukça basit ve kullanım kolaylığı olan
bir işlem… Büyük turizm şirketleri ve oteller özelliği
çoktan kullanmaya başladı ve olumlu geri dönüş al-
dıklarını belirtti. Peki, bu yeni özellik sadece turizm
sektöründeki işletmeler için mi işe yarayacak?
Hayır. Yerel ve küçük işletmelerin de kolaylık-
la faydalanabileceği bu özellik, mağaza içi trafiğini
de artırabilir. Burada önemli olan kullanıcıların sizi
bu “yer pini” özelliğiyle bulabilmelerini sağlamak.
Müşterilerinizin sizin mağazanızı kendi panolarında-
ki haritalarda “pin”lemiş olmaları gerekiyor. Bunun
için müşterileri buna yönlendirecek alternatif çö-
zümler bulmak faydalı olacaktır.
n Uzun zamandır beklenen Spotify, artık Türkiye’de. Gençler arasında oldukça popüler olan Spotify, kesintisiz
müzik hizmeti veriyor. Tüm şarkıları online olarak dinleyebiliyor, kendi listelerinizi oluşturabiliyor ve diğer üye-
leri takip edebiliyorsunuz. Bu sayede arkadaşlarınızın ne dinlediğini de öğrenebiliyorsunuz. Ayrıca premium
üyelik seçeneğiyle offline olarak ve mobil cihazlardan da şarkılara ulaşmak mümkün.
Uygulamanın müzik tarzlarına göre radyolarının bulunması, istediğiniz tarzda müzikleri sürekli olarak dinle-
menizi sağlıyor. Kısacası Spotify için odak noktası müzik olan bir sosyal ağ diyebiliriz. Böyle olunca markalar da
bu fırsatı kaçırmıyor ve çeşitli Spotify reklam uygulamala-
rı gerçekleştiriyor. Yurtdışında Spotify ile entegre pek çok
kampanyaya rastlamak mümkün.
Önümüzdeki dönemde, özellikle otomobil markaları-
nın öne çıktığı alanda birçok yaratıcı uygulama gerçekleş-
tirmek olası görünüyor. Müzik tarzlarına göre hedefleme-
ler veya interaktif uygulamalar Spotify’ı ön plana taşıyacak.
Önümüzdeki günlerde ülkemizde de ne gibi çalışmalar ger-
çekleşecek, hep birlikte göreceğiz.
2014’te sosyal medyada ne olacak?n 2013 yılıyla birlikte küçük ve büyük birçok organi-
zasyon, sosyal medyanın markalar üzerindeki önem
ve etkisini anladı; birçoğu hâlâ sosyal medyayla gelen
bu sorumluluğu taşımaya çalışıyor. Yediden yetmişe
herkesin rahatlıkla söz sahibi olabildiği, hatta belki de
kendi küçük toplumunu yarattığı bu pazarlama kolun-
da işletmeler, doğru strateji, hedefleme ve iletişimle
geleceklerini belirliyorlar. Bu nedenledir ki, önümüz-
deki yıllarda organizasyonlar, sosyal medya için bü-
yük bütçeler ayıracaklar. Sürekli yenilenen; farkındalı-
ğın artmasıyla rekabet ortamının da oluştuğu bu dijital
dünyada, arzu edilen geri dönüşe erişebilmek, mar-
ka imajına katkı sağlamak, rekabet üstünlüğü yarışını
kazanabilmek için hangi yeni trendlerin takip edilmesi
gerektiği akıllara takılan sorulardan biri. Dünyada in-
ternet kullanıcı sayısı 2,7 milyar, bu da dünya nüfusu-
nun yüzde 39’una tekabül ediyor. Her gün çeşitli plat-
formlarda varolan bu nüfus, paylaşılan bilgiyi, son
derece hızlı tüketiyor. Bu nedenle paylaşılan içerik ilk
etapta büyük önem taşıyor. Araştırmalara göre görsel
içeren paylaşımlar, metinlere göre bin kat daha etkili.
Görseller akıla kalıp, uzun süre etki sağlayacağından,
sadece “etkili” değil, kesinlikle “gerekli” bir yöntem.
Jeffbullas.com’dan edinilen bilgilere göre 2013 yı-
lında Facebook, Twitter ve Google+ üzerinde gör-
sel paylaşımı birinci sırada geliyor. Aynı zamanda ta-
mamen görsel ortamı olan Pinterest’te yüzde 88 gibi
bir büyüme söz konusu. Ancak doğru zamanda, doğ-
ru kitleye ulaşmayan içerikler etkisini elbette yitirecek.
Diğer yandan, Google+, önceleri istediği hedefe ula-
şamasa da, 343 milyon kullanıcısıyla sosyal ağlar ara-
sındaki yerini koruyor. Kullanıcı verilerine ulaşmaya
yönelik yaptıkları son optimizasyonlarla, bu platform
da olanlara önemli avantajlar sağlayarak hedef kitleye
erişebilmede birçok platformun önüne geçebilir. Vi-
deo paylaşılan platformlara baktığımızda, her bir saat-
te toplam 100 saatlik video yüklenen YouTube, elbette
ki başı çekiyor. Sonradan eklenen Vine ve Instagram
da bu yarıştaki yerini aldı. Görünen o ki, 100 milyonun
üzerinde olan Vine ve Instagram tekil kullanıcı sayısı,
YouTube’un aylık 1 milyar tekil kullanıcı sayısına ulaşa-
cak. Bu sonuç da, markaların video paylaşım sitelerine
vermesi gerektiği önemin altını çizmeye yeter. Face-
book ve Twitter, 2014 yılında da platform olarak yine
başı çekecek, ancak alternatif içerik stratejileri ve yeni
platformlara uyum, markaların rakiplerinden sıyrılıp
zirveye daha çabuk ulaş-
masında etkin rol
oynayacak.
Şebnem Kavcin, Sosyal
Medya Uzmanı,
Likeable Istanbul
spotify’da marka olmak
48 İSTASYON İSTASYON 49
sosyal medya
Sosyal medya sayfaları ve tarafından hazırlanmıştır.
Mobİl oyunda Mücadele sürüyorKonsol oyunlarda firmalar rakiplerini geride bırakabilmek için bir yandan mevcut ürünlerine yeni özellikler eklerken bir yandan da yeni oyunlar üzerine çalışıyorlar. Konsolda hal böyleyken mobil oyun üreticileri de boş durmuyor elbette. İşte mobil oyun dünyasındaki son gelişmeler…
n scrabble’a var Mısın? Barbie, Monster High, Fisher Price gibi çocukların
vazgeçilmez oyuncaklarını üreten Mattel Grubu’na ait
Scrabble, artık bilgisayar, cep telefonu ve tabletlerde
yerine aldı. Daha
önce Facebook’ta
sosyal oyun olarak
karşımıza çıkan
Scrabble’ı, bundan
böyle Android ve iOS
kullanıcıları da her
an oynayabilecek. Bu
keyifli oyunda en az
yedi harften oluşan
kelimeyi bularak
hediye kazanma
şansı yakalıyorsunuz.
Örneğin kelimeniz
Rizotto ise şık bir
restoranda bedava
yemek yeme şansı yakalayabiliyorsunuz. Ücretsiz
uygulamayla bunun gibi birçok hediye kazanmak
mümkün. /iOS, Android versiyonların ücretsiz olduğunu
da hatırlatalım.
n İçİnİzdekİ Menajerİ çıkarınOyun dünyasında önemli kategorilerden biri de, futbol.
Bu kategori içerisinde yer alan menajerlik oyunlarının
fanatikleri azımsanamayacak kadar çok. Menajerlik
oyunları PC ve konsoldan sonra şimdi de mobil
dünyadaki yerini alıyor. Top Eleven adındaki bu futbol
menajerlik oyunuyla kendi kadronuzu oluşturarak
takımınızı yönetiyorsunuz. Yine diğer menajerlik
oyunlarında olduğu
gibi, futbolcularınızı
hem taktik hem
de teknik anlamda
geliştirecek
aksiyonlar
alıyorsunuz. Takımınız
başarılı olursa,
yerel ve uluslararası
kupalarda top
koşturmaya hak
kazanıyorsunuz. Her
erkeğin gönlünde bir
teknik direktör yatar!
Siz de tekniğinizi
ücretsiz olarak
konuşturabilirsiniz.
n ava çıkan avlanır…Deer Hunter 2014, adından da kolayca anlaşılabileceği
gibi bir avcılık oyunu bu... Önce bir silahlar, ardından
avlanma bölgenizi seçiyorsunuz. Geriye kalansa,
verilen görevde kaç tane gerekiyorsa o kadar hayvanı
avlamak. Görevinizi başarıyla tamamlarsanız, bir sonraki
göreve ilerlememiz için hiçbir neden yok. Tek dikkat
etmeniz gerekense cephanenizi dikkatli kullanmak.
Hayvanseverleri kızdırması kuvvetle muhtemel bu oyun,
Android’lerde ücretsiz olarak yer alıyor.
n neyse halİn, çıksın falın…Fala inanmayanları
bile çelişkiye
düşürecek nitelikler
barındırır kahve falı.
Ancak kahve falının
sadece fincandan
bakılabileceğini
sanıyor ve fala
bakmak için birine
ihtiyaç olduğunu
düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz. Zira
artık her derde deva
olan cep telefonları
bu alana da el attı.
Kahve falına bakacak birinin ne derece güç olduğunu
bilen uygulamacılar, cep telefonları için yeni bir sistem
geliştirdiler. Bu uygulamanın ilk aşamasında klasik
yöntemi uyguluyorsunuz. Yani önce kahvenizi için
kapatıyorsunuz.
Ardından fincanı açıp içinin fotoğrafını çekiyor ve
“neyse halim, çıksın falım” diyerek Kahve Falı sistemine
gönderiyorsunuz. Falınıza ait yorumlar bir saat
içinde size ulaşıyor. Bu uygulamayı ücretsiz olarak
telefonunuza indirebilseniz de fal için belli bir meblağ
ödemeniz gerekiyor..
n Türkiye’nin en büyük oyun
dağıtıcısı Aral, dünyanın en iyi oyun
yapımcıları arasında gösterilen ve
oyun pazarına büyük katkıda bulunan
Warner Bros. ile anlaşmaya vardığını
duyurdu. Anlaşmanın ardından Aral,
oyun dünyasının büyük sabırsızlıkla
beklediği Batman™: Arkham Origins,
Lego Marvel Super Heroes gibi ünlü
oyunları dünyayla aynı anda Türkiye
pazarına sunacağını belirtti. Warner
Bros.’un vazgeçilmez oyunları Kasım
ayından itibaren tüm mağazalarda
yer almaya başladı.
aral, Warner bros İle anlaştı
n İki dev konsol üreticisi Sony ve Microsoft, tanıtımlarını çok önce yaptıkları ürünlerini tüketicilerle buluşturdular.
Yılbaşı öncesi alışveriş sezonunu yakalayan firmalardan Sony, PlayStation 4’ü, 13 Aralık’ta Türkiye’de de satışa sundu.
Xbox One’ın Türkiye tarihi ise 2014’e kalmış görünüyor. Türkiye pazarını ciddiye aldığını gösteren Sony’nin, konsolun
yanı sıra dört özel oyunu da PS4 ile birlikte oyun tutkunlarının ilgisine mazhar olmayı bekliyor.
First-person shooter (FPS) türü aksiyon oyunu “Killzone: Shadow Fall” ve aksiyon platform oyunu Knack, PS4’ün
lansmanıyla aynı anda satışa sunulacak. “Killzone: Shadow Fall”, serinin altıncı oyunu ve 3’üncü
oyundan 30 sene sonrasında geçen olayları kurguluyor: Vektan ve Helghast ırkları, çok büyük bir
duvarla ayrılmış bir şehirde birlikte yaşarlar. Aralarında devam eden soğuk savaş, bir süre sonra
şiddetli bir çatışmaya dönüşür. Hikâye, bir ISA ajanı olan (The Interplanetary Strategic Alliance)
Lucas Kellan’ın etrafında şekillenir. Savaş, fütürist gezegen Vekta’yı içine çektiğinde, çok geçmeden
doğruyla yanlış arasındaki çizgi silinmeye başlar.
konsol savaşlarında yenİ döneM başladı
knack heyecanın Sony Computer Entertainment stüdyolarının PS4 ile
aynı anda piyasaya süreceği diğer oyun Knack ise bir
tür aksiyon/platform oyunu. İlk kez bu yılın başında
PS4’ün lansman oyunlarından birisi olacağı duyurulan
Knack, geliştirici firma Japan Studios tarafından
tanınmış oyun direktörü Mark Cerny ile birlikte
tasarlandı. Oyunda türler arasındaki savaş, gitgide
yayılır. İnsanlar ve Goblinler hayatta kalma savaşı
verirler. Goblin ırkı, Gundahar isimli bir lider tarafından
yönlendirilirken, eski medeniyetler üzerine araştırma
yapan bir doktor, bir kalıntı bulur ve üstünde yapılan
birçok deney sonrasında ortaya gizemli güçleri olan ve
Knack adı verilen bir yaratık çıkar. Knack, etkileşimde
olduğu nesneleri, kendi vücudunda birleştirme yeteneğine
sahiptir ve üç insan boyutlarına ulaşabilir. Doktor, bu
gizemli yaratığın, Goblinler’le yapılan savaşta önemli
bir rolü üstleneceğine inanmaktadır. Oyuncular, Knack’i
kontrol edecek ve keşfedecekleri bölümler boyunca,
nesneler veya objelerle etkileşim içerisinde olacakları
gibi birbirinden farklı ve zorlu seviyedeki bulmacaları
çözecekler. Oyun direktörü Mark Cerny, yapmış olduğu
bir açıklamada oynanışının, Crash Bandicoot, Katamari
Damacy ve biraz da God of War’a benzediğini söylüyor.
Bunlar da var…
n Arkadaşlarınıza yapacağınız süper
bir şakaya veya her an ilgi çekmeye
ne dersiniz? Crack Your Screen adlı
ücretsiz oyunla ekranınızda “derin
çatlaklar” oluşturmanız mümkün.
Birçok hazır çatlak deseninin
bulunması ve Android’lerden
ücretsiz olarak indirilebilmesi de
çabası.
n Popüler otomobil ilan sitelerinden
Arabam.com artık aplikasyon
oldu. Arabam.com’un Android
uygulamasında 150 bini aşkın
ikinci el güncel otomobil ilanına
ulaşabiliyorsunuz. İlanı veren
kişinin adresini harita üzerinden
görebildiğiniz bu uygulamayı
Android’lerinizden ücretsiz olarak
indirebilirsiniz.
crack your screen
arabaM.coM
Devamı geliyor… Aralık ayındaki lansmandan sonra da heyecan bitmiyor. PS4’ün yine en çok beklenen oyunları arasında
gösterilen Drive Club Şubat ayında, Infamous: Second Son ise Mart 2014 tarihinde oyunseverlerle buluşacak. Her dört oyun
da, Türkçe dublaj ve altyazı seçenekleri ile 199 TL’den satışa çıkacak.
İSTASYON 5150 İSTASYON
oyun HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR
UmUt, İnanç ve özgürlük
n O sadece Güney Afrika’nın değil,
20’nci yüzyılın ve belki de insanlık
tarihinin en önemli özgürlük
savaşçılarından biriydi. 95 yıllık
hayatının 27 yılını esaret altında
geçirdi. Boyun eğmedi, pişmanlık
duymadı. Güney Afrika’daki herkesin
rengine, ırkına, diline ve dinine
bakılmaksızın eşit haklara sahip olmasını ve demokratik
bir ülkede yaşamasını istiyordu. Ne gördüğü işkenceler ne
27 yıllık hapis hayatı onu bu düşüncesinden koparabildi.
Kararlı tutumu, hayata bağlılığı, içinde yeşerttiği umut
ve özgürlüğün bir gün mutlaka geleceğine dair inancı
sadece kendi kıtasında değil, dünyanın dört bir yanında
insanları harekete geçiren unsur oldu. İşte bu nedenledir
ki, 4 Aralık’ı 5 Aralık’a bağlayan gece hayata gözlerini
kapadığında dili, dini, ırkı, milleti ne olursa olsun
milyonlarca kişi aynı hüznü yaşadı.
Evet, Nelson Mandela’dan söz ediyoruz. Günümüzün
en büyük özgürlük savaşçısının gerçek yaşam öyküsünden
sinemaya uyarlanan “Mandela: Long Walk Freedom /
Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi, Mandela henüz
hayattayken bazı ülkelerde vizyona girdi. Dünya prömiyeri
Eylül ayında Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen
film için Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack
Obama da Beyaz Saray’da bir resepsiyon düzenledi.
Bu özel gösterime ev sahipliği yapan Obama, filmin
başrol oyuncuları Idris Elba, Naomie Harris, yönetmen
Justin Chadwick ve prodüktör Anant Singh’in yanı sıra
Mandela’nın kızları Zindzi ve Zenani Mandela’yı da
ağırladı. Türkiye’de 7 Şubat 2014’te gösterime girmesi
beklenen film, Mandela’nın çocukluğundan başlayarak
Güney Afrika’nın demokratik seçimlerle iş başına gelen
ilk başkanı olmasına kadarki süreci beyazperdeye taşıyor.
Cinnet kalp atışını yükseltir!n Yıl, 1980, aylardan Mayıs… Stephen King’in romanından
sinemaya uyarlanan “The Shining / Cinnet” filmi vizyona
giriyor. Yönetmen koltuğunda Amerikan sinemasının en
önemli isimlerinden Stanley Kubrick oturuyor.
Kamera önünde ise canlandırdığı onlarca
karakterde oyunculuktaki ustalığını
kanıtlayan Jack Nicholson var. Filmin
öyküsü ilk bakışta çok enteresan
değil aslında; Jack Torrance ve ailesi
Colorado’daki bir otele göz kulak
olmayı kabul eder. Kış ayları boyunca
kapalı kaldığı için otelde sadece
Torrance ailesi vardır. Medyumluk
yeteneği ve telepatik güçleri bulunan
ailenin küçük oğlu Danny, bir süre sonra
otelin perili olduğuna ve oteldeki ruhların
babasını yavaş yavaş ele geçirdiğine kanaat getirir.
Jack’in, otelin eski bakıcısı olan ve karısıyla birlikte iki kızını
da öldüren Grady’nin hayaletiyle karşılaşmasıyla birlikte
işler iyice karışır… Birçok sinema eleştirmeninin Stanley
Kubrick’in başyapıtı olduğunu düşündüğü film, korku ve
gerilim anlayışına farklı bir yorum kazandırıyor. Vizyona
girmesinin üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen
“Cinnet”, izleyenlerin yüreğini ağzına
getirmeyi başarıyor. Bu, dayanağı
olmayan bir iddia değil; çünkü kısa
süre önce Play.com’un düzenlediği
anketle de filmin izleyici üzerindeki
etkisi kanıtlandı. Ankette en çok
korkulan filmi soran Psite, yaklaşık
10 bin kişiden “The Shining”, “The
Exorcist” ve “Nightmare on Elm
Street” yanıtını aldı. Site daha sonraki
aşamada en korkutucu film ve sahneleri
belirlemek üzere özel gösterim düzenledi.
İzleyicilerin en çok “The Shining”i izlerken kalp atışları
artarken, “Here’s Johnny” sahnesinde yüzde 28.21, ikizlerin
olduğu sahnedeyse yüzde 23.10 ritim artışı belirlendi.
İnsanlık tarihinin en önemli isimlerinden Nelson Mandela’nın yaşamından uyarlanan “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi Şubat ayında vizyona girecek.
nİCe 125’lere ng
n Yayıncılık dünyasında uzun
ömre sahip yayın sayısı, parmakla
gösterilecek kadar az ne yazık ki…
Kesintisiz olarak beş on yıl okurla
buluşan yayınlar şanslı sayılıyor.
Ancak bir dergi var ki, tam 125 yıldır
her ay dünyanın dört bir yanından
doğa, insan ve hayvanlarla ilgili
derlediği bilgiyi meraklılarına
ulaştırıyor: National Geographic
(NG).
1888 yılının Ekim ayında, bilim ve
uzay araştırmaları üzerine çalışan
National Geographic Society’nin
yayını olarak çıkan ve o ay
sadece 165 kişiye ulaşan NG’nin,
günümüzde tüm dünyada 60
milyondan fazla okuru bulunuyor.
Tüm yayıncılık sektörünün en
ikonik markası olma unvanını
taşıyan; 125 yıllık tarihinde
keşiflere, doğanın korunmasına,
bilimsel araştırmalara öncülük
eden derginin arşivinde 11,5
milyon adet fotoğraf bulunuyor.
2001’den itibaren Türkçe edisyonu
yayınlanan ve halen Doğuş Yayın
Grubu bünyesindeki çalışmalarla
okura ulaşan derginin, bundan
sonraki yıllarda da doğaya ve
insana değer veren, keşfetmeye
meraklı binlerce kişinin arşivinde
özel bir yer edineceğine kesin
gözüyle bakılıyor.
DoğrU terCİh hayat Değİştİrİr
n “Hayat, yaptığınız tercihlerle ölçülür” diyor,
verdiği bir röportajda Burak Hakkı. Haksız sayılmaz,
zira hayat, yaptığınız tercihler doğrultusunda
şekilleniyor. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda
doğup büyüyen Hakkı, günün birinde eline geçen
katalogdaki küçücük bir yazıyı okuyup harekete
geçmese, süregiden döngünün dışına çıkmayı tercih
etmese, bugünkü kadar ünlü olmazdı. Ve Vatikan’da
düzenlenen, Uluslararası Giuseppe Sciacca Ödülleri
kapsamındaki Sinema ve Tiyatro Ödülü’nü vermek
üzere Roma’ya davet edilmezdi. Kasım ayında
düzenlenen ödül törenine organizasyonun başkanı
Prof. Don Bruno Lima ve Yunanistanlı genel sekreteri
Vasiliki Bafataki tarafından davet edilen Burak
Hakkı, “Leningrad Kuşatması” başta olmak üzere
birçok yapımda rol alan Rus aktris Olga Sutulova’ya
ödülünü takdim etti. Onu Roma’ya, ödül vermeye
götüren sürecin tohumlarıysa yıllar önce atıldı…
Yukarıdaki satırlarda da belirttiğimiz gibi Burak
Hakkı için her şey, bir katalogdaki küçücük bir
notla başladı. Lisedeyken, hem okulun hem de
Nasaş’ın basketbol takımlarında oynayan, Nasaş’tan
ayrıldıktan sonra çeşitli kulüplerden gelen teklifleri
reddeden, İstanbul Üniversitesi’nde ekonometri
eğitimi alan, borsanın daha yeni yeni
gündeme geldiği yıllarda
Eminönü’ndeki
küçük
bir ofiste brokerlik yapan oyuncunun
katalogda gördüğü ibare şuydu: “Bu
katalog çekimlerinde Başak Gürsoy
Manken Ajansı’ndaki modeller
kullanılmıştır.”
Bir ajansla temasa geçebileceği
fikrine kapılan ve bu fikri
fiiliyata döken Hakkı, o günlerle
ilgili kendisine yöneltilen soruları,
“Seçildiğimde 23 yaşındaydım.
Babamın verdiği harçlıkla
geçiniyordum. Düşünün, biri
size iş teklif ediyor. Assos’ta
bir hafta çekim yapıyor ve
ödenen ücretle kendinize bir
otomobil alabiliyorsunuz. En
büyük isteğim otomobil sahibi
olmaktı, onu da ilk işimle elde
ettim,” diyerek yanıtlıyor.
Sonrasında teklifler üst üste
geliyor; modellik kariyeri
boyunca hem ulusal
hem uluslararası binin
üzerinde projede yer
alıyor.
Milenyum çağına
girdiğimizdeyse bu
kez küçük ekranda
boy göstermeye başlıyor Hakkı. Önce “Aşk Aynı
Adreste” adlı televizyon filmiyle seyirci karşısına
çıkıyor. Ardından sırasıyla “Zehirli Çiçek”,
“Günah”, “Paşalı”, “Kırık Ayna”, “Gurbet Kadını”
geliyor. Televizyon kariyerinde asıl dönüm
noktasını başrolünü Aslı Tandoğan ile paylaştığı
“Dudaktan Kalbe” dizisiyle yaşayan oyuncu,
geride bıraktığımız sezonda “Yer, Gök,
Aşk”ta oynamıştı.
Peki, ya bundan sonra…
Bundan sonraki proje
Show TV’de ekranlarında
yayınlanıyor. Hem
de Müjde Ar, Sinan
Tuzcuoğlu, Berna
Laçin gibi güçlü
oyuncularla. “Aşk,
Ekmek, Hayaller”
adını taşıyan
uyarlama yapımı
tercih etmesi, “Hayat,
yaptığınız tercihlerle
ölçülür” sözünü
düstur edinen Burak
Hakkı’nın kariyerine neler
kazandıracak, onu hangi
noktalara taşıyacak izleyip
hep beraber göreceğiz.
n Hollanda’nın başkenti Amsterdam, 17’nci
yüzyıldan kalma tarihi yapıları ve her yıl binlerce
turisti ağırlayan meydanlarıyla ünlü bir kent. Bir
de kültür ve sanata ev sahipliği yapan müzeleriyle
tabii… Kentin Türkçeye “müze meydanı” olarak
çevirebileceğimiz ve dahası Van Gogh Müzesi başta
olmak üzere birçok önemli yapının bulunduğu
Museumplein bölgesi, bundan böyle çok daha
hareket kazanacak gibi görünüyor. Zira bembeyaz
ve küvete benzeyen görünümüyle kendisi de bir
sanat eseri olan Stedelijik Müzesi, sekiz yıl süren
restorasyon çalışmalarının ardından bir kez daha
ziyaretçi kabul etmeye başladı. Yetmişli yıllarda
hayli ilgi gören, ancak sonraki yıllarda küçük
olması nedeniyle popülaritesini yitiren Stedelijik
Müzesi’nin restorasyonunu, çalışmalarıyla
kendi alanında hayli önemli bir yer edinen Sven
Andersson tarafından gerçekleştirdi. Kasimir
Malewitsch’in eserleriyle ün yapan müze, Robert
Rauschenberg, Jackson Pollock, Marlene Dumas
Mondrian ve De Kooning gibi empresyonistlerden
modern ve çağdaş sanatçılara kadar, geniş bir
sanat koleksiyonuna sahip.
Yeni haliyle müzeyi her yıl yarım milyon
sanatseverin gezmesi beklenirken, restorasyon
çalışmalarına Stedelijik ile aynı anda başlanan ve
2014 yılının Nisan ayında açılması planlanan Rijik
Müzesi’nin 2 milyondan fazla ziyaretçisinin olacağı
tahmin ediliyor. Sadece iki müzenin yaklaşık 2,5
milyon kişi tarafından gezilmesi, azımsanacak bir
rakam değil elbette. Kente kazandıraca ekonomik
değer de cabası...
1995 yılında başladığı modellik kariyerini 2000’li yıllardan itibaren bitirip oyunculuğa adım atan ve son olarak Show TV’de yayınlanan “Aşk, Ekmek, Hayaller” dizisinde izlediğimiz Burak Hakkı, yapılan tercihlerin hayatı belirlediğine inanıyor.
“küvet”in onarımı tamamlandı
Filmde Mandela’yı canlandıran Idris Elba, Mandela’nın kızı Zindzi ve Naomie Harris prömiyer öncesinde objektiflere poz verdiler.
Yayıncalık tarihinin en uzun
soluklu üretimlerinden National
Geographic, 125’inci yılını kutladı.
Ülkemizde de hayli ilgi gören dergi,
okurların kişisel arşivinde özel bir
yer ediniyor.
İSTASYON 5352 İSTASYON
Sİnema-tv aktİvİte
POLONYA’DA BİR
BİNA ERİYORMUŞ
GİBİ GÖRÜNÜYOR.
BARBIE’NİN EVCİL HAYVANLARIARASINDA ASLAN, PAPAĞAN Ve
ZÜRAFAVARDIR.
BARBIE’NİN EVCİL HAYVANLARIARASINDA ASLAN, PAPAĞAN Ve
ZÜRAFAVARDIR.
BARBIE’NİN EVCİL HAYVANLARIARASINDA ASLAN, PAPAĞAN Ve
ZÜRAFAVARDIR.
BARBIE’NİN EVCİL HAYVANLARIARASINDA ASLAN, PAPAĞAN Ve
ZÜRAFAVARDIR.
Bir mucit gazlı içecekle şarj olan cep telefonu icat etti.
Bir mucit gazlı içecekle şarj olan cep telefonu icat etti.
Bir mucit gazlı içecekle şarj olan cep telefonu icat etti.
BAZI
DİNOZORLARIN KAFATASI İNSAN BOYUNDAYDI.
BAZI
DİNOZORLARIN KAFATASI İNSAN BOYUNDAYDI.
SOMON BALIĞININ KOKU
ALMA DUYUSUKÖPEĞİNKİNDEN
100 KATGELİŞMİŞTİR.
SOMON BALIĞININ KOKU
ALMA DUYUSUKÖPEĞİNKİNDEN
100 KATGELİŞMİŞTİR.
Japonya’daramen eriştesine ithaf edilmiş bir müze var.
Japonya’daramen eriştesine ithaf edilmiş bir müze var.
Japonya’daramen eriştesine ithaf edilmiş bir müze var.
DÜZENLENİR.
GALLER’DE
GALLER’DE
SUALTI DAĞBİSİKLETİ YARIŞLARI SUALTI DAĞBİSİKLETİ YARIŞLARI
DÜZENLENİR.
GALLER’DE
Geleneksel Çintıbbındamandalina kabuğu ilaçolarakkullanılır.
Geleneksel Çintıbbındamandalina kabuğu ilaçolarakkullanılır.
Geleneksel Çintıbbındamandalina kabuğu ilaçolarakkullanılır.
Kanada’da birnehir birkeresindekırmızıya dönüştü.
Kanada’da birnehir birkeresindekırmızıya dönüştü.
Dünyanınen büyük futbol topunun çapı 15,66 metredir.
Dünyanınen büyük futbol topunun çapı 15,66 metredir.
Dünyanınen büyük futbol topunun çapı 15,66 metredir.
BAZI AĞAÇ YILANLARI HAVADA İKİ OTOBÜS UZUNLUĞU KADAR SÜZÜLEBİLİR.BAZI AĞAÇ YILANLARI HAVADA İKİ OTOBÜS UZUNLUĞU KADAR SÜZÜLEBİLİR.
KANADA’DA BİR
İNEKKANADA’DA
BİR İNEK
KANADA’DA BİR
İNEK
KANADA’DA BİR
İNEK
1,2MİLYON DOLARASATILDI.
1,2MİLYON DOLARASATILDI.
1,2MİLYON DOLARASATILDI.
1,2MİLYON DOLARASATILDI.
BAZI KUŞLARYUVALARININ SICAKLIĞINI ÖLÇMEK İÇİN
GAGALARINI KULLANIR.
BAZI KUŞLAR YUVALARININ SICAKLIĞINI ÖLÇMEK İÇİN
GAGALARINI KULLANIR.
BAZI KUŞLAR YUVALARININ SICAKLIĞINI ÖLÇMEK İÇİN
GAGALARINI KULLANIR.
TYRANNOSAURUS’UN DiŞLERi MUZ KADAR UZUNDU.
TYRANNOSAURUS’UN DiŞLERi MUZ KADAR UZUNDU.
TYRANNOSAURUS’UN DiŞLERi MUZ KADAR UZUNDU.
Bir İngilizşirketi
peynirkokuluparfüm
üretti.
ABD’NİN OREGON ŞEHRİNDE
BİR MANTAR20 BİN bAsKeTbOLsAHAsI KADAR YERKAPLIYOR.
NOeL bAbA
BİR ADAMATLADI.
PARAŞÜTLE
KOSTÜMÜ GİYMİŞ
KUZEY KUTBU’NA
DÜNYA NÜFUSU
HER12YILDABİR
YAKLAŞIK
BİRMİLYAR ARTIYOR.
BEBEKLERİN AĞLAMALARIFARKLIDİLLERDE FARKLI ŞEKİLDE DUYULABİLİR.
54 İSTASYON İSTASYON 55
,
GaripGercek
AMA
AŞAĞIDAKİ BİLGİLER SENİ ŞAŞIRTACAK
ÇOCUK
Bu konu NatIoNal GeoGraphIc KIds Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIds abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59
Yeni fikirler, Yeni hedeflerŞile’de bulunan TÜVTÜRK Akademi,
11 Kasım Pazartesi günü hayli yoğundu, zira
tüm Türkiye’nin dört bir yanında bulunan iş
ortakları, “Fikir Paylaşım Toplantısı” nedeniyle
bir araya geldi. Bu toplantı, geçtiğimiz yıllarda
iki ayrı kentte, iki ayrı zaman diliminde organize
edilmişti. Bu yıl tek seferde ve tek bir yerde
düzenlenmesi, tüm iş ortaklarının aynı çatı
altında buluşmasına ve fikir alışverişinde
bulunmasına vesile oldu. Tüm iş ortaklarından
yaklaşık 70 kişinin katılımıyla gerçekleşen
toplantıda, TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal
Ören ve COO Aykut Özgülsün, yaptıkları
sunumlarla hem güncel gelişmeleri
hem de geleceğe yönelik planları
aktardılar.
Bodrum’da tek sesGüveni, kaliteyi, müşteri odaklılığını ve öğrenmeyi ön planda tutan bakış açısı ve etkili iletişimle Türkiye’nin dört bir yanında
hizmet veren; üstlendiği işlev nedeniyle otomotiv sektöründe önemli bir yere sahip olan TÜVTÜRK Muayene İstasyonları, 4-6
Ekim tarihlerinde tüm amirlerini bir araya getirdi. 81 ilden 200 istasyon amiri ve genel müdürlüğün ilgili birimlerinden gelen
temsilciler, Bodrum Rixos Premium Otel’de buluştu. 2013’te gerçekleştirilen faaliyetlerin ve 2014 hedeflerinin ele alındığı
buluşmada, açılış konuşmasını TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören yaptı. TÜVTÜRK COO’su Aykut Özgülsün, İşletmeler
Müdürü Murat Özden ve Teknik Koordinasyon Yönetmeni Sinan Balkanlı’nın sunum yaptığı amirler buluşmasında, yıl içinde
düzenlenen sınavlarda başarılı olan amirlere ve başarılı istasyonlara ödülleri verildi. İzmir Bornova
İstasyonu’ndan Taner Mertcan, Denizli Merkez’den Mustafa Alver, Denizli Çivril’de Suat Ornaz,
Aydın Merkez’den Akın Toker ve Manisa Akhisar’dan Erdal Şeker sınavlarda başarı sağlayıp
ödüle hak kazanan amirler oldu. Amirler buluşmasındaki ödül gecesinde, “kanal
sayısına göre en düşük bekleme süresine sahip istasyon”, “muayene adedine
oranla hiç kaba davranış şikâyeti almamış istasyon”, “teknik bülten ve
direktiflere en çok katkı sağlayan istasyon”, “en çok teşekkür alan
istasyon”, “en az bulgu tespit edilen mobil ve istasyon”, “hiç
kaba davranış, bekleme süresi, muayene sonucuna itiraz
şikâyeti almamış istasyon” ve “sekiz aylık periyot
içerisinde hiç şikâyet almamış istasyon” özel
ödüle değer bulundu.
liselerde trafik eğitimi
İki yıl önce (2012) Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı,
Goodyear Lastikleri ve TÜVTÜRK arasında imzalanan protokolle hayata geçirilen Trafik
Gençlik Hareketi, 12’nci sınıf öğrencileri, servis sürücüleri ve velilerde, trafik güvenliği ve bireysel
sorumluluklara dair farkındalık oluşturmayı amaçlıyor. 2012-2013 eğitim öğretim yılında 10 ildeki 50
okulda 10 bin öğrenci, 20 bin veli ve 500 servis şoförü, bu eğitime dâhil edildi. Aynı yıl düzenlenen ve gördüğü
ilgi nedeniyle bu yıl daha geniş bir yapıyla gerçekleştirilmesi planlanan Trafik Olimpiyatları yarışmasında,
öğrencilerden trafik güvenliği konusunda iletişim kampanyaları tasarlamaları istendi. 2013-2014 eğitim-öğretim
yılının Ekim ayında öğretmenler, Kasım ayındaysa öğrenciler için özel eğitimler düzenlendi. Trafikte Gençlik
Hareketi’nde bu yıl ulaşılması hedeflenen kişi sayısı geçen yılkiyle aynı. Ancak bütün liselerin katılımına açık olan
Trafik Olimpiyatları sayesinde, rakamın çok daha üst seviyelere çıkması öngörülüyor.
risk fazla, muaYene şart
İstatistikler, 2012 yılında 3 bine yakın traktör ve tarım aracı kazası olduğunu, 291 kişinin hayatını
kaybettiğini, 4 bin 284 kişinin yaralandığını ve bu tür kazalarda ölüm riskinin otomobillere oranla dört
kat fazla olduğunu gösteriyor. Teknik nedenlerse kazalarda önemli rol oynuyor. Traktörler ve tarım araçları,
teknik aksaklıklar nedeniyle diğer araçlara oranla beş kat daha fazla kaza yapıyor. Karayolu Trafik Güvenlik Stratejisi ve
Eylem Planı kapsamında yürütülen “Güvenli Traktör Kullanımı” projesi kapsamında oluşturulan istatistikler, durumun
ne derece ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, traktör kazalarında en
önemli sürücü kusuru dönüş kurallarına uymamak, kavşak ve geçitlerde geçiş önceliğine riayet etmemek, aracın hızını
hava ve trafik durumuna göre ayarlamamak olarak belirlendi. Kazaların yarısından
fazlası (yüzde 66), traktördeki far ve ışık eksikliği, hareket aksamındaki kusurlar,
fren ve lastikle ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Bu veriler, TÜVTÜRK’ün
traktör muayenelerinde tespit ettiği kusurlarla da paralellik gösteriyor.
Türkiye’de 1 milyon 540 bin traktör bulunduğunu, muayeneye
gelmesi gereken traktör sayısının 440 bin olduğunu, ancak
bunlardan sadece 100 bininin muayeneye geldiğini, dolayısıyla
traktörlerin yaklaşık yüzde 80’inin muayenesiz trafiğe çıktığını
belirten TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören, “Geçen yıl
muayeneye gelip de kalan traktörlerin tamamına yakını,
kusurlarını düzelterek muayeneden geçti. Yani on binlerce
traktör, trafiğe güvenli şekilde geri döndü. Araç
muayenesine zamanında gelen araç sayısı arttıkça,
traktör kazalarında ve buna
bağlı ölümlerde ciddi bir düşüş olacağına
inanıyorum” dedi.
emniyet ve jandarma
bilgilendirildiTÜVTÜRK, Ekim ve Kasım aylarında, Eskişehir, Afyon, Isparta, Bursa,
Adana, İçel ve Hatay’ı kapsayan bir dizi toplantı gerçekleştirdi. TÜVTÜRK
adına Emre Büyükkalfa, Alper Demirel, Bora Uzunoğlu, Aykut Özgülsün,
Murat Özden, Raşit Bayraktar ve Halim Dural’ın katıldığı, emniyet ve
jandarma birimlerini bilgilendirmeyi amaçlayan toplantılara ilgi yoğundu.
Bilgilendirme toplantılarında, TÜVTÜRK projesinin nasıl doğduğu,
yasal boyutları, ülke için taşıdığı önem, sahte muayene işlemleri, evrak
örnekleri, traktör ve motosikletlere yönelik uygulamalar, suça
ilişkin yasal mevzuatın işleyişiyle ilgili bilgiler aktarıldı.
Toplantılarda emniyet ve jandarma mensupları da
konuyla ilgili görüş ve önerilerini aktardı.
akıllı şehirler kongresiAkıllı Şehirler Kongresi kapsamında bulunan Trafik Kazaları Önleme
Sistemleri paneli, 14 Kasım’da gerçekleşti. Panele katılan TÜVTÜRK
İş Geliştirme ve MTY Müdürü Özcan Saka, “Periyodik Araç
Muayenesinin Trafik Güvenliğine Katkısı” başlıklı bir sunum yaptı.
Sunumunda TÜVTÜRK’ün bugüne kadar 30 milyona yakın araç
muayenesini yaptığına, bunlardan üçte birinin kusurlarını
ikinci muayenede giderdiklerine dikkat çeken Saka,
böylece 10 milyondan fazla aracın trafikte
tehlike potansiyeli oluşturmasının
önüne geçildiğini söyledi.
esG politikası
yayımlandı Evrensel olarak tanınan ve sürdürülebilir
gelişmenin en önemli ölçütlerinden olan Çevresel,
Sosyal ve Kurumsal Yönetişim (ESG) kriterleri,
TÜVTÜRK’te de bir yönetim politikası olarak
uygulamaya alındı. Bu kapsamda, doğaya ve
insana verdiği değeri ölçülebilir ve izlenebilir
hale getirmeyi vaat eden TÜVTÜRK, bu
yöndeki çalışmalarını farklı bir
boyuta taşımış oldu.
tÜVtÜrk
56 İSTASYON İSTASYON 57
akarYakıt sektörÜ Bir araYa
GeldiTrafik Güvenliği Platformu Akaryakıt Sektörü Komitesi, 29 Kasım’da akaryakıt sektörünün
temsilcileriyle Polis Eğitim ve Kongre Merkezi’nde buluştu. Akaryakıt Sektörü Komitesi tarafından
düzenlenen toplantı, ülke genelindeki kampanyaları koordine eden Trafik Güvenliği Platformu
tarafın yürütülen faaliyetlere ortak bir dil ve vizyon kazandırılmasını, kampanyaların etkinliğinin
artırılmasına yönelik yol haritasını oluşturmasını amaçlıyordu. Trafik Güvenliği Platformu’nun temel
faaliyetlerinden iç denetim prosedürlerinin oluşturularak, tüm iş dünyasına yaygınlaştırılması ve
firmaların bünyesinde trafik kurallarına uyan örnek sürücü kitlesinin oluşturulması anlamında
ilk adım olması açısından son derece önemli olan toplantıya Bilim, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı,
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundan yetkilileri;
PETDER, ADER, AKADER dernekleri ve sektörde faaliyet gösteren şirketlerin temsilcilerinin yanı
sıra TÜVTÜRK de katıldı. Trafik güvenliğinde yeni açılımlar
oluşturmak; sürdürülebilir çözümler üretmek üzere sosyal
sorumluluk projeleri ve kampanyalar geliştirilmek; tehlikeli
madde ve sıvı taşımacılığı yapan sürücüler başta
olmak üzere şirket çalışanlarının trafik kurallarına
uymasını standart hale getirmek; kurallara
uyulmasını teşvik edecek iç denetim
prosedürlerini geliştirmek ele alınan
konular arasındaydı.
tÜVtÜrk, istanBul’da stk’larla Buluştu
TÜVTÜRK, periyodik araç muayenesinin önemini paylaşmak, muayene süreci hakkında
bilgi vermek, araç kullanıcılarının fikir ve önerilerini almak amacıyla yolcu taşımacılığı sektörü
temsilcilerini Tuzla Araç Muayene İstasyonu’nda misafir etti. TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme Direktörü
Koray Özcan, İş Geliştirme Müdürü Özcan Saka ve TÜVTÜRK İstanbul Direktörü Can Şiram, yolcu taşımacılığı
yapan araçlarla ilgili mevcut konuklarıyla durumu paylaştılar. Buna göre 2012 yılında 6 milyon 200 bin araç
muayeneden geçirildi. Ağır kusurlu olarak tespit edilen 2,1 milyon araç, ikinci muayede kusurlarını giderdiği için bu
araçların trafikte yaratabileceği tehlikenin de önüne geçilmiş oldu. Halen ağır ve hafif ticari araçların yüzde 20’lik
bölümünün muayeneye gelmediğine, bunun risk yarattığına dikkat çeken TÜVTÜRK yetkilileri, bir diğer
sorunun egzoz emisyon ölçümlerinde yaşandığını belirttiler. Koray Özcan konuyla ilgili konuşmasında,
“TÜVTÜRK, araç muayene konusunda tek yetkili kuruluş, egzoz gazı emisyon ölçümü ise TÜVTÜRK
dışında da yapılabiliyor. Ancak bazı yerlerde bu ölçüm uzman kişiler ve teknik yeterliliği olan cihazlarla
yapılmıyor. Hatta, ölçüm yapılmadan egzoz emisyon pulu satıldığı bile oluyor. Denetimlerde egzoz pulu
olsa bile, egzoz emisyon değerlerinin belirlenen limitleri aşması durumunda, 1689 TL para cezası söz
konusu. Bunun için de egzoz gazı emisyon ölçümü uzman noktalarda yaptırılmalı, ölçüm yaptırmadan
pul satın almaktan kaçınılmalı” dedi. Can Şiram ise buluşmanın önemine dair şunları söyledi: “Yolcu
taşımacılığı sektörünün temsilcilerinin, muayene konusunda düşüncelerini ve önerilerini almak bizim
için çok önemli. İlgili sivil toplum
kuruluşlarıyla bir çalışma yaparak,
yolcu ve toplu taşıma araçlarının
muayeneye gelmeden önce
daha iyi hazırlanabilmelerine
yönelik fikir alışverişinde
bulunduk.”
tarım araçları tehdit olmasın
Karayolları Trafik Güvenliği Stratejisi ve Eylem Planı, 2020 yılına
kadar, trafikteki kazalardan kaynaklanan ölümleri yüzde 50 azaltmayı
planlıyor. Plan, tarım araçlarının daha güvenli kullanımı konusunda gerekli
tedbirlerin alınmasını da hedefliyor. Bu amaç doğrultusunda İçişleri
Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Milli Eğitim
Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin işbirliğiyle
hazırlanan “Tarım Araçlarının Güvenli Kullanımı Projesi” oluşturuldu.
Proje ilk olarak Konya’nın Altınekin, daha sonra da Manisa’nın Saruhanlı
ilçelerindeki toplantılarla tanıtıldı. Ülke genelinde yaygınlaştırılacak projeyle
güvenli sürüş tekniklerinin benimsetilmesi, tarım aracı sürücülerinin trafik
kuralları konusunda bilgilendirilmesi, doğru kullanımla tarımsal
işlerin güvenli yapılması ve kaza oranlarının azaltılması
amaçlanıyor. Projede TÜVTÜRK de gezici araç
muayene istasyonlarıyla yer alıyor.
e-fatura dönemi başladı
Türkiye’de 1 Eylül’den itibaren E-Fatura dönemi
başladı. TÜVTÜRK, yasal zorunluluğu bulunan uygulamaya
ilişkin çalışmalarını çok öncesinden başlattı ve kendi
sistemini, yeni döneme aktarabilmek, uygulama
yöntemlerini görüşebilmek üzere 6 Haziran’da Gelir İdaresi
Başkanlığı yetkilileriyle bir araya geldi. Ankara’da yapılan
görüşmenin ardından netleşen planın iş ortaklarıyla
paylaşılması için bir dizi toplantı düzenledi. İlk
toplantı Temmuz’da, ikinci toplantıysa 15
Kasım’da gerçekleşti.
tsh eğitimi devam ediyor
Yaptığı projelerle toplumun farklı kesimlerinde trafik
konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan TÜVTÜRK, kendi
personelini de unutmuyor. Daha önce şirket çalışanlarına yönelik verilen
“Kurumsal Trafik Güvenliği Eğitimi”, Aralık ayında da devam etti. Henüz
eğitim almamış ya da işe yeni başlayan personelin TÜVTÜRK Trafikte
Güvenlik El Kitabı’na ilişkin daha fazla bilgi edinebilmesi amacıyla ve
Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH) kapsamında düzenlenen eğitim
Yrd. Doç. Dr. İdil Işık tarafından verildi. TÜVTÜRK’teki eğitimler bununla
sınırlı değil; şirket aracı kullanan personel için hazırlanan Defansif Sürüş
Teknikleri başlıklı eğitim de bunlardan biri. Auto-Drom tarafından verilen,
bir günü kapsayan eğitimde katılımcılara
teknik ve uygulamalı ders verildi.
Can dostları hareketi BÜYÜYorTrafikte Sorumluluk Hareketi altında faaliyet gösteren Can Dostları Hareketi, her
geçen gün biraz daha yaygınlaşıyor. İlk adımı, 2010’da Ulaştırma, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve TÜVTÜRK arasında imzalanan
protokolle atılan projeyle bugüne kadar 296 ilkokula ulaşıldı. Bu okullarda 3 bin
200 öğretmene, 100 bin öğrenciye, 200 bin veliye ve 6 bin okul servisi şoförüne
eğitim verildi. 2013-2014 eğitim-öğretim yılı için çalışmalar, 2013 yılının
Haziran ayında başlatıldı. 89 okuldan 89 sınıf öğretmeninin katıldığı
seminerler, son derece başarılı geçti. Projeyle bu eğitim-
öğretim yılı sonunda 500 öğretmene, 15 bin öğrenciye,
30 bin veliye ve 700 servis şoförüne ulaşılması
hedefleniyor.
Cıta’nın GÜndemi kaliteInternational Motor Vehicle Inspection Committee (CITA), birçok kurumu çatısı altında toplayan bir
organizasyon. Farklı çalışma grupları oluşturan bu organizasyon, araç muayene konusunu tüm dünyada
geliştirmeyi, sorunlara inovatif çözümler üretmeyi hedefliyor. TÜVTÜRK’ün dört yıldır üyesi olduğu
CITA’nın oluşturduğu çalışma gruplarından birinde “Muayene Sonuçları Standardizasyonu” ele alınıyor.
TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa’nın içinde yer aldığı grup, 19-20 Kasım tarihlerinde
Almanya’nın Berlin kentinde toplanarak, TS EN ISO 17020 standardının araç muayene kuruluşlarında
uygulanmasını içeren kılavuz dokümanla ilgili çalışma yaptı. Araç muayene kuruluşlarındaki kalite ve
eğitim sistemleri üzerine de odaklanılan toplantıda Büyükkalfa, TÜVTÜRK Akademi’den, eğitim
süreçlerindeki gelişmelerden ve TÜVTÜRK’ün eğitime verdiği önemden söz etti. Böylece
CITA eksenli birçok platformda son yıllarda uluslararası Benchmark ve “en iyi
uygulama” olarak betimlenen TÜVTÜRK, eğitim vizyonunu uluslararası
takdir gören sistemler listesine ekledi.
Projeyle 500 öğretmene, 15 bin öğrenciye, 30 bin veliye ve 700 servis şoförüne ulaşılması amaçlanıyor.
58 İSTASYON İSTASYON 59
tÜVtÜrk
After Anatolian beyliks turned into an empire; gold, silver and colorful gem-
stones with all their glitter came along. It was time for glory now. Bejeweled cer-emonial objects took their place in the palace. Jewelry became an essential element of the sultans’, his harem’s and states-men’s clothing; jewelry-making became a brilliant branch of art. The jewelry that entered into the Imperial Treasury as a war booty or gift, and that was bought is currently displayed in the Topkapı Palace Museum. Most of these objects are covered with precious gemstones such as diamond, emerald, ruby, garnet, chalchuite, sap-phire, topaz, chrysotile, crystallized quartz, jade, coral, lapis, onyx, and large and small pearls. Ivory, mother of pearl, ebony, horn, fish teeth, and even parrot beak was also used in jewelry-making.
Jewelry and precious gemstones were not only ornaments. There are common beliefs about this in the books of gem-stones. For example: Emerald prevents epilepsy and plague; venomous animals don’t come near to those who wear emer-ald; fire doesn’t burn those who wear ruby.
Ottoman jewelry-makers worked on jewelry with methods such as inlaying, scraping, engraving, niello, filigree, gran-ulation, formwork, wickerwork, gild-ing, glazing, and an aging method called firuzekârî. With embossing, engraving and inlaying methods, they meticulously put Ottoman-style patterns on the surfac-
es covered with hatayîs (a spe-cial Turkish motif with flowers and leaves), rumi motif, curly branches, daggers and Chinese clouds. What dazzled the most were not the gemstones but the whole processed object or the jewelry. Some of the objects in Topkapi Palace Treasury were used during ceremonies, and some were used in daily life.
Royalty symbols such as throne and pen-dant; religious or writing objects such as Kur’an and book volumes, Kur’an covers, writing sets, inkwell, inkpot, tool holder, rıhdan (a box to keep a special sand that dries ink), end grain, scissors, sharpener, paper cutter, reading desk, and rosary; eating and drinking objects such as wa-ter bottle, pitcher, decanter, ewer, plate, spoon, bowl, salt-shaker, cup, metal cup holder, censer, rose water flask, and sher-bet cup; personal belongings such as crib, cover, pillow, bundle, chandelier, oil lamp, candle holder, mirror, hair comb, pouch and watch; war objects such as sword, dagger, gaddâre (a special type of sword), machete, mace, poniard, pommel, rapier, spear, shield, quiver, arms rack, powder flask, gun, and rifle; horse-riding objects such as harness, horse chest protector, stirrup, and whip; medical objects such as surgical set, pincer, and razor; hookah, reed flute, chess set, wand, paper fan, mos-quito net, umbrella, walking stick; more contemporary objects like glasses… All of them are parts of the Ottoman palace jew-elry culture. They all represent the life, tra-ditions, and ceremonies; they all reflect the details of centuries.
Jewelry is more precious when it comes with palaces and sultans. There are unlimited kinds of objects and jewelry in the treasury of Topkapı Palace. Gül İrepoğlu studied this treasure and wrote the book “Ottoman Palace Jewelry”.
500 year-old sparkle of a world power
1It can be said that Sultan Ahmed I (1603-
1617) was the most religious sultan. He
died in 1617, at the age of 27, in 9 June
1617, five months after Ahmediye Mosque (Blue
Mosque), which was built by Sedefkâr Mehmed
Ağa by his command, was opened to worship
in Atmeydani (Hippodrome) across Hagia
Sophia. His big heritage to Ottoman civilization
is the mosque, and his heirloom in the palace
treasury is Arife Throne, the most delicate and
elegant throne of the palace, probably a work of
Sedefkâr Mehmed Ağa again. A splendid exam-
ple of Turkish art of mother-of-pearl, this four-
leg throne has a swinging oval pendant covered
with emeralds, rubies and chrysotile gemstones
and its ring is tied with a pear-shaped emerald
ornament and a fringe.
On this unique throne, of which backrest,
pediment and steps reflect excellent work of
mother-of-pearl on tortoise shell, Sultan Ahmed
and his successor sat on holiday eves (arife)
during greetings in Privy Chamber (Has Oda).
That’s why it was called ‘Arife Throne’ in the pal-
ace. It is learned from the scripture on its dome
that it was made for Sultan Ahmed in Istanbul,
but the name of the artisan was not written.
There is also no miniature that depicts Ahmed I
sitting on the throne.
The four-leg throne that came from Mevlevihane’s atelier
Mahmud II on Arife Throne.
ENGLISH SUMMARY
60 İSTASYON İSTASYON 61
2Sultan I. Ahmed, in one his poems, com-
pares oil lamps to a mosque’s three-leg
earrings: “Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi
sarkar / Cami’in hak bu ki mengûşına benzer
kandil…” (Hangs like three-leg earrings / The
lamp looks like the earrings of the
mosque). Here the word ‘leg’ corre-
sponds to the pieces of
earrings that are called
‘dangle’ today. In the
treasury records,
there are earrings
with even 10 legs. In
Levnî’s (18th century)
dressing woman figure,
we see three-leg emerald earrings.
Made with diamonds and emeralds in a
row shaped like a half flower, earrings
were one of most popular jewelry in
old ages like they are today. Earrings
were an essential ornament for a woman
in harem. What they were worth pointed
at the woman’s prestige. When Kösem
Valide Sultan was murdered brutally
in the palace, the murderers
took her earrings by ripping her
earlobes. According to the Claes
Ralamb Travel Book, her hus-
band Ahmed I bought those
earrings for Kösem years
ago with ‘one-year income
of Cairo’.
Three-leg emerald earrings
The horse that overshadowed the sultan with his glitter
The sultan’s water is in a gold canteen
3An important figure for Turks, horses
were adorned with jeweled sets. They
even had crests like sultans’, and
precious harnesses were kept in Harness Trea-
sury. Sultans’ horses’ harnesses were glamor-
ous; and they even overshadowed the sultans’
clothing. In his memoirs, Stephan
Gerlach, who watched Mu-
rad III’s cuma selamlığı (a
ritual of sultans’ going to
pray on Fridays),
he says “The sul-
tan went to the
mosque passing
by our house.
He was
wearing a simple dress made with red and
white silk. However, his horse was very fancy
and the back of its saddle was covered with
turquoise…” When we take a close look at
the famous miniature that depicts Osman II
on his favorite horse called Süslü (or sisli)
Kır with bejeweled harness, it is obvious that
the horse looks more jeweled that the sultan.
However, this young sultan was to be sent to
death on a pack horse. The difference between
the gravure that depicts that tragic scene and
this miniature is striking. Bejeweled horse har-
nesses of the Ottomans were so famous that it
was one of the primary gifts that were sent to
the foreign palaces. Sent to the Tsar Aleksey
Mikhailovich as a gift in the 17th century; the
golden stirrups with tulip motifs, of which
inside part is covered with brocade
velvet fabric, and spiced up with
emerald green enamel, is on display
in Moscow at Kremlin Palace Museum.
4Travelling for a long time on a horse
and being always ready to battle were
characteristics of Asian Turks. It goes
without saying that in such a life style a water
canteen is crucial. Back then, the canteens
that were attached to the horse pillion were
made with leather. Centuries pass, lifestyles
change, but traditions don’t die. What carried
the sultan’s water was now a world emperor’s
gold canteen and was covered with precious
gemstones. But it kept its flat shape.
Since the 16th century, the sultans
had gold canteens. We can see
such a canteen in Nakkaş Osman’s
Hünernâme. The sultan’s water
was being carried by his helper
Çuhadar Ağa.
Especially one of the can-
teens in the Treasury reflects
all the glory of the 16th century.
Processed on gold with emerald
and ruby, this unique canteen has eye
catching handiwork such as embossing,
inlaying, hatayi flowers and leaves in kalem-
kâr technique and motifs in motifs. On two sides
of the flat canteen, there is a dragon that keeps
pearls in its mouth, and on the dragon’s one
head written the weight of the canteen (640
drachmae); on the other side written ‘tecdid’
(novation). This means that the work had been
through a renewal.
5It is thought that this famous piece
of the palace treasury, the 86-carat
diamond, came to the palace during
the reign of Mehmed IV. Having been seen
on the crest of Abdülhamid I (1774-1789),
the famous diamond definitely came to
the palace before 1770. According to the
Provincial Treasurer Sarı Mehmet
Pasha in his book Zubde-i Vekaiyat,
a fisherman sold this diamond
he found in Eğrikapı to a
spoonmaker in return
for three spoons,
then the spoon-
maker sold it to
a jewelry-mak-
er in return
for 10 coins. It
turned out to
be a diamond.
The incident
was heard
by the Grand
Vizier Mustafa Pasha.
According to another story,
Napoléon’s mother sold the diamond,
which had been bought from Madras Ma-
harajah; however, this story is ungrounded
because the diamond is seen on the sul-
tan’s crest in Abdülhamid I’s portrait. The
49 old-mine cut diamonds surrounding the
pear-shape diamond were added later.
The legend of the Spoonmaker’s Diamond
A harem woman with emerald earrings
II. Osman his horse with bejeweled harness. The stirrup with emeralds
and tulip motif.
Bejeweled ritual canteen.
Çuhadar ağa carrying canteen (left, at the back).
ENGLISH SUMMARY
62 İSTASYON İSTASYON 63
One vOice in BODruM n Having an important position in automotive sector due to its undertaken function, along with a perspective of prioritizing trust, quality, customer orientation and learning; TÜVTÜRK inspection stations, providing ser-vices in all over Turkey brought together all the station leaders in Oct, 4-6. 200 station leaders from 81 provinces and representatives from the relevant units of headquar-ters met in Bodrum Rixos Premium Hotel. At the meet-ing which the activities carried out in 2013 and targets of 2014 were discussed, CEO Kemal Ören made the open-ing speech. In leaders meeting where COO of TÜVTÜRK Aykut Özgülsün, Entities Management Manager Murat Özden and Technical Coordination Supervisor Sinan Bal-kanlı made presentations, awards were given to the lead-ers who were successful in the examination held during the year and to the thriving stations. Taner Mertcan from İzmir Bornova Station, Mustafa Alver from Deni-zli Merkez, Suat Ornaz from Denizli Çivril, Akın Toker from Aydın Merkez and Erdal Şeker from Manisa Akh-isar who have achieved success were the leaders granted with award. On the award ceremony categories “the sta-
tion having the lowest waiting period ac-cording to number of lane”, “the sta-tion in proportion to inspection number that received no com-plaints by any means”, “the sta-tion contributed the most to technical bulletins and direc-tives”, “the station appreci-ated most”, “mobile and the station detected findings the least”, “the station got no com-plain on the result of inspection, no rude behavior and waiting pe-riod”, “the station not received any complaints in 8 months-period” were regarded with special award.
new iDeaS, new TargeTSn TÜVTÜRK Academy in Şile was considerably busy on November 11st. The business associates from all around Turkey come together on the occasion of “Idea Sharing Meeting” on that day. This meeting was organized in two different cities and timeframes in recent years. This year, to be held in one place at one time contributed all business as-sociates to meet and exchange ideas under the same roof. In the meeting held with the participation of about 70 people from all business associates, TÜVTÜRK CEO Kemal Ören and COO Aykut Özgülsün conveyed current developments and future plans with their presentations.
The riSk iS higher ThanexpecTeD, periODical inSpecTiOn iS a MuST n Statistics indicate that about 3000 tractors and agricul-tural vehicle accidents happened, 291 people were killed and 4284 people were injured in 2012. These kinds of accidents show that the risk of death is 4 times higher than automo-bile. As for technical reasons, they play a significant role in ac-cidents. Due to the technical breakdowns, tractors and agri-cultural vehicles have a cidents 5 times more than the other vehicles. The statistics within the scope of “Safe Tractor Driv-ing” which is a part of Highway Traffic Safety Strategy and Action Plan reveal how serious the situation is. According to the General D rectorate of Security data, the most import-ant mistakes made by drivers are not following the takeover rules, not abiding by right of way, not adjusting the vehicle’s speed according to weather and traffic condition. More than half of the accidents (66 percent) stems from the lack o light and beam, defects in power, steering and suspension unit, brake and tire-related problems. The data shows parallel-ism with problems identified in TÜVTÜRK’s tractor inspec-tions. TÜVTÜRK CEO Kemal Ören indicated that there are 1,540,000 tractors in Turkey, 440,000 of them should be ex-amined but only 100,000 tractors were inspected and that’s why 80% of the tractors were in traffic without inspection. He said: “Almost all the tractors that were inspected last year have corrected their failures. It means ten thousand tractors went back to traffic safely. When the number of tractors in-creases more and more, I believe there will be a downfall in tractor accidents and in the death rates related to that.”
TÜvTÜrk news
of çiğköfte, which everyone wants to eat at least a second time today, was born.
In Eastern Cultures, oral narrative tradition is domi-nant rather than written one; and sometimes we can see sayings and food nourish each other. The best example is ‘sıra nights’ called sıra. Organized to drink, eat, chat and have fun, these nights can not be imagined with-out çiğköfte. Not everyone can knead çiğköfte during sıra nights. Having a strong wrist and clean heart and body is prerequisite; and one more thing: one who will sit by that tray should know about taste. That’s why every sıra has a çiğköfte kneader, and his helper. When the chat is almost over, the kneader and his helper goes into another room and starts to knead the ingredients. Therefore, the taste of çiğköfte, served towards the end of the night, is imprinted on the memory along with everything.
Like all the dishes of Southeast and Eastern Anatolia, çiğköfte is famously hot. That’s because it involves leg-endary isot (preserved red pepper) of Urfa and hot red pepper paste. If you keep hot food at your arms length, but still want to eat çiğköfte, the shops that sell this food on almost every corner won’t do. Eaten like honey by even a small kid on the land where it was born, çiğköfte might turn into a torture for many people. Therefore, to start off with a small bite and then decide to eat or not based on its effect is very important.
There are other aspects to decide on. Çiğköfte has become popular in the West and many
shops have been opened as a result; but illicit manufacturing that does not
follow health regulations also in-creased. Illicit manufacturing re-vealed itself rather in the meat-less çiğköfte prepared specially for those who think raw meat is
not good for human health. Turk-ish Standards Institution (TSE)
determined some criteria in çiğköfte manufacturing to take measure. Ac-
cordingly, the water used to make bul-ghur (main ingredient of meatless çiğköfte)
swell to keep down the cost would be either not used at all or just a little. Another method the manufacturers apply to keep down the cost is to add potato and preserva-tives to çiğköfte; and this was banned altogether. To what extent the criteria of TSE is followed is open to question. Therefore, those who want to protect their health and en-joy the real taste of çiğköfte should prefer certified places.
W ith a history dating back to the BC, çiğköfte is now mentioned respectfully not only in South and East Anatolia but also in the West; and
there are many rumors about how it was created… But one of them is more popular.
The story is set during the years when the King-dom of Commagene reigned. Rumor has it that the King Nimrod had a big problem because Prophet Abraham, who smashed all the idols, invited him to believe in the only God, Allah. For Nimrod, it was more than an invitation; it was a war declared against all the principles he believed in. According to him, Abraham was to be punished right away and destroyed by a big fire. On Nimrod’s command, all the wood in the kingdom was collected. Lighting a fire at the houses, even for cooking, was strict-ly prohibited.
Ignorant of the situation, a hunter came home with a deer he hunted and a guest along with him. He asked his wife to prepare a sumptuous dining table. However, the prohibition prevented his wish from coming true. Trying to find a solution, the hunter broke off a fatless price from the deer’s leg. He put the piece on a stone and pounded it finely with a stone. The pounded meat was kneaded prop-erly with bulghur, salt and pepper. That is how the story
The taste brought into being by crueltyRumor has it that after Nimrod picked up all the wood in the surroundings to burn up Prophet Abraham, the local people became unable to cook. That decision lead to the birth of çiğköfte. . Written by: Biray anıl Birer
64 İSTASYON İSTASYON 65
ENGLISH SUMMARY
TÜvTÜrk MeT ngOS in iSTanBuln TÜVTÜRK has put mass transportation sector represen-tatives up to share the importance of periodical vehicle in-spection along with giving information about the process of inspection and getting opinions of them in Tuzla Vehicle Inspection Station. TÜVTÜRK Communication and Busi-ness Development Director Koray Özcan, Business Devel-opment and CRM Manager Özcan Saka and TÜVTÜRK İstanbul Director Can Şiram shared the current situa-tion about the vehicles that transport passengers with their guests. According to this, in 2012 6 million 200 thousand vehicles were inspected. Since 2.1 million defected vehicles rectified their failures, the danger these vehicles would cre-ate has been prevented. Still 20% of heavy and light com-mercial vehicles have not been inspected. TÜVTÜRK au-thorized officers drew attention to the risks of this situation and stated that another problem exists in the measurement of exhaust emission. Regarding this matter Koray Özcan: “TÜVTÜRK is the only authorized establishment in vehi-cle inspection, yet the measurement of exhaust gas emis-sion can be done apart from TÜVTÜRK. However we know
that sometimes this measurement is not done by experts and devices that have technical competence. Moreover, ex-haust emission stamp could be sold without measuring. Al-though there is exhaust stamp, if the exhaust emission mea-sure exceeds the determined limits, there will be a fine worth 1689 TL. Therefore the exhaust gas measurement should be done in professional facilities and without doing measure-ment exhaust stamp should not be bought.” Can Şiram talk-ed about the importance of the meeting: “It’s important for us to obtain ideas and opinions of representatives of passen-ger transportation about vehicle inspection. By conducting a study with nongovernmental organizations, we exchanged ideas about preparing the passenger and public transporta-tion vehicles better before coming to inspection.”
Fuel Oil cOMpanieS caMe TOgeTher n Traffic Safety Platform Fuel Oil Committee met with rep-resentatives of fuel oil sector at Police Education and Conven-tion Center in November 29. The meeting which was held by Fuel Oil Sector Committee aimed at creating a common lan-guage and a vision to the activities conducted by Traffic Safe-ty Platform that coordinates the campaign across the country. The meeting was extremely important. It was the first step of creating internal audit procedures, which is one of the main activities of Traffic Safety Platform, and making them becom-ing widespread in business world and creating example driv-ers within firms who observe traffic rules. Ministry of Science, Industry and Technology, Mini try of Transport, Maritime Affairs and Communications, officials from Energy Market Regulatory Authority, PETDER, ADEA, AKADER a socia-tions and representatives of companies operating in the sector participated in the meeting as well as TÜVTÜRK. To consti-tute new deve opments in traffic safety; to develop social re-sponsibility projects and campaigns for producing sustain-able solutions; to make employees - pa ticularly drivers who transport hazardous substances and liquids - follow the traf-fic rules; to develop internal audit procedures which promote employees to follow the rules were among the topics discussed in the meeting.
HıgH Qualıty ıs on tHe ciTa’S agenDan International Motor Vehicle Inspection Committee (CITA) is an organization gathering many establishments under the same roof. By creating different study groups, this organi-zation aims at developing vehicle inspection all around the world and producing innovative solutions. TÜVTÜRK has been a member of this committee for four years. In one of the study groups, “Examination Results Standardization” was dis-cussed. The group which TÜVTÜRK Corporate Development Director Emre Büyükkalfa took part gathered in Berlin, Ger-many on November 19 and 20 and worked on guidance doc-uments containing the implementation of TS EN ISO 17020 standard in the vehicle inspection. In the meeting that also fo-cused on quality and education system in vehicle inspection organizations, Mr. Büyükkalfa mentioned TÜVTÜRK Acad-emy, the developments in their education processes and how TÜVTÜRK gives importance to education. Thus, TÜVTÜRK described as an international benchmark and “the best prac-tice” by many CITA-oriented platforms, added its education vision to the list of systems which is internationally acclaimed.
TÜvTÜrk news
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
223x290.pdf 1 09.09.2013 17:37:45
66 İSTASYON
ENGLISH SUMMARY
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
‹stasyon dergisi ilan›_22x28.5cm.pdf 1 12/27/13 12:09 PM