25
Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse? Ruhsal konularla ilgilenen birçok insan gibi benim de her zaman bilimle biraz karmaşık bir ilişkim olmuştur. Bir yandan, insanlığın gelişimiyle ilgilenen biri için tek asırda çocuk felcini iyileştirmeyi, genetik kodu çözmeyi, Satürn’ün en büyük uydusuna sonda makinesi göndermeyi ve interneti icat etmeyi başarmış bir disiplinin son dönemlerdeki çalışmalarından heyecanlanmamak mümkün değil. Öte yandan evrenin en büyük gizemlerini bile maddenin hareketine indirgeme eğilimi beni biraz ürpermiştir. Bu muhtemelen benim çocukluğuma dayanan bir durum. Teolojik açıdan kararsız, agnostisizmlerine birçok insanın inancına olduğu kadar bağlı olan ebeveynler tarafından yetiştirildim. Erken yaşlarda bilimin, nedenselliğin ve akılsallığın doğruya giden yolda dogma veya ilhamdan daha iyi bir rehber olduğu öğretildi bana. Ancak yıllar geçtikçe küçüklüğümden gelen agnostik yanım yerini ısrarcı bir spiritüel arayışa bıraktı. Zamanla, fen kitaplarımın hiçbirinde yer almayan çok daha derin bir gerçekliği deneyimlemeye başladım. Önümde açılmakta olan bu mana ve gizem dünyası, gerçeğin anahtarını elinde tutanın bilim olduğuna inanmamı zorlaştırıyordu. Sanırım bu iki yanım arasındaki gerilim üniversitemin son senesinde kaçak verdi. İnsan doğasını daha iyi anlayabilmek için psikoloji okumayı seçmiştim. Okulun ilk 3 senesini de inatla psikolojinin “daha zor” olan bilimsel alanından kaçarak, “daha yumuşak” olan sosyal ve hümanistik yönlerine yoğunlaşmıştım. Nihayetinde korkunç ancak ne yazık ki zorunlu olan “İstatiksel ve Deneysel Metodlar” dersini almaya başladığımda, bu dersin ilgimi çekmesini hiç beklemiyordum. Ancak data analizine ve deney dizaynına iyice daldıkça eskiden yabancısı olduğum birçok konsept sihirli bir aura gibi çevremi sarmaya başladı. Deneylerde bir hipotezin doğru diğerininse yanlış olduğunu bilimsel, deneysel, istatiksel olarak kanıtlayabiliyor olmam tüm sinir sistemimde adeta uyuşturucu etkisi yapıyordu. Dönemin sonunda yüksek lisans için Deneysel Psikoloji okumayı düşünmeye başlamıştım. Mâmafih okumak istediğim alanı daha yakından inceleyince onun da dogmalara sıkışıp kalmış olduğunu gördüm. Böylece daha “derin” konulara olan ilgim iyice yükseldi ve ufak çaplı dini araştırmalarımla birleşince hayatımın ve kariyerimin yönü çizilmiş oldu. Spiritüalizmin çağrısı beni tüm hayatımı laboratuvarda geçirmekten kurtarmış olsa da bilime olan ilgim son bulmamıştı. Bu kişilik bölünmesinin sonuçlarından biri de ne zaman bilim ile dinin çatışmasıyla karşı karşıya kalsam bir taraf tutamayıp kendi içimde çelişkiye düşüşümdür. İster bioteknoloji üzerine etik bir tartışma olsun, ister kozmolojideki antropik prensip üzerine bir sav olsun; bir omzumda kırmızı boynuzlu bir septik diğer omzumda ise beyaz kanatlı bir inanan varmış gibi hissederim ve hangisine dinleyeceğime karar veremem.

Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

  • Upload
    teon60

  • View
    194

  • Download
    7

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse? Ruhsal konularla ilgilenen birçok insan gibi benim de her zaman bilimle biraz karmaşık bir ilişkim olmuştur. Bir yandan, insanlığın gelişimiyle ilgilenen biri için tek asırda çocuk felcini iyileştirmeyi, genetik kodu çözmeyi, Satürn’ün en büyük uydusuna sonda makinesi göndermeyi ve interneti icat etmeyi başarmış bir disiplinin son dönemlerdeki çalışmalarından heyecanlanmamak mümkün değil. Öte yandan evrenin en büyük gizemlerini bile maddenin hareketine indirgeme eğilimi beni biraz ürpermiştir. Bu muhtemelen benim çocukluğuma dayanan bir durum. Teolojik açıdan kararsız, agnostisizmlerine birçok insanın inancına olduğu kadar bağlı olan ebeveynler tarafından yetiştirildim. Erken yaşlarda bilimin, nedenselliğin ve akılsallığın doğruya giden yolda dogma veya ilhamdan daha iyi bir rehber olduğu öğretildi bana. Ancak yıllar geçtikçe küçüklüğümden gelen agnostik yanım yerini ısrarcı bir spiritüel arayışa bıraktı. Zamanla, fen kitaplarımın hiçbirinde yer almayan çok daha derin bir gerçekliği deneyimlemeye başladım. Önümde açılmakta olan bu mana ve gizem dünyası, gerçeğin anahtarını elinde tutanın bilim olduğuna inanmamı zorlaştırıyordu. Sanırım bu iki yanım arasındaki gerilim üniversitemin son senesinde kaçak verdi. İnsan doğasını daha iyi anlayabilmek için psikoloji okumayı seçmiştim. Okulun ilk 3 senesini de inatla psikolojinin “daha zor” olan bilimsel alanından kaçarak, “daha yumuşak” olan sosyal ve hümanistik yönlerine yoğunlaşmıştım. Nihayetinde korkunç ancak ne yazık ki zorunlu olan “İstatiksel ve Deneysel Metodlar” dersini almaya başladığımda, bu dersin ilgimi çekmesini hiç beklemiyordum. Ancak data analizine ve deney dizaynına iyice daldıkça eskiden yabancısı olduğum birçok konsept sihirli bir aura gibi çevremi sarmaya başladı. Deneylerde bir hipotezin doğru diğerininse yanlış olduğunu bilimsel, deneysel, istatiksel olarak kanıtlayabiliyor olmam tüm sinir sistemimde adeta uyuşturucu etkisi yapıyordu. Dönemin sonunda yüksek lisans için Deneysel Psikoloji okumayı düşünmeye başlamıştım. Mâmafih okumak istediğim alanı daha yakından inceleyince onun da dogmalara sıkışıp kalmış olduğunu gördüm. Böylece daha “derin” konulara olan ilgim iyice yükseldi ve ufak çaplı dini araştırmalarımla birleşince hayatımın ve kariyerimin yönü çizilmiş oldu. Spiritüalizmin çağrısı beni tüm hayatımı laboratuvarda geçirmekten kurtarmış olsa da bilime olan ilgim son bulmamıştı. Bu kişilik bölünmesinin sonuçlarından biri de ne zaman bilim ile dinin çatışmasıyla karşı karşıya kalsam bir taraf tutamayıp kendi içimde çelişkiye düşüşümdür. İster bioteknoloji üzerine etik bir tartışma olsun, ister kozmolojideki antropik prensip üzerine bir sav olsun; bir omzumda kırmızı boynuzlu bir septik diğer omzumda ise beyaz kanatlı bir inanan varmış gibi hissederim ve hangisine dinleyeceğime karar veremem.

Page 2: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

İtiraf etmeliyim ki geçmişe dönüp baktıkça bu ikilemler giderek azalıyor. Evrende aynı bizimki gibi bir sürü güneş olduğunu söylediği için diline demir çubuk geçirilen ve yakılan Giordano Bruno’yu düşününce kilisenin sığlığını kınamak hiç de zor olmuyor. Ve yine Galileo’nun davasının sonucunun ne olması gerektiğiyle ilgili hiçbir şüphe duymuyorum. Ne var ki tarih sayfalarında günümüze yaklaştıkça görüntü bulanıklaşmaya başlıyor. “Evrim mi Yaratılış mı?” tartışmasını ele alalım. Kamuoyundaki bazı ilgisiz yankılar, koyu Hristiyanların İncil’deki yaratılışın “alternatif orijin teorisi” adı altında okullarda okutulmasını istemesinden daha sinir bozucu. Yine de bilim adamlarının neo-Darwinci teorinin kanıtlanmamış savlarını çocukları anlamsız bir dünyada yaşadıklarına ikna etmek için kullanması beni bilimden bir kez daha uzaklaştırıyor. Tabii eğer din ve bilimin çatışması sadece bu evrim konuyla kısıtlı kalsaydı bir şekilde bilimin tarafında yer alırdım sonunda. Ama eğer son gelişmeler bir göstergeyse, bu çatışma burada bitmeyecek demektir. Hatta sakinleşeceğe de benzemiyor. Aslında son yıllarda iki etkileyici bilim dalının sayesinde bilim biraz daha ısrarcı bir dönüş yaptı. Ve bu sefer hedef insanlıktan başkası değil. Bu atağa geçen disiplinlerin biri evrim psikolojisi. Orjinali “sosyobioloji” adı altında biyolog Edward O. Wilson tarafından ortaya koyulmuş olan bu yeni çalışma alanı gazetelerin bilim bölümlerinde monogami, golf sevgisi gibi karmaşık insani eğilimlerin evrimsel kökenini açıklayan makalelerden sorumlu. Darwin’i insanlığın enteresan özelliklerinin çocukluğunda adapte etmek zorunda olduklarının izini süren psikanalisti gibi düşünün. Bu yeni keşif aracıyla donatılmış olan çok fazla sayıdaki bilim adamı insan davranışının her yönünü – özgecilikten spiritüel arayışa - doğal seleksiyonun mekanik mazgalı vasıtasıyla açıklamak için birbirleriyle yarışıyorlar. Her ne kadar evrim psikolojisi Darwin’in teorisini hala mantıklı olabileceği noktaya kadar genişletmeyi başardıysa da henüz gücünü hipotezlerinin kanıtlanabilirliğinden değil araştırma gücünden alan teoriye dayalı bir alan olduğunu unutmamak gerekir. Yine de hiç değilse insan davranışını bilimsel olarak açıklamak isteyenlerin silah deposunda yer alan önemli bir silah olduğu söylenebilir. Ağır toplar için ise fazla uzağa bakmaya gerek yok. Gelişen sinirbilim (neroscience) bu boşluğu doldurmayı amaçlıyor. Bu özgüveni giderek artan disiplinin öncüleri zihin, duygular ve hatta bilincin kafatasımızın içindeki üç poundluk gri yumruda toplanmış olduğunu anlatıyorlar. Bu alandaki bir jenerasyonun tüm amacı DNA helisinin bulunuşunda yer aldıktan sonra sinirbilime dönen Nobel sahibi Francis Krick’in “şaşırtıcı hipotez” dediği hipotezini kanıtlamaktır. Bu hipotez şöyle der: Siz; sevinçleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişisel kimliğiniz, özgür iradeniz aslında nöronlarınızın ve onların görevli moleküllerinin uçsuz bucaksız hareketinden başka bir şey değil. Siz bir paket nörondan başka bir şey değilsiniz.

Page 3: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Şimdi, yirmi birinci yüzyılın doğuşunda, beyinin bir şekilde akli yaşamda ve şuurda etkili olduğu düşüncesi en dindarımız tarafından bile kabul edilecektir. Şuur araştırmacısı Marilyn Schlitz, PBS programı Closer to Truth’ta buna şöyle yer verdi: “Tek yapmamız gereken bir balyozu alıp kafasına vurmak ve bilincinin açıklığındaki azalmayı gözlemlemek.” Ancak soru akli ve duygusal yaşamda beynin ne rol oynadığı. İşte burada dikenli bölgeye giriyoruz. Yakın zamanda New York Times’ta yayınlanan “Vücut ve Ruh’un Düellosu” adlı makalede gelişimsel psikolog Paum Bloom 6 yaşındaki oğlu Max ile arasında geçen konuşmadan bahseder. Bloom, oğluna beynin işlevini sorar. “Max, beynin çok önemli olduğunu ve düşünme sürecinde etkin olduğunu söyledi – ancak rüya görmenin veya üzgün olmanın veya kardeşini sevmesinin kaynağı değil. Max, bunları yapanın kendisi olduğunu söylese de beyninin ona yardımcı olabileceğini itiraf etti.” Kendini net olarak sinirbilimsel bakış açısına yerleştiren Bloom “gelişimsel psikolojideki araştırmalar genç çocukların beyinlerini şuurlu deneyimlerin ve iradenin kaynağı olarak görmediğini gösteriyor. Beyinlerini daha çok akli operasyonlar için kullandıkları bir araç olarak görüyorlar. Beyin, hesaplama gücünü arttırabilmek için ruha eklenmiş olan bir algısal protez.” Ve Bloom sızlanıyor “Çocukların bu bakış açısı birçok yetişkininkinden farklı olmayabilir.” Benim durumumda, en azından, bence, Bloom turnayı gözünden vuruyor. Çünkü psikolojideki tüm araştırmalarımdan sonra itiraf etmeliyim ki akıl ve beyin arasındaki ilişki ile ilgili fikrim Oz Büyücüsü’nde Bostan Korkuluğu tiplemesiyle çizilen portreyi andırıyor. Melankolik havası bir yana, beyni olmamasına rağmen saman vücut hala epeycene (en azından günü anlatmasına yetecek kadar) kişilik ve duygu sahibiydi. Hatta ben sekizinci sınıftaki okul oyununda onu oynamıştım. Ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyordum. Biraz aptalca davranmam yeterliydi. O zamanlar bir sinirbilimciye beyin sahibi olmamanın nasıl bir şey olacağını sormamış olmam büyük olasılıkla oyunun iyiliğine olmuş. Kuşkusuz, fikirlerim geçen yıllarda olgunlaştı. Eğer bana bu konuda şimdi ne düşündüğümü sorarsanız Bloom’un beyni ruh için algısal protez olarak niteleyişinden daha iyisini yapabileceğimi sanmıyorum. Bloom’un analizinin ışığında yalnız olmadığıma daha çok inanıyorum. Bu da elimizde biraz sorunumuz olduğunu gösteriyor. Çünkü her ne kadar çocuklar söz konusu olduğuna bu inanç öğrenim eksiği olarak nitelendirilebilecekse de yetişkinlerin endişelerinin olduğu yerde konu derinleşiyor. Çok daha derinleşiyor. Sinirbilimcilerin beyinlerimizin davranışlarımızın ve deneyimlerimizin ruhu olduğu hakkındaki ısrarları bir yana, bizim buna inanmamak için birçok nedenimiz var. Başlangıç olarak; dini veya spiritüel eğilimleri olan bazılarımız için böyle bir önerme tinsel ruhun ya da (eğer Budist isek) tözün bedenden üstün olduğuna dair inancı yok etmektedir. Kendilerini inançlılar arasında saymayanlar için bile bizim tamamen beyinsel olaylarla yönlendirdiğimiz düşüncesi insani saygınlığımızı, insanlığımızı ve anlam kavramımızı elimizden almaktadır. Benim durumumda, ne kadar denersem deneyeyim, benim sadece beynim olduğum düşüncesini kabul etmeyi çok zor buluyorum. Bu sadece ve maddenin ötesinde bir şeylerin varlığını gösteren mistik deneyimler yaşadığım için değil. Şuurun kendisinin deneyiminde de bir şeyler vardır; bizim bir şekilde şuuru açık olduğumuz

Page 4: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

fikrinin doğasında yer alan , sadece nöronlardan oluşmadığımızı gösteren mistik bir şeyler. Sinirbilimciler bu konuda ne kadar ikna olmuş gözükseler de, bu hikayenin devamının olduğunu hissetmekten kendimi alamıyorum. Eğer kanaatlerimden geri bir adım atarsam, bu resimde şüphe verici biçimde çok tanıdık gelmeye başlayan bir şeyler olduğunu görüyorum. Zaten dindar insanlar bilim fikirlerini düelloya davet ettiği zamanlarda hep böyle hissetmezler mi? Benim deneyimlemekte olduğum şey ile Galileo Dünya’yı(ve dolayısı ile insanları) Tanrı’nın evreninin merkezinden çekip aldığında kilisenin büyüklerinin hissettikleri arasında bir fark var mı? Veya bazı Güneyli Baptistlerin fen öğretmenleri onları Tanrı’nın dünyayı 6 günde yaratmadığına ikna etmeye çalışırken hissettikleri arasında…? Postmodern sofistikeliğim yüzünden bu hikayeler kulağıma büyümeye niyeti olmayan bir ergen gibi geliyor. Ama ben de aynı şeyden suçlu olmadığımdan emin olabilir miyim? Ben de, tabii ki, şu an ki durumun farklı olduğunu, insan ruhunun gizemini çözeyim derken bilimin nihayet güneşe biraz fazla yaklaştığını, düşünmek isterdim. Ancak bilim ve din arasında yüzyıllardır süren çatışmanın yörüngesi göz önünde tutulursa sinirbilimin çalışmalarını ciddiye almak aşırı kibirlilik olurdu. Ateist apolojist Keith Augustine’in infinidels.org’daki son makalesinde söylediği gibi: Tarihe baktığımızda “bilim ve din arasındaki savaş”ta teolojistlerin inançlarını bilimle boy ölçüşebilsin diye yeniden düzenlemekten kaçınmasından dolayı uzlaşım hep bilim tarafına düşmüştür… Bizim tam tersini hiçbir zaman görmeyişimiz – bilim adamlarının son teolojik spekülasyonları karıştırması – bilimin modern dünyadaki dini inanışlara karşı otoriter baskınlığını gösterir. Fenomenin bilimsel açıklamaları o kadar başarılı oldu ki bugün inananlar bilimsel olarak geçerli teolojiler üretmeye çalışıyorlar. Gerçekten de, terkedilmiş dogmaların mirasının bilimle karşı karşıya gelmesi dinin uyanışına sebep oldu. Bilim beyinin gizemlerini çözmeye başladıkça kim olduğumuza dair düşüncelerimizin bundan hiç etkilenmemesini düşünmek epey safça olurdu. Kesinlikle zor bir ikilemdeyiz. İtiraf etmeliyim ki bu devre diğerlerinin kolay görünmesine neden oluyor – özellikle de spiritüel eğilimlilerimiz için gerçeği nereye götürürse götürsün takip etme açısından bu konu gurur meselesi haline geliyor. Spiritüel inançlarımızı, sinirbilimin madde hakkında söyledikleriyle kapıştıracak kadar sorgulayacak mıyız? Eğer cehalete kaymaya engel olacaksam, beyin biliminin karanlık sularına dalıp bu yaygaranın ne olduğunu kendim için öğrenmenin gerekliliğini geçen bahar fark ettim. Beynimizin tüm deneyimlerimizin kalbi oluşu tam olarak ne anlama geliyordu? Bunu ispatlayacak kanıtlar neydi? Ve bunun doğru olduğunu varsayarak, spiritüelliğimiz tamamen bir dalavere miydi? Beyin gerçekten ruh olabilir miydi? Geçtiğimiz yılda bu alandaki yolculuğum beni “şuur çalışmaları” konferansından konuda ileri gelen düşünürlerin ofislerine ve ana görüşten uzakta bütünsel örnekler üzerinde çalışan öncülerin laboratuarlarına sürükledi. Bu macera sırasında kafa karışıklığım birçok kez bir yok oldu bir yeniden ortaya çıktı. Bazen kendimi tamamen öbür tarafta bulduğum da oldu. Ancak söyleyebileceğim asıl şey şu ki daha önce üstünde fazla düşünmediğim muhteşem ve bir o kadar da gizemli bir parçam hakkında çok fazla şey öğrenmiş oldum – beynim.

Page 5: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Şuurun Bilimine Doğru “Şuur: uyuklamalar arasındaki sinir bozucu zaman” diyor tozlu bir SUV üzerindeki bir yapışkanda. Saat henüz sabahın dokuzuna yeni geliyordu, ve Arizona güneşi Tucson Konferans Merkezi’ni çevreleyen otoparkları şimdiden kavurmaya başlamıştı. Beklenmeyecek derecede soğuk bir New England kışının eşiğinde, çölde kavrulmak için hazırlıklı gelmiştim… uzun kollularımla. Hala üzerimde gereğinden fazla kıyafet vardı. Tuscon, genel özellikleri bakımından, şuur çalışmaları hakkındaki çok önemli bir konferans için epey alakasızdı. Ancak bilenler bilir, son on yıldır her dört yılda bir beyin konusundaki en parlak beyinler burada toplanırlar şuurun bilimi hakkındaki gelişmeleri kovalamak için. Eğer on yıl bir konferansı temel bir bilim alanında yer etmiş olarak tanımlamak için kısa geliyorsa, konferans bu özelliğini konusunun henüz çok yeni olmasından alıyor. İmparatorluğunu üçüncü şahıs “objektif” bir açı üzerine kuran bilim genel olarak şuur meselesini subjektif bir deneyim olarak ele almıştır. En iyi ihtimalle; sorgu sınırlarının ötesinde veya alakasız. Psikolojinin ilk zamanlarında William James ve diğer intropektionistlerin subjektif alana kendi beyinlerinin işleyişlerini incelemeye başlayarak akın ettikleri bir dönem vardı. Ancak James B. Watson 1900lerin başında davranışçılığı ortaya atıp psikolojiyi sadece gözlenebilen davranışların bilimi olarak limitledi ve böylece saygı duyulur bir bilim dalı haline getirdi. Bu da William James’in bu disiplinden atılmasına neden oldu. Kognitif psikolojinin 1960’ların başında doğuşuyla “şuur” kelimesi oyuna tekrar girmeye başladı. Ne var ki 1990’ların başına kadar Francis Crick gibi sinirbilimcilerin küstahlıklarından dolayı ciddi bir araştırma alanı kabul edilmedi. 1990’da partneri Christof Koch ile yazdığı etkileyici bir makalede Crick şuurun materyal temeliyle ilgili büyümekte olan cephanesine iş verebilmek için tutkulu bir çağrıda bulunuyordu. Bu makale o dönem için büyük bir iz bıraktı çünkü takip eden birkaç yılda şuur alanındaki çalışmalar 1994’te ilk Tuscon konferansının açılışını sağladı. Eğer 2004 konferansının açılış seremonisindeki ortam bir gösterge sayılırsa on yılda şuurun ne kadar popüler bir konu haline geldiğini söyleyebiliriz. Konferans salonuna girdiğim zaman içerisinin çoktan dolmuş olduğunu fark ettim. Kendime, konferansı organizatörü David Chalmers sahneye çıkarken anca yer bulabildim. Spor taşlanmış kotlar, yarı içine sokulmuş bir t-shirt, siyah deri ceket,, uzun saçlarıyla 39 yaşındaki Avustralyalı günümüzün en saygıdeğer filozoflarından birinden çok bir metal grubu üyesine benziyordu. Ancak 1994’teki konferanstan beri izleyiciyi şuur problemiyle yüzleşmesi için motive etti, ve o zamandan beri içinde Chalmers adı geçmeyen şuur konulu bir şeyler okumak neredeyse imkansız hale geldi. Zamanında okulda biraz felsefe dersi almış olanlar Chalmers’ın klasik “zihin/vücut” problemini “dünya deliği” adı altında yeniden ele alışını fark edeceklerdir. Descartes’ın zihin ve edeni ayırarak düalizmi doğuruşundan bu yana, zihnin felsefesi bu iki parçanın birbiriyle nasıl iletişim kurduğunu inceliyor. Bir yanda, objektif fiziksel beyin nasıl olur da subjektik zihni olaylara neden olabilir? Öte yandan, (fiziksel kuralları tarafından yönetilmediği varsayılan) bu subjektif mental olayların etkisi nasıl objektif fiziksel dünyaya etki edebilir? çılış bölümünün ve konferansın genelinin başlığı “Nöronlar ve Şuurun İlişkisi”ydi. [Ç.N.: Orijinal başlık Neural Correlates of Cosnciousness olduğundan kısaltmalar asıl metinde geçtiği gibi NCC olarak kullanılacak.] Chalmers’ın hoş geldiniz konuşmasından sonra doğrudan panelin konuşmacılarına geçtik. İlk konuşmacı, vizyon ve şuur üzerinde Francis Crick’le yaptığı çalışmalarıyla sinirbilim dünyasında yıldızlaşan Christof Koch’tu. Yüksek dozda kafeinle amfetaminlerin karıştırılmaması gerektiğin unutmuşa benzeyen görüntüsüyle

Page 6: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Koch, tüm bir yarıyılın notlarından oluştuğunu düşündüğüm konuşmasını otuz dakikaya tam anlamıyla tıkıştırmaya başladı. Konuşmasının hiçbir kelimesini anlamadığımı itiraf etmem gerek ama ondan sonraki iki paneliste olabildiğim kadar çok konsantre olup takip eden iddialı münazarayı izlediğimde teorinin ana hatlarını bir araya getirmeyi başardım. Koch ve NCC’lerin patikasındaki diğer nörobiyologların ortaya çıkarmaya çalıştığı şey bir objeyi şuurluyken algılarken ile şuursuz algılarkenki nöron seviyesinin farkıydı. Şimdi, bir çoğumuz için, bir şeyi şuursuz algılama fikri bile kulağa bir oksimoron gibi geliyor. Açıklamak için Koch “binoküler rekabet” olarak bilinen fenomenden yararlandı. En basit açıklaması şöyle: Her ne kadar bir çoğumuz dünyayı gözlerimiz aracılığıyla gördüğümüzü düşünse de vizyonun doğası tamamen bizim deneyimlediğimiz gibi değil. Aslında olan şey şu; iki farklı tersyüz edilmiş iki boyutlu görüntü iki retinanızın gerisine düşüyor ve beyinde işlenmesi için varolan 30 farklı görsel merkezden birine gönderiliyor. Bunun sonucunda, esrarengiz olarak, gördüğünüz üç boyutlu dünya ortaya çıkıyor. Bunun oluşu “bağlama problemi” olarak bildiğimiz sorunun bir örneğini ve kimsenin bugüne kadar ikna edici bir şekilde çözemediği bir gizemi oluşturuyor. Gerçi şimdilik önemli olan gözünüzün farklı iki resmi algılıyor ve beyninizin bunları birleştiriyor olduğunu anlamak. Peki eğer gözlerimizi birbirinden izole edip ikisine de farklı iki resim gösterirsek ne olur? Aynı anda iki şeyi de görebilir miyiz? Hayır. İşte burada binoküler rekabet konuya dahil oluyor. Anlaşılan o ki, beyniniz bir seferde sadece bir bütün resmi size gösterebiliyor. Bu nedenle gözlerinize iki ayrı resim gösterildiği zaman beyniniz bunlardan birini seçmek zorunda. Beyin bazen bir resme odaklanıp diğerini görmezden geliyor. Ya da, eğer resimler uygun düzendeyse ikisi arasında gidip gelebilir. Burada önemli olan hangi resmin şuurda olduğu fark etmeden beynin görsel merkezlerine gelen bilginin eş olması. Bunun Koch ve arkadaşları için heyecan verici olmasının nedeni beynin görüntüleme tekniklerinin kullanımından yola çıkarak şuurluyken ve şuursuzken beyinin enstantane fotoğraflarını alabiliyor olmaları. Bu nöron aktivitesinin şuura nasıl etki ettiğini açıklayabilmelerini sağlamasını umuyorlar. Eğer bu açıklamadan sonra şuuru anlamak için nasıl bir araştırma yapılacağını merak ediyorsanız, David Chalmers’ın şuurun “zor problemleri” ve “kolay problemleri” arasında ayrım yaptığı zaman hakkında bir önseziniz oluşmuş demektir. Chalmers’ın tanımına göre Koch’un ve diğer panelistlerin çalışmaları tamamen kolay problemlerden biriyle ilgileniyor. Beyinden ne kadar net bir enstantane fotoğraf alırsak alalım, hala beynin nasıl kendi kendine şuurlu deneyim gibi bir şey üretebildiğini anlamaya yaklaşmamış olacağız. Filozof John Searle’ın Koch’un son kitabı üzerine yazdığı “The Quest for Consciousness” başlıklı değerlendirmede dediği gibi; Deneylerin uygulandığı kişiler zaten şuurlular… Yani bu deneyden bekleyebileceğim en mantıklı şey şuurlu bir beyinle algısal deneyimlemeyi nasıl gerçekleştirebildiğimiz…. Benim görüşüme göre şuuru, beynin şuursal alanı nasıl yarattığını anlamadan anlamamız çok zor.” Koch ve partlernerinin sunumundan sonraki soru-cevap bölümü geldi. Sorular deneysel tekniklerden kuantım fiziğine ve paranormaliteye kadar geniş bir yelpaze içindeydi. Bir kadın Koch’a “şuurun nörobiyolojik iskeleti”nin hastalarının beyinleri çalışmıyorken rapor edebildiği yakın-ölüm deneyimlerini nasıl açıklayacağını sordu. Koch’un kısa açıklaması “Eğer bir deneyim yaşıyorlarsa, nöronlar işin içinde olmalıdır. Bunun için çift kör bir çalışmayı görmem gerekir.” Ben bu tür bir çalışma için birinin nasıl gönüllü toplayabileceğini düşünürken, Chalmers’a kendimi tanıtmak için sahneye doğru ilerledim. Kendini konferansın

Page 7: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

organizasyonu işine kaptırmıştı ancak adımı ona daha önce gönderdiğim bir dergiden hatırlayıncaya kadar minik bir sohbet için ara verdi. Bana lokal olmayan paranormal etkiler üzerine bir paneli yönetmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Bu işi asıl yapacak olan kişi gelmemiş. Her zaman biraz sahne zamanına hazır olarak gülümsedim ve “Neden olmasın? Ne zaman başlıyor?” diye sordum. “On dakika içinde.” dedi. “Bilmem gereken bir şeyler var mı? Paranormalite hakkında pek uzman sayılmam.” “Hayır, gayet iyisin. Sadece panelistlerle konuşabilmek için zamanında orada ol.” Bırak Bin Çiçek Açsın Konferans salonundaki sınırsız sezondan sonra gittiğim 150 koltukluk oda neredeyse evcil geldi bana. Labirent gibi koridorlardan yolumu bulup oraya vardığımda panelistlerin tümü ve izleyicimin büyük bir kısmı çoktan gelmişti. Nefes nefese hayatımın en hızlı dört röportajını yaptım, açılış konuşmam içim materyalizm hakkında birkaç espri hazırladım ve yeni sezon için içeriği düzenlemeye çalıştım. İlk panelist, kitap Ölümsonrası Deneyleri’nde(The Afterlife Experiments) ruh medyumlarıyla yapılan bir dizi deneyi anlatan ve şuur denilen şeyin fiziksel ölümden kurtulabileceğini savunan ünlü bir paranormal araştırmacısı Gary Schwartz’dı. Aynı zamanda Arizona Üniversitesi’ndeki İnsan Enerji Sistemleri Lab.’ını yöneten Schwartz, güçlü konuşmasında etkileyici araştırmasını özetleyip bilimsel camianın genelinin bizin için anlamını değerlendirmeye niyetlenmemesinden dolayı öfkesini dile getirdi. Sonrasında UA psi laboratuarından, bitkilerin evrensel uzaktan enerjiyle iyileştirme konusunda kanıt sunan Katherine Creath konuştu. Biofoton görüntüleme teknolojisini kullanarak, Creath 3 farklı disiplinden enerji iyileştiricilerinin onlara “iyileştirme” amacıyla yaklaşarak yaralı bitkilerdeki biofoton emisyonlarını (sağlığa dair bir işaret) kayda değer ölçüde arttırdığını gözlemledi. Bir daha asla salata yemeyeceğime dair yaptığım şaka birkaç kahkaha beklentimi boşa çıkardıktan sonra bir Alman bilim adamının şuurlu olarak başkalarının sinir sistemlerini epey uzaktan bile sakinleştirebileceğimize dair sunumunu izledik. Açılışı panelinin materyalizminin ardından şuurun beynin ötesindeki gizemiyle vakit geçirmeyi epey huzur verici buldum. Konferansın apaçık sinirbilimsel eğilimi göz önüne alındığında konunun bu kadar dışında bir sezonun varlığı beni şaşırtı. Gerçekten de, takip eden günlerde gördüm ki beyinin kompleksliğiyle ilgili birçok panelin yanında genelde “kıyıda köşede” şeklinde görülen konularda sunumlar da vardı.

Page 8: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Katılımın yüksek olduğu bir sezonda “meditasyon ve şuur” konulu araştırmanın son durumu tartışıldı. “Sanat ve Şuur” başlıklı diğer bir sezon şuurun değişik halleri ve görsel sanat hakkında bir konuşmayı içeriyordu. Stanford’un Stephen LaBerge’i açık rüyalar (lucid dreaming) hakkında bir atölye (workshop) düzenledi. Ve sezonlardan biri de halisünatif uyuşturucuların etkileri hakkında bir araştırmaydı. Aynı zamanda yapay zeka kalabalığı tarafından şuurlu robotların yapılabilirliği üzerine sunumlar ve kuantum fiziğinin şuur ve beyin arasındaki ilişkisini açıklayışıyla ilgili şaşırıcı derecede fazla panel vardı. Yakındaki bir Meksika lokantasında öğle yemeği yerken Chalmers’a bu kadar ciddi bir akademik konferansın bu kadar fazla alana nasıl açık olabildiğini sordum. Tavuk burritosuna bir an için ara vererek cevapladı, “Bu konuda anlamadığımız o kadar fazla şey var ki bizim yaklaşımımız bin çiçeğin açmasına izin vermek olmuştur.Burada herkese yer var çünkü cevabın nereden geleceğine emin olamayız.” Ancak organizasyon komitesinin alternatif düşünüşü kucaklama yönündeki açık görüşlülüğü bir yana, hangi kampın daha çok yer kapladığı ortadaydı. O bahar Tuscon’da bin çiçek açıyor dahi olsa, bu çiçeklerin çoğunluğunun kökünün nerede olduğuna dair biraz şüphe vardı – materyalizmde ve tüm insan deneyimlerini beyinin işleyişiyle kısıtlama arzusunda. Gerçekten de, her ne kadar Tuscon’a konferansın materyalistik odağının farkında olarak gitsem de hafta ilerledikçe şuurun nörolojik tabanını göstermenin nasıl olacağı ortaya çıkmaya başladı. Ve bu, en hafifi söylemek gerekirse, rahatsız bir resimdi. Eğer şuur, gerçekten de, beyin tarafından yaratılıyorsa bu gerçeklik hakkındaki genel hissimizin çok minik bir parçasının doğru olduğu anlamına gelir. Bir hafta boyunca birçok önemli şey öğrendim:

1. özgür irade bir ilüzyondur 2. benlik de öyle 3. şuur da bir bakıma öyledir. en azından, hiçbir şey yapmaz. 4. eğer Matrix’te yaşadığımızı keşfetsek bile, o gerçekmiş gibi davranmalıyız ve bu

konuda endişelenmemeliyiz. Başka bir deyişle, Neo yanlış hapı içti. En derine atlamış olduğumdan konferansın sonunda kafam ne daha az ne de daha fazla karışmıştı. Karışıklığım konseptseldi. Sıradan bir insan olarak profesyonellerin beyin biliminin en ince noktaları hakkında tartışmalarını dinlemeye çalışmak bölgeye pek de kolay bir giriş olmuyor. Bazen kendimi yanımdaki insandan (konuşmacı anadilimde konuşuyor olmasına rağmen) söylenenleri “tercüme etmesini” isterken buldum. Ama sanırım kafa karışıklığımın daha derindeki kaynağı daha insani bir seviyedeydi. Bir insanın karşınıza geçip gözünüzün içine baka baka ve gayet sakin bir şekilde sizin kompleks algoritmlerden başka bir şey olmadığını söylemesi, ve hatta daha kötüsü davranışlarınız üzerinde hiç kontrolünüz olmadığını söylemesi size odada güvenlik görevlisi aratacak türden bir davranış. Zaman akıp gittikçe hayatta olmak ile ilgili en temel deneyimlerimizi kökünden sarsan bu tür teorilere bazı insanların nasıl bu kadar çabuk ikna olabildiğini merak etmeye başladım. Yapay zekayla ilgili onca konuşmadan sonra gizliden gizliye konuşmacıların bizim de kendileri gibi olduğumuz konusunda bizi ikna etmeye çalışan eğitilmiş robotlar olduğuna inanmaya başladım. Konferans salonunu bu garip çıkmazın kökenlerini bulmakta ve bilim adamlarının tamamen beyin olduğumuza bu kadar nasıl emin olduğunu öğrenmekte daha kararlı olarak terk ettim.

Page 9: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Beynin Biyolojisine Adımlar Aklın Kısa Bir Özeti Başkan Bush’un “Beyin Çağı”nı ilan edişinden 15 yıl sonra beynin akli yaşamda aktif olduğu düşüncesinin bile tartışılır düzeyde olduğuna inanmak çok güç. Hatta akıl ve beyin arasındaki ilişki konusuna eğilmiş olan bildiğimiz ilk düşünür M.Ö. 5.yüzyılda yaşamış olan Croton’un Pythagorean Alcmaeon’u. Ondan da önce, kültürler arasında, zihnin ve ruhun kalpte yer aldığı görüşürü yaygındı. Eski Mısır’ın rahipleri, örneğin, ölmüş bir insanın vücudun ölüm sonrası yaşama hazırlarken beynini parça parça burnundan çıkarırlardı ancak kalbi olduğu gibi bırakırlardı çünkü kalbin bir insanın zihninin ve varlığının merkezi olarak görüyorlardı. Birçok eski kültürde kadavrayı inceleme amaçlı kesme fikri bir tabuydu, bu yüzden sinir sistemi hakkında hiç bilgileri olmamıştı. Bu da doğal olarak heyecanlanınca artan kalp atışlarını akli yaşamın merkezi olarak yorumlamalarına neden oluyordu. Arisotle gibi büyük düşünürler bile bu fikre katılıyordu. Ama titiz bir biolog olmasından dolayı Yunan’ın en büyük matematikçisi beynin bir çeşit işlevi olması gerektiğinden emindi. Dokununca hissettiği soğukluğu fark edince beynin kanı dondurduğu sonucunu çıkardı – bu da normalden büyük insan beyinlerini tanımlamasına yardımcı oluyordu. Bizim alışılmışın dışındaki zekamızdan dolayı, diyordu Aristotle, kalbimiz daha fazla ısı üretti ve bu da daha büyük bir soğutma sistemi gerektirdi. Fakat, Alcmaeon’un beyin merkezli teorisi Hippcrates ve Plato gibi isimlerin hakim olan “kardiovasküler teori”den vazgeçmesine neden oldu. Ve Aristotle’ın karşı çıkmasına rağmen bu fikir Roma döneminin başlarında fizikçilerin kadavralarla ilgili tabuyu yıkarak kafatasından çıkan sinir sistemini keşfetmelerini sağladı. Her ne kadar bu bakış açısı tutmuş ve hala baskınlığını o günden beri sürdürüyor olsa da 16.yüzyılda hala tartışılıyordu. Filozof Henry More bu konuda şunları yazmıştı; “İnsanın kafasındaki bu ilgisizlik deliği böbrek yağlı bir kek veya bir kase lordan daha fazla mantık gerektirmiyor.” Bu beyin modeli ikinci millenyumun büyük bir kısmında geçerliliğini korudu ve aslında bizim şu an kullandığımız modelden oldukça farklıydı. Biz şimdi binlerce nöronun oluşturduğu geniş, karmaşık elektrokimyasal ağı görürken, bu ilk anatomistler zihnin, veya ruhun, beyindeki odalarda yer aldığını ve vücudun geri kalanıyla sinir sisteminin minik yollarıyla ulaşımını sağlayan “canlı periler” sayeside iletişim kurduğuna inanıyorlardı. Gerçekten de, beynin işleyişiyle ilgili ruhani bakış açısından giderek uzaklaşılarak saf biyolojik olana yönelmek zihnin veya ruhun beyin aktivitesine indirgenebileceği düşüncesine yol açtı. Kafadaki Bir Delik Gibi Şimdilerde çoğunluğun paylaştığı bu kanıya giden yol, herhangi bir bilimsel gelişme gibi, birçok dönüm noktasına sahiptir. Ancak sadece birkaç kişi bu alana Vermont’lu yol işçisi Phineas Gage gibi bir güçle girmiştir. Yıllardan 1848, Gage bir inşaatı denetliyor. Bu sırada meydana gelen patlama 3 feet’ten daha uzun ve çeyrek inç çapında demir bir çubuğu sol yanağına çarpıyor, sol lobuna doğru giriyor ve beyninin ufak bir bölümünü götürerek kafasından dışarı çıkıyor. Herkesi şaşkınlık içinde bırakarak Gage birkaç dakika içinde sanki hiç yara almamış gibi tekrar ayağa kalkmayı başarıyor. Bir saat sonra onu tedavi eden doktorun dediğine göre olayı gözlemleyen iş arkadaşlarından daha akıcı konuşarak anlatabiliyor olayı. Her ne kadar en basit algı fonksiyonları etkilenmemiş olsa da zamanla çok temel bir şeyin değiştiğini anlıyorlar. Bu olayı takip eden fizikçi John Harlow’a göre “kazadan önce becerikli, düşünceli ve yetenekli olan Gage kazadan sonra rahatsız, saygısız ve şımarık biri haline geldi”. Ya da arkadaşlarının dediği gibi “Sanki o eski Gage değil”di artık.

Page 10: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Gage’in kazasının olduğu dönemde halihazırda (özellikle kafatasındaki yumrulardan yararlanarak beynin haritasını çıkarmaya çalışan prenolojistler arasında) beynin algı, kavrama ve davranışla ilgili bölümleri olduğuyla ilgili kayda değer spekülasyonlar vardı. Ancak Gage’in bu kadar etki yaratmasının nedeni kişiliklerimizin, özgünlüğümüzün de beyindeki sistemler tarafından yaratılıyor olabileceğini ortaya koymasıydı. Son 150 yıldır beyninden hasar görmüş hastalar üzerinde klinik nörologlar tarafından yapılan araştırmalar beynin işleyişiyle dünyayı deneyimleyişimiz arasındaki ilişiyi büyük ölçüde ortaya çıkardı. Bu insanların hikayeleri açıklayıcı olduğu kadar da şaşırtıcı. Phantoms in Brain (Beyindeki Hayaletler) adlı kitabında nörolog V.S.Ramachandran, geçirdiği büyük bir kazadan sonra ailesinin sahtekarlar olduğunu düşünmeye başlayan Arthur adlı bir gençten bahseder. Onu aksine ikna etmeye ne kadar uğraştılarsa da, onları her görüşünde “Benim gerçek ebeveynlerim gibi görünüyor olabilirsiniz, ama gerçek ebeveynlerim olmadığınızı biliyorum.” demeye devam etmiş. Capgras sendromu olarak bilinen bu tuhaf saplantı psikiyatri literatürüne birçok geçmiştir. Ve genelde Freudiyen açıklamalarla meşhur Oedipus kompleksine bağlanarak açıklanmışlar. Oysa Ramachandran’ın çok farklı bir fikri vardı. Açıklaması, beynin görsel merkezlerinden biriyle duygusal merkezlerinden biri arasındaki ilişkinin zarar gördüğü yönündeydi. Bu yüzden Arthur anne ve babasının yüzünü görse bile onları gördüğünde bir şey hissetmiyordu. Gerçi Arthur’un babası (sahte aileyi kiraladığı için özür dileyerek) onu içtenliğine geçici olarak inandırmayı başardı. Birçoğumuz için duygusal tepki vermek gibi azımsadığımız özelliklerimizin birden yok olduğunda bunun nasıl bir durum oluşturacağını hayal etmek epeyce zordur. Bu hikayelerin en ilgi çekici yanı da en temel sezgilerimize, kişinin tek ve bütün oluşuna dair sezgilerimize, meydan okumasıdır. Nöroloji literatüründe beynin belli bir bölümünün zarar görmesinden kaynaklanan dış dünyayı algılama ve dış dünyaya tepki verme eksiklikleri sıkça yer alır. Beynimin bir parçasına zarar verirseniz yeni bir şey öğrenme yeteneğimi kaybederim. Beynimin başka bir parçasına zarar verirseniz yüzleri seçememeye başlarım. Başka bir bölüme zarar verirseniz dünyayı deneyimleyişim zarar görmese de bu konuda konuşmam oldukça zorlaşacaktır. Başka bir bölümün zarar görüşü işe görüş alanımın yarısını kaybetsem de o gördüğüm yarının resmin tamamı olduğuna inanırım. Sonuç olarak sabah olunca yüzümün sadece yarısını tıraş ederim. Bunları tek bir sonuçta toparlayacak olursak; nörolojiye göre her ne kadar dünyayı bütünsel olarak deneyimlesek de aslında bir çok bölümde oluşuyoruz ve bu bölümlerden birinin kaybı bütüne zarar veriyor. İki Aklın Oluşu Beyin hasarını düşündüğümüz zaman, genellikle bir kaza veya hastalıktan dolayı oluşan hasarlar aklımızı gelir. Oysa aynı zamanda beyindeki bir sorunu giderebilmek için cerrahlar tarafından kasten yaratılan hasarlar da vardır. Beynin tamamının hassasiyetiyle ilgili ne kadar az şey bildiğimiz ve 1940 ve 1950’lerde Amerika’da gerçekleştirilen 45000 (ön loba gerçekleştirilen) lobotomi işleminin sonuçları göz önüne alındığında bu tür prosedürlerin bugünlerde çok nadiren yapıldığını söyleyebiliriz. Ancak 1960’larda yapılan epileptik krizleri engelleme amaçlı başka bir prosedür beynin kişiyle olan ilişkisini anlamamızda şaşırtıcı şeyler keşfetti. Mamafih, beyin bilimi konusunda cahil bile olsak, muhtemelen hepimiz beynin sağ ve sol olmak üzere iki lobdan oluştuğunu ve her birinin davranışımızın farklı bir yönünden sorumlu

Page 11: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

olduğunu biliyoruzdur. Egemen sol lobumuz, bize böyle söyleniyor, daha analitiktir. Sağ lobumuz ise daha duygusal, yaratıcı olanıdır. Her ne kadar sağ lob-sol lob ayrımındaki popüler psikoloji literatürü sinirbilimin gözünde fazla basit ve geçersiz olsa da “yarımküreli uzmanlaşma” olarak tanınan alan oldukça kabul görmüştür. Normal bir beyinde iki lob corpus collosum olarak bilinen, kadınlarda daha çok işle uğraşabilme gibi bir üstünlükleri olduğu için daha geniş olan, bir sinir dokusunun yardımıyla sağlanır. Peki eğer bu iletişim zarar görseydi ve bizi sonucunda 2 beyinli bir hale getirseydi ne olurdu? İki farklı kişi haline mi dönüşürdük? Geçtiğimiz yıllarda bir grup sinirbilimci bunu öğrenme şansını yakaladı. Epilepsi birçok şekilde gelir, kimisi iyi huylu kimisi ağır. En kötü manifestolarında kendisiyle birlikte sürekli krizleri de getirir ki bu da hastanın hayatını imkansız hale getirir. Bu ağır vakaları kontrol etme denemelerinde, 1960’larda sinir cerrahları corpus callosum’u krizlerin beynin bir bölümünden diğerine yayılmasını engelleme amacıyla kesmeye başladılar. Prosedür oldukça başarılıydı, ve tedaviye öncülük eden doktorları rahatlatacak bir biçimde hastalar iyileşmeye ve normal hayatlar sürmeye başladılar. Psikolobiyolojist Roger Sperry çok geçmeden bu “bölünmüş beyinli” hastaların iki lobu incelemek için çok büyük bir fırsat olduğunu keşfetti. Takip eden yıllarda, kendisine Nobel ödülünü kazandıracak olan bu alandaki bir çok araştırmaya öncülük etti. Bu çalışmaların çoğu iki lob arasındaki işlevsel farklılıklar arasında yoğunlaşıyordu. Ancak ilerledikçe, Sperry ve çalışma arkadaşları sordukları temel soruların ötesinde verilerle karşılaştıklarını fark ettiler. Lobların farklarıyla ilgili bilinen en temel özelliklerden biri sağ lobun vücudun solunu, sol lobun ise vücudun sağını kontrol ettiğidir. Görsel veriler hakkında da aynı durum geçerlidir. Her gözün görsel alanının sol bölümü sağ loba bağlıdır, sağ bölümü de sol loba. Bunun bilinciyle, araştırmacılar bireyin görsel alanının bir tanesine çabucak bir veri sunduklarında bunun sadece tek loba ulaşacağının farkındaydılar. Bu teknik araştırmalarının temel taşını oluşturdu. Bu tekniği kullanan araştırmacılar sol lobun düşünme ve dili kullanma niteliği sayesinde şuurlu akıl olarak tanıdığımız olayın kalbi olduğunu fark ettiler. Örneğin, sadece sol lobun sunduğu bilginin rapor edilmesi istendiğinde, deneye katılanlar bunu gayet doğal bir şekilde anlatabiliyorlardı. Ancak bilgi sadece sol loba sunulduğunda, tam tersi bir şekilde, deneye katılanlar bunun farkında olmuyordu. Araştırma ilerledikçe resim daha karmaşıklaştı. Mesela, sağ loba bir kaşığın fotoğrafı gösterildiğinde, şuurlu olarak onu görmediğini iddia ettiği halde, deneyin uygulandığı kişinin sol eli (sağ lob tarafından kontrol edildiğini unutmayalım) çeşitli objeler arasından bir kaşığı seçebiliyordu. Kendisini ifade edememesi bir yana, sağ lobun kendine ait bir iradesi ve bilinci var gibi görünüyordu. Bunu test etme isteğiyle İskoç sinirbilimci Donald MacKay 20 soruluk bir tahmin oyunu ayarladı ve beynin iki bölümüne de bu oyunu oynamayı öğretti – önce MacKay’e karşı sonra da diğer yarıya karşı olmak üzere. Ama bu iki beynin birbirine karşı yarıştırılması çok geçmeden deneyi bir felakete dönüştürdü ve bölünmüş beyinli hastalar “Yabancı El Sendromu” olarak bilinen tuhaf hastalığı geliştirmeye başladılar. Dominant sağ elinizle pantolonunuzun fermuarını daha yeni çekmişken sol elinizin kendi kendine fermuarı açarken ve pantolonunuzu çıkarken gördüğünüzü hayal edin. Veya sevgilinizi kucaklamak için ona uzandığınızda sol elinizin onun yüzünü yumruklamaya başladığını… Ya da markette alışveriş yapmaya çalışırken sol elinizin istemediğiniz ürünleri alıp cebinize atmaya başladığını… Bu, Alacakaranlık Kuşağı’ndan fırlamış bir hikaye gibi

Page 12: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

gelse de kulağa, birçok bölünmüş beyinli hastaların rapor ettiği şeyin ta kendisi aslında. Bir hasta, çıkacağı bir seyahat için hazırlanmasının gününün yarısını aldığını çünkü sağ eliyle koyduğu bir eşyayı sol elinin çıkardığını söyledi. Bir başkası sol elinin onu boğmasından korktuğu için uyumaya korktuğundan bahsetti. Beynin yarısının kendine ait bir programının olması kulağa ne kadar uç gelse de bu gerçek sinirbilimciler Michael Gazzaniga ve Joseph LeDoux tarafından bir deneyle gösterildi. Her ne kadar birçoğumuzda dominant sol lob dil kapasitemizin çoğuna ev sahipliği yapsa da nüfusun küçük bir yüzdesinde sağ beyin de dilsel fonksiyonlar geliştiriyor. Sağ lobunda dilsel özellikler görünen genç bölünmüş beyinli ender vakalarla yapılan araştırmalarda araştırmacılar beynin her iki yanına da bir dizi soru sordular, ve fark ettiler ki fikirler ve tercihler söz konusu olduğu zaman genelde anlaşmazlık oluşuyordu. En çok şey hastaya amaçları sorulduğunda ortaya çıktı. “Mezun olduğunuzda ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna dominant sol lob sesli olarak “Teknik ressam olmak istiyorum. Şimdiden bunun eğitimini alıyorum.” cevabını verdi. Sadece Scrabble harflerini kullanarak cevap verebilen sağ lob ise şöyle diyordu; “A-R-A-B-A-Y-A-R-I-Ş-I”. Beynin bölünmesinin kişinin bölünmesinden çok farklı olmadığı fikri şuurun ve bireyselliğin yaradılışında beynin rolündeki en meydan okuyucu fikirlerden biri. Bu sebeple, bu konunun bilim adamları arasında ikiliklere yol açması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Ama bu alandaki öncü çalışmalarıyla Nobel Ödülü’ne layık görülen adam için yıllarca bölünmüş beyinli hastalarla çalışma tecrübesi tek bir yönü gösteriyordu. “Gördüğümüz her şey ameliyatın bu insanları iki farklı akılla bıraktığına işaret ediyordu.” diyordu Sperry. “Bu iki farklı loblu şuurdur.”

***

Geçen yaz bir sabah, araştırmamın ortalarında, eski bir meslektaş ve arkadaş ofisimin kapısında belirdi. “Babamın ciddi bir sorunu var,” dedi. “Kendisinde değil.” Geçtiğimiz yıllarda arkadaşımın babasıyla vakit geçirmiş olduğumdan Parkinson hastalığıyla 20 yıldır verdiği savaşın farkındaydım. Hastalık, zamanla bu başarılı avukatın ve ondan önce atletin becerilerini aşındırmıştı. Ve hastalık kötüye doğru ani bir dönüş yaptığımda arkadaşımın yüzündeki şaşkınlık ve acı dolu bakışı daha önce de birçok kez görmüştüm. Ancak bu kez farklı bir şeyler vardı. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Parkinson mu yine?” “Gibi,” dedi. “Bir şekilde ilaçları etkisini yitirdi. Çok tuhaf şeyler yapmaya başladı. Geçen gece geç saatlerde kardeşim onu ön bahçede elinde su tabancasıyla dururken buldu. Kendini, evi yağmacılardan koruduğuna inandırmıştı” “Omaha’da mı?” Üzüntüsünü ufak bir gülümseme bir an için bozdu. “Evet. Ve kardeşim onu bulduğunda tek söylediği ‘Geç bile kaldın. Desteğe ihtiyacım var’ olmuş.” “Şimdi nasıl?” diye sordum. “Onu hastaneye götürdüler ve nerede yanlış olduğunu tespit edebilmek için izleme altına aldılar. Onu gözetim altında tutmak zorundalar sürekli, çünkü ne zaman hemşire odadan ayrılsa bundan faydalanmaya çalışıyor.” Bir an için duraksadı. “Çok hassas bir durum. Nasıl olur da çok iyi tanıdığını sandığın biri beyindeki bazı kimyasalların değişimi yüzünden bu kadar dramatik bir değişime uğrayabiliyor? Bu kim olduğumuzla ilgili neyi gösteriyor bize?”

Page 13: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Beyin kimyası ve şuur arasındaki ilişkiden kaçmak zor. Nörobiyologlar ruh hallerimizin ve motivasyonlarımızın altında yatan en güçlü nörokimyasallarla ilgili anlayışımızı derinleştirdikçe; adrenalin, endorfin, dopamin, seotonin gibi sözcükler anadilimize yerleşti. Ve zamanını bu alanda çalışarak geçirenler için, insan davranışını kimyasal anlamda düşünmemek çok zorlaştı. 2004’te yayınlanan Mind Wide Open: Your Brain and the Neuroscience of Everyday Life (Zihin Sonuna Kadar Açık: Beyniniz ve Günlük Hayatın Sinirbilimi) adlı kitabında gazeteci Steven Johnson hakim görüşü şöyle özetliyor: “Kişiliklerimiz – bizi eşsiz kılan mevcudiyetler – kimyasal salgı şablonlarından çıkıyor. Her ne kadar bu görüşün arkasındaki geniş güven arkadaşımın babası gibi vakaları gözlemlemekten kaynaklansa da ani bir kimyasal dengesizliğin büyük psikolojik rahatsızlıklara yol açabildiği bir yerde bundan daha fazlası çok büyük pozitif dönüşümlerden elde edildi. 1950’lerdeki psikofarmoloji devriminden beri, psikiyatrisiler psikozun en berbat semptomlarını bile yok eden Thorazine’in güçlerini keşfettikleri zaman, aklın kimyasal mühendisliğine giden yolculuk başlamıştı. Tabi ki, kimyasal şuurun iyi yönlerine olan mahkumiyetimizi görmek için birçoğumuzun Starbucks’a veya yerel bir bara yaptığımız son ziyaretten daha fazlasını hatırlamamıza gerek yok. Ancak ya bizim deneyimimizi kimyasal olarak dönüştürebilmemiz farkındalığın dizginlenmesinin veya yükselmesinin dışavurumunun ötesine geçtiyse? Ya radikal olarak kişiliğinizi değiştirecek olan sıradan bir ilacı alırsanız? Psikofarmolojinin cesur dünyasında bu acayip olasılık bile bir gerçeğe dönüştü. Biliyoruz ki Prozac, son 20 yıldır dünyamıza sızmış olan, antidepresan ilaçları arasında akla gelen ilk ve en popüler isim. Seratoninin hücresel tüketimini engelleyen bu sihirli ilaç, klinik olarak depresyon tanısı konan insanları tedavi etmekle kalmayıp, “normalden biraz daha iyi” hissetmek isteyenlere de yardımcı oldu. Psikiyatrist Peter Kramer tarafından “kozmetik psikofarmakoloji” olarak nitelendirilen bu “normalden biraz daha iyi” hissetme amacıyla kullanım, birçok etik konuyu da gündeme getiriyor. 1993 yılındaki çok satan kitabı “Prozac’ı dinlemek”te Kramer, Prozac tedavisine başlandıktan sonra, hastalarda beklenen ruh hali yükselmesinin dışında, kişiliklerinde de büyük bir değişimin oluştuğunu anlatıyor. Bunlardan biri de Tess idi; depresyondan kurtulmasına ek olarak, işine daha bağlı, motive, ve duygusal karmaşalara daha az boyun eğen biri olmuştu: Farklı görünüyordu. Öncekinden daha rahatlamış ve enerjikti. Daha sık gülüyordu, ve gülüşünün kalitesi daha farklıydı. Gülüşü artık ölçülü değildi ama hayat doluydu, hatta biraz iğneleyiciydi. Bu yeni tavırla birlikte aniden patlayan yeni bir sosyal yaşam da geldi. Haftada üç randevu” dedi Tess bana. “Alnımda bir yazı var sanırım!” Bu yeni kişilik 9 ay boyunca devam etti – ta ki Kramer ilacı kesene kadar. Her ne kadar Tess yeni güveninin bir kısmına tutunmayı başarsa da er geç Prozac’tan önceki yaşamının kişilik özelliklerine dönmeye başladı. “Kendim değilim,” dedi Kramer’a birkaç aydan sonra, bu noktada da tekrar ilaca başladı. Başka bir hasta olan Julia da obsesif-kompalsif davranışının tersine dönüşüyle sonuçlanan benzer bir değişim geçirdi. Ancak Kramer dozu azaltmaya çalıştığında: İki hafta sonra Julia aradı. “Yine bir cadıyım.” Çok kötü hissetti – pesimistik, sinirli, talepkar. Gecenin yarısını ayakta temizlik yaparak geçirdi… “Bu sadece benim hayal gücüm değil,” diye ısrar etti, ve sonra Tess’in kullandığı kelimelerin aynısını kullandı: “Kendimi hissetmiyorum.”

Page 14: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Kramer’ın raporlarının yansımasıyla, Walter Truett Anderson The Future of the Self’te şöyle yazıyor, “Bu iki vakada da özellikle etkileyici olan şey kadınların ‘gerçek benliklerinin’ tüm hayatı boyunca değil kısa tedavi sürecinde deneyimledikleri kişilikleri olduğuna inanmaları. Öyleyse hangisi gerçek benlik? Ve buna kim karar veriyor?” Kramer’ın kendisi, belki de kozmetik psikofarmolojinin tek müthiş avukatı, tedavinin bu sonucunda bir sonuca varmayı zor buluyor. “Prozac’ın Tess’e yaptığını şuurla ilgili fikirlerimiz ve otobiografik insan kişiliğiyle uzlaştırmamız nasıl mümkün olacak?” Bunlar büyük sorular. Ve şimdiki bilgilerin ışığında, bir tane daha eklerdim ben: Eğer beynin kimyasında basit bir değişim benliğe bu kadar dramatik bir değişim getirebiliyorsa, psikofarmoloji düşünmek istediğimizden daha fazla beynimizin ürünü olduğumuz anlamına geldiğimizi söylüyor demektir. Eğer beyin hasarı ve nörokimya (neurochemistry) çalışmaları, beyin ile zihin arasındaki o derin bağla ilgili bilgilerimize bir temel olacaksa, bilimin yeni ve güçlü beyin taraması teknikleri kalan bilgileri de sağlamaya hazır. Kimi aktiviteler sonucu oluşan beyindeki sıvı dolaşımı modelini resimleyen, PET, SPECT ve FMRI taramaları, beynin bölümlerinin haritalarının çıkarılmasına yarıyor. Nörologlar, beyinde konuşma işleminin farklı safhalarıyla ilgili olan neredeyse bir düzine bölüm olduğunu ortaya çıkardılar. Ve görme duyusunun çeşitli özellikleriyle bağlantılı olan 30 küsür bölüm deminki sayıyı da geçiyor. Mesela, beyindeki bir bölüm yatay çizgileri, biri dikey çizgileri, biri hareketi, bir tanesi ise mavi renkleri algılıyor. Yüzleri tanımaya gelindiğinde ise, iş daha da karmaşıklaşıyor. Şuna inanır mıydınız? Beyninizdeki küçücük bir bölüm, sadece anneannenizin yüz profiline adanmış; bir başka küçük bölüm de her yerde karşınıza çıkan o Gorege Bush çehresini tanımak için. Beyindeki algılama ve konuşma yönündeki keşifler henüz sadece bir başlangıç. Gelişen araştırmalar sonunda, çok yakında duygu, mantık, motivasyon, irade gibi özelliklerimizin de sırları açığa çıkmaya başlayacak. “Mapping of the Mind” adlı kitabında, bilimci Rita Carter şöyle yazıyor; “Şu an öfke, yanlış anlama-algılama, vahşet gibi durumların mekaniğini çözmek mümkün. Hatta kibarlık, espri, farkındalık, kalpsizlik gibi karmaşık özelliklerin bile fiziksel kökenlerini anlayabiliyoruz” Bilim dünyasında, bu buluşların sonuçları göz ardı edilmiş de değil. Hatta bu bulgular sonucunda, yeni bir bilim alanı da ortaya çıktı: “Nöroetik” (Neuroethics). Bu alan sayesinde, örneğin bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini, hatta kendi kendisini kandırıp kandırmadığını bile anlayabiliyoruz. Bilim adamları aynı zamanda, bir kişinin bir cinayete karışıp karışmadığını ona cinayetle alakalı objeleri gösterip bunlara beyninin nasıl tepki verdiğine bakarak karar verebiliyorlar. Ayrıca birinin uyuşturucu bağımlısı olup olmadığı, ona bazı uyuşturucu resimleri gösterilip beynin “arzu safhası”na girip girmediğine bakılarak anlaşılabiliyor. Aynı metotlar kullanılarak, “Brainotyping” denen yöntemle, kişiliğiniz öğrenilip nasıl bir insan olduğunuz ortaya çıkarılıyor. Gizli önyargılarınız, ayrımcı düşünceleriniz var mı? Farklı ırklardan ve cinsiyetlerden insanların resimleri size gösterilip tepkileriniz inceleniyor. Peki ya cinsel tercihleriniz? Size birkaç erotik resim gösterip, neyin sizi (ya da beyninizi) tahrik ettiğini açığa çıkarıyorlar. Numara yapmaya ya da düşüncelerinizi bastırmaya çalışırsanız da anlaşılıyor çünkü bu durumlarda da beyin farklı bir tepki göstermiş oluyor. Peki risk alır mısınız? Empati kurabilir misiniz? Nevrotik misiniz?

Page 15: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Nöroetik konularında çalışmalar yürütülürken, daha farklı ve büyük bir tartışma da su yüzüne çıkıyor. Modern dünyamızda, etik kurallarımız ve hukuk sistemimiz, kişisel sorumluluk kavramı üzerine inşa edilmiş durumda. Birini yargılarken, onun davranışlarının tamamen kendi seçimi olduğu ön bilgisiyle davranırız. Ama sinir bilimi (neuroscience) bulgularına baktığımız zaman, bu seçimlerdeki özgürlük ilkesinin aslında çok da doğru olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Eğer bütün hareketlerimiz beyin tarafından oluşturuluyorsa, ve beyin de gen faktörü ile çevre koşulları kavramlarının etkileşiminin bir sonucu olarak şekillenmişse, o zaman bu denkleme nerede ve nasıl seçme-özgürlüğü ve irade giriyor? Bu felsefi bir saçmalık gibi görünebilir çünkü en temel sezgilerimizden biri bağımsız irade gücüne sahip olduğumuz fikridir, fakat bazı deneyler gösteriyor ki beynimiz seçimlerimizi biz onları yaptığımızı algılamadan önce yapıyor yani beyin seçimleri yapıyor ve biz bundan sonra bu seçimleri yaptığımızın farkına varıyoruz. Yani seçme özgürlüğü ve irademiz bir illüzyondan ibaret. Fakat bir başka iddia var ki hepsinden daha fazla yankı uyandıracak güçte; “Spiritüellik”, tamamen beynin fiziksel bir fonksiyonu.

Trenim Penn İstasyonuna yaklaştığında, Massachusetts’ten beri beni takip eden kar, dinmeye başlamıştı. Philadelphia’ya olan yolculuğumun son 2 saatine yaklaşmışken, bayiden aldığım “Time” dergisinin son sayısını elime aldım. “Özel Zihin ve Beden Sayısı” idi elimdeki ve “Mutluluğun Bilimi” üzerineydi. Birkaç sayfa okuduktan sonra önüme kafasına elektrotlar bağlanmış bir Budist keşişin meditasyon yapan büyük renkli bir resmi çıktı. Elektrotları keşişin kafasına bağlayan, “Mutluluk araştırmalarının kralı” olarak bilinen ve meditasyon yapan insanların beyin aktivitelerini inceleyerek meditatif mutluluk ile beyin lobları arasındaki bağlantıları inceleyen psikiyatr Richard Davidson idi. “Neşenin Biyolojisi” adlı makale, bilim adamlarının spiritüel deneyimler ile beyin arasındaki bağlantı hakkındaki bulgularını açıklayarak, bu alanda büyük yankı yaratmıştı. Fakat bu alanda en çok hatırlanan yazının başlığı bir Newsweek kapağındaydı: “Tanrı ve Beyin: Spiritüelliğe nasıl Programlandık” Bu makale sayesinde, Philadelphia’da buluşmak için yola çıktığım adamın, yani Andrew Newberg’in işlerinden haberdar oldum.

Pennsylvania Tıp Merkezi’nde bir radyolog olan Newberg, 90’ların sonlarında, meditasyoncuların beyin imajları çalışmalarını yürüterek sahip olduğu üne kavuştu. Çalışmalarını 2 kitapta topladı: “Mistik Zihin” ve “Tanrı Niçin Uzaklaşmayacak”. Bu zamandan beri birçok televizyon programında talk şovlara katıldı, kilise ve okullarda konuştu, dergilerde yazdı ve bilimi ruhla buluşturan bir kült film olan "What the bleep do we know?"da da göründü.

Hastane lobisinde buluşup radyoloji bölümüne geçtikten sonra Newberg’in ofisine girdik ve o bana bilgisayarın monitörünü çevirerek şöyle dedi: “Sana göstermek istediğim şey buydu.” Ekranda insan beyni olduğunu tahmin ettiğim iki renkli resim vardı. “Soldaki resim, deneğin meditasyon öncesi beyin illüstrasyonu. Sağda ise meditasyon sırasındaki beyin. Bu deneyde, meditasyoncu bir Tibetli Budistti veya Tibet tarzı meditasyon yapan bir Amerikalı Budist idi.”

İlk olarak Newberg ve D’Aquili 2 ana grupla çalıştı. Bir grup, meditasyon çalışması yapan 8 Amerikan Budist’ten, diğer grup ise yoğun biçimde dua eden 3 tane Fransız rahibeden oluşuyordu. Beklenen bir biçimde de, tüm deneklerde dua veya meditasyon esnasında beynin odaklanma, istenç, niyet gibi fonksiyonlarından sorumlu olan prefrontal loblarındaki aktivitelerde bir artış görüldü. Fakat bir bulgu vardı ki, bütün gürültüyü o kopardı.

Page 16: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

“Eğer beynin arka bölümündeki şu bölgeye bakarsan, bu deneyden önce adı pek geçmemiş olan bu lobu (posterior parietal lobe), benim tabirimle “uyum sağlama- bağ kurma” lobunu görürsün. Bu lob, bizim mekanla olan ilişkimize uyum sağlamamızı, kendimiz ve kendimizin dışında olan dünya arasında bir ilişki kurmamızı sağlayan bölüm. Meditasyon sırasında deneyimlenenler, bir birlik, teklik hissi olduğuna göre bu hisler beynin bahsettiğim lobundaki aktivitedeki düşüş dolayısıyla meydana gelmekte. ‘Neuroimaging’, yani beyindeki aktivitelerin değişimini görsel olarak önümüze sunan bilimsel yönteminin de işaret ettiği sonuç bununla tıpatıp aynı zaten.” Ben de ona esas soruyla karşılık veriyorum: “O zaman, sizce dinsel deneyimlerin beyinsel aktivitelere indirgenebileceğini mi söylüyor araştırmalarınız? Yani Tanrı tamamen beynimde mi?”

Yüz ifadesinden bu soruya hazırlıklı olduğunu anlıyorum. “Böyle görünebilir.” diyerek başlıyor. “Fakat araştırmanın gerçekten bu sonucu işaret ettiğini zannetmiyorum. Mesela, eğer ben bir elmalı turtaya bakan kişinin beyin analizini alırsam, o sırada oluşan beyin aktivitelerini size söyleyebilirim. Fakat bu analiz bana o turtanın gerçekten var olup olmadığı ile ilgili bilgi vermez. Aynı şekilde, yoğun bir dua veya ayin deneyimi yaşayan, Tanrı’nın varlığıyla yakınlaşan bir kişinin de analizine bakarak beyninin ne gibi aktivitelerde bulunduğunu öğrenebilirim, ancak Tanrı’nın gerçekten orada olup olmadığını bilemem. Sinirbilim, bu tarz epistemolojik soruların yanıtını veremez.

Newberg epistemoloji hakkında konuştukça, onun araştırma bulgularının felsefi veya spiritüel açıklamalarına, en az kendi açıklamaları kadar önem verdiğini fark ettim. “Şimdi deneyimleyebileceğimiz her şeyin beyin vasıtasıyla olabileceğini söyleyen materyalist görüşü ele alalım. Bu demektir ki, bir şeyin gerçek olup olmadığına kanaat getiren tek otorite, beynimizdir. O zaman burada bir problem meydana geliyor çünkü bu mistik deneyimleri yaşayan insanlar yaşadıkları şeyin her zamanki materyal gerçeklikten bile daha “gerçek” olduğunu söylüyorlar. Yani beyin, Tanrı’yı veya saf bilinci, her şeyden daha gerçek olarak algılıyor. Eğer beyin neyin gerçek olup olmadığına karar veriyorsa, ve tüm bu deneyimler dünyanın her yerinde aynı şekilde ifade ediliyorsa, bu sonuç bizi nereye götürür?

Biz konuşmaya devam ettikçe, Newberg, çoğu büyük sorularda hala bir agnostik (bilinmezci) yaklaşımına sahip olduğunu ifade etti. Fakat bulguları materyalist görüş için destekleyici olabilecekse de, Newberg bilimin mistisizmi ciddiye alması ve mistik deneyimin gerçekliğini göstermesi açısından spiritüel görüş için de olumlu bir şeyler yaptığını düşünüyor. Aslında, Newberg hakkında beni en çok şaşırtan şey onun Mistisizmin gerçekten ihtiyacı olan şu kanaati oldu: Mistik deneyimin bilime önerebileceği, yanlı düşünce duvarlarını yıkma ve objektif bakış açısına giden kapıyı açma fikri.

“Bilimin en büyük problemlerinden biri, onun sübjektif oluşu.” dedi Newberg, bana meditasyon yapan deneklerde kullanılan tarama cihazlarını gösterirken. “Tüm bilimsel çalışma, ölçüm, bulgu ve gelişmelerimize karşın, bilim asla beynimizin içinden çıkıp orada “gerçekten” neler olup bittiğine bakabilmek için dışarıya çıkamadı. Spiritüel deneyimlerle böylesine ilgilenmemin sebebi, bu deneyimlerde birinin ortaya çıkıp bildiğimiz bilinç kavramının duvarları aştığını ve nihai gerçeklikle birebir ilişkiye girdiğini iddia ettiği tek deneyim olması. Ve eğer durum buysa, o zaman bilim adamları olarak bu deneyimlere çok çok dikkatli bakmalıyız çünkü bu deneyimler sübjektif zihnimizin dışına çıkmanın tek yolu olabilir.”

Newberg bana hastane lobisine doğru eşlik ederken ona aklıma takılan bazı sinirbilimsel sorular sordum. Şaşırtıcı olarak, bana zihin/beden problemiyle, ya da kendi alanının

Page 17: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

materyalizme sunduğu kanıtlarla da pek de ilgilenmediğini veya bu konularda endişelenmediğini söyledi. “Maddenin birincil olduğu inancı, maddeyi açıklamada iyi bir temel oluşturuyor aslında. Ancak şuurun (farkındalık) nereden geldiği sorusuna cevap veremiyor. Aynı şekilde temel olarak şuuru alırsak, maddenin varlığını açıklamamız zor olacaktır. Bence madde ve şuur, aynı şeye bakmanın iki farklı yolu belki de. Fakat tüm bunların altında hala bilmediğimiz şeyler var.”

Hiç beklemediğim bir şekilde, Newberg’le olan görüşmem, bakış açımı fazlaca genişletti. Çünkü ona, ondan beyin ile ilgili ve beynin tek bilgi kaynağı olduğu görüşünü destekleyen yeni bir reddedilemez kanıt duymayı bekleyerek gitmiştim. Fakat oradan yeni perspektifler ve insanlığın sinir biliminin gelişmelerine dayanabileceği gerçeğinin rahatlığı ile ayrıldım.

Bana hatırlattığı gibi, bilimin, şuuru beynin yarattığına dair var olan tüm kanıtlarına rağmen, gerçeği henüz kimse bilmiyor ve eğer gerçek buysa beynin bunu nasıl başarabildiği ile ilgili en ufak bir bilgiye bile sahip değiliz. Zihin/beden problemi her zamanki gibi bir esrar.

Birçok bilim sahasından, biyolojideki “redaksiyonist” (indirmeci, basitleştirmeci) eğilime karşı bir çıkışta bulunan öncülerin sayısı artıyor. Bu yeni düşünceyi destekleyenler, sinirbilimsel çalışmaların çoğunu içine alan materyalist görüşü sökerek, onun yerine daha geniş, tüme dayalı ve insan deneyiminin tüm karmaşıklığını kapsayabilecek yeni bir paradigma ile yer değiştirmesini amaçlıyorlar. Hepsinin yöntemi farklı ama ortak bir noktaları var: Mekanik dünya görüşüne karşı insanlığı korumaya dayanan bir tutku ve bilimin sahip olduğu dogmalara karşı çıkıp onları eleştirme arzusu.

Sinirbilim’in görüşlerine belki de en ilginç meydan okuma, fizikçi Raymond Moody’ın deyimiyle “Ölüme Yakın Deneyimler” (Near Death Experiences) veya NDE’lerden doğuyor. Asırlar boyu ve tüm kültürlerde insanlar ölme safhasını da içine alan birçok mistik fenomenden bahsettiler. Fakat teknolojideki 20. yüzyıl patlaması ve tıptaki bir yenilik, insanları ölümden döndürme başarısı, ölüme dayalı fenomenlerin de başlangıcı oldu. 70’lerin başında Moody’nin çalışmalarıyla meydana gelen bu araştırma alanı, sonraki yıllarda birçok araştırmacının da katılımıyla; ölümün kapısından kısa bir geçiş yapan bu insanlara ne olduğu ile ilgili çalışmalara yoğunlaştı.

Ölü tanısı konduktan sonra, bu insanlar kendi bedenlerini, kaza alanını veya içinde bedenlerinin bulunduğu bir odayı tepeden izlemeye başlıyorlar. Bundan sonra, bir noktada, karanlığa doğru hareket etmeye, bazen sonunda bir “ışığın” veya tanıdıkların, akrabaların belirdiği, ardından da geride bıraktıkları hayatlarını gözden geçirdikleri karanlık bir tünele doğru ilerlemeye başlıyorlar. Çoğu vakada, o “ışık huzmesi” ile bir etkileşim içine giriliyor ve bu durum kişiyi huzur, sevgi, rahatlık, dolup taşan bir neşe hissine büründürüyor. Bundan sonra ise kişinin fark ettiği veya karar verdiği şey, henüz ölmek için zamanın gelmediği ve geri dönmesi gerektiği oluyor. Tüm NDE’ler yukarıda belirtilen özellikleri taşımasa da, hepsinin ortak noktası bunun radikal değişikliklere yol açan ve ölüm korkusunu yok eden bir deneyim olma özelliği taşıması.

Bu deneyimlerin psikolojik ve spiritüel yansımalarının devasallığının nedenini tahmin etmek çok kolay. Bu deneyimlerin varlığından haberdar olduktan sonra, kim şuurun fiziksel bedenin de ötesinde varlığından ve ölümden sonra hayatın devamlılığından şüphe edebilir? Üstelik, medyanın bu olaylara olan aşırı ilgisinden sonra, Amerika’da hızla yayılmakta olan ölümden sonra yaşam inancında tele-evangelizm hareketleri kadar NDE’lerin de payı olduğu söylenebilir. Ayrıca bu deneyimleri ciddiye alırsak, beyinden bağımsız bir şuur kavramına da

Page 18: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

önemli bir destek oluşabilir. Fakat nöropsikiyatrist ve NDE araştırmacısı Peter Fenwick’in the işaret ettiği gibi, “Bu insanların bu tarz deneyimler yaşamış olması bilincin beynin dışında da var olduğuna dair herhangi bir tez veya antitez oluşturmuyor.” Gerçekten de, NDE’lerin beynin ürünü birer illüzyon olup olmadığını nereden bilebiliriz? Psikolog Susan Blackmore tarafından öne sürülen “Ölen beyin hipotezi”ne göre, klasik NDE ile ilişkilendirilmiş bütün fenomenler, beynin ölüm esnasında yaşadığı “aşırı korku, şiddetli stres ve beyinde meydana gelen kanda oksijen azlığı” tepkilerinin bir sonucu olabilir.

Ancak NDE cephesinde olup bitenler, materyalist görüşün açıklayabileceğinden ya da çürütebileceğinden çok daha fazla. Örneğin, bir sürü hemşire ve fizyolog, hastanın, kendisi baygın durumdayken, komadayken, hatta tıbben “beyin ölümü” teşhisi konmuşken bile, o sıralarda odada olup bitenleri ayrıntılarıyla tarif edebildiğini söylüyor. Örneğin, bir vakada, komada olan bir hasta, ameliyatının hemen öncesinde kendisinin takma dişlerini çıkaran hemşireyi ve dişleri koyduğu çekmeceyi ayrıntılarıyla tarif edebilmiş.

Fakat en çok bilinen, en dramatik hikaye de herhalde Arizonalı bir kadın olan Pam Reynolds’a ait olmalı. Hayatını tehdit eden bir beyin anevrizması vakasına karşı yapılan bir son çare yöntemi olarak, doktorlar Reynolds’un vücut ısısını 60F derecenin de altına düşürdüler, kalbini ve solunumu durdurup, vücudundaki ve beynindeki tüm kanın çekilmesini sağladılar. EEG’si dümdüz bir çizgiydi ve beyin fonksiyonları kulağına takılmış olan ses aletlerine hiçbir tepki vermiyordu doğal olarak. Reynolds, tam anlamıyla “ölüydü”. Ameliyatın başarıyla sonuçlanması ve Pam’in hayata dönmesinin ardından, kadının klasik bir NDE vakası yaşamış olmakla beraber, ameliyatın tamamını ayrıntılarıyla tarif edebildiğine, tüm doktor ve hemşireleri, ameliyatta kullanılan aletleri bile tasvir edebildiğine şahit olundu.

Şimdiye kadar NDE ile ilgili bulgular tamamen anekdotlar niteliğinde; ve bilimsel bir kanıt olarak nitelendirilebilecek bilgilere ulaşılamadı. Fakat bu anekdotlar, beyinden de öte bir şeylerin iş başında olduğuna dair güçlü kanıtlar olarak sayılabilecek bu NDE vakalarıyla ilgilenen araştırmacıların artmasını sağlıyor.

Fenwick ve diğer araştırmacılar, bu konunun kestirilip atılmadan önce üzerinde daha çok araştırma yapılması gerektiğini düşünüyorlar. Fakat çeşitli kardiyoloji bölümlerindeki hastane odalarında yapılan araştırmalar ve meydana gelen NDE vakaları materyal olmayan bir şuur kavramının güçlenmesine son derece yardımcı oluyor. Eğer gelecekteki çalışmalar, yeterli deneysel kanıtın elde edilmesini sağlarsa, şuur ve beyin ile ilgili büyük soruların ortaya çıkacağı da ortada.

Eğer şuur beynin içinde değilse o zaman tam olarak nerede bulunuyor? Descartes’ten beri gelen düalist anlayışa göre, evrende maddesel olmayan, ayrı bir töz bulunuyor ve bu töz beyin ile bedenle mistik bir biçimde ilişkiye geçebiliyor. Bu ilişkinin nasıl oluştuğu sorusu zaten eskiden beri süregelen bilinç/beden tartışmasının çıkış sebebiydi. Fakat günümüzdeki bilimsel gelişmeler sayesinde, bugün maddeye daha farklı açılardan bakıp sorulara da farklı yanıtlar verebiliyoruz.

Bir dine mensup olmayan çoğu biyolog gibi, Rupert Sheldrake de hayatı ve zihni anlamanın en güçlü yollarından birinin, fizikçi Michael Faraday tarafından 19. yüzyılda ortaya atılmış “saha” kavramından geçtiğini söylüyor. “Elektromanyetik sahalar, yerçekimsel sahalar, kuantum sahaları… Bu saha teorisi fiziği öylesine ele geçirdi ki artık her şey sahalar içindeki enerjiler olarak görülüyor.” dedi bana Sheldrake bir gün. “Bilim felsefecisi Karl Popper’ın dediği gibi, ‘Modern fizikte, materyalizm yeniliyor. Çünkü madde artık temel izah edici

Page 19: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

prensip değil. Sahalar ve enerji onun yerini alıyor.’ O zaman sorduğum soru şu: Beyin ve zihin konusuna geri dönelim; beyin de sahalar halinde yapılandırılmış bir sistemse ne olacak?”

Sheldrake’e göre, farkındalık veya şuur, beyne demir atmış, ancak onun da ötesine taşan, daha doğrusu dikkat nereye yönelmişse oraya uzanan bir bilgi sahası. “Bir mıknatısın çekim alanı, kendisinin dışına taşar; bir cep telefonunun sahası da bu küçük aletin dışına doğru uzanır. Yani demek istediğim şu ki, zihinsel aktivitelerin oluştuğu sahalar, beyinle ilişkilidir ve bunların kökleri de beyindedir ancak zihin de, en az demin bahsettiğim sahalar kadar maddesel kaynağından bağımsızdır.”

Zihin/beden problemine bu şekilde yaklaşırken, Sheldrake hem bilincin beyne bağımlılığına ilişkin bilgileri, hem de bilincin kafatasının dışına taşma yeteneğini kanıtlayan mistik, telepatik ve diğer psi fenomenlerini masaya yatırmak gerektiğini düşünüyor. “Bir cep telefonunun alanı nasıl telefondaki bir telin kesilmesiyle değişikliğe uğrayacaksa, beynin etrafındaki sahalar da, beyinde meydana gelecek bir değişim veya hasardan etkilenecektir. Ama bu sonuç, bu sahaların tamamen beyinde olup bitenlere bağımlı olduğu anlamına gelmez.”

Alman kardiyolog ve NDE araştırmacısı Pin van Lommel şöyle diyor; “Farkındalık ve hafızanın bilgi sahaları, etrafımızda tıpkı manyetik veya elektrik sahaları gibi varlıklarını sürdürürler. Ancak bu sahaların işlevlerini sürdürebilmesi, beynimizin ve vücudumuzdaki diğer hücrelerin çalışmasına ve farkındalığımızın uyandırılmasına bağlıdır.” Van Lommel’e göre, beyin işlevleri sona erdiğinde bile, bu bilgi alanları var olmaya devam eder. Bu nedenle, beyin ölümleri gerçekleşen hastalar, hala hissetme, hatırlama, algılama, kimlik, ve dikkat gibi zihinsel fonksiyonlarını kullanabilmektedirler. Ancak tüm bu deneyimler, uyanık bilincimize ancak beyin fonksiyonları tekrar çalışmaya başladığında verilirler. Başka bir anlatımla, beynimiz ölmüş olsa bile, hissedebilir ya da hatırlayabiliriz ancak bunların farkında olabilmemiz beynimizin tekrar çalışabilmesine bağlıdır.

Fakat açıkçası, tüm bu fikirler akademik ana görüş tarafından kabul edilmekten bir hayli uzak. Sheldrake de görüşlerini tutucu bilim çevrelerine kabul ettirme çabasından uzun zaman önce vazgeçti ve bunun yerine çalışmalarını kitleler üzerinde bir çeşit parapsikoloji devrimi yaratmaya adadı. Popüler kitabı The Sense of Being Stared At and Dogs That Know When Their Owners Are Coming Home ve e-posta telepati deneyleriyle, insanların hayatlarının her köşesini saran bilincin gizemlerine ilgi duymasını sağlamaya çalışıyor. Sheldrake’in umudu, halkın yeterli katılımı, desteği ve ilgisi sonucu katı bilimcilerin de tutumunu değiştirip, parapsikoloji laboratuarlarında biriken psişik fenomenleri ciddiye almaya başlaması.

“Sorun, kanıtımızın olup olmaması değil.” dedi sakince telefonun öbür ucundaki ses. “Birçok kanıtımız var. Ancak kanıt tek başına yeterli değil. Şu anda ihtiyacımız olan şey, bir teori.” Noetik Bilimler Enstitüsü’ndeki (IONS) bir bilim adamı ve parapsikoloji araştırmalarının önde gelen isimlerinden biri olan Dean Radin ile konuşuyordum. Radin, araştırmalarına 80’lerin ortalarında Uluslar arası SRI’da (şu an Stanford Üniversitesi’ne bağlı) başlamış, birçok üniversitenin psi laboratuarında çalışmış ve birkaç yılını Parapsikoloji Derneği’nin (Parapsychological Association) başkanı olarak geçirmiş. Herhalde en çok 1997 yılında yazdığı “Şuurlu Evren: Psişik Fenomenin Bilimsel Gerçeği” kitabıyla biliniyordur. Bu kitapta, şimdiye kadar olan tüm psi araştırmalarının bir tablosunu çizip; telepati, durugörü, psikokinezi ve uzaktan iyileştirme gibi durumların gerçekliğini ikna edici bir yöntemle

Page 20: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

anlatıyor, bu yolla da bilincin yalnızca beyinle sınırlı kalamayacağı tezine dayanaklar oluşturuyordu.

Psikokinezi veya “zihin-madde etkileşimi” araştırmalarında, araştırmacılar binlerce deneyde deneklerin sadece niyet gücü ile, jeneratörlerdeki elektrik enerjisi üzerinde etkide bulunabildiklerini gördüler. “Uzak Görüş” isimli CIA tarafından da mali olarak desteklenen bir araştırma da; milyarda birlik olasılığa rağmen, psişiklerin uzak mekanları tamamen doğru olarak tarif edebildiklerini gösterdi. “Uzaktan iyileştirme” alanındaki tartışmalara rağmen, haberi olmadığı halde başkası için dua etme eylemi; AIDS hastalarında ikinci bir enfeksiyon durumunu azaltıyor, kalp ameliyatlarındaki zorluk riskini düşürüyor ve hatta yapay döllenme sonucu oluşan hamilelik sayısını artıyor. (Bu sonuçlar, son yıllarda ABD hükümetlerinin bu araştırmalar için harcadığı 2,3 milyon doların bir sonucu.)

Psi araştırmaları, diğer birçok “sallantılı bilim dalı” gibi, septikler (şüpheciler) tarafından araştırma hataları, yetersiz örnekler ve deneklerin yanlılığı gibi iddialarla şiddetle eleştirildi. Bu yüzden ben de Radin’e Psi’nin varlığına dair tartışma götürmez ve aksi iddia edilemez bir araştırma-deney’in olup olmadığını sordum. Ancak o, bilimde hiçbir şeyin “aksi iddia edilemez” olmadığın söyledi bana hemen. Fakat en ikna edici bulguların telepati fenomeni ile ilgili olduğuna işaret etti. Hepimiz bir noktada, birinin düşüncelerini onunla aynı anda paylaştığımız, çalan telefonun ucunda kimin olduğunu birden bildiğimiz veya şu teknoloji çağında göndermek üzere olduğumuz bir e-posta’nın cevabı biz onu daha göndermeden geldiği zamanlarda şaşırmışızdır. Septikler tüm bu fenomenlerin sebebini tesadüflere indirgiyorlar; ancak araştırmalar ve dayanıklı kanıtlar tüm bu olayların birer tesadüften ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Radin, en güçlü kanıtın “Açık Görüş Alanı Deneyleri” çevresinde döndüğünü söylüyor. Azaltılmış duyumların, karşıdaki bireyi duyulara ve karşı etkilere daha açık duruma soktuğu hipotezi üzerine temellenen araştırmacılar, yapılması kolay, basit bir deneyi 1970’lerde geliştirdiler. Bu deneyde, bir denek (gönderici), kafasındaki bir imgeyi telepati yoluyla 10 ile 20 dakika boyunca duyumsal bir mahrumiyet içinde bırakılmış olan diğer kimseye (alıcı) gönderiyordu. Bundan sonra, alıcıya 4 farklı resim gösteriliyor ve ona gönderilen imgeyi teşhis etmesi isteniyordu. Eğer işin içinde sadece tesadüf olsaydı, tüm bu deneyler sonucunda yalnızca yüzde 25’lik bir başarı oranı elde edilmesi söz konusu olurdu. Fakat deneyin yapılmaya başlandığı yıldan beri, binlerce kez, düzinelerce laboratuarda yüzde 32’lik bir başarı oranına ulaştı. İstatistiğe yabancı olan bir kişiye bu sonuç pek ilginç gelmeyebilir ancak bu durum bilim için bir hayli şaşırtıcı. “Etkinin çapı küçük, ancak aspirinin kalp krizi riskini düşürdüğünü gösterip tıbbi kurumları ikna eden deneylerden daha güçlü.” diye açıkladı Radin. “Ve telepati, başarılı araştırmaların yapılabildiği nadir psi alanlarından biri. Ben de bu yüzden ne kadar kanıtımız olursa olsun,yeterli olmayacağını söylüyorum. Var olan bilimsel paradigmanın çıkarımları ve gücü çok fazla.”

Septiklerle 30 yılı aşkın bir süredir cebelleşen Radin’e göre, bulguların toplanması artık ikinci derecede önem arz etmekte. “Davranışsal, sosyal ve tıbbi bilimlerdeki yöntemlerin aynısı kullanılarak elde ettiğimiz bu kanıtlar, psi etkilerinin gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Bilim otoriteleri tarafından hala kabul edilmemesinin sebebi ise, henüz onu kabul etmelerini sağlayabilecek bir teorinin, bir nedenin bulunmaması. Kabul edilmiyor, çünkü insanlar onu nasıl açıklayacaklarını bilmiyorlar.”

Radin’le geçen kış konuştuğumda, yeni kitabı “Karışmış Zihinler” adlı yeni kitabı üzerinde çalışıyordu. Bu kitabında, son 7 yılda psi fenomenine eklenen son bulgularla birlikte, bilimin

Page 21: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

bu gerçeği kabul etmesini sağlayacak yeni bir teoriyi öne sürecekti. Açıklanamayanı açıklamaya çalışan bir çok teoriysen gibi, o da cevapları bulabilmek için kuantum fiziğinin mistik dünyasına göz atmaya kalkmıştı. “Sonuçta, psi gizemi, fiziğin bir gizemi demek.” dedi Radin. Bu öyle bir gizem ki, kafanıza bildiğimiz duyular aracılığıyla ulaşmıyor, zaman ve mekana bir şekilde üstün geliyor. Bu fiziği ilgilendiren bir bilinmeyen. Biyoloji veya psikoloji ile ilgili değil. Sinirbilim ile de ilgisi yok.

Fiziğin “Kuantum Dolanıklığı” kavramından yola çıkarak, Radin “biyo-dolanıklık” adını verdiği yeni bir kavram ortaya atıyor. Kabaca, kuantum dolanıklığı, atom altı parçacıkların bir kere birbirleriyle bir ilişkiye girdiler mi, zaman ve mekan boyunca birbirleriyle ilgili/bağlı kalacaklarını öngörüyor. Bu bağlılık, veya “mevkisizlik” durumu, 1972 yılındaki deneylerle gösterilmişti. Rade şöyle diyor: “Burada beni ilgilendiren, bu kavramların şu an içinde yaşadığımız dünya ile ilgili olarak ne ifade ettiğidir. Yani eğer şey’ler birbirine dolanıksa, ve dolanık hale gelmeleri için geçmişlerinin bir parçasında bir kereliğine bir ilişki içinde olmuş olmaları yeterli ise, bu dünyamızda her şeyin birbiriyle ilişkili, yani “dolanık” olduğu anlamına gelir; çünkü kozmoloji uzmanlarımız bize her şeyin tek bir olayla, büyük patlama ile başladığını söylüyorlar.

Kuantum Dolanıklığı kavramının bu atom altı yani “mikro” özelliğini, “makro” gerçekliğimize taşıma fikri henüz bilim adamları tarafından tartışmalı bir hareket olarak görülüyor ve çoğu fizikçi bunu yapmaya hazır değil. Fakat Rade’e göre bu biyo-dolanıklık kavramı, klasik materyalist görüş ile açıklanması mümkün olmayan bu fenomenleri anlamaya giden yeni bir yol olabilir.

“Eğer beyinler de kuantum nesneleri gibi davranıyorsa, eğer beyinler de “dolanık” ise, o zaman bu psi fenomenleri bir gizem olmaktan çıkar çünkü bu beyinlerin her şeyle bağlantılı olduğu anlamına gelir; yani örneğin telepati, bir bilginin bir yerden ötekine aktarılması işlemi olarak değil de, beyindeki odak noktası değişimi olarak açıklanacaktır. Eğer bütün evren, dolanıklık yüzünden beynimizin içindeyse, birinin kafasından geçenleri, bir zarfın içini, dünyanın bir ucunda olanları algılayabilmek için yapılması gereken tek şey beynimizi o noktayla dolanık olan bölgeye odaklamak olacaktır.”

Materyalizmin küçümseyici duvarlarını yıkma çabasında, Sheldrake ve Raden gibi bilim adamları tek başlarına değiller elbette. Son yıllarda, zihin ve beyin ile ilgili düşüncelerimizi genişletmek amacıyla, güçlü ve etkili teori ve eleştirileriyle, kozmoloji uzmanları, filozoflar, teologlar ve hatta kognitif bilim adamları bu davaya katıldılar.

Felsefi konuşacak olursak, materyalizmi –ve hatta zihin-beden sorunun kendisini- en çok zorlayan konulardan biri de parapsişizm. David Chalmers gibi düşünürlerden tutun da, David Ray Griffin gibi teologlar tarafından savunulan bu fikir, farkındalığın yani bilincin, evrenin her yerinde, en temel parçacıklarda bile bulunduğunu söylüyor. Parapsişizme göre, bilincin beyinden nasıl çıktığını araştırmamıza falan gerek yok çünkü zaten en başından beri bilinç maddenin her parçasında bulunuyor. Ancak, kayaların gece vakti dedikodu yaptığını düşünmeden önce, bu bilinç formunun biz insanların sahip olduğu şuur gibi olduğunu düşünmeyin. Bu şuur hali, Chalmers’ın adlandırdığı gibi bir “proto-şuur” veya paleontoloji uzmanı ve rahip Pierre Teilhard de Chardin’in dediği gibi bir “içsellik” hali.

Bilinci, beynin ani bir mucizesi gibi görmek yerine, parapsişikler bunu evrenin sürekli tekamül eden bir kavramı olarak tanımlıyorlar. Maddenin yapısı karmaşıklaştıkça, maddenin sahip olduğu şuur da o denli derinleşiyor. İnsan organizması, yerküredeki varlıklar arasında

Page 22: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

en karmaşık sinir sistemine sahip olduğuna göre şuur mekanizmasının da en karmaşık ve derin forma sahip olması da olağan. Rita Carter’ın da dediği gibi, bu kompleks sistemin üretebileceği şeyler, meydana geldiği parçalardan fazla. Tıpkı, suyu oluşturan hidrojen ve oksijen moleküllerinde ıslaklık özelliğinin bulunmaması gibi, beynimizdeki nöronlar da karar verme, yansıtma, duygu, mantık gibi özellikler taşımıyor. Bu yaklaşım, bilincin biyolojik köklerini reddetmese de, daha alt mekanizmaların üst mekanizmaları doğurup bu alt mekanizmaya yeniden indirgenemeyeceğini açıklamasıyla, bilincin kendine ait bir realitesi olduğunu dile getiriyor.

Bu teorilerin destekleyicileri arasında, insanın bu üst özelliklerinin bir tür felsefi veya bilimsel açıklaması olması gerektiğini düşünen dinsel görüşlü insanlar da var. Ancak, bu teoriler, basitleştirilmiş açıklamalarla tatmin olmayan bazı materyalist filozoflar ve bilim adamları arasında da kabul gördü. Filozof John Searle’nin yazdığı gibi: “Şuur’un basitlenemez oluşu onun tanımsız veya mistik oluşundan değil, tamamen öznel ve bireysel bir oluşum olduğu, bir “3. kişi fenomeni” durumuna indirgenemeyeceğinden kaynaklanmaktadır. Felsefenin ve bilimin sürekli yaptığı bir hata, düalizm kavramını reddedersek, materyalizmi kucaklamak gerektiği düşüncesidir. Oysa hem materyalizmin hem de düalizmin karmaşası, sübjektif bilinci reddetmeleridir.”

Kozmoloji uzmanı George Ellis’in bana dediği gibi; “Köktencilerin yaptığı standart hata, bir olayın sebeplerinden birini o olayın tek sebebi olarak saymalarıdır. Evet, nöronlar orada. Tüm bu olan bitenin sebeplerinden yalnızca biri. Bir uçağı izlediğimizi varsayalım. Aşağıdan yukarı baktığımızda onun nasıl uçtuğuna dair fikrimiz şöyle olur; uçak uçuyor çünkü kanadına aşağıdan çarpan parçacıklar var ve bu parçacıklar yukarıdakilerden biraz daha yavaş hareket ediyor. Yukarıdan baktığımızda gördüğümüz şey, birinin birçok adamı görevlendirip uçmaya yarayan bir makine dizayn ettirdiği olur. Uçağa içinden baktığımızda ise, bir pilotun orda oturduğunu ve uçağı uçması için kontrol ettiğini görürüz. Fizikçiler ise, resme tepeden ve içinden bakamıyorlar. Onlar bir pilota baktıklarında, pilotun uçağı uçurmasını sağlayan tek şeyin onun beynindeki nöronlar olduğunu söylüyorlar. Ancak durum böyle olunca, onun daha bir çocukken pilot olmaya karar verdiği, bunun için para biriktirdiği gibi diğer sebepleri gözden kaçırıyorlar.”

Radin’in teorileri, Fenwick’in araştırmaları, Sheldrake’in kitleler parapsikolojisi gibi yaklaşımlar göz önüne alındığında anlaşılıyor ki, aslında iyi fikir kıtlığı çekilmiyor. Ancak batı bilimindeki materyalist görüşün önyargıları kuvvetli. Ancak füturist ve popüler bilim yazarı Peter Russel’in de dediği gibi: “İnanıyorum ki bu problem, çözülmesi imkansız türden değil. Evet, bugünkü bilimsel dünya görüşü açısından bakarsak, imkansız. Şuur’u açıklamadaki yetersizliğimiz, bir tetik olacak. Bu tetik zamanla bilimi, Amerikalı filozof Thomas Kuhn’un dediği yere; “paradigma değişimine” götürecek.”

Bilimin zihin/beden problemini açıklamadaki yetersizliğinin, materyalizmi kaçınılmaz olarak bir çöküşe sürüklemesi mümkün mü? Şu an bu konuda tahmin yürütmek için çok erken, ancak öyle bir şey olsaydı, -mitsel göndermeler yaparsak-, tanrılardan İcarus bir kahkaha koparırdı herhalde.

Ben şu anda bunları yazarken, beynimdeki milyonlarca nöronlardan birkaç tanesi bağlı oldukları diğer binlerce nöronlardan birkaç tanesine mesajlar gönderiyor. Yazı sonlanırken, halimden memnunum; ve bu demek ki bir seratonin dalgası yolda, ya da bir depomin banyosu… Görevimin taleplerine ayak uydurabilmek için, ön lobum hızla çalışıyor; cortex boyunca dizilmiş hafıza şebekelerimden, temporal lobumdaki dil ile ilgili bölümlerden de

Page 23: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

yardım alınıyor. Sağ lobum bütün resmi göz önüne getirirken, sol lobum da mantığımın geri kalmaması için elinden geleni yapıyor.

Aynı zamanda, farklı bir düzeyde, bundan sonra neler söyleyeceğimi düşünüyorum. Üzerinde durduğum noktaları, kullandığım örnekleri, bu makale için kurduğum içeriği ve şu son sayfalarda varmak istediğim şeyi düşünüyorum. Merak ettiğim başka bir şey ise, bu yazıyı kimin okuyabileceği ve şu noktada kafanızda oluşabilecek, hala da cevaplama şansımın olduğu sorular.

Hala farklı bir düzeyde, kendimi kendine ait bir yörüngesi olan daha büyük bir yaratıcı sürecin içinde hissediyorum. Bu süreç hayat kendini doğaya yansıtmaya başladığında doğdu, veya bundan bile daha önce. Ve öyle görülüyor ki, bu süreç, onun kıvrımlarını keşfetmeye gönüllü varlıklar yaşamaya devam ettikçe var olmaya niyetli.

Tüm bu düzeylerin, bakış açılarının ve farklı gerçeklerin nasıl olup da bir araya geldikleri; belki de hayatın en büyük gizemidir. Ve eğer bu sır bir gün açığa çıkacaksa, şu ilerleme hızımıza bakıldığında o günün pek de yakın olduğunu söyleyemeyiz. Fakat tüm bu karmaşıklığa rağmen, hiç kimse bu problemler karşısında bir senteze ulaşma dürtüsünün önüne geçemez. Hem bu isteği doğuran Tanrı mı nöronlar mı bilmesek de, durum bu.

Nöronlar ve ötesini barındıran dünyadaki uzun yolculuğumun sonuna varmakta zorlanırken, iki yanında resimler olan bir koridorla karşı karşıyayım. Sol tarafta, Phineas Gage’i görüyorum. Ön lob dokusu yok olduğu için kişiliği paramparça olmuş. Sağda Pam Reynolds var, beyin ölümü ve ameliyat hatıralarıyla birlikte öbür taraftan dönüyor. Solda, arkadaşımın babası Tess’i beyinlerindeki kimyasalların değişiminin yarattığı sonuçların hükmü altına girerken görüyorum. Sağda, Radin ve Sheldrake’in kafatasının ötesindeki şuurun sırlarını açığa çıkaran psi araştırmaları var. Sola baktığımda Roger Sperry’nin aynı kafatasını paylaşan iki bilinç merkezinin çatışmaları arasında sıkışıp kalmış “ayrık beyin” hastaları var. Sağda, sahalar teorisi, parapsişizm, holizm (evrenin bütünlüğü) kavramları duruyor. Hepsi artık işlemeyen materyalizmi geride bırakmak gerektiği konusunda ısrar ediyor.

Koridorun bir yanında da yeteri kadar zaman harcarsam, öbür yandaki hikayeyi tamamen unutmam olası gibi görünüyor. Her iki taraf da onu algılamaya hazır her bireye tatmin edici yanıtlar sunuyor. Materyalizme ait olan şuurun beyin olmadan bir hiç olduğu iddiası, düalistik düşüncenin şuurun beyinden tamamen bağımsız hareket eden eterik bir yapı olduğu fikri kadar inandırıcı. Gerçek, ikisinin arasında bir yerlerde olmalı. Ama tam olarak nerede?

Parapsişizmin belli bir çekiciliği var. Bu hem onun zihin/beden problemiyle ilgilenmesinden, hem de geçerliliği olabilecek bir sezgiye sahip olması: şuurun başlangıçtan beri var olduğu düşüncesi.

Sheldrake’in zihnin beynin de dışına taşan sahalara sahip olduğu düşüncesi de ilgi çekici görünüyor çünkü telepati ya da kolektif bilinç gibi kavramları açıklamada oldukça yeterli bir teori. Sadece beynin nöron şebekesinin bir mıknatıs gibi işleyebileceği düşüncesini kafamda canlandırmak bana hala biraz zor geliyor. Bu “ortaya çıkma” fikri de bana cezp edici geliyor çünkü bilincin dışarıdan geldiğini söyleyerek bilime de biraz yaklaşmış oluyor. Ancak bir filozofun bana söylediği gibi: “Birisi bize bir şeyin ‘nasıl’ meydana geldiğini söyleyene dek, onu meydana getirenin Tanrı olduğunu söylememizde bir sakınca yoktur.”

Page 24: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Tanrı’dan da bahsetmişken, mistik geleneklerde de geçtiği gibi, şuurun önce oluşup, bir seviyeye eriştikten sonra maddeyi yarattığını söylemek de hala mümkün. Ve ben tüm bu çözümlerle fikirleri sıralayıp dururken umutlanıyorum ancak hepsi daha zor bir problemi ortaya çıkarıyor: Şuur kadar eterik ve tinsel bir şey, nasıl olur da madde ya da beyin gibi somut ve yoğun bir yapıya neden olabilir? Ve neden bunu yapmaya ihtiyaç duyabilir?

Belki de en tatmin edici fikirler, varoluşun çeşitli boyutlarının değişik seviyelerinin gerçekliğini kabul eden, içsel ve dışsal öğeleri, bilinç ve maddeyi içine alan, tüm bunları aynı olayın farklı açılardan görünümleri olarak algılayan, birini ötekine indirgenebilir olarak varsaymayan teorilerdir. Ancak, en iddialı teorilerin bile açıklayamadığı soru, şuur ve beynin “nasıl” olup da birbirine bağlanabildiği.

Kafamda canlandırmaktan en çok hoşlandığım yaklaşım ise şuurun, gerçekten de beynim tarafından yaratıldığı fikri oldu. Düşünsenize, tüm bu 3 boyutlu dünya, renkler, sesler, düşünceler, hisler ve hareketler; kafanızdaki bu kıvrımlı peynirimsi organik maddenin işlevlerinin bir sonucu olarak meydana geliyor! Göz önüne getirmek zor gibi geliyor, ancak gerçek olsaydı, maddenin doğası ile ilgili olarak ne söyleyebilirdik? Aslında biraz düşündüğümde hangisi keşfin dünyamızı daha çok sarsacağını merak ediyorum: Beynin zihni yaratması mı yoksa tam tersi mi?

Anladığım bir şey de şu ki, beynin yaşadıklarımızı şekillendirişi ile ilgili ne kadar çok şey öğrenirsek öğrenelim, insanlığımızın elden gidişi ile ilgili endişelenmemize hiç gerek yok. George Ellis ve diğerlerinin de altını çizdiği gibi, yalnızca nöronlarımıza bakılarak anlaşılamayacak gerçekler var. İnsanlığımızı kaybetmeyecek olsak da, bu araştırmalar esnasında, kaybedeceğimiz birkaç büyük fikir olabilir: insanlığımızın nelerden oluştuğuna dair.

Bilimin bize göstereceklerinden belki en büyüğü de biri de bizim sadece birer şuurlu organik makineler olduğumuz, tüm davranışlarımızın beyin kaynaklı olduğu gerçeği. Kişisel isteklerimiz, karakterimiz, eğilimlerimiz ve tepkilerimiz… Bunların çoğu, genetik faktörler ve sosyal koşulların etkisiyle beynimize işleniyor, ve biz bu seviyedeki oluşumları görme ve kontrol edebilme yetisinden oldukça uzağız.

Şimdi eğer söylemiş olduklarıma dikkatlice bakarsanız, bunların spiritüel liderlerin insanlığın son yüzyıllardaki vaziyeti ile ilgili söylediği şeylerin 21. yüzyıl versiyonu gibi olduğunu fark etmeye başlarsınız. Buda’nın zihnin şartlanmış doğasına ilişkin öğretilerinden, Gurdjieff’in “insan bir makinedir” iddiasına kadar, bizim şartlı ve mekanik doğamızı fark edip bunun üzerine çıkmaya ve bir özgürlük sahası keşfetmeye ilişkin söylemler mistik öğretilerde boy göstermiştir. Ve yine geleneklere göre, bunu başarmanın ilk yolu, makinemsi doğamızın farkına varmaktan geçmektedir. Hatta ironik olarak, bilim insanlığın spiritüel arayışlarını hiç kimsenin tahmin etmeyeceği bir biçimde desteklemeye başlayabilir.

Peki görünenin arkasındakine ne oldu? Şuurun gizemlerine, paranormal fenomenlere ve mistisizme ne oldu? Bilimin bize bunlarla ilgili öğreteceği bir şey var mı? Bu durumda, elimizdeki kanıtlar ve bilimin yaklaşımı bize “hayır” cevabını getirecektir. Beyin çalışmaz durumdayken bize NDE deneyimleri yaşatan, uzak mesafelerde bile bilgi akışını olanaklı kılan telepati deneyimlerini ve diğer psi olaylarını mümkün kılan, ve en önemlisi kendisini “mistik deneyimler” olarak yansıtan şey her ne ise, söylemek zorundayım ki o şey, nöronlarımıza indirgenebilecek düzeyde değil.

Page 25: Ya Tanrı Sadece Kafamızın İçindeyse

Kafatasımızın ötesindeki yeteneklerimiz ve farkındalığımıza ilişkin sorular, Radin’in de söylediği gibi, biyoloji veya sinirbilim değil de fiziğin araştırma alanına giriyor. O zaman sorulması gereken soru şu olur: “Bilgi akışı, bildiğimiz duyularımızı pas geçerek, zaman ve mekan boyunca nasıl gerçekleşiyor? Bunu ister Sheldrake, ister Radin’in görüşleriyle açıklayalım, her iki durumda da nöronlar dünyasının sınırlarının dışına çıkmış oluyoruz.

Fakat mistisizm ve spiritüelliğin işin içine girdiği noktada, durumun değiştiğini düşünüyorum. New Age fizikçilerinin de varlığına rağmen, bu konuları salt fiziğin alanı içinde görmek yerine daha yüksek, daha büyük bir şeyle uğraştığımızı ve doğası geri daha aşağı seviyelere indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Ancak din ve mistisizmin iddialarına inanmamız için yeterli bilimsel kanıt olmadığını şiddetle vurgulayacak, Andrew Newberg’in araştırmalarını göstererek biyolojinin, ruhsallığın bilimini açıklamada son derece yeterli olduğunu söyleyecek kişiler olacaktır. Fakat Newberg’in kendisinin de açıkça söylediği gibi, mistik bir deneyim yaşamış herkes, yaşadıklarının önceki deneyimlerinin hepsinden daha “gerçek” olduğunu ifade etmektedir. Elbette ki, materyalistler bu tarz sübjektif algıların onların objektif bilgiyi bulma çabalarında bir yeri olmadığını söyleyeceklerdir. Ancak, materyalist açıdan bakıp beynin gerçeğin tek merkezi ve son hakemi olduğunu kabul edersek, yüzyıllar boyunca beynin ruhsal gerçekliğe dair vardığı sonuçları, yani mistik deneyimlerin sıradan gerçekliğimizden daha üst bir düzene ait olduğu fikrini de kabul etmemiz gerekecek. Bu da bizi işin en ilginç noktasına götürüyor.

Newberg’in araştırmalarının da gösterdiği gibi, beyin bu büyük düzeni algılamamıza yarayan şeyin sadece küçük bir parçası. Bu da demek ki, hayat bir şekilde kendisini yansıtmakla kalmayıp, kendisinden de yüksek ve karmaşık olan, belki de kozmos’un yaratıcı enerjisi ve kaynağı olan şeyi algılayabilir hale geldi. Bu açıdan bakıldığı zaman, beyin denen organımız, korkutucu organik bir bilgisayardan çok, kendi başına gizemli ve hatta spiritüel bir yapı haline gelebilir. Sonuçta biz tüm bunları yapabiliyorsak, içinde daha ne çok dahiyane ve işlenmemiş potansiyeli barındırdığını kim bilebilir? İnsan evriminin daha başlangıç safhalarında olduğu bilindiğine göre, beynin muhteşem gizleri de daha yeni yeni kendilerini açığa çıkarmaya başladı. Eğer gri “madde”lerimizi, kendi kendimizi yok etmeden kullanmayı başarabilirsek, insanlığın yüksek potansiyellerinin hikâyesinin daha yeni başladığını fark etmemiz çok zaman almayacak.

Yazan: Craig Hamilton, Tercüme: Elif Okan - Zeynep Oğuz