Upload
uzay-cobanlari
View
271
Download
3
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu elektronik bülteni...
Citation preview
1 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
2 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
BU SAYIDA NELER VAR?
Dünya Dışı Yaşam Arayışları Sayfa 03 Kozmik Mikrodalga Arka planı Sayfa 07 Kozmik Makine; Evren I Sayfa 15 İnce Mavi Kalkan Atmosfer Sayfa 25 Halkımız ve Evren Sayfa 26 Gökbilim Tarihi III Sayfa 28 Uzaydan Haberler Sayfa 31 Bu Ay Gökyüzü Sayfa 33 Harun Şahin Tanıtıyor Sayfa 34
YÖ NETİ M KURULUNDAN MESAJ
Tüm okurlarımıza merhabalar;
Dergimizin bu sayısında yine birçok konuya değindik. Evren dediğimiz kozmik makineyi anlayabilmeniz için dev bir
makale yazdık. Aynı zamanda bu sayımızda biraz daha popüler konular üzerinde durduk. Umuyoruz ki tüm
okuyucularımız dergimizin 12. Sayısını okurken büyük zevk alacaktır. Değinmek istediğimiz bir diğer konu ise siz
değerli okurlarımıza internet sitemiz üzerinde dergimizin geçmiş sayılarını indirme fırsatı sunduk. Bu saya de ister
dergi sayılarımızı arşivinize ekleyebilir. İsterseniz de bastırabilirsiniz. Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu olarak
tüm okurlarımıza ve destekçilerimize bol yıldızlı karanlık bir gökyüzü diliyoruz.
Yönetim Kurulu Başkanları
Ertan KOÇ – Özgür Can ÖZÜDOĞRU
DERGİ KÜNYESİ DERGİ BİRİMLERİ Ertan Koç YAYIN KURULU DENETİM KURULU Özgür Can Özüdoğru Ertan Koç Mert Can Orhan Kemal Cihat Toprakçı Özgür Can Özüdoğru S. Umut Çalışkan Yiğit Yılmaz Kazım Kıvanç Eren Mehtap Çelik Sinan Gözcü Mert Can Orhan Berke Çelik Harun Şahin
İLETİŞİM
uzaycobanlari.com
facebook.com/groups/uzaycobanlari/
twitter.com/uzaycobanlari
3 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
DU NYA DİŞİ YAŞAM ARAYİŞLARİ
Evimiz Dünya, Samanyolu gökadasının Orion kolu olarak adlandırdığımız dış spiral kollarının birinde bulunan Güneş
Sisteminin bir üyesidir. Gökada merkezimizden yaklaşık 25.000 ışık yılı uzaklıktayız. Öyle ki Dünya üzerinde ki
yaşamın en büyük etkisi Güneş Sisteminin gökada içerisinde ki konumudur.
Güneş sistemimizin gökada içerisinde yakın çevresine Yerel Kabartı diyoruz. Güneş sistemimizin hareket ettiği 30
ışık yılı genişliğinde yıldızlararası bir bulut… Dünya üzerinde yaşam 4 milyar yıl önce başladı. Ve insanlık şuan da
dünya dışı yaşam arayışlarına başladı. Çünkü kendi gezegenimizi mahvettik… Güneş’ten gelen morötesi zararlı
ışınları tutan, ozon tabakamızı deldik… Şimdi ise Hidroelektrik santralleri ile Dünya’yı en azından şimdilik
yaşayabileceğimiz tek gezegeni mahvediyoruz… Oysa her şey insanlık için değil miydi?
Uzun yıllardır, evrenin bir köşesinde yaşama dair izler aramaktayız. SETI@home isimli proje Dünya dışı akıllı yaşam
formlarından gelebilecek sinyalleri tespit etmek için kuruldu. Bu proje Dünya üzerinde 5,2 milyon katılımcısı ile
araştırmalar yapıyor. Ve isteyen herkes radyo teleskop verilerini indirip inceleyerek projeye destek olabiliyor.
5 Ekim 1997 yılında Dünya dışı yaşam arayışları için Satürn’ün uydusu Titan’a Cassini isimli bir uzay ara cı
gönderdik. Cassini’den ayrılacak Huygens adlı robot Titan’ın yüzeyine iniş gerçekleştirdi. 2004 yılında Satürn’ün
yörüngesine giren Cassini, 2005 yılında Titan üzerine iniş yaptı. 2016 yılında Satürn’ün Atmosferi ile halkası
arasında kalan dar aralığa yerleştirilecek Cassini görevinin sonuna gelecek.
Ertan Koç
4 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Titan’ın yüzey sıcaklığı -180 derece su ve karbondioksit sadece donmuş şekilde bulunuyor. Atmosfer %99 azot,
%1 metandan oluşuyor. Dünya üzerinde yaşamın ilk başlangıç yıllarında atmosferimiz de buna yakın bir karışımdan
oluşuyordu. Titan’da metan destekli bir yaşam olabileceği konusu hala bir varsayım.
Terazi takımyıldızında kırmızı cüce bir yıldız… Gliese 581 isimli
yıldızın bilinen 6 adet gezegeni var. Ve bu gezegenler Dünya’ya en
çok benzeyen gezegen unvanını taşıyor. Yıldız’ın gezegenlerinden
Gliese 581g Dünya ile %92 benzerlik taşıyor. Aynı zaman ESO
tarafından Nisan 2007’de yapılan bir keşifte yıldız çevresinde bir
gezegen daha bulundu. Gliese 581c ismini alan gezegenin yüzey
sıcaklığı 0 ile 40 derece arası ve bu da suyun sıvı halde bulunduğu
anlamına gelmektedir. Bu gezegenlere Ötegezegenler diyoruz. Ve
dünya dışı yaşam arayışı için oldukça önemli gezegenler.
Ötegezegenler insanlığın yüzyıllar önce sorduğu ve hala
cevaplayamadığı bir sorunun cevabı haline gelmiştir. Ötegezegenler,
Güneş Sistemi dışında ki gezegenlere verilen isimdir. Şimdiye kadar 927 ötegezegen, 715 gezegenli yıldız ve 144
tane gezegen sistemi bulunmuştur. Yıldızının yaşam kuşağı içerisinde bulunan Gliese 581’in iki gezegeni Dünya’ya
en çok benzeyen Öte gezegendir… Bu gezegenlerde yaşam olup olmadığı, bilinmemekle beraber üzerinde
çalışmalar hala sürüyor.
Kızıl gezegen Mars… İnsanlar yüzyıllar boyunca Mars’ta yaşam olup olmadığı merak etmişler ve bununla ilgili bir
çok araştırma yapmışlardır. Yüzeyinde bulunan demir oksitten dolayı ‘’kızıl gezegen’’ unvanını alan komşumuz
yüzeyinde Dünya’dakine benzeyen volkan, vadi, kutup bölgeleri, çöl ve mevsim dönemleri ile yer benzeri
gezegenlerden bir tanesidir.
Bilim üzerinden rant sağlamak, insanları yanıltmak
ve çeşitli amaçları bulunan Bilim dışı çevreler.
Şimdiye kadar bir çok gezegende yaşam olduğuna
dair iddialar ortaya atmış. İnsanları yanıltmışlardır.
Dijital ortamda hazırlanmış sahte fotoğraflar, sahte
videolar ile bu saçmalıklarına saçma kanıtlar
sağlamışlardır. Bu saçma iddialardan nasibini
Mars’ta almıştır. Bir çok çevre Mars’ta daha önce
yaşam olduğunu, ya da çeşitli canlılar bulunduğu
türde iddialar ortaya atmıştır. Ancak bugün Bilim çevresi olarak biliyoruz ki, ne Mars’ta ne de başka bir
gökcisminde yaşam izine rastlanamamış. Ve bir çok konu varsayım olarak kalmıştır.
Mars’ın yüzey sıcaklığı -140C ile 20C arası değişir. Atmosferi ile %95 karbondioksit %2-3 azot ve %0,4 oksijenden
oluşur. Aynı zamanda argon, su buharı ve bazı nadir gazlarda barındırır. Son derece ince bir atmosfere sahiptir.
Güneş rüzgârları ve meteorlara karşı oldukça savunmasız olan Mars’ın geçmişe kıyasla daha yaşanabilir halde
olduğu düşünülmektedir. 26 Kasım 2011 tarihinde Mars Bilim Laboratuvarı isimli kaşif robotu Mars’ın Gale kraterine
6 Ağustos 2012 tarihinde iniş yaptı.
5 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Curiosity’in amaçlarından bir tanesi de Mars’ta geçmişte yaşanabilir bir ortam olup olmadığını araştırmak. Kızıl
gezegen üzerinde bir çok araştırma yapan akıllı robot gezegenin sulu geçmişini bulmak için geçtiğimiz günlerde bir
kayayı döner ve darbeli matkabı ile deldi. Curiosity geçmişte Mars’ta mikrobik yaşam olduğunu doğruladı. Ancak
şuan için bir yaşam söz konusu değil. Curiosity görev süresi boyunca kızıl gezegen üzerinde yaşamın izle rini
arayacak…
Umuyoruz ki bir gün insanlık Mars’ta yaşamaya başlayacak, nasıl mı? Haziran 2012’de duyurulan Mars One Projesi
Mars yüzeyine kalıcı bir insan kolonisi kurmayı amaçlıyor. Projenin liderliğini ise Hollandalı girişimci Bas Lansdrop
yapıyor. Proje bir çok aşamadan meydana geliyor. Öncelikle 2016 yılına kadar Mars’a bir keşif aracı ve iletişim
uydusu, 2023 yılına kadar ise 4 astronot gönderilecektir. Eminim şuan bir çoğunuz neden kolonileşme için Mars’ın
seçildiğini soruyorsunuzdur. Cevaplayalım, Mars’ın seçilmesinde Dünya’ya benzerliği, yakınlığı gibi bir çok etken
bulunsa da en önemli etken enerjidir. Çünkü Koloniye yerleşecek Astronotların ihtiyacı olan en önemli şey budur.
Mars’ta bir enerji formu bulunuyor. Mars toprağının altında donmuş bir şekilde bulunan suyu içmek için arıtabiliriz.
Hidrojen ve Oksijeni ayrıştırarak roket yakıtı üretebilir ve böylece Mars’taki kolonimiz için enerji sağlayacak yakıt
hücreleri oluşturabiliriz.
Aynı zamanda Dünya Dışı Yaşam ile ilgili bir çok senaryo ve varsayımda mevcuttur. Bir gezegeni yaşanabilir hale
getirip Dünyalaştırma işlemine Terraforming diyoruz. 4 milyar yıldır hiç şikâyet etmeksizin bize ev sahipliği yapan
Dünya gün gelecek bizleri barındıramayacak. İçecek su, soluyacak temiz bir hava bulamayacağız. Bu şekilde
devam ettiğimiz sürece Dünya bizim için yaşanabilir olan tüm özelliklerini kaybedecek. Ve biz onu terk etmek
zorunda kalacağız.
Terraforming 1970’li yıllarda Venüs gezegeni için düşünülüyordu, ancak
onun fazla yoğun atmosferi bilim insanlarını vazgeçirdi. Ve artık
Terraforming için Kızıl gezegen Mars düşünülüyor. Şuanda Mars üzerinde
kolonileşme için adımlar atılmış olsa da Dünyalaştırma( Terraforming )
için henüz net bir adım atılmış değil ve sadece bir varsayımdan ibaret.
Mars, gerek mevsimleri gerekse günü ile Dünya’ya benzeyen yer benzeri
bir gezegendir. Bir mars günü 24 saat 39 dakika, 35 saniyedir. Kızıl
gezegeni Dünyalaştırma için her şeyden önce atmosferinin yaşama
uygun hale getirilmesi gerekiyor. Dünya’mızın atmosferi bizi Güneş’ten
6 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
gelen zararlı ışınlara karşı korumaktadır. Ancak Mars’ın atmosferi Dünyadakine göre oldukça incedir. Dünya
atmosferinin %0,7’si kalınlığındadır. Önce hidrojen bombası yardımı ile Mars’ın kutupları patlatılır ve kutuplarda
buz halde bulunan suyun eritilmesi sağlanır. Daha sonra volkanik hareketler tetiklenerek ortaya çıkacak
Karbondioksit ile atmosfer süreci tetiklenir. Ve sera etkisi yaratılarak su artışı ve sıcaklıklarda yükselme
sağlanacaktır.
Daha sonra ki plan ise Bakteri türü canlılar başta olmak üzere çeşitli yaşam formlarının Mars’a gönderilip ilk
yaşamın başlatılmasıdır. Aradan geçecek 10-20 yıl boyunca Mars atmosferinde oldukça az bulunan Oksijen artış
gösterecek ve ilk hayvan türleri Mars’a gönderilecek. Daha sonra ise kolonileşme başlayacak. Yerçekiminin olmayışı
insanlar üzerinde ciddi sorunlar doğurabilir.
Mars’ta yer çekimi yaklaşık Dünya’dakinin üçte biridir. Bilim insanları Mars’ta ki yerçekimine insanların zamanla
alışabileceğini ve sürekli yaşam için uygun olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda bir diğer önemli etken ise
Magnetosferdir. Mars’ın magnetosferi oldukça incedir. Bu da Güneş’ten gelen zararlı ışınları ve radyasyonu direk
gezegene ulaştırır. Bu nedenle Mars yüzeyinde özel kıyafetlerin kullanımı zorunludur.
Birazda oluşabilecek sorunlardan bahsedelim. Terraforming çok ciddi bir sorun içeriyor. Yeni yaşam ortamında
canlıların mutasyona uğrama ihtimali vardır. Eğer böyle bir şey söz konusu olur ve oluşacak hastalık kolonicilere
bulaşır, onlarda bu hastalığı Dünya’ya getirirse sonumuz gerçekten felaket olur.
1986 yılında Jüpiter’e Galileo uzay aracını gönderdik.
Galileo’nun bizlere gönderdiği verilen incelendiğinde
Jüpiter’in 64 uydusundan birisi olan Europada su bulduk…
Ve bu keşif, Bilim dünyasını heyecanlandırdı. Yüzeyi
buzullarla kaplı uyduda buzulların altında sıvı bir su
kütlesi bulundu. Marmara Denizinin birkaç katı
büyüklüğünde sıvı su barındırıyor. Eminim şuan bir
çoğunuz Güneş ışığını neredeyse hiç almayan soğuk bir
uyduda nasıl olurda sıvı su bulunduğunu
soruyorsunuzdur. Bilim insanlarını en çok şaşırtanda bu
olmuştu. Cevaplayalım, Jüpiter Dünya’dan 300 kat daha
ağırdır. Yoğun gaz içeren gezegen, uydularını muazzam
bir gelgit gücü ile yoğurur ve bu uydular içerisinde kinetik
ısı oluşturur. Böylece Europa üzerinde sıvı su bulunur.
Europa’da yaşam var mıdır şuan için bilmiyoruz. Ancak geçtiğimiz günlerce Europa Report isimli bir Bilim -kurgu
filmi vizyona girdi… İzlemeyeniniz vardır, konusundan bahsetmeyeyim. Ancak oldukça başarılı buldum, tavsiye
ederim.
Dünyamızın dışında yaşanabilir bir başka gezegen var mıdır bilmiyoruz. Ya da yaşayanlar. Ancak Bilim insanları
bunu araştırmaya devam ediyor. Emin olduğumuz tek şey, ufo denen saçmalıkların var olmadığı… Şuan da
yaşayabildiğimiz tek gezegen Dünya… Ona çok iyi bakmalıyız…
7 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
KÖZMİ K Mİ KRÖDALGA ARKAPLANİ
Kozmik mikrodalga arkaplanı evrenin her yerini kaplamış olan ve büyük patlamanın en büyük kanıtı sayılan
mikrodalga boyundaki ışınıma verilen addır.1964’te Bell Laboratuvarındaki iki radyo gökbilimcisi Arno Penzias ve
Robert Wilson tarafından keşfedilmiştir. Bu yazıda kozmik mikrodalganın keşfiyle ilgili teorik ve deneysel
keşiflerden kısaca bahsedeceğim.
Hubble Sayesinde Evren Hakkındaki Görüşlerimizin Değişmesi
Hubble evrenin genişlediğini kanıtlayarak insanlığın evrene bakış açısını değiştirmiştir.
Peki, bu nasıl oldu?
Konunun daha iyi anlaşılması için Hubble’dan önce galaksilerin yıldızlar arasındaki akkor
halinde bulunan gaz bulutları olarak düşünüldüklerini belirtmek gerekir. Hubble bunun
yanlış olduğunu ve bunların çok uzaklarda bulunan ve çok sayıda yıldızdan oluşan yıldız
toplulukları olduğunu gösterdi.
Akkor bulutsular olarak varsayılan bu sarmal cisimler ilk olarak 18.yy da keşfedilmişlerdi.
Ancak bu cisimler o dönemki astronomların ilgisini çekmemekteydi. O dönemde daha çok
kuyruklu yıldızlar ilgi çektiğinden bunlar bazen kuyruklu yıldızlarla karıştırılabiliyordu ve
gökbilimcilerin sinirlerini bozabiliyorlardı. Bunun önlenmesi amacıyla Charles Messier onları bugün hala kullanılan
Messier kataloğu olarak da bilinen katalogda topladı. Bunlardan biride M-31 yani kataloğun 31. Cismi olan
Andromeda idi.
K. Kıvanç Eren
8 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Hubble bu M-31 katalog numaralı cismi incelemeye başladı ve onun akkor halinde bir bulut yerine yıldızlardan
oluşan bir cisim olduğunu keşfetti ve baktığında sanki bunlar Samanyoluna ait değilmiş gibi göründü. Fakat bunu
kanıtlaması gerekiyordu.
Ancak bunu kanıtlaması için onun uzaklığını ölçmesi gerekiyordu. O an imdadına Andromeda da bulduğu bir yıldız
türü yetişti. Sefeidler. Sefeid tipi yıldızlar periyodik olarak parlaklık değişimi gösteren yıldızlardır.1783 yılında John
Godricke Kral takımyıldızındaki Delta Cepheid’in periyodik olarak parlaklık değişimi yaşadığını gösterdi ve ilk
zonklayan yıldız gözlemlenmiş oldu. Daha sonraları ise bu yıldızlara ilk örneğinin adını taşıyan Sefeidler(Cepheid)
adı verildi. Normal bir yıldızda eğer çok uzaksa uzaklığını bulmak imkânsızken sefeidler de bu mümkündür.
Uzaktaki bir sefeidin parlaklığı periyoduna bağlı değişir ve bu bir grafikle ifade edilir. Periyodu bilinen sefeidin
mutlak parlaklığın grafikten çıkarılır ve gözlem sırasında yıldızın görünür parlaklığı da ölçülerek bir dizi işlem sonucu
onun uzaklığı ölçülmüş olur.
Hubble bulduğu sonuçla Andromeda’nın Samanyolunun dışında olan bir galaksi olduğu sonucuna vardı. Ve bu
gizemli akkor bulutlarının tam olarak ne oldukları anlaşılmış oldu. Samanyolu yalnız değildi.
Ama asıl büyük keşif hala gelmemişti. Hubble evrenin durağan olmadığını genişlediğini gösterecekti.
Evrenin Genişlemesi
Hubble’ın evrenin genişlemesi adına çalışmalarına Velmo Slipher’in gözlemleri kaynaklık etmiştir.1912 yılından beri
Slipher 15 tane galaksinin(o zamanlar galaksi olduğu bilinmiyordu ta ki Hubble bulana kadar) tayfsal incelemesini
yapmıştı. Bunlardan 13’ünün tayfı kırmızıya 2’si ise tayfın mor kısmına kayıyordu. Slipher bunu Doppler etkisiyle
açıkladı. Eğer bir cisim bizden uzaklaşıyorsa dalga boyu yay gibi uzar ve bu dalga boyunun uzaması bize kırmızıya
kayma olarak görünür. Tam tersi durumda ise dalga boyu kısalır yani tayfın mor kısmına kayma gözlemlenir.
O dönemde galaksilerin akkor bulutlar olduğu ve samanyolu içerisinde bulunduğu düşünüldüğünden pek
önemsenmedi. Ama artık bunların Samanyolundan tamamen bağımsız evrende geniş bir alanda yayıldığı
biliniyordu. Hubble bu bilgileri alıp asistanı Miltan Humanson’a götürdü ve ondan galaksilerin hızlarını ölçmesini
istedi. Humanson galaksilerin bizden on binlerce kilometre hızla uzaklaştığını buldu. Hubble ise hepsinin aynı
parlaklıkta olduğu ve soluk olanların parlak olanlardan uzak olduğu varsayımıyla onların uzaklıklarını ölçtü ve
hepsinin uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak uzaklaştığını keşfetti. Yani sonuç olarak evren genişliyordu.
Yukarıda Sefeidlerin periyotları ve parlaklıkları arasındaki grafik görülmektedir.
9 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Bu genişleme senaryosunu geriye sararsak evrenin bir başlangıç noktası olmalıdır. Günümüzde buna Büyük
Patlama diyoruz. Büyük patlama 13,7 milyar yıl önce gerçekleşti ve evren o zamandan beri genişliyor ve hızlanarak
genişlemeye devam etmekte. Hubble bizim düşüncelerimizi kökten değiştirmiş, evrenin durağan olmadığını, aksine
gayet dinamik bir yapıda olduğunu göstermiş ve kozmoloji(evrenbilim) adıyla yeni bir dalın ortaya çıkmasındaki
başrol olmuştur.
Gamow’un Fikirleri
Hubble’ın keşfi bilim dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı fakat hala tam sindirilememişti. Pek çok bilim çevresi
Büyük Patlamayı kabul etse de kimse ilk anda neler olduğunu bilmiyordu.
George Gamow, Aleksandr Friedmann’ın öğrencisi olarak gökbilim eğitimi görmüş ayrıca E.Rutherford ve Niels
Bohr ile çalışmıştı. Gamow Büyük Patlama anında ne olduğunu merak ediyordu. Hem gökbilim bilgisi hem de
Rutherford ve Bohr ile çalışmalarından kazandıklarıyla Büyük Patlamanın ilk anını nükleer fiziği kullanarak
açıklamaya çalıştı. Gamow evrenin basit malzemelerden oluştuğunu ve diğer tüm elementlerin ise bu basit
malzemeden oluştuğunu öne sürdü. O dönemde işine yarayacak bilgiler de mevcuttu. Yani atomların proton,
nötron ve elektronlardan oluştuğu ve farklı elementlerin birleşerek daha farklı elementler oluşturabileceğini
biliniyordu. Gamow bunları kullanarak evrenin ilk anlarına gitti. Her şeyin hayatına proton, nötron ve elektrondan
oluşan bir karışımla başladığını düşündü. Bunlar birleşerek hafif elementleri onlarda birleşerek daha ağır
elementleri oluşturmalıydı. Gamow’a göre evren ilk dönemde çok sıcak olmalıydı çünkü yüksek sıcaklık yüksek hız
demektir ve bu yüksek hızla çarpışan tanecikler birleşerek elementleri oluşturabilirdi. Bu sıcaklığın milyarlarca
derece olması gerekiyordu. Yani ilk evren çok sıcak olmalıydı.
Gamow’un dikkatini ilkel evrende sadece madde parçacıklarının olmadığı çekti. Madde her sıcaklıkta ışınım yayar
bu sebeple bu madde parçacıkları ilkel evrende çok yüksek ışınım yayacaktı. Yani evren ışıl ışıl parlayan bir madde
çorbasıydı.
1946’da Gamow yardımcısı Alpher’e ilk dönemde üretilen atomların miktarını hesaplaması ve bunu dünyadakilerle
karşılaştırmasını istedi. Bu arada onlara Robert Herman da katıldı. Alpher ve Herman hesaplama yaparken bir
yandan Büyük Patlama anı hakkında fikir yürütmeye başladılar. Elektronlar fotonları soğurup yaydıkça ve madde
arasında sürekli enerji akışı olacaktı. Evren genişledikçe yayılan ışınım uzayacak, kırmızıya doğru kayacaktı. İkisi
Gamow’un fark edemediği bir şeyi fark ettiler. Evren de hala bu ışınım olmalıydı ve bu bulunursa Büyük Patlamanın
en büyük kanıtı olacaktı. Evren genişlemeye başladıkça bu ışınımdaki kırmızıya kayma miktarı artmalı ve dalga
boyu artınca soğumalıydı. Alpher ve Herman bu sıcaklığı -268 derece olarak ölçtü. Yani mutlak 0’ın 5 derece
üzerinde olmalıydı. İkisi birlikte bazı gökbilimcilere danıştılar ancak gökbilimciler onlara bu ışınımını ölçecek
teknolojinin günümüzde olmadığı söylendi (aslında vardı).Gamow’un tahminlerinin göz ardı edilmesinin asıl sebebi
Gamow’un evrendeki ağır elementleri ile ilgili teorisinin yanlışlığıydı. Gamow her şeyin Büyük Patlama esnasında
olduğunu söyleyerek çıkmaz bir yola girdi. Yapılan hesaplamalar hidrojen ve helyumun evrendeki oranını tam
olarak açıklasa da ağır elementlerde tam bir çıkmaza giriyordu. Fred Hoyle’un kanıtladığı gibi ağır elementler
yıldızlarda oluşuyordu.
10 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Bob Dicke Ve Grubu Toplanıyor
George Gamow Büyük Patlamanın başlangıcına dair ilk tahminleri yapsa da ağır elementlerle ilgili düşünceleri onun
önüne büyük bir engel oluşturmuştu. Fakat 1960’larda Bob Dicke adlı bir fizikçi de Gamowla benzer sonuçlara
ulaştı. Ama tamamen farklı bir düşünceyle... Gamow elementleri oluştururken o parçalıyordu. Dicke evreni
sonsuzlukta bir şişip bir kasılan kalbe benzediğini düşünüyordu. Tüm galaksiler bizden uzaklaşıyordu çünkü evrenin
şiştiği bir evredeydik ama bu bir son bulacak ve evren tekrar çökecek ve sonra tekrar şişecekti. Dicke evrenin
çökmesini kütleçekimine bağladı. Ona göre genişleyen evren kütleçekimi ile yavaşlayacak ve çökmeye
başlayacaktı.
Artık evrende ağır elementlerin yıldızların derinliklerinde oluştuğu
biliniyordu. Dicke bunlara çökme esnasında ne olacağını sordu. Dicke bu
sorunun aşırı derecede yüksek ısıyla çözebileceğini fark etti. Yani evren
sıkışırken ısınmalı ve bu en azında 1 milyar derece olmalıydı. Sonuç
olarak evren sıcak aşamasında aşırı sıcak olmalıydı. Aslında Gamow da
bunu düşünmüştü.
Evren genişlediği esnada tam tersi evreler olacaktı. Dicke bu sıcaklıktaki
ışınımın genişleme sonucu dalga boyu uzayarak ve enerjisi azalarak
günümüze kadar gelmesini ve bunun tespit edilebileceğini düşündü.
Dicke arkadaşları David Wilkinson ve Peter Roll’u çağırarak bu ışınımın keşfedileceğini açıkladı. Ve birlikte bu ışınımı
aramaya koyuldular. Wilkinson ve Roll ışınımı arama işine koyulurken gruba Jim Peebles dahil oldu. Kendisi bir
kuantum fizikçisiydi ama bu iş daha fazla ilgisini çekmişti. Bob Dicke ondan büyük patlamadan gelen ışınımın
sıcaklığını ölçmesini istedi. O da evrenin mutlak sıfırın 10 derece kadar üzerinde olması gerektiğini buldu. Peebles
teorisini oluşturuken Wilkinson ve Roll evrendeki ışınımın ölçülebilmesi için bir teleskop yapmaya giriştiler bu bir
radyo teleskopuydu. Teleskobu yaparken bazı zorluklarla karşılaştılar çünkü evrendeki en soğuk şeyi ölçmeye
çalışıyorlardı. Bu sebeple çevredeki bütün ışınım kaynaklarını egale ederek bu soğuk şeyin diğer sinyallerle
karışmaması gerekiyordu. En sonunda tasarımlarını tamamladılar ve Princeton Jeoloji Binasındaki boş bir güvercin
kafesinin üzerine yerleştirdikleri bu teleskopla gözlemlerine başlamışlardı ki 45 dakika uzaklıkta iki gökbilimci keşfin
kıyısına gelmişlerdi.
Bu iki gökbilimci Arno Penzias ve Rober Wilson’du. Bell laboratuvarında çalışan otuzlu yaşlardaki bu iki gökbilimci
için önlerindeki yıl biraz zorlu ve kafa karıştırıcı olacaktı.
Wilson tezi için Samanyolu’nun mikrodalga boyundaki haritasını yapmıştı. Samanyolunu çevreleyen yıldız diskinin
radyo dalgası boyunda parlayan gaz halesi olduğundan şüpheleniyordu fakat bunun kanıtlayamamıştı çünkü
kullandığı yöntem yetersizdi. Ama Bell laboratuvarındaki 7 metrekarelik anten bu iş için ideal bir araçtı. Penziasta
Wilson’a katıldı ve 21 cm dalgaboyunda aramaya başladılar. Dalgaboyu 21 cm olmalıydı çünkü bunun bu dalga
boyunda yayımlanan nötr hidrojen gazından kaynaklandığını düşünüyorlardı.
Bu arada anten Telestar uydusu çalışanları tarafından 7,35 cm’lik dalgaboyunda ayarlanmış bir şekilde duruyordu.
Penzias ve Wilson 21 cm’lik bir alıcı tasarlamadan önce bu dalga boyunda nasıl çalıştığını gözlemlemek istediler. Bu
11 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
dalga boyunda Samanyolu halesi ölçülemezdi çünkü 7,35 cm dalga boyunda Samanyolu parıldamıyordu. Yani
gökyüzünün sıcaklığını ölçmek isterseler sadece antenden gelen parazitler olacaktı ve bu değer yaklaşık olarak 0
derece olmalıydı. Ama ölçümleri aksine son derece farklı bir değer gösteriyordu bu değer gökyüzünün mutlak 0’ın
3,5 derece üstünde olması gerektiğini gösteriyordu. Ve hangi tarafa çevirirse çevirsinler değer sabit kalıyordu.
Önlerindeki bütün yıl bununla uğraştılar ikiside çok titizdi her ihtimali değerlendirdiler güvercin dışkısı da dahil. Bir
gün antene açılan kabinde bir çift güvercin gözlerine çarptı. Bu ölçümlerini açıklıyor olabilirdi çünkü etraftaki
herşey radyodalgaları üretebilirdi. Her şey hesaba katıldığında ellerindeki tek açıklama buydu. Bir türlü gitmeyen
güvercinleri en sonunda postayla Bell laboratuvarının 65 km ötesindeki başka bir yerleşkesine göndermişlerdi ama
iki gün sonra geri döndüler son çare olarak Wilson tüfeğine sarıldı ve onları bir daha geri gelmemek üzere yol ladı.
Ancak güvercinlerin ölümü boşunaydı çünkü o gizemli parazit bir türlü gitmiyordu. En sonunda başka birileriyle
görüşmeleri gerektiğini anladılar. Ve telefonla büyük patlamadan gelen ışınımı arayan Dicke’i aradılar. Telefon
görüşmesinden sonra Bell laboratuvarını ziyarete giderek Penzias ve Wilson’ın buldukları şey üzerine görüşme
yaptılar. Böylece evrenin başlangıcından gelen mesaj ilk kez tamamen şans eseri gözlemlenmiş oldu. Wilkinson ve
Roll’de çalışmalarını tamamladılar ve Bell’deki iki genç gökbilimcinin çalışmalarını onaylayan gözlemler yaptılar.
Bilim dünyasında ilerleyen dönemlerde de çeşitli gözlemler Penzias ve Wilson’ı doğrular nitelikteydi ki nitekim
keşfinden 14 yıl sonra iki gökbilimci 1978 Nobel Fizik ödülünü kazandılar.
Gözlem kolaylığından dolayı çok sayıda radyo gökbilimci bu alana yöneldi. Gözlemlenmesi kolaydı
çünkü kaliteli bir anteniniz varsa ve gerekli çevresel faktörlere karşı iyi önlemler alınmışsa
(çevredeki herşey radyo dalgası yaydığından gözlemsel verilerle karışabiliyor.)hemen gözleme
başlayabiliyordunuz. Ama çoğu zaman atmosferik koşullar sorun çıkarabiliyordu 1980lere
gelindiğinde bu yöntem yetersiz gelmeye başlamıştı. Artık uzaya çıkmak gerekiyordu.
Kozmik Arkaplan Yolculuğunda COBE
NASA’nın 1974 yılında verdiği fırsat İlanlarına gelen 3 proje vardı ve bunlar evrenin geçmişinden gelen mesajı
ölçmek üzere tasarlanmıştı. Bunların ilki John Mather adlı genç bir fizikçiydi. John Mather ekibinde tanıdık bir isim
Bob Dicke ile çalışmış olan Dave Wilkinson da yer alıyordu. Mather’ın ekibi Dünya yörüngesinde 4 bağımsız deney
yürütebilecek bir uydu üzerine çalıştı. Planlanan deneylerden biride Büyük Patlamadan gelen ışınımın en duyarlı
ölçümünü yapmayı planlıyordu. Diğeri tüm gökyüzünü mikrodalga boyunda tarayacak ve eşitlik ölçümü yaparak bu
ışınımın evrende homojen olup olmadığını ölçecekti. NASA’ya projelerini gönderdiler. NASA bu tür bir görevin
kendileri için uygun olduğunu düşünmüştü ancak Mather’ın projesine karşılık 2 proje daha vardı. NASA dâhice bir
çözümle bu üç projeden birleşik bir grup oluşturdu ve COBE için çalışmalara başlanmıştı. COBE (Kozmik Mikrodalga
Ardalan Kâşifi)’de üç deney yürütülecekti. Bu deneyler;
1. Uzak Kızılötesi Kesin Spektrofotometresi(FIRAS) ile Kozmik Mikrodalganın tayfının kara cisim benzeri cisim
olup olmadığını araştırmak.
2. Geniş Kızılötesi Ardalan Deneyi(DIRBE)’de Büyük Patlama sonrasında soğuyan gazın oluşan ilk galaksilerin
kızılötesi ışınımını arayacaktı.
3. Ayrışımcı Mikrodalga Radyometresi(DMR) ise mikrodalganın eşitsizlik durumunu araştıracaktı.
12 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
NASA 1976 yılında Goddard Uçuş Merkezinin ana merkez olarak belirlenmesine ve 1989’da COBE’nin fırlatılmasını
kararlaştırdı. COBE ekibi Goddard uçuş merkezinde çalışmalara başlamıştı fakat şansızlıklar yüzünden COBE
projesinde ekibin bayağı ter dökmesine sebep oldu. Onlar COBE’yi Delta roketiyle uzaya göndermeyi
düşündüklerinden tasarımlarını ona göre ayarlamışlardı. Ancak NASA 1980’lerde mekik kullanımını
benimsediğinden mekikle fırlatılması konusunda diretti. Bu sebeple roket uçuşlarına uyarlanmış COBE mekik
uçuşlarına uygun olacak şekilde yeniden yapılandırılmaya başlandı. Aslında mekik uçuşu COBE’yi başarısızlığa
uğratmak adına daha riskliydi çünkü kargo bölmesindeki gazlar uyduya bulaşabilir bu ise COBE’nin gördüklerinde
fazladan ışınım tespit etmesine neden olarak yanlış sonuçlara yol açabilirdi.
Ancak NASA’nın Gökbilimsel Kızılötesi Uydusu IRAS başarıyla uzaya çıkarılınca kuşkular giderildi. IRAS duyarlılığı
arttırmak adına sıvı Helyum ile doluydu ve COBE’de bunu kullanacaktı ve görevin başarılı olması ekibe umut
verdi.1986da COBE büyük ölçüde tamamlanmıştı. Ancak 28 Ocak’ta üzücü bir olay meydana geldi
Uzaya 7 astronotla birlikte ilerlerken Challenger uzay aracı patlayarak bu astronotların ölümüne sebep oldu. Bunun
üzerine NASA uzay projelerini belirsiz bir tarihe kadar askıya aldı. Dolayısıyla COBE projesi de askıya alınmıştı. Ama
ekibin umudu kesilmemişti.
ABD hükümeti NASA’nın hala uydu fırlatabilecek yeterlilikte olduğunu göstermek amacıyla çalışmaların devam
ettirilmesi kararını aldı. Bu projelerden hangilerine öncelik tanınacaktı? Bu kadar şansızlıktan sonra NASA çalışmaya
değer projelerden biri olarak COBE’yi gördü. Ancak mekik faciasından sonra COBE’nin mekikle fırlatılamayacağı
açıktı. Yani tekrar Delta roketine dönülecelti. Başta yapılması gerekene tekrar dönüldü. Ve tüm aksiliklere rağmen
COBE 1989’da fırlatıldı ve bize o güne kadar ki evrenin en detaylı fotoğrafını verdi.
COBE evrenin başlangıcından 380.000 yıl sonraki görüntülerini bize ulaştırdı ve Büyük Patlamanın elde edili r en
etkin kanıtı oldu. COBE kozmik mikrodalganın her yerde eşit olmadığını ve ufak sıcaklık dalgalanmalarını bize
gösterdi. Bu sıcaklık farklılıkları o kadar küçüktü ki derecenin 100.000 de 1’i kadar farklılıklar vardı. Bu çok küçük
bir sıcaklık fark olsa da ilkel evrendeki madde topaklanmalarını gösteriyordu. Bazı kısımlarda madde brikmiş ve
günümüzdeki yıldızların, galaksilerin oluşmasını sağladığı anlaşıldı ve evrene bakışımızda yeni bir milat oldu.
Yandaki şekilde COBE’nin bulguları yer alıyor. Bu COBE haritasında farklı
renkler evrendeki çok küçük derece farklılıklarına yol açıyor. Bu sıcaklık
farklılıkları ışınımın bir kısmının maddeyle etkileşime girerek madde
tarafından emilmesi sebebiyle oluşuyor. Bu madde ise daha sonra yıldızlar,
galaksiler ve kozmik cisimleri oluşturmak için yoğunlaşıyor. Ama COBE
bilimcileri haritada görülen madde miktarının 13,7 milyar yılda
topaklanamayacağını bu oluşumların 13,7 milyar yılda oluşabilmesi için
daha fazla madde miktarının olması gerektiğini buldular. Bu ise karanlık
madde fikrini akıllara getiriyor hatta bu sırrın açıklanabilmesi için en güçlü kanıt haline getiriyor.
COBE evrenin bebeklik dönemindeki zamanlara ait güzel bir fikir sunsa da çok kaliteli veriler elde edememiştir.
Çünkü bu fotoğrafta evrenin kendisi dışında COBE’nin alıcılarında hareket eden elektronların sinyalleri karışmıştı.
13 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Yani bu aslında evrenin kendisi ile alıcılardaki elektronların bir karışımıydı. Bu evrenin ilk anlarına bakılmasına
olanak verse de ayrıntıların tam olarak gözükmesine engel oluyordu. Yeni bir görev gerekiyordu.
WMAP
COBE’den sonra yeni bir uzay programının gerekliliği herkes tarafından
kabul edilmişti. Çünkü COBE evrenin bebeklik döneminin şimdiye kadarki
en ayrıntılı fotoğrafını çekmiş olsa da daha ayrıntılı bir fotoğrafa ihtiyaç
vardı. Bunun içinde yeni bir uzay görevi inşa edilmeliydi.
İlk başlarda farklı grupların farklı fikirleri vardı. Bunlardan biride kozmik
mikrodalga arkaplanını görenlerden Dave Wilkinson ve arkadaşı Princeton
Üniversitesinde Lyman Page vardı. İlk önce bir grupla iletişime
geçmelerine rağmen anlaşamadılar. Daha sonra NASA’nın Goddard Uçuş
Merkezinden Chuck Bennet ve ekibini ziyaret ettiler. Görüşmeler
olumluydu ve Chuck Bennet’da projenin yürütücüsü olacaktı. İlk
dönemlerde COBE’nin başı John Mather’da takımdaydı ama Nasa onu
James Webb Uzay Teleskobunun inşası ve fırlatılmasında görevlendirildi. NASA 1995 yılında bir fırsat duyurusu
yaptı. Projelerinin adı MAP’ti… MAP yani Mikrodalga Anizotropi Uzay Roketi. MAP’te daha önce COBE’de kullanıldığı
üzere anten çiftleri bulunduracaktı. Bunlar iki farklı yönde çalışarak evrenin ateşini ölçeceklerdi. Ve beş farklı dalga
boyunda çalışacaklardı. Bu proje COBE’ye oranla daha kesin ve canlı bir fotoğraf oluşturması için tasarlandı. Öyle ki
tüm gökyüzünü tarayacak ve maksimum 0,2 derecelik detaylar ile COBE’den tam 15 kat daha ayrıntılı fotoğraf
çekecekti. Aralık 1995’te proje NASA’ya sunuldu. Nisan 1996 yılında ise Nasa projeyi onaylamıştı. MAP uzaya
gidecekti.
Takım çalışmaya başladıktan sonra 2002 yılında Dave Wilkinson’un ölüm haberi geldi. Kendisi kozmik mikrodalga
yolculuğunda ilk mücadeleyi başlatmış ve en baştan beri evrenin ateşini ölçme arayışımızda dolaylı da olsa
kaybolmayan isimlerden biridir. Princeton’da Dicke, Roll ve Peblees ile başladığı kozmik mikrodalga yolculuğunda
çöllerden, soğuk dağ tepelerine kadar evrenin ateşini daha ayrıntılı ölçmek için koşuşturmuş ve NASA projelerinde
de hep yardımcı olarak var olmuştur. Ekip bu sebeple NASA’ya projenin adında değişiklik yaparak projeye
Wilkinson ’ın adının verilmesini sağladı. Ve MAP yeni adıyla WMAP oldu yani Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Uzay
Roketi.
WMAP Bulguları
WMAP evrenbilimciler için önemli bir soruya cevap oluşturabilecek
ipuçları buldu. Evrenin ilk zamanlarında oluşmuş olabilecek olan
temasta bulunamayan bölgelerin nasıl olup ta aynı sıcaklıkta olduğu
sorunu mevcuttu. Çünkü Büyük Patlamaya göre evren birden
genişlemeye başlayınca her şey birbirinden uzaklaşacağı için evrenin
uzak kısımları birbirleriyle aynı ısıda olamayacaklardı. Ama WMAP
bulguları evrenin neredeyse her yerinin aynı sıcaklıkta olduğunu
14 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
gösteriyor. Bu ise şişen evren kuramının varlığını güçlendiren bir bulgudur. Şişen evrene göre evren önce bir şişme
evresi geçirmiş ve herşey birbiriyle temas ederek sıcaklığın her yerde yaklaşık olarak aynı olmasını sağlamıştır.
Ayrıca WMAP varlığı büyük sorun olan karanlık madde ve karanlık enerji ile ilgili ölçümler yapmıştır. WMAP
evrendeki maddenin sadece %4’ünün gördüğümüz madde olduğunu,%23’ünün karanlık madde geri kalan %73’lük
kısmın ise karanlık enerji olması gerektiğini hesapladı. Evrenin nasıl bir sonun beklediğini açıklayacak olan karanlık
enerji evren için büyük bir önem taşır.
Evrenin hep genişlemesi veya bir gün büzülerek küçülmesi kritik yoğunluk adı verilen madde yoğunluğuna bağlıdır.
Bu maddeye dair ölçümler evrenimizin geleceği hakkındaki öngörülerimiz açısından önemlidir. Ayrıca bu ölçümler
yine şişme kuramının öngördüğü değerlerdir ve bir kez daha şişme kuramını destekler.
WMAP evrenin genişlemesini de ölçerek Hubble’ın keşfini daha da ileri götürerek büyük bir kesinlikte ölçtü. Bir
zamanlar kırmızıya kayma faktörünün yaklaşık 1000 olduğu söyleniyordu. Bu WMAP ile %1lik hatayla 1089
olduğunu ölçtü. Kırmızıya kayma faktörü önemlidir çünkü bize evrenin evrimindeki tarihsel ayrımları daha ayrıntılı
bilmemizi sağlar. Kırmızıya kayma faktörü 0 olması günümüz zamanını 1089 olması ise evrenin 380.000 yıl
yaşındaki bebeklik dönemini belirtir. Böylece WMAP gözlerinin gökyüzüne çevirdiğinde evrendeki madde
topaklanmalarının evren doğduktan 380.000 yıl sonra oluştuğunu %1’lik kesinlikle ölçmüş oldu.
Evrenin yaşı kesin olarak bilinemiyordu.9-15 milyar yıl aralığı öngörülüyordu. Ancak WMAP bu sorunu da çözdü ve
yine %1’lik hata payıyla evrenin yaşını 13,7 milyar yıl olarak ölçtü.
Planck Dönemi
Günümüzde ise ESA tarafından gönderilen Planck
Uydusu görev yapıyor. Evrenin nasıl başladığına dair
görüşümüzü daha da keskinleştirmek amacıyla Dünya
yörüngesinde L2 adı verilen yörüngede dolanmaktadır.
Ayrıca amaçları arasında galaksi kümelerine ait bir
katalog oluşturma, yerçekimsel mercek etkisini ölçme,
aktif galaksi çekirdeklerinin ayrıntılı gözlemi, yıldızlar
arası ortamdaki çeşitli olaylar ve gezegenler asteroitle,
kuyruklu yıldızlar ile Zodyak ışığı gibi Güneş Sistemi
bölgesindeki olayları da incelemede vardır. Planck diğer uydulardan daha da ayrıntılı bir şekilde ölçümler yaptı.
Evrenin genişleme hızını 67,3 (+/- 1,2) kilometre/ saniye / megaparsek olarak ölçtü.(Bu tahminlerden daha küçük
bir değerdir.)Evrenin yaşını da daha da yüksek hassasiyetle(WMAP %1 hata ile ölçmüştü.) 13.81 milyar yıl olarak
belirledi. Bu değer WMAP ile tahmin edilenden daha yaşlı olduğunu ortaya koydu. Kozmik mikrodalganın şu ana
kadarki en ayrıntılı ölçümlerini yaptı.
15 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
KÖZMİ K MAKİ NE; EVREN İ
Karmaşık bir makine gördüğümüzde onun nasıl çalıştığını ve neden karmaşık yapıldığını merak ederiz. Eğer
gerçekten merak etmişsek, nasıl çalıştığını anlamak için parçalarını tek tek inceler, ne işe yaradıklarını sorar ve
bunlara bir cevap ararız. Makine ne kadar karmaşıksa, çalışma prensibini anlamamız o kadar uzun sürecektir.
Bizler ''Evren'' adlı kozmik bir makinenin, çok küçük bir bölümünde yaşıyoruz. Ve yüzyıllardır, hatta binyıllardır
insanoğlu bu karmaşık makinenin nasıl çalıştığını hep merak etmiş ve cevaplar aramıştır. Yaşadığımız yüzyıla kadar
pek çok muhteşem teori ve LHC (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) gibi birçok modern deneysel imkân sayesinde bu
karmaşık makinenin çalışma prensibi hakkında biraz olsun ipucu elde edebildik. Fakat hala, henüz bu kocaman
makineyi tamamıyla anlayabilmiş değiliz. Bu yazıda, bu makinenin çok ama çok küçük ''parçacıklarını’’ inceleyeceğiz
ve evrenin ‘’temellerine’’ bir göz atacağız.
Fakat tüm bunlardan önce değinmek istediğim bir konu var. Konumuz evren gibi çok büyük bir olguysa, haliyle çok
büyük ve çok küçük (atomlar ve atomaltı boyutlar için) rakamlar kullanmak zorunda kalıyoruz. Akılda kalıcı olması
açısından önce bu rakamların büyüklüğünü ve küçüklüğünü kavramak gerek. Çünkü bu yazıda sık sık çok büyük ve
çok küçük rakamlarla karşılaşacağız.
Evren o kadar büyük ve küçük olguları içerir ki, inanılmaz uzunlukta sayıları, sıfırları art arda getirmemiz
gerekebilir. Örneğin ortalama bir gökadada 100.000.000.000 sayısında yıldız varsa ve eğer evrende gökadaların
sayısını 100.000.000.000 olarak kabul edersek, evrendeki yıldızların tamamını hesaplamak için yukarıdaki iki sayıyı
çarpmamız gerekecektir. Sonuç; 10.000.000.000.000.000.000.000 olacaktır. Fakat tabii ki bu iki sayıyı bu şekilde
uzunca yazmak ve çarpmak uzun zaman alır. Pratik insanlar olan bilim adamları ve matematikçiler de işte bu
sorunu çözmek adına harika bir sistem geliştirmişlerdir. Buna üstel gösterim denir. Önce 10 sayısı sonra bunun
sağına ve üstüne birden sonra kaç sıfır geldiğini belirten küçük bir sayı yazılır:
10^6: 1.000.000
10^9: 1.000.000.000
10^12: 1.000.000.000.000 gibi...
Sağladığı kesinliğin yanı sıra üstel gösterimin harika bir yararı daha vardır: Herhangi iki sayıyı, sadece üsleri
toplayarak çarpabiliriz. Böylece 1000 x 1.000.000.000 işlemini, 10^3 x 10^9 = 10^12 olarak da ifade edebiliriz. Az
önce evrendeki yıldızları hesaplamaya çalıştığımız işlemi üslü bir şekilde yapmaya çalışalım. Ortalama bir gökadada
10^11 sayısında yıldız varsa ve eğer evrende gökadaların sayısını 10^11 olarak kabul edersek, evrendeki
yıldızların tamamını hesaplamak için yukarıdaki iki sayıyı çarpmamız gerekecektir. Sonuç; 10^22 olacaktır.
Görüldüğü üzere üstel gösterim bize büyük sayılarla uğraşmak için büyük kolaylık sağlar. Örneğin, bir çay kaşığı
topraktaki mikropların sayısı kabaca 10^8, dünyanın bütün kumsallarındaki kum taneciklerinin sayısı tahminen
10^20, Dünya'daki canlıların sayısı 10^29, Dünya'daki tüm canlıların atom sayısı 10^41, Güneş'teki atom
çekirdeklerinin sayısı 10^57 ya da evrendeki temel parçacıkların (elektron, proton, nötronlar) sayısı 10^80 gibi.
Fakat bu demek değildir ki, bir milyar ya da bir kentilyon nesneyi zihnimizde canlandırabiliriz ; bunu kimse
Kemal Cihat Toprakçı
16 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
yapamaz. Ama üstel gösterim yöntemiyle bu sayıları düşünebilir ve onlarla hesap yapabiliriz. Bu da, işe sıfırdan
başlayan ve çevresindekileri ancak parmak hesabıyla sayabilen kendi kendini yetiştirmiş insanoğlu için
azımsanacak bir şey değildir.
Sayıların büyüklüğünü biraz olsun zihnimizde canlandırabilmek için örneğin X sayısını, (her saniye bir sayı saymak
şartıyla) ne kadar zamanda sayabileceğimizi gösteren bir tablo veriyorum.
Daha büyük sayılar da şöyle: sekstilyon (10^21), septilyon (10^24), oktilyon (10^27), nönilyon (10^30), desilyon
(10^33).
Çok küçük sayılara ise yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.
Evren Makinesinin En Küçük Parçaları: -Atomlar ve Atomaltı Temel Parçacıklar
Bundan çok zaman önce eski Yunanlılar, evrendeki her şeyin atom dedikleri, küçük, ''bölünemez'' bileşenlerden
yapıldığını varsaymışlardı. ''Atom'' ismi tuttu, ama tarih bunun yanlış bir isimlendirme olduğunu gösterdi. (Atom
sözcüğü Yunancada ''Atomos'' sözcüğünden gelir ve ''gözle görülemez'' anlamına gelmektedir) Öyle ki atomlar tabii
ki ''bölünebiliyordu.'' 1930'ların başında J. J. Thomson, Ernest Rutherford, Niels Bohr ve James Chadwick'in
ortaklaşa çalışmalarıyla birlikte, hepimizin aşina olduğu Güneş sistemine benzer bir atom modeli geliştirildi. Bu
modele göre, atomun merkezinde bir çekirdek bulunmaktadır. Atomun çekirdeği ise, elektriksel yükü + olan proton
ve elektriksel yükü 0 olan nötrondan oluşmaktadır. (Proton ve nötrondan oluşan atom çekirdeğinin etrafında ise,
belirli yörüngelerde dolanan elektronlar bulunur.) Yani basitçe bir atom proton, nötron ve elektronlardan oluşur.
Tablo 1: Sıfırdan başlayarak x sayısına kadar saymak için gereken zaman tablosu.
17 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
-Atomların Boyutu, Yoğunluğu ve Boşluğu:
Atomların çok küçük olduğunu hepimiz biliriz, elbette okulda derslerden ya da bir yerlerden mutlaka duymuşuzdur.
Evet, atomlar gerçekten çok küçüktür ama acaba ''ne kadar'' küçüktürler?
Bir atomun çapı ''25 pm'' ile ''260 pm'' arasında değişmektedir. Buradaki ''pm''nin
anlamı ''pikometre''dir. Pikometre, metrik sistemde, metrenin terametre'de (Diğer bir
deyişle milyon kere milyonda) biridir. Bilimsel olarak ''1×10^-12 m'' ile gösterilir.
Ayrıca bir elektronun çapı bir fm'dir. (fm, femtometre anlamına gelmektedir. Ve
10^−15 ya da 0,000000000000001 şeklinde gösterilir.) Bir protonun çapı ise 1,6 ila
1,7 femtometre arasında değişmektedir.
Bu sayıların ne kadar küçük olduğunu anlayabilmek için şöyle bir kıyaslama yapalım.
Örneğin sarı ışığın dalga boyu yarım mikrometredir, (0,5 µm) bir iğne başında 1
mikrometre (1 µm) çapında toz zerrecikleri bulunur.
İnsan gözü ise milimetrenin onda biri (10^-4 m) kadar bir böceği ancak görebilir. Şimdi aşağıdaki tabloya bakıp,
bu boyutlarla atomun, elektronun veya protonların boyutlarını kıyaslamayı deneyebilirsiniz.
Şekil 1: + yüklü proton, nötr yüklü nötronlardan ve çekirdeğin etrafında - yüklü
elektronlardan oluşan klasik atom modeli. Çizim açısından bu gibi şekiller
kolaylık sağlasa da, aslında yanlıştır. İlerleyen bölümlerde değineceğiz
Şekil 2: Bir He atomunun yarıçapı
31 pikometre'dir.
18 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Yine de tüm bu kıyaslamalar ve matematiksel ifadeler akılda kalıcı olamayabiliyor. Görsel örnekler ve benzetmeler
her zaman işe yarar ve akılda kalıcı olur.
Bu boyutları anlamak için önce büyükçe bir portakal alalım. Portakalın içindeki her bir atomu bir erik boyutuna
şişirdiğimizi düşünelim. İşte o zaman portakalımızın Dünya kadar büyüdüğünü görürdük! Ayrıca bildiğimiz üzere
atomun proton ve nötrondan oluşan bir çekirdeği vardır. Atom bu denli küçükse, acaba atomun çekirdeği ne kadar
küçüktür? Bir atomu bir erik boyutuna kadar şişirdiğimizi düşünelim ve atomun çekirdeğini arayalım. Fakat ne yazık
ki atomu erik boyutuna şişirmiş olsak bile atomun çekirdeğini (çok küçük olduğundan) göremezdik. Erik boyutuna
şişirdiğimiz atomu 2 katlı bir ev boyutuna kadar daha şişirelim ve atomun çekirdeğini tekrar aramak üzere eriğin
içine girelim. Ne yazık ki bu boyutlarda bile atomun çekirdeğini göremezdik. Atomun çekirdeğini görebilmek için
eriğimizi futbol sahası kadar şişirdiğimizi ve yeniden eriğin içine çekirdeği aramak üzere girdiğimizi düşünün. İşte o
zaman atomun çekirdeğini merkezde küçük bir misket boyutunda görürdük! Bir atom bu kadar küçük olduğuna
göre, proton veya nötronların boyutunu bir düşünün...
Tablo 2: Uluslararası Ölçüm Sistemi'ne göre metrenin katları
19 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Yazının başında belirttiğimiz üzere atomun çekirdeğinin etrafında dönen eksi yüklü elektronlar bulunur. Okulda
kitaplarda gördüğümüz çizimlere göre, çekirdek etrafında dönen elektronlar vardır. Buraya kadar doğru fakat
kitaplardaki bu çizimlerde çekirdeğin büyüklüğüyle, elektronların çekirdeğe olan uzaklığı orantılı değildir. Bu tü r
çizimlerde, çekirdeğin bu boyutuna göre elektronlar çok daha uzakta olmalıdır. (Şekil 3) Çünkü gerçekte atom
çekirdeği ile elektronlar arasında devasa bir boşluk bulunur. (Teknik olarak elektromanyetik alanlar bulunmaktadır.
Ancak madde konusunda, boşluktur.
Örneğin yine bir atomu küçük bir erik boyutuna (bilyede diyebilirsiniz)
şişirdiğimizi düşünürsek, elektronlar kilometrelerce uzakta olmalıdır. Yani aslında
bunun anlamı, evrendeki her madde neredeyse boşluktan oluşur. Öyle ki, bir
atomun %99,9999999999999'u boşluktan oluşur. Yani siz, ben, dünyadaki
herkes ve evrende gördüğümüz her şey %99,9999999999999 oranında
boşluktan meydana gelir. Brian Cox'un deyimiyle, çok pahalı; yaklaşık 2,5 milyon
poundluk bir elmas aldığınızda, temel olarak aslında 2,5 milyon poundluk boşluk
satın almış oluyorsunuz. Bir başka deyişle, dünyada ki bütün insanların
atomlarını toplar, içlerindeki %99,9999999999999'luk boşluğu sıksaydık, bütün
insanlar çapı 5 santim olan bir taşın içerisine sığarlardı! Görüldüğü üzere bir
atom devasa oranda boşluk içerir ve çok çok küçüktür.
Peki, bir atomun yoğunluğu ne kadardır? Bir atomun kütlesinin büyük çoğunluğunu atom çekirdeği oluşturur, o
zaman bir atom çekirdeğinin ne kadar yoğun olduğuna bir bakalım. Atom çekirdeğinin yoğunluğu tam olarak
4x10^17kg/m^3'tür. Daha basit bir dil kullanalım; Atom çekirdeğinin yoğunluğu, 2,5x10^16LB/FT^3'tür. Tamam,
bunu da anlamak çok zordur. O zaman bir atomu 30x30x30 boyutlarında bir kutu olarak düşünelim. Atom
çekirdeğinin yoğunluğunu bu boyuta orantılamak için kutunun içine tam 6,2 milyar tane 1.800 kg ağırlığında araba
koymamız gerekirdi. Yani dünyadaki tüm arabaları toplayıp bu kutuya koysaydık, ancak bir atom çekirdeğinin
yoğunluğuna eşit olabilirdi.
Kuarklar - Müonlar - Nötrinolar:
1968'de Stanford Doğrusal Hızlandırıcı Merkezi'ndeki araştırmacılar, teknolojinin artan kapasitesinden yararlanarak,
maddenin mikroskobik derinliklerini araştırırken, protonlar ve nötronların da temel bileşenler olmadığını gördüler.
Araştırmalara göre proton ve nötronlar kuarklardan oluşuyordu.
Kuark parçacıklarının varlığını iddia eden ilk kuramsal fizikçi Murray Gell-Man'dır. 1968'e kadar kuarkların varlığı
hakkında çok az fiziksel kanıt vardı. Fakat daha sonra parçacık hızlandırıcıları laboratuvarları ve deneyler sayesinde
kuarkların varlığı kanıtlanmış oldu. Kuarklara neden ''Kuark'' adı verildiğini kimse bilmiyor. Bazı kaynaklarda
''Kuark''; Gell-Mann'ın rüyasında duyduğu parçacıklar hakkında bir şiirin baş harfleridir. Diğer çoğu kaynağa göre
ise, Murray Gell-Man, Kuark ismini James Joyce'un ''Finnegan's Wake'' adlı mizahi romanından almıştır.
Kuarklar hakkında deneyleri gerçekleştirenler, kuarkların da iki çeşit olduğunu gördüler. Bunlara yukarı kuarklar ve
aşağı kuarklar denildi. Deneylere göre örneğin bir proton, iki yukarı kuark ve bir aşağı kuarktan oluşmaktadır. Bir
Şekil 3: Kolaylık açısından kitaplarda çizilen atom şekli bunun gibi olsa da, aslında yanlıştır. Gerçekte çekirdek ve elektronlar bu kadar
yakında olamazlar.
20 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
nötronsa, iki aşağı kuark ve bir yukarı kuarktan oluşur. Yani maddelerin dünyasında ve yukarıda göklerde
gördüğünüz her şey, elektron, yukarı kuark ve aşağı kuark kombinasyonlarından oluşur. Bu üç parçacığın daha
küçük bir şeylerden yapıldığını gösteren deneysel bir kanıt yoktur. Fakat birçok kanıt, evrenin parçacık türü başka
bileşenleri olduğunu göstermektedir. 1930'ların sonunda, kozmik ışınlar (dış uzaydan Dünya'ya yağan parçacık
yağmurları) üzerine çalışmakta olan fizikçiler, müon denilen başka bir parçacık keşfetti. Kozmik düzende müonun
varlığını gerektiren hiçbir şey, çözülmemiş bir bilmece, hazır edilmiş bir yer olmadığından, Nobel Ödüllü parçacık
fizikçisi Isidor Isaac Rabi müonun keşfini hiç de şevkli olmayan ''Bunu da kim sipariş etti?'' sözleriyle karşılamıştı.
Ama ne yaparsınız, vardı işte. Arkası da gelecekti.
1950'lerin ortalarında Frederick Reines ve Clyde Cowan nötrino denilen dördüncü bir tür temel parçacığın varlığına
dair kesin kanıtlar buldular. 1930'ların başında Wolfgang Pauli tarafından varlığı tahmin edilen bir parçacıktı bu.
Nötrinolar, ışık hızına yakın hızlarda ve elektriksel yükleri neredeyse sıfır olan tuhaf parçacıklardır. Nötrinoların
elektriksel yükleri sıfıra yakın olduğundan, bu parçacıklar elektromanyetik alanlarla neredeyse hiç etkileşimde
bulunmazlar. Bu yüzden, elektromanyetik alanlardan ve maddelerin içlerinden kolayca geçebilirler. Bu özellikleri
nötrinoları oldukça tuhaf ve algılanması zor bir hale getirir.
Uzayan Parçacık Listesi - 12 Temel Parçacık:
Daha da güçlü bir teknoloji kullanan fizikçiler, madde parçacıklarını giderek artan bir enerjiyle çarpıştırmayı, Büyük
Patlama'dan bu yana hiç görülmemiş koşulları bir anlığına yaratmayı sürdürdü. Enkazın içinde, giderek artan
parçacık listesine ekleyecek yeni temel parçacıklar arıyorlardı. İşte şunları buldular:
Dört kuark daha; Çekici Kuark, Tuhaf Kuark, Alt Kuark, Üst Kuark.
Elektronun tau denilen daha ağır bir kuzeni.
Nötrinoya benzer özellikler gösteren başka iki parçacık daha; ‘’Muon Nötrino’’ ve ‘’Tau Nötrino’’
Uzayan parçacık listesiyle birlikte evrende şu ana kadar keşfedilmiş 12 Temel Parçacık bulunduğu anlaşıldı. Madde
parçacıkları genellikle aile denilen üç gruba ayrılmaktadır. Her aile iki kuark, bir elektron, elektronun kuzenlerinden
birini ve nötrino türlerinden birini içerir. Bu üç ailede, benzer tipte parçacıklar benzer özellikler gösterirler, kütleleri
dışında. Kütlelerinin büyüklüğü aile sıralamasına göre artar.
Tablo 3: Üç temel parçacık ailesi ve bu parçacıkların kütleleri
21 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Karşı Parçacık (Anti-Madde):
Yukarıdaki paragraflarda adı geçen parçacıkların her birinin bir karşı parçacık partneri vardır; benzer kütleye sahip,
fakat elektrik yükü gibi başka bazı bakımlardan karşıt olan bir parçacık. Örneğin elektronun karşı parçacığına
pozitron denir; elektronla aynı kütleye sahiptir, ama elektronun elektrik yükü -1'ken pozitronun elektrik yükü
+1'dir. Temasa geçtiklerinde madde ve karşı madde birbirlerini ortadan kaldırıp saf enerji ortaya çıkarabilirler.
Etrafımızdaki dünyada doğal olarak mevcut son derece küçük miktarda karşı madde bulunmasının sebebi budur.
Netice itibarıyla fizikçiler bugün maddenin yapısını, metrenin milyarda birinin milyarda biri ölçeğinde araştırmışlar
ve bugüne kadar karşılaşılan her şeyin (İster doğal olarak mevcut olsun, ister devasa atom çarpıştırıcılarda yapay
olarak üretilmiş olsun) bu üç ailede yer alan parçacıkların ve onların karşı madde partnerlerinin bir
kombinasyonundan oluştuğunu göstermiştir.
Tablo 4: Temel taneciklerin Standart Modeli. Tabloda adı geçen birçok terimden, -foton, gluon vb.- henüz bahsetmediğimiz için, yazının
sonunda bu tabloya dönüp tekrar bakmanızda fayda vardır
22 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Higgs Parçacıkları:
Parçacık fiziğinde Higgs Bozonu ya da Higgs
Parçacıkları büyük önem taşımaktadır. Çünkü Higgs
Parçacıkları olmadan, temel denklemler eksik kalırdı.
Neyse ki 2012'de Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi
(CERN)'de çalışan bilim adamları, Higgs Parçacıklarını
bulmuşlardı. Higgs Parçacıkları ''Tanrı Parçacıkları''
olarak ünlenmiş olsalar da aslında ne felsefi ne de
bilimsel açıdan hiçbir ilişkisi yoktur. Higgs
Parçacıklarının varlığını ilk ortaya atan bilim insanı,
1993 yılında Nobel Ödülü alan Peter Higgs'tir.
Parçacıkların varlığını ilk kez ortaya attığında bilim
insanları tarafından önemsenmemiş, dalga geçilmişti.
Ama bugün deneysel bulgular gösteriyor ki, tabii ki
Peter Higgs haklıydı. Higgs Parçacıkları gerçekten evrenin her yanında mevcuttu.
Higgs Parçacıkları; Fermiyonlara kütle kazandıran parçacıklardır. Higgs Parçacıkları ışık hızına yakın hızlarda
gittiğinden, ışık hızında giden parçacıklar onunla etkileşime girip kütle kazanıyordu. Yani bir parçacık evrende
dolaşırken, bu Higgs Parçacıkları ile etkileşebilir.
Peki, ama nasıl? Neden Higgs Parçacıkları diğer parçacıklarla etkileşime giriyordu?
CERN'de çalışan parçacık fizikçileri, 1980'lerde İngiliz hükümetinden deneyler için para istedikleri zaman Britanya
Başbakanı Margaret Thatcher şöyle demişti;
''Şu yaptığınız her neyse, eğer onu bir politikacının anlayabileceği bir dille anlatabilirseniz, parayı alırsınız. Bu Higgs
Parçacığı ne yapar bilmek istiyorum.'' Bunun üzerine fizikçiler harika bir benzetmeyle çıkagelmişlerdi ve işe
yaramıştı.
Öncelikle benzetmeleri iyi anlamak için iki temel bilgiyi aklımızda tutmamız gerek.
1: Higgs Parçacıklarının yaptığı şey, temel parçacıklara kütle vermektir.
2: Bütün evren Higgs Alanı olarak adlandırılan alanla doludur.
Benzetme şöyle;
Görselde görülen tüm insanları Higgs Parçacıkları olarak kabul edelim. Şimdi görsele bakalım ve çok popüler
olmayan birisinin odadan geçtiğini düşünelim. Kimse onları fark etmeyecek ve çabucak geçebileceklerdir. (
Kütlesizdirler ve Higgs Parçacıkları tarafından kütle kazandırılmadıkları için ışık hızında geçip gideceklerdir. Temel
parçacıklar kategorisinde olmayanlar popüler değildirler. )
23 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Şimdide inanılmaz derecede önemli, popüler ve zeki birisinin Higgs İnsanlarıyla dolu odaya girdiğini düşünün.
(Temel Parçacıklar) Higgs İnsanları tarafından sarmalanırlar ve odadan geçişleri engellenir. Ağırlaşırlar, kütle
kazanırlar, irileşirler. (Buna sebep olanlar Higgs Parçacıklarıdır.)
Şekil 4: Higgs İnsanları
Şekil 5: Higgs İnsanlarının arasından geçmeye çalışan ünlü bir temel parçacık insanı
24 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
İşte Higgs düzeneği basitçe böyle işlemektedir. Vücudumuzda ve etrafımızda, gördüğümüz evrendeki elektron ve
kuarkların ağır ve iri olmalarının sebebi Higgs Alanı ile etkileşmeleri ve Higgs Parçacıkları tarafından sarılmalarıdır.
Eğer Higgs Parçacıkları keşfedilmeseydi, neden parçacıkların belirl i kütlelerde olduğunu anlayamazdık. Örneğin
Tablo 3'de belirtilen tablodaki parçacıkların kütlelerinin neden bu sayılarda olduğunu anlayamazdık.
Neden bazı parçacıkların kütleli, bazılarınsa kütlesiz olduğunu kavrayamazdık. Bu nedenle Higgs Parçacıkları b ize,
parçacıkların kütleleri hakkında derin bir kavrayış sunar. Bu nedenledir ki Higgs Parçacıklarının keşfiyle Kuantum
Mekaniği, tarihinde yeni bir sayfa açmış oldu.
Parçacık fiziği alanında, yeni ve modern devasa laboratuvarların kurulmasıyla daha pek çok parçacık keşfinin
olacağı aşikar. Biz şimdiye değin yapılan keşifleri ve Evrendeki 12 Temel Parçacığı özetleyici ve anlaşılır bir şekilde
sunmaya çalıştık.
Sürekli yeni parçacıkların keşfedilmesiyle ilgili olarak Manchester Üniversitesi'nden, atomik çekirdeğin kaşifi Ernest
Rutherford bu konuda görüşlerini esprili bir biçimde ifade etmiştir;
''Bütün bilim ya da fizik pul koleksiyonu yapmaktır.''
Umarız bu tuhaf pul koleksiyonculuğu sizi sıkmamıştır. Gelecek yazımızda mikro boyuttan çıkıp, makro boyutta
evreni şekillendiren 4 temel doğa yasasını inceleyeceğiz.
25 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
İ NCE MAVİ KALKAN: ATMÖSFER
Kendimizin bir astronot olduğunu varsayalım ve Uluslararası Uzay
İstasyonu'na görev için gideceğiz. Kalkış zamanı geldi. Fırlatıldınız. Çok
yükseğe çıktınız. O zaman Dünya'ya doğru baktığınızda ince mavi bir çizgi
görürsünüz. O sizi birçok göktaşından koruyan, nefes almanızı sağlayan,
Güneş'in zararlı ışınlarından koruyan atmosferdir. Peki, incecik bir çizgi bizi
nasıl koruyabilir. İşte ben de yazımda bundan bahsetmek istiyorum.
Atmosferimiz 5 katmandan ve yaklaşık 15 ayrı gazdan meydana gelir.
Atmosferde milyarlarca ton hava yeryüzünü kuşatmaktadır.
Atmosfer bizi Güneş’ten gelen zararlı ışınlardan korur. Dünya atmosferi 5 katman ve 15 ayrı gazdan oluştu.
Bunların hepsinin bir görevi var. İlk 5 katmanı açıklayalım.
Atmosferin Katmanları
Troposfer: Gazların en yoğun olduğu katmandır. Gazların %75’i, su buharının ise tamamı bu katmanda
bulunur. Ayrıca bütün meteorolojik olaylar burada gerçekleşir.
Stratosfer: Rüzgârlar gözlemlenir. Su buharı bulunmadığı için dikey hava hareketi oluşmaz.
Mezosfer: Küçük göktaşları atmosferin bu katmanında sürtünmenin etkisiyle yok olur. Mezosferde kendi
içinde 2 kısma ayrılır.
Ozonosfer: İçinde ozon gazları bulunur. Güneşten gelen ultraviyole ışınlarından korur. Ama maalesef
şuan bir bölümü delik… Kendiliğinden olmadı. Onu biz yaptık! Bizi koruyan bir şeyi kendimiz mahvettik.
Kemosfer: Gazların iyonlara ayrılmaya başladığı kısımdır.
Termosfer: Bu katmanda Güneş ışınları çok yoğundur. Sıcaklık 200 ile 1600 derece arasında değişir.
Sıcak olduğu ve ismi Termosfer olduğu için Termometreyi aklınıza getirerek ne olduğunu hatırlayabilirsiniz.
Birde bu katmanda gazlar iyon haldedir ve aralarındaki elektron alış-verişi çok fazladır. Bu yüzden
haberleşme sinyalleri ve radyo dalgaları çok iyi iletilir.
Ekzosfer: En üst kattır. Az miktarda hidrojen ve helyum atomlarından oluşur. Yapay uydular bu katmanda
bulunurlar. Yerçekimi çok ama çok azdır. Gazlar oldukça seyrek bulunur ve bu katmandan sonra uzay
boşluğuna geçiş başlar.
Yiğit Yılmaz
26 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
HALKİMİZ VE EVREN
Kumsalda güzel bir gün geçirip bir kum tanesi azaldığını bilerek, bir
hafta sonra tekrar dönseniz farklı bir sahil gibi mi olacak? İşte aynı
şekilde, Dünya yok olduğunda evrende bizi umursamazca yoluna
devam edecek. Evren kesinlikle muazzam ve biz neredeyse bir hiçiz.
Benim hayat amacım yalnızca öğrendiklerimi başkalarına da öğretmek,
bilmediklerimi öğrenmek için çabalamak ve bu sayede, astronomiden
tecrübe ettiğim gökyüzünün göz kamaştıran büyüsünü başkalarına da
tattırmak. Çünkü yaşama şansını bir kez elde ediyorum ve bu şansı,
hem kendimin hem de başkalarının yararlanacağı şekilde
kullanmalıyım. Hepimiz bir gün öleceğiz. Ve bu da bizi şanslı olanlar
yapıyor. Birçok insan asla ölmeyecek çünkü asla doğmayacaklar. Şu
anda benim yerimde olabilecek ama aslında dünyaya hiç gelmeyecek olan insanlar, Sahra Çölü'ndeki kum
tanelerinden fazladır. Bu hiç doğmamış insanlar arasında Newton'dan daha büyük ve zeki bil im adamları da vardır.
Bunu biliyoruz, çünkü DNA'mızın var olmasına izin vereceği olası insanların sayısı, gerçekten var olan insanların
sayısından çok daha fazladır. Bu şaşkınlık verici olasılıklara rağmen, sizler ve benim gibi insanlar, bütün
sıradanlığımızla şu anda buradayız. Doğma şansına erişen bizler, bütün düşük olasılıklara rağmen bu piyangoyu
kazanan ayrıcalıklı azınlığı oluşturuyoruz. Doğma şansını bulamamış olan o büyük çoğunluğun sahip bile olamadığı
bu ayrıcalığa erişmiş olmaktan hangi yüzle yakınabiliriz?
Tamamen karanlık bir yerde gözlerimi yukarı çevirdiğimde tüm görebildiğim şey sadece bir yıldız kümesi oluyor.
Anlayabileceğimden çok daha fazlalar ve kavrama yeteneğimin çok ötesinde olduklarını düşünüyorum. Alışılmamış
şekilde alçakgönüllü ve yaşadığım için de yıldızlara karşı kendimi minnettar hissediyorum. Yaşıyor olmanın verdiği
hisle bazen öylesine kendimden geçiyorum ki ağlıyorum, gülüyorum, çığlık atıyorum ya da derin nefes alıyorum.
Alçakgönüllü olmak, böylesine muazzam büyüklükteki evren için bizim varlığımızın ne kadar ufak olduğunun
farkına varmanın yarattığı bir his. Ve biliyorum ki ben, evrenle birim. Metafizik olarak değil, tamamen fiziksel
olarak. Bir süpernova evrende neyse ben de oyum. Aynı parçacıklardan oluşuyoruz, aynı kuvvetlere tabiyiz .
Yaşamanın ihtişamlığı karşısında hayrete düşüyorum. Çünkü bir düşünün, tüm evrende bunları yapabilen tek varlık
belki de biziz. Ve bu gerçekten çok güzel... Bilim bizlere, önceden cevaplanamayan pek çok soruya basitçe
cevaplar bulmamızı sağladı. Örneğin; Neden sabahları Güneş doğar? Gökyüzünde ilerleyip, dünyamı aydınlatır,
gölgemi hareket ettirip, tenimi ısıtır. Ve ardından denizin içine doğru batar. Peki, neden böyle olmak zorunda? Her
şey neden olur ki? Güneş sisteminin işleyişi sadece kuvvet, kütle ve gökyüzündeki nesnelerin ölçülebilir
uzaklığından oluşan birkaç denkleme dökülerek çok iyi anlaşılabilir. Bilimsel metodun gücü bugün bizim tek bir
sayfaya bütün yıldızların ışık saçan kalplerini çalıştıran nükleer santralin planını yazmamızı sağlıyor. Ben bu
konseptleri insanlara sık sık açıklayabilirim ve açıklıyorum da ama hala bilimde cevaplanması gereken pek çok soru
bir cevap bekliyor...
Yıldızlar altında bir gece bir kişiyi çok derinden etkileyebilir. Uzayıp giden samanyolunu görmek için yukarı
baktığınızda birden bire onun muazzam ağırlığının üzerinize yüklendiği hissetmeye başlıyor ve hem çok küçük hem
Mert Can Orhan – Kemal Cihat Toprakçı
27 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
de çok önemli olmanın nasıl bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Hayret veren şey şu ki: Bedenimizdeki her bir atom
patlamış olan bir yıldızdan geldi. Ve sol elimizdeki atomlarla sağ elimizdeki atomlar muhtemelen farklı yıldızlardan
geldiler. Bu, astronomi hakkında bildiğim gerçekten en şiirsel durum: Hepimiz yıldız tozuyuz! Yıldızlar patlamasaydı
burada olamazdık. Çünkü yaşam için gerekli olan elementler ve her şey -karbon, nitrojen, oksijen, demir- zamanın
başlangıcında oluşmamıştı. Bunlar, yıldızların nükleer fırınlarında oluştu ve onların bedenimize gelmelerinin tek yolu
bu yıldızların patlayacak kadar 'kibar' olmalarıydı. Yani yıldızlar öldü ve böylelikle biz, burada olabildik. Bu yüzden
gece gökyüzüne baktığımda biliyorum ki evet, biz bu evrenin bir parçasıyız. Bu evrenin içindeyiz. Fakat belki de bu
iki gerçekten daha da önemlisi; evren içimizde. Bu gerçeği derin derin düşündüğümde, gökyüzüne bakarım. Pek
çok kişi kendini küçük hisseder çünkü kendileri küçük, evrense çok büyüktür. Fakat ben kendimi büyük
hissediyorum. Çünkü atomlarım yıldızlardan geldi. Bir düzey bağlantı var. Kısacası bizler; Yıldız çocuklarıyız!
Ailem, akrabalarım veya diğer insanlar bana çoğu zaman neden yıldızları sevdiğimi, onlarla neden ilgilendiğimi
sorarlar. İşte bu kısa yazıda Neil deGrasse Tyson, Lawrance Krauss, Richard Dawkins ve Carl Sagan gibi bilim
insanlarından ilham alarak ve yazıda onların sözlerine de karışık bir biç imde yer vererek, astronomi hakkında
düşüncelerimi aktarma imkânı buldum. Umuyorum ki, ''Neden astronomi, gökyüzü, gezegenler ve yıldızlarla
ilgileniyorsun?'' sorusuna geçerli bir cevap sunabilmişimdir.
Aynı zamanda sizler için halkımıza Uzay hakkında ne
düşündüklerini sorduk. Türkiye, Astronomi bilimi açısından
geride kalmış, halkın büyük çoğunluğunun Bilim’e ilgi duymadığı
bir ülke, konu Gökbilimi olunca bu sayı daha azalıyor. Bunun bir
diğer nedeni ise şehirlerde ki düzensiz ve yanlış yerleştirilen
sokak lambaları ile kirletilmiş bir gökyüzünden kaynaklanıyor. Bir
kez olsun gökyüzüne bakıp yıldızların parıltılarını seyredenler o
sonsuz güzelliği merak ederler. Ancak bizler, şehir merkezlerinde
gökyüzüne baktığımızda yıldız değil, Işık kirliliği ile mahvedilmiş
bir gökyüzü görüyoruz. Gökbilim ’nin ülkemizde az rağbet
görmesinin başlıca sebeplerinden bir tanesi de budur. Dolasıyla
insanlar göremediklerini pek araştırma isteği duymuyorlar.
Halkımıza uzay hakkında ne düşündüğünü sormuştuk. Şöyle bir cevap aldık; ‘’Doğduğum günden bu yana şehir
merkezinde yaşadım. Kafamı gökyüzüne kaldırdığım da hiçbir şey göremiyordum, bazen de birkaç yıldız. Uzay’ın
gerçekten bu şekilde birkaç yıldızdan oluştuğunu düşünüyor. Ve gökyüzüne baktığım da gördüklerimin normal
olduğunu sanıyordum. Ta ki geçen sene köyümüze gidene kadar, gece kafamı gökyüzüne kaldırdığım da
sayamadığım binlerce yıldız görüyor. Ve tam bu yıldızların ortasından geçen şerit gibi bir bulut görüyordum. O
günden sonra aslında evrende ne kadar çok cismin bulunduğunu fark ettim. Ve araştırma ihtiyacı duydum, bir yeni
bilgi öğrendim. Oysa köyden önce, sönük sönük gözüken iki üç yıldızı araştırmaya kimin ihtiyacı olurdu?‘’
Bu söylenen yukarda bahsettiğimiz ışık kirliliği mevzusunu destekler nitelikte, ‘’En gizemli, en muhteşem ve
çözülmesi en eğlenceli problem!’’ diyenler olduğu gibi Evren’i ‘’sıkıcı’’ bulunlar da var.
28 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
GÖ KBİ Lİ M TARİ Hİ İİİ
Avrupa Karanlık Çağı ve İslam Rönesansı
Büyük Roma İmparatorluğu bölünmüştü. Bilinen dünya büyük bir imparatorluğun tek devletli hâkimiyetinden
çıktıktan sonra yönetime Avrupa’da toprak ağaları el koymayı başarmış, Orta Doğu’da da yeni bir din doğmuştu:
İslam… Üçüncü yazı dizimizde Orta Çağlardaki bilimsel ve elbette ki astronomi anlamındaki ilerlemeleri
inceleyeceğiz.
Özgür Can Özüdoğru
29 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Avrupa, Sorgulama ve Bilimin Derin Uykusu
7. Yüzyıl… Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün üzerinden
yüzyıla yakın bir süre geçmiş ve 500 yıldır tek bir devlet
hâkimiyetinde yaşayan halkın idaresi, otorite eksikliğinden
yararlanan derebeyleriyle dolmuştu. Bu derebeyleri, sahip
oldukları topraklardaki köylüleri koruyacağı bahanesi ile
tarlalarında çalışmasını sağlıyordu. Bu ekonomik sistem
yöneticiler için o kadar kârlıydı ki zaman içinde tüm Avrupa’ya
yayıldı. Bu yönetim ve ekonomik şeklin ismi Feodalizmdi ve
gelecekteki birkaç yüzyılın kaderini belirleyecekti.
Feodalizm, tamamen sorgulamayan, dışa kapalı ve yalnızca
kendisinden istenileni yapacak köleliğe erişmiş köylülere ihtiyaç duyuyordu ve bu da bilimsel ilerleme ve şüphecilik
ile var olamazdı. Derebeyleri ve din adamlarının tekelinde olan bir din ile halkın tüm sorgulama kabiliyeti Avrupa’da
yüzyıllarca kontrol altına alındı. Bilimsel düşüncenin çok büyük bir günah olduğu düşüncesiyle insanlar tıbbi
müdahaleden bile aciz kaldı. 900lere geldiğimizde Avrupa’da en yaygın tıbbi tedavi okuma üfleme idi.
Avrupa medeniyetlerinin bu karanlık çağlardan kurtulmak için eski Yunan metinlerinin çevrilmesi ve dış dünyaya
ticaret ile açılma gibi etkenleri beklemesi gerekiyordu, bu da insanlığın en az 700 yıl bilim olmadan yaşaması
demekti. Karanlık Çağları kapsayan yaklaşık 900 yıllık sürece tüm Avrupa’da gökbilim ile ilgili yazılan makale
miktarı 10’dur. Bu makalelerin pek çoğu da düz bir dünyayı öngörüyordu. Bir gökbilim devriminin var olması ise
çoğumuzun bildiği gibi 1500leri buluyor.
Özgürlüğün Sağladığı Bilimsel Devrim: Bağdat
Gözümüzü yavaş yavaş Avrupa’dan daha doğuya çevirdiğimizde Bilinen Dünya’da Karanlık Çağ Avrupa’sından çok
daha hareketli şeyler döndüğünü görebiliriz. Her şeyden önce İslam Devleti, Emevilerin çöküşünden farklı bir çağa
geçmiştir. Abbasilerin önderlik ettiğin bu yeni dönem, Orta Doğu coğrafyasında özgürlüklerin ve karşılıklı güvenin
gözle görülür bir biçimde yaşandığı, yani bilimin gelişebilmesi için en uygun ortama sahipti.
Abbasilerin sağladığı bu özgürlük ortamı Avrupa’daki birçok filozof ve Bilim insanını Bağdat’a çekti ve 9. Yüzyılda
Bağdat dünyanın bilim merkezi haline gelmesine sebep oldu. Ancak İslami Altın Çağ’ı önemli kılan şey yalnızca bu
değildi. Bağdat’ta bulunan bilim insanları Bizanslılardan ticaret yoluyla elde edilen ya da çeşitli seyahatler sonucu
getirilen Yunan yazıtlarını ve tarihi kitapları Eski Yunancadan Arapçaya çevirmeye başladıla r. Bu da İskenderiye
Kütüphanesi’nin yıkılması ve Roma İmparatorluğu’nun baskıcı bir düzene girmesi ile yüzyıllar boyunca üstü örtülü
kalan ve halk tarafından unutulan bilimsel gerçeklerin yeniden açığa çıkmasını sağladı
Özellikle Farabi, İbn-i Sina gibi bilim insanları Astrofizik, Tıp ve Eczacılık alanında Orta Çağ’daki en önemli buluşları
sağladılar. Tıp alanındaki gelişmeler o kadar kayda değerdi ki 10. Yüzyılda ortalama bir Avrupalı ’nın yaşamı 30 -40
arasında olduğu tahmin ediliyorken Arap Yarımadası ve Mezopotamya’da ortalama yaşam 50-60ları görmekteydi.
Modern anlamda Hipokrat’ın öğretilerini ve Hipokrat yeminini insanlığa yeniden kazandıranlar da yine Bağdatlı bilim
insanlarıdır.
30 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
Bu dönemdeki önemli gelişmelerden biri Astronomi alanında
yaşanmıştır. Antik Yunanistan’da keşfedilen suyun yakınlaştırma
gücü, yapılan çeviriler sayesinde insanlığa kazandırıldı. Antik
Yunanistan’da gökbilimciler göletlerin çevresinde toplanıp
yıldızlara ve Ay’a oradan bakmanın daha yakınlaşmış bir görüntü
elde ettiğini keşfetmişti. Ayrıca gökbilimci İznikli Hipparkus’un
(M.Ö. 190, M.Ö. 120) Rodos Adasında yaptığı çalışmalar ve
yıldızların Dünya’ya gelen ışığının kırılarak Dünya’ya ulaştığını
anlatan yazıtları da teker teker Arapça’ya çevrildi.
Tüm bunlarla birlikte Hintli ve Çinli astronomların yaptığı
gözlemlerin de Arapçaya çevrilmesi ile insanlık tarihinde ilk defa
bilimsel gündem oluştu. Bağdat’taki tüm gökbilimciler 10. Yüzyılın
sonuna ulaştığımızda Dünya’daki tüm bilimsel gelişmelerden
haberdar hale gelmişlerdi, Çin’den İspanya’ya… Bu dönemde
Arapça, adeta Bilim ve Felsefe’nin küresel dili hale geldi.
Bu dönemde bir Bilimsel Devrim de İspanya Yarımadası’nda
meydana geldi. Emevilerin çöküşünden sonra ayrı bir Müslüman
devlet haline gelen Endülüs, Kuzey’de Katolikliğin baskılarından
uzak bir devlet haline gelmişti. Birçok Avrupalı bilim insanı
Endülüs’e kaçarak burada bilimsel çalışmalarına devam etmişti.
Özellikle Endülüs’te Abbas Ibn Firnas gibi mühendislikten
astronomluğa, şairlikten müzisyenliğe ilgi duymuş insanların
yaşamını geçirdiği bir yer haline geldi. Abbas, aerodinamik
dalında ilk bilimsel eseri veren bilim insanıdır. Kuleden atlarken
kullandığı aletin şemaları, modern uçakların ve uzay mekiklerinin temel taslağını oluşturmuştur.
İslam devletlerinin yaşadığı bu Altın Çağ, Osmanlı devleti döneminde de devam etti. Ali Kuşçu ve Şeyh Bedrettin
gibi gökbilimciler ve filozoflar Osmanlı Devleti’nde yaşama imkânı buldu. Ancak zaman içerisinde otoriterleşen
devlet yönetiminden dolayı bilimsel ilerleme yavaşlayarak durma noktasına geldi. Ancak tüm bunlarla birlikte
Osmanlı ve Selçuklu medeniyetleri, eğitimi sistematik bir hale getirmek ve Abbasi Dönemi’nde oluşan güncel bilim
gibi konuları Medreseler açarak ve belirli bir düzeyde öğretim sistemi kurarak düzenli hale getirme si, Bilim
tarihinde önemli bir adım oldu.
Bilim tarihinin bize gösterdiği bir şey varsa, o da bilimsel bir devrimin var olabilmesi için gereken en önemli şeyin
kişisel özgürlükler olduğudur. Baskıların yoğunlaştığı ve düşünce özgürlüğünün azaldığı medeniye tlerde bilim
gelişemez. Tarihin akışı bunun en büyük örneğidir.
Bir sonraki sayımızda Avrupa Rönesansı ve Gökbilim otoriteye kafa tutma mücadelesini işleyeceğiz.
31 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
UZAYDAN HABERLER
ISON Kuyruklu Yıldızına Ne Oldu?
ISON (C/2012 S1) kuyruklu yıldızını 21 Eylül 2012 tarihinde keşfettik.
Keşfettiğimizde bizden 940 milyon kilometre uzaklıktaydı. Bahsi geçen bu
kuyruklu yıldız çok ilginç bir gökcismi çünkü güneş sisteminin oluşumundan bu
yana bozulmadan kalabilen tek kuyruklu yıldız ve oluştuğu ilk günden bu yana
sistemin üst kısımlarında dolanırken ilk defa sistemin iç kısımlarına doğru
harekete geçti şuan da ise Oort bulutundan güneşe doğru yolculuğu sürüyor.
Rusya’nın Kislovodsk’deki Uluslararası Bilimsel Optik Ağ Merkezi’ndeki
Gökbilimciler Vitali Nevski ve Artyom Novichonok tarafından keşfedildi. Kuyruklu
yıldızın 2013 yazının sonuna doğru Güneşe 1,2 milyon kilometre yaklaşarak
Venüs’ün parlaklığının altı katına erişeceği tahmin ediliyordu. Kasım ayında
Güneş’ten gelen çekim gücüne dayanabilir ve hayatta kalabilir ise Aralık ayında Kuzey yarım kürede devasa bir
parlaklığa erişecek ve hatta çıplak göz ile gözlemlenebilecekti. Ancak ters giden bir şeyler var.
NASA’nın Spitzer Uzay Teleskopu kuyruklu yıldız üzerinde güçlü karbondioksit çıkışları gözlemledi. Spitzer’in
Kızılötesi Kamera Dizisi ile alınan görüntülerde ortalama 300.000 kilometre uzunluğa sahip kuyruktaki tozun
karbondioksit karışımı olduğu ve resmen köpürdüğü gözlemlendi. Kuyruklu yıldızlar donmuş su, gaz ve kozmik toz
karışımından meydana gelmiş cisimlerdir. Sandığımız gibi birer yıldız değillerdir ışık üretemez, üzerine düşen ışığı
yansıtırlar. Güneş sisteminin dışında hiperbolik bir yörünge izleyen kuyruklu yıldızları sadece güneşe yaklaştıkları
sırada gözlemleyebiliriz. ISON üzerinde yapılan son ölçümlerde kuyruklu yıldızın parlaklığı Ocak ayından itibaren
yavaşlıyor. Ve şuan da 18,9 kadir sabit parlaklığı ile yolculuğuna devam eden ISON gökbilimcileri şaşırtmış
durumda, çünkü kuyruklu yıldızın giderek parlaklığının artması gerekirken sergilediği bu tavır oldukça anormal bir
durum.
Kolombiya Amerikan Üniversitesi’nde görev yapan Astronomi ve Uzay Bilimleri uzmanı İgnoco Ferrin yaptığı basın
açıklamasında uzun süredir gökbilimciler tarafından beklenen kuyruklu yıldızın düşünülen parlaklığa ulaşmayacağını
açıkladı. Kuyruklu yıldızın çapı 4,8 kilometre ağırlığının ise 3,2 milyon ya da trilyon olduğu düşünülüyor.
Gökbilimcilere göre ISON güneş sisteminin ilk temel yapıtaşlarını barındırıyor. Ancak kuyruklu yıldıza ne olduğu
hala bir merak konusu…
Dr. Ferrin; ‘’ ISON kuyruklu yıldızı tuhaf bir davranış gerçekleştirdi. ‘’ Diyor. Ve ‘’ ISON kuyruklu yıldızının geleceği
parlak görünmüyor. ‘’ diye ekliyor.
Kuyruklu yıldızlar Güneş çevresinden birçok kez geçtikten sonra gaz ve buz kütlelerini tamamen kaybederek bir taş
parçasına dönüşürler. Astronomlar kuyruklu yıldızın buz katmanlarının erimiş olabileceğini ya da parlamasını
sağlayan gaz katmanlarının yok olabileceğini düşünüyor. Aynı zamanda uzun bir periyota sahip kuyruklu yıldızın
daha öncede Güneş çevresinden geçmiş olma ihtimali göz önünde tutuluyor. Ancak yapılan gözlemlerde ISON’un
Ertan Koç - Mehtap Çelik
32 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
güneş sisteminin iç kesimlerini ilk ziyareti olduğunu biliyoruz. Eğer ki kuyruklu yıldız bu şekilde yolculuğuna devam
ederse Güneş tarafından yutulabilir ya da yüksek çekim gücünden çekirdeği parçalanabilir. Neler olacağını henüz
bilmiyoruz. Ancak ISON bize yeni bir oyun oynayabilir. 2007 yılında Holmes kuyruklu yıldızı beklenenden 6 -7 kat
daha fazla parlaklığa ulaşmış ve çıplak göz ile gözlemlenebilmişti. ISON’da yeniden beklenen parlaklığa ulaşabilir.
Bunu anlayabilmemiz için kuyruklu yıldızın bize biraz daha yaklaşmasını beklemek zorundayız.
Güzel Bir Son
Güneş gibi yıldızlar hayatlarının sonunda dikkat çekecek derecede ışık yaymaya
başlar. Dünya'dan yaklaşık 4.200 ışık yılı uzakta olduğu saptanmış olan NGC 2392
buna iyi bir örnek. NGC 2392'ye bir gezegenimsi bulutsu lakabı takan astronomlar
bu bulutsuyu "Eskimo Bulutsusu" diye adlandırdı. Hâlbuki bu tanımlama aldatıcıdır
çünkü gezegenimsi bulutsuların gezegenlerle ilgisi yoktur. Bu nesneler daha önceki
zamanlarda küçük optik teleskoplar sayesinde astronomlara gezegensel diskler gibi
göründüğünden beri basitçe bu ifade tarihi bir kalıntıdır.
Gezegenimsi bulutsular, bir yıldız kendi içindeki bütün hidrojeni tükettiğinde
biçimlenir--Güneş yaklaşık beş milyar yılda tükenecek. Bu durumda yıldız, kendi asıl boyutundaki yarıçapı onlarca
bir yana yüzlerce kat artarak soğumaya ve genişlemeye başlar. Sonunda, yıldızın dış tabakaları sıcak bir çekirdeği
geride bırakarak, hızı saatte 50.000 km. olan aşırı bir rüzgâr ile uzağa taşınır. Saatte 6 milyon km. hızla hareket
eden çok daha hızlı bir rüzgârda dış tabakalar fırlatılıyorken, bu sıcak çekirdek yaklaşık 50.000 Celsius derece olan
bir yüzey sıcaklığına sahip. Sıcak yıldızdan gelen ışıma ve hızlı rüzgârın ondan daha yavaş olan rüzgâr ile etkileşimi
gezegenimsi bulutsunun Filamanlı ve karmaşık yapısını oluşturur. Sonunda kalan yıldız beyaz cüce bir yıldız
biçimine çökecektir. Bu günlerde, astronomlar uzay-tabanlı (uzayda bulunan) teleskoplar kullanarak bilimle ilgili
atalarının muhtemelen asla hayal edemeyecekleri şekillerde NGC 2392 gibi gezegenimsi bulutsu gözlemleyebildi.
NGC 2392'nin bu karma görüntüsü, gezegenimsi bulutsuların merkezine yakın milyon-derecelik gazın yerini mor
renkle gösteren NASA'nın Chandra X-ışını Gözlemevi'nden gelen X-ışını verilerini içeriyor. Hubble Uzay
Teleskobundan gelen veri -kırmızı, yeşil ve mavi renktedir- yıldızın dış tabakalarının karışık biçim düzeninin
çıkarıldığını gösterir. Kuyruklu yıldız biçimindeki filamanlar hızlı rüzgâr olduğu zaman şekil değiştirir ve merkezi
yıldızdan gelen ışıma tarafından zaten çıkarılmış gaz ve daha soğuk toz kabukları ile birbirlerini etkiler.
NGC 2392'nin bu gözlemleri, merkezindeki sıcak gaz ile üç gezegenimsi bulutsu çalışmasının bir parçasıydı.
Chandra verisi gösteriyor ki NGC 2392 diğer ikisine kıyasla alışılmamış bir biçimde X -ışını yayıyor. Bu,
araştırmacıların NGC 2392 içindeki sıcak merkezi yıldıza kendisinden daha parlak bir yıldıza çok yakın olan
keşfedilmemiş ikinci bir yıldız olduğunu anlamasına yol açar. İkili yıldız çifti arasındaki bu etkileşme orada bulunan
yüksek X-ışını yayımını açıklayabilir. Aynı anda, örnekteki iki diğer gezegenimsi bulutsuda daha sönük X -ışını yayımı
gözlemlendi -IC 418 ve NGC 6826- bu ışıma merkezi yıldızdan gelen rüzgârda (ses bombaları gibi) muhtemelen
şok cepheleri tarafından oluşturuldu. NGC 6826'nın karma bir görüntüsü 2012 yılında yayınlanan gezegensel
bulutsuların bir galerisinde dahil edildi.
Kaynak: NASA
Çeviri: Mehtap ÇELİK
33 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
BU AY GÖ KYU ZU
Gök Olayları - Eylül 2013
Jüpiter: Bütün ay boyunca gece yarısından sonra
doğu ufkundan doğan gezegen sabaha kadar
gözlemlenebilecek.
Merkür: Merkür bu ay gözlemlenemeyecek.
Mars: 03.00 civarı doğan gezegen gün doğumuna
kadar gözlemlenebilecek.
Venüs: Ay boyunca akşam saatlerin de 1–2 saat
boyunca Batı tarafından gözlemlenebilecek.
Satürn: Akşamları 1–2 saat boyunca Batı
tarafından gözlemlenebilecek.
02 Eylül: Ay ve Mars gün doğumunda yakın
görünümde
06 Eylül: Venüs ve Spika yakın görünümde
09 Eylül: Ay ve Satürn yakın görünümde
15 Eylül: Ay Dünya’ya en yakın konumuna geçiyor. (367.400km)
22 Eylül: Sonbahar Ilımı gerçekleşecek gece ve gündüz süreleri eşit olacak
34 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com
HARUN ŞAHİ N TANİTİYÖR!
Alüminyum Optik Tüp
4000 Gökcismi Kayıtlı GOTO ve Takip sistemi
Bilgisayarlı Alt Azimut Kundak
StarAlign Pozisyon Ayar Sistemi
GPS vb. Aksesuar Bağlamak İçin Aux Port
9 Kademeli Motor Dönüş Hızı
Alt azimut, Ekvatoryal Takip Sistemi
Güçlü Çelik Üçayak Sistemi
"TheSky” Astronomi Yazılımı.
Celestron NexStar 127 model teleskoplar orta seviyeli gözlemler için ideal ürünlerdir. 127mm açıklığı ve 1500mm
odak uzaklığı ile Güneş Sistemi gözlemlerine olanak sağlar. Ve takip sistemi gözlemlediğiniz cisimlerin fotoğraflarını
zorlanmadan çekebilirsiniz. Derin Uzay gözlemleri içinde uygun olan NexStar 127 SLT kendi sınıfında en ucuz takip
ve GOTO sistemine sahip teleskop modelidir. Maksutov Cassegrain türü optik dizayna sahip teleskop aynı zamanda
yeryüzü gözlemleri için de kullanılabilir.
Teleskoptan Alınan Görüntüler
Harun Şahin