Upload
saki-fanzin
View
228
Download
1
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Â
Citation preview
S Â K Î F A N Z İ N
E D E B İ Y A T V E D Ü Ş Ü N C E F A N Z İ N İ
S Â K Î
E D E R İ : 1 T L
“Tiyatro”
Sayı 2—Haziran 2015
2
S Â K Î F A N Z İ N
İletişim Bilgileri
E-Posta :
Web Sitesi :
sakifanzin.tk
Sosyal Medya:
facebook.com/sakifanzin
twitter.com/sakifanzin
E D İ T Ö R D E N
Sakarya’da tiyatroyla dolu güzel bir Mayıs ayını ge-
ride bırakıyoruz. Liselerarası Tiyatro Şenliği kapsamında
Sakarya’da bulunan 16 farklı okuldan toplamda 19 oyun
Sakaryalı tiyatro severlerle buluştu. Şehrimizin gençleri,
yaşıtlarımız tiyatro ile haşır neşir oldular gerek oyuncu
gerekse izleyici olarak.
Dergimizin yazı işleri müdürü Yusuf Çetinadam Li-
selerarası Tiyatro Şenliği’nde “Bir Adam Yaratmak” adlı
oyunda canlandırdığı “Hûsrev” karakteri ile en iyi erkek
oyuncu ödülünü aldı. Sâkî Fanzin ekibi olarak tebrik edi-
yor, başarılarının devamını diliyoruz.
Ayrıca Sâkî Düşünce Grubu olarak 17 Mayıs tarihin-
de Liselerarası Tiyatro Şenliği’nde aktif görev almış yaşıt-
larımızı davet ederek “Tiyatro Kültürü” temalı bir kongre
gerçekleştirdik.
Bu sayımıza Mustafa Ali Aykol’un “Tiyatronun Gele-
ceği Üzerine” başlıklı yazısıyla başlıyoruz. Ahmet
Dertlioğlu ve Said Emre Şirin yine şiirleriyle fanzin sayfa-
mızda yerlerini alıyorlar. Mehmet Semih Çiğdem ve Ezgi
Nur Arslan da bu sayımıza yazdıkları denemeler ile katkı
sunuyorlar. Bu sayımızda ayrıca Darüşşafaka Özel Lise-
si’nin düzenlemiş olduğu “10. Hişt Hişt! Genç Sait Faik
Öykü Yazma Yarışması”nda 3. olan Jale Nur Turgut’un
ödüllü hikayesi de sizlerle buluşuyor.
Daha nice sayılarda buluşabilmek ümidi ve duasıyla...
Sâkî Fanzin
Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa Ali Aykol
Yayın Editörü :
Doğukan Bozkurt
Yazı İşleri Müdürü:
Yusuf Çetinadam
Fotoğraf Editörü :
Ezgi Nur Aslan
Son Okuma :
Mahmut Emre Bilgi
Ubeydullah Karakaş
Sosyal Medya Sorumlusu:
Said Emre Şirin
Teknik Sorumlular :
Ahmet Dertlioğlu
Mehmet Semih Çiğdem
Selin Engin
Özge Beyenal
Sâkî Fanzin
3
S Â K Î F A N Z İ N
Mustafa Ali Aykol/Tiyatronun Geleceği Üzerine……….……………………………………4
Ahmet Dertlioğlu/Özeleştirim………………………..……………………………………………8
Said Emre Şirin/Bir Bahçe ve Okyanuslar……………..…………………………………….9
Ezgi Nur Arslan/Yazı!.......………………………………………………………………………….10
Ahmet Dertlioğlu/Grejuva……….………………………………………………………………..12
Jale Nur Turgut/Üç An,Üç Mevsim ve Yokluğun Yolu…………………………………..13
Mehmet Semih Çiğdem/Labirenthane………………………………………………………19
Said Emre Şirin/Soyutlama Bir Şiir…………….……………………………………………..20
———————————————……………………………………………………………………………22
Mahmut Emre Bilgi/Çizim...……………………………………………………………………..23
İ Ç İ N D E K İ L E R
Sâkî Fanzin
4
Tiyatro, içinde birçok farklı sanatı bulunduran, çok köklü bir sanat dalı
olma özelliği taşıyor. Günümüzde var olan, tiyatro olarak adlandırdığımız sana-
tın tarihi Antik Yunan'a kadar dayanmakta. Antik Yunan'da ibadetlerin tekrar-
lanması sonucunda zamanla değişmesi ve gelişmesiyle ortaya çıktığı düşünü-
len tiyatronun tarihsel gelişimi bize geleceği hakkında da birçok fikir verebilir.
Tiyatronun Tarihsel Gelişimi
İlk zamanlarda kırsal kesimlerde taklitlerle ve dini ibadetlerin değiştiril-
mesi/uyarlanmasıyla ortaya çıkan tiyatro, zamanla kente yerleşti ve kentin vaz-
geçilmezlerinden biri olarak kaldı. Antik Yunan'da üst kesimden insanlar için
tiyatro, bir itibar belirleyicisi konumundaydı. İlk örneklerini MÖ 584 yılında gör-
düğümüz tiyatro şenlikleri de aristokrat kesimin birbirleriyle yarıştıkları bir are-
naydı. Yılın belirli dönemlerinde tiyatro şenlikleri gerçekleşir, en güzel oyunu çı-
karan aristokratın itibarı artardı.
Antik Yunan'daki tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında şimdikinden keskin
farklar bulunduğunu görüyoruz. Sahnede dekor ve kostüm kullanılmazken,
oyuncular mimiklerini kullanmak yerine günümüzde tiyatronun sembolü haline
gelmiş olan gülen ve ağlayan maskeleri kullanıyordular. Sahnede oyuncuların
dışında bir de koro bulunuyor, oyunlar kalıntıları günümüze kadar gelen büyük
tiyatro sahnelerinde oynanıyordu. Oyunlar en genel hatlarıyla trajedi ve komedi
olarak ikiye ayrılıyordu. Trajediler genellikle insanın yaratıcıyla ilişkisini semboli-
ze ederken, komediler de zamanın siyasetiyle alaycı bir dille dalga geçiyordu.
Orta dönem tiyatrosu olarak adlandırdığımız ve özellikle William
Shakespeare'in ön plana çıktığı bu dönemde tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında
ciddi kırılmalar olduğunu görüyoruz. Trajedi ve komedi türlerine bu dönemde
tarihsel tiyatro da ekleniyor. Bu dönemin en kritik özelliklerinden biri de kadın-
ların tiyatro sahnesinde rol almaması ve kadın karakterleri erkeklerin o role bü-
rünerek canlandırması. Shakespeare'in eserlerinde bu durumu eleştirdiğini de
göz ardı etmemeliyiz.
T İ Y A T O R O N U N G E L E C E Ğ İ Ü Z E R İ N E
Sâkî Fanzin
Mustafa Ali Aykol
5
Günümüz tiyatrosunda ise diğer dönemlere göre ciddi değişimler ve kırıl-
malar olduğunu görmekteyiz. Günümüz tiyatrosunun oyun ve oyunculuk felsefe-
si açısından babası sayılan Konstantin Stanislavski'nin ortaya attığı "sihirli eğer"
adı verilen oyunculuk kuramı çağdaş tiyatronun da temelini oluşturmakta.
Stanislavski'nin bu kuramına göre oyuncu; canlandırdığı role bürünmeli, canlan-
dırdığı kişi olmalı, onun gibi düşünmeli, aynı hisleri paylaşmalı ve izleyiciye de
aynısını yansıtmalıdır. Stanislavski'nin bu kuramı bir çok tartışmayı da beraberin-
de getirdi.
Tiyatroda 'sihirli eğer'in kullanılması, izleyicilere büyük bir keyif sunsa da
oyunu oynayan oyuncular için birtakım sorunlar doğurdu. Sihirli eğer kuramına
uygun şekilde sanatını icra eden oyuncuların bir role en fazla bir ya da iki kez
tam manasıyla girebildiği; o rolün gerektirdiği fiziksel ve psikolojik zeminden bir
kere uzaklaştıktan sonra ise role tekrar girmekte zorlandığı hatta giremediği gö-
rüldü.
Özetlemek gerekirse, Stanislavski'nin 'sihirli eğer' kuramı kısa vadede etki-
li ve başarılı olsa da uzun vadede ciddi derecede endişe verici bir hâl alabiliyor.
Günümüzde profesyonel olarak tiyatro oynayan insanlar genellikle bu nedenden
dolayı oynadıkları role tamamen bürünmek yerine, o role kendilerini benzetmeye
önem veriyorlar. Diğer bir deyişle, Hamlet olmuyor, Hamlet gibi oluyorlar ve öyley-
miş gibi davranıyorlar.
Devletlerin Tiyatro Üzerindeki Etkisi
Tiyatro sanatının geleceği, kendi öz amacını uygulayabilmesine bağlı olarak
evrilecek. Peki tiyatronun öz amacı ne? Niçin tiyatro oynar, tiyatro izleriz? Tıp, hu-
kuk, mühendislik ve diğerleri. Bunlar elbette ki hayatımızı kolaylaştıran vazgeçil-
mez bilim dalları ve meslek kolları. Ama şiir, sevgi, dürüstlük, adalet ve tabii ki
tiyatro; bunlar bizi ayakta tutan şeylerdir. İnsanın kendisine ve içinde yaşadığı
topluma olan serüvenidir. Genelde sanatın, özelde tiyatronun öncelikli amacı
kuşkusuz içinde bulunulan çağa ayna tutması olmalıdır. Sanatın eleştirel dilinin
insanın kendisini sorgulamaya iten bir yanı da vardır. Günümüzde ağırlıklı olarak
devletin elindeki tiyatro organizasyonları bu amaca ne kadar hizmet etmektedir
ya da devlet kontrolündeki sanat ve tiyatro amacına ne ölçüde ulaşabilir ?
Sâkî Fanzin
6
Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve bunu yaparken
de hiçbir etik değer tanımazlar. Devletler, ellerinde bulundurduğu tüm kurum ve
kuruluşları kendi istek ve çıkarları doğrultusunda düzenler, değiştirir veya yok
ederler. Devlete kültür ve sanat inşa etme, yönetme görevi verilmemelidir. Çünkü
devletler, halklarının çağın sorunlarıyla yüzleşmelerini istemez, onları uyutmak is-
terler. Böyle olduğunda tiyatrolarda sansürler ve yasaklar alır başını gider. Devletin
kontrolündeki sanat faaliyetlerinden sanatın öz felsefesine dair izler bulmak bu
nedenle çok zordur.Tiyatro da, çağının sorunlarına ayna tutamadığı zaman anla-
mını kaybeder.
Genelde sanat, özelde tiyatro sivil toplumun inşa etmesi, sahip çıkması ve
yönetmesi gereken bir daldır. Devlet, tiyatro kurmaz, işletmez, tiyatrocu beslemez.
Tiyatrolara destek olur. Bu ikisinin arasındaki fark derindir.
Sinemanın Tiyatronun Geleceğine Etkisi
Tiyatronun geleceği ile ilgili en derin endişelerden birisi de sürekli ola-
rak gelişen ve güçlenen sinema sektörünün tiyatroyu nasıl etkileyeceği üzerine ku-
rulan kötümser senaryolar. Öncelikle sinemanın ve tiyatronun birbirinden farklı sa-
nat dalları olduğunu görmemiz gerekiyor.
Tiyatro ile sinema arasında çok keskin farklar bulunmakta. Sinema, teknolo-
jiye paralel bir biçimde kendisini yenileyebilen, değiştirebilen ve geliştirebilen bir
yapıda. Tiyatro, sinemaya göre bu konuda çok daha pasif durumda. Sinema, bir
sahnenin birden çok kez çekilip en iyisinin izleyiciye ulaşmasını sağlarken, tiyatro
birçok kez provası yapılmış bir sahnenin bir kez izleyiciye oynanması anlamına ge-
liyor.
Ünlü tiyatrocuların sinema sektörüne geçmesi, sinemanın bir dönemliğine
tiyatroyu gölgelemesi, devlet tiyatrolarının yaşadığı - ve yaşattığı- sıkıntılı olaylar
dolaylı yoldan insanları acaba sinema tiyatronun sonunu mu getiriyor sorusunu
sormaya itti. Bu durum birçok tiyatrocuyu da ürkütecek duruma gelmişti. Kenan
Işık'ın 27 Mart 2012 tarihinde yayınladığı Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi'nde
bu duruma ağır bir eleştiri vardı. Işık, tiyatronun miadını doldurduğu söylentileri-
nin artık mide bulandırıcı bir hale geldiğini belirtirken,
Sâkî Fanzin
7
tiyatroya asıl büyük zararı verenlerin bu söylemde bulunanlar olduğunu söylüyor-
du.
Tiyatronun her zaman -teknolojinin getirdiği hiçbir yapaylığın gerçeğin yerini
asla tutamayacağına güvenerek- sinemaya üstün geleceği bir şey var ki, bu onu
sinemanın asla bitiremeyeceğinin bir kanıtı niteliğinde aynı zamanda; seyirci ile
etkileşim. Teknolojinin hayatımızdan hızla uzaklaştırdığı, modern insanın kana-
yan yarası olan "etkileşim ve iletişim eksikliği" olarak tanımlayabileceğimiz soru-
na karşı bir merhem işlevi görüyor aynı zamanda. Birbirini tanımayan insanlar bir
araya gelip bir oyunu izliyor, aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere üzülüyorlar ve bu
da beraberinde sosyal etkileşimi getiriyor. Seyircilerin birbirleri ile etkileşiminin
yanında oyuncunun seyirciyle, seyircinin oyuncuyla etkileşimi de insanları direkt
olarak etkiliyor.
Sâkî Fanzin
“Hayat rol yapmaktır, en çok da v yaka”
Gökhan Ergür/Topraktan Gelen
İtibar Dergisi sayı: 44
8
Gerçekliğinden vazgeçtiğim bir bağ daha kopuyor hayatla aramda , sükuneti-
mi üsteliyor iç seslerim ve hep asılıyorum bir ipin ucunda ya da bulut mavisi
gök gibi.Bir yirmi yıl sonra hikayeler anlatıyorum çocuklarıma yada gömülü-
yorum yerin bilmem kaç katına.Anlayamıyorum acı nedir ? Hüzün nedir ? yal-
nız sol tarafımda kalan bir izlenim , durmaksızın konuşuyor çünkü derdi bil-
mek değil beklide bu yüzden aşka aptallık denir.
Ö Z E L E Ş T İ R İ M
Sâkî Fanzin
Ahmet Dertlioğlu
9
Seslendi bana daha doğmamış tohumlar.
Benim bu bahçeden zorum var.
Ve de o güzel tohumlar.
Akan nehrin rengi günahlarımdan alıntı.
Ha birde durup durup n’olacak demek…
İşte bu sıkıntı, işte bu bıkkınlık olsa gerek.
Ve bir gökkuşağı bedenimdeki okyanusa inat.
Ve bir de hiçbir şey olmamış hissi.
Hiçbir şey olmamış gibi.
Bahçeme Roma diktim sonra da İstanbul.
Birine bakakaldım ben de seçemedim.
Bir şehre takılı kaldım ben de geçemedim.
Yüzyıllık hatırlar kahve dibinde.
Yüzyıldır hatırlar intikam peşinde.
Bir gölge, bir gökkuşağı ve yanmış oyuklar.
Sesleniş, ah sesleniş çok güzel senden olunca…
Ve bitti dün de gitti bu gün de.
Belirsizlik hala göz kapaklarıma muhalif.
Sessizlik ah sessizlik çok güzel senden olunca…
Ne dersen de bu gökkuşağında.
Su dibini serinletmez nasıl olsa.
Yokluk artık yok oluyor, nasıl oluyorsa…
Sâkî Fanzin
B İ R B A H Ç E V E O K Y A N U S L A R
Said Emre Şirin
10
Eylül ayının yağmurlu günlerinden biriydi yine. Bacağı sallanan eski ah-
şap masamın başındaydım. Hiç kalkmazdım ki zaten bu masadan. Yemeğimi
de burada yerdim içkimi de sigaramı da burada içerdim. Antikayı andıran kale-
mimi de elime almış ne yazacağımı düşünüp dururdum. O kadar düşünmüşüm
ki sandalyenin minderi terden ıslanmış ve aşağıya doğru kaymaya başlamış-
tım. Kendimi toparladım hemen.
Aklıma tek bir konu bile gelmiyordu. Masamın tam sağında bulunan şiir
kitabını almıştım. Bir şeyler okursam belki aklıma bir konu gelirdi ve belki yaza-
bilirdim. Cemal Süreya’nın “Üstü Kalsın” şiirini kese sarısı not defterime yaz-
dım.
ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum Tanrı’m
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrı’m
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın!
Cemal Süreya
Yazamamak canımı sıkmaya başlamıştı. Köreldiğimi hissediyordum ilikle-
rime kadar. Yazılarım için ayırdığım bir yaprağının kenarı kıvrılsa içimin yanaca-
ğı defterimin sayfalarına küçük konu notları alıyor yazmayınca hunharca yırtı-
yordum sayfaları. Bir sürü anahtar kelime, şiir, söz yazmama rağmen elim say-
fanın üzerinde boş boş dolanıp duruyordu. Biri gelse de kulağıma bir şeyler fı-
sıldasaydı keşke.
Y A Z I !
Sâkî Fanzin
Ezgi Nur Arslan
11
Sayfanın tam ortasını bularak kocaman “yazı” yazmıştım. Evet, evet bunu
yazacaktım “yazı”. Yazı benim için neydi? Neyi ifade ediyordu? Yazı benim kaçı-
şım mıydı? Başlığın hemen altına cümlelerimi teker teker serpmiştim bomboş
satırlara.
“Yazmak benim kaçışım. Karanlık ve sonu gelmeyen sokaklarda sürüklenirken
uzaklarda gördüğüm ışık sızıntısı gibi. Hiç konuşmayan ama hep konuşuyor-
muş, hep yanında olan bir dost gibi. Yazı bazen de çığlıklarım, kimseye söyleye-
mediklerim, yaşama karşı haykırışlarım, korkularım ve cesaretim. Daraldığım-
da aldığım nefes gibi. Her yazdığımda kendimi yeniden doğmuş gibi, yeniden
hayat bulmuş gibi hissediyorum.”
Bütün bu yapboz parçaları şimdi neden birleşmiyordu. Karanlık sokaktaki
ışık sızıntısı kayboldu. Konuşmayan dostum ceketini ve bavulunu alıp kapıyı ka-
patarak çıkıp gitti. Sessiz çığlıklarım kesildi, haykırışlarım yerini sonsuz sükûne-
te bıraktı. Cesaretim de bana ihanet etti. Sanırım bana düşen ışığı tekrar bula-
na kadar, dostum derdimi tekrar dinleyene kadar defteri kapatıp zamanı gelin-
ce kolay ulaşabileceğim bir yere koymak..
Sâkî Fanzin
12
grejuva manolyasında yükselen bir ağaç bu
ortasında herşeyin
tüm bu gürültünün ortasında
biraz mavi biraz satirik
sözlerle düşüncelerle büyütüyoruz onu
söndürsün büyüsün perde olsun diye bu savaşa
diyorum ya satirik bir manolya bu
bazen bir dalga gibi geliyor
bazen iğne gibi
yükseltiyorum kağıtlarımda
bazen bir gravat oluyor
asılıyor bir soysuzun boynuna
bazen bir silah oluyor
öldürüyor
ne kadar masum varsa
bazen sadece susuyor ve gülümsüyor hafiften
aldatan bir koca oluyor ya da boş vaatler
G R E J U V A
Sâkî Fanzin
Ahmet Dertlioğlu
13
Yine garip bir iç burukluğuyla uyandı. Tavanda dönüp duran kanatları renksiz
pervaneyle göz göze geldi. Alnında birikmiş teri yastığına sildi, yorganını üze-rinden attı. Altında, buruşmuş ellere benzeyen dağınık çarşafı görünce bastı-
rılamaz bir istekle yeniden yatmaya davrandı. Olmadı. Uzun süredir tuttuğu-
nu, tutmuş olduğunu unuttuğu nefesini bırakırken elleri titriyordu. Yirmi beş
saattir hiçbir şey yememiş, aç düşmüştü. Ekşi peynir kokusunu, ardından
mutfağın tezgâhında birikmiş bulaşıkları düşündü. Yine o aynı bastırılamaz
istek belirdi. Buruşan çarşafına makas atarak parça parça etmek ve tabakla-
rı, bardakları duvardan duvara vurup tuzla buz etmek isteğiydi bu. Ne diye çe-kiyordu derdini, üstündeki kıyafetler iyice sıkıyor, boğuyordu onu. En son yedi-
ği haşhaşlı çörek… Elini ağzına götürdü. İçinde, midesinde kabaran öğürtüyü
bastırdı. Buna karşı duracak gücü olsa… Lavaboya koştu. Hiçbir zaman tuva-
lete kusmayı aklına getirmezdi. Yine aynı tercih etmeyişle musluğu açtı, elleri-
ni siyah pis lekelerle kaplı taşa dayadı, bekledi. İçinde dalgalanan o şey her
ne ise durulmuştu. Lavabonun üstündeki aynada kendini görmemek için başı
eğik bir biçimde uzaklaştı oradan. Fakat daha sonra pantolonunun ağını zor-
layan bir şey olduğunu fark etti. Kasıklarından midesine doğru yükselen bir baskı söz konusu olunca lavabo kapısından çıkmadan ani bir dönüş yaparak
hızlıca tuvalete girdi. Öyle aceleciydi ki tuvaletin kapısını açarken ortadan çat-
lamış camı neredeyse yere indiriyordu. Sonra kapatmaya bile gerek duyma-
dan çömeldi. –Annesinin çocukluğunda ‘ayakta işeme yavrum’ diyen sesini
duymuş gibi- ağır ağır işemeye başladı. Bacakları kasılmıştı. Kalçasını istem
dışı sağa sola oynattı. Terliğine atlayan sidiğin çıplak ayağına temas etmesiyle
irkildi. Üşüyordu galiba, ürperdi. Tam o anda, gündelik yaşamda aklından ta-mamen silinen, daha doğrusu düşünmeye fırsat bulamadan bir yığın safsata-
nın iç burkan bir cümbüşle zihnini doldurmasından dolayı unuttuğu meseleler
can bulmaya başlamıştı ki çamaşırını aceleyle toplayıp yine aynı hızla tuvalet-
ten çıktı. Onca pisliğin acınası bir yaşam biçimine dönüştüğü, birbirinden
farklı kokuların insanın içinde kusma isteği uyandırdığı bu evde ne olursa ol-
sun değişmeyecek tek şey şüphesiz el yıkamaktı. Ellerini sabunladı, bol bol
köpürttü ve uzun yıkadı. Şimdi güvendeydi. Aklını karıştıran puslu bir yaz sa-bahının özlemini duydu içinde. Hemen hemen her babaanne evinde bulunan
kapı eşiklerindeki kıpırtısız hantal paspaslardan -kırmızı, mavi, sarı şeritli- on-
da da vardı; mermerin üzerinde kayardı her defasında. Uzaklaştı. Topuğunun
paspası kaydırıp kapıya çarpmasını önledi. Gözlerine dolan ışığa karşı elini
siper ettiğinde holün sonuna gelmişti. İki odaya açılıyordu bu ayrım.
Sâkî Fanzin
Ü Ç A N , Ü Ç M E V S İ M V E Y O K L U Ğ U N Y O L U
Jale Nur Turgut
14
Nerede hangi oda olduğunu unuttu. “Ah Nihâl. Ah!” Sesi nasıl da çatallanmış-
tı. Neredeydi Nihâl? Büyük bir boşluğa bağırıyor olmanın sonsuz özgüveniyle
haykırdı. Sesini kimsenin duymadığına karşılık gelen o sonsuz kıpırtısızlık…
Nihâl nerede? Nihâl holün sonundaki o iki odaya açılan ayrımda. Ne sağda
ne solda, arafta Nihâl. Tam ortada. Yazdı mevsimlerden, hazirandı da galiba.
Ne sıcak bir akşamdı. Balıkçı teknelerinin kıyıya yaklaştığı, güneşin eteklerini
toplayıp gitmeye hazırlandığı bir andı. Andı çünkü bir bütün değil de tek bir
parça, küçücük bir parça olarak anımsıyordu onu. Soğuk, ıslak kuma otur-
muşlardı. Eteğini sıyırdı, çıplak bacaklarını uzattı Nihâl. Pırıl pırıl bir denizin
küçük dalgaları yalayıp geçti. Dalgalı saçları akşamın usul melteminde uçuşu-
yordu. Hatta bir an, -yine tek bir an- yanaklarına değdi, çarpıp geçti saçları. .
Nihâl ağzını açmaya görsün, hemen tel tel yapışırlardı dişlerinin arasına. Gö-
ğe yükseldi sevinci. İçinden taşıyordu o an. Saç tellerini dişlerinin arasından
naif bir anne edasıyla parmak uçlarıyla kurtaran bembeyaz ellere kol kanat
geren bir aşk canlanmıştı içinde. Güzel eller. Kadınlığına işaret eden güzelim
Nihâl elleri… Tuttu, kendine çekti. Ellerini öptü, tırnaklarına kadar usul öpü-
cüklerle donattı ellerini. Başını eğip gülmüştü yarım yamalak. “Beni yanlış an-
lama, gözünde çirkin kimliklere bürünmek istemem. Kimliksiz olmayı hiç iste-
mem! Ama ne olur, biraz daha… Biraz daha…”İşte tutuklu kalmak buydu asıl.
Öyle usul, öyle meraklı bakmıştı ki o an ona. Biraz daha? Biraz daha ne? Yal-
varırım bir şey söyle. Söylemez. Devamı gelmedi. Balkona zor attı kendini. Bi-
raz temiz hava iyi gelirdi. Süpürgelerle ve çöp kovalarıyla dolu, mermerlerin
kuş pisliği ve tozla katman halini almış o ilk tabakasına dokundu. Buz gibiydi.
Hava açıktı. Gerçi kuru soğuğun ürkütücü kış işareti yadsınmayacak kadar
hâkimdi etrafına. İstemeden de olsa karşı balkondaki kadınlarla göz göze gel-
di. Bundan nefret ediyordu. Yalnız başınayken hiçbir toplulukla göz göze gel-
mek istemezdi. Hele ki topluluğun –ne yazık ki topluca- gözlerini ona diktikle-
rinden haberdar olmuşsa. Kaçar gibi içeri girdi. Midesi bulandı. Onlardan da
nefret ediyordu. Bu kez lavaboya koşmadı. Belki üşendi belki de mide bulantı-
sının ona yaptığı tatsız şaka gururuna dokunmuştu. Perdeleri açtı. Cama ya-
pışmış sarı bir kedi mırıltısıyla karşı karşıya geldi. Bulantısı arttı fakat o yerin-
den bir milim kıpırdamaya yanaşmadı.
Sâkî Fanzin
15
Yalnızca ışığın odasını doldurmasını seyretti durduğu yerden. Her yanda tozlar
uçuşuyordu. Özellikle insan olduğuna işaret eden canlılık hareketlerinden sonra. “Ah Nihâl. Ah!” Işığın aydınlattığı o tozlardan soruyordu Nihâl’i. Nerede
Nihâl? Nihâl zümrüt yeşili kanepenin eskimiş kırlentlerinde. Nihâl iflah olmaz
bir mide bulantısında. Neredesin Nihâl? Nihâl cevap vermez. Kızdırmış mıydı
onu? Bir kez bile incittiğini hatırlamıyordu oysa. Bir davetteydi, güneş doğu-
yordu. Bol içkili, bol kadınlı bir davetti bu. İlkbahar mıydı mevsimlerden? Ne
içmişti, midesi sabaha kadar karışmış, buruşmuş, sanki içinde yamyassı ol-
muştu. Sesleri seçemez hale gelen kulağına bir telefon dayamışlar, zorla bir şeyler mırıldanıyordu. Sonra sıcacık bir el değdi yüzüne. Bir kadın. Yüzünü
tam seçememişti. Tuttu, dışarı çıkardı onu. Tam da düşüp bayılıyordu. İyi iyi,
şükretmeli. Kadın ellerini gezdirdi yüzünde. Kadın olduğunu ellerinden bir de
sesinin tatlı tınısından seçebilmişti. “Ne vardı bu kadar dağıtacak? Mahvol-
muşsun. Yakıştı mı hiç? Ben seni böyle bilmezdim…” Durmuştu öylece. Mide
bulantısı yükseliyordu yine derinlerde bir yerlerden. Ve yalpaladığı ürkütücü
boşlukta beylik bir slogan atar gibi konuşmaya hazırlanıyordu. Öğürtüsü ve
aniden iki büklüm olup asfalta kusması buna izin vermedi. Sırtını sıvazladı kadın. Çöktüğü kaldırımda yanına oturdu. Çantasından bir mendil çıkardı. Ve
sonra, nedense çok sonra yeni kusmuş ağzını değil, gözyaşlarını sildi kendi
elleriyle. “Geçti,” dedi. Kusma anını hatırladıktan sonra bulantısı biraz daha
yükselse de kusmadı. Saf ve dingin sulara döndü tekrar. Bir şeyler yese bu
şeyi durdurabilirdi. Ama Allah biliyor ya, bir gramcık iştahı yoktu. Bir müddet
hiçbir şeye dokunmadı. Gözlerine takılan dağınıklıklar vücuduna iğne gibi
saplanıyordu sanki. Dağınıklıktan da nefret ederdi. Ah şimdi Nihâl olsa… Ne-rede Nihâl? Nihâl bu buzun eridiği bardaklarda. Boş ve kokulu bira şişelerin-
de. Akvaryumda ters dönmüş turuncu balığın solungacında Nihâl. Yüreğine
dokunsa, şöyle biraz yaklaşıp yüzüne dokunsa yeniden. Şu kimsesiz evi şen-
lendirse. Ah bir gelse Nihâl… Tuzlu fıstık tabağını alıp mutfağa gitti. Dolaptan
biraları çıkardı. Elini yapış yapış eden bir şey vardı dolap tutacağında. Her şey
kirli olabilirdi, yalnız elleri temiz kalmalıydı. Mutfakta yıkadı ellerini. Tutacağa
peçete sardı. Yıllardır saçma bulsa da bir kez bile atmaya davranmadığı buz-dolabı süsleriyle göz göze geldi. Meyveler, kalpler, çiçekler. Ne kadar estetik-
ten yoksun renk ve biçim varsa onlarda. Portakal, tupturuncu portakal değil
yalnız. Onun yeri başka. Soğuk bir hava, keskin bir rüzgâr vardı. Kıştı galiba
mevsimlerden. Nihâl’le en yakın olduğu gün olacaktı günlerden ise. Loş ışıklı,
tarçın kokulu bir kafede karşı karşıya oturuyorlardı. Kanepenin kırlentindesin
demesi boşuna değil, Nihâl’in zümrüt yeşili gözlerine bakıyordu. Nihâl’in boy-
nu uzun, ince, bembeyaz. Kim bilir ne de güzel kokuyor. Yanına gidip öpmek istedi. Bir an için yapacaktı da. Hem Nihâl tanırdı onu. “Sapık” yaftasını yapış-
tırmazdı öyle. Bilirdi sapık olmadığını. İçinin ona karşı müthiş bir arzuyla
Sâkî Fanzin
16
dolduğunu ancak hiçbir zaman bir sapkınlık yapmayacağını bilirdi. Sahi, Nihâl
onu tanırdı da, o Nihâl’i tanır mıydı o kadar? O gün –günlerden Nihâl’e en ya-
kın olduğu gün- anımsıyordu galiba, nasıl söylese… “Yarın dosyaları götür,
projenle birlikte dayan patronun karşısına. Şu an hazırsın, biliyorsun değil mi
bunu? Sen de hissedebiliyorsun, değil mi?” demişti Nihâl. Bembeyaz elleri
tatlı kaşığını ne de güzel tutuyordu. “Evet, çıkacağım karşısına. Bu kez kararlı-
yım.” “Hah, şöyle!” deyip tatlı tatlı gülmüştü. “Sen ne yapıyorsun? Yeni bir şey-
ler var mı?” “Bir haber üzerinde çalışıyordum, bitirdim Güler Ajansta. ” Anım-
sadıkları bu kadardı. Ve o gün kravatına damlayan sütlacı silmişti yine. Ve
sonra gözlerinin içine bakarak dudaklarının kıvrımına usul bir öpücük kondur-
muştu. Nihâl’le en yakın olduğu gün, görevini yerine getirmişti işte. Dışarıda
atıştıran sulu kara karışıp ağır ağır yürüyerek, ıslanarak, soğuğu iliklerinde
hissederek gitmişti eve. Hayat öpücüğü bahşedilecek olsa, yine yine ve yeni-
den Nihâl’in öpücüğünü isterdi o. Memlekette neler oluyor, ne kavgalar dönü-
yor, kim kime hükmediyor, düşünmeden “Kavga dövüş şöyle dursun,” deme
şekliydi onun için Nihâl. Ah Nihâl, sen onun umursamazlığıydın besbelli. Ya
da belki yaşama sevinci… Portakal, diyorduk. Portakal başka. ‘Dünya mavi bir
portakal’dan sonra, Nihâl’in en sevdiği meyveydi portakal. Öyle anımsıyordu
yine. Kanepeye yığıldı. Yapacak hiçbir şeyi olmadığı düşüncesi, günlerdir esiri
olduğu garip buhran nefesini zorluyordu. Nerede Nihâl? Nihâl bu ekşi kokan
portakalın lifinde. Kararmış ve büsbütün sigara kokan şu anne yadigârı tülün
dantel işlemelerinde. Nokta nokta hem de. İnce ince. Belki şu mütemadiyen
doldurduğu tablanın külünde. Ama besbelli göz gezdirdiği karmakarışık ma-
sanın ortasında duran ajandaların içinden taşmış beyaz kâğıdın, kartların bi-
rinde. Uyuşmuş beyni biraz gevşeyince elini masanın ortasında duran ajanda-
ya attı. Her sayfasından kartlar fışkırıyordu. İşi gereği ne çok insanla haşır ne-
şir olmuştu böyle. İsimler, numaralar, mail adresleri, posta numarası, faks-
lar… Sonra birden, gözleri, belleğinin de tanıdığı dahası anımsadığının müjde-
sini veren bir tepkiyle büyüdü. Gevşemesi hızlandı. Nihâl Demiröz. Kâğıtta ko-
yu lacivert bir mürekkeple yazılmış bu ismi görünce kalbi yerinden çıkacak-
mış gibi atmaya başladı. İsmin altında yazılı numaraya göz gezdirdi. “Sonunda
Nihâl. Sonunda!” diyordu kendi kendine. Elleri titreye titreye çevirdi numarayı.
Sâkî Fanzin
17
Masanın üzerinde duran telefona çoktan sarılmıştı. Arama tuşuna bastı, çok
geçmeden: “Operatörümüze kayıtlı böyle bir numara bulunmamakta-dır…”diyen kadın sesiyle karşı karşıya kaldı. Bir müddet beklese de, gevşeyen
bedeninin tekrar uyuşmasına müsaade etmeden ajandayı karıştırdı. Yalnızca
bir yerlerde “Güler Ajans” kartı bulmaktı niyeti. Ya da Nihâl Demiröz’e ait her-
hangi bir iz. Her sayfayı tek tek karıştırdı. Kalktı, çekmeceleri yerinden söktü.
Tüm kâğıtlara, defterlere, kartlara baktı. Telefonunu karıştırdı. Takvim yaprak-
larının yanına koştu. Orada bazı notlar alırdı ara sıra. Nihâl’le ilgili hiçbir şey
yoktu. Sonra kapının yanındaki posta kutusuna baktı. Faturalar haricinde hiç-bir şey bulamadı. “Güler Ajans… Güler Ajans!” diyordu dişleri arasından. Bir
evin hiçbir yerinde mi Güler Ajans kartı olmazdı? Bu sorunun cevabını, niha-
yet pes edip yatağa gelişi güzel uzandığında gözü masanın kısa bacağının ke-
narına düşmüş Güler Ajans kartını görünce alacaktı. Sevinç çığlıklarını zor
bastırdı. Yeniden telefona sarıldı. Numarayı çevirdi. Bir kadın açtı: “Güler Ha-
ber Ajansı, buyurun.” “Ee, merhabalar. Ben şey soracaktım…”İsmini ilk kez
başka bir insanla paylaşacak olmanın verdiği heyecan ve garip bir utançla de-
vam etti: “Nihâl Demiröz isimli çalışanınıza ulaşmam mümkün mü acaba? Kendisinin Güler Haber Ajansı’nda çalıştığını biliyorum, kartı da o vermişti.
Kendisiyle konuşmam gereken çok mühim bir mevzu var da…” “Anlamadım
beyefendi, Nihâl Demiröz mü demiştiniz?” “Evet, evet Nihâl Demiröz. Çok acil,
lütfen. Yalvarırım size. Beni onunla konuşturun.” “Anlıyorum beyefendi ancak
ne yazık ki Nihâl Demiröz isimli bir çalışanımız yok…” “Nasıl olmaz? Emin mi-
siniz? Gazeteciydi kendisi.” “Gazetecilerimizin hiçbirinin ismi Nihâl değil beye-
fendi, başka türlü nasıl açıklanır bilmiyorum fakat hattı daha fazla meşgul et-meseniz…” Cevap vermeden telefonu kapattı. Dizleri titriyordu. Dizlerini tuttu.
Bir müddet bakışları öylece boşlukta gezdi. “Ah Nihâl. Hiç mi olmadın...” diye
mırıldandı. Kendine acıdı. Hiç değilse onu son gördüğü ânı hatırlayabilse…
Kapının ziliyle düşüncelerinden sıyrıldı. Ağır ağır yürüdü, açtı. İş arkadaşı Ta-
ner, her zamanki gibi enerjisi yüksek hareketlerle ve neşeli ses tonuyla karşı-
sındaydı. “Hoop birader! Nerelerdesin sen ya?” Birlikte içeri girdiler. Konuşa-
cak hal bulamadı kendinde. Zaten cevap vermeye fırsat kalmadan Taner bir-biri ardınca sorular sormaya başlamıştı. “Kardeşim sen ne yaptın? Buraların
hali ne? Harpten çıkmış gibisin ya hu. Ben seni böyle bilmezdim…” ‘Ben seni
böyle bilmezdim’ derken Nihâl’le sızladı içi. “Taner,” dedi. Paltosunu çıkarıp
koltuğun kenarına asmış, pantolonunu dizlerinden çekip koltuğa oturuyordu
Taner. Onunla birlikte oturdu.“Nihâl Demiröz diye birini tanıyor mu-
sun?”“Nihâl mi?” dedi düşünceli bakışlarla. Yüzü aydınlandı. Kıvılcımlanan
umudun işaretiydi bu. “Sana daha önce de bahsetmiş miydim ya da? Nihâl diye bir kadın. Nihâl Demiröz.”Taner bir müddet durdu. Sonra yerinde doğrul-
du: “Valla Nihâl’i filan bilmem de, geçenlerde bir hatun geldi iş yerine.
Sâkî Fanzin
18
Dün değil ondan önceydi galiba. Seni sordu. Yok, bugün gelmedi dedim. Peki,
deyip gitti. Ha, bir de patrona sunduğun projeyi sordu.”“Ne?” “İyi isabet oldu,
ben de onu diyecektim. Patron projeni başarılı buldu. İyi iş çıkarttın, terfin ya-
kındır.” “Kadının adı neydi, başka hiçbir şey söylemedi mi?” Taner elini cebi-
ne attı, karıştırmaya başladı. Aynı zamanda: “İş yoğundu pek dikkat etmedim,
zaten sormak da aklıma gelmedi. Ama sana bir not bıraktı. Bak dur onu getir-
dim,” diyordu. Üç gün geçmesine rağmen yeni gibi duran kâğıdı Taner’in elin-
den kaptı. Kalbinin atışını boğazında hissediyordu. Hiç dokunmadı.
Sâkî Fanzin
19
Kütüphane kelimesi insanların zihninde neyi çağrıştırıyor acaba?
İçinde kaybolacağımız bir labirenti mi? Yoksa her dalından verim alabileceğimiz
bir ağacı mı? En azından benim zihnimde her dalından verim alabileceğimiz bir
ağacı da içinde kaybolacağımız bir labirenti de çağrıştırıyor. Ya da bilgiler içinde
kaybolup, boğulabileceğimiz bir labirentte olabilir.
Bunları düşüne düşüne labirentle bağdaştırmak istedim. Belki bana basit
geldiği içindir,bilemiyorum.
Bilgiler içinde kaybolmak ne demektir acaba? Daha önceden yaşamadı-
ğım, yaşadıysam da bildiğimi bilmeden bildiğim bir şey olsa gerek.
Kendimi hiç kütüphaneler dünyasına girmiş bir halde de bulmadım. Aca-
ba kütüphanede bir kitabı enine boyuna inceleyip okumaya başladığım zaman,
o kitabın labirentinden kurtulmam o kitabı bitirmiş olduğum anlamına mı gelir-
di?
Bir şeyi anlatmaya çalışmak o şeyi anlamaya çalışmaktır. Belki bende bu
sayede kütüphaneyi anlamaya çalışıyordum. Kim bilir.
Labirentler hep karmaşıklığıyla bilinir ve karmaşıklığıyla göz korkutur. Kü-
tüphaneler de acaba böyle midir? Kütüphanelerden ziyade kitaplar böyledir
belki de. Sayfa sayısı çok fazlaysa korkutabilir ya da kitaba bakılınca, felsefe ki-
tabıdır, düşünmekten korkarız veya düşünmeye üşeniriz. ‘Ben bu kitabın için-
den çıkamam, çok karışık bir kitaba benziyor’ diyerek de korkabiliriz. Bence en
güzel korku, bir korkumuzu yenmeye çalışırken yaşadığımız korkudur. Goethe
'Korkacağımız tek şey, korkunun kendisidir' demiş. Doğru.
Olay şudur ki, biz bilgiler içinde boğulma cesaretini gösteremiyoruz. En
sonunda demek isterim ki her birey -Labirent'Hane'-yi hayatında bir kere de ol-
sa gerçek anlamda yaşamalı…
Gayret bizden, tevfik Allah’tan
L A B İ R E N T ‘ H A N E ‘
Sâkî Fanzin
Mehmet Semih Çiğdem
20
S O Y U T L A M A B İ R Ş İ İ R
Sâkî Fanzin
Said Emre Şirin
Bir ev tasvir ederken gel git akıllarda.
Doğu batı birbirine karışırken,
Hayvani duyguları dizginlemek adına ileri atıldım.
Hepsinin gölgesi ayrı sinir bozucuydu.
Kaçıncı ev bu tasvir ettiğim benim?
Karışık gel git akıllarda…
Ve evin yolunda taştan döşemeler.
En güzel manzaradır bence,
Yağmur yağarken araya giren bir bulut.
Bir de renkli tablolarda rastlanan,
Adı unutulmuş ressamın imzası.
Eğer ki ben anlatamıyorsam,
Sen daha konuşamıyorsun bile.
Ve bütün evler birbiri içinden geçiyor.
Hepsi kendi halinde, kendince.
21
Sâkî Fanzin
Gittikçe derinleşiyor geçmiş.
Gittikçe pisleşiyor gelecek.
Ve anın yansıması en güzel illüzyon değil mi şu an?
Ne olacak bu halimiz…
Dünyayı tutmaya çalıştım okyanus denk geldi.
Evden uzak olsun aydınlığın.
Benim ihtiyacım yok sönmeyen bir ışığa.
Soyutlama adı altında yaşanmışlık abidesi.
Ve hüznün kenarda duran buruşuk peçesi.
Yok desem de inanmam olası bu yüzle.
Ben yok diyorum hem de her hecede.
Bir Macar kalesi aylardan ılık bir sonbahar.
Yapraklar bu vatana düştüğünden utanç duyuyor.
Ta ki seni görene dek ve diyorlar işte bu son bahar.
Bu damla damla çağlayan mürekkep izleri…
İşte bu izler izledi hep bizleri.
22
Y E T İ M
Sâkî Fanzin
Ubeydullah Karakaş
23
Sâkî Fanzin
24
Sâkî Fanzin’i Bulabileceğiniz Mekânlar
SAKARYA
Albatross Kafe
Arka Plan Sanat Galerisi &Kafe
Kapının Dışı
Hangah Kafe
KOCAELİ
Mavi Siyah Kafe Kültür Sanat
Kitap Pastası
KafeKedi
Talpa Kütür Sanat Kafe
İSTANBUL
Şahmaran Kafe
Mîr Kafe