42
İbn Haldun – Mukaddime (özet) ABDURRAHMAN İBN MUHAMMED İBN HALDUN EL-HADRAMÎ (1332/732- 1406/808) ( Kitâbu’l-iber ve’l-divânu’l-mübtedai ve’l-haber [mukaddimesi]; Esas: Beyrut 2001; Terc.: Halil Kendir, Yeni Şafak - İst. Eylül 2004 ) [Köşeli parantez içindekiler [ ] bana aittir. m.sezgin] ‘Çünkü taklid etmek, ilimlerde başkalarının hazırına konmak ve cehalet, insanların derin ve yaygın özelliklerinden biridir.’ (s. 26) ‘Bil ki tarih; önemli faydalı çok ve gayeleri yüksek bir ilimdir.’ (s. 31) ‘Onun için sana söylenen bu tür haberlere hemen inanıp kabul etme. Doğru olup-olmadığını anlamak için üzerlerinde iyice düşün ve doğru kriterlerle ölçüp değerlendir. Doğruya ulaştıracak olan Allah’tır.’ (s. 37) İbn Haldun; Harun Reşid’in içki içmediğini uzun uzadıya yazar… (bkz. s. 41-47) ‘Eğer devlet basiretli hareket eder, tedbirli davranır, haksızlık etmez ve doğru yoldan sapmaz ise pazarından som altın ve saf gümüş revaç bulur. Ama kin ile hareket eder, kötü amaçların peşinde koşar ve zulüm ve batılın komisyonculuğuna yönelirse o durumda pazarında sahte ve kötü şeyler revaç bulur. 1

Ibn haldun-mukaddime-özet

Embed Size (px)

DESCRIPTION

ibn-i haldun ve mukaddeme

Citation preview

Page 1: Ibn haldun-mukaddime-özet

İbn Haldun – Mukaddime (özet)

ABDURRAHMAN İBN MUHAMMED İBN HALDUN EL-HADRAMÎ (1332/732-1406/808)

( Kitâbu’l-iber ve’l-divânu’l-mübtedai ve’l-haber [mukaddimesi]; Esas: Beyrut 2001; Terc.: Halil Kendir, Yeni Şafak - İst. Eylül 2004 )

[Köşeli parantez içindekiler [ ] bana aittir. m.sezgin]

‘Çünkü taklid etmek, ilimlerde başkalarının hazırına konmak ve cehalet, insanların derin ve yaygın özelliklerinden biridir.’ (s. 26)

‘Bil ki tarih; önemli faydalı çok ve gayeleri yüksek bir ilimdir.’ (s. 31)

‘Onun için sana söylenen bu tür haberlere hemen inanıp kabul etme. Doğru olup-olmadığını anlamak için üzerlerinde iyice düşün ve doğru kriterlerle ölçüp değerlendir. Doğruya ulaştıracak olan Allah’tır.’ (s. 37)

İbn Haldun; Harun Reşid’in içki içmediğini uzun uzadıya yazar… (bkz. s. 41-47)

‘Eğer devlet basiretli hareket eder, tedbirli davranır, haksızlık etmez ve doğru yoldan sapmaz ise pazarından som altın ve saf gümüş revaç bulur. Ama kin ile hareket eder, kötü amaçların peşinde koşar ve zulüm ve batılın komisyonculuğuna yönelirse o durumda pazarında sahte ve kötü şeyler revaç bulur. Araştırıp doğruyu bulmadaki ölçü, eleştirel ve basiretli olmaktır.’ (s. 52)

‘Olması zaten mümkün olmayan bir ayıbın, aslında olmadığını ispat etmek için çalışmak da bir başka ayıptır.’ (s. 55)

‘Tarih, doğruyla yanlışın, öz ile kabuğun ve iyi ile kötünün karışıp iç içe girdiği bir alan haline gelmiştir. Bütün işlerin sonu Allah’a gider.’ (s. 59)

‘Farklı şeyleri mukayese edip karşılaştırmak ve birilerini örnek alıp taklid etmek, insanın bilinen bir özelliğidir. Ancak bunu yaparken dikkat edilmesi gereken pek çok hususu gözden kaçırıp onu gerçek amacının dışına çıkarmak, bu konuda sıklıkla düşülen yanlışlardan biridir.’ (s. 60)

Müellif; yalan haberlerin tarih ilmine nasıl sızdığından bahseder… (bkz. s. 69-70)

1

Page 2: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Haberlerin doğru ve gerçek olanlarını yalan olanlardan ayırmak sosyal hayatın karakterini ve doğasını bilmekle mümkün olur. Doğruyu yanlıştan ayırmada en iyi ve güvenilir yol budur.’ (s. 72)

‘İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır’ (s. 79)

Müellif, ince ayrıntılarıyla coğrafi bilgiler sunar dünyanın çeşitli bölgelerinden… (bkz. s. 83-115)

İklimin; insan ve hayvanlar üzerindeki etkisinden bahseder… ( bkz. s. 115-120)

‘Nefis terbiyecilerinin naklettiklerine göre, insan kendini açlığa, sabretmeye ve yemek yememeye de alıştırabilir. Biz o kimselerden [sufilerden] öyle şaşılacak haberler duyuyoruz ki, bu konuları bilmeyen biri, kolay kolay bunlara inanamaz.’ (s. 125)

‘Açlıktan ölenleri, açlıkları değil, daha önce alışkın oldukları tokluk öldürmektedir’ (s. 125)

‘Güç yetirilebiliyorsa açlık veya az yemek, vücut için her açıdan çok yemekten daha sağlıklıdır.’

Müellif; açlığa alışmanın mutasavvıfların yaptığı gibi tedricen olmasının şart olduğunu, kırk gün hatta daha uzun süre aç kalanlara şahit olduğunu söyler… (s. 125)

Yine müellif; dostlarından bazılarının tam on beş sene keçi sütüyle yetindiğini ve bunların inkar olunamayacak şeyler olduğunu belirtir… (s. 125-126)

‘Bütün eksikliklerden uzak olan Allah, kullarından bazılarını seçip, onlarla konuşmak ve onlara ilmini vermek suretiyle üstün tutmuş ve bu seçkin kullarının diğer kulları ile kendisi arasında aracı kılmıştır.’ (s. 127)

‘Mutezile mezhebi kerameti inkâr eder’ (s. 130)

Müellif; mucize ile keramet arasındaki bir farkın da mucizenin büyük vakıalar halinde olması kerametin ise sınırlı olması olduğunu söyler… (s. 131)

‘Peygamberler her türlü olağanüstü şeyleri gösterebilirken, velilerin bunlara gücü yetmez.’ (s. 131)

‘ İnsani nefs, gözle görülmemekle birlikte, varlığının izleri bedende aşikârdır’ (s. 132)

‘Allah, peygamberleri belli bir vakitte beşerilikten soyutlanacak özellikte yaratmıştır.’ (s. 134)

‘Kâhinin gaybi algılamaları kemal derecesine ulaşmaz. Çünkü onun ilham kaynağı şeytandır.’ (s. 136)

‘Ancak [kâhinlerin] söyledikleri doğru ve gerçeğe uygun olabileceği gibi tamamen yalan da olabilir.’ (s. 137)

2

Page 3: Ibn haldun-mukaddime-özet

Müellif; bazı kimselerin; şeytanların göklerden haber aşırmalarının risalet ile birlikte tamamen kesildiğine kanaat getirdiklerini, ancak bu konuda kesin bir hükmün olmadığını, ilgili ayetten [cin suresi, 8-9] ise haber aşırmanın risalet süresince kesildiğinin anlaşılması gerektiğini belirtir… (bkz. s. 137-138)

‘Risâlet, varlığıyla diğer bütün ışıkların kaybolup silindiği en büyük nurdur.’ (s. 138)

‘Onları [kâhinleri] kehanetten vazgeçmemeye ve peygamberleri yalanlamakta ısrar etmeye iten şey, peygamberliğin kendilerine ait olması için duydukları derin hırstır.’ (s. 138)

‘… Bundan zorunlu olarak çıkan sonuç ise nefsin, uykudayken gaybı idrak etmekte olduğudur. Bu durum (nefsin gaybı idrak etmesi) uykudayken gerçekleştiğine göre başka hallerde gerçekleşmesi de imkânsız değildir. Çünkü idrak eden zat birdir ve bütün durumlardaki özelliği de aynıdır. Nimeti ve lütfu ile doğruya ulaştıran Allah’tır.’ (s. 141)

Müellif; rüyada istediği şeylerin görülmesi için söylenecek sözlerden bahseder ve bunu bizzat denediğini ve sonuç ta aldığını belirtir… (s. 141) [Bunlara halumat (halumiyye) deniliyormuş…]

‘Yine bazı insanların sahip oldukları bir özellik sayesinde hadiseleri meydana gelmeden önce haber verdiklerini görüyoruz. Bunu yapmak için bir sanata başvurmadıkları gibi yıldızlar veya başka nesnelerden de yararlanmazlar (…) falcılar bu grubu teşkil eden insanlardandır. Bütün bu durumlar insanlar arasında mevcuttur ve kimse bunları [n varlığını] inkâr edecek durumda değildir.’ (s. 142)

‘Aynı şekilde delilere gaybten haber telkin edilir ve onlar da bunu haber verirler (…) yine nefislerini terbiye ile meşgul olan mutasavvıfların keramet sadedinde gaybi algılamaları olduğu bilinmektedir.’ (s. 142)

‘Şimdi bütün bu gaybî algılamalardan bahsedeceğiz...’ (s. 142)

‘Dünya şaşılacak şeyler ile doludur’ (s. 143) daha sonra müellif şöyle söyler: ‘Bütün bu insanların bu şekildeki idraklerinde doğru ve yanlış birbirine karışmıştır.’ (s. 144)

‘Şıkk b. Enmar b. Nizar ve Sutayh [veya Satih] b. Mazin b. Gassan, cahiliye döneminde Araplar’ın en meşhur kâhinleridir. Sutayh’ın vücudunda kafatasından başka kemik yoktu ve elbisenin katlandığı gibi katlanırdı. Onlardan nakledilen en meşhur hikâyelerden biri (…) Rabia b. Mudar’a Kureyş kabilesinden bir peygamber çıkacağını haber vermişlerdir.’ (s. 144)

Satih te aynı haberi Fars hükümdarı Mubazan’a vermiştir… (bkz. s. 144)

‘Bize gelen haberlere göre bazı zalimler, hapsettikleri bazı kişileri, sırf öldürülmeleri anında söyleyecekleri sözlerden, işlerinin akıbetinin ne olduğunu öğrenmek için öldürüyorlarmış.’ (s. 145)

‘Bu durum, çok fazla tefekkür ve açlıkla elde edilir’ (s. 145)

3

Page 4: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Mutasavvıfların nefis terbiyeleri ise dini olup bu tür yerilmiş amaçlardan uzaktır (…) onların bu yönelişlerinde yaptıkları şey, açlık ve bol zikir ile nefislerini terbiye etmektir. (…) mutasavvıfların gaybi şeyleri bilmeleri ve tasarruflardan bulunmaları ise onların hedefledikleri şeyler olmayıp kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.’ (s. 145-146)

‘Mutasavvıflar arasında bütün güzel ve hayırlı şeyler kendilerinde toplanmış olan ve ‘behlül’ (abdal) olarak anılan, gaybi idraklerde bulunan bir grup daha vardır ki, bunlar akıllılardan çok delilere benzerler. Ancak bununla birlikte onların velilik makamlarına ve sıddıklık hallerine ulaştıklarına ilişkin sağlam nakiller vardır. (…) belki de fıkıh bilginleri, mükellef olmamalarından dolayı, onların böyle (velilik) makamlarına ulaşmalarını inkâr ederler. Çünkü (onlara göre) velilik ancak ibadetle elde edilir. Ancak bu doğru değildir. Bu Allah’ın lütfudur ve dilediğine verir.’ (s. 147)

‘Müneccimliğin esasları Ptolemee’nin iddia ettiği gibi, tabii durumlara dayanmaktadır. Bu ise, keyfi hüküm ve tespitlere dayanmakta olup, hiçbir delil üzerine bina edilmemiştir.’ (s. 148)

Müellif; ebced hesabının bazı grupların elinde bir aldatmaca olarak kullanıldığını ve aslında hiçbir sağlam delil ve esas dayanmadığını belirtir.’ (s. 151)

‘Her akıl, gücünün yetmediği ve idrak edemediği şeyleri inkâr eder.’ (s. 154)

‘Bedeviliğin kabalığı, medeniliğin kibarlığından tarihsel olarak önce gelir.’ (s. 161)

Müellif; bedevilerin şehirlilerden daha ahlaklı olduğunu söyler.. (bkz. s. 163)

Huzeyme’nin (ra) şahitliği ve Ebu Bürde’nin oğlak kurban etmesinin ‘şahsa özel’ bir uygulama olduğu için.. (bkz. s. 165)

Müellif; bedevilerde cesaretin bir tabiat haline geldiğini bunun sebebinin ise insan tabiatından değil, ‘imkân ve alışkanlıkların insanı’ olmaktan kaynaklandığını söyler… (bkz. s. 178)

‘İddialar yayılıp meşhur olunca reddetmesi zorlaşıyor’ (s. 178)

Müellif; Yahudilerin asil bir nesepten geldiğini fakat bu durumlarının çok öncede kaldığın daha sonraları şeref ve şanlarının kendilerinden çekilip alındığını zillet içinde olduklarını fakat onların halen soylarıyla övündüklerini belirtir. (bkz. s. 181)

Yine müellif; İbn Rüşd’ün nesep konusundaki bazı sözlerinin birer yanılgı olduğunu söyler… (bkz. s. 181)

[Fakat İbn Haldun, gördüğümüz kadarıyla nesebe gereğinden fazlaca vurgu yapıyor ve bu konuda fazla ‘gerçekçi’ bir tavır takınıyor, Allahüâlem. ]

‘Evet, lüks ve sefahat içinde yaşamak; üstünlük ve galibiyeti sağlayacak olan asabiyeti ortadan kaldırır. Asabiyet (güç, nüfuz) yok olunca da, bir kabile (grup) ulaşmak istediği hedeflerine ulaşamaması bir yana, kendisini korumaktan da aciz kalır ve başkaları onu kendisine tabi kılar.’ (s. 191)

4

Page 5: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Zilleti kabullenen kendisini savunmaktan da aciz kalır. Kendisini savunmaktan aciz olan ise bir şeyi elde etme mücadelesini hiç yapamaz’ (s. 192)

İbn Haldun; İsrailoğlularının kırk yıl kadar çölde yaşamaya mecbur kılınmasının bir hikmetinin de; cesaretlerine tekrar geri kazanmaya, zor ve elverişsiz şartlara alışıp rahatı terk etmeye alıştırmaya vesile olduğunu belirtir.. (bkz. s. 193)

‘İnsanlara, kendi derecelerine göre muamele de bulunmak da adaletin bir parçasıdır’ s. 196)

‘Mağlupların her zaman giyimlerinde, binitlerinde, silahlarında, adetlerinde ve diğer hususlarda galiplere benzemeye çalıştıkları görülür’ (s. 200)

‘İlerleme ve gelişim, ancak emel ve beklentiler ve bu beklentilerin harekete geçirdiği hayvani duygulardaki heyecan ve canlılık sayesinde olur’ (s. 202)

‘Araplar, yukarıda saydığımız bütün olumsuzluklarına rağmen hakka ve hidayeti kabul etme hususunda da insanların en hızlı olanlarıdır. Çünkü tabiatları, ilkel ve göçebe hayattan kaynaklanan olumsuzluklar dışında lüks hayatın çarpıklıklarından ve kötü ahlakından korunmuş olduğundan hayrı kabul etmeye de yatkın ve hazırdır’ (s. 207)

Müellif; Arapları hareke geçirecek, onları hâkim kılacak tek etkenin ‘din’ olduğunu vurgular… (bkz. s. 208-209)

Müellif; en sağlam ve güzel dayanışmanın, birliğin din ile olacağını belirtir… (bkz. s. 221)

‘Kalpler tek bir noktada buluştuğunda artık onların önünde duracak kimse yoktur’ (s. 222)

Müellif, tasavvuf camiasından tarih boyunca birçok mehdi iddiasında bulunan kimselerin peyda olduğunu, bu gibi insanların vesveseli, akıl hastası veya normal yollardan başkanlık elde edemeyip böyle bir davet kisvesi altında bürünen tipler olduğunu belirtir. (bkz. s. 225-226)

‘Bazen de devlet aşırı lüks ve rahattan dolayı çöküş aşamasına geldiğinde, hükümdar kendi yakınlarının dışından birilerinin yardımcı olarak atar. Sert ve haşinliklerini kaybetmemiş ve bu yüzden savaşmaya ve zor şartlara tahammül eden bu yeni yardımcıları devletin askerleri olarak görevlendirir. Bu durum, neredeyse çöküşün eşiğine gelmiş olan devlete şifa verir ve devlet Allah’ın yıkılmasını takdir buyurduğu zamana kadar ayakta kalır’ (s. 239)

Müellif, tabi ömür süresinin üzerine çıkıldığı devirlerin (Hz. Nuh aleyhisselam gibi) çok az olduğunu, nadir olduğunu bildirir. (bkz. s. 241)

‘Devlet olmayı sağlayan güç ve üstünlük, ancak asabiyet ve asabiyete teşvik eden yiğitlik ve kahramanlık ile olur. Bu özellikler ise genellikle bedevi yaşamda bulunur’ (s. 244)

Müellif; bedevi toplumların nice medeni toplumları yendiğini belirtir ve ilginç bir misal olarak Araplardan bir grubun yerleşik bir toplumu yendikten sonra önlerine ganimet olarak getirilen yufkayı üzerine yazı yazılacak bir şey sandıklarını, aynı şekilde kâfur getirildiğinde ise bunu tuz sanıp yemeklerine karıştırdıkları görüldüğünü zikreder… (bkz. s. 244)

5

Page 6: Ibn haldun-mukaddime-özet

İbn Haldun, hükümdarın askerlerin ihtiyaçlarını karşılamayı terk edip onların sayılarını azaltma yoluna gitmesinin, devletin yıkılış sürecine girmesi anlamına geleceğini belirtir… (bkz. s. 250)

‘Gerçekte güneş ne sıcaktır ne de soğuktur. Sadece ışık saçıcı olan basit bir yapısı vardır’ (? s. 252)

Müellifin belirttiğine göre Harun Reşid döneminde devletin hesaplanmış bütün gelirleri: yaklaşık 2 milyon kilogram kadar altındır. Bundan sonra şöyle der: ‘Seçkin kimselerden pek çoğu geçmişteki devletlerle ilgili böyle haberleri duyduklarında hemen inkâr yoluna gitmektedirler; oysa bu doğru bir tavır değildir. Çünkü varlıklar ve toplumlar birbirlerinden çok farklı olabilmektedir.’ (s. 255)

Müellif anlatıyor: İşte İbn Batuta’nın anlattığı bunun gibi olayları insanlar garip bulur ve onu yalanlarlardı. O günlerde sultanın veziri olan ve iyi bir şöhrete sahip bulunan Faris b. Verdar ile görüştüm. İbn-i Batuta’nın anlattığı şeyler, insanlar tarafından çok yaygın olarak yalanlandığı için, ben de o haberleri yalanladığım izlenimi verdim. Bunun üzerine vezire Faris bana şöyle dedi: ‘Devletlerin bu gibi görmediğin hallerini inkâr etmekten sakın. Yoksa zindanda büyüyen vezirin oğlunun durumuna düşersin.’ Vezirin oğlunun hikâyesi şöyle: hükümdar bir veziri zindana atar ve vezir yıllarca orada kalır. Vezirin yanında olan oğlu da orada büyür. Aklı erecek yaşa geldiği bir gün, yemekte kendisine verilen et hakkında soru sorar. Babası ‘ bu koyun etidir’ der. Çocuk ‘koyun nedir?’ diye sorar. Babası da koyunun özelliklerini anlatır. Bunun üzerine çocuk babasına ‘Ey babacığım, (…) senin bahsettiğin koyun fareye hiç benzemiyor’ der ve bütün söylediklerini inkâr eder. Deve ve sığır etleri konusunda da aynı şey olur. Çünkü çocuk orada kaldığı sürede farenin dışında hiçbir hayvan görmemiştir ve bütün hayvanları fare cinsinden sanmaktadır. İşte insanlar bilmedikleri şeyler hakkındaki haberler konusunda çoğu zaman bu hale düşüyorlar. Tıpkı bu kitabın baş tarafında bahsettiğimiz gibi, anlatılan şeyleri ilginç kılmak için abartılı sunulmasından şüphe duydukları gibi…’ (bkz. s. 256)

‘Bir imamın (halifenin) bulunması farzdır. Şer’i olarak bunun farz oluşu, sahabenin ve tabiinin icması ile sabittir’ (s. 271)

Siyasetin bazen neden yerildiğine dair… (bkz. s. 273)

‘Halifenin Kureyş’ten olmasının şart olmadığını söyleyenlerden biri de Kadı Ebubekir Bakıllâni’dir. Bakıllâni, artık Kureyş’in bir gücü kalmadığını ve acemlerin halifeler üzerinde hâkimiyet kurduklarını görüne – her ne kadar Haricilerin görüşüyle uyum içinde olsa da – halifenin Kureyş’ten olma şartını düşürmüştür. Bununla birlikte çoğunluk, halifenin Kureyş’ten olmasının şart olduğunu söylemeye devam etmişlerdir. Hatta Müslümanların işlerini görmekten aciz olsalar bile. Ancak…’ (s. 275)

Müellif burada bu şarttan kasdın; güç ve nüfuz olmasını gerektiğini söyler ve bunun olmazsa olmazlardan olmadığı görüşüne meyleder… (bkz. s. 275-277)

Müellif; Şia’nın hilafet anlayışından bahsediyor… (bkz. s. 278-284)

6

Page 7: Ibn haldun-mukaddime-özet

Şiiler’in iddiaları sadedinde şunları söyler: ‘Bizi, bu haddi aşmış grupların iddialarını reddetme zahmetinden, bizzat onların imamları kurtarmıştır. Çünkü onlar bu iddialarda bulunmadıkları gibi, onların getirdiği delilleri de geçersiz sayıyorlar.’ (s. 282)

Bâtıniler, Hasan b. Muhammed Sabbah [Hasan Sabbah] ve olayları anlatan Şehristâni hakkında… (bkz. s.284)

‘Bil ki, Allah katıda dünya ve dünyaya ait her şey ahiret için bir vasıtadır. Bu vasıtayı kaybeden kişi ona ulaşma imkânını da kaybeder. Hz. Peygamber (as)’ın hükümdarlıktan sakındırmasının veya hükümdarların insan olmalarından kaynaklanan fillerini kınayıp yermesinin ya da hükümdarlığı terk etmeye davet etmesinin anlamı, onu tamamen ve temelinden reddetmek değildir.’ (s. 285)

‘Eğer öfkelenme ve kızma hissi insandan tamamen çıkartılıp atılsa, (zulme karşı) hakkı savunmak ve Allah’ın sözünü yüceltmek için cihad etmek de ortadan kalkardı. Onun için yerilen ve kınanan öfke şeytani ve kötü amaçlar için olandır’ (s. 286)

Hz. Ömer (ra)’in bazı uygulamaları hakkında… (bkz. s. 286-287)

‘Öldürüldüğünde Hz. Osman (ra)’ın yüz bin dinar ve bir milyon dirhemi (gümüş para) vardı. Kura vadisi, Huneyn ve başka yerlerdeki arazilerinin kıymeti ise yüz bin dinardı. Yine geriye çok sayıda deve ve at bırakmıştı. Hz. Zübeyir’in (ra) vefat ettiğinde geride bıraktıklarının sekizde birinin miktarı ise ellibin dinar bin at ve bin cariye idi. Hz. Talha’nın (ra) Irak’taki arazilerinin günlük geliri ellibin dinar, Serra bölgesindeki geliri ise bundan daha fazlaydı. Hz. Abdurrahman b. Avf’ın (ra) bin atı, bin devesi ve on bin koyunu vardı. Vefat ettiğinde geride bıraktığı mirasın dörtte biri seksen dört bin dinardı. Zeyd b. Sabit (ra), yüz bin dinar kıymetindeki mal ve arazilerin dışında baltalarla parçalanıp bölünecek kadar çok altın ve gümüş bıraktı. (…) evet, bu alıntılar Mesudî’nin kitabından. Görüldüğü gibi o dönemde Müslümanların gelirleri böyleydi. Ancak bu gelirlerinin kaynağı ganimetler, haraçlar ve vergilerdi ve dinleri açısından zengin olmaları, onlar için bir felaket olarak görülmüyordu. Çünkü onlar, yukarıdaki söylediğimiz gibi yaşayışlarında doğru istikametten şaşmazlar ve harcamalarını hak yolunda ve hak uğrunda yaparlarsa zenginlikleri hayırlı işler yapmada ve ahiret yurdunu kazanmada kendi kendilerine yardımcı olur. (a…) asabiyetin bir gereği olarak Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki fitnelerin baş göstermesinin ve birbirleriyle savaşmasının sebebi, bazılarının sandığı ve kâfirlerin kabul ettiği gibi dünyevi ve batıl amaçlar veya şahsi kin değil, doğru ve hak olanın tespitinde ictihadlarının farklı olması, her birinin diğerinin görüşünü yanlış bulmasıdır. Gerçekte doğru olan Hz. Ali’nin görüşü olsa da, Muaviye de batıl bir amaç güderek hareket etmemişti. O da doğruyu amaçlamış anacak hata etmişti. Dolayısıyla hepsinin niyeti de hakkı ve doğruyu gözetmekti. (…) sonra hükümdarlığın tabiatı, yönetimi tek kişinin ele almasını gerektirdi. Muaviye’nin ne kendisi ne de kavmi için bundan kaçınması söz konusu değildi. Asabiyet, tabiatı gereği onu bu işe yöneltti. Emeviler de (Muaviye’nin aşireti) bunu hissetiler ve hakkı gözetmek konusundan Muaviye (ra) ile aynı düşüncede olmasalar bile onu desteklediler. (…) bütün bunlar asabiyetin bir sonucu olan hükümdarlığın (devlet olmanın) özellikleridir. (…) aynı şekilde Muaviye de (ra), Emevilerin yönetimin kendilerinin dışında birine teslim edilmesini kabul etmeyeceklerinden ve bu yüzden ayrılığa düşeceklerinden korktuğu için halifeliği oğlu Yezid’i vasiye etti. Eğer başkasını vasiyet etseydi, Emeviler o kişiyi kabul etmek hususunda anlaşmazlığa düşerlerdi. Diğer taraftan Yezid hakkındaki düşüncelerinde olumluydu. Hiç kimsenin bundan şüphesi olamaz ve Muaviye (ra) hakkında farklı bir düşünceye sahip olamaz. Eğer Muaviye onun

7

Page 8: Ibn haldun-mukaddime-özet

fasık olduğuna inansaydı, onu vasiyet etmezdi. Evet, Muaviye (ra) böyle bir şeyi yapmaktan uzaktır.’ (s. 288-289)

Harun Reşid, Abdulmelik b. Mervan, Ömer b. Abdülaziz devri özeti için… (bkz. s. 289-290)

‘Durum başlangıçta halifelikti ve din sayesinde herkes kendi nefsi üzerine gözetleyici ve hakimdi. Tek başlarına kalsalar ve yok olmalarına sebep olsa bile dinlerini bütün dünyalıklarından üstün tutup tercih ediyorlardı. Örneğin; Hz. Osman, evi asiler tarafından sarıldığında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Abdullah b. Ömer ve İbn Cafer gibi pek çok kişi onu savunmak istemiştir, ancak o ölümüyle sonuçlanacak bile olsa Müslümanların ayrılığa düşüp birliklerinin dağılmasından korktuğu için Müslümanlar arasında kılıçların çekilip kan akıtılmasını hoş görmemiş ve onları bundan sakındırmıştır.’ (s. 291)

‘Biat hareketleri boş ve saçma değildir. Hükümdarlara karşı olan davranışlarında bunları gözet.’ (s. 294)

Halifenin, kendisinden sonraki halifeyi seçmesinin ve ona itaat edilmesinin caiz olduğu, ümmetin icması ile sabittir. Çünkü Hz. Ebubekir, bazı sahabelerin huzurunda Hz. Ömer’i halife olarak vasiyet etmiş onlar da bunu caiz görmüşler ve Hz. Ömer’e itaat etmişlerdir. (…) işte bu yüzden Muaviye (ra) halifeliğe daha uygun olacağını düşündüğü başka birini değil de oğlu Yezid’i vasiye etmiş ve hüküm koyucu için en önemli şey olan birlik ve beraberliğin muhafazasını gözeterek daha faziletli olanı, faziletli olana tercih etmiştir. Muaviye hakkında bundan başkası düşünülemez. Adaleti ve Hz. Peygamber (as)’ın sahabesi oluşu, onun hakkında farklı bir düşüncede bulunmaya engeldir (…) Zaten Muaviye’nin oğlu Yezid’i vasiyet etmesinde, büyük sahabelerin hayatta olmaları ve buna ses çıkarmamaları, bu işin caiz olduğu konusunda herhangi bir şüphe bırakmamaktadır. Çünkü hakkı haykırmak konusundan hiçbir şey onlara engel olamazdı.’ (s. 296 vd.)

Müellif; Hz. Ali, Hz. Aişe, Hz. Osman, Hz. Zübeyir b. Avvam ve oğlu, Talha b. Ubeydullah, Said, Numan b. Beşir vb. sahabeler (r.hum) hakkında şöyle der: ‘ Bu kişilerden hiçbirinin adaleti konusunda en ufak bir şüpheye düşme. Bu konuda onları lekeleyecek hiçbir şey yoktur. Onların kim olduklarını biliyorsun [onlar sahabelerdir]’ (s. 301)

‘Eğer insaf gözüyle bakarsan Hz. Osman (ra) meselesinde ve daha sonra anlaşmazlığa düşen sahabelerin hepsinin mazur olduğunu görürsün.’ (s. 301)

‘Birbirleriyle anlaşmazlığa düşen sahabelerin ve tabiinin her biri meydana gelen bu olaylardan dolayı mazurdur. Hepsi de dinin emrine önem veriyor ve dinin hiçbir hususunu ihmal etmiyordu. Her biri meydana gelen olaylara bakıyor ve ictihadda bulunuyordu. Allah bütün hallerinden haberdardır ve en iyi şekilde onları bilir. Bizlerin ise onlar hakkında, hayırdan başka bir şey düşünmememiz gerekir. Çünkü onların halleri ve onlar hakkında söylenmiş doğru sözler bunu gerektiriyor.’ (s. 302)

‘Hz. Hüseyin de, fâsıklığından dolayı Yezid’e isyan edilmesi gerektiğini düşündü. Özellikle de buna güç yetirebilecek biri için. Kişisel ehliyeti ve toplumsal gücü ile buna geç yetirebileceğini zannetti. Kişisel ehliyeti konusundaki zannı doğruydu, ancak toplumsal gücü konusunda hata etmişti.’ (s. 302)

8

Page 9: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Hz. Hüseyin’e muhalefet eden ve ona yardım etmeyen bu insanları günahkâr sayma yanlışına düşmekten sakın. Çünkü onlar sahabelerin çoğunluğuydu ve Yezid’in yanında olup ona isyan edilmesi görüşünde değillerdi. (…) [Ancak Hz. Hüseyin] kendisine yardım etmeyişlerini kınamıyordu. (…) Şöyle düşünme; Yezid fasık olsa da, sahabeler ona isyan etmeyi caiz görmemişlerdir. Dolayısıyla Yezid’in yaptıkları onlara göre doğrudur. Bil ki fâsık birinin ancak meşru işlerine itaat edilir’ (s. 303)

‘Eğer onları [sahabeleri] kötüleyip karalayacak olursak, geriye adalet ile nitelenecek kim kalır? (…) Yine onların ihtilaflarının ümmetin kendilerinden sonra gelenleri için rahmet olduğuna inan.’ (s. 303-304)

O zamanki ihtilafların muhteşem yorumlarını okumak için… (bkz. s. 285-314)

‘İslamiyet’in dışındaki diğer dinlerin davetleri gelen olmadığından ve cihad da ancak kendilerini savunmak için meşru olduğundan, dini işleri yerine getiren kişinin devlet yönetimiyle dini işleri yerine getiren kişinin devlet yönetimiyle herhangi bir ilgisi yoktur.’ (s. 319)

‘İncil’in bu dört nüshası birbirinden farklıdır. Bu İncillerde yazılanlar, sadece Allah’tan gelen vahiy olmayıp, bunlara Hz. İsa’nın ve havarilerinin sözleri de karışmıştır. Anlatılanların neredeyse tamamı, nasihatler ve kıssalardan ibaret olup, hükümler gerçekten çok azdır.’ (s. 321)

Müellif; Hz. Hıristiyanlık tarihi hakkında bilgiler verir… (bkz. s. 319-324)

‘Şer’i hükümler, kulların bütün fiillerini kuşatmıştır’ (s. 235)

‘Müellif, ilk emirü’l-müminin lakabının Hz. Ömer’e verildiğini yazar… (bkz. s. 315)

Müellif, divan kelimesinin sonraları mali işlerin kayıtlarının ve usullerinin bulunduğu kitaplar için kullanıldığını söyler… (bkz. s. 332)

Müellif; asker kayıtlarının tutulduğu divan çalışmasının, Zühri ve Said b. El-Müseyyeb’in naklettiklerine göre hicri yirminci yılın muharrem ayında gerçekleştiğini belirtir… (bkz. s. 333)

‘Mağrip halkı arasında, hadis kitaplarına dayalı olarak, Müslümanların Hıristiyanları hezimete uğratacağı, denizin arkasındaki Frenk ülkelerini fethedeceği ve bunun da donanmalarla yapılacağı kanaati yaygındır. Allah, müminlerin dostudur.’ (s. 344)

Müellif; devletin yeni kurulması aşamasından ve ihtiyarlık çağında kılıcın, kalemden daha üstün ve gerekli olduğunu anlatır… (bkz. s. 345)

9

Page 10: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Korkunç sesler kalpleri korkutmada etkilidir. Gerçekten de bu, psikolojik bir durumdur ve savaş durumlarında herkes bunu hisseder.’ (s. 347)

‘İslam’da ilk olarak kendisine taht edinen kişi Muaviye’dir. Muaviye; ‘Ey insanlar! Ben şişmanladım diyerek taht edinmek hususundan onlardan izin istemiş, onlar da izin vermişlerdir.’ (s. 350) [Buna benzer şeyler hep zikredilir zaten ]

Müellif; dinar ve dirhemlerin ölçüleri hakkında sahabe ve tabiin devrinden itibaren bir icma oluştuğunu belirtir. ‘ (bkz. s. 352)

‘Hz. Ali’nin Sıffin savaşında yaptığı konuşmadan bir bölüm: ‘Seslerinizi alçaltın; bu, başarısızlığı uzaklaştırdığı gibi, heybetli ve vakarlı olmaya da daha uygundur.’ (s. 365)

Devletin bazı sektörlerde özelleştirmeye gitmesi hakkında… (bkz. s. 375)

‘Zulmü sadece, insanların mallarının ve mülklerinin karşılıksız ve sebepsiz olarak ellerinden alınması olduğunu sanma. Zulüm bundan çok daha geneldir. Her kim birisinin malını (haksız olarak) alır, onu zorla çalıştırır, ondan şeriatın istemediği bir hakkı ister veya ona şeriatın yüklemediği bir sorumluluğu yüklerse, zulmetmiş olur.’ (s. 382)

‘Savaşlarda zafer ancak (taktik ve hile gibi) psikolojik ve vehmi olan gizli sebeplerle elde edilir. Her ne kadar silah, sayı ve sadakatle savaşma gibi dış etkenler savaşı kazanmaya kefil olsa da, işin içine gizli sebepler girdiğinden bunlar yetersiz kalır. Hz. Peygamber (as) bir hadisinde şöyle buyuruyor: Harp, hiledir.’ (s. 399)

‘Mucizeler olağan durumlarla kıyaslanamaz ve mucizelere olağan durumlarla itiraz edilemez.’ (s. 401)

***

***

‘Kâhinlerin gelecekten haber vermek için kum üzerine şekiller çizenleri ‘müneccim’ çakıl taşları ve hububat tanelere saçanları ‘hasip’, ayna ve suya bakanları ‘daribu’l-mindel’ olarak isimlendirilir. Evet, bu durum şehirlerde yaygın olan bir kötülüktür. Şeriat böyle yapmayı kınayıp reddetmiş ve Allah’ın, rüya yoluyla veya veli kullarına ilham yoluyla bildirmesinin dışında insanların geleceği bilemeyeceklerini kesin olarak haber vermiştir.’ (s. 434)

‘Cafer ve onun gibi ehl-i beytten olan pek çok kişiden böyle haberler [olağan üstü haberler] nakledilmiştir. Bu haberlerin dayanağı – Allah en iyisini bilir – velilik (velayet) konumlarından dolayı keşif’tir. Bu gibi durumlar (yani Allah’ın ilham etmesiyle gaybi bilgilere vakıf olmak) onların soyundan gelen diğer veliler için bile inkâr edilmediğine göre, bu şerefli dereceye ve Allah tarafından bahşedilmiş kerametlere sahip olmak onlar için daha öncelikli ve geçerlidir. Hz. Peygamber (as) şöyle buyuruyor: Sizin içinizden kendisine ilham olunanlar vardır.’ (s. 435)

10

Page 11: Ibn haldun-mukaddime-özet

İbn Haldun, cefir kitabının Cafer es-Sadık’tan nakledildiğini bildirir… (s. 438-439) [fakat bu isabetli olmayabilir, zira İmam Şâtibî, ilm-i cifir’in, İslamiyet öncesinde de kullanıldığını bildiriyor.]

Bir olay: Halife Memun, o muhitlerin bilgesi Zuban’a hükümdarlığı hakkında sorular sorar. Zuban da olacak olayları sayıp döker gördüğünce. Halife bunların nereden biliyorsun diye sorunca Zuban şöyle der: ‘Filozofların kitapları ile satranç oyununu icad etmiş olan Hintli Sasa bin Dâhir’in koymuş olduğu hükümlerden.’ (s. 442) Bakın satrancı kim bulmuş :)))

‘Doğuda da İbn Arabî’ye nispet edilen bir melhameyle [ ileride olacak olayları anlatan kaside türü yazılar, ç. Melahim ] karşılaştım (…) yine doğuda İbn Sina’ya ve İbn Ukab’a nispet edilen başka melhameler olduğunu duydum. Ancak bunların doğruluğuna ilişkin hiçbir delil yok.’ (s. 445)

Müellif; bir eleştiri naklederken karşıdaki muhalifini ‘sakallarını traş eden bidat ehli’ diye bir ifade kullanıyor… (bkz. s. 446)

Müellif; daha önce İrem diye bir şehrin olamayacağını eğer olsaydı onlardan birer eser veya iz kalacağını söylemiş ve bazı müfessirleri bu konuda eleştirmiş fakat aynı tavrı kendi ifadesiyle hamamları 6500’e ulaşan Bağdat hakkında göstermemiştir. Müellif, Bağdat şehrinin tamamen ortadan kalkıp, harap olduğunu söylüyor… (bkz. s. 464)

‘Çoğu insan, Kisra’nın sarayını, Mısır piramitlerini (…) görkemli yapıları gördüklerinde bu eserleri tek veya topluca ama sadece bedeni güçlerini kullanarak yaptıklarını düşünüp, bunları yapabilecek çok güçlü ve büyük vücutları olduğunu sanırlar. Teknik aletlerin kullanımını ve mühendislik sanatının inceliklerini ise gözden kaçırırlar.’ (s. 467)

‘Güneşin kendisi ne sıcaktır ve de soğuktur. Sadece ışık saçan basit yapıdaki bir gök cismidir.’ (s. 468) ?

‘Bir şeyi yıkmak, onu bina etmekten daha kolaydır.’ (s. 469)

Müellif; Harun Reşid’in uğraşmasına rağmen Kisra’nın sarayını yıkmaktan aciz kaldığını söyler. fakat bu makul gibi görünmemektedir. Her ne olursa olsun az sayıdaki bir topluluk bile azim ve gayretle kısa bir sürede birçok yapıyı harap edebilir. Harun Reşid başka bir sebepten dolayı bu işten vazgeçmiş olmalıdır, Allahüâlem (bkz. s. 481)

Müellif; rüzgârın insanların hareketleriyle oluştuğunu iddia eder… (bkz. s. 472) ?

‘Allah’ın Kâbe’ye verdiği üstünlük şeref ve önem tam olarak bilinip idrak edilemeyecek kadar çoktur.’ (s. 478)

Müellif; Selahaddin Eyyubi hakkında ‘el-Kürdî’ nispesini kullanır… (bkz. s. 481)

11

Page 12: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Badiyelerde (kırsal kesimde) yaşayanların çoğunluğu ise saflıklarını korumaya çalıştıkları ve bununla övündükleri nesep sahipleri kimselerdir. Çünkü buralarda nesep bağları çok kuvvetli ve sağlamdır.’ (s. 485)

Müellif; emeklerinin sonucu bir artırım ve biriktirim yapamayan toplumları ‘fakir ve yoksul’ olarak nitelendirir… (bkz. s. 493)

Müellif; her türlü günah işlemeyi karakter haline dönüştürülmüş kimselerin, toplum içinde artmasının sonucu, Allah’ın o bölgelerin harap olup yıkılmasına izin vereceğini belirtir… (bkz. s. 509)

‘Gözlemlerden ve nakledilen haberlerden anlaşılıyor ki, kırk yaş insan için olgunluğun ve gücün zirvesine çıkıldığı bir yaştır.’ (s. 507)

‘Medeniliğin kötü ve bozucu taraflarından biri de –lüks ve konfordan dolayı- hiçbir ölçü ve sınır tanımayacak şekilde arzu ve şehvetlere aşırı düşkünlüktür. Bu önce mideye düşkünlük, yani en güzel ve lezzetli yemekleri ve içecekleri yiyip içmek şeklinde başlar. Sonra buna zina ve eşcinsellik de dâhil olmak üzere cinsi arzuların peşine düşüp onları tatmin etmek eklenir.’ (s. 509)

‘Medenilik ve lüks neticesinden elde edilen ahlak bozulmanın ta kendisidir.’ (s. 510)

‘Medeni insan bir taraftan lüks ve konfor içinde diğer taraftan da eğitim ve öğretimin disiplin ve baskıya dayalı terbiyesi altında yetiştiğinden sert ve haşin kişiliğini kaybetmiş ve başkalarının korumasına muhtaç biri haline gelmiştir. Diğer taraftan medeni insan dini açıdan da bozulmuştur. Çünkü çok nadir istisnalar dışında medeni insan genellikle lüks alışkanlıklarının esiri olmuş ve nefsi bu alışkanlıklarının bağımlısı haline gelmiştir.’ (s. 510)

‘Bil ki, şehirlerde, o şehirlere hâkim olan veya o şehirlerin kurucuları olan milletlerin dilleri konuşulur. Bu yüzden çağımızda doğu ve batıdaki bütün İslam şehirlerinde bulunan dil Arapçadır. (…) Bunun sebebi İslam devletinin diğer milletlere galip gelmiş olmasıdır.’ (s. 517)

‘Başkalarına güvenmek bir acziyettir.’ (s. 525)

‘Alışkanlıklar, insanın tabiatını alışageldiği şeyler istikametinde değiştirmektedir. Bu yüzden insan, geldiği soyun değil yaşadığı ortamın ve alışkanlıklarının çocuğudur.’ (s. 525)

‘Bil ki, şehirlerdeki kıt akıllı kimselerin çoğu, kazanç elde etmek için toprağın altındaki malları (defineleri) çıkartmaya çok düşkündürler.’ (s. 527)

‘Bazen çok fazla hayır, ancak az miktarda şerrin varlığıyla elde edilir.’ (s. 535)

‘… Makamlara talip olanlar, bunları verme durumunda olanlara boyun eğmek ve yalakalık yapmak zorundadır.’ (s. 535)

‘Bir şey için yaratılmış olana, o şey kolaylaştırılır.’ (s. 536)

‘Eğer kanunların engellemesi olmasa, insanların malları yağma edilirdi.’ (s. 543)

12

Page 13: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘İnsanlar her malın orta kalitesine yönelirler. Onun için tacirin bu hususa dikkat etmesi gerekir.’ (s. 545)

‘Şehirlerdeki basiret ve tecrübe sahibi kişilere göre, zirai mahsullerin (gıda maddelerinin) fiyatların yükselmesi için stoklayıp saklanması olan ihtikâr (karaborsa, vurgunculuk) uğursuz bir hadisedir ve bundan elde edilecek fayda da kaybolup hüsranla sonuçlanır.’ (s. 547)

‘Her fiil, mutlaka nefislerde bir etki yapar. İyi filer güzel ve hayırlı etki, kötü fiiller ise tam tersi bir etki yapar. Dolayısıyla eğer kötü fiiller önceliği alır ve sürekli tekrar edilirse, etkileri kökleşip sağlamlaşır.’ (s. 550)

‘Bizzat görülen şeylere dayanılarak kazanılan meleke, habere dayanılarak kazanılan melekeden daha sağlam ve mükemmel olur.’ (s. 553)

‘Eğitimde öncelik, basit olanlarındır.’ (s. 553)

‘İnsan fikri, mükemmel şekline ulaşana kadar, düşüne düşüne ve tedricen, sanatları kuvveden (potansiyelden) fiiliyata geçirir. Ancak bu durum tek bir seferde ve birden bire değil, uzun bir zamanın ve nesillerin geçmesiyle olur.’ (s. 553)

‘Endülüs’teki medenilik, başka hiçbir bölgede ulaşılmamış olan bir seviyeye ulaşmıştır.’ (s. 557)

Müellif bunun sebebini; uzun yıllar burada kaos ortamından uzak devletlerin hüküm sürdüğünü ve böylece o toprakların bayındır bir yer haline geldiğine bağlar.. (bkz. s. 557)

‘Araplar tamamen bedeviliğe gömülmüş bir topluluk olup, sanatların ve diğer (medeni) hususların ortaya çıkışına zemin hazırlayan medeni umran olmaya en uzak noktadadır.’ (s. 561)

‘Herhangi bir ilim dalında, son derece iyi bir seviyeye ulaşacak derecede meleke kazanmış bir âlimin, başka bir ilim dalında da aynı derecede meleke kazanmış çok az görülür.’ (s. 563)

‘Çiftçilik, bir bedevi sanatıdır. Şehirliler ne çiftlik yaparlar, ne de çiftçiliği bilirler.’ (s. 565)

Müellif; geometriyi çokça gerektirdiği için Oklides, Apoloniyus, Mineliyus gibi yunanların iyi bir marangoz ve geometrici olduğunu söyler… (bkz. s. 571)

‘Söylendiğine göre bu sanatı [marangozluğu] insanlığa ilk öğreten kişi Hz. Nuh (as)’dır. Tufan esnasındaki mucizesi olan kurtuluş gemisi bu sanat sayesinde inşa etmiştir (…) onun bu sanatı öğrenen ve insanlara öğreten ilk kişi olduğuna ilişkin hiçbir delil yoktur (…) Nuh Peygamberden önce bu sanata ilişkin sahih bir haber gelmediği için, sanki bu sanat öğrenen ilk kişinin o olduğu kabul edilmiştir.’ (s. 571)

‘Siyahîlerin yaşadığı yerlerdeki insanların gelende çıplak olduklarını duyuyuroz.’ (s. 573)

13

Page 14: Ibn haldun-mukaddime-özet

Hermes, İdris peygamber mi?

‘Halk, bunları [dokumacılık ve terzilik] nebilerin en eskisi olan Hz. İdris (as)’a nispet ederler. Hermes’e de nispet ettikleri oluyor. Hermes’in, İdris peygamber olduğu da söyleniyor.’ (s. 573) [ Konuyla alakalı olarak ek bilgi; ‘filozoflar arasında zikredilen Hermes, Kur’an’daki İdris (as)’dır.’ (Ebu Hatim er-Râzi, A’lamu’n-nübüvve, s. 277, Tahran) ; ‘Tıb sanatının nispet edildiği Asklepias; astronominin nispet edildiği Hermes ve muayyen Hint bilgeleri esasen ilahi vahye yahut ilhama mazhar olmuş şahsiyetlerdir.’ ( Amiri, el-İ’lem bî menâkıbi’l-İslam, s. 101) ]

‘Ebesiz gerçekleşen doğumların mucize cinsinden olan örnekleri çoktur. Örneğin, Hz. Peygamber (as) göbeği kesilmiş, sünnet edilmiş ve ellerini yere koyup gözlerini gökyüzüne dikmiş bir vaziyette doğmuştur. Hz. İsa (as)’nın doğumu da böyledir. (…) İlham olunan bir özellik sayesinde ebesiz gerçekleşen doğumlar da inkâr edilemez. Arı gibi pek çok hayvana şaşılacak ilhamlar yapıldığına göre, acaba hayvanlardan üstün kılınmış insanın, özellikle de Allah’ın kerametlerine nail olmuş kimselerin durumu hakkında ne düşünülebilir?’ (s. 575)

Bundan sonra müellif, Farabî’ye ve İbn Sina’ya karşı eleştiri yöneltir… (bkz. s. 576 vd.)

Farabî, insanlığın devamı için ebelik sanatının şart olduğunu, İbn Sina ise bunun şart olmadığını ve insana bakabilecek bir hayvana ilham verilebileceğini; [Hayy b. Yakzan örneğini bunun için veriyor] İbn Haldun ise; bunların hiçbirine mutlak olarak ihtiyaç olmadığını, Allah’ın gücünün sebepsiz de yaratabileceğini söyler… ‘ Çünkü onun [İbn Sina] delili, fiillerin gerektirici bir sebebe (illetü’l-mucibiye) dayanmasını gerektiriyor. Oysa fail-i muhtar delili ile onun bu görüşü reddedilir. Çünkü fail-i muhtar görüşünde filler ile ezeli kudret arasında bir vasıtanın olması gerekmiyor. Dolayısıyla İbn Sina’nın yaptığı zorlamalara gerek yok.’ (s. 576)

‘Peki, böyle olmasına sebep nedir? Eğer bu özellik [bebeğe süt emzirme] bir hayvana ilham ediliyorsa, bunun bizzat bebeğe ilham edilmesine engel nedir? (…) Bir şahısta ilhamın kendi çıkarları için yaratılması başkasının çıkarları için yaratılmasından daha makuldür.’ (s. 576)

‘Bil ki, bütün hastalıkların temelde gıdadan kaynaklanır. Âlimler tarafından hadis olduğu şüpheli bulunsa da tabipler arasında yaygın olarak nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber (as) şöyle buyuruyor: ‘Mide hastalıkların yuvasıdır. Perhiz sağlığın başıdır.’ (s 577; Dipnotta Haris b. Kilde’nin sözü olarak… )

[ Konuyla alakalı olarak Hafız İbn Receb el-Hanbelî, şu bilgileri kaydeder: ‘Arapların meşhur tabibi, Haris b. Kelde şöyle der: ‘Perhiz ilaçların başı, oburluk ise bütün hastalıkların başıdır.’ Bazıları bu sözü de merfu olarak rivayet etmişlerdir ki bu da sahih değildir.’ el-Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem, 3/235; Buradaki dipnotta Sehavi ve el-Iraki’nin bunun merfu olarak aslı olmadığı görüşü zikredilmiştir. Müellif, Mehdi konusunda takındığı o sıkı tavrı burada da gösterebilseydi. ]

14

Page 15: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘İslam’ın bidayetinde, Arapların bedevi bir yaşama sahip olmaları ve sanatlardan uzak bulunmaları yüzünden Arap yazısı ileri bir seviyeye ulaşmış değildi, hatta orta düzeyde bile değildi. Onun için sahabeler tarafından yazılmış olan Mushaf yazılarına bakıldığında, sağlam ve güzel bir şekilde yazılmadıklar, hatta çoğu zaman da yazı sanatının gerektirdiği ölçü ve kuralları aykırı oldukları görülür.’ (s. 582)

‘Bazı gafillerin, sahabelerin yazı sanatında usta oldukları yazılarında hata gibi görülen bazı hususların gerçekte böyle olmadığı, aksine her birinin bir açıklamasının bulunduğu şeklindeki iddialarına asla iltifat edilmemelidir.’ (…) Yazının kemal ölçüsü olduğunu sanıyorlar ve bundan dolayı, güzel yazı yazamamanın eksikliğini onlardan gidermeye yöneliyorlar. (…) Bil ki; yazı, sahabeler için bir kemal (mükemmellik) ölçüsü değildir. (…) Çünkü sanatlardaki eksiklik, insanın ne diniyle ne de kişiliğiyle ilgili olmayıp geçim kaynağı ile ve umranın (toplumun) durumu ile ilgilidir.’ (s. 583)

‘Sonra, ilmi eserlerin telif ve tedvin edilmesinde büyük bir patlama oldu. (…) günümüzde bu eserler, halen büyük bir özenle (ve onlara sahip olma hırsıyla) elden ele dolaşmaktadır.’ (s. 588-589)

Mizmar, neydir? Ne anlama gelir? (bkz. s. 590 vd.)

‘Eğer etrafına bakar ve derin bir tefekkürle düşünürsen, senin dışındaki her şey ile senin aranda başlangıçta bir bütünlük ve birlik olduğunu görürsün. Bir başka deyişle – filozofların dediği gibi – vücud, varlıklar arasında ortaktır.’ (s. 592)

‘Görünen o ki, İmam Malik’in görüşü doğrultusunda Kur’an’ı bütün bunlardan (teganni, ahenk, koro halinde okunması) uzak tutmak gerekir. Çünkü Kur’an okumaktaki kasıt seslerin ahenk ve nağmesindeki zevk almak değil, huşu içinde ölüm ve sonrasını zikredip düşünmektir. Sahabelerin Kur’an okuması böyleydi.’ (s. 593)

‘Her ilim ve sanat dalının öğretiminin, bu dallarda bütün bölgelerde ve herkes tarafından kabul görmüş meşhur muallimlere dayanması gerekir.’ (s. 602)

Müellif; münazaranın etkili ve kısa zamanda hedefe ulaştırıcı etkisinden bahseder… ( bkz. s. 604)

Müellif; fıkıh, Hadis, Tefsir, Kıraat ve Kelam vs. ilminden bahsettikten sonra şöyle der: ‘Nakli olan bu ilimlerin hepsi, İslam ümmetine özgü ilimlerdir. Her ne kadar genel olarak diğer ümmetlerde de benzerleri varsa da bu benzerlik, bu ilimlerin Allah tarafından, peygamberlere indirilmiş şeraitlere dayanmasından kaynaklanan uzar bir benzerliktir.’ (s. 610)

‘Şer’i ve nakli olan bu ilimler İslam ümmeti içinde, daha fazlası düşünülemeyecek kadar revaç bulup rağbet görmüş, bu ilimlere yönelip araştırma yapanların idrakleri daha yukarısı olmayan en üstün sınırlara ulaşmış, bu sahalara özgü terimler geliştirilmiş ve böylece zirvenin de ötesinde bir seviyeye ulaşılmıştır.’ (s. 610)

15

Page 16: Ibn haldun-mukaddime-özet

Müellif; Tefsirden kastın, rivayet tefsirleri olduğunu, esas olanın bu grup olduğunu söyler… (bkz. s. 615)

‘Dilin özelliklerini esas alan ikinci gruptaki en güzel tefsirlerden biri Zemahşeri’nin Keşşaf isimli tefsiridir. Ancak eserin müellifi akaid olarak mutezile mezhebine mensuptur ve Kur’an ayetlerini belagat yönünden izah ederken kendi mezhebinin bozuk görüşlerini delil olarak gösterir. Onunu için Ehl-i Sünnet âlimleri, dil ve belagat yönünden bu eserin sağlamlığını ikrar etmekle birlikte, içindeki görüşler yüzünden eserden uzak durmuşlar ve bu konuda halkı uyarmışlardır. Bununla birlikte eğer kişi ehl-i sünnet mezhebine vakıf ise ve ehl-i sünnet inancını delilleriyle biliyorsa, emin bir şekilde o eseri okuyabilir ve onda dil sanatının şaşılacak derecedeki özelliklerini görebilir.’ (s. 616) Müellif, burada Tîbî’nin, Zemahşeri’yi tan ettiğini belirtir…

Hadis ilmi: ‘Bu ilmin en büyük âlimlerinden ve otoritelerinden biri Ebu Abdullah el-Hâkim’dir.’ (s. 619)

‘Artık daha önce sahih olduğu kabul edilmemiş bir hadisin, sahih kabul ettirilmesine imkân kalmamıştır.’ (s. 620)

Sonra Müellif, imam Buhari’nin Bağdat’taki sınavından bahseder… (bkz. s. 620)

Müellifin duyduğuna göre Ebu Hanife 17 adet hadis rivayet etmiş ve Muvatta’daki sahih rivayet sayısı 300 kadarmış… (bkz. s. 621)

‘Haddi aşmış bazı kindar kimseler, müctehid imamlardan bazılarının az hadis rivayet etmiş olmalarını, hadis konusundaki sermayelerinin az oluşuna bağlamak suretiyle saçmalamışlardır. Büyük imamlar hakkında böyle bir şeye inanmaya imkân yoktur.’ (s. 621)

Müellif, Ebu Hanife’nin az rivayet etmesini, çevresindeki toplumda hadis uydurulması ve sıkı kriter sahibi olmasına bağlar… Ebu Hanife, hadis ilminde müctehiddir. (bkz. s. 621)

‘Ebu Hanife’nin fıkıhta erişilemeyecek bir konumu vardır. Bu gerçeğe onun gibi büyük imamlar, özellikle de Malik ve Şafiî tanıklık ediyor.’ (s. 625)

‘…evet, ilim ehli bu sahadaki acziyet ve yetersizliklerini açık bir şekilde ifade ederek, insanları bu dört mezhebi taklid etmeye yönlendirmişlerdir. Ancak işin keyfiliğe dökülmemesi için, bir kişinin aynı anda bütün mezhepleri taklid etmesini (telfik) yasaklamışlar ve bir mezhebin görüşlerine bağlı kalmasını istemişlerdir. Çağımızda ictihad iddiasında bulunan reddedilmekte ve taklid edilmemektedir.’ (s. 626)

Müellif, peygamberden (as) geldiği zann-ı galib ile bilinen sözlü veya fiili sünnetlerin gerekleri ile amel etmenin zorunlu olduğu hususunda icma olduğunu söyler… (bkz. s. 632)

‘Sahabelerin, sabit bir delil olmadan bir hususta görüş birliğine varmaları söz konusu değildir.’ (s. 632)

16

Page 17: Ibn haldun-mukaddime-özet

Müellif, Gazali’nin el-Mustasfa’sını fıkıh usulünün temel kaynaklarından olduğunu söyler… (bkz. s. 635)

‘İctihad zorlaşmış, ictihad kapısı kapatılmış, böylece insanlar ictihad iddiasıyla ortaya çıkanları taklid etmekten men edilmiş ve zamanla diğer mezhep bağlıları da kalmayınca geriye sadece dört mezhep kalmıştır.’ (s. 636)

‘Şari’, algıların ötesindeki şeyleri de kuşattığı için dini çıkarlarımızı ve mutluluk yollarımızı bizden daha iyi bilir.’ (s. 639)

‘O, senin mutluluğunu senden daha çok ister ve senin çıkarlarını da senden daha iyi bilir. Çünkü O, senin idrakinin ve aklının sınırlarının üstünde bir varlıktır.’ (s. 640)

Müellif, akıl ile gaybi ve sem’i haberleri ölçmeye kalkmanın, altın tartmada kullanılan bir terazi ile dağları tartmaya çalışmak gibi olduğunu söyler… (bkz. s. 640)

‘İdrak etmekten aciz olmak, idrak etmektir’ (s. 640)

‘Tasdik, kâfir olmak veya mümin olmak arasındaki sınırdır. Kişi, tasdik ile kâfir olmaktan kurtulur. Bundan daha azı geçerli değildir.’ (s. 642)

‘Ölüm her şeyin sonu ve yokluk olsaydı, yaratılış anlamsız ve boş bir şey olurdu. Oysa yaratılışımız, ölümden sonraki ebedi hayat içindir.’ (s. 643)

Müellif; İbn Ebu Zeyd, Hafız İbn Abdilberr gibi isimlerin kitaplarının satır aralarında tecsim ve teşbih anlamına gelecek sözler bulunduğuna işaret ederek şöyle der: ‘Evet, onların sözlerinin satır aralarından, bu anlama işaret eden karinelere gözlerini kapama.’ (bkz. s. 645)

‘Sıfatları, zatın kendisi veya gayrısı değildir.’ (s. 645)

‘Mutezile, irade sıfatını reddetmekle kaderi de reddetmiş oldu.’ ( s. 645)

‘Ehl-i Sünnet imamlarının yazmış olduğu eserler bizim için yeterlidir.’ (s. 647)

‘Eksikliğin imkânsız olduğu yerde, eksikliği reddetmeye çalışmak eksikliktir.’ (s. 648 Cüneyd-i Bağdadi )

‘Ehl-i Sünnet inancını taşıyan birinin, sahip olduğu inanç esaslarını ispat eden akli delilleri bilmemesi hoş değildir.’ (s. 648)

‘Evet, insanın bir fiilinin gün yüzüne çıkması ancak düşünce ile (yapılacak şeylerin) birbiri üzerine tertip edilmesiyle olur. (…) İlk düşünülen şey, ortaya çıkacak son neticedir ve en son yapılacak iştir.’ (s. 650)

17

Page 18: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Eğer bir kimse atalarının, üstadlarının ve büyüklerinin yolunu takip eder ve onların tecrübelerini öğrenip bu tecrübelerden yararlanırsa, çok uzun sürecek olan olayları tecrübe etmek ve bunlardan sonuç çıkarmak zorunda kalmaz. Ancak öncekilerin tecrübelerini bilmeyen, onların yolundan gitmeyen veya onları dinlemeyen ya da onlara uymayan biri ise bütün bunları elde etmek için çok uzun bir zamana ve sıkıntılara katlanma durumunda kalır. Bu yüzden insanlarla ilişkilerinde alışılmışın dışında ve ölçüsüz tavırlar sergiler. Böylece insanlar arasındaki durum bozulur.’ (s. 652)

‘Uyanıkken hiçbir fikir sahibi olmadığımız bir şeyin içimize bırakılması ve sonra a o şeyin gerçekte de aynı olduğunu görülmesi aynı şekilde bu âlemin [ruhani, melekût âlemi] varlığına delil olur.’ (s. 653)

‘Perdenin açılması ancak riyazet ile olur.’ (s. 654)

‘Beşeri âlemin üzerinde ruhani âlem vardır. O âleme ait bizdeki eserler [izler], buna tanıklık ediyor. Bize verdiği idrak ve irade kuvveti gibi.’ (s. 655)

‘İnsan için cahillik zati, bilmek ise kesbidir.’ (s. 658)

‘Ahmed b. Hanbel, takvasından dolayı yaratılmışlık lafzını Kur’an için kullanmaktan uzak durmuştur. Bunun sebebi seleften böyle bir şey duymamış olmasıdır. Yoksa Kur’an’ın dil ile okunan şeklinin, kadim olduğunu iddia ettiği için değil. Çünkü o bunun muhdes olduğunu müşahede ediyordu. Evet, onun bundan uzak durmasının sebebi takvasıydı. Aksi bir durum (yani Kur’an’ın harf ve seslerle okunan, Mushaflarda yazılı bulunan şekline muhdes dememek, onların kadim olduğunu iddia etmek) inanılması gereken zaruri hususları inkâr etmek olur ki, Ahmed b. Hanbel’in böyle bir şeyi söylediğini iddia etmekten Allah-ü Teâlâ’ya sığınılır.’ (s. 663)

‘Ancak buna rağmen bu kimseler, [teşbih ve tecsim konusunda selefin tutmadığı yolu tutan grup] Allah-ü Teâlâ’ya istiva sıfatını nispet etmekle bir çeşit benzetme durumuna düştüklerinin farkında değillerdir. Çünkü dilcilere göre istiva, bir yere yerleşip orada sabitleşmektir. Bu ise cismani bir durumdur. Allah-ü Teâlâ’nın bir sıfatını iptal etme meselesine gelince, burada lafzın iptila söz konusudur ve bundan bir sakınca yoktur. Sakıncalı olan o şeyin (yani istiva ile kastedilen şeyin) bizzat kendisinin ve mahiyetinin iptal ve reddedilmiş olmasıdır. (…) sonra da bu söylediklerinin selefin yolu olduğunu iddia ediyorlar. Hayır, selefin böyle bir şey söylemiş olmasından Allah’a sığınılır. Yine Allah-ü Teâlâ’ya mekân isnad etmeye Sevdâ (siyahî cariye) ile ilgili hadisi delil gösterirler. (…) Hz. Peygamber, o kadının Allah’a mekân isnad etmiş olmasından dolayı onun imanlı olduğunu kabul etmiş değildir. Onu imanlı kabul etmiş olmasının sebebi, o kadının, Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ katından getirdiği ayetlerin zahirlerine –ki bu ayetlerin zahirlerinde Allah’ın gökyüzünde olduğuna işaret edilir- iman etmiş olmasıdır.’ (s. 664)

‘Mücessime grubu bidatlerinde çok ileri gitmişler, hatta küfre düşmüşlerdir. Çünkü Allah-ü Teâlâ’ya, O’nun kelamında ve peygamberinin sözlerinde mevcut olmayan ve eksiklik izlenimi veren vehmi sıfatlar nispet etmişlerdir. (…) Ehl-i sünnet kitapları, bu bidate karşı, sahih delillere dayanarak verilmiş ayrıntılı cevaplarla doludur.’ (s. 665)

18

Page 19: Ibn haldun-mukaddime-özet

Vahyin çözülemeyecek olan mahiyeti:

‘Bu konuda İbn Sina’nın söylediklerine aldırma. O, peygamberliği, hayalin, hayali suretleri müşterek algıya göndermesiyle gerçekleşen rüya seviyesine indirgiyor. (…) daha önce söylediğimiz gibi rüyadaki durumun tabiatı birdir ve ibn Sina’nın kabulüne göre, Hz. Peygambere gelen vahiy ile onun rüyalarının hakikatinin ve kesinlik durumlarının aynı olması gerekiyor. Ancak bilindiği gibi durum hiç de öyle değildir. Hz. Peygamberin, henüz kendisine vahiy gelmeden önce altı ay boyuna gördüğü (sadık) rüyalar vahyin habercisi ve öncüsü niteliğindedir. Bu durum, onun, gerçekte görülen bir şey olduğunu hissettiriyor. (…) Eğer vahiy, düşüncenin hayale inmesi ve hayalden de müşterek algıya geçmesinden ibaret olsaydı, o zaman bu durumlar (vahiy ve rüya) arasında bir fark kalmazdı.’ (s. 668)

‘Ölülerde maddi algılama mevcuttur.’ (s. 668) Müellif, burada ölülerin telkini, ayak seslerini vs. duyduğundan bahseder...

Tasavvuf ilmi hakkında:

‘Bu ilim, ümmet içinde sonradan ortaya çıkmış ilimlerden biridir ve aslı şudur: Aslında tasavvuf ehlinin tutmuş oldukları yol, sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelen ümmetin selefi ve büyükleri tarafından hiçbir zaman terk edilmemişti. Bu yolun temeli ibadetlere kapanıp tamamen Allah-ü Teâlâ’ya yönelmek, dünyanın geçici nimetlerinden, süs ve ziynetlerinden yüz çevirmek, insanlarının genelinin yöneldikleri zevkler, lezzetlere, mal ve mekâna sırt çevirmek, halvet ve ibadete çekilmek için insanlardan uzaklaşmaktır. Evet, sahabe ve onlardan sonraki selef döneminde bu hal genel bir durumdu. Sonra (hicri) ikinci yüzyıldan itibaren dünyaya ve dünya malına meyletmeler yaygınlaşınca ve insanlar dünya işlerine dalınca, eskisi gibi ibadetlere yönelenlere sufiye ve mutasavvıfa isimleri verildi.’ (s. 669)

‘Zikir, ruhun yükselişi için gıda gibidir. Bu yükseliş ruhun, ilim halinden, şuhûd (gözle görülen) haline geçişine kadar devam eder. Ruh şuhud haline geçince maddi algılar perdesi ortadan kalkar ve onun zatından olan nefsin vücut bulması tamamlanır.’ (s. 671)

‘… aynı şekilde çoğu zaman olayları, meydana gelişlerinden önce idrak ederler, himmetleri ve nefislerinin gücüyle süfli varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar (keramet gösterirler). Bu varlıklar (tabiat kanunlarına aykırı bir şekilde) onların iradelerine boyun eğer.’ (s. 671)

‘Kuşeyri’nin Risale’sinde isimleri zikredilen tasavvuf ehli kimseler bu hususta sahabelerin ve onlara uyanların yolunu takip etmiştir.’ (s. 672)

Müellif; duyu organları ve akıl ile algılanan her şeyin birer vehimden ibaret olduğunu söylemenin bir ‘çarpıtma’ olduğunu vurgular… (bkz. s. 674)

Müellif; İbn Arabî, İbn Se’în, İbn Atîf, İbn Fâriz, Necm ve İsrâilî gibi kimselerin görüşlerinin, Şiî-ismailî mezhebinin görüşleriyle karışık olduğunu, ‘hırka giymenin Hz. Ali’ye dayandırılmasının’ bir Şiî etkisi olduğunu, ayrıca ‘Kutub’ tabirinin sonraki mutasavvıflarca kullanıldığını söyler… (bkz. s. 666-677)

19

Page 20: Ibn haldun-mukaddime-özet

Müellif; hasenâtü’l- ebrâr seyyiâtü’l-mukarrabîn sözünü bir hikmetli söz olarak kayda almıştır… (bkz. s. 679)

‘Fakihlerden ve ilim ehlinden pek çok kişi, sonraki mutasavvıfların bu gibi sözlerine cevap verip onları reddetmişler, hatta bu red çerçevesini tarikatte mevcut olan diğer hususları da inkâr edecek kadar genişletmişlerdir. Ancak doğru olan, mutasavvıfların söylediklerinin ayrıntılı bir şekilde ele alıp değerlendirmektir. Onlar dört konuda konuşmuşlardır.’ (s. 679) Müellif üzerinde durulması gereken bu konuların kısaca; mücahede, keşf vb. şeylerin hakikati, kerametler ve şatahat olduğunu söyler…

‘Kerametin fiilen vuku bulması da onların varlığının şahididir. Onun için kerametin inkar edilmesi, bir çeşit gerçeğin bile bile kabul edilmemesidir. Sahabeler ve selefin büyüklerinden sadır olan pek çok keramet vardır. Bunlar bilinen şeylerdir.’ (s. 680)

Şatahat konusunda müellifin açıklaması:

‘Onların bu konudaki meramlarını anlatmada sözcükler yeterli olmuyor. Çünkü sözcükler, ancak bilinen şeyleri ifade etmek için konmuştur ve bunların çoğu da duyu organlarıyla algılanan şeylerdir. Onun için onların bu konulardaki söyledikleri şeyler üzerinde değerlendirmelerde bulunmamamız ve müteşabih ayet ve hadislerde yaptığımız gibi, bu sözleri de olduğu gibi bırakmamız gerekir. Allah bir kişiye, şeriatın zahirine uygun olacak şekilde, bu sözlerden bir şey anlamayı nasip ederse, bu onun için mutluluk vesilesi olur. Mutasavvıfların şatahat olarak isimlendirdikleri, şeraite aykırı gibi görünen ve fakihler tarafından eleştirilmelerine sebep olan, sözlerine gelince, bil ki bu konuda onlar hakkında yapılacak adil değerlendirme, onların vecd halinde maddi algılardan uzak olduğunu (kendilerinde olmadıklarını) ve bu yüzden kastetmedikleri şeyleri söylediklerini kabul etmek olacaktır. Çünkü kendinde olmayan biri (yaptıklarından ve söylediklerinden) sorumlu değildir. Mecbur (iradesi baskı ve zorlama altında) olan biri, mazurdur. Mutasavvıflardan, fazileti ve dinin emirlerini gerektiği gibi yerine getirdiği bilinen kimselerin bu gibi sözleri, iyiye yorumlanır. Vecd hallerini ifade etmek, onları ifade edecek sözcükler olmadığı için gayet zordur. Ebu Yezid el-Bistamî ve benzerlerinin durumu buna örnektir. Ancak fazileti bilinmeyen kimseler bu gibi şeyler söylerse ve o sözleri, şeraite uygun bir şekilde yorumlama imkânı bulamazsak, bundan dolayı onların hesaba çekilmesi gerekir. Aynı şekilde bu gibi sözleri, vecd halinde olmayan, aksine kendinde olan kimseler söylerse, yine bundan dolayı onların da hesaba çekilmesi gerekir. Fakihlerin ve büyük mutasavvıfların, Hallac’ın öldürülmesine fetva vermelerinin sebebi de budur. Çünkü o şuuru yerinde ve kendinde olduğu halde bu tür şeyler söylemiştir. Allah en iyisini bilendir.’ (s. 680-681)

‘İlk mutasavvıflar, bu ümmetin sembol şahsiyetleridir. Onlar ne keşfe, ne de bu tür (gaybi) idraklere önem vermemişlerdir. Onların bütün gayreti, güçlerinin yettiği kadar selefin yoluna uyarak, dinin emirlerini gereği gibi yerine getirmektir.’ (s. 681)

‘Rüya, gaybi idraklerden biridir.’ (s. 682)

Müellife göre sadık rüyanın alametlerinden bazıları, kişinin derin bir uykuda olsa bile rüyadan hızlı bir şekilde uyanmaktır ve diğer ise rüyanın hatırlamakta zorlanılmayacak derecede hafızaya işlenmesidir, çünkü unutmak beyinsel bir arızadır ve sadık rüyada bu olmamalıdır… (bkz. s. 683)

20

Page 21: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Kim ne için yaratılmışsa, o şey ona kolaylaştırılır.’ (s. 685)

‘Müslümanlar fars topraklarını fethedince, sınır tanımayacak kadar kitap ele geçirdiler.’ (s. 688)

Müellif felsefe kitaplarının müminlerin arasında neşri hakkında şöyle der: ‘Bu ilimler ve bunlarla uğraşanlar vasıtasıyla Müslümanlar arasına çok zararlı görüşler de girmiş ve pek çok kişiyi haktan saptırmıştır. Bunun günahı bu işleri yapanlarındır.’ (s. 689)

'Mısırdayken, Sâdeddin Taftazâni olarak meşhur olmuş, Horasan bölgesindeki Herat'ın büyük âlimlerinden birinin aklî ilimlerde yazılmış çok sayıda eserini gördüm. Bu eserlerden bazıları kelâm ilmi, fıkıh usulü ve beyân (belagât) konularında yazılmış. Bütün bunlar onun, bu ilimlerde çok sağlam bir melekeye sahip olduğuna tanıklık ediyor. Yine bu eserlerin içeriklerinden, onun felsefî ilimlerde ve aklî ilimlerin diğer dallarında büyük bir birikime sahip olduğu anlaşılıyor. Allah dilediğini yardımıyla destekler.' (s. 689 )

Aritmetik ve hesap ilmi, geometri, astronomi, mantık, tıp, ziraat, ilahiyat ilimleri hakkında yazar… ( s. 690-711)

‘Bil ki, geometri bilmek insana zekâ parlaklığı ve sağlam düşünme özelliği verir.’ (s. 695)

‘Akıl, şerî konularda kendisine güvenilecek bir dayanak olmaktan uzaktır.’ (s. 710)

Müellif büyünün, nabatlar ve Keldaniler arasında çok yaygın olduğunu bildirir… (s. 712)

Büyü hakkında yazılan kitapların ilki İbn Vahşiyye’nin ‘el-Filahatu’l-Nabatiyye’ isimli kitabıymış, daha sonra Tumtum el-Hindî isimde birinin ‘Masahifu’l-Kevâkibu’s-Seb’a’ isimli kitabı yazılmış, İslam ümmetinden bu işle ilk uğraşan ise aynı zamanda bir kimyacı olan Cabir b. Hayyân imiş... (bkz. s. 712)

‘Sihirbazların nefislerinin de, varlıklar üzerinde etkili olmak için yıldızların ruhaniyetlerini celbetme ve nefsi veya şeytani güçlerle onlar üzerinde etkili olmak özellikleri vardır. Yine kâhinlerin nefislerinin de şeytani güçler sayesinde gaybi bilgileri elde etme özellikleri vardır.’ (s. 713)

Müellife göre, sihir gibi işlerde itaat, ululamak, boyun eğmek, ibadet etmek ve kendini üstada karşı zelil kılma gibi hususlar vardır ve dolayısıyla bunlar Allah-ü Teâlâ’dan başkasına yönelmek olduğundan küfür hükmündedirler. Yine onu göre, sihrin farklı etkileri vardır ki bazısı olmayan şeyleri insan algısında gösterdiği gibi bazısı ise gerçekten varlıkları zorla kontrol etmek vardır ki bazılarının sihrin hakikatinin olmadığını söylemeleri ilk açıklamadaki kasıttır. (bkz. s. 712-714)

‘Bil ki, bahsettiğimiz etkilerinden dolayı, sihrin varlığı konusunda akıl sahipleri arasında herhangi bir şüphe yoktur. Zaten Kur’an da sihrin varlığını beyan ediyor. Yine sahih bir rivayette geldiği gibi Hz. Peygamber’e de büyü yapılmıştı ve hatta bunun etkisiyle yapmadığı bir şey sanki ona yapıyormuş gibi geliyordu. Ona tarak, tarakta kalmış saç ve hurma çiçeğinin kabuğu kullanılarak büyü yapılmış ve sonra bunlar Zervan kuyusuna gömülmüştü. Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ, muavvizeteyn indirdi.’ (s. 714; Bakara, 102)

21

Page 22: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Babil’deki Nabat ve Süryani halklarından olan Keldaniler arasında sihir çok yaygındı. Kur’an ve rivayet edilen haberler bu gerçeği ortaya koyuyor.’ (s. 714)

‘Sihirle uğraşan kimselerin, içlerinde sihirli sözler okuyarak bir elbise veya deriye işaret ettiklerinde, o elbise ve derilerin parçalanıp yırtıldığına, yine otlanmakta olan koyunların karınlarına işaret ettiklerinde bağırsaklarının karınlarından yere döküldüklerine de bizzat şahit olduk. Aynı şekilde Sudan ve Türk bölgelerinde de bulutlara sihir yapıp, belirli bir toprağa yağmur bırakmasını sağladıklarını duyuyoruz.’ (s. 715)

İki kişinin birbirini sevmesi için yapılan ve devlet adamlarının yanında itibar görmek için yapılan efsunların izahları için… ‘Bunu, Gâyetü’l-Hakîm kitabının yazarı [ Mesleme b. Ahmed el-Macrîtî ] ve bu ilmin diğer otoriteleri söylüyor. Tecrübeler de buna tanıklık ediyor’ (bkz. s. 715)

Fahr b. Hatîb’in es-Sihru’l-Mektum adlı kitabı bu konuda yazılan eserlerden biriymiş… (bkz. s.

‘Ben onlardan bir grupla karşılaştım ve bu fiillerine bizzat şahid oldum. Bana, bu tür şeyleri yapabilmek için küfrü gerektiren özel dualarla riyazet yaptıklarını, cinlerin ve yıldızların ruhaniyetlerine yönelerek Allah-ü Teâlâ’ya şirk koştuklarını söylediler. Buna ilişkin bilgiler el-hınzıriye adını verdikleri bir sayfada yazılıymış ve oradan çalışıyorlarmış. Bu tür şeylerden birçoğuna bizzat kendi gözlerimle şâhid oldum. Dolayısıyla bu tür şeylerin mevcut olduğu hususunda her hangi bir şüphe yok.’ (s. 716)

‘Nefsin, kendi bedeninde etkileri oluyorsa, başka bedenlerde de aynı etkilerin olması mümkündür. Bu tür tesirler konusunda nefsin bütün bedenlere olan nispeti aynıdır. Çünkü nefis, bir bedene yerleşip onunla bütünleşmiş değildir.’ (s. 717)

Müellif, sihir ile büyü arasındaki farkın, sihir yapanın yıldızlar, cinler gibi varlıkların ruhaniyetiyle ilişkide bulunup bunu yaptığı, büyü de ise büyücünün her hangi bir yardımcı unsur olmaksızın bunu yapması olduğunu belirtir ve yine müellife göre, büyücü bu işlere doğuştan yeteneklidir… [ bkz. s. 717, hemen belirtelim ya müellifin burada kapalı bıraktığı noktalar var ya da çevirmen hatası/eksiği var. Zira bu sayfalarda kavramlar adeta birbirine girmiş, şahsen ben tekrar gözden geçirdikten sonra kavramları yerine oturtmaya çalışarak çelişkiden kurtarmaya çalıştım. Her şeye rağmen burada bir anlam çelişkisi var. Şöyle ki, mademki büyücü bu işlere doğuştan yetenek sahibiydi de neden yıldızlara veya bu işin öğreticilerine tenezzül edip secde etsin? ]

‘Bazı mutasavvıflar ve keramet sahipleri de âlemdeki durumlar üzerinde bir takım etkilerde bulunabilirler. Ancak bunlar sihir (büyü) cinsinden sayılmazlar. Aksine, yaşayışlarında ve gidişatlarında peygamberlik yoluna uyduklarından, ilahi yardımla gerçekleşir. Evet, bu kimseler yaşayışlarındaki, imanlarındaki ve Allah’ın emrine sarılışlarındaki derecelerine göre ilahi yardımdan büyük bir pay alırlar.’ (s. 717)

22

Page 23: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Mucizeler Allah’ın ruhunun yardımı ve ilahi kuvvetler ile meydana geldiğinden, hiçbir sihir onların karşısında duramaz. Evet, sihir iman gücüyle söylenen Allah-ü Teâlâ’nın isim ve zikrinin yanında varlığını sürdüremez. ’ (s. 718)

‘Şeriat ise, sihir ve gözbağcılık arasında bir ayrım yapmamış, hepsini de tek bir hükme bağlamıştır. Evet, bunların hepsi de yasaktır. (…) Astroloji de bir çeşit zarar taşır. Çünkü astrolojide, yıldızların tesirlerine inanıldığı ve işlerin idaresi Allah-ü Teâlâ’dan başkasına havale edildiği için kişinin inancı bozulur.’ (s. 718)

‘Sihir veya kerametle öldüren, öldürülür. Ancak gözle (nazar etmeyle) öldüren, öldürülmez. Bunun sebebi nazar etmenin, sahibinin kastetmesine, istemesine veya terk etmesine bağlı olmayan, her halükarda ondan sadır olan bir şey olmasıdır.’ (s. 719)

İlm-i Huruf hakkında:

‘Bu ilim, Müslümanların arasında, İslam’ın ilk dönemlerinden sonra, ölçüyü aşıp aşılığa kaçan mutasavvıfların zuhur etmesiyle ortaya çıktı. Söz konusu mutasavvıflar maddi algılar perdesinin açılmasına, bir takım olağanüstü şeyler göstermeye, unsurlar âlemi üzerinden tasarruflarda bulunmaya yönelmişler, bunlarla ilgili kitaplar telif edip, terimler geliştirmişler ve varlığın tek olandan geldiğini söyleyip bunların dereceleriyle ilgili iddialarda bulunmuşlardır. (…) Bûnî, İbn Arabî ve bu ikisinin izinden gidenler tarafından bu konuda çok sayıda eser telif edilmiştir.’ (s. 720)

‘Bu harflerle ve onlardan oluşan isimlerle tabiat âleminde tasarrufta bulunmaya ve varlıkların bunlardan etkilenmesine gelince, pek çoklarından mütevatir olarak bunların vaki olduğu nakledildiği için, artık bunların varlıkları inkâr edilemez. Belki tabiat âleminde bu şekilde tasarrufta bulunanlar ile tılsımlarla tasarrufta bulunanların yaptıkları şeyin aynı olduğu sanılabilir. Ancak bu doğru değildir.’ (s. 722)

‘İsimler ile uğraşanların tasarrufları ise, mücahede ve keşf sayesinde elde ettikleri ilahi nur ve rabbani yardım ile olur. Bu durumda tabiat onlara itaatsizlik etmeden boyun eğer. Yıldızların kuvvetlerinden veya başka bir şeyden yardım almaya da ihtiyaç duymazlar. Çünkü onların gördükleri yardım, söz konusu yardımlardan daha üstündür.’ (s. 722)

‘Tılsım yapanlar, yıldızların ruhaniyetlerini indirmek için nefsi kuvvetlendirmek hususunda az da olsa riyazete gereksinim duyarlar. Bu riyazetlerin en kolayı Allah-ü Teâlâ’ya yönelmektir. Onların tasarrufları, Allah-ü Teâlâ’nın onlara vermiş olduğu kerametlerden biridir.’ (s. 722; Burada da bir anlam kargaşası mevcut, mademki Allah-ü Zülcelâl, bu adamlara bir ikram veriyor, bu iş neden haddi aşmak olarak nitelensin? Madem bu kadar eleştiri yapılacaktı bu adamlara karşı o zaman bu tasarruf sahibi kimselerin neden ilahi ikrama mazhar olduğu vurgulanıyor, anlamadık... Şeriatın zahirini muhafaza hususundaki bir hassasiyet diyelim, sedd-i zeria yani... ]

‘Şari’in haram kıldığı bütün ilimlerin varlığının inkâr edilmesi gerekmez. Örneğin, büyünün haram kılmasına rağmen varlığı bir gerçektir. Ancak ilim olarak bize bildiklerimiz yeter.’ (s. 723)

Kimya ilmi:

23

Page 24: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Cabir’in [b. Hayyan] bu konuda yetmiş risalesi vardır ve hepsi de bilmece gibi anlaşılmaz şeylerdir.’ (s. 747)

Müellif, İmam Gazali ve Halid b. Yezid’in kimya ile alakalı bir kitaplarının olmadığını söyler... (s. 748)

Müellif; Müslümanlar da dâhil neredeyse bütün filozofların Aristo’nun birer gölge gibi takipçisi olduklarını söyler... (bkz. s. 759)

Müellifin felsefe öğrenimine soyunanlara bir tavsiyesi var:

‘Bunun için, bu konulara kapanmadan önce tefsir ve fıkıh gibi şer’i ilimlere vakıf olup onlarla donanması gerekir. İslami ilimlere sahip olmadan bu konulara yönelenlerin, onların tehlike ve zararlarından korunma ihtimalleri çok azdır.’ (s. 762)

Astrolog ablalarımızın sırrı ifşa oldu:

‘Sezgi ve tahmin, gerçekleşecek olayın sebeplerinden veya bu sanatın esaslarından biri değil, (yıldızların durumundan) sonuç çıkarmaya çalışan kişinin fikrindeki kuvvettir. Eğer kişi sezgi ve tahmin gücünden mahrum olursa, çıkaracağı sonuçlar zandan, şüphe derecesine düşer. Yıldızların kuvvetleri hakkındaki bilgilerin doğru olması ve bir aksilik çıkmaması halinde ulaşılacak sonuç budur. Yine bu iş, yıldızların konularının bilinmesi için onların hareketlerinin hesaplanmasının bilinmesini gerektirir. Yıldızların her birinin kendine özgü bir kuvvetinin bulunduğuna ilişkin hiçbir delil yoktur. Batlamyus’un, beş yıldızın kuvvetlerini ispat için onları güneşle kıyaslamak şeklindeki metodu da zayıftır (kayda değer değildir). (…) [ayrıca] sebeplerin, sebep olanlarına isnat edilmelerinin keyfiyeti meçhuldür [yani her halükarda başka bir şeyin sebebi olabilirler]. (…) aynı şekilde peygamberler de yıldızların kuvvetleri ve etkilerini reddetmişlerdir. İncelendiğinde şer’i hükümlerin buna tanıklık edeceği görülecektir.’ (s. 764)

‘Bazen, gerçek bir delile dayanmadan, söylenen şeyler tutabilir ve bunu bilmeyen kimseler de, diğer söylenenlerin de hep doğru olduğunu sanarak, bu işe büyük bir düşkünlük gösterir.’ (s. 765)

Müellif, burada simyacıların bazı elementleri nasıl altına dönüştürmeye çalıştıklarından, yöntemlerinden, hangi araçları kullandıklarından ve sonunda varlığı ispatlanamayan son iksirden bahseder ve bütün bunların umutsuz ve boş işler olarak görür... bu arada bu işlerin fakir insanlar tarafından ihtiyaçlarından dolayı onaylandığını belirtip, bu işe makuldür diyen Farabi’ye de dokundurmayı ihmal etmez... (bkz. s. 769-775)

Müellife göre İbn Hişam din konusunda zirve şahsiyetlerden biridir. (bkz. s. 777)

‘Tekrarlar ve geniş izahlar, ilmî melekenin en mükemmel şekilde elde edilmesini sağlayan iki önemli unsurdur’ (s. 782)

24

Page 25: Ibn haldun-mukaddime-özet

İnsanlar İçinde Siyasetten Ve Siyasî Yaklaşımlardan En Uzak Olanların Âlimler Olduğu Hakkında – Kırk birinci Fasıl

‘Yüzerken çok uzaklara açılma! Çünkü kurtuluş, sahildedir. (s. 797)

‘Garip ama gerçek olan durumlardan biri de İslam ümmeti içindeki ilim adamlarının çoğunluğunun acemlerden (Arap olmayanlardan) olmasıdır.’ (s. 798)

Müellif, mecaz olarak kullanılan kelimeler için Zemahşerî’nin Esasu’l-Belaga’sını ve Salebî’nin Fıkhu’l- luga isimleri eserini tavsiye eder... (bkz. s. 810)

Müellif, Arapların tarih ve şiirlerinin muhafazası için bir arşiv niteliğinde olduğunu söylediği ve bu konuda ona denk bir eser daha bilmediği, Kadı Ebu’l-Ferec el-İsfahani’nin el-Egani kitabını şiddetle tavsiye eder, ayrıca Cahız’ı da edebiyatçılar arasında zikreder... (bkz. s. 814 ve 831)

Kaf harfinin okunuşu hakkında: ‘Kitaplarda tarif edildiği gibi bu harf, dilin en uzak (geri) noktasının üst damakla yardımlaşmasıyla çıkarılır. (…) Evet, bu harfin telaffuzu (dili bozulmamış) halis Araplar ile şehirlileri ve melezleri birbirinden ayıran bir özelliktir. (…) evet, tercih edilen ve kabule şayan olan telaffuzun, bedevilerin telaffuzu olduğunu görüyoruz. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi bu telaffuzu tevatür yoluyla nakletmeleri, onun, ilk neslin ve Hz. Peygamber (as)’ın telaffuz şekli olduğunun delilidir. Yine mahreçlerinin yakınlığından dolayı kaf’ı kef harfine idgam etmeleri de bu tercihin sebeplerinden biridir. Eğer kaf harfi, şehirlilerin telaffuz ettikleri gibi damağın en arka noktasından çıkarılmış olsaydı, kef’in mahrecine yakın olmamış olurdu ve sonuçta idgam da yapılmazdı.’ (s. 820)

‘Arap dilinin öğrenilmesi, Arapların ifadelerindeki terkiplerin ve üslupların zihinde iyice yerleşmesini sağlayacak kadar metin ezberlemekle mümkün olur. Çünkü bu seviyeye gelen kişi, sanki onların içinde ve onların sözlerini dinleyerek yetişmiş biri haline gelir ve söylemek istediklerini, onların üsluplarıyla ifade edecek sağlam bir melekeye sahip olur.’ (s. 825)

‘İbn Hatib, dil konusunda idrak edilemeyecek bir melekeye sahipti.’ (s. 830)

Musibet çok büyüktür, durum çok vahimdirGözyaşlarına boğulmayan bir gözün mazereti olamaz (s. 837)

Müellif, şiir yazabilmenin şartlarından bazılarını şöyle sıralar; su seslerinin ve çiçeklerin bulunduğu yerlerde yalnız kalmak, rahat ve huzur içinde bulunmak, âşık olmak

25

Page 26: Ibn haldun-mukaddime-özet

‘Güzel şiir söylemenin etkenlerinden birinin, sırılsıklam âşık olmak olduğunu söyleyenler de vardır.’ ( s. 841)

‘Yine herkes tarafından bilinmeyen veya çok kullanıldığı için sıradanlaşmış lafızları kullanmaktan da kaçınmalıdır. Çünkü bütün bunlar, sözü belagat derecesinin altına düşürür. (…) bu yüzden ilahiyat ve peygamberlikler konusundan (yani genel olarak İslami konularda) söylenen şiirler, çoğunlukla kaliteli değildir. Bu alanda ancak, zorlukla ve az miktarda, çok büyük şairler maharet gösterebilir. Çünkü bu hususlar herkesin bildiği ve bu açıdan sıradan manalardır.’ (s. 842)

Hicivde maksadı apaçık söylemeyi ilaç,Kinayeli söylemeyi ise gömülü bir dert say. (s. 843)

‘ Bir şeyi idrak etmek, lezzetin sebeplerinden biridir.’ (s. 850)

Aşk ve kederle ittifak etmiş bir kalbe,Ve hüznün pençesindeki ruha çare bulacak yok mu? (s. 859)

Şimdiye kadar kaç güzel, beni uykusuz bıraktı,Ama onun gülüşündeki ahenkten daha güzelini görmedim (s. 860)

Sana yasak olan bir şeyi istemen akılsızlıktır Senden yüzçevirene, senin de yüz çevirmen isabetlidir,İnsanların, sana kapılarını kapadığını gördüğünde..Binitine atla (ve oradan ayrıl ki) Allah sana başka kapı açsın (s.862)

Bundan sonra, Mansur bin Ali’ye selam söyleyin,Selamdan sonra bir daha selam söyleyin (s. 866)

Müellif, nağmeli bir şiir duyan bir şairin vecde gelip elbisesini yırttığından bahseder… (bkz. s. 870)

Bu nasıl sarhoşluktur ki, İçki içilmeden olunuyor? (s. 872)

Ey beni terk edip giden!Sana kavuşmaya bir yol var mıdır?Veya bu hasta kalbin,Aşkını unutacağı bir çare biliyor musun? (s. 873)

Bu kederli ve bitkin aşığın hali nedir?Ah ne yazık! Onu doktoru hastalandırmış. (s. 874)

26

Page 27: Ibn haldun-mukaddime-özet

Uzay bütün genişliğine rağmen,Size olan aşkıma dar geldi. (s. 876)

Müellif, nasıl oldu da aşağıdaki şiiri güzel olarak vasıflandırdı doğrusu anlamadık:

Gün doğdu yıldızlar şaşkınlaştı,Kalkıp tembellikten sıyrılalımVe suyla karıştırılmış şarabı içelimBenim için bu baldan daha tatlıdırEy yaptığım şey için beni kınayan!Allah söylediklerini başına getirsinŞarabın, günahların anası olduğunu Ve aklı bozduğunu söylüyorsunSana en uygunu hicazda yaşamaktır Seni benimle bu boş tartışmaya girmeye sevk eden nedir?Sen hacca ve (mukaddes yerleri) ziyarete git,Ve rahat rahat içmek için beni kendi halime bırakEğer birinin buna gücü yetmiyorsa, buna niyet etsinÇünkü niyet, yapmaktan daha üstündür (s. 881)

Uzun senelerdir gözlerine aşığım (s. 882)

Müellifin kaypak tarzından bir kare daha:

Kadehe gelince, o haramdırEvet, o içmesini bilmeyenlere haramdırÖlçüsünü ve ne konuşacağını bilmeyenlere Akıl, fikir ve zevk ehline gelinceŞayet onlar içseler, günahlar affedilir… [yüksekten uçan bu şiir, bok gibi olmuş... bunu yazan zevzek belki de kendini piyasaya Melami olarak tanıtıyordu. Şatahat türü bir şeye benzemediği gibi güzel bir izahı da yok gibi görünüyor, neyse... Bkz. s. 883]

Müellif, kitabı hicri 779 (miladi 1377) tarihinde bitirdiğini söylüyor. (s. 894) Allah-ü Teâlâ, ona rahmetiyle muamele buyursun, âmin.

Allah (cc) yar ve yardımcımız olsun...

[ Velhamdulillahi Rabbi’l-âlemin... 03.12.2011 ]

27