View
2.620
Download
6
Category
Preview:
Citation preview
I
SAGALASSOS: CITY OF FAİRİES
PERİLER KENTİ SAGALASSOS
BEYAZ ARİF AKBAŞ
Kitap Tasarım: Anastasia Arova
I. Baskı Nisan 2010 EDİRNE
II
PERİLER KENTİ SAGALASSOS
Soluğu içinde karanlığın Beyaz bir gül gibi Beyazsın, narinsin, yorgunsun Sagalassos. Gül titrer, solar Ġncinirsin olamazsın bir kök. Gül küçük, beyaz Üzgün uykulara dalarak Ağlar yağmurun sesiyle. Bir tahta prens var Yokluğu içinde karanlığın, Sesim gibi ağzındaki Ġncitmeden yapraklarını Öpecek dudaklarından. Periler burada kalbimdedir. Ve Ģiddetli rüzgârlar için Söylüyor flütün sesi, Prenses cenneti özlüyor gözlerim, Burada çarpıyor kalbim. Ve nihayetsiz acılar için Tanrıların eĢiğinde, Ağlasın yüreğin Son söz yağmur gibi gözlerimde Antoninler ÇeĢmesi‟nde Ağlasın kara gözlerin. Bulutlar geçiyor buradan Ve periler dolaĢıyor Senin o güzel kollarında Rüzgar sürüklüyor bir aĢkı Ağlasın kara gözlerin. Beni unut Sagalassos Bu hüzünlü sözlerimi unut Senin taĢtan kalbinde Saklayacağım kara gözlerimi unut. Beyaz Arif AkbaĢ
III
IV
Beyaz Arif AkbaĢ,
10 Nisan 1979'da İstanbul da doğan yazar, İnönü İlköğretim Okulu ve Edirne Lisesini
bitirdi. Yüksek eğitimini, Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi,
Hukuk-Felsefe Fakültesi Sosyoloji Bölümünde tamamlayan yazar (Türkistan
Yerleşkesi Kazakistan 2000-2005) bitirme tezini, Sosyolinguistik;Dilin toplumsal yönü
ve fonksiyonlarına göre Kazak Türkçesindeki dil kodlarının örnek analizi olarak
hazırladı. Kayıp Ülke Hakasya (Şiirler, 100 sayfa) Sevgilim Sibirya (Seyahat ve
Günlük yazıları 245 sayfa) A Special Album of Davetname(Davetname İçin Özel Bir
Albüm) isimli üç kitabı bulunmaktadır. Radikal, Birgün, Yenişafak, Star vb.
gaztelerde kitap eleştirileri yapmaktadır.Edirne'de iken arkadaşlarıyla birlikte
Şahdamar ;isimli edebiyat dergisini çıkarmıştır.
Sagalassos:
Pisidya bölgesinin Roma İmparatorluk döneminde kuşkusuz en önemli şehri olan
Sagalassos, Ağlasun İlçesinin 7 km. kuzeyinde bulunmaktadır. Sagalassos doğu
batı yönünde 2,5 km. kuzey, güney yönünde 1,5 km'’ik bir alanı
kaplar. Sagalassos'un hemen güneyinde bulunan verimli ovalardan biri olan
Çanaklı ovası. Sagalassos’a seramiği için toprak sağlamıştır. M.Ö, 1. yy.’dan - M.S.
6.yy.’a kadar olan zaman içinde bu seramik yapımının Sagalassos ekonomisinde
önemli bir yeri olduğu yapılan kazı çalışmalarından anlaşılmıştır.Sagalassos’un ilk
keşfi 1706 yılında Fransız gezgin Paual Lucas tarafından yapılmıştır. 1990’dan
itibaren M.Walkens Başkanlığında ilk modern ve bilimsel kazı çalışmaları
başlamıştır. Bu gün Ülkemizde ve Doğu Akdeniz Ülkelerinde yapılan en kapsamlı
arkeolojik araştırma ve kazı olarak çalışmalar başarıyla yürütülmekte ve her yıl yeni
özgün eserler ve yapılar ortaya çıkarılmaktadır. Sagalassos’un ismi tarihte ilk defa
Büyük İskender’in M.Ö. 334’de burayı işgali ile görülür. İskender’den sonra
bölgenin egemenliği Suriyeli Selevkidlere geçmiş, M.Ö.189’da Bergamalı Attalid’lerin
himayesi altına girmiştir. Bu dönemde şu anda tamamıyla yıkık durumda bulunan
Bouleterion (Şehir meclis binası) inşa edilmiştir.Yüzeyde görülen kalıntılar
Hellenistik ve Roma Dönemlerine aittir. 1990 yılında açığa çıkarılmaya başlanılan
kentte kazı çalışmaları devam etmekte olup bir çok yapının açığa çıkarılması ve bu
yapıların restorasyon çalışmaları sürdürülmektedir. Helenistik Çeşme, Kütüphane
yapısı restorasyonu sona ermiştir. Kuzey batı Heroon yapısı ve Antoninler anıtsal
çeşme yapısının restorasyon çalışmaları devam etmektedir. Kentte bugün ayakta
kalabilen, Bouleuterion,Apollo Klarios Tapınağı Antonin Pius Tapınağı,Dorik
Tapınak, aşağı ve yukarı Agora, Tiyatro, Hamamlar, Kütüphane,Çeşme yapıları ve
Heroon gibi daha birçok yapı bulunmaktadır. (Burdur Şehir Müzesi Tanıtım
Kitapçığı)
V
Nihayet sen de bıkmıĢ olursun bu eski dünyadan…
Apollinaire
VI
Bu kitap kayıp sevgilimi ararken bir tesadüf sonucu uğradığım Periler ġehri
Sagalassos‟ta bulutların arasından kenti seyrederken gördüğüm bir rüya
neticesinde oluĢtu. Melekler kadar güzel bir kız gördüm orada. Belki de Ģehri ilk
kuran perensesin hayaliydi tüm seyrettiğim güzellik. Ġpekten beyaz ince bir elbise
giymiĢti. Sanki büyülenmiĢtim. Kim bilir belki de masallardan kopup gelen bir
peri kızıydı o. Sagalassos‟ta yaĢadığım deneyimi sözlerle anlatmam neredeyse
imkansız. Ama benimde bir masalım vardı. Kitabın baĢında yer alan fotoğraflar
biraz olsun tarifime yakın bir imgelemi yansıtıyor. ġehri gezerken sağanak halde
bir yağmur yağmıĢtı. Galiba kötü kaderime Ģehirle birlikte bende ağlamıĢtım.
AĞLASUN AYġAFAĞI
Geldiler karanlıktan
Baktılar karanlığa
Korktular karanlıktan
Taptılar karanlığa
SeviĢtiler karanlıkta
Çoğaldılar karanlıkta
Yendiler karanlığı
Sevdiler karanlığı
Ve karıĢıp gittiler karanlığa
ġimdi hangi yıldızdadır kimbilir güzel sesleri
Kaldı güzel elleri som kayalarda.
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Sonra bu Ģiiri okudum. Ve dedimki kendime Hasan Hüseyin hiç anlamamıĢ bu
rüya kenti. Zaten anlamasını da beklemiyordum…
BaĢka bir Ģiir çıkardım defterimden; biraz ürkek bir tavırla bu Ģiiride okudum:
ANTĠK HAYALLERĠM OKLAR/ÇIĞLAR ALTINDA..(SAGALASSOS)
Çevirdim aklımı,rüzgarından,
Mor‟un içindeki pembenin..
Antik kentin fatihi,
Yorgun askerlere raks eden,
Bakireler kulesinde..
DüĢtü üzerine,
Kimsesiz bir yamaca yaslanmıĢ,
Antik hayalimin..
Çağladı,
VII
Çığlar..
Nefessizim..
ErkenmiĢ kazısı,
Tütsülere emanet edilmiĢ
YanmıĢ kanla, yıkanmıĢ,
Sunakların..
Kabul edilmiĢ duayla yıkılmıĢ,
Üzerinde,
Gülen yüzlerin ağladığı,
Surların..
Üçbin yılın toprağından,
Ġskender‟in iĢaretiyle,
Gerildi yaylar,
Yağdı havadan oklar,
Saldırdı askerler, Sagalasos‟a tepelerden..
Aydınlandı bedenim,
Tapınaklarda..
Oradayım,
Kanıyorum,
Nefessizim..
Özdener Güleryüz
ġiirler ne kadar anlatabilir bu Ģehrin hikayesini bilemiyorum ama benim gerçek
bir hikayem var bu kent hakkında. Kitaptaki ilk yazı olan “Masal Mektupları”
buradaki kısa deneyimime dairdir. Diğer yazılar gazetelerin kitap ekleri için
yazdığım eleĢtiri ve tanıtım metinlerinden oluĢuyor. Aslında bütün yazılarımda
,Ģehirde ikinci defa gördüğüm güzel kızın hüzünlü aĢkından, Sagalassos
Prensesinden kokular var. Gül çiçeğiyle yıkanmıĢ bir tenin kokusu bu.
GeçmiĢte burada bir deprem olmuĢ ve doğa tarafından koruma altına alınan
Sagalassos, yüzyıllarca sürecek derin bir uykuya dalmıĢtır.Yüzlerce yıl sonra,
1706‟da Fransız gezgin Paul Lucas Sagalassos‟a gelir. Lucas seyahatnamesinde
antik kentten perilerin yaĢadığı yerler olarak söz etmiĢtir. Perilerin yaĢadığı yer
olan Sagalassos‟ta dolaĢmaktan büyük bir haz aldığımı itiraf etmeliyim. PuĢkin
AĢıklar ÇeĢmesi‟ni görseydi sanırım bir daha aĢk Ģiiri yazmazdı. Bu çemenin suyu
bir dağın kalbinden geliyor çünkü.
VIII
MASAL MEKTUPLARI
Masal küçüldükçe zaman küçülüyor. Olduğu gibi olan darlaĢmanın bugün için
de, yarın içinde aynı olmasıdır. Sonbahar veya yaz.. Evet hayat benim için kurak
bir yaz. Böylece, örneğin Ģöyle bir soru sorar mısın: ÇözümlenmiĢ olan sevgi
tümceleri var mıdır? Ġnsan duyguları sayısızdır. Cevaplarım ise bir o kadar sınırlı
ve sayılıdır.
Sevgili Küçük GüneĢim mevsimler hızla geçiyor. Yapraklar ağaçlarda kuruyor,
ya da sararıyor. Senin siyah gözlerini karanlıkta geceleri görüyorum. Bazen
yıldızlar eĢlik ediyor benim yalnızlığıma. Ve aynı Ģekilde genel olarak
simgelerimde özsel olan sana. Öyleyse Ģöyle denebilir: Gerçek; güneĢ bizi kör
eden Ģeydir ve diyebilirim ki güneĢ ancak görmediğimiz bir âlemdir. Kaybolan
yıllar ardında kaybolan bir hayat gibisin Küçük Meleğim. Sonra güneĢimin
önünü beyaz bulutlar kapladı ve sanki pamuk tarlasındaymıĢçasına denizin mavi
dalgalarına doğru bir bilge “Kürek Türküleri”ni söyledi:
"KAÇAK ġAMAN
arif akbaş’a
samanyolunda uzun zaman
deli gibi kürek çeken bir Ģaman
birdenbire durdu
bir vakit sonsuza baktı Ģaman
baktı baktı baktı baktı
ve bir türkü tutturdu
yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar"
(Mevlüt YAPRAK “Kürek Türküleri” Mazmun Yay. sf: 43)
Bu beyaz renk ile Ģu öteki daha açık daha metaforik iç bağlantısında
duruyorlar. IĢıksız yüz çizgilerinden söz ettiğimiz anlamda. Melek yüzlü kız
umutluyum bir gün seni tekrar göreceğime dair. Nergis çiçeğinin üzerindeki su
damlalarını seyrediyorum. Belki Ģu parıltı hayal dünyamın kapılarını yine sana
açar. Seni sonsuz bir ümitle seviyorum… Aynaların sırla kaplı yüzlerinden belli
belirsiz bir Ģiiri söylüyor geçmiĢin rüzgârı yine:
MASAL MEKTUPLARI
özenle gizlenmiĢ semboller arasında
neyin sesi tizleĢirken
aĢkımı yitirdim bir an
suratının halini aynada
Rahmaninov‟u parkta görürsünüz
çizgi roman okurken
IX
ya da göldeki yosunlara bakarken
insanların gecikmiĢliğini görürsünüz
ve baĢlar yeniden
tasarımı üzüntülü Ģeylerin.
„nerede ise orada değilsin‟ sen
acıyı yaĢayan mevsimlerde
mektuplarımı açarım birer birer
masalımsı müziğini duyabilirsin
sigma beyazıyla yüzünün
en sonsuz deneyimler
tasarımı üzüntülü Ģeyler.
(Beyaz Arif AKBAŞ “Kayıp Ülke Hakasya”daki 23. şiir)
Masal mektupları olanaklarıyla uyuĢmayı çizgilerde de olsa baĢarabilir iken,
aynı Ģey niçinse gerçek yaĢamda benim için ulaĢılmaz kılınmıĢtır. Üzüntü, evet
kelimelerin gücüdür üzüntü. Bu soluk satırları “Ağlasun” kenti yakınlarındaki
1.560 metre yüksekliğe kurulmuĢ bir antik Ģehrin yıkıntıları arasında yazıyorum
ve buradaki Neron kütüphanesinden yükselen ateĢin alevlerini seyrediyorum.
Yanımdaki ihtiyara bu Ģehre niçin “Ağlasun” dediklerini sormuĢtum. O da "Genç
adam; buraya gelen ağlamıĢ, giden ağlamıĢ" demiĢti. ġimdi niçin bu terk edilmiĢ
kentte olduğumu daha iyi anlıyorum. Adresine ulaĢamayan mektuplarımı burada
sana okumak isterdim Küçük GüneĢim…
Kubrick‟in Yaratıcı Kaygısı
Stanley Kubrick, ister korku ister bilim kurgu olsun, üzerinde çalıĢtığı her türü
endisi fiilen yeniden icat etmiĢ bir yönetmendir. Agora Yayınları bu ocak ayı
içinde büyük ustanın röportajlarının ve onunla ilgili bazı makalelerin toplandığı
“Stanley Kubrick” isimli Gene D. Philips‟in derlemesini yeni yayınladı. Kubrick
hakkında bu kitapta toplanan röportajlar, yapıldıkları dönemde onun henüz
baĢlangıç aĢamasında olan projelerine referanslar da içeriyor ve fikirlerini
olgunlaĢtırana kadar onları uzun zaman boyunca beslediğini gösteriyor. 1971
yılında Michael Hofsess‟e verdiği bir röportajda Kubrick, Viyanalı roman yazarı
Arthur Schnitzler (La Ronde)‟in 1926 yılında yayınladığı Traumnovell‟in (Hayal
Hikâyesi) [Büyüleyici bir isim] adaptasyonunu yapmayı planladığından
bahsediyor. Nitekim bu röportajdan aĢağı yukarı otuz yıl sonra, cinsel takıntı ve
kıskançlığı irdeleyen roman, Kubrick‟in son filmi Eyes Wide Shut‟a (Gözleri
Tamamen Kapalı) dönüĢüyordu. Yönetmenin bir sanatçı olarak yaratıcı kaygısının
ayrıntılarını gördüğümüz bu kitabı dilimize NeĢfa Dereli çevirmiĢtir. University
Press of Mississippi‟nin Film Yönetmenleriyle konuĢmalar serisinde benimsediği
politikadan dolayı, bu kitaptaki röportajlar üzerinde hiçbir oynama veya düzeltme
yapılmadan yayımlanmıĢ olması da doğru bir karar. Bu yüzden okur kimi zaman
X
Kubrick‟in kendini tekrar ettiğini gözlemleyecektir. Aslında bu tekrar bolluğu,
sözü edilen fikirlerin birer anlayıĢı yansıttığı, yönetmen için önemli olduğu ve bu
yüzden bunları vurgulamak istediği noktasında anlam taĢıyorlar. Bu kitap ustayı
tanımak isteyenler için son derece faydalı bir çalıĢma.
Son yıllarda film yönetmenleri hakkında yazılan kitapların her biri, konu ettiği
yönetmenin Amerika‟nın en büyük yönetmeni olduğunu iddia ediyor. Sinema
tarihçilerinin bu uzayıp giden tartıĢmaları bir yana, adeta insanların karanlık
yüzünün bir ressamı olarak bilinen Stanley Kubrick, çağının en büyük Amerikan
film yönetmeni olduğunu yapıtlarıyla ilan ediyor. Amerikan sinema endüstrisinin
stüdyo sisteminde çok az kiĢi onun elde ettiği çalıĢma fırsatına sahip oldu.
Filmlerinin bütün sanatsal denetimini elinde tuttu. Bu özgürlüğü rahatça
kullanabiliyordu, çünkü mesleğini sıfırdan öğrenmiĢti. Kubrick, film çekme
tekniklerini bizzat kendisi geliĢtirmiĢtir. Sektörde bağımsız bir film yapımcısı
olma konumuna odaklanan yönetmen böylece en karanlık düĢlerini gerçeğe
dönüĢtürebilmiĢti. Teknik kusursuzluk arayıĢı, entelektüel sembolizmi,
mükemmelciliği ve ince ayrıntılarıyla tanınan yönetmen; elde ettiği bu özgürlükle
dilediği filmleri dilediği Ģekilde çekebilmiĢtir.[dilediği derken, Amerika‟daki
marjinal sinema akımının dahilinde kabul edilip edilemeyeceği hususunu net
bilemiyoruz.]
Sinemaya yeni ve eĢsiz boyutlar getiren büyük ustanın bütün filmleri “her
tarafından vasatlık taĢan bir endüstride” ender görülen bir damgayı taĢımaktaydı.
“. O filmlerinin her Ģeyi ile ilgilenen ve en iyisi olması için gerekirse filmini iki
veya üç yılda çekmekten kaçınmayan bir mükemmeliyetçi olarak bilindi her
zaman. Her filminde özgün ve etkileyici olabilen bir sinema dehasının
özelliklerini taĢıyordu. Kendi üslubunu oluĢturmuĢ ve hiçbir kategoriye dâhil
edilemeyen bir üstattı. Bakın bu durumu kendi sözleriyle nasıl anlatıyor: "Ben
fikir üretiyorum -sinema yönetmeninin temel iĢi budur. Yönetmenin ikinci görevi,
filmin seyirciye nasıl bir zevk vereceğini belirlemektir. Konu aktörlere gelince ise,
ben hep en iyileriyle çalıĢmayı denesem bile burada bir orkestra Ģefinin
karĢılaĢtığı sıkıntıları çekmek kaçınılmazdır. Kendimin bu film yapma sürecinin
en çok hangi aĢamasını sevdiğimi soracak olursanız, o zaman da 'kurgu' diye
cevap veririm. Çünkü yaratıcı bir iĢ çıkarmanıza en yatkın zemin, kurgudur.
Önceden yazarak hazırlanmak, sonradan senaryoyu kaleme almak elbette çok
tatmin edici bir duygu, fakat yazarken bir film üzerinde doğrudan çalıĢmıĢ
olmazsınız. Filmin çekimi baĢladığındaysa, bir sanat eseri yaratmak için tasavvur
edebileceğiniz en ağır koĢullarla baĢ baĢa kaldığınızı bilirsiniz..."
Kubrick Ülkesi
XI
Kubrick genç yaĢında fotoğrafçılıktaki yeteneğiyle dikkat çekmiĢtir. Henüz 14
yaĢındayken bir fotoğrafını ünlü "Look" dergisine satmayı baĢarabilmiĢti. 17
yaĢında bu ünlü derginin foto muhabiri olarak çalıĢtığı sırada film yapımcısı
olmuĢtur. Aralıksız sinemaya giden biri olarak, Modern Sanat Müzesi‟nin bütün
film koleksiyonunu en az iki defa seyretmiĢ; derken Alex Singer adlı arkadaĢından
kısa belgesel çekimlerinde bir servet yattığını öğrenmiĢ. [Pragmatistte sayılabilir
bir ölçüde] Böylece, fotoğrafçılıktan kazandıklarıyla yaptığı birikimi
değerlendirmek için, orta sıklet boksör Walter Cartier‟le ilgili bir belgesel
çekmeye karar vermiĢ. Çektiği bu filme Day of the Fight adını koymuĢtur. (1951)
Bunu, iki kısa film daha izledi. 1953 yılında ailesi ve arkadaĢları tarafından
finanse edilen ilk uzun metrajlı filmi "Fear and Desire"ı çekti. Bu filmde düĢman
hatlarının arkasına düĢen bir grup askerin yaĢam mücadelesini anlattı. Bu
yapıtında, daha sonraki filmlerinin çoğunda iĢleyeceği, "düĢman bir dünyada
maddi ve manevi temelleri elinden alınan insanın kendisini anlayabilmek için
verdiği mücadele" konusu belirgin bir Ģekilde görülür. "Killer's Kiss"(1955) ve
klasik bir soygun filmi olan "The Killing"le (1956) Hollywood'un dikkatini
çekti.1957 yılında Kirk Douglas'ın baĢrolünde olduğu "Zafer Yolları(Paths Of
Glory)" filmiyle ilk baĢyapıtını ortaya çıkarmıĢ oldu. Sinema tarihinin en baĢarılı
savaĢ karĢıtı filmlerinden olan bu yapıt, Birinci Dünya SavaĢı sırasında, Fransız
ordusunda görevli üç erin, akılsızca bir saldırının bozguna dönüĢmesinden dolayı
günah keçisi ilan edilip, idam edilmesini konu alıyordu. Cephe gerisindeki
subayların terfi edebilmek için, binlerce askeri acımasızca ölüme göndermesini,
Kubrick ustaca gözler önüne serdi. Özellikle askerlik sistemini sert bir Ģekilde
sorgulayan film, Fransa‟da yasaklandı ve 1970'lere kadar gösterilemedi.( Sözünü
ettiğimiz film, Türkiye‟de de yasaklandı ve ülkeye sokulmadı.) Paths Of Glory‟yi
izlemek unutulmayacak bir deneyimdir. SavaĢın sonsuz periĢanlığı, insanları
umutsuzluğa sevk ediĢi ve faydasızlığı, filmin yalınlığı ve gücüyle ortaya çıkıyor;
savaĢın bütün bu olumsuz yanları, kuvvetli Alman birliklerine yapılan anlamsız
saldırıda korkaklıkla suçlanan üç masum Fransız askerin keyfi idamıyla tasvir
ediliyor. Kubrick, kimi diyalogların kusurlu olduğuna katılıyor, fakat bu kusurlu
diyaloglar konunun gücüne ve samimiyetine katkıda bulunuyor. Filmin finalinde
Fransızların esir aldığı ve çatıĢmaya geri gönderilmek üzere olan bir grup sarhoĢ
Fransız asker tarafından Ģarkı söylemeye zorlanan genç bir Alman kız karĢımıza
çıkıyor. Kız çok korkuyor, askerlerse gaddar. Kız Ģarkı söylemeye baĢlıyor,
yaĢanan anın insani yanı askerleri önce suskunlaĢtırıyor, sonra gözyaĢlarına
boğuyor. (Film‟deki bu kızla yönetmen daha sonra evlenmiĢtir.) Kubrick, 1960
yılına kadar yeni bir film üzerinde çalıĢmamıĢtır. O yıl, Kirk Douglas Kubrick‟ten,
prodüksiyonunu üstlendiği ve baĢrolünü oynadığı Spartacus filminin
yönetmenliğini devralmasını istedi. Kubrick, diğer bütün filmlerinin aksine,
Spartacus‟te senaryo ve filmin son hali üzerinde bütün kontrolü elinde
bulunduramadı. Spartacus‟un kurgusu yapılırken, Kubrick ve James B. Harris,
XII
Vladimir Nabakov‟un Lolita adlı romanının haklarını satın aldılar. Her türlü
toplumsal gruptan Lolita‟nın filminin çekilmemesi konusunda büyük baskı
geliyordu ve bir süre bu proje için hiç para bulamadılar. Fakat sonunda para
bulundu ve film Londra‟da çekildi. Kubrick filmin zayıf yanının erotizm eksikliği
olduğunu düĢünüyor, oysa bu kaçınılmazdı. Kubrick, “Romandaki önemli nokta,
ilk baĢta Humbert‟in sapıklığının esiri olduğunu düĢündürmesi,” diyor. Kitabın
sonuna gelene kadar, Lolita‟nın artık bir genç kız değil, evli ve hamile bir kadın
olduğu ana dek Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğunu anlamıyorsunuz. Filmdeyse,
cinsel saplantısı gerektiği Ģekilde ortaya konmadığı için, baĢından intibaren
Humbert‟in Lolita‟ya âĢık olduğuna dair imalar var. Ġngiltere‟ye bu filmden sonra
yerleĢen yönetmen sonraki bütün filmlerini bu ülkede çevirdi. Bu ülkeye
gidene kadar usta ama klasik üslupta bir sinemacı sayılan Kubrick, bu ikinci
döneminde bir sinema dehası olarak kabul edilmesini sağlayan filmlerini
çekecektir. Bu dönemin ilk filmi ve baĢyapıtı "Dr.Strangelove"dır.(1964)Dünyayı,
atom bombası atarak yok etmekle tehdit eden çılgın bir eski Nazi bilim adamının
neden olduğu karmaĢayı anlatan film; soğuk savaĢ dönemini, silahlanma yarıĢını,
militarizmi, beceriksiz politikacıları keskin ve ürkütücü bir Ģekilde hicveder.
Kubrick, nükleer strateji analizlerini okurken, bu stratejiler o kadar iyi
hazırlanmıĢ görünüyor ki geçici bir güven hissine kapılıyorsunuz. Ama derinine
indiğinizde ve konuyla daha fazla ilgilendiğinizde, bütün bu düĢünceli satırların
birer paradoksa sebep olduğunu fark ediyorsunuz. Nükleer stratejiler ve onlara
yönelik konvansiyonel tavırların içinde barındırdığı bu daimi paradoks öğesini
Kubrick, Dr. Garipaşk‟ın temel öğesi haline getirmiĢtir. Bu ilk dönem filmleri
sayesinde o, film sanatı açısından, Kubrick ülkesi diye tanımlayabileceğimiz
sinematografik bir dünyanın kapıları aralanmıĢ oluyordu.
2001: Bir görsel deneyim olarak uzaya ve geleceğe bakıĢ
Kubrick‟in diğer bir filmi olan 2001‟le ilgili tartıĢmaların büyük bölümü,
filmde bol miktarda bulunan metafizik sembollerin anlamlarıyla ilgili-örneğin
parlak siyah anıtlar ve bu anıtların insan kaderine müdahale ettikleri her aĢamada
Dünya, Ay ve GüneĢ‟in yörüngesel kesiĢimleri, ayrıca hayatta kalan astronotu
çevreleyen ve o “yıldız çocuk” olarak yeniden doğup Dünya‟ya doğru
sürüklenirken zaman ve uzayın kaleydoskopu andıran bir girdap oluĢturduğu
nefes kesen final sahnesi… Hatta bir eleĢtirmen, filmin ana temasını
Nietzsche‟nin „insan pek insanca‟ temasıyla kıyaslayarak, ilk Nietzscheci film
olarak nitelemiĢtir. Kubrick, film müziklerini hazırlarken de bu tavrını korumuĢ,
Strauss'un üstün insan teorisinin mimarı Nietzsche'nin etkisiyle bestelediği "Also
Sprach Zarathustra / Böyle Buyurdu ZerdüĢt" parçasını filme dâhil ederek, alt
XIII
metni desteklemiĢti. Kendimize asıl sormamız gereken Ģudur: 2001‟in metafizik
mesajı neydi? Arthur C.Clarke'ın kitabından yola çıkarak birlikte hazırladıkları
senaryoyla çekilen film; Ġnsanlığın gelecekteki yaĢayıĢı, teknoloji karĢısındaki
konumu, evrenin sırlarına vakıf olup olamayacağı konularına özgün ve felsefi bir
bakıĢ açısı getiriyordu. 2001, görkemli bir anlatıma sahip olmakla birlikte
hayallerimizin sınırlarını hala zorlamaya devam ediyor. Burada değindiğimiz
filmler, bu ilginç yönetmenin sadece birkaç filminden ibaret. Bunlardan baĢka;
Otamatik Portakal (1971), Barry Lyndon (1975) ve bu filmlerden sonra korku
filmlerinin popüler olmasıyla Stephan King'in ünlü romanı “The Shining” (1980)'i
sinemaya uyarladı. 7 yıl uzun bir aradan sonra 1987 yılında “ Full Metal Jacket”
(1987) ile sinamaya dönüĢ yaptı. Full Metal Jacket, insanoğlunun ikiliğinin ve
hükümetlerin ikiyüzlülüğünün bir hikâyesi. Kubrick, her zaman yaptığı tüm
iĢlerde bir yaratıcılık kaygısı taĢıyordu. Yine aynı kaygı ve amatör ruhla son filmi
"Eyes Wide Shut" (1999)‟u çekmiĢti. Dahi yönetmenimiz, Gözleri Tamamen
Kopalı‟nın son baskısını Warner Bros‟a teslim ettikten dört gün sonra hayata
gözlerini yumdu. GerçekleĢtirme fırsatı bulamadığı "AI-(Yapay Zeka)" adlı
fütüristik film projesi baĢarısız bir Ģekilde Steven Spielberg tarafından filme
alınmıĢtır. Eğer Kubrick bu filmi tamamlasaydı daha baĢarılı bir kurguyla bizi
selamlardı sanırım.
Büyük Ģehir insanını büyüleyen aĢk
„Bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır.‟ Yazdığım ilk cümle dahi bu
konuda söylenecek sayfalar dolusu Ģey olduğunu anlamaya yeter sanırım. Eskiler,
sev de istersen bir putu sev diye söylermiĢ. Niçin böyle demiĢler? Belki sevginin
en sıradanında bile çok sırlı hakikatler olduğunu belirtmek istemiĢlerde onun için
böyle bir cümle kurma ihtiyacı duymuĢlardır. Bir insanı tanımaya yönelik
söylediğim ilk cümle durumu mükemmel biçimde özetliyor.
Acı çekmiĢ ruhların mutluluğa ve tamamlanmaya hakkı vardır. Eğer böyle bir
öngörüde bulunmasak hayatın değeri gözümüzde öyle küçülüyor ki bunu
anlatmak hiç mümkün değil. Son bakıĢta aĢk olgusu bahsettiğim sade ve temiz
duygulardan oluĢan ilk durumdan oldukça farklıdır. Walter Benjamin, bu konuda
çok güzel sayfalar kaleme almıĢtır. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy‟un
derlemiĢ olduğu “Son bakıĢta aĢk” isimli bir kitabı vardır. Benjamin Seçkisi'nin
3. Basımı olarak tekrar bu kitap Metis Yayınları tarafından basıldı. Kitabı
piyasada tükendiği için uzun süredir bulamıyordum. 1993'te ilk yayımlanırken
Türkçe'de pek az çevirisi vardı Benjamin'in. Yapıtına giriĢ niteliğinde en önemli
ve tipik saydığımız metinleri biraraya getirilmiĢ, 20. yüzyılın en ilginç, en ilham
verici düĢünürünün tanıtılması amaçlanmıĢtı. Son Bakışta Aşk'ın bugünkü
okurları daha Ģanslı çünkü artık Pasajlar'la, Parıltılar‟la, sürdürebilirler Benjamin
okumayı. Edirne‟de “Yalnız Göz” köprüsünde durup suyun parıltılarını
seyrederken aĢkın bir son bakıĢını düĢünmüĢtüm.
XIV
Ġlk bakıĢta aĢk, klasikleĢmiĢ bir durum olarak birçok romanda iĢlenmiĢtir.
Dostoyevski‟nin „Beyaz Geceler‟ ini sanki bu bağlamda yazılmıĢ diye
hatırlıyorum. Beyaz Geceler, tuhaf bir üçlü karĢılaĢma anına konumlanmıĢtır.
Olay örgüsü yapılmak istenen tercih durumuyla pekiĢtirilmeye çalıĢılıyor.
Romanı okuduktan sonra Dostoyevski‟nin tüm psikolojik analiz yeteneğine
rağmen aĢk karĢısında çaresiz kaldığı hissi uyandı bende. Öyle veya böyle ilk
bakıĢta aĢk mitinin pek yabancısı değilizdir. Ġzlediğimiz çoğu Türk Filmi de
senaryo itibariyle aynı konudadır. Peki, aynı durum; „Son bakıĢta aĢk‟ teması için,
hayatın bizzat içinde nasıl gerçekleĢir, onu anlatmaya çalıĢacağım. „Son bakıĢta
aĢk‟ kavramı modern zamanlardaki çözük ve parçalanmıĢ kiĢilik üzerinden analiz
edilebilir. Sevim Kantarcıoğlu, “ T. S. Eliot‟un Ģiirlerinde insanın kendisini
gerçekleĢtirme teması” adlı kitabında “Prufrock‟un AĢk ġarkısı” isimli Ģiiri
çözümlerken aynı durumdan bahsediyor. Modern zaman insanının acıklı durumu,
onun kendine ve topluma yabancılaĢmasından ve Tanrı‟sından kopukluğundan
ileri gelmektedir. Eliot, çözük bir kültürün neticesi olan çağımız insanının
trajedisini onun kiĢiliğindeki çözülmenin ve parçalanmanın bir sonucu olarak
görmüĢtür. Bu yüzden modern zaman insanı dıĢ dünyada objektif karĢılığı
bulunan bir sistem oluĢturamamaktadır. Prufrock‟un temsil ettiği ruhi durumun
bir neticesi olarak gerçekleĢtirilememiĢ, niyette kalmıĢ bir aĢk söz konusudur.
Benjamin‟in „Son bakıĢta aĢk‟ teması tam da böyle bir duruma iĢaret ediyor. „Son
bakıĢta aĢk‟, geleceği ve ümidi olmayan aĢktır. Ġnsanın bilinci üzerindeki etkileri
„Ġlk bakıĢta aĢk‟ mitine göre çok daha tesirlidir. „Son bakıĢta aĢk‟, kapanmayan bir
yara gibi modern zaman insanında her daim var olagelmektedir.
Kalabalık bir caddede yürüyen insanları gözümüz önüne getirelim. Kalabalık
caddede „karınca sürülerinin iletiĢimi‟ gibi bir iletiĢimsizlik vardır. Belki
karıncalar bile bu durumda bizden daha fazla iletiĢim kurma ihtiyacı hissederler.
Benliğin tek bir unsuru içine hapsolmuĢ, uygar seçiciliği hastalığına tutulmuĢ,
Ģuursuz bir kitle adeta. Bu insanların küçük dünyasında tutarlı bir durumdan söz
edilemez. KurgulanmıĢ mekanik yalnızlık ve çaresizlik duygusu hâkimdir yapılan
her fiilde. Kantarcıoğlu‟na göre: “ Prufrock, dıĢ dünyanın kargaĢası ve değiĢken
akıĢı içinde kaybolmuĢ, hür iradeden yoksun bir eĢya gibidir.” Bu atmosfer onun
zekâ ve duygularını yutmuĢtur. Onun için dıĢ dünya, karmaĢık olan iç dünyasının
bir yansımasından ibarettir. Böyle bir ruh hali içindeyken tanımadığı bir yüze ki
yüzler ruhlara açılan pencereler gibidir, son bir istekle bakar. Ani bir sevgi
parıltısı görür bir anlık. AteĢ böceklerinin erkeğini tanıması için ıĢık yakmalarına
benzeyen bir durum gibi diyelim biz buna. Çok kısa süren bu durum geleceği ve
ümidi olmayan bir aĢktır. Aniden parlar ve kayan bir yıldız gibi kaybolur
karanlık gecede.
Benjamin‟e göre seven kiĢi sevilenin sadece kusurlarına, bir kadının sadece
garipliklerine ve zayıflıklarına bağlılık duymaz. Onun yüzündeki kırıĢıklıklar
yada benler, sade elbiselerle çarpık bir yürüyüĢü onu bütün güzelliklerden daha
XV
sürekli ve daha acımasızca bağlar. Peki niçin? Sevgiliye bakarken de öyle, kendi
dıĢımızda oluruz. „Son bakıĢta aĢk‟ metaforu bu durumu engelleyen bir iç dünya
egemenliğidir aĢk için. Benjamin bir fragmanında Ģöyle söylüyor: Sevene dair,
“Bu sefer eziyet veren bir gerilim ve hayranlık içinde. Duyum gözleri kamaĢmıĢ
biçimde, bir kuĢ sürüsü gibi, kadının yaydığı ıĢık içinde uçuĢup durur. Nasıl
kuĢlar ağacın gizleyen yaprakları arasında korunak ararsa, duyumlar da gölgeli
kırıĢıklara, hoĢ bir eda taĢımayan el-kol hareketlerine ve sevilen gövdenin göze
çarpmayan kusurlarına sığınır, sinip gizlendikleri o yerlerde güven bulurlar.”
ĠKĠ DÜNYA ARASINDA BĠR SEYYAH: ESSAD BEY
Weimar Almanya'sının kültürel atmosferinde doğuya özgü çiçekler açmıĢtı.
Essad Bey‟in düĢlediği gibi tutumsuzca olarak oldukça az ve nadir çiçeklerdi
bunlar. AĢırı derecede popüler kitaplar ve gizemli seyahat yapıtları Batıya Ġslami
bir dünyanın pencerelerini açıyordu. Siyasi kargaĢalarla sarsılan Çarlık Rusya'sı
ve onun egzotik kabileleri…
Müstear ismi „Kurban‟ olan yazar tarafından okuyucuları için, Hıristiyan bir
kız ile Müslüman prensin aĢklarının romantik hikâyesini anlatılıyordu. „Ali ve
Nino‟ Rus Devrimi arifesinde Kafkasya‟da geçen bir aĢk hikâyesidir aslında. Ġlk
basımı 1937 yılında Almanya‟da yapılmıĢ; yetmiĢlerde çeĢitli dillere çevrilmesiyle
yeniden gün ıĢığına çıkmıĢ, küçük bir klasik olmuĢ. Essad Bey, ikinci sınıf ucuz
romanlar yazmak yerine daha ciddi eserler kaleme alsaydı belki de bir Pierre Loti
XVI
olabilirdi. Ne var ki, yazarın kimliği hiçbir zaman açıklığa kavuĢmamıĢ. Herkes
Kurban Said‟in Kafkasya‟daki, petrol kenti Bakü‟de doğmuĢ bir yazarın takma adı
olduğu konusunda hemfikirdi. Almanya'nın en sevgili Müslüman'ı olarak
adlandırılan Essad Bey (Lev Nussimbaum)gerçekte bir Musevi‟ydi. Ġstanbul‟daki
sahaflara Ģöyle bir göz attığımızda „Ali ve Nino‟ kitabının 1970‟lerdeki Hürriyet
Kitabevinden çıkan ilk Türkçe baskısına rastlayabiliyoruz. Bu kitaptan önce ise
Essad Bey‟in “Hz. Muhammed” isimli tuhaf risalesinin Hüseyin Avni tarafından
yapılan tercümesi 1959 yılında Ġnsal Kitabevince yayınlanmıĢtı. Yani bu dönemde
aĢağı yukarı bizde de benzer bir ilgi görebilmiĢti Essad Bey.
ĠletiĢim yayınları, bugünlerde Amerika‟da da popüler olan ve Kurban Said‟in
gerçek hayat hikâyesinin serüvenini konu alan “Oryantalist” isimli eseri
yayımladı. Kitabın yazarı Tom Reiss, Essad Bey‟den namı diğer Lev
Nussimbaum‟dan bahsederken „ Babası zengin bir petrolcü, annesi ise komünist
sempatizanı ve eylemcisi olan Lev, aldığı iyi eğitimden çok serüven romanlarıyla
ruhunu besleyen yalnız ve hayalperest bir çocuktu. Ekim Devrimi, kendisinin ve
ailesinin hayatını altüst etti. Ömrü boyunca komünistlerden nefret edecek olan
genç Yahudi, çok sevdiği ancak giderek tekinsiz ve yaĢanmaz bir yer haline gelen
Bakü‟yü ve Kafkasya‟yı babasıyla birlikte terk etmek zorunda kaldı. Bu zorunlu
göç onun bütün hayatını değiĢtirecekti. Kendisini inançlı ve samimi bir
Müslüman, Kafkasyalı, Türk veya Doğulu olarak tanıttığı yeni bir döneme
girmiĢti. Dillerini bildiği Batılılara karĢı herhangi bir yakınlık duymuyordu. Terk
etmek zorunda kaldığı topraklar onun için dürüstlük, sahicilik ve cesaret demekti.
Ġstanbul‟u veya ıssız çölleri, Bakü‟deki saray gibi binaları düĢünerek saatler
geçirebilirdi. Kurban Said mahlasıyla egzotik ve romantik Doğu‟yu anlatan aĢk ve
serüven romanları yazmaya baĢladı…‟ demektedir. Gerçekte, Essad Bey, Tom
Reiss‟in kitaba koyduğu “Tuhaf ve Tehlike Dolu Bir Hayatın Aydınlanan Sırrı”
alt baĢlığından da anlaĢılabileceği gibi, düĢsel bir oluĢumdur.
Kitabın editörünün dediği gibi Oryantalist yazarının kullandığı kinik dil
okurun dikkatini hemen çekecektir. Yazar olgulardan çok bizzat yaĢadığı olayları
öne çıkarmaktadır. Bir Oryantalistin hayatını okura aktarırken oryantalist bir
edayla yazmaktadır. Tipik bir oryantalist bakıĢ tarzı olarak konumlanan “aslolan
gerçek değil anlatıdır” biçimindeki yaklaĢım metnin tamamında özenle
sergileniyor. Tabi bu durum bazı Arap edebiyat eleĢtirmenlerinin de dikkatini
çekmiĢtir. Al Ahram‟ın kitap ekinde yazılar yazan Faiza Hassan‟ın sentimental
semitist olarak tanımladığı Tom Reiss‟ı değerlendirirken; „ArĢivlerin tozlu
raflarında belgeler ve hatıralarla boğuĢarak zorlu sınavını Ģansı yardımıyla
halletmeye çalıĢan Reiss, Essad Bey‟in gerçek hikâyesine olan ilgisini takıntı
haline getirmiĢtir. Yazarın yorumu gerçeği ve akılcılığı umursamayan ama ısrarla
gerçeği ifĢa ettiğini iddia eden siyasal romantizmini hatırlattığı çok açık. Yazar
oryantal köklerini bulmak için onu diriltmeye umutlu gözüküyor. Bu anlamda,
XVII
Lev gerçek bir Ģey, çünkü yaĢadığı hayat kendi mirası üzerinde Ģekilleniyor.
Yalnızca çizim olan Ġngilizce ürün farklı.‟
Lev, bir anlamda, 19. Ve 20. Yüzyıllarda çok görülen ama Ģimdilerde
unutulmuĢ bir tipin aĢırı bir örneği, yani Yahudi oryantalistti. Bu olguya ilk kez
Viktorya dönemi Ġngiltere‟sinde, Palgrave ve Disraeli gibi asimile olmuĢ son
derece etkili ailelerin genç erkeklerinin “Doğulu kökenlerini” aramak için
çıktıkları çöl yolculuklarıyla tanık oluyoruz. Bunlar kadim Ģarkı egzotik Öteki‟yi
keĢfedecekleri bir yer olarak değil, tersine kendi kökenlerini bulacakları yer
olarak görmüĢlerdir. Ne yazık bizim kahramanımız Oryantalist Essad Bey, Irvin
Cemil Schick‟ın Ģarkiyatçı söylemlerde çözümlemelerini yaptığı bir çizgide
hayatını sürdürmeyi seçmiĢtir. Tom Reiss‟in fantazyasındaki doğuya yolculukta ;
„Kurban‟ Said‟in izinde çokça minareler ve bazen de ipek çoraplar görüyoruz.
ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK ARASINDA
GERĠLĠM ĠMGELERĠ
Fotoğraf Sanatçısı Bülent ġangar‟ın 1990‟lı yıllarda Türkiye ortamı içindeki
yerini, öncelikle o dönemin tartıĢmaları içinde ele almak doğru ve anlamlı
gözükmektedir. Ve ne yazık ki bizde çağdaĢ fotoğraf sanatı üstüne hazırlanmıĢ
incelemeler oldukça azdır. Dünyada sanat yapıtlarının değerini ortaya çıkaran bu
nitelikteki eserler sanat dünyası ile sanatçıya bir hayli katkılar sağlamaktadır.
Bülent ġangar, ilk dönemlerinde resim ve serigrafi ile uğraĢırken bugün fotoğrafa
yönelmeye karar vermiĢtir, ama Aydan Murtazaoğlu ile birlikte bunu hala
tartıĢmaktadır. Resim ve temsili gelenekten çıkmak nasıl mümkün olacaktır? Veya
baĢka türlü temsil yolları nasıl olacaktır? Ġkincil bir malzeme olarak bakılan
fotoğraf aslında 1970‟lerden itibaren Batı sanat dünyasına girmiĢ ve artık
yerleĢmeye baĢlamıĢtır, ancak bir Ara Güler dıĢında Ġstanbul sanat dünyasının
bunu kabul etmesi bir hayli uzun yıllar alacaktır. ġangar, „avangart söylemden,
sanatta deneysellikten, kavramsal sanattan, sanatın sanat olmayanı da içeriyor
olmasından etkilenmiĢ; sanat yapıtının tek bir ifade dilinden oluĢmayacağını,
disiplinlerarasılığın önemini‟ daha o yıllarda fark etmiĢtir. Ali Akay‟ın da
belirttiği gibi; “Teorik olarak Walter Benjamin‟in yeniden üretim tekniği çağında
sanat eserinin aura‟sının kaybolması ve Yeni Melek (Angelus Novus)”
alegorisinden oldukça etkilenir. Metaforik sanat analizinde bir yandan nostaljiyle
tarihe bakarken diğer yandan yeni bir sanat uğraĢına ve yeni teorik okumalara
kendisini teslim etmeye baĢlar.
Yapı Kredi Yayınları tarafından Vehbi Koç Vakfı‟nın desteğiyle yayımlanan
„Türkiye‟de Güncel Sanat‟ baĢlıklı monografi dizisine yeni bir kitap daha
hazırlanıp yayımlandı. Serinin bundan önceki Aydan Murtezaoğlu‟nun sanatını
anlatan „Yakınlıklar Kaybolup Mesafeler Kapanırken‟ kitabından sonra Ali
Akay‟ın „Gerilim Ġmgeleri‟ ise Bülent ġangar‟ı ve sanatını ele alıyor. Felsefi
XVIII
Soruşturmalar‟da Wittgenstein ilginç bir soru atar ortaya: sese ya da yazıya
dökmeden sadece zihinde hesap yapmak mümkün müdür? Bunu yapan kabileler
olabilir, ama bu bir sınır durumudur. Diğer taraftan, yazma zorunluluğunu
dıĢlamayan bir durumdur bu, zira Wittgenstein gene de “imgelemde”, yani seste
ve kâğıtta değilse bile en azından belleğin levhasında hesap yapmaktan bahseder.
Gösterge ve yazı özelliklede fotoğraf üzerine çağdaĢ düĢünceler, bu geleneğin,
daha kesin ifadelerle bu sorunun mirasçısıdırlar. Kitabın giriĢ yazısında René
Block, ġangar‟ın asıl önem verdiği Ģeyin „Türk toplumu içerisindeki çeliĢkileri
görünür kılmak‟ olduğunu söylüyor. Tabi bu çeliĢkilerin görünür kılınması için
bazen sanatçı fazlasıyla kurguya yaslanabiliyor. Türkiye’de Din ve Siyaset adlı
kitabında sosyolog ġerif Mardin „mahalle etosu‟dan ve „mahalle baskısı‟ndan
bahsetmektedir. ġangar‟ın çalıĢmalarında genellikle bu bağlamda bir imgelemin
mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Mahalle etosu ile mahalle baskısı kavramları ise
birbirinden oldukça farklıdır. Bu noktada mahalle baskısı zorunluluklar ile
iliĢkiliyken mahalle etosu özgürlüklerle ilgili bir durumdur. Bülent ġangar‟ın
fotoğraf, serigrafi ve videolardan oluĢan eserlerinde genellikle gazetelerin üçüncü
sayfalarına yansıyan olaylara rastlıyoruz. ġangar‟ın sanatı bize gerilim
imgelerinin temsilinden çok onların kurgusal temsilleri hakkında bir Ģeyler
söylüyor.
Serigrafik Ve Fotografik ÇalıĢmalara Doğru
Severek bir çırpıda okuduğum bu kitaba ayrıca ek olarak Erden Kosava‟nın
Bülent ġangar ile yaptığı söyleĢi de dâhil edilmiĢ. Bu söyleĢide sanatçının,
fotoğrafa geçiĢ süreci ve bu geçiĢ sürecinde onu besleyen disiplinler, fotoğraftaki
kiĢisel dilini geliĢtirmesi, çalıĢmalarını besleyen sosyal ortam, fotografik imge ve
kendini kullanma, inandırıcılık, sunum tekniği gibi konulara açıklık getiriliyor.
ġangar‟ın iĢleri kitapta tematik olarak açıklanıyor. Bu temalar sırasıyla Kurban,
Devlet ve Sivil Toplum, Kamusal ve Özel, Individuation: Çokluk Olarak Sanatçı,
İkizlik, Risk ve Suç alt baĢlıkları altında sırasıyla inceleniyor. Tabi bu çalıĢmaların
hepsinin fotoğrafları da kitapta mevcut. Kitapta ilk çözümlenen tema ġangar‟ın
„Ġsimsiz”(Kurban) tuval üzerine serigrafik çalıĢmasıdır. Diğer temalar pek pürüzlü
olmamakla birlikte fena sayılmazlar. Ali Akay bu fotoğrafı anlatırken; “Taksim‟de
meydanda bir genç delikanlı (Bülent ġangar‟ın Kendisi) yere yatırılmıĢ, gözleri
bantlanmıĢ, kolları bağlı, belli ki can çekiĢmekte. Kafasında dindarlığı gösteren
baĢlığı ve elinde kör bir bıçak olan, kendisinden yaĢlı biri tarafından kurban
edilmeye hazırlanmakta.” diyor. (s.32) Okunduğunda ilk anda anlaĢılacağı gibi bu
ifadeler insana antropolojik imgelemin kliĢelerini çağrıĢtırıyor. Kafasında
dindarlığını gösteren baĢlığı dediği Ģey Müslümanların „takke‟sidir, ayrıca bıçağın
kör olduğuna ve yatan insanın can çekiĢtiğine dair fotoğrafta herhangi bir
gösterge yoktur. Ali Akay‟ın yaĢadığı topluma bir sosyolog olarak aline olması
doğrusu beni biraz ĢaĢırttı. Kurban motifi Aztekler den beri insanlık tarihinde
XIX
vardır. Eski Aztek sanatçıları da bunu bir imgelem olarak kullanmıĢlardır.
Eylemin kendisinden ziyade bence toplumdaki etkisine odaklanmalıyız.
Özgürlük ve zorunluluk arasında gerilim imgelerini kuran sanatçı zihinde yaptığı
hesaplar kadar yaĢadığı toplumun gelenekleriyle de bir Ģekilde eklemlenerek
yeniden üretme döngüsünü kurabileceğini düĢünüyorum.
Beyaz Gülün Siyah Gölgesi
Heidegger bir gölgeler insanıydı, dıĢavurumcuydu ve romantikti. Yazıma
seçtiğim ironik baĢlık yıllar önce hakkında çokça spekülasyon yapılan “Heidegger
ve Nazizm” iliĢkisini irdeleyen metin için yazdığım derkenara aittir. Altını
çizdiğim satırlardan bazısı ise Ģöyle; “Batı düĢüncesinde „metafiziksel‟ adını
verdiği bir damara son vererek 'Varlığın' sesinin duyulmasına çalıĢan ünlü bir
filozofun; Almanya'da tarihsel olarak belirli bir dönemde sınırlı bir hareket yanı
Nazizm ile arasındaki iliĢki, niye bu kadar büyük bir ilgi görüyor? „Heidegger ve
Nazizm‟ baĢlığı niye özellikle Amerika ve Avrupa akademik çevreleri ve
entelektüel kesimleri arasında halen ağırlıklı bir konu olmayı sürdürüyor?” Bu
eski kitap bu sorulara bir nebze olsun cevaplar veriyordu. Aradan bir hayli zaman
geçtikten sonra yine aynı kıĢkırtıcı entelektüel konu karĢıma çıktı. Yıllar önce bu
meseleyi halledebilmiĢ miydim pek hatırlamıyorum. Doğan Yayınları, Arjantinli
Felsefeci José Pablo Feinmann‟ın “Heidegger‟in Gölgesi” isimli kitabını yeni
yayınladı. Kitaba değinen bazı köĢe yazarları oldu fakat onlarda kitabın bir roman
olduğunu unutarak bu dev filozofu birazda Jurgen Habermas‟a öykünerek
anlamaya çalıĢtılar. Heidegger, Nazi polemiğine malzeme yapılabilecek bir
düĢünür değildir.
Kitabın yazarı José Pablo Feinmann, 1943 yılında Buenos Aires‟te doğmuĢ ve
Buenos Aires Üniversitesi Felsefe Bölümü‟nü bitirmiĢtir, yayımladığı yirminin
üzerindeki kitap çok sayıda yabancı dile çevrilmiĢtir. Kurbanın Son Günleri, Los
crìmenes de Van Gogh, Sabor a Freud eserlerinden bazıları. Ülkesi Arjantin‟in en
önemli felsefeci ve romancılarından biri olan Feinmann halen mezun olduğu
üniversitede felsefe dersleri veriyor. Feinmann için kurgu, felsefi konulara
yaklaĢırken daha iyi bir yöntemdir. Bu romanda ana karakter olan Dieter Müller,
stilistik yönden bazı pasajlarda bir iç söylem ifadesiyle konuĢturuluyor. Müller,
Alman bir profesör olmakla birlikte, her zaman Heidegger‟in fikri üstünlüğünü
kabul etmekte ve kendisini onun öğrencisi saymaktadır. Bireysel bir trajik
kaderin yer aldığı bu romanda 20. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan
Heidegger suskunluğu bozularak konuĢturulmaya çalıĢılmıĢtır. Bu sayfalarda
tarafsız ve bir o kadar sade düĢüncelerde vardır. Sayfalar boyunca varlık adeta
zamanın içinde nefes almaktadır. Kitap iki bölümden oluĢuyor ve ilk kısım
Profesör Dieter Müller‟in oğluna yazdığı bir mektupla baĢlıyor. Ġkinci bölümde
ise profesörün oğlu olan Martin Müller‟in hikâyesi anlatılıyor.
XX
Wittgenstein‟dan söz edilirken insanın aklına nasıl onun maĢası ve yaptığı o
ünlü tartıĢma geliyorsa Heidegger‟den söz edildiğinde de kaçınılmaz olarak
Freiburg Üniversitesindeki Rektörlük konuĢması ve Naziliği hakkındaki
söylenceler geliverir. Kitapta bu konuda birçok ima vardır. Müller‟in ağzından;
“Rektörlük KonuĢması‟nı bitirirken söylediklerini söyleyen çıkmamıĢtı. Onun
gibi „Bütün büyük Ģeyler, fırtınada durur‟ diyen olmamıĢtı.”sözlerini dinliyoruz.
Bir insanın hatalı politik tercihler yapabilir fakat bu onu bir zanlı haline getirmez.
Heidegger‟de bunu anlamıĢ olacak ki daha Nazi katliamı baĢlamadan rektörlük
görevinden istifa etmiĢtir. Bizde de Tanpınar bir askeri darbeyi desteklemiĢ ve
daha kötüsü yargılananlar için idam kararını dahi hafif bulmuĢtur. Fakat hiç
kimse yazılarından dolayı onu bir zanlı ilan edip yargılamamıĢtır. Kitaptaki bu
konuda tarafsız olan birkaç cümleyi de burada alıntılamak istiyorum.“ Heidegger
aĢağılandı. Nazilikten arındırma iĢlemine maruz kaldı. Üniversitedeki derslerini
sürdürmesini engellediler. Fransa‟da herkes Varlık ve Hiçlik‟i okuyor ya da
okumaya çalıĢıyor. Bu Heidegger‟den esinlenmiĢ bir kitap. Sartre tarafından
ustaca yazılmıĢ, yeniden yaratılmıĢ. Bu kitap –birçoklarına göre- Fransız
Direnişi‟nin ruhunu ifade ediyor. Sartre nasıl bir mucize yaratmıĢ? Bir Nazi‟nin
yazdığı kitaptan yola çıkarak Fransız DireniĢi‟nin ruhunu nasıl ifade
edebilmiĢ?”Bazıları onun nasyonal sosyalist düĢüncelerini ünlü kitabı “Varlık ve
Zamanda” da görmeye çalıĢmıĢtır. Varlık ve Zaman bir ontoloji çalıĢmasıdır. Bizi
Varlık sorusuna açmak için yazılmıĢ bir kitaptır, savaĢla ilgisi yoktur. Müller,
filozofun rektörlük konuĢmasını dinliyor ve ertesi gün; “daha önce bende hiç
olmayan bir kararlılığın itkisiyle, Nasyonal Sosyalist Alman ĠĢçi Partisi‟ne üye
oldum. Kısacası, oğlum: Nazi oldum.” diyordu. Bana göre bu fazlasıyla zorlama
bir yorum. Kabul etmek gerekir ki o yıllarda Almanya ölüme âĢık olmuĢtu. Der
Tod ist ein Meister aus Deutschland. (Ölüm Almanyalı bir üstattır.) Fakat filozofun
düĢüncelerinin bu canilerle aynı olduğunu söylemek en basit manada onun
felsefesini hiç bilmiyoruz demektir. “Eski hikâyedir: büyük entelektüeller,
fikirleriyle yönlendirmek için büyük politik liderlere yanaĢırlar; oysa büyük
politik liderler, yönlendirilmedikleri için büyüktürler. Tam tersine,
yönlendirilmeye kalkıĢanlardan nefret ederler. Bu nedenle pek çok entelektüelin-
bilirsiniz bu sevilmeyen bir kelimedir- ve filozofun kaderi acı doludur. Bay
Heidegger, en azından, canını kurtardı.” Herman Mellvile‟nin ünlü romanın
sonunda Kaptan Ahab, Moby Dick‟le karĢılaĢır. Besbelli elindeki zıpkınla onu
mıhlama arzusu hayatını besliyorsa da büyük okyanusun derin sularında
kaybolmaya mahkûm olur. Heidegger‟e sorular sorarak onu sorgulayanların
durumu bana her zaman niyeyse Kaptan Ahab‟ın bu halini hatırlatmıĢtır.
Carventes der ki: “Gerçeklik simetri sever.” Masamın üzerinde duran beyaz
güllere bakarken onların simetrik bir Ģekilde yüzeye yansıyan siyah gölgelerini
fark ettim. Burada Heidegger‟den tek satır okumamıĢ insanlara Ģunu da
hatırlatmak isterim; o günkü bakanlık iki dekanı sırf Yahudi olduğu için
görevden aldığı için rektörlük görevinden istifa etmiĢtir. O günlerdeki Yahudi
XXI
aleyhtarı bir afiĢin üniversite içinde asılmasını engellemiĢ ve kitap yakma
Ģenliğini de yasaklamıĢtır. Oruç Aruoba‟nın bir sözüyle yazımı bitirmek
istiyorum. “Ġnsan düĢüne düĢüne faĢist olmaz.”
Sözcük Oyunları
Nasıl bir hayat serüveni geçirmiĢtir ki bir insan "yaĢam kullanma kılavuzu"
(Ġmge Kitabevi–2009)gibi bir kitap yazabilsin? Uzun yıllar boyunca bu sorunun
zihnimi meĢgul ettiğini hatırlıyorum. Perec‟in anlatısı gerçektende bir kılavuz
gerektirecek Ģekilde düzenlenmiĢ gibidir.(Bu konuda Enis Batur; BaĢkalaĢımlar
XV‟te : Perec Kullanım Kılavuzu diye yazdığı kitapta bize bir takım çağrıĢımların
ipuçlarını verebiliyordu.) Perec, çok yönlü ve karmaĢık bir sanatçıdır. Onun ilk
çalıĢmaları küçük denemeler Ģeklinde Lettres nouvelles, N.R.F., Partisans, Cause
commune gibi dergilerde çıkmıĢtı. 1965‟de çıkardığı Les Choses (ġeyler–1965) adlı
yapıtıyla da sanatçı Renaudot ödülünü almıĢtır. O sinema alanında da etkinlik
gösterdi ve bazı filmlerin çekimine katıldı. Yeteneklerini ve kültürünü sergilediği
baĢyapıtı La Vie mode d’emploi kendisine 1978 Médicis ödülünü kazandırdı.
YaĢam Kullanma Kılavuzu, 1978 Médicis Ödülü jürisini tam anlamıyla hayran
XXII
bırakan bir titizlik ve büyüleyici bir virtüözlükle kurulan ve düzenlenen
yaĢanmıĢ ve düĢlenmiĢ anıların, yan yana gelen, zincirlenen, iç içe geçen
yaĢamların olağanüstü romanıdır. Aynı düzeyde daha birçok çalıĢması olmuĢtur
bu sevimli yazarın; Les Revenants (Hayaletler 1972), La Disparition (YokoluĢ
1973), La Boutique (Karanlık Butik 1973), W (1975) ilk aklıma gelenler. Perec, bir
yazar için çok genç denecek bir yaĢta hayata veda etmiĢtir. Buna rağmen birçok
nadide yapıt bırakabilmiĢtir geriye.
Yakın bir geçmiĢte kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker ile tanıĢmak istiyordum.
Onunla tanıĢma fırsatı elde edemedim fakat askerdeyken onun bir arkadaĢıyla
görüĢmüĢtüm. ġimdi ismini hatırlayamadığım bu arkadaĢın elinde ilk defa
Perec‟in “KayboluĢ” isimli romanını gördüm. Fırsat bulduğum anlarda parçalar
halinde bu romanı okuyabilmiĢtim. Ulus Baker ile aramda ve de Perec arasında
bazı benzerlikler oluĢmuĢtu zihnimde. Ama Ģu an ayrıntılı olarak
hatırlayamıyorum. “Perec‟in tüm yaĢamı Paris‟te geçmiĢ. II. Dünya SavaĢı'nda
henüz 3 yaĢındayken babasını kaybetmiĢ. Annesi 1942'de Paris‟te ortadan
kaybolmuĢ. Sonradan Auschwitz kampında öldüğü öğrenilmiĢ galiba. Akrabaları
tarafından büyütülen bir çocuktur o…La Disparition (KayboluĢ) adlı romanını hiç
E harfi kullanmadan yazmıĢ.” Ġsmini tam çıkaramadığım arkadaĢım bunları
söylemiĢti onun hakkında. Aradan yıllar geçtikten sonra geçenlerde bu sevimli ve
bir o kadar tuhaf bulduğum yazarın yeni bir kitabıyla karĢılaĢtım. Ve bayağı
sevindim. Ġmge Yayınları, onun basılan ikinci kitabı olan “L‟art et la manière
d‟aborder son chef de service pour lui demander une augmentation” (Ücret ArtıĢı
Talebinde Bulunmak Ġçin Servis ġefine YanaĢma Sanatı ve Biçimi!, 1968;)isimli
çalıĢmasını son derece özenli bir Ģekilde çevirerek yayımladı. ĠĢin ilginç yanı;
Perec, bu garip konuyu nasıl olup ta bir edebiyat nesnesi haline
dönüĢtürebilmiĢti? Sıradan bir konuyu ya da nesneyi ele alıp bir sanat eseri ortaya
koymak gerçekten zordur. Cansever‟in „Masa da masaymıĢ ha‟ Ģiiri aklıma geliyor
bu minvalde. Perec, ilginç bir Ģekilde bu iĢin de üstesinden gelebilmiĢtir.
Bu kitapta da Perec tarafından bize deneysel bir sürpriz hazırlanmıĢ. Metinde,
yoğunlaĢtırma kaygılarıyla hiçbir yazım iĢareti kullanılmamıĢtır. Bu ise sanki
gramerin baskıcı yapısına anarĢist bir tepkiyi ifade etmektedir. Ġlk baĢta biraz
ĢaĢırtsa da metne hemen alıĢıyor ve ritmine uyuyorsunuz. Kaygısız bir okuma
içinde ilerleme kaydettikçe merakınız artıyor. KarmaĢıklıkla hiçbir ilgisi olmayan
bir anlatı. Büyük bir üslup becerisi gerektiren ve mizah özellikleri de içeren bu
anlatı gerçekten eğlendirici... Çünkü Perec; yoğun okuma alıĢtırmaları yapmak
isteyenler için bulunmaz bir örnek... Burada kitaba dair okuyucuya bir fikir
vermesi açısından ilk kısmından bir alıntı yapmak istiyorum. “Ġyice düĢünüp
taĢındıktan ve cesaretinizi iyice topladıktan sonra ücret artıĢı istemek amacıyla
servis Ģefinizle görüĢmeye karar veriyorsunuz iĢi basite indirgemek gerekir adı
mösyö xavier ya da mösyö ya da daha ziyade mr x dolayısıyla mr x‟i görme
konusunda iki Ģık var ya mr x odasındadır ya da yoktur mr x odasında olsaydı
XXIII
muhtemelen problem olmayacaktı ama mr x kesinlikle odasında değil dolayısıyla
yapabileceğiniz tek Ģey koridorda dönüĢünü ya da geliĢini beklemek ama diyelim
ki gelmiyor ve bu durumda tek bir çözüm yolu kalıyor kendi odanıza dönmek ve
öğle sonrasını ya da ertesi günü bekleyip yeniden giriĢimde bulunmak ama her
gün gecikmesi olağan bir Ģey ve bu durumda sizin için en doğrusu koridorda
dolaĢıp” (s.7) Birçok okuyucunun mesleki yaĢamlarında, iĢ yaĢamlarında
yaĢadıkları ya da yaĢayacakları bir durumu sözcüklerle bir Ģemaya dönüĢtürmek...
Ücretinin arttırılması talebiyle amiriyle görüĢmek... Her Ģey kitabın baĢlığında
söylenmiĢtir. Yazar bu giriĢim bağlamında olası bütün durumları anlatmayı
üstleniyor. Ne var ki Perec'tir söz konusu olan. Dolayısıyla sözcük oyunları, farklı
durumlar, saçmalıklar... Bütün bunlara bir balık kılçığını, belki çürümüĢ
yumurtaları, bir kızamık salgınını ve baĢka bazı sürprizleri ekleyin. Kitabın
tanıtım yazısında da belirtildiği gibi; „Ġlk bakıĢta yazarın sürekli bir yineleme
içinde olduğu, sürekli aynı Ģeyi gündeme getirdiği sanılabilir ancak gerçek hiç de
öyle değildir ve Perec, anlatısının her evresinde değiĢkeler, sözcük oyunları
getirir, Ģema her seferinde yeni bir veri ya da öneriyle geniĢler.‟
BAġLANGIÇLAR ÜZERĠNE BĠR TEFEKKÜR
Her yazar yazacağı Ģey açısından baĢlangıç tercihinin kritik olduğunu bilir:
“Yalnızca sonrasında yazacaklarını belirlediği için değil, aynı zamanda bir eserin
baĢlangıcı, kestirmeden söyleyecek olursak, sunduğu Ģeye ana giriĢ olduğu için de
kritiktir.”(s.21) Dahası aynı durum Ģu an ben bu metni yazarken de fazlasıyla
geçerlidir. Edward W. Said gibi bir entelektüel için, onun Türkçeye çevrilen en
son kitabı olan BaĢlangıçlar‟a nasıl bir baĢlangıç yapabileceğim hususunda bir
hayli düĢünmüĢtüm. Sonra onun yazmıĢ olduğu bir kitap tanıtım yazısı aklıma
geldi. Said, Erich Auerbach‟ın; „Mimesis: Batı Yazınında Gerçeğin Temsili‟
kitabını “Maddi Dünyanın EleĢtirisi” isimli yazısında tanıtıyordu. Pratikte Ģu an
benimle aynı iĢi yapıyordu. Niye söylemeyeyim, belki de aynı sıkıntılı ruh halini
taĢıyordu. EleĢtiri yazarları için, “özellikle de eğer yazdıkları yazıların bir
dönemden fazla okunmasını istiyorlarsa, bu kitapların etkisi son derece az ve
itibarlarının süresi Ģevk kırıcı bir Ģekilde kısa olacaktır.” (Ayraç, 2009) Hele bu
yazılar daha kısa bir Ģekilde dergi vb. yerlerde çıkıyorsa. Bu yüzdendir ki eleĢtiri
yazıları genelde kısıtlı bir çevre tarafından beğenilir ve gerçekten entelektüel bir
keĢfin etkisiyle iliĢkilendirilir.
BaĢlıktan da anlaĢılabileceği gibi, Said‟in kitabı, niyet ve yöntem açısından
baĢlangıçlar üzerine geliĢtirilmiĢ bir dizi tefekkür çabasının neticesinde ortaya
çıkmıĢtır. BaĢlangıçlar, bazı akademisyenlerin tabiriyle söylersek “tekinsiz
eleĢtiri” adını verebileceğimiz türe ait, yani esasen tarihsel ya da filolojik
araĢtırmacılığın geleneklerine, sağduyuya dayalı uzlaĢımlara ve hatta ne
saklamalı, takvalarına dayalı olmayan eleĢtiri kitaplarından biridir. Auerbach‟ın
Ġstanbul‟da yazdığı Mimesis gibi BaĢlangıçlar‟ın da uzun yıllar boyu bir eleĢtiri
XXIV
baĢyapıtı olarak kalacağı kanaatindeyim. Gerçekten büyüleyici bir kitap.
“Tekinsiz EleĢtiri” konusunda kitabın Morningside baskısına yazdığı önsözde
Said, “Fakat BaĢlangıçlar‟da yapmaya çalıĢtığım Ģeyi nitelendirmek için bu yeterli
değildir, ya da en azından tekinsiz eleĢtiri ile beyhude ya da iktidarsız bir
akıldıĢılık-varlığı „uçurum‟ ya da „aporia/çıkmaz‟ gibi sözcüklerle ifade edilmeye
baĢlanmıĢ bir akıldıĢılık- arasında kurulan özdeĢleĢtirme konusunda.” diyordu.
Zira bir inceleme konusu olarak baĢlangıçları ayrı bir değerlendirmeye tabi tutan
Said‟in tüm amacı akli ve iĢe yarar bir baĢlangıç belirlemekti ve esasen mantıksal
baĢarısızlıklarla ve bunun uzantısı olarak, tarihdıĢı absürtlüklerle ilgilenmek
Ģöyle dursun, Ģeyleri baĢlangıçtan itibaren, tarih içinde tahrif etmeye giriĢen
tarihsel geribakıĢın gerektirdiği muazzam çabayı tasvir etmeye çalıĢıyordu. Bu
minvalde Said kitabına yaĢlanmayan zekânın bir abidesi olarak değerlendirdiği
Vico‟dan bir alıntıyla baĢlıyordu: “Öğretiler baĢlangıçlarını, inceledikleri
meselelerin baĢlangıcından almalıdır.”(Yeni Bilim)
BAġLANGIÇ FĠKĠRLERĠ
Said‟in bu muazzam eseri önsöz dıĢında altı bölüme ayrılmıĢtır. Kitabın ilk
kısmında baĢlangıç fikirleri konusu anlatılıyor. Sonra sırasıyla; BaĢlangıç Niyeti
Olarak Roman, Bir Metinle BaĢlamak, Abecedarium Culture (Bizim ifademizle
Kültürün ABC‟si) Madumiyet, Yazı, Bildirim, Söylem, Arkeoloji, Yapısalcılık
konuları anlatılıyor. Sonuç kısmında ise Bundo Vico‟nun kendi eserlerinden yola
çıkarak bir takım değerlendirmeler yapılıyor. Kitabın sonuç bölümünden sonra
ise okuyucuya faydalı olabilecek kısa notlar açıklamalar halinde
verilmiĢ.(Kitapların bu kısımları çoğu nitelikli okuyucu için eminim ki en keyif
alınan yerleridir.) Said, çokça düĢündükten sonra kitabına Ģu cümlelerle
baĢlamıĢtır:“Nedir baĢlangıç? BaĢlamak için ne yapmak gerekir? Bir faaliyet ya da
bir an ya da bir mekân olarak baĢlangıcı özel kılan nedir? Öyle kafamızın estiği
zaman baĢlayabilir miyiz? BaĢlangıç için nasıl bir tutum ya da ruh hali gerekir?
Tarihsel açıdan bakıldığında, baĢlangıç için en elveriĢli denebilecek bir an,
baĢlangıcın en önemli faaliyet olduğu bir birey var mıdır? Edebiyat eseri
açısından baĢlangıç ne kadar önemlidir? BaĢlangıç hakkında bu tür sorular
sormaya değer mi? Eğer öyleyse, bunları somut, anlaĢılır ve bilgilendirici Ģekilde
ele almak ya da cevaplamak mümkün müdür?”(s.15) Aslında bunlar kitabın
baĢlangıç sorularını oluĢturuyor. Bu soruları ayrıntılı olarak düĢünen Said bazı
sınırlamalar getiriyor kendince. Çünkü uzun uzadıya tartıĢılması neredeyse
olanaksız tüm bu sorular. Dolayısıyla bir baĢlangıcı tarif etmek için Said‟in
ifadesiyle söylersek; ya da buna dikkat çekmek istediğimizde belli bir lügat
kullanırız – başlangıç ve yola çıkış kökenler ve özgünlük, iptida, açılış, devrim,
otorite, kalkış noktası, radikalizm vs. Kısaca Ģunu diyebiliriz ki kiĢi gerçekten
yazmaya baĢladığında baĢlangıç giriĢimini niteleyen bir dizi karmaĢık koĢul
oluĢur. Said, tam da bu manada bize bu karmaĢık süreci açıklamaya çalıĢıyor.
XXV
Yazar bu kitabında Milton, Hopkins, Wordsworth gibi büyük Ģairler ile, Dickens,
Hardy, Conrad, Mann, Proust gibi romancıların eserlerini, özellikle Vico,
Auerbach, Freud ve Foucault'dan hareketle geliĢtirdiği kendine özgü kuramsal
perspektiften okuyarak, bir eser yazmaya "baĢlama"nın filolojik, felsefi,
psikolojik ve tarihsel boyutlarını analiz ediyor. Bu esrinde Said, edebiyatı; tarih,
felsefe ve toplumsal söylem ile birlikte değerlendiriyor. BaĢlangıçlar‟ın
üslubunun hem kitabın yapısı hem de argümanının takip ettiği çizgi bakımından,
birçok farklı Ģeyi ifade eden melez bir dili olduğunu düĢünüyorum. Tabi dildeki
bu nüansları bize kazandıran sayın çevirmene de ayrıca teĢekkür etmem
gerekiyor.
Önce Cevaplar, Sonra Sorular…
Agora Yayınları, sinema ile ilgilenenler için Gerald Peary‟nin “Yönetmenlerle
GörüĢmeler” serisinden bir kitabı daha bu yakınlarda dilimize kazandırdı.
“Quentin Tarantino” kitabı, bu usta yönetmen ile önceden yapılmıĢ bazı
söyleĢilerin derlemesinden oluĢuyor. Tarantino Kitabı çoğu insanın gündelik
hayattan aĢina olduğu bir olay anlatımıyla baĢlıyor. “ Sinemaya düĢkün olan
herkesin müdavimi olduğu videocuda çok sevdiğim bir eleman vardır; bu eleman
o kadar donanımlıdır ki aslında orada çalıĢmaması gerektiğini düĢünürsünüz,
fakat saatlik 6 dolar maaĢ, bu elemanın filmler hakkında- ama Avrupalı
amatörlerin baĢyapıtlarından Hollywood tür filmlerine ya da Hong Kong kung fu
filmlerine kadar aklınıza gelebilecek her çeĢit film hakkında- bir sohbete
dalmasını engellemez.” Tarantino 28 yaĢında ilk kez bir film festivaline
katıldığında kendi deyimiyle bir „film moronu‟ydu. Kaliforniya‟da böyle bir video
tezgâhının arkasında dolu dolu beĢ yıl geçirmiĢti. Burada sayısız filmi izlemiĢ, bu
filmler hakkında durmadan konuĢmuĢ ve bu filmleri kendi filmleri haline
getirmek için bir oyun planı geliĢtirmiĢti. Sonrasında ise bir dizi senaryo yazmıĢ
ve bunları filme çekmek için uğraĢmıĢtı. Buraya kadar olan çoğunluk sektörün
bilindik bir hikâyesiydi. Senarist olmak istiyordu fakat birbiri ardına ret cevapları
alıyordu. Sundance (Utah) Film Festivalinde geçirdiği bir haftanın ardından
annesinin evine döndü. Telefon durmaksızın çalıyor. Ajanslar arıyordu. Bir sürü
teklif sunuyorlardı.
Hollywood‟un Tarantino hakkındaki fikirlerini değiĢtiren Ģey ne olmuĢtu? Çok
basit. Tarantino‟nun Reservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri) filmi. Senaryo
Hollywood‟da birçok yere ulaĢmıĢtı. Ajanslar senaryoyu okuyup bütün aktörlere
gönderdiler. Bu da insanların senaryo hakkında konuĢmaya baĢlamasını
sağlamıĢtır. Çoğu kiĢi Ona Rezervuar Köpekleri‟nin bir yap boz gibi inĢa
edildiğini söylemiĢtir. Aslında, sunuluĢ Ģekline bakılırsa bu filmin bir romana
benzediği söylenebilir. Film farklı bölümlerden oluĢuyor, geçmiĢe dönüĢler yok.
XXVI
Fakat birçok filmde olduğu gibi Amerika‟da filmler doğrusal bir düzende olması
gerekiyor. “Eğer bir sahne yarıĢın baĢıyla baĢlıyorsa, o sahnenin yarıĢın sonuyla
bitmesi gerekir.” Ya da bir sahnede bir tabanca gördüyseniz bu muhakkak
patlamalı, fakat silahın patlama sesi duyulup sonra olay anlatılıyorsa bu pek
alıĢılmıĢ bir durum değildir. Tarantino bu filminde Sergio Leone‟nin “Bir
Zamanlar Amerika” filminde kullandığı ve aslında bütün filmleri için geçerli olan
bir yöntemi tercih etmiĢti. “Önce cevaplar, sonra sorular..” Tıpkı romanlarda
olduğu gibi. Peki, Tarantino kendi filmini nasıl tanımlıyor? “Soygun yapmaya
çalıĢan bir grup adamı anlatan ve ters gidebilecek her Ģeyin ters gittiği bir soygun
filmi,” diyor, senarist ve yönetmen Tarantino. Film kan ve Ģiddet içeriyor ama
sonunda kara mizaha dönüĢüyor. Peary‟nin Quentin Tarantino” kitabının
neredeyse yarıdan fazlası bu muhteĢem film hakkındaki röportajlardan oluĢuyor.
Yönetmenin bu filmi nasıl değerlendirdiğini öğreniyoruz bu söyleĢilerden.
Abartının Heyecanı
Tatantino‟nun tüm filmlerinde akla hayale sığmaz bir abartı vardır. Tarantino,
sıradanlıkların içine sıkıĢmıĢ sıra dıĢılıkları sınırları tanımadan; vahĢet ve
fantastik öğeleri kullanarak hazırladığı diyaloglarla sunarken; normal olmanın
anormalliğini haykıran sahnelerle filmlerini donatır. Bu sahneleri izlerken
abartının heyecan verici deneyimini yaĢarsınız. O sinema literatürüne
"tarantinovari" deyimini kazandıracak kadar özgün filmler ve senaryolar
yarabilmiĢtir. Genelde göz ardı edilen, kaybetmeye mahkum marjinal kiĢileri
Shakspeare oyunlarındaki kahramanlar edasıyla iĢlemiĢ ve onlara muhteĢem
replikler eĢliğinde hayat vermeye çalıĢmıĢtır. Tarantino'nun baĢyapıtı ise 1994
yılında, senaryosunu Roger Avary ile beraber yazdığı, ayrı ayrı filme alınması
düĢünülen üç öyküyü, tek bir öyküde birleĢtiren muhteĢem Pulp Fiction(Ucuz
Roman)" filmi oldu. Bu film de ilginç bazı özelliklere rastlıyorsunuz; tuhaf
sahtekârların, kaderine terk edilmiĢ romantiklerin, muhteĢem repliklerin ve
insanlığa karĢı iĢlenen suçların komik fakat tam anlamıyla grotesk bir karıĢımını
izliyorsunuz. Tarantino bu filmde komedi ile vahĢi Ģiddeti sapkın bir Ģekilde
birlikte kullanıyor. Fuller‟in de dediği gibi “Tezatlıkların verdiği haz
Tarantino‟nun alâmet-i farikası” oluyor böylece.
Peary‟nin “Quentin Tarantino” kitabında severek okuduğum bazı bölümler var.
Özellikle; “Film, Senaryodan Daha Ġyi Olmalıdır!”, “Karakterlerin Doğaçlama
Yapmasına Ġzin Veririm”, “Bir Sanat Eseri Olan Filmlerin Değerinin Yüzde
Yirmisi Ġzleyicilerin Katkısıdır”, “BaĢıma Gelen Her ġey Bir Yolunu Bulup
XXVII
Çektiğim Sahnelere Sızar” gibi bazı bölümlerde usta yönetmenin sanatı
hakkındaki kendi poetikasına dair fikirler ediniyorsunuz. Yönetmen benim pek
sevmediğim “Kill Bill” için; “Çok büyük bir tuval üzerine çok basit bir hikâye
anlattım” diyor. Benim açımdan Tarantino için bu film bir olgunluk dönemi
niteliğini yansıtmıyor. Bu filmi onun abartılı Ģiddeti dahi ne yazık ki
kurtaramıyor. Kitabın sonuna okuyucular için son derece yararlı olabilecek bir
kronoloji ile onun filmografisi ilave edilmiĢ. Kitabın son bölümünde Mali
Elfman‟ın onunla yeni filmi olan “Soysuzlar Çetesi” hakkındaki söyleĢisi yer
alıyor. Hollywood‟da neredeyse her yönetmen bu Nazi konusu veya Yahudilerle
alakalı bir ajitasyon filmi çekmiĢtir. Ajitasyon diyorum çünkü bu Hollywood‟un
politik duruĢuyla alakalı bir durum. Ve yönetmen bu durumu iyi bildiğini “Bu
türün ilk filmlerine bayılıyorum. Ġtalyan sömürü filmlerini seviyorum.” sözleriyle
anlatıyor. Yönetmen filmi değerlendirirken; “Soysuzlar Çetesi: Bu film benim „Ġyi
Kötü Çirkin‟im olsun istedim” demiĢtir. Soysuzlar Çetesi, Ġkinci Dünya SavaĢı‟nı
anlatan filmlerden referans noktaları açısından bayağı farklı gözüküyor. En
azından kurgu itibariyle farklı. Buradaki çoğu sahnede yine yöntem olarak „önce
cevaplar, sonra sorular” sıralanıyor. Örneğin, Soysuzlar Çetesi‟nde bir yara izi
görüyorsunuz; yönetmen yara izini açıklamıyor, ne olduğunu sizin açıklamanız
gerekiyor. Adamın nasıl yaralandığını sizin bulmanız gerekiyor. Tarantino, ortaya
bir Ģeyler atıp, merak uyandırıp, soruları cevapsız bırakmayı ve seyircinin olup
biteni kendi kendine çözmesini istiyor. Bu haliyle onun filmleri fazlasıyla takdir
edilmeyi hak ediyor
Oryantalizmin Kısacık Altın Çağı
Oryantalizm genelde Batı akademisyenliğinin bir altbölümü olagelmiĢtir. unun
böyle alımlanıĢı konunun otantik çekiciliğini asla azaltmamıĢtır. Doğu
araĢtırmaları özellikle Ġslamın doğuĢundan sonra Batı düĢünsel yaĢamında önem
kazanmıĢtır. Napolyon‟un Mısır seferi oryantalizm için bu bağlamda bir milat
olarak kabul edilebilir. Irwin‟in Doğu araĢtırmalarının kapsamlı bir tarihi olarak
nitelenebilecek “Oryantalistler ve Düşmanları” isimli kitabı, Ģarkiyatçılığın
seyyah, kâĢif ve bilginlerin kiĢisel tutkusu ve ilgi alanı olmaktan çıkıp akademik
bir disipline dönüĢme serüvenini Ortaçağ Ġspanyası‟ndan Çarlık Rusyası‟na,
oradan günümüz Ġsrail ve Ġngilteresi‟ne kadar uzanan çok yaygın bir coğrafyada
ve geniĢ bir zaman diliminde ele alıyor. Ülkemizde de bilindiği Ģekliyle
“Oryantalizm; sömürgeciliğin keĢif kolu.” (C. Meriç) tarzı yaklaĢımlara karĢı
çıkıyor. Bir nevi bu kitap Oryantalizmin müdafaanamesi olarakta düĢünülebilir.
Yazar yinede bir kısım Edward Said gibi entelektüellere karĢı ise dengeleyici bir
bakıĢ açısı geliĢtirdiği rahatlıkla söylenebilir. Doğubilimi eleĢtirilerine karĢı
çabası ve hassasiyeti takdire Ģayandır bana göre.
Bu kitap, Edward Said‟in ilk kitaplarından, ilk basımı 1978 yılında yapılan
Şarkiyatçılık olmasaydı yazılamazdı diye belirtiyor yazdığı önsözde Ġrwin. Said,
XXVIII
kitabının 1995‟deki yeni basımına bir sonsöz eklemiĢtir fakat ilk basımdaki olgu
ve yorum hatalarının hiçbiri bu geniĢletilmiĢ baskıda ne yazık ki
düzeltilmemiĢtir. Said‟in bu yüzyılımızın en önemli düĢünce metinlerinden biri
olarak kabul gören kitabı ne anlatıyor? Yazara göre kısaca Ģunu: “ Hegemonyacı
emperyalizmin söylemi olan Oryantalizm, Batı‟da Doğu ve özellikle Ġslam ve
Araplar hakkında yazılıp çizilen her Ģeyi sınırlandıran bir söylemdir. Batı‟nın
Arap topraklarına nüfuzunu ve burayı kendine mal etmesini meĢrulaĢtırmıĢ ve
Siyonist tasarıyı sağlama bağlamıĢtır. Said Oryantalizm‟in baĢlangıcı konusunda
tutarlı olmamakla birlikte genelde 18. yüzyıl sonlarında Fransız ve Ġngiliz
bilginlerin yapıtlarında ortaya çıktığını öne sürüyordu.” (s.9) Bu söylemin
oluĢumu sanıldığının aksine emperyalist yöneticiler, kâĢifler [coğrafyacı, zoolog
ve antropolog vb.] ve romancılarında katıldıkları gezilerle sınırlı kalmamıĢtır.
Batı düĢüncesi bu söylemin kurbanı olmakla birlikte Ģunu da iddia edebilme
cüretini gösterebilmiĢtir; Doğu‟nun nasıl temsil edileceği Batı‟nın tekelindedir.
Ġrwin, özellikle Said‟in; Doğu‟nun, Oryantalizmin bir yapıntısından ibaret
olduğu, nesnel bir gerçekliği olmadığı hakkındaki görüĢlerini özellikle
eleĢtirmiĢtir. Aslında sorun bana göre kadim ġark‟ın birtakım soytarı kılıklı
entelektüellerce özcü, ırkçı, büyüklenici ve ideolojik güdümlü bir Ģekilde
değerlendirilmesidir. Bu konuda özellikle kullanılan kliĢe dili tartıĢmalıyız
sanırım öncelikle. Şarkiyatçılık‟ta Ġrwin‟e göre konunun çarpıtılması öylesine
temeldir ki kitabın geniĢ çerçevesini, üstünde çalıĢılıp düzeltilecek bir Ģey olarak
kabul etmek boĢa zaman harcamak olur. Ne yazık ki belirtmeden geçemeyeceğim
Ġrwin‟in bu cümlesi yine de havada kalıyor. Bir iddia daha temellendirilmiĢ bir
düĢünceyle ispatı gerektirir çünkü. Değilmi ki kibirin eleĢtirilmesi büyük cürettir.
ĠĢin aslı Ġrwin, kitaptan çok Said‟in kendinse saldırıyor gibi.
Bu kitapta sunulan konuların, kuĢkusuz Doğu araĢtırmaları alanında
çalıĢanların yanı sıra yazınsal, tarihsel, dinbilimsel ve kültürel araĢtırmalar
alanlarında çalıĢanlar açısındanda bazı anlamları vardır / olmalıdır. Anouar
Abdel-Melek‟in, Edward Said‟in, Alain Grosrichard‟ın ve daha baĢkalarının
oryantalizm üstüne eleĢtirel kitapları da söylemin doğası, “Öteki”, “BakıĢ” ve
ilgili bir dizi epistemolojik konu hakkında derin ve çetin sorular ortaya atmıĢtır.
Ġrwin, bunları ve diğer eleĢtirel anlatıları ele almak için Antonio Gramsci, Michel
Foucault ve daha baĢkaları tarafından formüle edilmiĢ kavramların Oryantalizm
incelemesi açısından olası uyarlığını göz önünde bulundurarak çalıĢmasını
hazırlamıĢtır. Oryantalizmin gerçek tarihi üstüne bir çalıĢmanın sonunda
varılacak sonuçların birbiriyle kabaca ilgi alanları açısından uyarlılığını göz
önünde bulundurmak konuyu aydınlatmada daha belirleyici olabilir. Ġlk elden
aklıma örneğin, Martin Bernal‟in “Kara Athena” isimli klasik uygarlığın
Afroasyalı kökenleri hakkındaki kitabı geliyor. Batı‟nın büyük anlatıları
çözümlemeye yönelik daha birçok bu tarz metni var olagelmiĢtir. Ġrwin, kitabında
1960‟lı yıllardan bu yana Ġslamcıların, Marksistlerin ve daha baĢkalarının saldırısı
XXIX
altında ve “oryantalist” sözcüğü küçültücü çağrıĢımlar edindiğini belirttikten
sonra kendisinin “oryantalist” yakıĢtırmasıyla anılmasından gocunmadığını
aksine bundan övünç duyduğunu da söylüyor.
Ġrwin, kitabını on ayrı bölüme ayırmıĢtır, bazı konu baĢlıkları altında; Antik
uygarlıkların çatıĢması döneminden baĢlayan, örneğin Troya, bir oryantalist savaĢ
alanı mı? Persler, tarihin babası, Perslerle aĢk ve nefret, Arap Roması, eski bir
sapkınlık ya da yeni paganizm, Ġslamın geliĢi, Doğu Hıristiyanlarının yanıtı,
Ġspanyolların yanıtı, çeviri hareketi, Batı‟da Ġbn Sina, Ġbn RüĢd ve Latin Ġbn
RüĢdcüler, haçlılar ve komĢuları, günahkâr Hıristiyanlar, Ortaçağ Batı
edebiyatında Müslümanlar, Ġslamın günahkârlığı ve papalık, Doğu romantizmi,
Rönesans Oryantalizmi, Arap bilgi birikiminden kaçıĢ, hermetik bilgelik, küresel
üstünlük çabası, gezi edebiyatının yükseliĢi, Oryantalizmin çılgın babası:
Guillaume Postel, çokdilliler, 16. Yüzyıl Oryantalizminin Latinliği, Doğu
araĢtırmalarının kutsallığı, bilginliğin dili, bir ibadet biçimi olarak çalıĢma,
Ġngiliz Oryantalizminin ilk altın çağı, Arapça Oxford‟a geliyor, Edward Pococke,
Arapça Cambridge‟e geliyor, Hollanda Oryantalizminin altın çağı, Katolik
Oryantalizmi, bir tür aydınlanma, ilk Ġslam ansiklopedisi, uykulu üniversite
üyeleri ve yoksul düĢmüĢ Oryantalistler, Doğulu Jones, Rusya Asya‟da,
Danimarka Doğu‟da, uzmanların Mısır‟a geliĢi, buhar ve samimiyetsizlik çağında
Doğu araĢtırmaları, Silvestre De Sacy‟nın düĢünsel mirası, Almanya Doğu
araĢtırmaları, Lane‟in Mısır Etnografyası, Renan ve Gobineau, Vambery, Browne,
Soas, kutsal kaçık Massignon, Nazi Oryantalizmi, Gibb ve Arberry, Amerikan
Oryantalizmi, Fransa‟da Marksistler ve daha baĢkaları, Ġsrail Oryantalizmi gibi
daha sayılamayacak kadar çok konu tarihi seyri içinde ayrıntılı olarak
incelenmiĢtir. Kitabın son bölümü “Oryantalizm DüĢmanları”na hasredilmiĢtir.
Peki, kimdir bu Oryantalizm düĢmanları; BaĢta Said olmak üzere Suriyeli tarihçi
Kürt Ali, iki dünya arasında kalmıĢ bir deli olarak tanımladığı Ġranlı entelektüel
Celal Al-i Ahmed, sonradan Ġslamiyete geçen Muhammed Esed, Rene Guenon,
Hüseyin Nasr, A. L. Tibawi, Faslı tarihçi ve romancı Abdullah Laroui, Hintli yazar
ve editör Profesör Ziya-ul-Hasan Faruqi ve daha baĢkaları.
19. yüzyıl sonlarına dek Oryantalizm kurumsal yapılar yönünde pek
geliĢmemiĢtir ve kurumsal Oryantalizmin en parlak dönemi ancak 20. Yüzyılın
ikinci yarısına denk gelmektedir. Oryantalizmin kasacık süren bu altın çağı bir
dönem Batı‟yı oldukça etkilemiĢtir. „Oryantalistler ve DüĢmanları‟ Flaubert‟in
Mısır mektuplarının, Disraeli‟nin romanlarının, Delacroix‟nın “Sardanapalus‟un
Ölümü” tablosunun ya da Verdi‟nin Aida‟sının birer değerlendirmesini içermiyor.
Kitap öncelikle çoğu hayatta olmayan entelektüeller tarafından oluĢturulmuĢ bir
yazınsal veya baĢka sanatsal baĢyapıtlar kanonunun yanı sıra Oryantalizmin en
önemli yönü bakımından akademik hamallık ve filolojik ayrıntıya gösterilen
büyük özen üstüne yapılan önemli bir çalıĢmadır. Batı düĢüncesi de galiba bu
XXX
bağlamda yegâne orijinal özelliği olan filoloji ile bu kısacık altın çağını
yaĢayabilmiĢtir.
MAVĠ OKTAV DEFTERLERĠ
Kafka‟nın ölümünün ardından notları içinde sekiz adet mavi oktav defteri
bulunmuĢtu. Bu defterlerde aforizmalarla birlikte bazı fragmanlar ve birtakım
bitmiĢ hikâyeler ki bunların bazıları önemli hikâyelerinin öncülleri hatta ilk
örnekleri sayılabilirler, vardır. Mavi oktav defterlerinin diğer kısımları ise
Kafka‟nın notlarından (tarihlendirildiği için günlük Ģeklindedir birçoğu)
oluĢmaktadır. Kitabın çevirmeni Sayın Osman Çakmakçı (Babil Yayınları: yürek
söken kitaplar dizisi,2000) ne yazık ki sondaki notların kimin tarafından
yazıldığını belirtme ihtiyacı duymamıĢtır.
Mavi oktav defterlerini baĢtan sona okuduğumuzda yazarın içe dönük ve
huzursuz kiĢiliğini bir kez daha görmekteyiz. Satır aralarında geçen derin
melankoliği hissetmemek neredeyse mümkün değil. Birinci defterden Ģu cümleyi:
XXXI
„Her insan kendi içinde bir oda taĢır.‟ Altını kırmızı kalemle çizerek „Odamda
kayboluyorum?‟ diye bir fragman eklemiĢim. Ġnsanın bariz Ģekilde en çok
rahatladığı belki özgür kaldığı yegâne yer odasıdır. Bütün dünya sessizliğe
gömülmüĢken odamızda yalnız kaldığımızda dıĢarıda yağan yağmurun sesini
dahi hissederek duyabiliriz. Ġçe dönük konuĢmaları her insan bazen yapar. Bir eve
benzeyen kalbimizin duvarlarında bu sesler çoğalarak yankılanır. Kafka‟nın
birinci defterdeki ilk sözünü farklı bir biçimde de söyleyebiliriz. Her insan kendi
içinde bir yalnızlık taĢır. Ve bazen bu yalnızlık insanı ruhsal olarak yokluğa,
kayboluĢa doğru sürükleyebilir.
Oktav defterlerinin ikincisinde yorumlanabilecek düzeyde bir cümleye
rastlamadım. Üçüncü defterin ilk aforizmasını mavi bir kalemle çizmiĢim: „Doğru
yoldan sapıyorum.‟ Kim sapmıyor ki doğru yoldan? Hayat çizgisi ne kadarda
engebelerle dolu. Ve kimileyin bir düĢ kadar karadır hayat. YaĢadığımız bahar ayı
hayata dair mutsuzluğu arttırıyor. Bütünün parçaları ıĢık huzmeleri gibi
ruhumuzda nedensizce kırılıyor. Bildiğimiz bütün, yanlıĢ yöne kayan
yürüyüĢümüz de saklı gibi. Kafka üçüncü defterinde dıĢ dünya gibi iç dünyanın
gözlemlenemeyeceğini iddia ediyor. Ġç dünya çoğu insanın da kabul ettiği gibi
sadece yaĢanabilir. Tanımlanması zordur. Kafka‟ya göre Don KiĢot‟un Ģansızlığı
hayal gücünden çok Sanço Panço‟dur. Çünkü Sanço Panço Don KiĢot‟un iç
dünyasını yaĢamaktan çok onu tasvir etmeye çalıĢarak hayal gücüne sınırlar,
engeller koyuyor. Böyle bile olsa Sanço Panço‟ya Kafka‟nın haksızlık ettiğini
düĢünüyorum. Zavallıyı defalarca ölümden kurtardığını unutmamak gerekiyor.
Don KiĢot‟taki stilistik hayallerden çok bunların gerçekle kesiĢtiği anlara da
dikkat etmemiz gerekiyor. Kafka gün ıĢığında defterine Ģöyle yazmıĢ:‟ DıĢarıdan
insan her zaman baĢarıyla kuramlara baĢvurarak dünyayı çökertebilir, ama sonra
dosdoğru birisinin kazdığı hendeğe(Bu sevgilide olabilir) düĢecektir, ama insan
yalnızca içeriden kendisini ve dünyayı dinginlik ile gerçeklik durumunda
tutabilir.‟ Kafka yaĢasaydı O‟na sevgili Don KiĢot‟un bu dinginliğe asla sahip
olamayacağını söylemek isterdim. Dostum Servantes‟te bana bu konuda hak
verecektir.
Diğer önemli bulduğum bir cümle ise:‟ Dünyadaki seslerin usul usul susuĢu
ve azalıĢı.‟ idi. Cümle mükemmel. Bir sönme halini imliyor. Sesler bu haliyle
durgun suyu seyreden birinin ruhunu yansıtıyor sanki. Kafka editörüne yolladığı
bir kartta: „ AkĢamleyin ormana doğru yürüyüĢ, büyüyen ay, arkamda kalan
karmaĢık bir gün.‟ Diye yazarken de sanırım aynı melankolik ruh haline sahipti.
Editörüne yolladığı kart ile yukarıda alıntıladığım cümle aynı tarihlerde yazılmıĢ
olmalı. Üçüncü defterle ilgili diğer yorumlamalarım ise Ģöyledir;‟Kendini bil sözü,
kendini gözlemle anlamına gelmez. Kendini gözlemle, yılanın söylediği sözdür.
Anlamı: Kendini eylemlerinin efendisi yap. Ama sen zaten öylesindir,
eylemlerinin efendisisindir. Öyleyse bu söz Ģu anlama gelir: Kendini yanlıĢ anla!
Kendini yok et! , ki bu söz kötülük içerir.-ama ancak insan iyice eğilip de ta
XXXII
derinlere kulak verirse bu sözde gizli olan iyiliği de iĢitir: Kendini olduğun Ģey
yapmak için.‟ Yorum A: Kelebekler ateĢe tutulurlar Ģüphesiz ateĢin kendisine
değildir bu yöneliĢ. BaĢka bir forma dönüĢmek içindir. Kendini bilen ruhunu
bilir. Ruh bilgisinin ehilleri kendiliksizdir böylece. Delidirler.‟Suskunluk‟ Hayata
karĢı verebileceğimiz en yüce tepkidir.‟Birinin ruhuna bir kılıç saplanmıĢsa,
yapılacak iĢ, serinkanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın
soğukluğunu bir taĢın soğukluğuyla kabullenmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç
darbeleri sayesinde, yaralanmazlık aĢamasına varmaktır.‟ Yorum B: Nabakov‟a
göre; yara zehirlenmiĢse iyileĢmez artık. Bir Kazak atasözüne göre ise eğilen baĢı
kılıç kesmezmiĢ. Fatom kaderden de büyüktür. Kılıcın iradesine teslim olmuĢ
Ġsmail Peygamber‟i anlatıyor kıssalar. „ Çalılık eski bir yol kapayıcısıdır. Ġleri
geçebilmen için onu ateĢe vermen gerekir.‟ Yorum C: Sığınılacak bir kalp ararız
çoğunlukla. Ama bilmeyiz ki engeller üzerlerine gidildikçe aĢılır. Sevilen, seveni
bilir ama seven, sevileni bilmez. Kalbi bilemeyiz. Onun kapısını açabilecek
anahtarlara da sahip değiliz. „Kendine yabancı bir nesne gibi bakmak, baktığın
Ģeyin görüntüsünü unutmak, bakıĢın kendisini hatırlamak.‟ Yorum D: Zamandan
çalınan son bir mutluluk anı gibi. Sonra bin yıllık üzüntü. Daha sonra
akvaryumun içindeki balıkları düĢündüm. Üçüncü defter Cennetten kovuluĢ
sahnesiyle bitiyor. Dante Cennetine Beatrice son noktaya kadar izleyerek
ulaĢırken Kafka daha trajik olan yolu tercih ediyordu.
Üçüncü defterde Kafka günah, ıstırap, hüzün, umut ve doğru yol üzerine
çeĢitli aforizmalar söyledikten sonra dördüncü defterinde Prag anıları, Kurt Wollf
ile yazıĢması, Ojeblikket broĢürlerine bir gönderme, sezgi ve yaĢantı analizleri,
Kierkegaard‟ın „korku ve titreme‟ yapıtıyla ilgili görüĢleri, ruhsal yoksulluğu gibi
çeĢitli konulara değinmiĢtir. Dördüncü defterden aklımda kalan en güzel imge ise
Ģudur: „Bir gül pencereden kaldırıma düĢüyor.‟ Bu imge bana Oscar Wilde‟nin
„Gül ve Bülbül‟ öyküsünü hatırlattı. Dördüncü defterde bir takım Ģiirlerde var
ancak değerlendirilecek kadar iyi değiller.
BeĢinci defter kayboluĢun öyküsü. „Neye dokunsam dağılıp dökülüyor.‟
Kafka bu cümleyi nasıl bir yerde yazmıĢ olabilir diye düĢünüyorum. Manzara
satır aralarından yavaĢça kayarak gözümün önünde beliriyor. „Irmak kıyısında
akĢam. Suda bir sandal. Bulutların arasında batan güneĢ…‟ Daha sonra
dokunulmazlığı olan bir rüyanın parçaları sıralanıyor bu defterde. Altıncı ve
yedinci defterde kayda değer bir Ģey bulamadığım için bu defterler hakkında
herhangi bir yorum yapmaktan sakınıyorum. Sekizinci yani son defterde
manzaraya dair bir cümle daha bulabildim. „Kıraç tarlalar, kıraç bir yüzey, sislerin
altında ayın soluk yeĢili.‟ Kafka‟nın yaĢadığı bu an bana, Kazakistan‟ın Türkistan
Ģehrindeki, mavi gecelerde kurduğum düĢleri hatırlatıyor. Bu yazımı Türkistan‟ın
masalsı gecelerinde bıkmadan ve
XXXIII
sıkılmadan beni dinleyen Davut Bayraklı, Dr. Ġbrahim ġahin ve Abdullah YakĢi
dostlarıma armağan etmek isterim. Eminim bu dostlarım Rahmaninov dinleyip
onlara âĢık olduğum kızı defalarca anlatmama sıkılmamıĢlardır. Türkistan‟daki
odamda kaybolduğum günlerin geri gelmesi dileğiyle..
Andrei Tarkovski Ve Tanrının Eli
Entelektüel Rus yönetmen Andrei Tarkovski akıcı ve olağan üstü
kadrajları, kiĢisel anlatım tekniği ile devleĢen ama değeri bilinememiĢ bir
yönetmendir. Sosyalist Rusya‟nın Komünist Partisi politikaları doğrultusunda
filimler yapmak yerine kiĢisel dönüĢümünün mesajlarını sinema karelerine
yansıtmıĢ bu nedenle sürgünde yaĢamıĢ ve filmleri otobiyografik özellikler
taĢımıĢtır. Çoğu filminde tanrının varlığını betimleme gayretine girmiĢtir
Tarkovski. Kendi yarattığı sinematografik dilin anahtarı görevini gören ve filmleri
birbirine bağlayan birtakım ortak imgeler geliĢtirerek, bu imgeleri, her biri sanat
eseri olan, filmlerinde kullanmıĢtır. Örneğin karakterler birdenbire görünmez bir
el tarafından göğe yükselir veya yere düĢerler. Adeta Musa‟nın yed-i beyza
mucizesini göstermek içindir bu çaba. Ġrlandalı yazar Samuel Beckett‟in da buna
benzer tekniklerle yönettiği tiyatro oyunları olmuĢtur. Ġsveçli yönetmen Ġngmar
Bergman‟a göre bu teknik büyüleyici bir etki yaratmaktadır. Filmlerindeki
kahramanlar, kendilerini keĢfin veya manevi arınmanın eĢiğine geldiklerinde,
açıklanamayacak Ģekilde tanrının eli değmiĢ gibi yere düĢerler. Birçok filminde
âĢıklar, seviĢmek yerine göğe yükselirler. Bu Hıristiyan mistisizmindeki göğe
yükseliĢ mitine benzemekle birlikte ilahi aĢkın sıradan insanlar tarafından da
elde edilebileceğine dair bir göndermeyi içerir. Tarkovski‟nin göğe yükseliĢ
mitine benzeyen (konu olarak) Turgut Uyar‟ın güzel bir aĢk Ģiiri vardır:
“GÖĞE BAKMA DURAĞI
Ġkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
ġu kaçamak ıĢıklardan Ģu Ģeker kamıĢlarından
Bebe diĢlerinden güneĢlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım Ģu gözlerimi al kurtar
ġu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa Ģimdi geliriz göğe bakalım
Ġnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoĢlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
XXXIV
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoĢuz nasıl olsa öpüĢürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
ġimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen baĢka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım”
Tarkovski‟nin Türkçeye çevrilmiĢ olan “MühürlenmiĢ Zamanlar” isminde
bir kitabı da bulunmaktadır.( Afa Yayınları, Ġstanbul 2000; 248 sf) Bu kitap
Tarkovski‟nin arayıĢını da anlamamıza yardımcı olabilir. MühürlenmiĢ zamanlar
usta yönetmenin duygu ve düĢünce dünyasının kapılarını aralarken, O‟nun
atölyesinden tanrının eline doğru nasıl yöneldiğine dair bize izlekler sunuyor.
MühürlenmiĢ zamanlar Tarkovski‟nin öznellik içinde kendi filmlerinin oluĢumu
ve akıbetiyle ilgili düĢünceleri dile getiriyor. Meraklısı için filmlerinden bazıları
Ģunlardır:
Kurban Offret - Sacrificatio (1986) Tempo di viaggio (1983) Katiller - Ubijtsi (1958)
Ayna - Zerkalo (1975) Silindir ve Keman - Katok i Skripka (1960) Solaris - Solyaris
(1972) Nostalji - Nostalghia (1983) Ġz Sürücü - Stalker (1979) Andrey Rublev -
Andrei Rublyov (1969) Ġvan'ın Çocukluğu - Ivanovo Detstvo (1962) Bugün Kimse
ĠĢten Çıkarılmayacak - Segodnya uvolneniya ne budet (1959) Konsantre -
Kontsentrat (1958).
Büyük Ustanın 4 Nisan (1932) de yani bu ay doğmuĢ olması vesilesiyle bu
yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Ve zaman zamanın içinde kaybolup giderken
gerçeklik ve düĢlerin çatıĢmasıyla insan ruhundaki fırtınaların felsefi altyapısını
Andrei Tarkovski bir tanrının eli değmiĢçesine görünen imgelerden sinema
karelerine yansıtabilmiĢtir. Dostoyevski‟nin edebi sahada insan ruhuna eğilmesi
gibi Tarkovski‟nin çoğu filminde de bu altyapı vardır. “Recep Ġvedik” gibi insan
müsvvetelerini kusan ġahan Gökbakar yerine Andrei Tarkovski‟nin her biri sanat
Ģaheseri olan kaliteli filmlerini izlemenizi öneririm.
XXXV
ÇĠNGENE MĠTOLOJĠSĠ
Mitoloji tarihi denince genellikle günümüzde Yunan kaynaklı veya Hint,
Mısır vb. medeniyetlerin mitolojileri akla gelmektedir. Bir egzotik kültür olarak
(renkli ve gizemlerle dolu) Çingene mitolojisi konusunun çoğunlukla
yabancısıyız. Hermann Berger( Çingene Mitolojisi, Ayraç Yayınevi) aynı adı
taĢıyan eserinde göçebe bir toplum olarak Çingenelerin tanrılar dünyasını ve çok
renkli söylencelerini incelemektedir. Konu hakkında Ġngilizce olarak muazzam
bir edebiyat var ise de Türkçe yazılmıĢ makale kitap vb çalıĢmalar oldukça azdır.
Berger “Çingene” adı altında toplanan belli baĢlı bütün büyük grupları ad ve
yerleĢim yerlerini ayrıntılı olarak anlattıktan sonra Çingene mitolojisi hakkında
oluĢturulan literatürü bize tanıtmaktadır. “Çingene Mitolojisi” kitabı sözlük
Ģeklinde hazırlanmıĢtır. Bu kitap Çingenelerin kökenleri, dinleri, yaĢam biçimleri
ve gelenekleri hakkında bizleri oldukça bilgilendiriyor.
Çingene mitolojisine kaynak teĢkil eden bütün büyük gurupların listesi
bizzat Çingeneler tarafından yapılmıĢ olup çeĢitli (özellikle antropolog ve
tarihçiler) uzmanlar tarafından da incelenip kabul görmüĢtür. Temelde üç gurup
bulunup bunlar Kaldera, Gitano ve ManuĢlar olarak bilinmektedir. Kalderelar ;
lovariler, boybalar, luriler, çuraliler- dan oluĢurken Gitanolar dıĢ görünüĢleri,
lehçeleri ve gelenekleriyle kendi aralarında Ġspanyol ya da Endülüslüler ve
Katalonyalılar diye ayrılmaktadırlar. ManuĢlar; vansikanlar ya da Fransız
sintileri, gaygikanlar (Almanya‟dakiler), piemontesiler (Ġtalya‟dakiler) Ģeklinde
sınıflandırılırken bunların dıĢında Ġrlanda, Ġngiltere ve Ġskoçya da yaĢayan
Gypsieler ( Yaptıkları etnik muzik dünyada oldukça tanınmaktadır ki balkanlarda
yaĢayanların da durumu böyledir.) Berger bu listeyi Jean-Paul Clebert‟in “Çingene
Halkı” adlı çalıĢmasından aktarıyor. Belirtilen grupların temel meslekleri de
XXXVI
listede yazılmıĢtır. Biz bugün Çingenelerin tüm dünyaya yayıldıklarını bildiğimiz
için bu liste oldukça eksiktir. Tüm dünya ülkeleri araĢtırılarak bir harita
hazırlanması daha doğru olurdu.
Çingene adı daha birçok dilde aynı Ģekilde söylene gelmektedir. Örneğin
Almanca „zigeuner‟- Rumence „ciganu‟- Rusça „tsgan‟- Ġtalyanca „zingaro‟-
Fransızca „tsigane‟ Ģeklinde bibirine son derece yakın ve benzer sözcükler ile
karĢılandıklarını görmekteyiz. Berger bu sözcüğün menĢei konusunda Ģunu
belirtir. “ Çingeneler kendilerine Rom, diĢil Romni, dillerine ise romani derler. Bir
cins isim olan bu sözcük “adam, insan” anlamına gelmekte olup, bugün hala
Hindistan‟da rastlanan düĢük bir kastın adı olan Sanskritçe Domba sözcüğünden
türetilmiĢtir.” Berger‟in bahsettiği bölge bugünkü Pencap Eyalet‟ine yakın bir
yerdir. (Sindh olarakta bilinir) Kitaptaki bazi madde baĢlıklar; ağaç kültü, alako,
altın çağ, ana, antropojeni (yani dünyanın yaratılıĢı hakkındaki söylenceler), ateĢ,
ay, balık adamlar, beĢ baĢlı adam, bent(mitolojik kötülük tanrısı), carana, cohana,
cüceler, çingene incili, lanet, dağlar ve dağ kültü, devler, dünyanın yaratılıĢı,
güneĢ kralı, hagrin, hastalık, kadın büyücüler, kesali, koruyucu ruh, köpek, kutsal
aile, loholico, mula, müjde nivasi, orman, ölüler ülkesi, periler, phavus, proroe ve
ilia, ruh göçü, rüzgâr kralı, saç, sara, sis kralı, su , tanrı, iblis, tatula, tohum, tufan
(bu mit belki tüm dünya mitlerinde ortak olarak geçmektedir), yazının yokluğu,
yer ve gök, yılan, yeraltı canlıları, yıldızlar Ģeklinde geçiyor ve bu mitler çeĢitli
kaynaklar vasıtasıyla karĢılaĢtırmalı olarak inceleniyor.
Zanko adlı bilginin aktardığı, Kalderaslar‟a ait „traditions‟(gelenek)te –
kapsam, içerik ve biçimlendirme açısından eĢsiz olup, doğrudan Çingeneler‟den
bize ulaĢtırılan bu yegâne yazılı belgedir- baĢka gelenek katmanlarına ait öğeler
çarpıcı bir bütün içinde sunulmuĢtur. „Traditions‟, dünyanın yaratıldığına iliĢkin
Wlislocki‟nin de kaydettiği eski pagan döneme ait sözlü gelenek ve ilk insanın
yaratılıĢından bahsedip ilk olarak Ġncil kökenli sözlü geleneklerden az çok
etkilenmiĢ olan bir öyküyle baĢlar. Bunu, Firavun Efsanesiyle ilgili söylence izler.
Bu efsanede, „Pharavunure‟ların yaĢamını yitirdiği fırtınalı eski tufan olayı ile
birlikte canlandırılır. Tufan efsanesi bu yazılı eski belgenin adeta gövdesini
oluĢturur. Ġncildeki Ġsa motifi tanrısal çocuk öyküsüyle ele alınır. Zanko
tarafından bu metin “Çingene Ġncili” olarak nitelenmiĢtir. Bu metinde parçalar
halinde kısa kısa yazılmıĢ baĢka hikâyelerde vardır. Asıl kaynaklar içinde M.J.
Kuvanin adında bir Rus doktorun bir araya getirdiği metinler ile Dr. Elysejev‟in
derlemiĢ olduğu folklorik malzemeyi de sayabiliriz. Eski kitaplarda Çingenelerin
inanç ve dinine ayrılmıĢ olan bölümlerde genellikle son derece yanlıĢ olarak
onların herhangi bir dini yoktur veya misafir oldukları yörenin dinini,
göreneklerini benimserler Ģeklinde bir kanaat vardır. Bahsettiğimiz eserlerden de
anlaĢılacağı gibi Çingenelerin kendine özgü bir mitolojileri olduğu gerçeği
ortadadır.
XXXVII
Kültür Endüstrisi - Kültür Yönetimi
Frankfurt Okulu'nun ve EleĢtirel bakıĢın öncülerinden olan Adorno teorik
birikimi ve yaratıcılığı ile okulun en önde gelen isimleri arasında yer almıĢtır.
Ömrünün her döneminde düĢüncenin eleĢtirelliğinin gerekliliğinin önemli bir
savunucusudur Adorno. Felsefe ile sosyal disiplinleri bir arada değerlendirerek
müzikten gündelik yaĢama, ahlaki sorunlardan somut iliĢkilerine kadar geniĢ bir
alanda modern kavram ve kategorileri ve onlara dayalı genel anlayıĢları
sorunsallaĢtırmıĢtır. Ele aldığı baĢlıca konulardan biriside Kültür Teorisi
olmuĢtur.
Theodor W. Adorno “Kültür Endüstrisi” kavramını 2 dünya savaĢı sona ererken
ortaya atar (1944).Bu dönemde nazizim giderek etkisini yitirmiĢtir. Daha sonraları
bu konuda “Kültür Endüstrisine Genel Bir BakıĢ” makalesini yazmıĢtır. Aynı
dönemde “Kültür ve Yönetim” üzerine düĢüncelerini de yayınlamıĢtır ve sarsıcı
yönleriyle birçok entelektüelli etkilemiĢtir bu yazılar. Adorno‟nun “Kültür
Endüstrisi – Kültür Yönetimi” (ĠletiĢim yayınları 2007) Elçin Gen, Mustafa Tüzel,
Nihat Ünler gibi üç kaliteli çevirmen tarafından Türkçeye kazandırılmıĢtır.
Kültür, tarihsel, toplumsal geliĢme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü
Ģeklinde tanımlanırken Adorno gerek kültür kuramı, gerekse kültürel hayatın
dönüĢümü konusundaki eleĢtirel çalıĢmaların vazgeçilmez kaynaklarını bu
sahaya katkılarıyla oluĢturur. Adorno yirminci yüzyılın baĢlarında, Endüstri
Devrimi'nin rasyonelliğine karĢıt bir anlamda tanımlanan sanatın nasıl giderek
maddi üretim süreçlerine ve onları yöneten akla yenik düĢtüğünü anlatır bize.
Kapitalist endüstrileĢtirici mantığın ve bürokratik merkezi disiplinlerinin
denetimine giren modern sanatın özerkliğini ve eleĢtirelliğini yitirmesini
incelerler. Adorno'nun düĢüncelerinin temelinde, kültür ve sanat yönetiminin
XXXVIII
zamanımızdaki baĢ döndürücü yükseliĢini izleriz. Adorno kültürün emperyalist
alılmayıĢının zamanımızda yol açtığı tehdidi de açıkça görmüĢtür. Bu
tahminlerinin zamanla gerçekleĢmesi, kültür endüstrisi üzerine yazdıklarının, ne
kadar da doğru olduğunu gösteriyor. Ġnsanlar, özgünlüğünü, tekliğini
kaybetmiĢtir. Makineci yeniden üretim çağında her nesne bir diğerinin aynısı
gibidir. Aynı Ģeyleri yapan insanlar(tek düzelik)aynı Ģeyleri düĢünmeye, aynı
Ģeyleri hissetmeye baĢlamıĢtır. Böylece her Ģey değerini giderek yitirmiĢtir.
Herkes aynıdır. Ġnsan tükenmiĢtir varlığını ve öznesini, yeniden kurgulayamaz
artık kendisini. Besim F. Dellaloğlu bu konuda Adorno ile ilgili olarak Ģöyle
söylemiĢtir.” Çağdaş toplumda bütün bunları mümkün kılan ise "Kültür Endüstrisi"
dir. "Kültür Endüstrisi" terimi iki farklı biçimde açıklanabilir; birincisi, "kültür" ve
"endüstri" gibi birbirinden tamamen farklı iki alanı tanımlar görünen iki kavramın
birlikte kullanılması. Bu, bir bakıma, içinde bulunulan yapının bütünselliğini öne
çıkaran, bütünü oluşturan parçaların hiçbirinin bütünden ve diğer parçalardan
soyutlanmış bir biçimde ele alınamayacağım ifade eden bir tercihtir. İkincisi ise, bu
kavramın "kitle kültürü" yerine kullanılmasıdır. Burada öne çıkarılmaya çalışılan
nokta, "Kültür Endüstrisi" kavramında varolan kültürün oluşmasında kitlelerin
sanılandan daha az katkısının olması ve kültürün, bütünün parçalarını kendi içinde
bulunmaya, ama bütünün şartlarıyla bulunmaya ikna aracı oluşu gerçeğidir.”
Frankfurt Okulu‟nun felsefi mimarlarından sayılan Adorno, yaĢadığı yüzyıla,
özellikle de savaĢ sonrası Avrupa‟ya damgasını vurmuĢ, zamanının çok ötesine
seslenen aykırı düĢünebilen bir filozof ve sosyologdu.”Kültür Endüstrisi – Kültür
Yönetimi” düĢünürün en önemli eserlerinden birisi olup konuyla ilgililerin
merakını bekliyor.
SÖZCÜKLER
Yıllar önce gençlik hevesiyle bir grup arkadaĢ amatör olarak edebiyat
çalıĢmaları yapıyorduk. Bu gayretlerimiz sonucunda çeĢitli dergilere gerek öykü
gerekse Ģiirlerimizi yollamak adetten olmuĢtu. Bazı metinlerimiz Türkiye‟nin
önemli dergilerinde müstear adlarla çıkıyordu ve bu gururumuzu okĢarken zaman
zaman çocuklar gibi sevindiğimiz oluyordu. Sonra teker teker bazı arkadaĢlarımız
bu iĢleri bıraktı. Belki yeterince tatmin olmuĢlardı da vazgeçmiĢlerdi beklide
sınırlı oyun alanlarında kaptıkları küçük memuriyetlerin keyfine dalmıĢlardı.
Edebiyat toplumumuz da çokça kuru laf, örneğin Ģöyle bir deyimle ifade
ediliyordu; „edebiyat yapma‟, olarak algılanmaktaydı. Olsun, yine de bu konuda
bir Ģeyler yapmak hoĢuma gidiyor ve entelektüel açıdan bilgimin diyetini ödemek
istiyordum. Giderek çevremdeki okuma merkezli dostluklarım azalsa da okuma
uğraĢımı terk etmeye hiç ama hiç niyetim yoktu. Okuma merkezli yaĢam bir
sürgünlük bir yabancılaĢma ve marjinallik duygusunu, yetisini mi demeliydim
bilemiyorum, beraberinde getiriyordu. Aslında tüm bu sürecin içeriği yalnızlık
duygusunun tezahürleri idi. Ġnsanların görmediği bilemediği bahçelere dalmak ve
türlü yemiĢlerden yemek sıradan hayatı çekilemez hale getiriyordu. Yazılarımızı
XXXIX
gönderdiğimiz dergiler de soluğumuzu kaybettiğimiz içindir ki yine aynı amatör
heyecanımızla kendi edebiyat dergimizi çıkarmaya karar vermiĢtik. Tabi bunda
biraz da kendine güven ve kendini kanıtlama, baĢkalarınca kabullenme isteği
vardı. Ve bir de alabildiğine yaĢanması gereken serüvenler. Her neyse bu yapımız
zamanla meyvenin içindeki çekirdek gibi olgunlaĢmıĢ “ġahdamar” isimli
edebiyat dergisini çıkarabilmiĢtik. ġahdamar dergisi doksan sekiz-iki bin yılları
arasında iki ayda bir düzenli olarak çıkmıĢtı. Bu dergide ilk editörlük maceramız
olmuĢtu böylece.
Dergilerde insanlara benziyordu en nihayetin de zamanla olgunlaĢıp
Türkiye‟nin uçsuz bucaksız dergi mezarlığı kabristanında yerlerini alıyordu. Bir
gün ellerimiz de zihnimizin gıdasıyla beslenerek büyüyen çocuğumuz ölmüĢtü.
Sevinenler yahut üzülenler oldu mu bilemiyorum. Rahmetli eleĢtirmen Mehmet
H. Doğan yıllar yılı izini kovaladığı dergiciklerin içinde galiba bizim ki de vardı.
Sadece ismimiz ve künyemiz vardı Adam Sanat‟ın yıllığında. Olsun ismimizin
bile birilerince anılması mutlu ediyordu bizleri. Kimi gazetelerde çıkan mercekle
zor okunan tanıtım yazılarından da mutlu oluyorduk. Ġtiraf etmek gerekir ki
edebiyatın yapılma gayesinde vardır paylaĢmak. DüĢünce dünyamız paylaĢıldıkça
çoğalıyordu çünkü. Dergimizin sayıları birbiri ardınca çıktıkça kumbaranın içinde
biriken para misali büyüyordu umudumuz. Ġnsanı umut yaĢatıyor umut
öldürüyordu çünkü. ġimdi bilinen çoğu kaliteli yazarımız eminim bu tarz
ortamlarda bulunmuĢ ya da bu tarz duyguları yaĢamıĢtır hayatlarında. Dergiler
hür tefekkürün kalesi olmakla birlikte yazarların fırtınalarla dolu düĢünce
dünyalarının olgunlaĢtığı mekânlardır aynı zamanda. Yazı yazan ermiĢlerin
mabetleri herhalde böyle mekânlardır. Modern zamanlarda Türkiye‟nin düĢünce
tarihi, Türkiye‟de yayımlanan dergilerin tarihidir.
Aslında bu yazıyı yazarken dergi kabristanındaki “sözcükler” isimli
eski bir yazın seçkisini anmayı maksat etmiĢtim. Yazı kendiliğinden böylesine
filizlerle birlikte doğdu. Sözcükler dergisinin elimde sadece ilk sayısı mevcut
olduğu için onun üzerinden bir Ģeyler demeye çalıĢacağım. Ġlk sayıların önemi
Ģundandır: BaĢlangıç sayısı bir manifesto niteliğindedir. Yazın çabası konusunda
Albert Camus‟un da belirttiği gibi, söyleyecek çok sözümüz yok ise, bunları iyi
söylemeye bakmalıyız. Kâğıt düĢüncenin sınırlarını üzerindeki yüzeye göre
belirliyor çünkü. Sözcükler dergisi Enis Batur tarafından yazılan manifesto
niteliğindeki bir metinle baĢlıyor.(Metnin altında bir imza yok, ancak Enis Batur
veya yayın komisyonu tarafından yazıldığını düĢünüyorum) Metnin baĢına
metinle alakasız olarak dikkati celbetmek için “Kafka‟nın yazarı kim?” diye bir
ibare konulmuĢ. Bu son derece yerinde olmuĢ insan dikkattir bir ölçüde. Soru
cevabını vermiyorsa merak artıyor o zaman. “ġahdamar” dergisinden bahsederken
umuttan söz etmiĢtim ya sanki aynı hisle bitiriyor Enis Batur cümlelerini. Umut
belki gelecek sayfadır. Kapatma dergiyi. Derginin bütün sayfalarını çevirdim, ona
rastlamadım. Belki de dergidir umut…
XL
Sözcükler dergisi son derece nitelikli bir dergiymiĢ. Dergideki ilkyazı
“püf noktası” Enis Batur‟un kaleminden çıkmıĢ. Bilge Krasu‟ya ithaf edilmiĢ.
Yazıların birilerine ithaf edilmesini pek kabullenemesem de ses çıkarasım
gelmiyor. Püf noktası usta çırak iliĢkisini irdelemeye çabalayan kısa bir metin.
Dergideki ikinci yazı “tapınmalar/aforizmalar” Necati Nesimi‟ye ait. En azından
editör bizim böyle bilmemizi istemiĢ fakat üsluptan anladığım kadarıyla bu da
Enis Batur‟un fırınında piĢmiĢ sanki. Neyse ilk sayı olduğundan ötürü ve yazar
kıtlığı nedeniyle maruz görmek gerekir böyle Ģeyleri. Yine bir itirafta bulunmam
gerekirse kullandığım o kadar çok müstear oldu ki bazılarının yüzlerini dahi
hatırlamıyorum. Her müstear ayrı bir kiĢilik ve karakterdir. Aforizmalar deneysel
bir çabanın ürünü. Necati Nesimi ilginçtir üç sayfaya altı aforizma sığdırabilmiĢ.
Dünyanın en uzun aforizma cümleleri bunlar. Uzun soluk insanı nefessiz
bırakabiliyor. Bu yazı için son söz ya da durum saptaması yapmak hiçte kolay
değil diyorum. Sözcüklerde bazı ismi unutulmuĢ ya da unutulmamıĢ Ģairler var
onları da burada anmamız gerekiyor. ġükrü ErbaĢ “zamana benzedik”, Ö Remzi
Cırık “karanlığa konuĢmak”, Ali Püsküllüoğlu “yıllar sonra Orhan Veli”, Mustafa
Ever “sürgün, Mansur (iki Ģiir)”, Kaan Özbayrak “kentliler akĢamı, ince dalın
sevdası (iki Ģiir)”, Hayati Baki “siyah Ģiirler”, son olarakta Ġbrahim Yılmaz
“serzeniĢ” isimli Ģiirleriyle sözcükler dergisinin sayfalarında yer almakta. Bazı
Ģairlerin müstear isimle yazdıklarını yine Ģiirler içinde düĢünmekteyim. Yanılıyor
da olabilirim. Doğrusunu tanrı bilir. Bana göre ilk sayının en nitelikli Ģairi Hayati
Baki‟dir. “siyah Ģiirler” zamana ve aynalara kalacak olan sessizliğin Ģarkısını
fısıldıyor kulaklarıma. Nedim Gürsel baĢlıkta Joyce‟e öykünen “Sanatçının Bir
Genç „Sürgün‟ Olarak Portresi” baĢlıklı denemesi ile ilk sayıya katkı sağlıyor.
Rahmetli Oğuz Atay da sadece baĢlıkta öykündüğü bir romanının olduğunu
bilmem anmaya gerek var mı? Nedim Gürsel, niyedir bilmem, yıllardır
okuduğumda zihnimde tadı kokusu olmayan ender yazarlardan birisi. Sözcükler
dergisinin en önemli kazanımı, bende olmayan sayılarında da gördüğüm
kadarıyla, Ekrem IĢınsu‟nun çalıĢmaları idi. Ġlk sayıdaki Ekrem IĢınsu‟nun “söz,
yazı ve gelenek” isimli makalesini büyük zevk alarak bir solukta okuduğumu
hatırlıyorum. Dergideki en zevksiz en yaman yazı ise Ahmet Ġnam‟a ait. BaĢlık
Ģöyle: “Acele iki okur aranıyor.” Felsefeci olduğundan mıdır nedir Ahmet Ġnam‟ın
iğreti ve sevimsiz bir üslubu var. Ahmet Ġnam bu yazıda Ģöyle bir cümle kuruyor:
“Tıkız ve künt yazmak kuramımın bir parçası mı? TasarlanmıĢ sözler yazmam ben
okur. ġaĢırtarak sözcük salatası yedirmem sana…” Bir de yedirseydin bari. Her
neyse Enis Batur da da zaman zaman böyle tuhaflıklar olsa da kimi söylediği
hikmete yakın sözler/sözcükler O‟nu değerli kılabiliyor. Enis Batur azda olsa
sevdiğim bir yazar olduğu için bu konudaki noksanlıklarına girmek istemiyorum.
Belki bilinç akıĢı tekniğini kullanıyordur! Dergide iki tane çeviri var bunlardan
ilki Lautremont‟dan “Maldoror‟un ġarkıları”dır diğeri ise Ernest Bloch‟tan “Ġlke
Umut”(Sonradan bu kitap olarak ta çevrilmiĢtir.)tur. Çeviriler fena sayılmaz fakat
çok kısa oldukları için Ģarap gibi tadı damağınızda kalıyor. Dergi arka kapağa (ki
XLI
bir dergi için en önemli iki sayfadan birisidir) konulan Ahmet Ġnam‟ın metnini
saymaz isek amatör ruhunu muhafaza eden oldukça özenlikli bir çalıĢma olmuĢ.
Diğer sayılarını da edinmek isterdim ancak muhafazakâr sahaflarımız buna pek
geçit vermiyor. Bir Ģeyi daha belirtmek isterim. “Kafka‟nın yazarı kim?” sorusu
ortaya atılmıĢ bir iddianın sahibine iĢaret ederken günümüzde Türk
Edebiyatındaki eleĢtirmen kılıklı bir takım insanların ki bazıları „sözcükler‟in
içinden çıkmıĢtır, sorunun muhatabı/cevabı olduğunu düĢünmüyorum. Bunu
neden söylüyorum, Kafka çözümlemelerinin Batıdaki bazı örnekleriyle tanıĢtığım
için diyorum sözümü. Sözün kısası sözlerimle sözcüklerden söz ettiğimi
vurgulamak isterim.
ĠNSANLIĞI SAATE DÖNÜġTÜREN ADAM
1885 doğan 1952'de ölen ve fütürizm‟in kurucuları arasında anılan Tatar Ģair
Velimir Hlebnikov Rus biçimciliğinin estetiğini oluĢturan kiĢidir. Rus biçimciliği
en az yapısalcılık kadar ilginç ve orijinal bir çabadır. Edebiyatta cümleleri ve
kalıpları parçalamayı maksat eder. Bu akımın öncülü sayılan Velimir birçok
filoloji bölümü mezunu olup, Ģark dilleri fakültesi'nde Sanskrit uzmanlığı
yapmıĢtır. Sahip olduğu filolojik bilgi birikimi ona kelimeler ile oynayabilme
olanağı veriyordu. Kelimelerin sırrını biliyordu yetenekli Ģair. Bazen bu oyunlar
öyle etkileyici oluyordu ki standart Ģiirde(kalıplar dâhilinde oluĢturulan)
görülemeyecek etkiyi yaratıyordu. Atom parçalanmıĢtı, öyleyse düĢüncede
parçalanmalıydı. Gelecek için metin tekrar yeni olarak yaratılmalıydı. 1910‟lu
yıllardan itibaren edebiyatla uğraĢmaya baĢlayan Hlebnikov, aynı zamanda bir
matematikçi olarak, zamanın kanunları'nı hesaplamaya yönelmiĢtir. Tanrı bazen
matematiğin diliyle de ilham veriyordu Ģaire. Bir zaman devleti icat etmiĢtir.
XLII
Zaman her Ģeyi yok ediyor çünkü. Zamanın tesirinden kaçabilen hiçbir güç
yoktur. Kutsal kitapta Ģöyle bir ayet vardır; “YaĢlanırız ve ölürüz. Hayat, bu dünya
hayatımızdır. Bizi ancak zaman helak eder.” (Kur‟an) Eserlerinde gelecek
sezgisine büyük yer vermiĢtir ve en çok bilinen Ģiiri „reddediĢ‟tir. Sezgi bazen
aklın yeteneklerinden daha fazlasını vermektedir bizlere. Çoğu bilim adamı dahi
deneysel çalıĢmalarında çaresiz kaldıkları zaman bu duyguya ya da yetiye sığınır.
Sezgiler bizi geleceğe taĢıyacak zamanın anahtarlarıdır. Velimir‟in Ģiiri, daha
doğrusu Rus Biçimciliği, 1910–1918 yılları arasında etkili olmuĢtur. BolĢevik
devrimi belikli bu ilginç düĢünce kırılmasını zararlı bularak yok etmeye
çalıĢmıĢtır. Bugün Rusya‟da Velimir Hlebnikov‟un orijinal kitaplarını bulmak çok
güçtür. Kitapların orijinal edisyonlarına Avrupa‟daki sahaflarda
rastlayabiliyorsunuz. Buraya Velimir Hlebnikov‟un bir Ģiirini alıntılamak
istiyorum:
“REDDEDĠġ
yıldızlara bakmak uzun uzun
bir ölüm hükmü imzalamaktan
çok daha hoĢ gelir
çiçeklerin sesini dinlemek
‟iĢte hlebnikov!‟ diye mırıldanan sesini
bahçede dolaĢırken
çok daha hoĢ gelir evet.
beni öldürmek isteyenleri öldüren
tüfekleri görmekten.
niçin hiçbir zaman
yönetici olamayacağını
anladınız mı Ģimdi! "
Yıldızlar insanların söyleyemediği gerçekleri söyleyebilirler. SavaĢların ve de
barbarlıkların çağında insanların nefretlerini unutarak çiçeklerin sesini
dinlemelerini öneriyordu Hlebnikov. ġaire Ģiddet unsurları asla tesir
etmeyecektir. Çünkü onun daha etkili bir silahı vardır. Onun silahı sözcüklerdir.
Futurist manifestonun baĢlangıcı insanlığı saate dönüĢtürmekten bahsediyordu.
Ġnsanlığı saate dönüĢtüren adam ġair Velimir Hlebnikov‟dan baĢkası değildir.
Zaman koku-buhar gibi bir Ģeydir. Biz onun etkisini görürüz fakat kendisini
göremeyiz. Her insan içinde bir saat taĢır. Bazıları buna biyolojik saat diyor fakat
Velimir‟in kastettiği daha sezgisel bir durumdur. Kokusu olan bir Ģeydir adeta.
Velimir gelecekten neyi sezmiĢtir? O insan ötesi düĢleri düĢlüyordu belki. Ama
bu metafizik âlem “bilirim, dini bütün kurtlarsınız” dediği çevrelerin pek
XLIII
anlayabileceği ya da kabullenebileceği bir durum değildi. Onlar savaĢ istiyordu,
kan istiyordu. Onlara, kader terzisinin iğnelerini iĢitmediklerini söylüyordu
büyük Ģair. O zamanki Rus Hükümetini, Velimir çekinmeden eleĢtirebilmiĢtir. Ne
yazık ki bu SSCB zamanında asla mümkün olmamıĢtır. Çarlık devri Rusya‟sı çok
daha insancıldır yenisine göre. Biliyoruz ki her yeni eskiyi hırpalamayı pek sever.
Sever de ne olur. Sanatı iliğine kadar kurutur bu anlayıĢ. SSCB döneminde dünya
çapında neredeyse hiçbir romancı yoktur. (Boris Pasternak hariç, O‟nu da zaten
kabullenebilmiĢ değildir o günkü Rus Halkı ve Devleti.) Hlebnikov güzel bir
Ģiirinde Ģöyle söyler:
“insanlığın saati, tik tak eder,
düşüncemin ibresi oynasın!
bunlar hükümet intiharlarıyla büyüsün ve kitapla, ötekiler.
yeryüzünde kula kulluk kalmasın!
yerkürbaşkbüyük !
şarkı, sen ol emir veren:
anlatırım evrenin kurum-kibrit olduğunu
hesabın yüzünde ben.
düşüncem, her şeyin çilingiri,
kapı için, ardında kendini vurmuş biri…”
Hlebnikov açıkça Çarlık Hükümet‟ini eleĢtirmektedir. Birçok aydın, sanatçı bu
Ģiiri söylediği yıllarda (1922) Çar‟a kulluk etmekteydi. Doğruyu söylemiyorlardı.
Evren niçin kibritle ifade edilmiĢtir. Kibrit yandığın da ödenecek hesap nedir o
zaman? Tüm sorulara verilecek en ilginç cevabı söylüyor Hlebnikov: “düĢüncem,
her Ģeyin çilingiri,” Ġnsan düĢüncesi onun en tesirli gücüdür. Bu öyle bir sihir
yaratır ki kendini dahi yok etmeyi göze alarak kapıyı açar. Kafka ise ġato‟sundaki
kapıların açılmasını dahi yeterli görmez. Hlebnikov perdenin arkasındaki
görüntüyü görmek ister ve bu davasında sonuna kadar haklıdır. Hlebnikov
kendisinden önce var olmayan duyguları tanımaktadır. Ve bu duyguları insanlara
anlatmak ister. Leonarda‟nın uçaklar yaparak dağlardaki karları sıcak ovalara
ulaĢtırmasını istemesi gibi bir Ģey bu. “Biz yeni bir yaĢamın yeni insanlarıyız. “
derken insanlığı kalbindeki yaĢama kurulu saatte seyredebiliyordu büyük Ģair.
XLIV
Velimir Hlebnikov Türkiye‟de pek tanınmasa da Dünya Edebiyatı‟nın en ilginç
Ģairlerinden birisidir kuĢkusuz. Veli, Tatar Türkçesinde “ermiĢ” mir ise Rusça
“dünya” demektir. Hlebnikov tüm yaĢantısıyla “ermiĢ dünya Ģairi” dir.
ALMAN FELSEFE GELENEĞĠNDE BĠR KIRILMA;
Nietzsche‟nin Değerler Sistemi
Yıllardır gazetelerin verdiği kitaplık eklerini bıkmadan usanmadan
biriktirmekteyim. Bir süredir bu eklerdeki ısmarlama yazılar iyiden iyiye canımı
sıkmakta. Bazı yayınevlerinin reklam maksatlı kitap tanıtımı yazıları öyle ucuzca
ve niteliksiz olarak hazırlanıyor ki insan bir okur olarak hakarete uğradığını
düĢünüyor. Kitaplık eklerinde sadece son çıkan kitaplar tanıtılıyor, bunların
dıĢındaki eleĢtiri ve çözümleme maksatlı yazılara ise yer vermeme politikası
elbirliği etmiĢçesine uygulanır oldu. Zannediyorum kitaplık eklerine bu maksatta
olmayan yazılar da geliyordur fakat pazarlama kaygısına sahip olan editörler
tarafından nitelikli çalıĢmalarda sukut suikastına uğratılıp görmezden geliniyor.
Bir örnek vermek gerekirse, Murathan Mungan isimli „Ģiir üreticisi!‟ yeni bir kitap
çıkardı diyelim. Arkasından ne kadar ek ve gazetelerin kültür sanat sayfası varsa
elbirliği etmiĢçesine „Kadından Kentler‟i baĢlıyor övmeye. Bu kâğıt müsvetteleri
satacak ya onun için tüm çaba. Buradan söylüyorum bazı tatmin olamayan
yazarları memnun etmek için kâğıdın beyazlığı kirletilmemelidir. Her neyse
konumuz yukarıdaki baĢlıktan da anlaĢılacağı gibi iĢportacıların pazarlama
stratejileri üzerine değil. Gazetelerin kitap eklerinin, eski fakat nitelikli kitaplar
hakkında da yapılan çözümlemeleri yayımlamalarını beklerdim bir okuyucu
olarak.
Kütüphanemin tozlu rafları arasında Bernard Groethuysen‟in “Nietzsche
ve Alman Felsefi DüĢünüĢüne GiriĢ” adlı kitabıyla karĢılaĢtım. KarĢılaĢtım
diyorum çünkü aradığım bazı kitaplarıma dahi ulaĢmam güç oluyor. Evinde
kütüphanesi olanlar eminim ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Kitabı
Hamdi R. Atademir çevirmiĢ, „Remzi‟de lütfedip yayınlamıĢtır. Suut Kemal
Yetkin‟in „kültür serisine baĢlarken‟ gibi bir empoze niteliğindeki kısmı
görmezsek kitap oldukça güzel. Rahmetli Yetkin‟in bu yazılarını sağda solda
gördükçe ne idüğü belirsiz estetik görüĢünün garabetliğine iyiden iyiye
inanıyorum.
Alman Felsefe geleneğindeki kırılma filozof Nietzsche tarafından
tasarlanarak uygulamaya konulmuĢ bir projedir. Gerçekte genel olarak tarihi
dönemde felsefenin fonksiyonunun kaybolduğu bir zamanda ki bu sadece felsefe
ile sınırlı değildir, sanat, din, bilim vb. örüntüleri de kapsayan bir süreci içeriyor,
kendisini hissettiren durgunluk sokaklara kadar yayılıyordu. Burada ortaçağın
genel atmosferi, bize anlatıldığı Ģekliyle karanlık çağ döngüsüne de kolayca
teslim olmamak gerekiyor, ıĢığını baĢka odaklara yöneltiyordu. Bu yöneliĢ
XLV
Nietzsche tarafından algılanırken dönemin birçok düĢünürünce görülememekte
idi. Nietzsche‟nin ait olduğu devrin düĢünürleri dönemin hassasiyetlerini
algılamaktan uzak idiler. Batıda felsefi düĢünce sistemi iki kısma ayrılarak ifade
edilebilir. 1-Aristo kaynaklı düzen, simetri ve orantıya önem veren bütünlükçü
sistematik yaklaĢım. 2-Romantizmden beslenen idealist biçim(parçalı ve dağınık
yönelim). Bunlarda kendi içinde Ġngilizlerin ampirik, Fransızların rasyonalist
geleneği, Amerikan pragmatizmi ve Almanların romantik yönelimi olarak değiĢik
biçimlerde görünmektedir. Nietzsche bu çerçeveye oturtulabilen bir düĢünür
değildir. Kelimenin tam manasıyla sistem karĢıtı bir düĢünürdür. Nietzsche‟nin
Değerler Sistemi geleneksel değerleri ve eklemlemeleri tasfiye etmek için
tasarlanmıĢ gibidir. Hıristiyanlığa getirdiği ağır eleĢtiri ve reddiyelerde tam olarak
bu noktadan baĢlar. Klasik Yunan düĢüncesini ve değerler sistemini sorgulayarak
devem eder. Alan Menill, “AĢırılığın Peygamberleri” kitabında Nietzsche‟nin
yerleĢik değerler karĢıtlığı yönünü baĢarılı bir Ģekilde analiz etmektedir.
Fragmanlar ve aforizmalar Ģeklinde kurulmuĢ olan Nietzsche‟nin Değerler Sistemi
Alman düĢünce geleneği baĢta olmak üzere diğer yönelimleri reddederek
tekrardan bir kavram dünyası inĢa eder bize. Nietzsche‟nin Değerler Sistemini ve
düĢünce dünyasını nitelikli ve daha ileriye taĢıyacak Ģekilde sorgulayan
filozoflardan biride Jacques Derrida‟dır. Derrida için felsefi uğraĢ veya dilbilimsel
çalıĢmalar, birbirinden ayrılamaz iki özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Derrida,
“kavramların incelenmesinden gerçekliğin çözümlenmesine, gerçekliğin
incelenmesinden kavramların yapısının çözümlenmesine gidip gelen birisidir.”(
Mahmuzlar : Nietzsche'nin Üslupları BABĠL ERZURUM yay.)Derrida‟nın adına
"yapıçözüm" dediği bu inceleme-araĢtırma biçimi bir yöntemi ve sistemi
öngörmez. Çünkü bu tür çalıĢmaların kendine özgü bir tikelliği veya inisiyatifi
elinde tutan bunu bir nesneye, bir metne bir izlene uygulama endiĢesi yoktur.
Nietzsche‟nin Değerler Sisteminde de edimsellik ya da iĢlemsel safhalar yoktur.
Yapıçözüm "bağlam olarak adlandırılan olanaklı değiĢtirim zincirindeki
yazılım"dır. Nietzsche‟nin Değerler Sistemi değiĢimin sürekli “üst” aĢamalara
ulaĢmasını kuramsal olarak vurgular. Nietzsche‟nin Değerler Sistemi
mükemmeliyetçi bir ahlaktan sonra kâmil insan motifi üzerinde yoğunlaĢır.
Aslında Ġslam Tasavvufunda da bu anlayıĢ vardır. Benzer bir Ģekilde bu anlayıĢ,
Nietzsche‟nin aynı adı taĢıyan kitabındaki ZerdüĢt figüründe insani değerlerin
zirvesi olarak vücut bulur. Bu değiĢim ve değiĢtirim zincirinin yazılımını, “Böyle
Buyurdu ZerdüĢt” kitabında Nietzsche ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Nietzsche‟nin Değerler Sistemi gibi derin bir konu bağlamında
“Nietzschelerin ġöleni” (Derrida‟nın Nietzsche hakkındaki bazı kitap ve
makalelerinin derlemesi) kitabı O‟nun la ilgili, O‟nun tarzında hazırlanmıĢ bir
çalıĢmadır. Bu kitap, Nietzsche‟nin derin ve geniĢ düĢünce yapısını ve "sistemini"
anlamada yardımcı olmaktadır. Ġsimler, sözgelimi, sadece düz anlamında değil
bütün anlamlarıyla ele alınmıĢ ve Nietzsche'nin bu sözcüğe yüklediği anlam
XLVI
bütün güncelliği ve derinliği ile verilmiĢtir. Önceden kabullenmiĢ olduğumuz
değerlere göre isimleri anlamak onlara yeni manalar yüklememizi ve bir açılım
yapmamızı engeller. Bu kitapta Derrida'nın kullandığı yöntemle Nietzsche'nin
düĢüncelerine ve üslubuna ne kadar etkili bir Ģekilde nüfuz ettiği görülmektedir.
Nietzsche‟nin Değerler Sistemi incelenmesi ve yapılarının çözümlenmesinde
Derrida metafiziksel belirlenimi “yorum, perspektif, değer biçme, fark”
kavramları üzerinden tarih boyunca Batı felsefesine sıkıntı çektirmiĢ tüm ampirist
ya da felsefi olmayan motifleri radikalleĢtirilmesine bağlar. Batı örneğin Ġsa
peygamberi bir değer olarak kabullenmiĢ ve bu konuda daha sonraları aĢırıya
giderek O‟nu tanrı yapmıĢtır. Hümanizm, demiĢ baĢka bir dönemde, sıradan
insana tapmayı insanlık dini olarak görmüĢtür. ( Comte gibiler..) Batı tarihi
değerlere aĢırılıkla bağlanma tarihidir çoğu zaman. Nietzsche‟nin “Tanrı öldü
duymadınız mı?”sözü bu bağlamda anlaĢılmalıdır. Ölen Batının hastalıklı
değerlerinin ürünü olan tanrısıdır.
Nietzsche‟nin Değerler Sistemi bir anka kuĢu motifine benzer. Bir kez
daha, yaĢamın yıkımı yalnızca görünüĢtür. Aslında bu hayatın yıkılıĢının
görünüĢüdür. Ġnsan ölü olanı gömer ya da yakar. Bu eylemi yapar çünkü yaĢayan
varlık bu küllerden yeniden doğup rejenere olsun. Hayat kompozisyonundaki
dejenerasyon-rejenerasyon teması aktif ve merkezidir. Döngü tanrı tarafından
böyle kurulmuĢtur. Eğer bu döngüde bir sorun olduğunda, kaçınılmaz olarak
insanlar, eğitimi, öğretimi ve disiplini gerekli görürler. Ve aynı insanlar bu süreçte
değer biçimlerini dayatırlar. Nietzsche‟ye göre yıkım edimi sadece kendisini seçici
biçimde yok olmaya sunan zaten dejenere olmuĢ olanı yıkar. “Entartung”
(bozulma) yenilenmesi düĢünürde kültürü, bir kez devlet kontrolüne girmiĢ ve
gazetecileĢmiĢ üniversite kültürünü karakterize eder. Aynı Ģekilde “Ahlakın
Soykütüğü” adlı eserinde de belirttiği gibi dejenerasyon saldırgan ve reaktif bir
ilke olarak fiilen yaĢamın aktif düĢmanı haline geldiği zaman, değerlerin ters
çevrimi yaĢamı zorlar. Değerlerin bozulması biyolojik bozulmayı da yaratır.
“Onlar tohumu bozarlar.” (Kur‟an) Dejenere olan sadece değerler değil yaĢamın
kendisidir. Dejenerasyon yaĢama saldıran bir yaĢam ilkesidir. Nietzsche‟nin
Değerler Sistemi değerler hiyerarĢisidir aynı zamanda. Üstün insan, küllerinden
doğacak değerleri, kendisiyle savaĢarak kazanabilir. Ve Ģüphesiz değerler
hiyerarĢisinin en üst basamağında bunu gerçekleĢtirmiĢ insanlar vardır.
SEVGĠLĠM HAKKINDA BĠR ġĠĠR
e. e. cummings, ismini miniskül biçimde kullanan Amerikalı Ģair tüm
ömrü boyunca dokuz yüz elliden fazla Ģiir, iki tane roman, birkaç tane de tiyatro
oyunu ve deneme kitabı yazmıĢtır. Bir yazarın üretkenliği ile niteliğini kendi
adıma her zaman sorgulamıĢımdır. Bir Ģair ya da romancı hayatı boyunca belki en
fazla bir veya iki tane doğru düzgün yani yazının hakkını veren metin
üretebileceği kanaatindeyim. Örneğin en özenli metin olarak bir Sezai Karakoç
XLVII
için bu “Mona Rosa” isimli Ģiiridir. Akif için ise hiç kuĢkusuz aynı Ģeyi “Ġstiklal
MarĢı” dır diye söyleyebiliriz. Ya da tüm sanat yeteneğini Necip Fazıl gibi bir Ģair
ancak “Kaldırımlar” ve ya “Otel Odaları” Ģiirlerinde gösterebilmiĢtir. Fazla
üretkenlik bazen yapıtın etkisini kırabiliyor. Yahya Kemal‟in az ve nitelikli
yazmak konusunda çevresindekilere birçok kez bu konu hakkında sözler ettiğini
biliyoruz. Yahya Kemal‟in ömrü Ģiir yolunda yaptığı titiz iĢçilik ile geçer; evi de
ailesi de Ģiir olur. Dilimiz onun Ģiirleriyle zenginleĢir. Belki de uyguladığı bu titiz
iĢçilik nedeniyle dizeleri dilden dile dolaĢır ve en çok ezberlenen Ģairlerimizden
biri olur. Birçok Ģiiri sanat müziği formunda bestelenebilmiĢtir. Ġlginç bir
durumdan bahsetmem gerekirse Yahya Kemal yaĢadığı dönemde tek bir kitap
dahi yayımlamaz. E. E. Cummings ise çok fazla sayıda eser üretmesine rağmen
kaliteyi düĢürmeyen ender yazar ve Ģairlerden biridir diyebiliriz.
Eğer bir insan bir sanat dalıyla uğraĢıyorsa muhakkak bir diğeriyle de
uzaktan veya yakından ilgilenmektedir. E. E. Cummings edebi faaliyetleri
yanında birçok tablosu olan çok yönlü bir sanatçıdır. Bazen bir yazarın ikincil
uğraĢı onun yazarlık maharetlerinin önüne dahi geçebilmektedir. Örneğin Abidin
Dino böylesine çok yönlü sanatçılarımızdan biridir. Cummings bazı tabloları
dikkatle incelendiğinde en az yazarlığı kadar resim konusunda da baĢarılı
çalıĢmalar yaptığını söyleyebiliriz.
E. E. Cummings'in geleneksel olmayan majüskül (büyük) harf kullanma
tarzı zaman zaman yayıncı ve okurları tarafından isminin küçük harflerle ve araya
nokta konulmadan yazılması suretiyle öne çıkarılmıĢtır. Bir kitabının önsözünde
belirtildiğine göre yazar sadece küçük harf kullanarak Ģiirlerini yazmıĢtır. Böylece
ismi resmi olarak "e. e. cummings" olarak değiĢmiĢtir. Farklı bir durum olarak
bizim Ģairler içinde Ahmet Cahit Zarifoğlu, ironik olarak ismimin baĢ harfleri
“ACZ” tutuyor diye söylemiĢtir. Cummings, isim takıntısı yönüyle niyeyse bende
her seferinde bu çağrıĢımı uyandırıyor. Cummings tarafından yazılan bir mektup
incelendiğinde isminin yazılıĢında büyük harf kullanılmasını istediği ortaya
çıkmıĢtır. Bugün Cummings'i araĢtıranlar yazarın ismini küçük harfle yazmasının
bir alçakgönüllülük göstergesi olduğunu düĢünebilirken, bazıları da bu durumu
yazarın kibirli olmasıyla iliĢkilendirirler.
Modern dünya Ģiirinin en önde gelen ve popüler yüzlerinden biri olan E.
E. Cummings‟in bir Ģiirini alıntılayarak son vermek istiyorum sözlerime. Bu Ģiirin
sevgiliye okunmasını düĢleyen biri olarak…
XLVIII
“SEVGĠLĠM sevgilim kralı karanlık olan bir ülkedir senin saçların alnın çiçeklerin bir havalanıĢı baĢın dipdiri bir ormandır senin uyuyan kuĢlarla dolu oğul oğul ak arıdır memelerin dalı üstünde gövdenin gövden nisandır benim için koltukaltlarında ilkbaharın geliĢi kralların arabasına koĢulmuĢ ak atlardır kalçaların ve has bir ozanın mızrap vuruĢlarıdır aralarında her zaman tatlı bir ezgi sevgilim baĢın kutusudur aklın olan o serin mücevherin baĢındaki saç yenilgi bilmeyen bir yiğittir omuzlarındaki saçlar zafer davullarıyla yürüyen bir ordu düĢlerin ağaçlarıdır bacakların meyvesi unutkanlığın özü kızıllar giyinmiĢ satraplardır dudakların öpüĢü kralları birleĢtiren bileklerin kutsaldır kanının anahtarlarının bekçileri gümüĢ vazolardaki çiçeklerdir ayak bileklerinin üstü güzelliğinde flütlerin ikilemi gözlerin aldatıĢı çanların günlük kokuları arasından sezilen”
XLIX
Мухтар Ауэзов и Назым Хикмет на съезде писателей ГДР. Берлин.
1956 год.
Kazak yazar Muhtar Auezov ve Nazım Hikmet‟in Sosyalist Doğu
Almanya‟da KarĢılaĢmaları.
Berlin.1956 Yılı. (Fotoğraf, Kazakistan Cumhuriyet‟i Merkezi Devlet
ArĢivinden alınmıĢtır.)
L
Nazım Hikmet‟in Yeni Bir Fotoğrafı Bulundu
Nazım Hikmet‟in Kazak yazar Muhtar Auezov ile Ģiirleri hakkında sohbet
ettikleri bir sırada yukarıdaki fotoğraf çekilmiĢtir. Günümüz Kazak Edebiyatında
Auezov‟un (1897–1961) ayrı bir yeri ve önemi vardır. Kendisi, özellikle „Kazak
Destanları‟ ve „Kara Sözler‟ (Kazak Edebiyatında nazmın bir türü) hakkında
folklorik incelemeler yapmıĢtır. Ayrıca Türkistan Komünist Partisi dönemi
edebiyatı ile ilgili birçok ilmî çalıĢmaları vardır. Auezov‟un en önemli eseri, 4
ciltlik „Abay Yolu‟ (Put Abaya) adlı devasa romanıdır. Bu romanda Auezov,
Kazakların birçoğunun kendisine rehber olarak kabul ettiği büyük bozkır Ģairi
Abay‟ın hayatını ve düĢünce yapısını çok ince ayrıntılara inerek anlatmıĢtır.
“Abay Yolu “ romanı içinde 5000 den fazla farklı sözcük kullanılarak yazılmasıyla
da meĢhurdur. Kazak halkının binlerce yıllık sözlü geleneğinin birikimi, Abay‟ı
oluĢturmuĢtur. Abay‟ı en iyi anlayan ve anlatan Auezov olmuĢtur. Auezov‟un bu
romandan baĢka pek çok hikâye, deneme, çeviri ve araĢtırma eserleri de
bulunmaktadır. Ayrıca onun, konusunu doğrudan Kazak halkının göçebe
yaĢantısından aldığı tiyatro oyunları vardır. Bu oyunlar, Kazak tiyatrolarında
bugün de sergilenmektedir. En bilinen hikâyesi “Kökserek” sinemaya
uyarlanmıĢtır. Fotoğraf çekildiği esnada orada bulunanların rivayetlerine göre
Kazak halk edebiyatından bahsetmiĢtiler iki büyük ozan. Daha sonraki yıllarda
da Muhtar Auezov ile Nazım Hikmet birkaç defa görüĢmüĢlerdir. Nazım Hikmet
Berlin‟deki sürgünlük günlerini sonraki yıllarda yazmıĢ olduğu bir Ģiirinde Ģöyle
ifade etmiĢtir:
“bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaĢadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaĢarım
baĢımdan neler geçer daha
kim bilir. “
Yunanlıların trajik çağında felsefe
Gerçek hayatta da bizler sevgilinin hiçbir zaman asıl yüzünü göremeyiz. Bizim
gördüğümüz hayalimizdeki yüzdür. AĢkımız en az cansız bir tablodaki suret
kadar kristalizedir, denilebilir.
Nietzsche, felsefi düĢüncenin kaynağı olarak Sokrates öncesi filozoflarını iĢaret
eder. Onlar, tek kelimeyle yasa koyucudur. Aslında bu bilinen en eski filozof
imgesidir. Gilles Deleuze‟nin ifadesiyle söylersek „bu Sokrates öncesi düĢünürün,
“fizyolog”un ve sanatçının, dünyayı yorumlayanın ve değerlendirenin imgesidir.‟
Filozof sadece düĢünen bir entelektüel değildir. O aynı zamanda eski dünyaların
ya da yeni dünyaların kâĢifi olup, mağaranın ucundaki ıĢığa yönelen ilk kiĢidir.
LI
Filozof özünde var olan bir değeri her an anımsayabilerek tekrar tekrar yaratır.
Filozofun bu manada düĢünceleri ile yaĢamı birdir. Deleuze, bu anı anlatırken bir
konuĢmasında „karmaĢık birlik: bir adım yaĢam, bir adım düĢünce için‟ demiĢtir.
Yunanlıların trajik çağında felsefe konusu filozofları anlayarak yazma dönemine
geçiĢi simgeler. Genellikle bu konuda yapılan çalıĢmalar, her zaman, filozofların
tarihçe-i hayatlarına değinen ansiklopedik materyaller olmuĢtur. Eski Yunan
filozoflarının tarihini anlatan kitaplar ile Nietzsche‟nin “Yunanlıların trajik
çağında felsefe” (Kabalcı Yayınevi, çev: Nusret Hızır) kitabının benzer
çalıĢmalardan ayrılığı, kısa olmasıdır.
“Yunanlıların trajik çağında felsefe” eserini Türkçeye çeviren Nusret Hızır
önsöz yazmayı ihmal etmemiĢtir. YaklaĢık on dört sayfalık bu yazıda, çeviri
üzerine; kelimeye değil cümleye sadık kaldığını belirtiyor. Günümüzde ne yazık
ki bu tip eserler çevrilirken anlama dair gerekli özen gösterilmediği için metin
tanınamaz hale gelebiliyor. Ve daha sonra da tekrar çevrisi yapılmadığı için
orijinaline her daim ırak kalıyoruz. Yapılan çevirilerde çoğunlukla uzun
cümlelerden kaçınıldığı da oluyor bazen. Özellikle Alman yazım geleneği söz
konusuysa asla böyle bir yola baĢvurulmamalıdır. Alman yazım geleneği tuğla
misali kaynaĢmıĢ sözcüklerden kurulu uzun cümleler sayesinde özgünlüğünü
kazanıyor. Kolaya kaçıp cümleleri kısaltmak Almanca metinler için ırza
geçmekten farksızdır. Nusret Hızır‟ın Nietzsche‟nin uzun cümlelerini her hangi
bir müdahale yapmadan çevirmesi yerinde olmuĢ. Nusret Hızır, çeviriye
ansiklopedilerden aldığı dipnotları eklemeseydi daha doğru olurdu diye
düĢünüyorum. Çünkü eserin yazılıĢ Ģekli ve sistemi felsefi düĢüncedeki tarihçi
ekole, tarihçi ekol demek ne derece doğru bilemiyorum, karĢı yapılmıĢ bir
saldırıdır. Metinde parantez içinde bulunan Nietzsche‟ye ait notların verilmesi
yeterliydi. Aynı kitap Gürsel Aytaç tarafından da çevrilmiĢ olup Sel Yayıncılıktan
çıkmıĢtır. Eserin bir çevirisi de Elif Yayınlarının felsefe dizisinde mevcuttur.
Gürsel Aytaç‟ın yaptığı çeviri de ufak tefek sorunlara rağmen baĢarılı sayılabilir.
Elif yayınlarından yapılan tercüme elimizde olmadığı için herhangi bir
değerlendirme yapamadık. Aslında eleĢtiri yazısı yapılırken, eğer aynı eserin
birden fazla çevirisi varsa, bu iĢi mukayeseli yürütmek daha zevkli bir uğraĢtır.
Nietzsche, deneme tarzındaki “Yunanlıların trajik çağında felsefe” adlı
eserini daha ilk gençlik yıllarında yazmıĢtır. Metin, konusuyla antik felsefenin bir
parçasına değinirken, Sokrates öncesi bilgelerini yorumlar. Genç yaĢtaki bir
insanın kaleminden çıkan bu cümleler insanı bayağı ĢaĢırtır. Bu yıllarda onun
sağlam bir filoloji uzmanı sıfatını kazanmak istediğini biliyoruz. Filolojinin
disiplin gerektiren öğrenim süreci onu sabırlı ve sistemli yapmıĢtır. Dillerle
uğraĢıyorsanız eğer en küçük tembelliğiniz dahi zor telafi edilir. Nietzsche bunu
çok iyi kavramıĢtı. Bu gayretleri ona; yavaĢ ve derinliğine okumayı öğretmiĢti.
Antik felsefenin metinlerine nüfuz etmek için o yıllarda Diagones, Homeros ile
Hesiodos hakkında çeĢitli makaleler yazmıĢtır. Bazen ezberinden Yunanca antik
LII
Ģiirler bile söylüyordu. Nietzsche‟ye, daha sonraki yıllarda, bu çabası felsefesi için
vazgeçemediği iki ifade metodu kazandırmıĢtı. O‟nun felsefesinin temel yapı
taĢları aforizmalar ve Ģiirlerdir. Özellikle Ģiir onun felsefesinde Zeus‟un
yıldırımları kadar etkiliydi. Ġlk baĢlarda düĢüncesindeki disiplinin oluĢması için
yöneldiği filolojik birikim zamanla onun filozof olarak üslubunun antik
filozofların üsluplarına dahi nüfuz edebilmesini ve onları anlamasını sağlamıĢtır.
ĠĢte , “Yunanlıların trajik çağında felsefe” böyle bir anlamlandırma çabasının
sonucudur.
Otonom yayınlarından çıkan Nietzschelerin ġöleni‟ne sunuĢ yazan Ali
Utku-Mukadder Erkan ikilisi onun filolojik yeteneğinin mahiyetini çok iyi
anlatmıĢlardır. Derrida‟nın Nietzsche‟si: Bir ortak imza geliĢtirmek üzerinde
durur. Aslında bu bile onun için bir maskedir. Deleuze‟nin de söylediği gibi onda
var olan her Ģey maskedir. „Sağlığı dehası için bir maskedir, acıları ise hem dehası
hem sağlığı için ikinci bir maske.‟ Burada andığımız [Thales, Anaksimandros,
Herakleitos, Parmenides, Anaksagoras, Empedokles, Demokritos ve benzerleri.]
Sokrates öncesi filozofları bile onun yaĢamından felsefesine yansıyan bir
maskedir. Derrida filolojik maskenin görünen görüntüsünün sadakatinden çok
onun paradoksal geriliminin yansımasına vurgu yapar. Bize, onun bir takipçisi
gibi onu asla izlemememizi önerir. Yunan tiyatrosundaki tragedyaları
anımsayalım. Önemli olan oyuncuların yüzlerindeki masklar değildir. Bizim
ayrımına vardığımız konudaki anlam ve muhayyilemizin imgeleminde oluĢan
görüntüdür asıl önemli olan. Derrida‟nın deyimiyle maskların görüntüsünü
„…izlememek. Ancak bu, yine onun tarzında, muhtemelen erdemin erdemini
erdemin aleyhine çevirmeyi sürdürmek için olacak.‟ Filolojik Ģekliyle Nietzsche
ismine „geri dönen Ģey, yaĢayana asla dönmez. Hiçbir Ģey yaĢayana geri dönmez.‟
Ġsmin içeriği, bir benliğin ötesinde bir Ģeydir. Kısaca Friedrich Nietzsche‟nin
felsefi-filolojik isim politikası böyledir. Derrida, benzer bir çalıĢması “isim hariç”
(Kabalcı; 2008) kitabında çoğul manada ĢifrelenmiĢ isimin yapıçüzümsel modelini
bir felsefe olarak baĢarıyla kurgulamıĢtır.
Nusret Hızır, Die Philosophie im tragischen zeitalter der Griechen‟in antik
Yunan kültürü üzerine yazmayı tasarladığı fakat bitiremediği buna göre nispeten
daha büyük kitaptan bir parça olduğunu söylüyor. Filozof, eseri oluĢtururken
fragmanlar Ģeklinde tasarlamıĢtır. Philosophie im tragischen zeitalter der
Griechen, Thales‟ten Sokrates‟e kadar olan ilk dönem filozoflarını kapsar.
Kitabın, klasik felsefe tarihi eserleri gibi evrimsel bir metotta kurulmayıĢı
ilginçtir. Kitabın yazılım sürecinde düĢünürü, yaptığı filolojik çalıĢmaların
kültürel neticeleri, Schopenhauer‟in karamsar felsefesi [ metin içindeki birçok
gönderme buna delildir] ve özellikle dostu Richard Wagner‟in müziği oldukça
etkilemiĢtir. Bu etkiler kaçınılmaz biçimde satır aralarına yansımıĢtır.
Schopenhauer‟in karamsar felsefesi onda Budizm‟deki Nirvana söylencesi gibi bir
etki yapıyordu. Güzellik ve sanat sayesinde insan iradesindeki baskının
LIII
sönebileceğini tasarlıyordu. Eski filozofların yaĢam tarzlarını bu sönme motifiyle
tekrar yorumluyordu. Die Philosophie im tragischen zeitalter der Griechen için R.
Wagner‟in dramlarındaki metafizik atmosferi andıran Dionysos [ Yunan
mitolojisinde ölüler ülkesinin tanrısı] ayinlerindeki sahneleri düĢlüyordu.
Dionysos Ģerefine yapılan kutlamalarda trajedi, „Ģehvetli vecd, sevinç ama aynı
zamanda korku‟ hep birbirine karıĢıyordu. Neden trajedi? Ġnsan trajedisi, en
gerçekçi ve en orijinal biçimidir felsefenin. Hayatımızdaki trajedi yaĢam
çizgisindeki dengeyi bozacak kadar ileri taĢınmıĢsa eğer filozof buna da bir çare
buluyor. Nietzsche trajedinin dayanılmaz acıları karĢısında zaman zaman güneĢ,
güzellik, ölçü ve denge sağlayıcı Apollinissch‟e (Apollo) sığınmak zorunda
kalıyor. Tıpkı gerçek hayatta dostu R. Wagner‟in sevgilisine bağlandığı gibi.
Nietzsche‟nin felsefesinde insanlık korosu Tanrı Dionysos‟un çektiği acıları
okur ve haykırırdı. Ġnsanın bu sancısı doğumdaki ağlamayla birlikte baĢlıyor;
hayat, ölümle noktalandığında ise çığlığa dönüĢüyordu. Asıl çılgınlık ise Yunan
Trajedisinde Dionysos ile Apollo‟nun birbirlerine kavuĢma anında doğuyordu.
Tüm Sokrates öncesi filozofları iĢte bu acı veren tutkuyu anlatır. Bir nevi aĢkın acı
veren bağımlı tutkusu. Apollo, Derrida‟nın da uzun uzun analiz ettiği gibi asla
gerçek yüzünü göstermez. Yüzündeki maskede hep aynı, değiĢmeyen,
gülümseyen ifade vardır çünkü. Gerçek hayatta da bizler sevgilinin hiçbir zaman
asıl yüzünü göremeyiz. Bizim gördüğümüz hayalimizdeki yüzdür. AĢkımız en az
cansız bir tablodaki suret kadar kristalizedir, denilebilir.
Friedrich Wilhelm Nietzsche‟nin; Die Philosophie im tragischen zeitalter
der Griechen‟si eski dönemlerin alıĢılmıĢ düĢünce ve inançlarını, o güne değin
pek bilinmeyen yöntemlerle geçersiz kılmakta, bu husustaki dogmatik
düĢünceleri ustalıkla ters yüz etmektedir. Ona göre felsefenin parlak çağı;
“Sokrates, Platon, Aristoteles” üçlü kör düĢünce kuyusu değil trajik dönemdeki
“Thales, Anaksimandros, Herakleitos, Parmenides, Anaksagoras, Empedokles,
Demokritos vb.” filozofların yarattığı özgün biçimidir. Onun için önemini yanlıĢ
konuma sahip bakıĢ açısıyla tasarlayan eserler oldukça sıkıntılıdır. Çürütülüp
gitmiĢ olan sistemler üzerinden konun tartıĢılması ne derece yararlı olabilir?
Felsefecilerin Sokrates‟ten sonrakilerin neredeyse tamamı birbirini reddederek
ilerlemiĢlerdir.(Silsile-i reddiye) Yunanlıların trajik çağındaki filozoflar da ise
nispeten birbirlerini tamamlayıcı unsurlar vardır. Bunlarda da, aradan çok uzun
zaman geçtiği için bize sadece kiĢilikleri hakkında bazı hikâyeler kalmıĢtır.
Nietzsche: “Üç hikâye ile bir insanın tasviri verilebilir.” Diyor. Filozof, her
sistemden üç hikâyeyi ayırıp üzerinde durduktan sonra düĢüncenin meĢruluğunu
temellendiriyor. Bu yazıyı yazmama sebep; Olga Sagalakova‟nın „insan yüzlerinin
gizi‟ hakkında söyledikleri olduğunu belirtmek yerinde olur.
LIV
Ruhun Yeni Hastalıkları
Bulgar asıllı Julia Kristiva, edebiyat teorisyeni, psikanaliz kuramcısı,
göstergebilimci, yazar, feminist eleĢtirmen ve filozof olarak 1965‟ten beri Paris‟te
yaĢamaktadır. Disiplinlerarası çalıĢmalarını esas olarak burada devam
ettirmektedir. Kristeva, Kolombiya Üniversitesi‟nde Umberto Eco ve Tzvetan
Todorov‟la Yazınsal Göstergebilim Kürsüsü‟nü paylaĢarak katkılarda
bulunmuĢtur. Aynı zamanda Uluslararası Göstergebilim Birliği‟nin yönetim
baĢkanı ve birçok yazınsal kurulun üyesidir. 1997 yılında, otuz yıla yayılan ve on
beĢ dile çevrilen çalıĢmaları için Fransa‟nın en büyük onuru “Chevaliére de la
légion d‟honeur“u verilmiĢti. Bulgar göçmeni bu kadın entelektüelin ismini daha
çok doksanlı yıllarda Derrida okumalarım esnasında duymuĢtum. Philippe
Sollers‟in yönettiği, Roland Barthes, Michel Foucault, Jacques Derrida gibi kaliteli
entelektüellerin de arasında bulunduğu Tel Quel (Avangart bir topluluk) grubuna
katıldı ve bu toplulukla aynı adı taĢıyan ilginç dergide metin kuramına iliĢkin ilk
yazılarını yayınladı. Jacques Lacan‟ın psikanaliz seminerlerini de yakından
izlediğini biliyoruz. Gençlik yılları çalıĢmalarında Saussure (Genel Dilbilim
Dersleri), Lacan, Bahtin (Benim idolümdür.) ve Chomsky gibi birçok kuramcının
etkisi altında kalsa da, göstergebilim ve psikanaliz yöntemini birleĢtirerek yeni
okuma ve anlamlandırma olanakları sunan Julia Kristeva, son yıllarda, feminist
kuram ve yabancılık olgusu üzerine yoğunlaĢtı. Özellikle yabancılık olgusunu
çok değiĢik açılardan ele alan nitelikli makaleleri bulunmaktadır.
Halen Paris Üniversitesi‟nde profesör olan Julia Kristeva;
Semeiotikè, Recherches pourune sémanalyse (1969; Göstergebilim, Bir
Göstergeçözüm Ġçin AraĢtırmalar), Le Texte du roman (1970, Romanın Metni),
Polylogue (1977, Çokbilir), Pouvoirs de l‟horreur (1980; Korkunun Güçleri, Ayrıntı
Yay, 2004), Le Langage, cet inconnu, Une initiation à la linguistique (1981, ġu
Bilinmeyen Dil, Dilbilime Bir GiriĢ), Au commencement était l‟amour (1985,
BaĢlangıçta AĢk Vardı), Étrangers à nous-mêmes (1988, Kendimize Yabancı), Les
Samouraïs (1990, Samuraylar), Les Nouvelles Maladies de l‟âme (1993, Ruhun Yeni
Hastalıkları, Ayrıntı Yay,2007), üç ciltlik Le Génie féminin (Hannah Arendt,1999;
Melanie Klein, 2000; Colette, 2002) Bizans‟ta Cinayet, Yapı Kredi Yay, 2005 gibi bir
çok önemli kitabı yazmıĢtır. Ne yazık ki çalıĢmalarının omurgasını oluĢturan
eserlerinden ziyade daha ikincil yapıtları dilimize çevrilmektedir. Örneğin bana
göre en önemli çalıĢması olan “Göstergebilim, Bir Göstergeçözüm Ġçin
AraĢtırmalar” kitabının hala çevrilmemiĢ olması önemli bir eksikliktir. Sanırım
bu durum da yayıncıların pazarlama kaygılarından ileri gelmektedir.
Kendisini dilbilim ve edebiyat kuramı sahalarında geliĢtiren
Kristeva yöntem olarak kendisine ait “semanaliz” kavramı üzerinden hareket
etmiĢtir. Semianaliz, dilbilimsel bir kavramdır. Semanaliz de dilin iletiĢim
iĢlevinin üzerine odaklanmak yerine „materyalite'sine (sesler, ritim ve grafik
LV
kullanımı) odaklanmıĢtır. Aslında, dilin iletiĢimsel fonksiyonunun, çeliĢkilerini
ortadan kaldırma eğilimindeki geleneksel ekol, bilimsel yönelimin içersinde
açıklanmasına karĢın, dilin maddi temelinin, geleneksel bilimsel mantık çerçevesi
içersinde anlaĢılamaz olduğunu iddia eder. Dilin maddeselliğinin belirtisi olan
Ģiir dili bu çerçeve kullanılarak formalistik bir yapıya indirgenemez, fakat daha
karmaĢık ve esnek bir çerçeveye ihtiyaç duyar. Kristeva‟ya göre dil temel olarak
heterojen bir doğası olması itibariyle homojenlikle çeliĢir. Bu çeliĢki Ģiir dilinin
anlamını parçalar veya en azından yeni anlamlar düzlemine kaymasına yol açar
veya yeni anlama yöntemleri geliĢtirir. ġiir dilini anlayabilme yetisine sahip
olamamak, tam da onun gerçek sonuçlarının ilk anlaĢılabilir içeriğidir.
Semianaliz, Ģiirin dil olanaklarının direkt kendisiyle bağlantılı olarak
açıklanmasıyla anlaĢılabilir.
Kristeva'nın Ģiir dilini “ heterojen yapıya sahip” incelenmesine dair
öğrenci olduğu yıllarda ki ilgisi, onu geleneksel dil çalıĢmalarını bir forma
sokmaya çalıĢan çağdaĢ semiyotik kuramcılarından önemli ölçüde ayırır. Dili
hareketsiz, değiĢmez araçları üzerinden analiz eden diğer dilbilimcilerin aksine o
dili; „ kendi değiĢken, sınırlarının dıĢına taĢan ve pratik biçimi içersinde‟
kavramaya çalıĢır. Kristeva‟ya göre statik bakıĢ açısının dilin bilinçle
öğrenebilinen, materyalin dıĢlandığı alanlara indirgenebileceği savına bağlı
olduğunu iddia eder. Dil hareketsiz değildir, özellikle Ģiir dilinin kendi sınırları
dıĢına taĢan bir fonksiyonu vardır.
BilinçdıĢına olan alakası onu geliĢim halindeki özne olarak özne
kuramını geliĢtirmeye yönlendirir. BilinçdıĢındaki özne kuramı ruhsal süreçleri
de ihtiva eder. Julia, „öznenin hiçbir zaman, tek tür ve statik bir fenomen
olmadığını‟ iddia eder. Özne ve dil oluĢumu arasındaki bağlantıya olan ilgisi
Kristeva'yı Paris‟teyken hazırladığı “ġiirsel Dil Devrimi” [La Révolution du
Langage Poétique] isimli doktora teziyle onu semiyotik kuramını geliĢtirmeye
sevk eder. Ne yazık ki bu kitabı da dilimize çevrilmeyen eserlerinden biridir.
Kendi kuramı, “geleneksel semiyotiğin yanına sembolik kavramını ekleyerek
oluĢturduğu, sunumlar, imgeler ve tüm biçimlerle eklemlenmiĢ dil cephesi ile bu
cephenin karĢısına yerleĢtirdiği ikinci bir semiyotik tanımının karĢıtlığı ve
birlikteliği üzerine kurulmuĢtur. Semiyotik ve sembolik kavram ikilisi metin
düzleminde genotext ve phenotext„e denk gelir. Kristeva genotext'in dilbilimi
olmadığını aksine bir süreç olduğunu ve dilin temeli olduğunu vurgular.
Phenotext ise iletiĢim diline tekabül eder. Ne genotext ne de phenotext izole halde
ayakta durabilirler.” Kristeva'nın dilde ifadelendirme süreci olarak adlandırdığı
bütünde bir arada bulunurlar. Kristeva, son yıllardaki yönelimlerinde açığa çıkan
değiĢiklikle beraber genel bir dil ve özne kuramı oluĢturmayı kısmen baĢarmıĢtır.
Kendi kavramlarını oluĢturduğu zeminde özgün kiĢisel ve sanatsal deneyimleri
anlamlandırma adına bir kuram geliĢtirmeyi amaç edinirken oldukça baĢarılı
olduğu söylenebilir.
LVI
Kristeva, dilbilim çalıĢmalarıyla eĢzamanlı olarak psikoanalitik
çözümlemelerin kuramsal boyutu ile de ilgilenmiĢtir. Ġnsani bilimlerde beden
öteden beri diĢilik ya da diĢilikle birleĢtirildiği ve zayıf, ahlâksız, kirli, çürüyen
olarak aĢağılandığından ötürü beden kuramı Kristeva için özel bir önem taĢır.
Bedeni anlamlandırmanın mantığının maddiliği içinde zaten iĢlediğinin üzerinde
durarak, anlamlandırma için zorunlu olan “özdeĢleĢme” ve “farklılaĢma”
iĢlevlerinin üzerinde duran Kristeva, bunu söylerken, Freudyen Psikanalistlerin
anlamlandırma için zorunlu olduğunu iddia ettikleri Araerkil Yasa‟yı önceleyen
anaerkil bir düzenlemenin varlığından söz etmektedir. Lacan‟ın “imgesel” ile
“simgesel” arasında kesin bir kopma olduğunu savunup bütünüyle “ayna
aĢaması” ndan sonraki süreçler üzerine yoğunlaĢırken, Kristeva bu ikisi
arasındaki iliĢkinin bir devamlılık arz ettiğini savunmuĢtur. Onun bedenle ilgili
düĢünceleri kaçınılmaz olarak ruh ile de ilgilenmesine yol açmıĢtır.
Ruh deyince o Ģu sorulara cevap aramaktadır. “Hâlâ bir ruhumuz var
mı? Çağımızda bu mümkün mü? Eğer varsa, nerede konumlanır? Beyinde mi,
kalpte mi, beden sıvılarında mı? Ruh nedir? KonuĢan varlığın diğer konuĢan
varlıklarla bağı ve bir anlam yapısı mıdır? Peki, çağımız anlam yapılarını yok
eden bir çağ ise, ruhumuza ne olmuĢtur?” bu sorular daha da çoğaltılabilir. Ruhun
üzerindeki muamma binlerce yıldır filozofları ve teologları ilgilendiren bir
konudur. Kristeva soruna, modern varlıklar olarak içinde bulunduğumuz çağın
temel bir sorunu olarak yaklaĢıyor. Bunlara cevaplar ararken; en baĢta kendisini
ikna etmeye çalıĢmıĢtır. Çağımız insanı onun deyimiyle söylersek; “günlük
deneyiminde içsel yaĢamının çöküĢünün izinde sürüklenmektedir. Bu çöküĢ,
televizyon dizilerinin duygusal Ģantajında, romantik tatminsizlikte, dinlere
yöneliĢte her gün açıkça ifadesini bulmaktadır.” Önüne gelenin din icat ettiği bir
dönemde yaĢıyoruz. Ve bunların tamamı büyük saçmalıklardan ibaret. Bunlar
Kristeva‟ya göre;“sakatlanmıĢ öznelliğin emareleridir. Bu gezgin, dur durak
bilmeyen ve performans sarhoĢu öznelliğin oluĢum mekânını en iyi temsil eden
geleceğin kent modeli New York‟tur. Çağımızın bu simge kentinde yaĢayan
modern insan, kazanmanın, harcamanın, haz almanın peĢinden koĢar. Bu yaĢam
deneyiminde belki acı çeker, ama piĢmanlık ve vicdan azabı duymaz. Ġmgelere
boğulur, imgeler onun yerine geçer. YaĢadığı hayal âleminde, gösteriden o da bir
pay almaya çalıĢır. Söylemi standartlaĢırken, edim ve vazgeçiĢ anlam
yorumlarının yerini alır. Bu nedenle modern narsis bu karmaĢanın içinde ruhunu
nereye hapsettiğini bilmez. Hatta ruhunu kaybetmekte olduğunun farkına bile
varamaz.” Kristeva ruhun yeni hastalıklarının tanısını burada koyar: “Özne için
temsilleri ve anlamsal değerlerini kaydeden ruh, yani psiĢik aygıt bozulmuĢtur,
çalıĢmamaktadır. Çağımız da tıpkı ruhunu yitirmekte olduğunu bilmeyen insan
gibi, kendi bilincinde olmayan bir medetsizlik çağıdır. Çağımızın hastalığı, psiĢik
temsil imkânsızlıkları ve yetersizlikleridir. PsiĢik uzamı ölüme sürükleyebilecek
hastalıklardır bunlar. Gösteri toplumunun aktörü ya da tüketicisi, imgesel
LVII
yoksunluk hastalığına yakalanmıĢtır. Tanının ardından, modern insanı bu
kötürümlükten psikanalizin nasıl kurtaracağı sorgulamaları gelir.” Dikkat
ederseniz çağımızın buhranı olan ruhun yaralanması ya da hastalanması “Özne”
kavramı iliĢkisi üzerinden açıklanmaya çalıĢılıyor. Kristeva‟nın anlayıĢında
çağımız insanı analistten psiĢik aygıtını tamir etmesini bekliyor. Fakat Kristeva bu
sorunun izini, “Jeanne Guyon gibi bir XVII. yüzyıl gizemcisinde; Germaine de
Staël gibi daha XVIII. yüzyılda entelektüel figür olarak yerini alan bir kadının
Ģöhret ve yas tutkusunda; çağımızın isteriği dediği Sabina Spielrein‟ın temsile
baĢkaldıran bedensel hafıza olmasında; depresyonun dilini kadınlık konumu ile
birleĢtiren Helene Deutsche‟un açık yapısında” sürüyor. Konuya bazen temsil, aĢk
ve özdeĢleĢme kavramları sorgulamalarıyla bu tanılarını derinleĢtiriyor. Bu
derinleĢmenin kıyılarında Hıristiyanlık-Musevilik ile Joyce, aĢk, edebiyat,
kutsallık ve özdeĢleĢme üzerine geliĢirken yine kendi kuramı olan semianaliz
yönteminin terminolojisinden faydalanıyor. Kavramlardaki muazzam derinlik
konuyu daha kolay anlamamızı sağlarken, kitaptaki çözümlemeler vasıtasıyla
modern zamanlardaki ruhsal bunalımın karanlığı ve ürküntüsüyle yüzleĢiyoruz.
Belki de kadim mutsuzluğumuz ruhumuzun derin dehlizlerindeki bu yeni
hastalıkların bir neticesi. Kısaca, yaralanmıĢ ruhlara hitap eden bir eserdir,
diyebiliriz bu kitaba.
Bir Çizgi Bir Güçtür
Vasili Kandinski 1910‟da, kırk dört yaĢında, “Über das Geistige in der
Kunst”un [ Sanatta Zihinsellik Üstüne] müsveddesini tamamlamıĢtı. Kendisinin
„Geri BakıĢlar‟ isimli kitabında anlattığına göre, bu kitap; tek tek düĢüncelerini
bir kenara yazma alıĢkanlığı nedeniyle belki de biraz farkına varmadan
oluĢmuĢtur. Büyük ressamın notları en az on yıllık bir birikimin neticesidir.
Resimdeki renk güzelliği üzerine onun ilk notlarından biri Ģöyledir: “Resimdeki
renk görkemi seyredeni büyük bir güçle çekmeli, aynı zamanda da, derindeki
içeriği gizlemeli.” Kandinski bu cümlesinde resimdeki içeriği kastetmekle birlikte
içeriği saf biçim [form] olarak değil sanatçının resim yoluyla dıĢa vurduğu
LVIII
duygusu ya da duyguları olarak kavramamız gerektiğini düĢündürüyor. O,
Moskova‟daki devrim sonrası sanat çevrelerinde kuramcı yönüyle kendi kurduğu
“mavi süvari” hareketinde bu anlayıĢla soyutlamasını gerçekleĢtiriyordu. O
zamanlar henüz, seyircinin apaçık ruhuyla (Seele) resmin karĢısına geçip kendine
akraba bir sese kulak vermek istediklerini düĢünüyordur. ġüphesiz resimlerle bu
Ģekilde ilgilenen seyircilerde vardır fakat bunlar ressamın tahayyülündeki
dünyada olduğu gibi çok değildir. Hatta denizdeki altın zerreleri kadar seyrektir.
Yapıtın diliyle hiçbir bağlantısı olmadan da bir Ģeyler alabilen izleyiciler vardır.
Kandinski de tanıtımını yaptığımız bu kitapta itiraf ettiği gibi hayatında birçok
kez böyle insanlarla defalarca karĢılaĢmıĢtır.
Kitabın amacını ve geçirdiği oluĢumu o Ģöyle anlatıyor: “ Sanatta
Zihinsellik Üstüne, adlı kitabım ve gene aynı biçimde „Der blaue Reiter‟ [mavi
süvari], her Ģeyden önce, gelecek için mutlaka gerekli olan ve sonsuz deneyimleri
olanaklı kılan bir yeteneği, maddi ve soyut nesnelerde Zihinsel [geistig] olanı
duyulmama yeteneğini uyandırmak amacını güdüyordu.” Aslında bu iki
yayındaki ana maksat, bu yeteneği, henüz ondan habersiz insanlarda uyandırmayı
düĢündürüyordur. Avrupa ve Rusya‟daki çevrelerde bu iki kitap döneminde
yanlıĢ anlaĢıldı, hala da bazen yanlıĢ anlaĢılıyor. Bir program oldukları sanılıyor.
Ve yazarı kuramlar üreten, zihinsel uğraĢlara dalıp kaybolmuĢ, kazaya kurban
gitmiĢ bir sanatçı olarak damgalanıyor. Oysa Vasili‟nin akla, beyne seslenmek
kadar çok kaçındığı bir Ģey olmamıĢtır sanat ve düĢünce hayatında.
Kendi yerini sağlamlaĢtırmıĢ, kök salmıĢ olan zihin için hiçbir Ģey
tehlikeli olmayacaktır günün birinde; bu yüzden o çok korkulan akla dönük sanat
çalıĢması da, hatta bunun yaratıda sezgisellik payını aĢan ağırlığı da, tehlikeli
olmayacaktır ve belki böylece esini bütünüyle dıĢarıda bırakmaya kadar
varılacaktır. Orhan Pamuk‟un da Nobel Edebiyat Ödülü konuĢması metninde,
“nereden geldiği belli olmayan esine güvenmeyerek” derken anlatmak istediği
duruma benziyor sanat ürünlerindeki yaratıcılık. Bize olan uzaklığı sonsuzluğun
sisleriyle kaplı bulunan sanat yapıtı belki de hesap ile ortaya çıkmıĢtır ve bu
hesaplama kesin biçimde, belki sadece yetenek ile baĢarılacak bir Ģeydir, örneğin
astronomide olduğu gibi. Kandinski bu durumu “ Ve eğer bu sadece böyle ise, o
zaman bilinç dıĢının niteliği de, bizim bildiğimiz çağlarda olduğundan bir baĢka
renk alacaktır.” Diye belirtmiĢtir. Bu yüzden “zihinsellik” yazılıp bitmiĢ olarak
birkaç yıl çekmecesinde durmuĢtur.
Kandinski “Geri BakıĢlar” kitabında sanat hayatında önemli iz bırakmıĢ
olan etkileri Ģöyle anlatır: “Aynı günlerde, bütün hayatıma damgasını basan ve
beni o günler temelden sarsan iki olay yaĢadım. Bunlar Moskova‟daki Fransız
sergisi- her Ģeyden önce Claude Monet‟in „Saman Yığını‟- ile Saray
Tiyatrosu‟ndaki bir Wagner sahnelenmesiydi: Lohengrin.” Daha önceleri
Kandinski sadece gerçekçi tablolardan ve eserlerden haberdardı. Onun ifadesiyle
LIX
ilk defa bir resim görmüĢ oluyordu. KarĢısındakinin bir saman yığını olduğunu
serginin kataloğu söylüyordu ona. Bu resmi görüpte tanıyamaması onu
utandırmıĢtı. Hem ressamın bu kadar belirsiz resim yapmaya hakkı olmadığını
düĢünüyordu. Belirsiz biçimde bu resmin nesnesinin eksik olduğunu
hissediyordu. Aynı zamanda resmin onu sarmakla kalmayıp silinmez bir biçimde
belleğine kazındığını ve sürekli olarak, ister istemez, en son ayrıntısına kadar
gözlerinin önünde canlandığını fark ediyordu. Kandinski hiçbir Ģey anlamıyordu
bütün bu olandan, yaĢamdan en yalın sonuçları bile kavrayamayacak düzeyde
olduğunu itiraf ediyordu böylece. Bir saman yığınını fark edememiĢti oysa. Tüm
bu olanlardan o Ģu sonucu çıkarmıĢtı: “Ama iyice anladığım bir Ģey varsa o da,
paletin bana o zamana kadar gizli kalmıĢ, aklımın ucundan bile geçmeyen ve
bütün düĢlerimi aĢan gücüydü.” Resim masalsı bir güç ve görkem kazanıyordu.
Farkında olmadan Kandinski‟nin, nesnenin resimde vazgeçilmez bir öğe olduğu
yolundaki kanısı sarsılmıĢtır. Bu onun hayatında bir dönüm noktasıdır.
Kandinski çizgiyi keĢfetmiĢtir. Çizgi, yani resmin DNA‟sı.
Kandinski‟nin Monet‟yi keĢfettiği sıralarda Henry van de Velde Ģöyle
diyordu: “ Bugün her ressam belli karĢıtlık ve karĢılıklı tamamlayıcılık yasalarına
göre bir fırça darbesinin ötekini etkilediğini bilmelidir, renkleri serbestçe ve
aklına estiği gibi kullanamayacağını bilmelidir.” Velde‟nin bu öngörüsü çizgiler
ve biçimleri irdeleyen bilimsel bir kuramın varlığını gösteriyordur. Biz buna
“çizgibilim” (linelogia) [Kavram bana aittir] diyebiliriz. Linelogia, en güzel
Ģekilde, Kandinski‟nin resimlerinin analizi ve çözümlenmesi için uygun bir
yöntemdir. Yani resmin çizgisel dünyasının keĢfinin yapılmasıdır.
Kandinski, bu konuda: “Bir çizgi bir güçtür, bu güç bütün temel güçler gibi
iĢ görür; aralarında bir bağlantı kurulmuĢ, ama birbirine karĢıt çizgiler aynı,
birbirlerine karĢıt yönde etkili olan birden çok temel gücün yaptığı etkiyi yapar.”
Linelogia yasalarını ve çizgilerin birbiri üstündeki etkisini çok iyi bilen bir
ressam kendisini çok rahat hissedemez. Monet‟yi keĢfeden Kandinski‟yi de
rahtsız eden Ģey tam olarak budur. Bir güç, çizgilerin muazzam etkisinde saklı
olan bir büyü. Ne muhteĢem bir Ģey. Velde, bu konuya dolaylı olarak değinirken
bir eğri çizer çizmez bunun karĢısına koyduğumuz eğrinin, birincisinin her
parçasının içine iĢlemiĢ duran kavramdan ayrılmaz hale geleceğini söyler. Ġkinci
eğriyse bu arada değiĢirken, üçüncü ve arkadan gelecek olan bütün eğrilerle
iliĢkili olarak yeniden biçimlenen birinci eğriye etki edecektir. Soyutlama ve
duyumsama çizgilerde gizlidir. Kandinski‟nin resimleri üzerinde Linelogianın en
belirgin özelliklerini keĢfedebiliriz. Bu kitabında onun klasik sanat serüvenin
sonunda ortaya çıkan sanatsal sancılarını görmekteyiz.
LX
Transkritik
Entelektüel, edebiyat eleĢtirmeni ve felsefeci Kojin Karatani, “Transkritik”
(çev. Erkal Ünal) kitabı ile yalnızca felsefeyle uğraĢanlara değil, farklı alanlarla
ilgilenen okura da hitap ettiğini bize düĢündürüyor. Daha önceleri Ġngilizce
olarak yayımlanan “Metafor Olarak Mimari” (1995; Metis, 2006) adlı eserinden
tanımıĢ olduğum Karatani son derece nitelikli bir çalıĢmasıyla bir kez daha bize
sesleniyor. Uzak Doğu da “Modern Japon Edebiyatının Kökenleri” (1993; Metis
yayın programında) dıĢında yayımlanmıĢ baĢlıca eserleri: Marx: Marx'ın
Olanaklarının Merkezi (1978), Postmodernizm ve EleĢtiri (1985), Felsefi AraĢtırma
(2 cilt, 1986 ve 1989), Dil ve Trajedi (1989), Mizah Olarak Materyalizm (1993), Etik
21 (2000), Bir Dünya Cumhuriyetine Doğru (2007) ile çok iyi bilinen Kojin, Batı
entelijansiyası tarafından da saygınlık kazanmıĢtır. Kitabı “akademik bir
söylemle kaleme almadığını, en doğru Kant ve Marx yorumlarını sunma rekabeti
biçimine bürünen akademik oyunu oynamak istemediğini…” belirtiyor Türkçe
basıma yazdığı önsözde. Bu çoğu akademisyenin beceremediği bir konudur. C.
Wright Mills‟nde söylediği gibi akademik nesir yazma hastalığını yenebilmemiz
için, önce akademik görünme hastalığından (Pose) kurtulmamız gerekiyor.
Karatani, entelektüel kimliğinin yanı sıra Japonya'da siyasi aksiyoner
kimliğiyle de öne çıkan bir isim. Japonya'nın içinde bulunduğu duruma
“AnarĢizan-Marksist” diye tanımlanabilecek bir perspektiften müdahale
edebilmek amacıyla Akira Asada'yla birlikte çıkardığı “EleĢtirel Uzam” adlı dergi
90'lı yıllarda Japonya'nın en etkili entelektüel mecrası olmuĢtur. Ayrıca o
döneminde Kapitalizm, Devlet ve Ulus karĢıtı bireylerin bir araya gelerek çeĢitli
alanlarda siyasi eylem ve proje geliĢtirdikleri bir hareket baĢlatmıĢtır. Yeni
Birlikçi Hareket (NAM: New Associationist Movement) Japon düĢünce
dünyasında ilginç bir kırılma noktasıdır. Hareketin manifestosu bizzat Karatani
tarafından kaleme alınmıĢtır. Aslında etik kaygılarla beslenen yeni bir sol anlayıĢı
aradıklarını Ģu sözlerle belirtiyor: "Etiksiz ekonomi politikası kördür, ekonomik
kaygı gözetmeyen bir etik müdahale ise boĢ." Bu manifestoda popüler bir dille
LXI
ifade edilen arayıĢa, yani etiğe sosyalizmin, sosyalizme de etiğin –Karatani'ye
daha uygun bir ifadeyle Kant'a Marx'ın, Marx'a da Kant'ın– Marksizm‟e değiĢik
perspektiflerden bakmanın sağlayabileceği imkânlardan yararlanma olarak
bakılabilir.
Transkritik, biri Kant diğeri Marx üzerine düĢünceleri kapsayan iki
bölümden meydana geliyor. Bu iki filozof kitabı iki ayrı parçaya bölüyor gibi
görünse de, birbirinden ayrılmaz iki bölüm söz konusu aslında. Bu bölümler
baĢtan sona birbirleriyle etkileĢim içindeler. Kojin‟in Transkritik adını verdiği bu
proje, etik ile siyasal iktisat, Kantçı eleĢtiri ile Marxsist eleĢtiri alanlarının kendi
sınırlarının ötesine taĢarak birbiriyle iliĢkilendiği bir mekân oluĢturuyor. Dikkatli
bir incelemeden, kendine dönük hayli ayrıntılı bir incelemeden yola koyulan bir
eleĢtiridir Transkritik. Çünkü “teorinin statükoyu eleĢtirel bir Ģekilde incelemekle
yetinmeyip gerçekliği değiĢtirmek için olumlu bir Ģeyler de önermesi gerektiği”
inancına dayanan bu kitabın temel bir siyasi problemi var: Sermaye-Ulus-Devlet
üçlüsünün üçünü birden aĢabilecek cemaatler-üstü bir toplumun nasıl mümkün
olabileceğini sorguluyor. Ekonomi ile bir özgürlük pratiği olarak gördüğü Etik
arasında –yani Marx ile Kant arasında– yaratıcı biçimde mekik dokuyan yazar
yerleĢik Marksist ve anarĢist önkabulleri sarsıyor. Onun ifadesiyle kitabın ana
hedefi, “Sermaye-Ulus-Devlet üçlüsüdür. Devlet ve ulus hakkındaki analizlerimin
tamamıyla geliĢtirilmediğini teslim etmeliyim ama. AzgeliĢmiĢ (tarım merkezli)
ve geliĢmekte olan ülkelerin iktisatları ve devrimi üzerine dile getirdiğim
düĢünceler de yeterli değil. Bunları ilerideki projelerimde düzeltmeye
çalıĢacağım. Son olarak, düĢüncemin içinde geliĢmiĢ olduğu Japonya'nın kendi
tarihsel bağlamı (devleti, modernliği ve Marksizmi) hakkındaki düĢüncelerimin
ancak küçük bir kısmını buraya dâhil ediyorum.” Bu kitabın ardından bunları ele
almayı planlıyor Kojin. Karatani düĢüncesinin büyük kısmını Japon Marksizmi
"geleneğine" borçludur ve Transkritik, Japon, Batılı ve diğer Asya bağlamları
arasındaki fark içinde ve kendisinin bizzat bu bağlamlar arasında enine boyuna
gidip gelirken yaĢadığı deneyimlerle büyüyüp geliĢmiĢtir. Kitapta bu
deneyimlerinden doğrudan doğruya değil, ancak Kant ile Marx'ın metinlerine
uygun bir Ģekilde sırası geldiğinde bahsedediliyor. Bu daha rahatlatıcı bir okuma
olanağını sunuyor bizlere. Bir nevi kiĢisel deneyimle teori bütünleĢiyor bu
satırlarda.
Karatani, siyaset bilimi ve iktisat eğitimi almıĢ olsa da, aslında çok iyi bir
edebiyat eleĢtirmenidir. Bizdeki örneği belki bir nebze S. F. Ülgener olabilirdi.
Kojini, Batı Marksist “kültüre dönüĢ” eğiliminin bütünüyle dıĢında durmayı
baĢarabilen ender aydınlardandır. “Marx‟ın Kapital‟deki Kantvari kapitalizm
eleĢtirisinin, Engels‟in geliĢtirip yaygınlaĢtırdığı ünlü altyapı-üstyapı ikiliğine
dayalı üretim-merkezci tarihsel materyalizm kavrayıĢı yüzünden doğru
değerlendirilememiĢ” olduğunu düĢünen Karatani, Marx‟ın kapitalizm
LXII
eleĢtirisinin yirmi birinci yüzyılda da dünyanın önünde bir ufuk çizmeye devam
ettiğini söylerken kapitalizm karĢıtı fikriyatını iyice belirginleĢtiriyor sanki.
GiriĢte yazdığı önsözden anlaĢıldığına göre Transkritik, Japon edebiyat
dergisi Gunzo'da 1992'den itibaren yayımlanmıĢ bir dizi makaleye dayanıyor. Bu
makaleler onun romanlarıyla yan yana yayımlanmıĢtır. Yani bu yazıları
akademinin fildiĢi kulesinde veya akademik bir söylemle kaleme almıĢ değildir
Kojin. Kendisinin de dediği gibi; “Dolayısıyla özü itibariyle akademik bir kitap
değil bu. Kant ve Marx üzerine, tarihsel verileri dikkatle araĢtıran, bu verilerin
teorik kusurlarına dikkat çeken ve çok ince, girift doktrinler ileri süren bir dolu
akademik yazı var. Benim derdim bu değil. Kusurları ifĢa eden bir kitap yazmaya
cüret etmezdim. Övmek için ve sadece övgüye layık kitaplar için yazardım. Bu
nedenle, Kant ve Marx üzerine tartıĢırken bana önemsiz görünen konular
hakkında lafı evirip çevirmiyorum.” Kojin onların sahip oldukları kuvvetlerin
merkezine odaklanarak onların metinlerini okumaya çalıĢıyor. Fakat bunu
yaparken de eleĢtirel yaklaĢımını ısrarla sürdürebiliyor.
19. yüzyılın sonlarından beri Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalıĢan
birkaç düĢünür çıktı. “Marksizm adı verilen materyalizmde eksik olan öznel/etik
uğrak yakalanmaya çalıĢılıyordu böylece. Bu çaba Kant'ın hiç de bir burjuva
filozofu olmadığını ifade eder. Kant'a göre ahlaklı olmak, iyi ya da kötü olmaktan
ziyade, causa sui (Lat. kendi kendisinin nedeni olan. –ç.n.) ve bundan dolayı özgür
olma sorunuydu ki bu da bizi diğer insanlara özgür failler olarak davranmaya
zorlar.” Ne yazık ki, tarih Kantçı Marksizmi maalesef ve haksız bir Ģekilde
karanlığa gömdü. Kojin Karatani, unutulmuĢ olan bu Kantçı Marksizmi tekrar
karanlık ve tozlu sayfalardan çıkarıp günümüzde yeniden tartıĢmayı öneriyor.
Kojin‟in kitabı bağlamında bu iki düĢünür üzerine bir daha düĢünmek istiyorum.
Umalım ki siz de istersiniz.
Nietzsche'yi Anlamak Ġsteyenlere
LXIII
Son yüzyılın yaĢayan en ünlü filozoflarından Jacques Derrida, aynı böyle
bir sonbahar günü Paris'teki evinde kansere yenik düĢerek aramızdan ayrılmıĢtı.
Batı düĢüncesinin diğer ünlü Fransız filozofları gibi düĢüncesi sınırları çoktan
aĢabilmiĢti. Entelektüel kariyerindeki ününe ve etkinliğine eĢ büyüklükte bir 'zor
anlaĢılırlık' halesiyle çevriliydi düĢünürün fikirleri. Ölümünden sonra
'yapıbozumculuğun (deconstruction) babası öldü' dendi birçoklarınca. Çünkü
Derrida, pek çok alanda yepyeni açılımlar sunan bu düĢünme biçiminin en ünlü
ve güçlü savunucusuydu desek abartmıĢ olmayız. Hatırladığım kadarıyla Jacques
Derrida'yla son söyleĢi 18 Ağustos 2004‟te Le Monde'da yapılmıĢtı. Derrida'nın
hastalığı ve yaĢamı hakkında ilginç bilgiler veriyordu bize bu söyleĢi: “YaĢamayı
öğretmek, olgunlaĢtırmak ve eğitmektir. Birine „sana yaĢamayı öğreteceğim‟
demek kimi zaman bir yönetme edasıyla „seni Ģekillendireceğim‟ demek anlamına
gelir. Buradan çok daha zor bir soruya geçiĢ yaparsam: „YaĢamak öğrenilebilir mi?‟
Eğer öğrenilebiliyorsa, bu ders görerek mi olur yoksa çıraklık ederek mi ya da
deneyimle mi olur yoksa deneme yanılmayla mı? Sorunuza hiç dolambaçsız cevap
vermem gerekiyorsa söyleyeceğim Ģudur 'Hayır, hiçbir zaman yaĢamayı
öğrenmedim, hem de hiç.' YaĢamayı öğrenmek, ölmeyi öğrenmektir, ölümü ve
bunun kaçınılmazlığını kabullenmektir. Platon'dan beri felsefenin en eski emri
budur: Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir. Ama ben ölümü kabullenmeyi
öğrenmedim. Ölmeyi öğrenmek bilgisi konusunda son derece eğitilmesi güç bir
insanım. Hayatta kalma temasıyla her zaman ilgilendim. Hayatta kalmanın iki
kullanımı var. Birincisi yaĢamayı sürdürmek diğeri ölümden sonra da yaĢamak.”
Evet, bir sonbahar günüydü yaĢamanın sadece hüzünden ibaret bir Ģey olduğunu
öğrendiğim gün. Eski bir kelam-ı kibarda dendiği gibi “öl ve ol!”
Derrida‟yı ölümünden çok, onun ömrünün büyük bölümünü vakfettiği
düĢünür olan Nietzsche ile birlikte hatırlamak daha fazla hoĢuma gidiyor.
Nietzsche'yi anlamak isteyenlerin bana göre ilk müracaat edecekleri düĢünür
Derrida‟dır. Filozof‟un bu yakınlarda Nietzsche hakkındaki bazı kitapları ve
makaleleri toplu olarak Otonom Yayınları tarafından tek kitapta toplanarak
yayımlandı.[Nietzschelerin ġöleni] SunuĢ yazısından da anlaĢıldığı kadarıyla
böyle bir çabanın gayesi Ģuydu; Derrida‟nın Nietzschesi: Bir ortak imza
geliĢtirmek bağlamında ele alınıyordu. Kitapta bu maksatla onun bazı
Nietzsche‟ye dair metinleri özel olarak seçilmiĢ gibi. “Otobiyografiler”;
Nietzsche‟nin öğretimi ve özel isim politikasından, “Ġmzaları Yorumlamak”;
Nietzsche/Heidegger çözümlemesinden bahsederken, “Nietzsche ve Makine”;
Beardsworth ile yapılan bir söyleĢisinin tam metni olarak karĢımıza çıkıyor.
Mahmuzlar
Son olarak kitabın bence en önemli bölümü olan Mahmuzlar‟a dair bir
Ģeyler söylemek istiyorum. Derrida da filozof olmak veya dilbilimci olmak, bu
ikisi birbirinden ayrılamaz iki özellik olarak ortaya çıkmaktadır. “O, kavramların
LXIV
incelenmesinden gerçekliğin çözümlenmesine, gerçekliğin incelenmesinden
kavramların yapısının çözümlenmesine gidip gelen birisidir. Onun geliĢtirdiği ve
adına „yapıçözüm‟ dediği bu inceleme-araĢtırma biçimi bir yöntem midir? Hayır,
der Japon bir Dosta Mektup'ta. Çünkü bu tür araĢtırmanın kendine özgü bir
tikelliği veya insiyatifi elinde tutan bunu bir nesneye, bir metne bir izlene
uygulama endiĢesi yoktur. Bir edim ya da bir iĢlem de değildir. Öyleyse nedir
yapıçözüm? Yapıçözüm „bağlam olarak adlandırılan olanaklı değiĢtirim
zincirindeki yazılım‟dır. Bu değiĢim ve değiĢtirim zincirinin yazılımını, okuyucu
en iyi Ģekilde elindeki yapıtta bulacaktır. Sadece değiĢim ve değiĢtirim değil
yapıçözümün örneğini de yine bu yapıtta görecektir. Ele alınan konunun derinliği
-zira Nietzsche gibi derin düĢünceye sahip bir filozofun düĢünceleri ele
alınmaktadır- ve konunun ele alınıĢ üslubu bize yine Derrida'nın derin ve geniĢ
düĢünce yapısını ve „sistemini‟ anlamada yardımcı olmaktadır. Uzaklık, sözgelimi,
sadece düz anlamında değil bütün anlamlarıyla ele alınmıĢ ve Nietzsche'nin bu
sözcüğe yüklediği anlam bütün güncelliği ve derinliği ile verilmiĢtir. Yine kadın
kavramının irdelenmesinde gerçeklik, Ģüphecilik, düĢüncenin kadına dönüĢümü
gibi konular, Derrida'nın kullandığı yöntemle Nietzsche'nin düĢüncelerine ve
üslubuna ne kadar etkili bir Ģekilde nüfuz ettiği görülecektir.” Mahmuzlar‟ın ilk
versiyonu,1972‟de, Cerisy-la-Salle‟de, Fransa‟nın önde gelen birçok filozofunun
hazır bulunduğu “Günümüzde Nietzsche” konulu bir kolokyumda bildirim
olarak sunulmuĢ bir metindir. Metnin baĢlığında yer alan Fransızca „eperon‟
sözcüğü üslup (style), pek çok değiĢik anlama gelmekle birlikte ucu sivri alet;
telek ya da stylus (bir yazım aracı); hançer (stylet) ya da ince kılıç (silah); iz, belirti,
iĢaret, dümen suyu, bir geminin pruvası, bir liman giriĢinde dalgaların kırıldığı
kayalık burun vb. anlamlara gelirken, çevirmen bu sözcüğü benzer çağrıĢımlara
müsait bir kelime olan “mahmuz” ile karĢılamayı uygun görmüĢtür. Mahmuzlar,
Nietzsche‟nin dünyasına ait eril ve diĢil metaforların biçimlendirdiği bir deniz
manzarasıyla hem açılır hem kapanır. Bu yazı, Nietzsche üzerine kaleme alınan,
en teorik ve karmaĢık metinlerden biridir. Orijinalliği ile adeta büyük filozofun
düĢüncesini tekrar inĢa eder. “Nietzschelerin ġöleni” filozofu anlamak isteyenler
için yazılmıĢ mükemmel bir kitap.
Filozof Don Kişot Ve Yoksul Sanço
1940 doğumlu Fransa‟nın ünlü Cezayir asıllı filozofu Jacgues Ranciére ismini ik
kez Althusser'in iki ciltlik Lire le Capital (1965; Kapital'i Okumak) derlemesine
yazdığı yazıyla tanımıĢtım. ġu an Paris VIII Üniversitesi'nde (St. Denis) felsefe
dersleri veren Rancière'in yeni bir kitabı daha Türkçeye çevrildi. Metis
Yayınlarından çıkan “Filozof ve Yoksulları” yazımın baĢlığına da oldukça uygun
düĢüyor. Cervantes‟in önemli eseri “Don KiĢot” romanı filozofumuzun anlatmak
istediği durumla tam olarak örtüĢüyor. Ranciére, kitabına önce bazı sorular
sorarak baĢlıyor; “ĠĢçiler ne zaman düĢünecek? „Hayat gailesiyle‟ günü kurtarmaya
LXV
çalıĢan yoksullar nasıl zaman bulup da düĢünecek? Tarih boyunca filozofların
yazılarında iĢçi, emekçi, zanaatkâr birçok yoksul, bazen alaycılıkla bazen de
yüceltilerek neden ısrarla boy göstermiĢ, nasıl bir iĢlev görmüĢtür?”gibi sualler
hemen hemen tüm proletaryanın kafasını bir hayli uzun bir süredir meĢgul
etmiĢtir. Kendi adıma, Cervantes‟i okurken hep Sanço‟nun durumuna dair
kafamda her zaman sorular olmuĢtur.
Kitabın giriĢ yazısından da anlaĢılacağı gibi 19. yüzyıl proleter kültürü
üzerine birçok önemli çalıĢma yayımlamıĢ olan Rancière, Batı'nın felsefi ve
siyasal düĢünce geleneğine çok sert bir eleĢtiri getiriyor. “Sol fikriyatın Marx,
Sartre ve Bourdieu gibi üç önemli isminin bile, felsefenin kurucusu denebilecek
Platon'la ĢaĢırtıcı bir biçimde paylaĢtığı önkabulleri sorguluyor. EĢitsizliği
doğallaĢtıran bu önkabullerin en belirleyici olanı, iĢçilerin kendi iĢlerinden
„başka hiçbir şey‟ yapmamaları gerektiği. Felsefe en baĢtan beri sahici düĢünce
üretmeye muktedir olan insanlarla, salt ekonomik meĢguliyetlerine göre
tanımlanan, düĢünce için gereken yetenek ve boĢ zamandan yoksun olan diğerleri
arasındaki ayrıma dayalı olmuĢtur, diyor Rancière: ĠĢçiler sadece çalıĢıp üretim
yapmalı (iĢçi kalmalı) düĢünme iĢini buna zamanı olanlara bırakmalıdır (filozof
onlar adına da düĢünecektir). Aksi halde „haddini aĢmıĢ‟, düzeni bozmuĢ olur,
gülünçleĢir.” Kendiside bir filozof olan Rancière kitap boyunca örtük olarak,
sonradan yazmıĢ olduğu sonsözde ise açıkça, Ģunu savunur: Yoksullar ancak bu
sözde iĢbölümünü (yazarın deyimiyle "duyulur olanın bu bölüĢümü"nü)
reddettikleri, yani tam da hadlerini aĢıp düĢünme konusunda da eĢitlik talep
ettikleri sürece siyasal bir özne olarak sahneye çıkabilmiĢlerdir. Ülkemizde uzun
yıllardır sol siyasetle ilgilenen cenubun baĢucu kitabı olması gereken bu eseri
gerek yerli Filozoflarımıza gerekse kendilerini Sanço ile özdeĢleĢtiren tüm
karilerin okumaları gerektiğini düĢünüyorum. Tabi bu kitabın intelijansiyamızda
bir aksi sedasının olup olamayacağını zaman en iyi Ģekilde gösterecek.
Kitap genel olarak üç ana bölümden oluĢuyor. Ġlk kısma Platon’un Yalanı
baĢlığı konularak; ġehrin Düzeni, BeĢinci adam, Zaman sorunları, ġölenin düzeni,
Taklitçiler, avcılar ve zanaatçılar, Mesleki nitelik, AĢık atanlar ve bit ayıklayanlar,
Atölyedeki filozof, Üç maden: Doğa yalanı, Ġki para: Komünizm iktidarda, BaĢka
Ģölen, baĢka yalan, Zanaatçının erdemi, Adaletin paradoksu, Kadınlar, keller ve
kunduracılar, Söylemin Düzeni, Bir mağaradan bir baĢkasına, Piç düĢünce,
Filozofun kölesi, Sessiz geveze, Hezeyanın düzeni
Yeni engel, Teatrokrasi, Ağustosböcekleri korosu, GörünüĢlerin bölüĢümü, Sur
dibinde gibi birçok ironik konu ayrıntılı olarak inceleniyor. Ġkinci ve üçüncü
bölümde Marx‟ın iĢi bir Filozof ve Sosyolog olarak anlatılıyor. Daha burada
sayamayacağımız kadar çok bir birinden farklı alt baĢlıklar mevcut. Sanırım bu
konular bile kitap hakkında bir fikir sahibi olmanıza yetecektir. Rancière, “En
baĢtan söylesem de olur: Bu kitabın son noktası, bir parçası olduğu araĢtırmanın
vardığı nokta olmayacak. Platon'un filozof-kralından hareket edip Marx'ın yarım
kalmıĢ devrimine ve oradan sosyolojik dünya anlayıĢının güncel krallığına, birkaç
LXVI
kerteriz noktası belirlemeyi ve birkaç patika çizmeyi amaçladığım bu yolculukta,
hem çok yalın hem de çok karmaĢık Ģu iki üç sorunun peĢinden gittim:
DüĢüncelerin düzeni ile toplumsal düzen arasında iĢleyen uyumu ya da kopuĢu
nasıl düĢünmeli? Bireyler, durumlarından hoĢnut ya da hoĢnutsuz olmaya sevk
eden düĢünceleri, hangi yollarla edinirler? HiyerarĢi ve uzlaĢının, ya da
çatıĢmanın, devamını sağlayan Aynı ile BaĢkası tasavvurları nasıl oluĢur ve nasıl
dönüĢürler? Bu soruları yirmi yıldan beri farklı yerlerde ve durumlarda
deneyimleme fırsatım oldu: Kapital üzerine –beklenmedik bir yankı uyandıran–
bir seminer; Feuerbach üzerine –sokağın gürültüleri tarafından kesintiye
uğratılan– bir tez; Üniversite amfileri ile fabrika kapıları arasında geçen belli bir
süre; iĢçi arĢivlerinde araĢtırmayla geçen on yıl.”(s.16-19) derken nasıl bir
düĢünceyle hareket ederek kitabın katmanlarını kurduğunu bize açıklıyor.
Aslında bir nevi açık uçlu bir metinle yüz yüze geliyoruz. Onun çizdiği patikadan
gittiğimizde veya böyle bir yolculuğa özlem duyduğumuzda anlaĢılan o ki tüm
Sanço‟larında bir nebzecik olsun kafa patlatmaları gerekiyor. Toplumun iĢporta
filozoflardan çok gerçeği kirli yüzlere haykıran entelektüellere ihtiyacı var.
Filozofluk çoğunluğun anladığı gibi bir boĢ gevezelikten çok düĢüncelerin
düzeniyle toplumsal düzeni uyumlaĢtırırken yaĢanan kopuĢun ifadesidir belki.
Rancière, Marx'ın neden hayali adalet koruyucusunun, Don KiĢot'a değil de
gerçekçi Sanço'ya kızdığını soruyor kendisine. “proletaryanın neden öylesine
tutarsız, burjuvazisinin de öylesine buharlaĢmaya hazır olduğunu” merak
ederken, bilginlerin söyleminde iĢçi imgeleri üzerine biraz mesafeli bir
soruĢturmadan ibaret olan Ģeyin, hangi dolambaçlı yollara saparak felsefe ile
retorik, adalet ile sağlık arasındaki eski çatıĢmaları depreĢtirdiğine dair yeni
mecralara açılıyor. Kitabın son bölümünde bu konu gayet canlı bir Ģekilde
tartıĢılıyor. “Ayrıca Ģunu gördüm ki baĢkalarının gerekçelerine fazla saygı
göstermek onlara en kötü hakareti etmek oluyor, yani onları yavanlaĢtırmak.”
Derken Marx‟a olan saygısını da net olarak ifade ediyor bizlere. Aslında Filozof ve
yoksullarına demeliydim.
Barbarları Beklerken
Edward Said‟in anısına 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi‟nde Barbarları
Beklerken: Edward W. Said’i Anıyoruz baĢlıklı bir bilgi Ģöleni gerçekleĢmiĢti.
Sponsorluğunu Lise Munk Plum adına kurulmuĢ Plum Vakfı ve Heinrich Böll
Vakfı‟nın yaptığı, Metis Yayınevi ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü‟nün
düzenlediği konferansa yerli ve yabancı birçok akademisyen katılmıĢtı. Nobel
ödüllü yazar J. M. Coetzee‟nin de aynı isimde bir romanı vardır. Uzun yıllar sınır
kasabasında yargıçlık yapan bir adamın kendi gözünden son dönemlerindeki iniĢ-
çıkıĢlarını; hayatı ve kendini sorgulayıĢını anlatıyor. Bulunduğu kasabanın en
kıdemli yetkilisi olması nedeniyle oldukça rahat bir yaĢam süren yargıç, son
dönemlerini hobileriyle ve “kızlarıyla” asude biçimde geçirirken ansızın karĢısına
LXVII
çıkıveren bir barbar kızıyla yaĢadığı tanımlanamaz iliĢki hayatının seyrini
değiĢtiriverir. Artık dümeni adalet ve vicdan kavramlarına kırar. Hiçbir Ģeyi
değiĢtiremeyeceğini bildiği halde bu yola baĢ koymanın garip hazzıyla yaĢamaya
baĢlar. Ancak bu onun rahat yaĢamının sonu ve dahası, rezil günlerinin
baĢlangıcı olacaktır. Konferansı düzenleyenler sanırım bu çağrıĢımları Said‟in
hayatında da görmüĢ olacaklar ki bu baĢlığı seçmiĢler. Said‟i de uzun yıllar
rahatsız eden Ģey Filistin Meselesi olmuĢtur. Ve güçlü Yahudi lobisince hayatı
boyunca taciz edilmiĢtir yazar. Metis Yayınları bu ay Barbarları Beklerken
konferansındaki bildirileri kitap halinde yayımladı. Aslında aradan 3 yıl gibi bir
süre geçmiĢ olması biraz iĢlerin geç yürüdüğünü gösteriyor. Edward W. Said'in
yapıtlarından ve eleĢtirel kuramcı, entelektüel ve aktivist sıfatıyla ardında
bıraktığı mirastan esinlenerek yeni bir diyalog imkânı yaratmak, dünyada
oluĢumuz hakkında yeni baĢtan düĢünmek için giriĢilen bir çabanın ürünü. Bu
kitap, aynı adlı sempozyum da bir araya gelen Said'in meslektaĢları, öğrencileri ve
dostları tarafından "Edebiyatın Gücü", "Ġktidara Hakikati Söylemek", "Filistin
Sorunu" ve "Bugüne Said'in Gözüyle Bakmak" konularında verilen sunumları bir
araya getiriyor. Sunumların her biri alanında nitelikli kiĢiler tarafından yapılmıĢ.
Said‟e göre sürgün, içinde yaĢadığı toplumun (ve hatta dünyanın) yerlilerinden
olmamayı, orada hep tedirgin, rahatsız ve baĢkaldıranı da rahatsız eden bir
yabancı olmayı içeren bir konum ona göre. Ama geçmiĢinin, dilinin, milliyetinin
sunduğu ucuz kesinliklerin ötesine geçip evrensellik idealinde ısrar eden
entelektüel, hep marjinal kalmayı bir yoksunluk olarak değil, bir özgürlük, bir
keĢif süreci olarak yaĢar. Entelektüel, eskiden olduğu gibi, toplumda bir uzlaĢma
oluĢturacak genel simgeleri yaratan biri değil, bu simgeleri sorgulayan, kutsal
sayılan gelenek ve değerlerin ikiyüzlülüğünü, ırkçılığını, cinsiyetçiliğini teĢhir
eden; hiçbir fikir ayrılığına tahammülleri olmayan kutsal metin gardiyanlarıyla
mücadeleden çekinmeyen kiĢidir. DüĢünceyle arası zaten hiçbir zaman hoĢ
olmamıĢ bu topraklarda, düĢünceyi ve onu cisimleĢtiren entelektüeli "terörize
ederek etkisizleĢtirmeyi amaçlayan", doğrudan doğruya "vatan hainliği" ile
damgalayacak kadar pervasızlaĢan bir zihniyet iyice egemenliğini kurmuĢ
durumda. Batı'nın Ġslam anlayıĢının ikiyüzlü önyargılarına karĢı koymasıyla
ünlendiği halde, Salman Rushdie'nin ifade özgürlüğünü sonuna kadar savunarak
gerçek bir entelektüel tavrı sergileyen Edward Said'in entelektüeli öncelikle
otorite ve iktidara hizmet etmeyi reddediĢiyle, sonra da milliyeti, dini ve
geleneğiyle arasına koyduğu mesafe ile tanımlıyor. "Artık kiĢinin evindeyken,
kendini evinde hissetmemesi bir ahlak meselesidir" diyen Adorno'yu
yankılayarak, entelektüli metaforik bir sürgün, bir evsizlik konumuna
yerleĢtiriyor. Ve hayatı boyunca entelektüel, sürgün ve uçta bir yaĢam sürüyor
düĢünür.
Bugüne Said'in Gözüyle Bakmak
LXVIII
Aslında profesyonelleĢmenin baskısı giderek artarken, amatör kalıp kamusal
alanda yoksullar, yok sayılanlar, güçsüzler adına kendi görüĢünü ve tavrını temsil
etmekte ısrar eden bireydir entelektüel. Hiçbir kahramana ve siyasi hiçbir tanrıya
inanmaz. Barbarları Beklerken böylesine bir hayatın serüvenini ve düĢüncesinin
özgün boyutlarını anlatıyor. Kitap dört ana bölümden oluĢuyor. Önsöz de Mariam
C. Said tarafından Edward ve Ġstanbul hakkında bize bilgiler sunulmuĢ. Ana tema
konuĢmasını Elias Khoury hazırlamıĢ ve bize Entelektüel ve Çifte Sürgün
konusunda bazı tespitlerde bulunuyor. Elias Khoury‟inde belirttiği gibi; “Edward
Said'in entelektüel modeli, Arap entelektüelinin krizine bir cevap sağlayabilir.
Burada kılıcın karĢısında söz vardır, kavga ise hem yerel hem küreseldir. Yerel
boyutta, üç düzeyde kavgaya girer: 1. EleĢtirel bir konumun bulunması ve
üretilmesi. 2. ĠĢgale karĢı direniĢ ve sivil toplum kurumlarının inĢası. 3.
Diktatörlüğe karĢı kültürel muhalefete önderlik etmek ve kurtuluĢ hareketini hem
ölü milliyetçi ideolojinin hem de bir yanıyla ġarkiyatçı söylemin yankısı olan
fundamentalist söylemin dıĢında yeniden yaratmaya çalıĢmak.
Dünyanın bir parçası olmadan, bu düzeylerde baĢarı elde edilemez. Edward Said
bize dünyada olmanın eleĢtirel olmayı ve çoğul bir kimlik yaratmak üzere
bariyerleri parçalayarak ortaklaĢmayı gerektirdiğini öğretti.” (s.27)
Kitaptaki sunumları ayrıntılarıyla anlatmak yazımızın kapsamını aĢacağı için
burada bu kitabı alacaklar için sunumların kısaca baĢlıklarını belirtmemiz
sanırım yeterli olur. Birinci bölümde edebiyatın gücü anlatılmıĢtır ve iki uzun
yazı vardır. Bölüme Timothy Brennan, Bir KarĢı Gelenek OluĢturmak, Jacqueline
Rose, Edebiyatın Politik Avantajı isimli makaleleri ile katkı sağlamıĢtır. Ġkinci
bölümde iktidara hakikati söylemek konusu iĢlenmiĢtir. (Fawwaz Traboulsi,
Rashid Khalidi, Saree Makdisi, Tuncay Birkan) Ġkinci bölümde bence en dikkat
çeken yazı Tuncay Birkan‟ın "Auerbach Ġstanbul'da"dan "Said Ġstanbul'da"ya:
Türkiye'de Saidci Yayıncılık, isimli çalıĢmasıdır. Auerbach, Nazi Almanya‟sından
kaçarak ülkemize sığınmıĢ ve yıllarca Ġstanbul Üniversitesi‟nde Roman
Filolojisine GiriĢ dersleri vermiĢtir. Dünyada karĢılaĢtırmalı edebiyatın kurucusu
olarak biliniyor. Ayrıca Said O‟nun Mimesis adlı eserinin tam bir eleĢtiri
baĢyapıtı olduğunu söylüyor. Kitabın üçüncü bölümünde Filistin sorunu
hakkında Said‟in görüĢleri ele alınıyor. Konuyu; Ilan Pappé, Raja Shehadeh,
Karma Nabulsi, Joseph A. Massad gibi entelektüeller tartıĢıyor. Dördüncü ve son
bölümde bugüne Edward Said'in gözüyle bakmaya çalıĢılıyor. Meltem Ahıska,
modernliğin bir çıkmazı olarak ġarkiyatçılık ve Garbiyatçılığa değiniyor. Harry
Harootunian, Said'in çatıĢkılarını, Gauri Viswanathan O‟nun sekülerizm
düĢüncelerini, Mahmood Mamdani ise küfür, bağnazlık ve kültür bahsinin
politikasını anlatıyor. "Edward Said'in adaletsizliğe karĢı öfkesi, bizim öfkemiz
olmalı; onun kılıca meydan okuyan kalemi, insani değerler uğruna kavgamızda
bizim silahımız olmalı."Diyen Elias Khoury‟in sözleri önümüzde dururken bu
kitapla Said‟in anısının yeterince yâd edildiğini düĢünüyorum.
LXIX
Bir Ġç Çeper Olarak Kıyılar
Liberalizm büyük bir kriz yaĢamaktadır ve dünyamızın her geçen gün daha
dayaĢanmaz bir yer haline gelmiĢ olması bazı entelektüellerce önceden fark
edilmiĢ ve bu konuda bazı kitaplar yayımlanmıĢtır. Buna rağmen farklı düĢünüp
olaya daha değiĢik açılardan bakan bazı düĢünürlerde yok değildir. Liberalizmin
perspektifi dıĢında bir demokrasi mümkün mü?
Meksikalı siyasetbilimci Benjamin Arditi, günümüzün önde gelen düĢünürleriyle
(örneğin Laclau, Zizek, Rancière, Badiou) yaratıcı bir biçimde hesaplaĢmaya
giriĢerek "liberal demokrat mutabakat"ı sorguluyor. Farklılık, popülizm, devrim
ve ajitasyon kavramları çevresinde giriĢilen bu sorgulama sonucunda "baĢka tür
bir demokratik siyaset" için stratejiler öneriyor. Ve bu manada orijinal bazı
fikirler geliĢtiriyor. Bugün siyasal alanın hepimiz tarafından az çok hissedilen bir
özelliğini vurguluyor Arditi: "Farklılık"ın öne çıkarılması üzerine kurulu olan
kimlik siyasetinin sahip olduğu itici gücün eĢitlik talebi yerine gitgide ayrıcalık
talebine dönüĢmesinin taĢıdığı parçalayıcı risklere dikkat çekiyor ve liberalizmin
öcü olarak gördüğü iktisadi ve siyasi "popülizm"in iddia edildiği kadar
demokrasiye ters olmadığını savunuyor (Freud'un "dâhili yabancı ülke"
metaforundan da yardım alarak). DüĢünce evrenimizden kovulan "devrim"
kavramı, bir anda gerçekleĢen ikonik bir değiĢim yerine, sürekli düĢünülen, hayal
edilen, tasarlanan ve her an vuku bulabilecek/bulabilen bir değiĢim olarak
tasavvur edilmeli. Devrim böylece hayali bir hedef olmaktan çıkabilir, elle tutulur
bir hale gelebilir. Yani tüm dünyadaki devrimcileri daha realist düĢünmeye davet
ediyor. Benjamin Arditi halen Meksika Ulusal Üniversitesi'nde Siyaset Teorisi
alanında profesör olarak dersler veriyor. Polemicization (Edinburg University
Press, 1999) baĢlıklı kitabın yazarlarından. Fidelity to Disagreement: Jacques
Rancière and Politics baĢlıklı bir ortak-kitap çalıĢması da bulunuyor. Metis
Yayınları yine bir ilke imza atarak bu ilginç yazarın
“Liberalizmin Kıyılarında Siyaset” isimli çalıĢmasını dilimize kazandırdı.
Demokrasinin, liberal demokrat siyaset anlayıĢı dıĢında nasıl tasavvur
edilebileceğini merak eden okurlar için bence okunması elzem bir eser. Yani bir
nevi bize farklı bir alternatif sunuyor.
Benjamin Arditi, kitabına temel bir soruyla baĢlıyor. “Liberalizmin kıyılarında
siyasetten bahsetmek ne anlama geliyor ve bunun siyasi düĢünce açısından neden
önem arz etmesi gerekiyor?” Bu sorulara, öncelikle, buradaki denemelerin ne
olmadığı hakkında birkaç Ģey söyleyerek cevap veriyor yazar. Bu denemelerin
amacı, liberalizmin görünmeyen yüzünü (Ģayet bundan liberalizmin sözgelimi
eĢitlik ve dayanıĢma üzerindeki olumsuz yan etkileri anlaĢılıyorsa) tanımlamak ve
eleĢtirmek değil aslında. Bu konuda zaten bir hayli yazılıp çizildi. Bu denemeler
liberalizmin hüküm sürdüğü tarihsellik sonrası bir dünyada yaĢadığımız yollu
sava karĢı çıkan müdahaleler siciline iĢlenecek yeni bir kayıt da değil. Bu konuda
LXX
da epey bir Ģey söylendi, zaten tarihin sonu tartıĢmasının girdilerini çıktılarını
kaydetmenin de bir lüzumu kalmadı. “Buna karĢılık, söz konusu denemelerde
yapılmaya çalıĢılan, siyasetten bahsederken kiĢinin kendini „liberal‟ nitelemesini
askıya almak zorunda hissettiği veya en azından siyaset alanında olup bitenlerin
tek baĢına liberal bir kodun hükmünde olduğunu açık seçik ortaya koymanın
güçleĢtiği gri bir fenomenler alanının değerlendirmesine giriĢmek. Bu gri alan,
siyasi yenilik adına giriĢilen deneylerin liberal mutabakatı sorguladığı bir alan
aynı zamanda. Dolayısıyla, kitabın baĢlığındaki „kıyılar‟ ibaresi ya liberalizmin
sınırlarını zorlayan ya da onu bir karĢı çıkıĢla aĢma arayıĢında olan fenomenlere
atfen kullanılıyor.”(s.13)
Liberalizmin Kıyılarında Siyaset nasıl mümkün olabilir? “Söz konusu kıyılar,
dolaylı olarak, normal bir liberal siyaset bölgesi gibi bir Ģey olduğu sonucuna
varmamıza izin veriyor mu? Buna tez elden ve eksik bir cevap vermek gerekirse,
evet, böyle bir bölge var, ama esasen liberal tahayyül düzeyindeki bir bölge bu.
Liberal tahayyülün düzenleyici fikri, siyasi icraatın oy veren egemen bireylerin
yanı sıra, halkı temsil eden ve devlet iradesine Ģekil verme hakkı için rekabete
giriĢen siyasi partiler ve seçim arası dönemlerde bu partiler adına yasama
organlarında istiĢarede bulunan seçilmiĢ temsilcileri gerektirdiğidir.” (s.14)
Arditi‟ye göre; Ġyinin ne olduğu konusunda birbiriyle rekabet eden anlayıĢlar
karĢısında devlet tarafsız kalır, hükümetler ve seçilmiĢ görevliler genellikle
kamuoyunu dikkate alırken, ilgili aktörler hukukun üstünlüğü ilkesine göre
hareket eder ve dıĢ aktörler yerel siyasete müdahale etmez. Liberal siyasetin ufku
budur. ĠĢ pratiğe geldiğinde ise, her Ģey bu kadar düzenli değildir. Tarihsel
kayıtlar da bunu hayli açık Ģekilde ortaya koyuyor zaten. ĠĢte bu pratiğe
bakıldığında, iĢçiler ile kadınların oy hakkı elde edene kadar uzun bir süre
yurttaĢlıktan dıĢlanmalarına karĢı çıkarak siyasi edimde bulunmuĢ olduğu, ilgili
siyasi aktörlerin bireylerden ziyade gruplar olageldiği, toplumsal hareketlerin ve
özel çıkar gruplarının kolektif eyleminin seçim siyasetini baypas ettiği ve ülkesel
temsilin iĢlevsel, geçici ve diğer siyasi temsil biçimleriyle bir arada var olduğu
görülür. Bu konuda ilginç bir örnek olarak “Çin Halk Cumhuriyetini”
düĢünebiliriz. Yazar bu bağlamda bize farklı noktalara iĢaret ediyor.
“Liberalizmin bireyci inancı ve yapısal eĢitsizlikler konusundaki görece
ilgisizliği, T. H. Marshall'ın toplumsal yurttaĢlık dediği Ģeyin bir parçası olan
eğitim, sağlık ve barınmaya yönelik kolektif haklarla bir arada var olur (gerçi bu
haklar dünyanın her yerinde refah devletinin altın çağındaki durumlarından epey
uzaklaĢmıĢlardır). BaĢka örnekler de verebiliriz, ama Ģimdiye kadar saydıklarımız
liberal siyaset denen Ģeyin saflığının her zaman uydurma olduğu iddiasında
bulunmamıza yeter. Komünizm, anarĢizm, popülizm ve siyaseti sınıflandırmakta
kullandığımız diğer etiketler için de aynı Ģey geçerlidir. Norberto Bobbio'nun
savunuculuğunu yaptığı liberal sosyalizmden Çin'de Komünist Parti tarafından
ülkeyi ileriye götürecek yol olarak göklere çıkarılıp ite kaka yürürlüğe konan
LXXI
kapitalist ekonomiye kadar gözümüzü çevirdiğimiz her yerde melezlik hüküm
sürmektedir.”(s.15)
Melezlik, konusunda ise Hint asıllı entelektüel Homi K. Bhabha oldukça
orjinal düĢüncelere sahiptir. Bhabha, postkolonyal bir durum olarak melezliği
karĢılaĢtırmalı edebiyat çerçevesinde inceler. Arditi ise konuya biraz farklı bir
bakıĢ açısı getirir. “Arditi, Eldeki verilerin liberal siyasetin saflıktan uzak bir
harman olduğuna iĢaret ettiğini söyledim, ama kıyılardaki siyasete karĢıt olarak
ana akım liberal siyasetten bahsetmek için saflığa ihtiyaç yoktur zaten. Liberal ana
akım kendi „ötekiler‟iyle stratejik bir iliĢkiye gömülmüĢse ve bu ana akımı
çevrede, çeperlerde geliĢen fenomenler tanımlıyor yahut tanımlanmasına katkıda
bulunuyorsa, o halde söz konusu temasın karĢılıklı olmaması ve çeperi de
etkilememesi için hiçbir neden yoktur. Yine de, insanın içini rahatlatmaya yönelik
fazlasıyla doğru bir cevaptır bu. Öte taraftan, kısmen kirlenmenin hüküm
sürdüğü yollu basmakalıp savdan ibaret olduğu için, kısmen de genelleĢtirilmiĢ
melezlik sonucunda ortaya çıkan harman, liberalizmin kıyılarındaki siyasetin
yaratabileceği etkiyi hükümsüzleĢtireceği için, aynı zamanda iĢe yaramaz bir
cevaptır da.”(s.16)
Kitabın içeriğine dair bir Ģeyler söyleyecek olursak, konu beĢ bölümde
incelenmiĢtir. Bu bölümlerde yer yer Deleuze ve Guattari, Rancière, Freud,
Derrida, Hall, Laclau, Rorty, Zizek, Badiou ve baĢka birçok yazarın eserlerine
baĢvuruluyor. 1. Bölümde postmodern duruma dair daha iyimser okumalarla,
bilhassa da Vattimo'nun okumasının ana hatlarına dair bir değerlendirmeyle
baĢlayıp, postmodern durumun görünmeyen olası yüzüne dair bir tartıĢmayla
devam ediyor. 2. Bölümde bu tartıĢmayla, popülizmin demokrasi karĢısında
hayalet oluĢuna dair anlayıĢı geliĢtirdiği savunuluyor. 3. Bölüm popülizmi siyasal
demokraside bir sapma ve liberalizmin antitezi olarak gören anlayıĢı yeniden
formülleĢtiriyor ve bunun yerine, popülizmin demokratik siyasetin iç çeperi
olarak kavranması gerektiğini öne sürüyor. 4. Bölümde özgürlükçü siyasetteki
ajitasyon ısrarı –baĢlıkta sözü geçen karıĢtırılma ve çalkalanma– açımlanıyor. En
uzun bölüm olan son bölüm ise bir öncekinin geniĢletilmesi niteliğinde. Bu
bölümde bir taraftan devrimin çağdaĢ düĢüncede, hatta çoğulcu ortamda
kullanımının savunulması amaçlanıyor; devrimin ölümü hakkındaki haberlerin
büyük ölçüde abartıldığı varsayımına dayanan bir argüman bu. Arditi, eserinin bu
haliyle bir iç çeper olarak Liberalizmin kıyılarında dolaĢıyor. Arditi ile birlikte
Homi K. Bhabha‟nın okunmasının faydalı olabileceğini düĢünüyorum. Ama ne
yazık ki Homi K. Bhabha ülkemizde daha yeterince tanınan bir filozof değil.
Çevirmenlerin Bhabha‟dan eserler tercüme etmeleri faydalı olurdu. Tabi bu iĢ
birazda yayın evlerinin sorumluluğundadır.
LXXII
Bir Entelektüel Olarak Sartre
Fransız Jean-Paul Sartre, bizden önceki bir kuĢak için zihinlerde daha farklı bir
alamı olan nadide bir entelektüeldir. Geçenlerde O‟nun “Varlık ve Hiçlik” isimli
eseri bayağı bir gecikmeden sonra güç bela türkçeleĢtirilmiĢti. “Kimileri için bir
hiçken... baĢkası için her Ģeysin...her Ģey olmayı umarken, bir bakıyorsun
ki...hiçsin.” Galiba bugünlerde onun eserlerine ve düĢüncelerine bir ilginin tekrar
baĢladığını söylememiz sanırım bir abartı sayılmaz. Yazılarını zevkle takip
ettiğim Zeynep Direk ve Gaye Çankaya; Sartre‟ın Geç Dönem DüĢüncesi Üzerine
“Jean-Paul Sartre: Tarihin Sorumluluğunu Almak” isimli bir derleme çalıĢması
yapmıĢlar. Tarihin Sorumluluğunu Almak, Jean-Paul Sartre'ın geç dönem
eserlerini tartıĢan yazılar içeren bir derleme. “DüĢünürün 1935 tarihli Ego'nun
AĢkınlığı'ndan, en önemli eseri sayılabilecek 1943 yılında yayımlanan Varlık ve
Hiçlik'e kadar süren felsefi geliĢimini Sartre'ın „ilk dönem‟ düĢüncesi olarak
adlandırabiliriz. Bu felsefenin Ġkinci Dünya SavaĢı sonrasında verdiği Ahlak için
Defterler ve Diyalektik Aklın EleĢtirisi gibi devasa yapıtları ise Sartre'ın ikinci
dönemine ait eserler saymak mümkündür. Böyle bir kronolojik ayrımın yapılması
mümkünse de bu iki dönemin metinleri arasında tematik bağlar kurulabilir.
Diyebiliriz ki, geç dönemin iki büyük yapıtı, Ahlak için Defterler ve Diyalektik
Aklın EleĢtirisi, temel temaları ve soruları bakımından Sartre'ın ilk dönem
düĢüncesini tamamlar ve onun ötesine geçerler.”(s.9)
Kitabın kritiğinin yapmadan önce bu konudaki dilimizde yayımlanmıĢ bazı
eserlere değinmemiz faydalı olurdu. Pierce Henri Simon‟un “1863: Ġnsan‟ın
Yargılanması Camus, Sartre, Exupery, Malraux” (Ataç Kitabevi) Hakkı Özdal‟ın
“VaroluĢçuluk ve Sartre” (Evrensel Basım yayın) Walter Kaufmann‟ın
“Dostoyevski'den Sartre'a VaroluĢçuluk” (De Yayınevi) Kenan Gürsoy‟un “J. P
Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler” (EtkileĢim Yayınları) Roger
Garaudy‟in “Jean - Paul Sartre ve Marxisme” (Sosyal Yayınları) Charles Moeller‟in
“Jean Paul Sartre ve Tabiatüstünün Bilinmemesi” (Remzi Kitabevi) gibi kitaplarda
O‟nun çeĢitli fikirleri tartıĢılmıĢtır. Bunlardan baĢka Annie Cohen Solal‟ın “J. P.
Sartre; Doğumunun Yüzüncü Yıldönümünde”, Talip Karakaya‟nın “Sartre ve
VaroluĢçuluk”, Mehmet Emin Özcan‟ın “J. P. Sartre‟ın Özgürlüğün Yolları‟nda
Anlatı KiĢisi ve Toplumsal Özne Olarak Birey”, Denis Bertholet‟in “Sartre”,Walter
Biemel‟in“Sartre”, S. Hilav‟ın çevirdiği I.Murdoch‟un “Sartre‟ın Yazarlığı ve
Felsefesi”, Georges Michel‟in “Sartre Yıllarım; Bir Dostluğun Öyküsü” kitapları
dilimizde yayımlanmıĢ eserlerden bazılarıdır. GeçmiĢ yıllarda yayımlanan “Yeni
dergi” O‟nunla ilgili olarak güzel bir sayı hazırlamıĢtı. Öyle anlaĢılıyor ki bir
entelektüel olarak Sartre‟ın düĢüncesi 80‟li yılların sonuna kadar ülkemizde
popüler bir Ģekilde tartıĢılıyordu.
Bir entelektüel olarak Sartre “Tarihin Sorumluluğunu Almak” kitabında
yeniden tartıĢılıyor. Jean-Paul Sartre'ın geç dönem eserlerini tartıĢan yazıları bir
LXXIII
araya getiriliyor. Ülkemizde de neredeyse yarım yüzyıl boyunca büyük bir ilgiyle
okunmuĢ modern bir filozof üstüne, özgün bir felsefi inceleme çıkmıĢ ortaya.
Hazırlayanlar derlemenin baĢlığını ve amacını Ģöyle açıklıyor: "Bu kitaba Tarihin
Sorumluluğunu Almak adını verdik, çünkü Sartre tekil öznelerin Tarih'in
doğrudan failleri olduğunu her fırsatta vurgular. Ġkinci dönem düĢüncesinde,
bireysel sorumluluk ve toplumsal sorumluluk arasındaki organik bağa iĢaret
ederek, Sartre'ın etiğe ve siyasete bakan bir düĢünür olduğunu okura hissettirmek
istedik. Bu amaçla kitapta hem Sartre'ın Tarih anlayıĢını ortaya koyan ve bu
anlayıĢın temellerine dönen metinlere, hem ikinci dönem düĢüncesini felsefe
tarihinin baĢka figürleriyle karĢılaĢtırmalı olarak inceleyen metinlere, hem de
filozofun Tarih'i ele alıĢını belli açılardan eleĢtiren metinlere yer verdik." Bu
kitapta yer alan telif yazıların ilk versiyonları, Galatasaray Üniversitesi'nde
"ÇağdaĢ Fransız Fenomenolojisi ve VaroluĢçuluk" adlı ders kapsamında
Diyalektik Aklın EleĢtirisi'ni birlikte okuma çabasından doğmuĢtur. Ġçinde birçok
dikkat çekici makale yer almaktadır.
Kitap dokuz makaleden oluĢuyor. Bunlar baĢtaki nefis giriĢ yazısını saymazsak
sırasıyla Ģöyledir; “Bir Entelektüel Olarak Jean-Paul Sartre” Zeynep Direk, “Varlık
ve Hiçlik'ten Diyalektik Aklın EleĢtirisi‟ne Sartre DüĢüncesinde Çoğulluğun
KuruluĢu ve Praksis” Gaye Çankaya Eksen, “Diyalektik Aklın EleĢtirisi'nde
AnlaĢılabilirliğin Zeminleri” Yusuf Yıldırım,
“Sartre'ın Tarih Üzerine Tezlerine EleĢtirel Bir BakıĢ” AliĢ Sağıroğlu, “Hegel'den
Rousseau'ya... Sartre'da BaĢkası ile ĠliĢki” Ömer B. Albayrak, “ġiddet ve Etik”
Devrim Çetinkasap, “Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe” Francis Jeanson,
“Sorgulanan Yöntem: Marksizmde Sartre” isimli yazıyı Michel Kail ve Richard
Sobel yazmıĢtırlar.
„Sartre gibi, döneminin güncel siyasi olayları üzerinde de söz sahibi olmuĢ bir
filozofun düĢüncesini dinamik bir kuruluĢ süreci olarak ele almak, Sartre'ın
içinde yaĢamıĢ olduğu siyasi ve felsefi bağlamı da ayrıntılı bir Ģekilde hesaba
katmayı gerektirir. Kitabın ilk metni olan "Bir Entelektüel Olarak Jean-Paul
Sartre" baĢlıklı yazıda Sartre düĢüncesinin felsefi ve politik bağlamı ortaya
koyuluyor. Sartre'ın hem bir filozof hem de bir güncel siyaset figürü olarak aldığı
tavırlarla ilgili tartıĢmaları konu edinen bu metin, kitabın devamında ortaya
koyulan ontoloji, birey, çoğulluk, Tarih ve Tarih'in anlaĢılabilirliği gibi bu
kitabın ana hattını belirleyen konulara giriĢ niteliğinde. "Varlık ve Hiçlik'ten
Diyalektik Aklın EleĢtirisi'ne, Sartre DüĢüncesinde Çoğulluğun KuruluĢu ve
Praksis" adlı yazı ise Sartre'ın felsefi metinleri arasındaki devamlılığı göz önüne
seriyor. Sartre düĢüncesinin geçirdiği önemli dönüĢüme iĢaret etmek için, bu
düĢüncenin temel kavramlarının ontolojik zeminde nasıl kurulduğunu ve belli bir
tutarlılıkla ontolojiden siyasete doğru evrilen bir düĢünce dünyasında tekrar
LXXIV
tekrar formüle edilerek nasıl kullanıldıklarını gösteriyor.‟(s.10) Burada en çok
beğendiğim Zeynep Direk‟in yazısı oldu.
Sartre ilginç bir filozoftur. O‟nun felsefesindeki diyalektik; "Diyalektik Aklın
EleĢtirisi'nde AnlaĢılabilirliğin Zeminleri" baĢlığını taĢıyan yazıda tartıĢılıyor ve
praksisin anlaĢılabilirliğini kendi içinde nasıl bulduğu sorusuna bir cevap
aranıyor. Kendi iĢleyiĢinin koĢullarıyla hesaplaĢan bütünleyici bir düĢünümün
praksise içkin olduğunu gösterebilmek için takip edilmesi gereken ontolojik ve
siyasi analizler ortaya koyuluyor. Praksisin anlaĢılırlığının ve pratik alanın
kuruluĢunun Sartre'ın zamansallık analizleriyle iliĢkisi sorgulanırken, yapılan
çözümlemenin hareketi Varlık ve Hiçlik ile EleĢtiri arasında bir salınıma
dönüĢüyor. Zamansallık analizleri önemli bir konu sanırım..
Diğer "Sartre'ın Tarih Üzerine Tezlerine EleĢtirel Bir BakıĢ" adlı yazıda ise,
praksisin anlaĢılırlığı temelinde kavranması gereken ya da bir çeĢit "yaparak
anlama" kuramı gibi görülebilecek Sartrecı Tarih analizlerine kuĢkuyla
yaklaĢılıyor: “Sartre'da Tarih'in failleri kimlerdir? Sartre, tüm coğrafyalar, tüm
toplumlar için ortak bir Tarih alanı yaratabilmiĢ midir? Praksisin anlaĢılabilirliği
teması dolayısıyla Tarih ile birey arasındaki bağlar sıkı sıkıya örülürken, cehalet,
Ģiddet ve kıtlık gibi olumsuz temalar bu düĢünce ve pratik dünyasında nereye
yerleĢtirilebilir? Bu temel soruları içeren eleĢtirel bakıĢ, Diyalektik Aklın
EleĢtirisi'nin ikinci cildine yoğunlaĢılarak ortaya koyuluyor.”(s.11-12) Kitapta yer
alan iki çeviri metinden ilki, Sartre düĢüncesinin ahlak alanıyla iliĢkisi üzerine
yazılmıĢ en önemli eserlerden birinin, Le problème moral et la pensée de Sartre”
adlı eserin yazarı Francis Jeanson'un "Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe"
adlı yazısıdır. Sartre düĢüncesinin birinci döneminden ikinci dönemine geçiĢe
tanıklık etmiĢ olan Jeanson'un bakıĢ açısı, Sartre'ın kendisi tarafından da
desteklenmiĢtir. Sartre, Jeanson'un kitabında önsöz olarak yer alan mektubunda,
kendi felsefesinin anlam ve yönelimini Jeanson'un son derece doğru bir Ģekilde
sezmiĢ olduğunu söyler. Jeanson'un böylece onaylanmıĢ olan sezgisi, Sartre
düĢüncesinin ikinci döneminde ele aldığı sorulara ve meydana getirdiği
dönüĢümlere iliĢkindir. "Ahlaki YabancılaĢmadan Etik Gerekliliğe", Sartre'ın
doğumunun 100. yılında (2005) Les Temps Modernes'in hazırlamıĢ olduğu özel
sayı içinde yer almıĢtır. Sartre'ın düĢüncesinin evrimini Sartre'la beraber yaĢamıĢ
olan bu önemli yorumcunun, Türkçe okuyan okurlarla karĢılaĢmasının önemli
olduğunu düĢünüyorum.
["Sorgulanan Yöntem: Marksizmde Sartre" adlı diğer çeviri metinde ise Sartre,
Marksist maddeci kuram ve yöntem bağlamında ele alınıyor. Richard Sobel ve
Michel Kail'e göre, Sartre'ın düĢüncesi, bilinç felsefesi ile emek felsefesinin bir
sentezini meydana getiren eklektik bir yapıdan daha fazlasıdır. Bunu kavramanın
koĢulu, Sartre'ın düĢüncesinin hiçbir zaman idealist bir bilinç felsefesi olmadığını
görmektir. Sartre'ın düĢüncesini bir emek felsefesi olarak okuyabilmek için, onun
LXXV
bilinç felsefesinin baĢından beri orijinal bir maddecilik tarafından harekete
geçirildiğini fark etmek gerekir.](s.13) Sartre'ın Marksist kurama getirdiği
eleĢtiriler ve yaptığı katkılar üzerine düĢünürken ele alınması gereken temel
problemler özlü bir Ģekilde anlatılıyor bu metinde.
DOĞU‟YU SEYRETMEK
Batı‟nın farklılığı ve üstünlüğü hakkındaki söylemiyle Oryantalizm, sadece
yazınsal arenada değil, günümüzde görsel ve iĢitsel alanlarda da varlık
göstermeye baĢlamıĢtır. Dünya çapında ilgi gören filmler üreten ve bu filmlerde
ġark'ı vazgeçilmez bir dekor olarak kullanan Hollywood sineması, bu
yaygınlaĢtırma sürecinde çok önemli bir rol üstlenmektedir. “Hollywood
Sinemasında Oryantalizm”, Doğu'nun Hollywood sinemasındaki kültürel
temsilini ve bu temsil biçimlerinin oryantalist söylemle olan etkileĢimini
incelemektedir. Daha çocuk yaĢlardayken izlediğimiz Indiana Jones Raiders of the
Lost Ark, Mummy ve Mummy Returns gibi filmlerden yola çıkılarak
Hollywood'un oryantalizmin kültürel varsayımlarını, anlatısal ve görsel
geleneklerini nasıl miras aldığı ele alınmaktadır.
Kitabı yazan Hilal Erkan, Yeditepe Üniversitesi Medya ÇalıĢmaları
bölümünde kültürel temsil ve kültürel çalıĢmalar alanında araĢtırmalar
yapmaktadır. Bizde genellikle Oryantalizm konusundaki çalıĢmalar nedense
oldukça yüzeysel kalmaktadır. Fakat bu eseriyle sayın Erkan, uğraĢıldığında bizde
de iyi ve nitelikli incelemelerin ortaya koyulabileceğini fazlasıyla kanıtlıyor.
Amerikan Sinema‟sındaki Oryantalizm konusunda, ilk elden bu konuyla alakalı
olarak aklıma Brenstein‟in “Visions of the East: Orientalism in Film” isimli
çalıĢması geliyor. Aynı bağlamda Edward Said‟in “Haberlerin Ağında Ġslam”
isimli kitabının okunmasının faydalı olacağını düĢünüyorum. Bu kitabı çeviren
Alev Alatlı‟da aynı bağlamda bir eser yazmıĢtır. “Hollywood‟u Kapattığım Gün”
(Everest, 2009) kitabıyla Alatlı, „Amerika‟lılara çok büyük iyilik yaptım.‟ diyordu.
Bence bu tarz kompleksleri bırakıp eski entelektüel duruĢuna dönebilse bize çok
daha büyük bir iyilik yapmıĢ olacak. Televizyona çıktığında Atilla Ġlhan
karikatürü gibi bir duruĢ sergiliyor çünkü. Bu husus konumuzla alakalı olmadığı
için pek değinmeyeceğim. Ancak Ģunu söyleyebilirim ki sayın Alatlı,
yaĢlandığında daha olgunluk beklenen eserler vermeli sanırım. Hollywood,
Nasrettin Hoca misali kapısına kilit asmakla kapanmıyor. Hollywood, konusunda
geniĢ bir literatür taramak isteyen arkadaĢlar için bu yakınlarda kaybettiğimiz
sayın Ünsal Oskay‟ın tüm kitaplarını tavsiye edebilirim. Ayrıca Michael Ryan‟ın
bu konuda “Politik Kamera ÇağdaĢ Hollywood Sinemasının Ġdeolojisi ve
Politikası” (Ayrıntı, 1997) isimli kitabı da okunabilir. Hilal Erkan, kitabının
kaynakçasında niyeyse Ryan‟a hiçbir gönderme de bulunmamıĢ. Kitabın bir daha
ki baskılarında daha özenli çalıĢabileceğine inanıyorum.
LXXVI
SEYYAHLARIN DOĞU ĠMGESĠ
Hilal Erkan‟ın kitabı üç ana bölümden oluĢuyor. Birinci kısımda
Oryantalizmin tarihsel dönemi ele alınmıĢ. Bu kapsamda; Antikçağ efsanesi ve
Ortaçağ‟da doğu algısı, Rönesans ve Reform döneminde Oryantalist çalıĢmalar, 17.
Yüzyılın egzotik doğusu ve Aydınlıklar çağının batısı, Entelektüel bakıĢın
odağındaki düĢünce malzemesi doğu, KurumsallaĢan Oryantalizm ve Sömürgeci
Faaliyetler ayrıntılı bir Ģekilde anlatılmıĢtır. Birinci bölümün bence en dikkat
çeken konu baĢlığı; „19. Yüzyıl romantizmindeki doğu imgesi‟ isimli olanıdır.
Yazarında belirttiği gibi “Doğu‟nun Batı için nesnel gerçekliği olan bir yerden
ziyade bir metin olarak algılanması ve onun ancak bu metinler aracılığıyla
anlaĢılabilir kılınabileceğinin düĢünülmesi tarihsel olarak Napolyon‟un Mısır
Seferi‟ (s.65)ile baĢlamıĢtır. Said‟in de bu konuya ayrıca önem verdiğini
belirtmeliyim. Bu yüzden 19. Yüzyıl denebilir ki bir kırılma anıdır. Ġkinci
bölümde Seyyahların hayalindeki doğu imajı iĢleniyor. Bu hususta, Jean Baptiste,
Chardin ve Volney gibi önemli Ģarkiyatçıların metinleri inceleniyor. Batı‟nın
hayallerdeki ya da tam Ģarkiyatçı söylemle söylersek fantazyasındaki doğunun
yeniden keĢfi yahut icadı açıklanmaya çalıĢılıyor. Bu açıklamalar yeterli mi,
kanımızca hayır ama yinede bazı orijinal tespitler yapılmıĢtır. Bu bölümde dikkat
çeken diğer bir baĢlık ise; Antropolojik ırk sınıflamalarının kurgusuna değinilen
kısa bölümdür. Yazar ilk iki bölümü bitirdikten sonra kısa bir değerlendirmede
bulunuyor. “Oryantalizmin geliĢim süreciyle birlikte zenginleĢen
seyahatnamelerin ve gezi yazılarının oluĢturduğu metinler topluluğu Doğu‟nun
tanımlanması ve zihinlerde belirli bir Doğu algısının yaratılmasında belirleyici
olmuĢtur.”(s.116)Yazarın tespitinden Ģunu söyleyebiliriz ki Doğuya dair
geliĢtirilen kliĢetipler vasıtasıyla bir çeĢit Doğu bilgisi yapay olarak üretilmiĢtir.
Kitabın son bölümünde en nihayetinde Hollywood Sinemasında Oryantalizm
konusu iĢlenmiĢtir. Ele alınan her film; olay örgüsü, filmin anlatısında Oryantalist
söylemin kuruluĢu, mekân ve zamana iliĢkin temsiller, erkeğe ve kadına iliĢkin
temsiller ayrıntılı bir Ģekilde söylem analizi yönünden çözümlenmeye
çalıĢılmıĢtır. Kitabın sonunda incelenen filmler hakkında genel bir değerlendirme
yapılmıĢtır. “Yazınsal ve görsel alanlar arasındaki imge alıĢveriĢi ve oryantalist
kliĢelerin metinlerarası yolculuğuna tanık olacağınız. Hollywood Sinemasında
Oryantalizm bir alt metin okuma çabasıdır. Kitapta 17. ve 19. yüzyıllar arasında
ġark gezileri yapmıĢ Batılı seyyahlar ve onların gözlemleri sonucunda ürettikleri
gezi metinleri içindeki oryantalist imgeler, film çözümlemeleri için bir mihenk
taĢı kabul edilmiĢtir.” Bizimde zaman zaman izlediğimiz Hollywood filmleri, eski
Ģark seyyahlarının metinlerindeki doğu betimlemeleriyle ortak özellikler
taĢımaktadır. Hilal Erkan, yaptığı çözümlemelerle bunu ortaya koymaya
çalıĢmıĢtır. Heyhat kör Hollywood kayıp Ģark! Hakkında diyebileceğim son bir
söz daha var; çeĢitli gazetelerin sinema konusunda hezeyanları olan paçavralarda
LXXVII
anlattıkları, “maarif-i garbiyeyi ġark‟a ithale çalıĢan birer müstağrib” film
seyircisi olmayalım efendim.
En Yeni BaĢlangıçlar
„BaĢlangıç nerededir, ne zamandır ya da nedir? Örneğin yazmaya baĢlarsam ve
sayfada çizgiler belirmeye baĢlarsa, bütün olup biten bu mudur?‟ KuĢkusuz hayır.
Ünlü entelektüel Edward W. Said‟te benim gibi bir tereddüt yaĢamıĢ olacak ki bu
konuda oldukça hacimli bir eser ortaya çıkarmıĢtır. Vico, bir yazısında “Öğretiler
baĢlangıçlarını, inceledikleri meselelerin baĢlangıcından almalıdır.” Diye
söylemiĢ. Niyet önemli bir erdemdir. Ve bizde biliyoruz ki ameller niyetlere
göredir.
Bu ters dünyayı ne zaman anlamlandırmaya çalıĢsam geleneğin, görenek ve
alıĢkanlığın değiĢen durumunu düĢünmüĢümdür. Rahmetli Cemil Meriç,
kültürden irfana aynı algı penceresinden zamanın bu zorlayıcı modernize akıĢının
örüntülerini ayrı bir dikkat ve özen göstererek fotoğraflayabilmiĢti. Ve bu çabaları
bizi “Bu Ülke” gibi muhteĢem bir büyü ile tanıĢtırdı. Çünkü O meyvenin içindeki
çekirdek gibi çalıĢmıĢtı. Modernlik kendisini çoğu zaman geleneğe karĢı olarak
konumlamıĢtır. Gelenek bizim toprağımızın içindeki köklerdir. Bu ise kadim
tarihimizle ilintilidir. DeğiĢen dünyanın Ģartları ne olursa olsun, güçlü Ġslam
Kültür Geleneği modernleĢmenin aksaklıklarına karĢı direnebiliyor...
"Bu sükût benim dikkatimdir", diyordu kedisini seven Ahmet Hamdi Bey… Bazen
gökyüzüne baktığımda gördüğüm yüz, gerçek olmayacak kadar güzel günlerin
özlemini siyah-beyaz bir filmi izliyormuĢçasına hayal tuvalime yansıtıyor… Ve
çoğunlukla sustuğumda masalımı anlatmaya baĢlıyorum… Sabahın erken
saatlerinde, daha güneĢ bile doğmadan, çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde
süzülmeye baĢlardı. Çiğ damlaları gözyaĢı oldukça, daha da parlaklaĢıyorlardı.
Sonra bir an duruyorum ve yine suskunluğun sularına gömülüyorum. Bir masal
içinden baĢka bir masal diyarına dalıyorum… Om mani padme hum… “Ben
masalı olan bir adamdım…” Hazan rüzgârları ve masallar ve Ġranlı sevgili Ģair
Füruğ‟un dediği gibi rüzgâr bizi sürükleyecek bu masal diyarına.
BaĢlarken; SavaĢ pilotu Saint Expery "Küçük Prens"ini kalbi hissedebilen büyük
çocuklar için yazmıĢtı. Hüzün ya da mutluluklarla dolu hayatımızda her zaman
derinlerde bir yerdeki bu çocuğun acı çığlıklarını hangimiz duymamıĢızdır ki.
Bundan böyle, çağın hislerini, kirlettiği ve çokça ağlattığı masum ruhumuza
“BaĢlangıçlar” baĢlığı altında seslenmeye çalıĢacağız. Küçük Prens, serüveni
boyunca uslanmaz derecede entelektüel idi. Çünkü araĢtırıyor, sorguluyor ve
anlamlandırıyordu. Ġnsanlar, genel olarak yaĢadığı müddetçe anlar ve yorumlarını
yapar. Biz de yorumlarımızı denemeler ve genellikle kısa kitap tenkitleri Ģeklinde
siz okuyuculara sunmayı arzuladık. Umarım gayretimiz gönüllerinizin beğenisini
kazanır.
LXXVIII
Sizinle tanıĢtığımız bu ilk okumamızda bahis olarak Said‟in aziz hatırasına da bir
saygıyı ifade etmek için bu konuda üç kitaptan söz etmek istiyorum. Bunlardan
ilki benim kendime özümseyerek bir baĢlık olarak seçtiğim “BaĢlangıçlar” olacak.
Türkçede daha çok ġarkiyatçılık ve Filistin sorunu hakkındaki eleĢtirel
çalıĢmalarıyla tanınan Edward W. Said'in edebiyat eleĢtirisi alanındaki en önemli
çalıĢmasıdır BaĢlangıçlar. Yazar bu kitabında Milton, Hopkins, Wordsworth gibi
büyük Ģairler ile, Dickens, Hardy, Conrad, Mann, Proust gibi romancıların
eserlerini, özellikle Vico, Auerbach ve Foucault'dan hareketle geliĢtirdiği kendine
özgü kuramsal perspektiften okuyarak, bir eser yazmaya "baĢlama"nın filolojik,
felsefi, psikolojik ve tarihsel boyutlarını analiz ediyor. Said gibi bu kavramı bizde
seküler, insan ürünü ve sürekli yeniden geliĢtirilen bir kavram olarak
değerlendirebiliriz. BaĢlangıç, ilahi, mitik ve ayrıcalıklı bir kavramdır.
Ġkinci kitap; Agora yayınlarından yeni çıkan "Joseph Conrad ve Otobiyografide
Kurmaca" adlı eseri, O‟nun bildiğim kadarıyla doktora tezidir. EleĢtirel
monografilerin ömrü genellikle kısa olur. Fakat bazen bir kitap çıkar, bu kuralı
yerle bir eder. Edward W. Said'in "Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca"
adlı çalıması bu tür nadide örneklerdendir. Nitekim, Said'in çalıĢması 1966'da ilk
defa yayınlandığında, Conrad incelemeleri içinde çok önemli bir katkı olarak
değerlendirilmiĢtir. O dönemde egemen olan Yeni EleĢtiri'nin 'pürizm'ini
reddeden Said, romancının "varoluĢundaki kaosu oldukça ĢekillenmiĢ bir sanatın
içine nasıl yerleĢtirdiği"ni araĢtırmak üzere mektuplarını kısa hikâyelerine
bağlayarak, Conrad'ı okumanın daha zengin, daha bütüncül bir yolunu tercih
etmiĢtir. Said külliyatına ilgi duyanlar için bu kitap bence harika bir seçim
olurdu.
Son olarak değinmek istediğim eser Hece Yayınları‟ndan “Yazınsal EleĢtiri”-
söyleĢiler kitabıdır. Bu kitap bir hayli önce basılmasına rağmen bazı okuyucuların
dikkatinden kaçmıĢ olabilir. Metindeki hiçbir Ģey öylesine ortaya çıkmaz ya da
oluĢmaz; Metin -yazar, eleĢtirmen ve okuyucu tarafından- oluĢturulmuĢtur ve
Goldmann'ın sürekli ifade ettiği gibi belirli oranda kolektif bir giriĢimdir. Çok
daha önemlisi metin, bir nesne değil, aslında bir süreçtir...Said‟in de dediği gibi
“Ġnsani realiteden koparılmıĢ metinlere uygunmuĢlar gibi „demistifiye etme‟ ve
„yapıbozumu‟ gibi terimleri kullanmak veya -Derrida'nın l'Ecriture et la
difference'den bu yana yaptığı gibi- "sözmerkezcilik" gibi mitlerin bütünüyle Batı
kültüründe varolduğunu ileri sürmek, bu Ģeylerin kendisinden neĢet ettiği bizzat
insani temeli inkar etmek demektir.” Kelimelerdir büyülü olan. Ġbn-i Arabi,
kelamı bu konuda ne yüce söylemiĢtir; kelimelerin kalbine hikmetleri koyan
Allah‟a hamdü senalar olsun.
LXXIX
Binbir Gece Masalları‟ndan çıkmıĢ bir masalcı
Arap edebiyatı deyince aklıma ilk gelen isim Necip Mahfuz‟tur. “Dünya
edebiyatı ölçülerinde kusursuz romanlarıyla hikâyeleri klasik Arap geleneğinin,
Avrupa edebiyatının ve kiĢisel yeteneğinin göz kamaĢtırıcı sentezini yansıtır.”
Yazı hayatına, 1928'de Selame Musa'nın çıkardığı el-Mecelle el-Cedide dergisinde
yayımladığı değini yazıları ve öykülerle baĢlayan yazar, Kahire Üniversitesi'nde
felsefe öğrenimi görmüĢ ve aynı yıllarda ilk romanı Abes el-Akdar‟ı
yayımlamıĢtır. Ġsveç Akademisi Nobel Komitesi Necip Mahfuz‟u dünya
romanının en büyük, en yetenekli yaratıcılarından biri olarak kabul etmiĢtir.
O‟nun bu ödülü almasından sonra aynı bizde olduğu gibi bayağı sıkıntılı bir
süreç yaĢamıĢtır yazar. Mısır Devlet BaĢkanı Enver Sedat'a Ġsrail ile yaptığı barıĢ
antlaĢmasında verdiği açık destekten ötürü birçok Arap ülkesinde kitapları
yasaklanmıĢtır. Ġsrail Filistin iliĢkilerinde Edward Said‟e yakın bir tutum
sergilemiĢtir. Uzun yıllar bu yasaklarla muhatap olmuĢtur. Hatta bir seferinde
bıçaklı bir saldırıya maruz kalmıĢtır. 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü
aldıktan sonra bu yasaklar kalkmıĢtır. Edebiyata olan ilgisi, 1920'lerde Mustafa
Lutfi el-Manfuluti'nin makale ve Ģiirlerini okumasıyla baĢlamıĢtı. Abbas
Mahmud el-Akkad, Taha Hüseyin, Ġbrahim el-Mazinî, M. Hüseyin Heykel, ilk
dönemde kendilerinden en çok etkilendiği yazarlar arasındadır. Daha sonraları bu
etkilerden sıyrılarak kendine has bir üslup yakalamıĢtır. 2006′da Orhan Pamuk,
Nobel Edebiyat Ödülü‟nü alınca Türkiye‟de bazı çevrelerden tepki görmüĢ, ondan
önce bu ödülü alan Mahfuz da Mısır‟da benzer bir tepkiyle karĢılaĢmıĢtır. Pamuk
gibi ona bu ödülün siyasi nedenlerle verildiğini söyleyenler herhalde
kitaplarından tek satır okumuĢ değillerdir.
Tarkovski ve Mahfuz‟un Aynaları
Necip Mahfuz‟un Nobel Ödülü‟nü almasında önemli rolü olan baĢyapıtı Kahire
Üçlemesi -Saray Gezisi, ġevk Sarayı, ġeker Sokağı- gibi kitaplarından baĢka bu
yakınlarda Hit Kitap tarafından yayımlanan “Aynalar” isimli romanı da Türkçeye
kazandırıldı. Aynalar çağrıĢımları olan bir sözcük. Kitabı okurken hep
Tarkovski‟nin “Zerkalo” (Ayna) filmini düĢündüm. Ayna adlı filmi, yönetmenin
çocukluğundan ve yetiĢkinliğinden kırıntılara odaklanan, parçalanmıĢ görüntüler
dizisi sunar bize. Bir çocuğun savaĢ zamanı yaĢadığı sürgün, bir annenin politik
terörden dolayı yaĢadıkları, bir evliliğin bozulması ve kır evindeki yaĢam.
Bunların arasına yavaĢ çekim rüya görüntüleri (bir kadının kahverengi saçlarında
ve su görüntülerinde ağır ağır geçen zaman) ve korkunç haber filmleri
serpiĢtirilmiĢtir. “Ġzlenmesi zorunlu bir giriĢ filmi” olarak tanımlanmıĢtır “Ayna”.
Necip Mahfuz‟un bir portreler galerisi olan “Aynalar”ında ise kurgusal bir eser
olmasına rağmen karakterlerin tasviri öyle canlı, öyle sahici ki, her biri gerçek
kiĢiler olarak algılanıyor ilk baĢta. Aslında Mahfuz‟un eseri Tarkovski‟nin
tekniğiyle bir film olarak çekilmiĢ olsaydı herhalde muhteĢem bir Ģey olurdu.
LXXX
Edward Said, Mahfuz‟u Binbir Gece Masalları‟ndan çıkmıĢ bir masalcıya
benzetiyor. Gerçektende “Aynalar”ın her satırında bir masaldan sanki parçalar
buluyorsunuz. Ama bu günümüzün bir masalı. Bu konuda bildiğim bir masal var
onu sizlerle paylaĢmak istiyorum; Doğu yaĢamında hala temel olan sonsuz dönüĢ
mitosu, bütün zamanlar boyunca Allah (c.c.) ile insan arasında süregelmiĢtir.
Çöllerin kumlarını savurduğu kayıp bir zamanda, çorak ülkelerde hayallerini
arayan insancıkları görmüĢüzdür. Aslında „bugün‟ çoktan ölmüĢtür gerçeğin
kristalize ettiği çorak ülkelerde… Hayallerde toz ve kül olmuĢtur. Bazen hayalleri
aramak gerekmiĢ ve insanlar hayalin içinde derin yolculuklara çıkmıĢtır.
Biz baĢkalarının iç hayatına, dıĢ dünyayı onların gözleri ile görecek kadar
sokulamasak da bu hayal yolcularının hikâyelerini dinlemeyi hep sevmiĢizdir.
Hikâyemiz tüm güzel hikâyeler gibi doğallıkla evrene yansıtılan insan arayıĢı
üzerine söylenmiĢ ve dinlenmiĢtir. Bir zamanlar genç bir Budist hakikatin sırrını
her Ģeyiyle anlatan kitabı bulmak için uzun yolculuklara çıkmıĢtı. Budist için üç
Ģey önemlidir: Buda‟nın heykeli, Buda‟nın hatıraları ve Buda‟nın altında ilhama
kavuĢtuğu Bodhi Ağacı. Genç Budist‟in gönlünü, bunlarda razı etmeyince düĢmüĢ
yollara. ġehirlerde on yıllarca hakikatin kitabını aramıĢ. Artık ümidini yitirecek
iken masallar kenti Semerkant‟a gelmiĢ. Kendisine daha önce tatmadığı tatları
hatırlatan Semerkant Prensesi‟nin Ģarkısını duymuĢ. Nisan yağmuru
berraklığında büyülü nağmelere öyle kapılmıĢ ki, prensese görmeden âĢık olmuĢ.
ġiir: „ben bir denizde eriyorum‟. Pervanenin aleve koĢması gibi sesin kaynağına
doğru koĢar adım ilerlemiĢ. ġehrin ortasında boĢ bir havuz. Havuzun baĢında iki
kancoloz cadısı, ellerindeki bakraçlarıyla boĢ havuzdan su doldurmaya
çabalıyorlar. Az ileride ise melek yüzlü prenses. Elinde cennetin meyvesi nar var.
Prenses öyle güzeldir ki, Allah‟ın onda sakladığı aĢk bir insanın aklını baĢından
alıp götürebilirdi. Derken narın kan kırmızı taneleri yere düĢtüğünde büyü
bozulmuĢ.
Genç sarhoĢluktan kendine gelirken prensesin zarif dudaklarından Ģu sözler
dökülmüĢ: biliyorum ki sende çokları gibi âĢıksın bana ve duydum ki onlarca
yıldır hakikat kitabını arıyormuĢsun, ikisi de bendedir. Kitap, sarayımda ki
yokluk kulesinde duruyor. ĠĢte orada ve ben buradayım. Yalnız bir kalpte iki aĢk
olmamalı, burada kalırsan benim aĢkımı, yok dersen bin bir gayretle aradığın Ģeyi
elde edeceksin. ġimdi tercih senin. Budist genç, prensesi sevmesine rağmen
hakikat kitabını istemiĢ ve yavaĢ yavaĢ yokluk kulesinin merdivenlerini çıkmıĢ.
Kulenin tepesinde güneĢin altın ıĢıklarının üzerine vurduğu, ceviz rahlenin
üzerinde aradığı hakikat kitabı duruyormuĢ. Genç heyecanla kitabın sayfalarını
çevirmiĢ ve çevirdikçe ĢaĢırmıĢ. Çünkü hakikat kitabının sayfaları aynalardan
oluĢuyordu. Sayfayı her çevirdiğinde gördüğü sadece ama sadece kendisiydi.
Ġnsan hakikatin kendisidir. Aradığımız Ģey kendimizizdir. Aynalar kitabında
Mahfuz‟a çok benzeyen bir yazarın çocukluğundan itibaren yaĢamı boyunca
tanıdığı, iliĢkide bulunduğu elli beĢ farklı kiĢinin anlatıldığı Aynalar‟da aynı
zamanda Mısır‟ın yakın tarihi içindeki olaylarla birlikte aydınları, sanatçıları
LXXXI
anlatılıyor. Aslında yazar kendisini anlatıyor. Bu muhteĢem tasvirlerden yola
çıkan Mısır‟ın tanınmıĢ ressamlarından Seif Vanlı her karakteri resimleyerek
Mahfuz‟un yarattıklarını adeta ete kemiğe büründürüyor. Mahfuz‟un tasvir ettiği
karakterler resim olarak da sayfalarda görülünce kurgu ve gerçek iyice iç içe
geçiyor. Tekrar büyülü bir dünyanın kapıları aralanıyor böylece..
Aynadaki Görüntüler
Kitabın içinde geçen karakterler hakkında da birkaç söz söyleyecek olursak.
Ġbrahim Akıl‟ı yazar ucuz bir iftiraya maruz kalmamıĢ olsa, Mısır kültüründe
devrim yaratabilecek, olağanüstü bir entelektüel olarak tanımlıyordu. Ahmet
Kadri, adı ballı çörekler gibi sinema ve unutulmaz bir olayı çağrıĢtırır. Amani
Muhammet ise sanatla ilgilenen bir bayandır. Enver Halavani adı, koca bir
dünyayı çağrıĢtırıyor; Cemaliye, Han Gaffar ve Nahhasin arasındaki Bait Kadı
Meydanını, dalları serçe yuvalarıyla yüklü ceviz ağaçlarını, polis karakolunu ve
daha birçok Ģeyi anımsatıyor. Halavani, sıra dıĢı bir gençtir. Hukuk fakültesinde
okuyan, yani mahallede yüksek eğitim gören az sayıdaki gençten biridir.
Anlatıcının sınıf arkadaĢı olan ĢiĢko Bedri Ziyadi, yemek yemeyi, oyunu, kızları
ve ülkesini seven kıpır kıpır bir çocuktur. Basyuni ile anlatıcı Gad Ebu Ela‟nın
villasında tesadüfen tanıĢırlar ve dost olurlar. Basyuni için “Aslında bir daha
birbirimizi görmedik bile ama bende silinmez izler bıraktı.” Diye ayrıca bir not
düĢülmüĢtür. Süreyya Hanım eğitim yüksekokulundan mezun olmak üzere olan
bir bayan olarak karĢımıza çıkıyor. Mükemmel vücut hatları, zekâ fıĢkıran pırıl
pırıl gözleri ve kiĢilikli tavrıyla epey güzel bir kızdır. Gad Ebu Ala hem var hem
de sanki yok olan bir karakterdir. Anlatıcı onunla edebiyat dünyasındaki ünü
nedeniyle tanıĢmıĢtır. BeĢ, belki daha fazla romanı vardır. Gaffar Halil Mısır film
sanayini geliĢtirmeye niyetlenen bir tip. Hanan, altmıĢ yaĢlarında, masmavi gülen
gözlere sahip, anıları içinde çiçek kokusu gibi bir tad bırakır. Halil Zeki,
anlatıcının Abbasiye‟deki arkadaĢ grubu içinde saldırganlığın ve belanın ta
kendisidir. Düriye Salim, dul veya boĢanmıĢ özel bir kadındır. Reda Hamada,
değer ve ilkelere, yaĢamın vahĢi dalgalarına, mücadeleye soyunan insan
iradesinin, umutsuzluk ile ıstırabın üstesinden geliĢine aittir. Reda‟da kendi
adıma bir özgürlük duygusunu yaĢadığımı söyleyebilirim. Zahran, bizimde
zaman zaman iĢtirak ettiğimiz “kafe” arkadaĢlığını ifade eder. Böyle arkadaĢlarla
kafelerde karĢılaĢıp sohbet ederiz ama sonra herkes kendi yoluna gider. Züheyr
Bey köylü bir deha olarak karĢımıza çıkar. Saba Remzi atletizm ve futbolda çok
iyidir. Anlatıcı Salim Gabr‟ı, 1926‟da Kavkab el ġark‟da yazdığı makalelerinden
tanır. Surur Beyin babası ünlü ve zengin bir avukattır; annesi ise aileyi demir
ellerle yöneten güçlü, dediğim dedik bir kadındır. Suat Vehbi, tanıdığı en güzel
kadındır. Bunlardan baĢka; Vidad RüĢd, Haccar Minyavi, Ġsam Hamalavi, Naci
Markos, Macide Abdulrezzak, Mahmut DerviĢ, Mahir Abdulkerim, Kamelya
Zahran, Kamil Remzi, Kadri Rızk, Fethi Anis, Feyza Nassar, Ganem Hafız, Eid
Mansur, AĢmavi Celal, Azize Abduh, Azmi ġakir, Adli Bereket, Aglan Thabit,
LXXXII
Abda Süleyman, Abdulvahib Ġsmail, Abdülrahman ġaban, Adli Muadhin, Abbas
Fevzi, Taha Enan vb daha birçok hayali kiĢinin küçük yaĢamlarına dair
estanteneler roman boyunca büyük bir Ģevkle anlatılıyor. Bunlar benim ifademle
kadim mısır uygarlığının eski tadını almamızı sağlayacak Ģekilde bolca tasvirlerle
zenginleĢtiriliyor. Bu küçük insanlar üzerinden yazar büyük olayları anlatıyor.
Resmin bütününe baktığımızda toplumsal bir eleĢtiri de yapıldığını
görebiliyoruz. Bu tipler bütün eski Osmanlı Coğrafyasında ve hatta günümüz
Türkiyesinde bile zaman zaman sokakta rastladığımız bizim insanlarımız. Ve
hepsi bir garip Modernizim deneyiminden geçmiĢ nesiller içinden özenle
seçilerek Necip Mahfuz‟un Aynalar‟ında boy endam ediyor. Aynaları
okuduğunuzda Mısırda‟ki o insanlarla soluk alıp verirken aynı sokaklarda ve
bahçelerde dolaĢabiliyorsunuz. Kitabı bitirdiğinizde hüzünlü bir tat kalıyor
zihnimizde. Mahfuz‟un Yüsriya‟sı “Beni eğlendirmek için elimi eline alıp
avucumu açtı. „El falına bakayım‟ dedi. Avucumdaki çizgileri inceleyerek
bilinmeyeni okudu; ama ben onun o güzel yüzüne dalıp gitmiĢtim.”(s.256)
Toplumsal biçimlerin poetikası
'Ütopya Denen Arzu' Fredric Jameson'nun, geçmişi araştırırken başvurduğumuz araçları, gelecek için kullanmamıza yarayan işaret taşlarını barındıran kitabı. "Ütopya her zaman siyasal bir mesele olmuştur ve edebi bir biçim için bunun çok alışıldık bir durum olduğu söylenemez" diyen Jameson, ütopyanın her daim cazibesini koruyacağına vurgu yapıyor.
Amerikalı eleĢtirmen ve kültür teorisyeni Fredric Jameson ismiyle ilk kez
"Postmodernizm" (YKY, 1994) konusuyla ilgim doğrultusunda aynı eserini
okumam vesilesiyle tanıĢtım. Bir kez de kendisiyle yazıĢma fırsatım oldu.
Jameson'nın bundan baĢka; Marksizm ve Biçim (YKY, 1997), Dil Hapishanesi
(YKY, 2002), Biricik Modernite (Epos, 2004) ve Kültürel Dönemeç (Dost, 2005) gibi
bazı önemli teorik metinleri de bir hayli yakın aralıklarla dilimize çevrildi. Yale
Üniversitesindeyken doktora çalıĢması olarak hazırladığı ve 1961 yılında yazdığı
'Sartre: Origins of a Style' kitabıyla baĢladığı uzun yazı hayatında pek çok kitap
ve yüzlerce yazı yayımlayabildi. Ama ne yazık ki bu eseri hala dilimize
çevrilmedi. Jameson eğitimini aldığı edebiyat teorisi alanıyla sınırlı olmayan çok
geniĢ bir ilgi alanı vardır: Frankfurt Okulu teorisyenleri; Lukács, Weber, Simmel,
Barthes, Greimas, Deleuze gibi düĢünürler; detektiflik ve bilimkurgu romanları;
Hollywood sineması; mimarlık teorileri; video sanatı; modernist resim ve
edebiyat; postmodernizm teorileri; Çin'den Afrika'ya Üçüncü Dünya roman ve
sineması; Marksist iktisat metinleri gibi çok farklı kültür ürünlerini eĢine az
rastlanır bir merakla takip etmiĢ ve yazmıĢtır. Böylesine renkli bir entelektüel
kiĢilik okuma uğraĢıyla ilgilenen zümreyi ister istemez fazlasıyla
heyecanlandırıyor. "Ütopya Denen Arzu" kitabı Jameson'nun ifadesiyle söylersek,
LXXXIII
geçmiĢi araĢtırırken baĢvurduğumuz araçları gelecek için kullanmak için yazılmıĢ
bir kılavuz sanki. Eser; "toplumsal biçimlerin poetikası" adını verdiği projenin en
yeni parçası olarak da düĢünülebilir.
Ütopya, büyülü bir çağrıĢımı olan sözcük. Thomas More'un bu edebi türe adını
veren Ütopya'sını ilgililerince okumayan pek azdır. Meraklısı için bu konuda
daha kapsamlı bir çalıĢma olarak aklıma gelen Krishan Kumar'ın "Modern
Zamanlarda Ütopya ve KarĢıütopya" kitabını Ģiddetle tavsiye edebilirim.
Bunlardan baĢka daha popüler bir sahada "bilimkurgunun Shakespeare'i" kabul
edilen Philip K. Dick'in, Mülksüzler ile bilimkurgu ve ütopyayı bir anlamda
uzlaĢtıran Ursula K. Le Guin'in ve diğer önemli bilimkurgu yazarlarının
yapıtlarına uzanan, kapsamlı bir bilimkurgu ve ütopya arkeolojisi mevcut. Bizim
edebiyatımızda da gerek amatörce olsun gerekse daha nitelikli düzeyde benzer bir
algılayıĢla bir takım metinlerin yazıldığı olmuĢtur. Bu konuda yapılmıĢ bir de tez
vardı sanırım ama ismini Ģu an pek çıkartamayacağım. Tekrar konuya
odaklanacak olursak, kitabın tanıtım yazısında; "-Bizi düĢmanın varlığı değil,
genel inanıĢ elden ayaktan düĢürüyor,- diyor Jameson, 'kapitalizmin tarihsel
alternatiflerinin gerçekleĢemez ve olanaksız olduğunu, baĢka bir sosyoekonomik
sistemin -pratiğe geçirmek Ģöyle dursun- tasavvur dahi edilemeyeceğini söyleyen
bir genel inanıĢtan' söz ediyor. Bugünümüzden kökten farklı bir gelecek tahayyül
etme çabasının, bizi esasen tahayyülümüzün sınırlarına götürdüğünü; ufkumuzu
çepeçevre kuĢatan üretim tarzının, bakıĢ açımızı nasıl Ģekillendirdiğini anlatıyor.
Ütopya kavramının neden hâlâ vazgeçilmez olduğunu ikna edici bir biçimde
gösteriyor ve 'radikal farklılık üzerine, radikal ötekilik üzerine ve toplumsal
bütünlüğün sistemsel doğası üzerine temsili bir düĢünme' olarak gördüğü ütopya
biçiminin reel sosyalizm sonrası dönemde görebileceği negatif ve dönüĢtürücü
iĢleve dikkat çekiyor." Hemen ekleyelim Bloch'dan bu yana yazılmıĢ en sağlam
Ütopya savunusu niteliğindeki bir eser olduğunu söylüyor kimi eleĢtirmenler.
Gerçi buna da biraz düĢündükten sonra hak vermemek biraz zor gözüküyor.
YAġASIN KARġIÜTOPYA
Eserin genel yapısından konunun toplumsal biçimlerin poetikası açısından ele
alındığını görüyoruz. Kitap giriĢ yazısı hariç on üç bölümden oluĢuyor ve
sırasıyla; Ütopya ÇeĢitleri, Ütopyacı Adacıklar, Morus: Ütopya Türüne Açılan
Pencere, Ütopyacı Bilim mi, Ütopyacı Ġdeoloji mi? Büyük Bölünme, Bir Ġstek Nasıl
GerçekleĢtirilir? Zaman Engeli, Bilinemezlik Tezi, Yabancı Bedeni, Ütopya ve
ÇatıĢkıları, Sentez, Ġroni, TarafsızlaĢtırma ve Hakikat Ânı Korkuya Yolculuk,
Gelecek ve KargaĢa gibi konular güzel bir Ģekilde değerlendiriliyor. Bu kısa
yazımızı "Ütopya her zaman siyasal bir mesele olmuĢtur ve edebi bir biçim için
bunun çok alıĢıldık bir durum olduğu söylenemez. Fakat nasıl biçimin edebi
değeri sürekli Ģüpheli durumdaysa, siyasal statüsü de yapısal olarak muğlaktır.
Tarihsel bağlamındaki dalgalanmalar, beğeni ya da kiĢisel yargı meselesi olmayan
LXXXIV
bu değiĢkenliği çözmeye yaramaz." (s.16) Jameson'nun sözleriyle bitirmek
istiyorum. Kitabı okuduğumuzda net olarak Ģunu anlayabiliyorum ki toplumsal
biçimlerin poetikası olarak Ütopya'da her dönem cazibesini koruyor. Bazı
Ütopyalar da zamanla bizimle birlikte yaĢlanıyor. Ütopya öldü, yaĢasın
KarĢıütopya!
Simgesel Bir Psikoloji Taslağı
Geçen yıl kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker uzun bir makalesi olan “Ġgnoramus:
(Bilmiyoruz) Psikanaliz neden iĢe yaramaz?” eleĢtirisinde klasik bilinçaltı ve
bilinçdıĢı yorumlayıĢına farklı bir bakıĢ açısı getiriyordu. Onun deyiĢiyle insanın,
psikanalizin eksenini oluĢturan temel mefhum olarak „bilinçdıĢı‟ ile olan
maceralı iliĢkisi kuĢkusuz en belirgin Ģekilde simgesel olarak tanımlanmıĢtır. Dr.
Freud‟un takipçileri; “simgesel (dil) ile „hayali‟ arasındaki hududu örgütler
(Lacancılarda olduğu gibi). Fallus yasası ve Babanın-Adı denen imleyici
kategoriler, kendilerini kuĢatan, daha geniĢ bir anlambilimsel Ģebekenin ağlarına
bir taraftan „gerçeği‟, öte taraftan, zaten kendi içlerinde bölünmüĢ „simgesel‟ ile
„imgesel‟i düĢürmek amacıyla kullanılırlar.” Yine de geriye, dokunulmadan kalan
bir "bunlarla ne yapılabilir" sorusu kalacaktır: Dil ile, cinsellikle, emekle ve genel
olarak arzuyla "ne yapacağız"?.. Dr. Freud‟un psikanalitik yorumbilimi adeta
simgeler üzerinden iĢleyen bir çarkı andırıyordur. Saffet Murat Tura'ya göre
fenomenolojinin temel hatası öznenin oluĢumunda Dil'in rolünü gözardı
etmesidir. “Ġnsan ancak Simgesel Düzen'e, yani Dil'e girerek biyolojik bir varlık
olmaktan çıkar ve kültürel bir özne olur. Ġnsan yavrusu annesiyle arasındaki
kadiri mutlak imgesel özdeĢleĢmeden, ancak Babanın Adı ile simgelenen Oidipus
karmaĢasından geçerek (Lacan'a göre Oidipussuz bir Kültür mümkün değildir)
insan olur. Ġnsan kendi çıplak gerçekliğini metaforlar zinciriyle ikame etmeye
baĢladıktan sonra kendi gerçeğiyle düĢüncesi arasında giderek açılan bir uçurum
oluĢur. Her metafor, insanı kendinden biraz daha uzaklaĢtırır.” (Freud'dan Lacan'a
Psikanaliz; Ayrıntı 1996) Yani dilin yüzeysel düzenine girildiği anda bilinçdıĢı da
kurulmuĢ olur ve "bilinçdıĢı dil gibi yapılaĢmıĢtır." Böylece bu simgeler ağında
insan kendi benliği ile kendisine yabancılaĢır. Tamda bu noktada karĢımıza çıkan
taslak simgelerden oluĢmuĢ bir psikolojik görüntüdür. Aslında olan, gerçeğin
değil, kuramsal düzeyde oluĢturulmuĢ benliğin yansımasıdır. Ġnsan psiĢiğinin
mantıki bir bütünlükle açıklanabilecek durumu yoktur. Çoğu davranıĢımız belli
bir programlamayı öngörmez. Her insan içinde bir mantıksızlık duvarı mevcuttur.
Simgesel psikoloji taslağı olarak gördüğüm psikanaliz belki edebi ve sanat
incelemelerinde yaptığı izahlara muktedir. Fakat insanı çözümlerken simgeler
dünyası hayalidir, bizim psiko varlığımızı açıklayabilecek gerçekliği pek taĢımaz.
Simgeler hayali bile yansıtamazlar.
Elisabeth Sayın‟ın Fransızcadan tercüme ettiği “semboller sözlüğü” nde;
Freudcu yaklaĢıma göre simge, dolaylı bir Ģekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay
LXXXV
olmayan arzu ve çatıĢmanın ifadesidir. Simge, „bir sözün, bir düĢüncenin, bir
davranıĢın gizli kalmıĢ anlamıyla, açıkça belirlenmiĢ içeriğini bağlayan
iliĢkidir.‟(bkz simge maddesi) Örneğin bir davranıĢa en az iki anlam
verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek-
geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir iliĢki vardır
diyebiliriz. Carl Gustav Jung; „Dört Arketip‟ kitabında bu iliĢkiyi ele alırken
bütün insan bilimlerine yansıyan türev ve etkileriyle [simge] alanındaki
çalıĢmaları ve kiĢisel ya da kolektif bilinçdıĢının dinamiklerini ve görüngülerini
irdeler. Anne arketipi, yeniden doğuĢ, masallarda ruhun fenomenolojisi ve
hilebaz figürünün psikolojisi üzerine kaleme aldığı bu dört makale ile Jung hem
Dr. Freud‟u eleĢtirir hem de simge alanındaki çalıĢmalarına ıĢık tutacak önemli
bilgiler verir. Çağımızın en önemli filozoflarından Ricoeur ise, „Yoruma Dair‟
isimli kitabında Dr. Freud‟a dair dil, simge, yorum, yorumbilgisel yöntem ve
dönüĢlü felsefe üzerine görüĢlerini anlatırken Symbolique du mal/Kötülüğün
Simgeseli diye bir kavram ortaya atar. BaĢka bir deyiĢle, simge yorumbilgisi ile
somut dönüĢlü düĢünce felsefesi arasındaki iliĢkiyi, Freud‟u insanda en az insani
olanın keĢfiyle sınırlandırabileceğine inanarak anlayabileceğini düĢünür.
C.G.Jung‟un belirttiği gibi; “simge ne kadar arkaik ve derin olursa o kadar
kollektif ve evrensel olur.” Simgeler arasındaki bağı çözmek kavramsal mantığın
(logique conceptuelle) iĢi değildir. Simgelerin mantığı iki terim ya da iki dizinin
arasındaki iliĢkinin algılanmasında yer almaktadır. “Simgelerin mantığından
kastettiğimiz, aslında onların arasındaki bağlar, iliĢkiler, kendi içlerinde veya
kendi aralarında oluĢabilen simge zincirleridir ( örneğin boğa-ay-gece-
doğurganlık-kurban verme-kan-tohum-ölüm-yeniden doğma-vs...) Oysa bu
kümeler anarĢik değildirler, öylesine yani geliĢigüzel, rastgele kurulmamıĢlardır.
Kendi aralarında henüz çok iyi anlamadığımız yasalar ve diyalektikler aracılığıyla
iletiĢim kurarlar. Onun için simgenin mantıklı olduğu söylenemez. O yaĢamsal
bir „pülsiyon‟dur, içgüdüsel bir tanınmadır. Kendi dramını oynayan öznenin
deneyimidir. Öznenin ve evrenin geleceğini ören sayısız karmaĢık ve
dokunulamaz bağların oyunudur.”( Elisabeth Sayın )Burada kavramsal fikir
yürütmenin mantığı dıĢlanmıĢtır. Sembolleri çözümlemek, onu bir (tek) mantık
birimine indirgemek onu yok etmek demektir. Onun mantığı irrasyoneldir. Pierre
Emmanuel, “simgeyi entelektüel açıdan çözümlemek tıpkı soğanı bulmak için
soğanı soymaya benzer. Soğan onu soğan yapan anlaĢılmazlar sayesinde var
olmaktadır.” ġeklinde ironik bir Ģekilde değerlendirir.
Ulus Baker yazısının devamında, “psikanaliz „rüyalar yorumu‟ ile erken
zamanlardan beri oldukça içli dıĢlı olduğu halde, bize „kendi rüyalarımızı
görmemiz‟ konusunda da yardımcı değildir. Oysa rüyalar, psikanalizin „kiĢisel
derinliklerin‟ ve elbette „bilinçdıĢı‟nın dıĢavurumu olarak tayin ettiği
Traumdeutung (bilinçdıĢına götürecek bir „Kral Yolu‟ olduğu söyleniyor)
çerçevesinde, galiba psikanalistin „rüyalarına‟ (her yerde Oidipus, eksiklik,
LXXXVI
bastırma ve kastrasyon vardır) kaptırılmaktadır.”demektedir. Deleuze'ün dediği
gibi „gerçekliğinizi‟ baĢkalarının rüyalarına „yakalanmıĢ olarak‟ bulabilirsiniz.
Rüya, bilinçdıĢı içeriklerin, „rüya düĢünceleri‟ adı verilen simgeleĢme süreci
içinde çarpıtılması olarak anlaĢılmak zorunda değildir. Baudrillard ve
Kristeva‟nın belirttiği gibi bu zorlama yorum neredeyse gerçeğe bile nüfuz
etmiĢtir. Deleuze, „baĢkalarının rüyalarına yakalanmak‟
felâketinden(hastalığından) kurtulabilmek için bizi „kendi rüyalarımızı üretmeye‟
çağırıyor. Aysız karanlık ya da rüyaların söyledikleri..
Freudçu düĢ yorumuna göre, „gerçek düĢler‟ vardır ve bunlar „uyandıktan
sonra unutulur giderler‟. Baker; “ikincisi pek bildik ve genel bir özlem deneyim
iken, „gerçek düĢler‟den bahsedildiği zaman, ya oldukça karmaĢık bir psikanalitik
bilgelikle, Lacan'ın söyleyebileceği gibi, „yapının bir hilesiyle‟, ya da psikanalizin
bir kör noktasıyla karĢı karĢıya olduğumuz hissediliyor: „Gerçek olmayan düĢ‟ ne
anlama gelebilir. Bu herhalde, Traumdeutung'da Freud'un andığı „giriĢ‟ (ya da
baĢlangıç) düĢleri ile „esas düĢler‟ arasındaki „ayrıma‟ ve hiyerarĢik „nedensellik‟
iliĢkisine tekabül etmiyor (Freud, GW, 1912b: 48) Ayrıca, „gerçek düĢ‟ü
karĢısındaki tanımsızlıktan ayırdeden kıstas, Freud'un üzerinde ısrarla durduğu
„düĢlerin gündelik olayların temsiliyle sıkı bağı‟ da değildir. DüĢlerin her zaman
bir „isteği‟ doyurduğu düĢüncesi bile bizi bu konuda sallantıda bırakmaktadır,
çünkü insan hiç arzulamadığı Ģeyler tarafından „doyurulduğunu‟ düĢünde
görebileceği gibi, düĢleri boyunca hiç mi hiç arzulamayacağı nesnelerin peĢinde
koĢturup durabilir. Ya da tam tersi, bütün bir „yoğunlaĢtırma‟ ve metafor etkinliği
çerçevesinde hiç de arzulamadığınız nesneler hiç de düĢsel olmayan „gerçek‟
dünyada peĢinizi bırakmayabilirler.”der. Ayrımın düĢ ile gerçek arasında
yapıldığı anda asıl ayrımın temel bir belirleniminin yitip gittiğini, yerine imajlar
ile semboller arasına çekilen sınırın yerleĢtiğini hissedebiliyoruz. Parçalama ya da
sınıflandırma hastalığı diyebiliriz buna.
Bir psikoloji taslağı olarak psikanaliz yapılandırmalarında; “Hayali ile
Simgesel'in bir öze kavuĢturulmaları daha Freud'un Traumdeutung'unda taslağı
çizilen bir psikanalitik program olarak ortaya çıkmaktaydı. Dil, ya da simgesel
sistem, bilinçdıĢını yeniden tanımlama yolunda vazgeçilmez bir araç olarak
belirdiğinden beri, Lacancıların ciddi sonuçlara varan bazı sorgulamaları
gerçekleĢtirebilmeleri beklenirdi. Oysa herĢey, Lacan'da simgesel düzenin
üstlendiği iĢlevin, bu terimin babası diyebileceğimiz Levi-Strauss'unkinden
ayrılmakta olduğunu göstermektedir. Saussure'cü dilbiliminin temel
postülalardan birinden uzaklaĢtığı görülebilir: Gösteren, gösterilen ile „mutlak
olarak değiĢmez bir bağ‟ içinde iliĢkilenmek zorunda değildir. Öyleyse, bir
taraftan iĢlerliği sürdürülen dilbilimsel (Saussurecü) bir model vardır: Somut
unsurları „gösterenler‟ olarak iĢleyen, Levi-Strauss'un tanımladığı gibi bir
simgesel düzen.” ( Ġgnoramus) Öte taraftan, simgeselin esas Lacancı önemine
kavuĢtuğu bir boyut vardır: Orada söz konusu edilen, simgesel düzenin dayandığı
LXXXVII
esas ile karĢılaĢırız. Bu ise toplumların babaerkil yahut anaerkil olmalarıyla
derinden iniltilidir. Psikanaliz ve sonrası konu epeyce güncel olarak tartıĢılmıĢtır.
Bizde ise; Dr. Freud‟un 150. doğum yılı olan 2006‟da, Yapı Kredi Yayınları
tarafından, Sermet Çifter Salonu‟nda, düzenlenen bir dizi etkinlik yapılmıĢtı. Bu
konuĢmalar sonradan kitaplaĢtırıldı. Bu tarz etkinliklerin kitaplaĢtırılmaları son
derece yararlı oluyor. Özellikle bu faaliyetlere katılamayan ilgililer için. Freud‟un
ve psikanaliz kuramının önemini ve bireysel ve toplumsal yaĢama etkilerini,
psikanaliz kuramının ve pratiğinin Türkiye‟de alımlanıĢı merak edenlerin bu
kitapla ilgilenebileceklerini düĢünüyorum. Freud‟un Önemi / Bülent Somay-
Uygulamalı Psikanaliz, Tarih ve Kültür / Yavuz Erten, Ġskender SavaĢır-Psikanaliz
ve Sonrası /Murat Paker, Saffet Murat Tura-Freud ve Birey / Nilüfer GüngörmüĢ
Erdem, Bella Habip, Melis Tanık tarafından anlatılmıĢ.
Kültür Ġmparatorluğu Osmanlı
Ġlber Ortaylı Yeni Ufuklar‟daki bir söyleĢisinde; “Gerçek tarihçi olmak için
öncelikle mütefekkir olmak gerekir” demiĢtir. O bu özelliği uluslararası camiada
da yüz akımız olmasıyla fazlasıyla hak etmiĢtir. Bir kültür imparatorluğu olan
Osmanlı, bu münevverimizin göz nuru çalıĢmalarında tüm ihtiĢamıyla
görülmektedir. Kadim Osmanlılar ne yazık ki tarihimiz de bir dönem zamanın
tozlarına terk edilmiĢti. Bu unutuĢtan bizi Ortaylı, Ġnalcık, Karpat gibi tarihçiler
bir nebze olsun kurtarabilmiĢ ve nasıl bir mirasın sahipleri olduğumuzu
hatırlatmıĢlardır. Nitekim Sayın Ortaylı bizde örneği pek az olan ince billurdan
bir tarihçilik geleneğinin temsilcisidir. „Mukayeseli tarih‟ alanında söz sahibi
gerçek bir bilim insanıdır. O imparatorluğun en uzun yüzyılını yazmakla
LXXXVIII
kalmamıĢ, tarihi perspektifi değiĢik açılardan değerlendirebilmiĢtir. Ortaylı‟nın
mukayeseli tarihçiliği hem Osmanlı arĢivlerinden hem de Londra, Petersburg,
Ġran, Paris, Berlin ve de Kahire arĢivlerinden faydalanabilmesiyle ilintilidir. Sezai
Karakoç‟un bu durumu ifade edebilecek güzel bir dizesi geliyor aklıma “Yoktur
gölgesi Türkiyede..”
Tarihimiz ve tarihçiliğimiz üzerine
Bu yakınlarda TimaĢ Yayınlarının tarih dizisinden “Osmanlı Mirası” isimli kitap
çıktı. Hafızam beni yanıltmıyorsa daha önceleri de sanırım baĢka bir yayınevi
aynı kitabı basmıĢtı. Ortaylı‟nın belki eleĢtirilebilecek yegâne yanı da budur. Ġki
üç yeni makale ekleyip yeni bir isimle, yayınevi değiĢtirerek kitap neĢretmek en
azından etik bazı sorunlar doğuruyor. Hatta maalesef üzülerek belirtmeliyim ki
tarihçilerimizin kutbu Halil Ġnalcık dahi böyle davranabiliyor. Bizim ki bir misal.
Kederi dikene benzetirlermiĢ. Gülün kendisine değilmiĢ bu benzetiĢ. Bir misaldir
verirler iĢte… Osmanlı bir kültür imparatorluğudur demiĢtim, peki bu
imparatorluğun mirası nedir? Miras babanın oğluna bıraktığı bir kıymettir. Biz
zengin babanın, Ģımarık çocuklarıyız. Gazeteci Yazar Taha Akyol soruyor,
geçmiĢten geleceğe tarihî geliĢmelere ıĢık tutarken, tarihin bıraktığı izleri
irdeleyen, günümüzün "tarihi sevdiren adamı" olarak bilinen, Türkiyenin önde
gelen tarihçilerinden Ġlber Ortaylı Osmanlı ve Cumhuriyete dair birçok merak
edilen soruya cevap veriyor. Taha Akyol‟un sorularının hepsi özenli bir çabanın
ürünü. Ortaylı, okuyucuyu tatmin edecek Ģekilde; Ermeni Sorunundan
Osmanlının Yahudilere bakıĢına, Atatürk ile Vahdettin iliĢkisinden Osmanlı
Ailesinin Milli Mücadeleye yardımına, Osmanlı Avrupa iliĢkilerinden Türkiye-
Avrupa Birliği iliĢkilerine tarihle alakalı pek çok sorunun cevabını veriyor. Bizde
böyle nitelikli düzeyde bu iĢ yapıldımı gayet faydalı olabiliyor. Yenilerden bazı
Erhan Afyoncu gibi magazin tarihçilerinin elinde aynı yöntem bir faciaya
dönüĢüyor. Yedi sekiz ciltlik “Sorularla Tarih” dizisi kâğıt israfı değil midir?
Pragmatizm ve hamasetin hiçbir Ģeyi halletmediğini okuyucu gayet iyi biliyor.
Osmanlının Günümüz Yansımaları
“Osmanlı Mirası” kitabını bir solukta okudum. Birçok istifade ettiğim yanı oldu.
Modern Türkiye hiç Ģüphesiz Osmanlı‟dan gerek olumlu gerekse olumsuz
manada bir miras devralmıĢtır. Kitap günümüzdeki bu meselelerin yansımalarına
da bir takım cevaplar vermek maksadıyla bazı sorular tasnif edilmiĢ ve sonradan
konulan belli baĢlıklarla ayrılmıĢtır. Tematik olarak bu konular sırasıyla;
Tarihimiz ve Tarihçiliğimiz, Osmanlı‟dan Günümüze Ermeniler, Osmanlı‟dan
Günümüze Museviler, Osmanlı Hanedanı ve Milli Mücadele, Osmanlı Ġdaresi ve
Ġslam, Osmanlı‟dan Günümüze ModernleĢme ve Milliyetçilik, Medeniyetler Arası
Uyum ve Türkiye, Osmanlı‟da Kimlikler, Ġstanbul‟un Fethi ve Fatih, Topkapı
Sarayı ve Enderun, Anadolu‟da Türkler ve Diğer Halklar Ģeklinde düzenlenmiĢtir.
LXXXIX
Dikkat edilirse bu problematiklerin çoğuyla halen yüzleĢmek durumundayız.
Taha Akyol tam bir gazeteci anlayıĢıyla Ortaylı‟ya; “Ermeni Sorunu Osmanlı‟nın
mı meselesi? 1915‟te ne oldu?
Diaspora ne yapmaya çalıĢıyor? Osmanlı‟nın Yahudilere bakıĢı nasıldı?
Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılında neler yaĢandı? Osmanlı‟nın yıkılıĢına neden
olan olaylar nasıl baĢladı? Osmanlının BektaĢilere ve Alevilere bakıĢı nasıldı?
Atatürk Osmanlı‟ya nasıl bakıyordu? Atatürk ile Vahdettin arasında nasıl bir
iliĢki vardı? Osmanlı ailesi Milli Mücadele‟yi destekledi mi? Yeni bir Osmanlı
mümkün mü? Osmanlı dönemi milliyetçiliği ile Cumhuriyet dönemi arasında ne
farklar var?” gibi birçok ilginç soru yöneltiyor. Tüm bu soruların yanıtları kısa ve
öz bir Ģekilde yine karĢılaĢtırmalı, sistematik bir yaklaĢımla cevaplandırılıyor.
Eskilerin tabiriyle Sayın Ortaylı‟nın mütebahhir ilminden ziyadesiyle istifade
ediyoruz.
Taha Akyol‟un da belirttiği gibi „Ġlber Ortaylı Tarihçiliği‟ kısaca; araĢtırma,
mukayese ve düĢünme iĢlerinin bir bütünüdür. Bizde kültür tarihçiliği deyince
akla Fuat Köprülü, Ġktisat tarihçiliği deyince ise Ömer Lütfü Barkan geliyor.
Ortaylı için her ikisinden de bazı özellikler taĢıdığını söylemek yanlıĢ olmaz.
Üstat “Tanzimat Sonrası Mahalli Ġdareler”, “Osmanlı Ġmparatorluğu‟nda Alman
Nüfuzu”, “Türkiye Ġdare Tarihi”, “Osmanlı Ġmparatorluğu‟nda Ġktisadi ve Sosyal
DeğiĢim” ve en bilinen eseri “Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” gibi alanında
birer mihenk taĢı niteliğinde olan eserler kaleme almıĢtır. Osmanlı bir kültür
imparatorluğudur. Ortaylı‟nın o ballandırarak anlattığı üslubuyla söylersek;
“Mezopotamya tatlılarını Balkanlara götüren, Osmanlı düzenidir.” Bu cümlesiyle
Sayın Ortaylı bir Ģekilde sözünü ettiğim kültür imparatorluğuna iĢaret etmiĢtir.
Özerk bir entelektüel macera
Fransız filozof Louis Pierre Althusser 68 KuĢağı‟nın belki de en önemli
düĢünsel önderiydi. Bütün dünyada bilindiği gibi O, Marksizmi farklı bir Ģekilde
yorumlaması ve bu konuda tekrar yeni bir düĢünüĢ biçimi geliĢtirmesiyle
tanınıyordu. Pour Marx ve Lire 'le capital' (Kapital‟i Okumak) adlı yapıtlarıyla
Marksist düĢünceye yeni bir yorum getiren, kendi kuĢağını olduğu kadar, daha
sonraki düĢünürleri de büyük ölçüde etkilemiĢ olan Louis Althusser, ne yazık ki
genç yaĢlarından baĢlayarak gitgide artan ruhsal rahatsızlığından ve
depresyondan bir türlü kurtulamadı. Öyle ki, büyük bir tutkuyla bağlandığı ve
kendisini Komünist Parti'ye sokan, böylece yaĢamını değiĢtiren karısı Helene'i bir
delilik anında boğarak öldürdü. Bu büyük düĢünür, daha öğrenciyken katıldığı
Ġkinci Dünya SavaĢı‟nda, 1940 yılında Almanlara tutsak düĢmüĢ, savaĢ bitene
kadar da bir çalıĢma kampında kapalı kalmıĢtı. Kampta kaldığı yıllar boyunca
tuttuğu güncelerle, ailesine ve dostlarına gönderdiği pusulalardan, mektuplardan
oluĢan “tutsaklık güncesi”, o dönemde koyu bir Katolik olan, yüzyılımızın bu
önemli düĢünürünün kiĢiliği, ruhsal sorunlarının kaynakları ve düĢünüsünün
XC
geliĢimi üzerine önemli ipuçları veriyordu.
Gelecek Uzun Sürer
68‟ kuĢağındaki düĢünce akımlarını olduğu kadar, politika felsefesini ve
pratiğini derinlemesine etkileyen Althusser Marksist düĢünceye yeni bir yorum
getirmiĢ ve yeni bir düĢünür kuĢağının yetiĢmesine katkıda bulunmuĢtur.
Yüzyılımızın en parlak zekâlarından biri olan Althusser'in, göz kamaĢtırıcı
kimliğine karĢın, çocukluğu, ana babası, geçmiĢi ve kadınlarla çok önemli
sorunları vardı. Belki de bu yüzden çok sevdiği karısı boğarak öldürmüĢtür.
Cinayeti iĢlediği sırada bilincini yitirmiĢ olduğu yönünde verilen doktor raporunu
göz önünde bulunduran mahkeme, Althusser'in yargılanmasının gereksiz
olduğuna karar vermiĢtir. Althusser, kendisinin de yazdığı gibi, "Gelecek Uzun
Sürer"de savunmasını değil, duruĢmasını gerçekleĢtiriyor. "Gelecek Uzun Sürer",
ayni zamanda, Helene için gerçek bir aĢk Ģarkısı; birlikte paylaĢtıkları yalnızlık,
sıkıntı, hayal kırıklıkları ve acılar üzerine yakılmıĢ çarpıcı bir ağıt. Althusser‟in de
dediği gibi tüm acılara rağmen gelecek daha uzun bir süre devam edecek.
Sanat Yazıları
Ġthaki yayınlarının Althusser serisinin ilk kitabı olan, “Felsefi ve Siyasi Yazılar
1, Sanat Üzerine Yazılar”; orijinali iki ciltten oluĢan ve François Matheron
tarafından yayına hazırlanan, Ecrits philosophiques et politiques (iki cilt) isimli
çalıĢmanın Türkçe edisyonunun ilk cildidir. Türkçe edisyon, Ecrits sur la
psychanalyse'i de içerecek biçimde beĢ cilt olarak yayıma hazırlanmaktadır.
Felsefi ve Siyasi Yazılar, Althusser'in ölümünün ardından, geride bıraktığı o
büyük felsefi mirası eksiksiz olmasa da apaçık biçimde gözler önüne sermekte;
sanattan edebiyata, siyasetten tarihe ve Althusser'in asıl nesnesi olan felsefeye
eğilen yazılar bunlar... KuĢkusuz bazen girift ve zorlu olsa da Althusser'in özgün
ve keskin üslubunun buram buram hissedildiği, son derece önemli ve halen
güncel yazılar. Bu yazılardan ünlü felsefecinin sanat anlayıĢını çarpıcı bir Ģekilde
görüyoruz.
GeçiĢ Dönemi
Serinin ikinci kitabı olarak hazırlanan “Althusser'den Önce Louis Althusser”,
bir geçiĢ dönemi yazıları derlemidir. Katolik Althusser'den Marksist Althusser'e
geçiĢin izleri gizlidir bu metinlerde. Yazılar'ın bu ikinci cildi, Genç Althusser'in
sorunsallarıyla karĢı karĢıya getiriyor bizi."G. W. F. Hegel DüĢüncesinde Ġçerik
Üzerine, Louis Althusser'in yüksek öğrenim diploması tezidir... Helene'e
gönderdiği tarihsiz, ancak 1947 Ekim ya da Kasım ayında yazdığı sanılan bir
mektupta savunmayı Ģöyle anlatır: 'Dün sözlüye girdim. Bachelard vardı. Bana
Kavramın dolaĢırlığı ile ne demek istiyorsunuz, dedi, kavramların dolaĢması daha
XCI
yerinde değil mi? Bir iki sözcükle ağzının payını verdim, gık diyemedi. Çok ilginç
metnimi yeniden okuyacağını söyledi. Bu, kabul edeceği anlamına gelmez. Zaten,
benim uğraĢtığım konular ona çok yabancı olduğu için, adama güvenemiyorum.
Ġçiniz rahat olsun, dedi elbette. 'Kurumun Ģanı, annemin babamın onuru ve
daktilonun değeri için, umarım, bir pek iyi verir.' UmutlanıĢında haklı çıkacak,
tezi 20 üzerinden 18 ile kabul edilecektir." Althusser‟in Katolik öğretiden
Marksizm‟e geçiĢ dönemi oldukça sancılı olmuĢtur.
Psikanaliz ve Althusser
Yazılar'ın üçüncü cildi “Psikanaliz Üzerine Yazılar”; Althusser'in psikanaliz
üzerine kaleme aldığı ve ölümünün ardından yayına hazırlanan metinlerden
oluĢmaktadır. Eksenini Lacan'ın oluĢturduğu bu yazılar, dönemin psikanaliz
tartıĢmalarında çığır açıcı bir nitelik taĢımaktadır. Ayrıca Lacan'la ve analisti R.
Diatkine'le yazıĢmalarının da yer aldığı bu kitap, Althusser külliyatının en
sıradıĢı metinlerinden biridir. Hilmi Yavuz, bu konuyu değerlendirirken; “
Freud'un Psikanaliz Kuramı'nın, bilimsel bir kuram olup olmadığı konusundaki
tartıĢmaların arkası kesilmiyor ve galiba kesileceği de yok!
Psikanaliz, Açıklamaya, (dolayısıyla) Nedensellik iliĢkisine dayalı bir kuram mı,
yoksa, Anlama'ya iliĢkin bir kuram mı? Ya da, bunlardan hiçbiri: Belki de, Bilim
değil!
'0.Yüzyılın büyük filozofları, Freud'un kuramını mesele edinmiĢlerdir. Althusser,
Psikanalitik Kuram'ın 'bilimsel' bir kuram olduğunu bildirir.”der. Gerçektende
Althusser‟in Psikanalitik üzerine yazıları bu disiplinin bilimselliğine bizi
inandıracak katkılarda bulunur. Bu metinler için Olivier Corpet ve François
Matheron; "Louis Althusser hiçbir zaman sadece psikanalizi konu alan bir eser
yayımlamayı tasarlamamıĢtır, ancak eldeki metinlerin miktarı ve zenginliği, onları
bir anlamda birbirine bağlayan devamlılık, ama bunların yanı sıra devamsızlıklar,
kopukluklar, kimi zaman geri dönüĢler, bütün bunlar ayrıca ele alınmak için
yeteri derecede özerk bir entelektüel macera oluĢtururlar." değerlendirmesini
yapmıĢlardır.
DĠLĠN SINIRLARI VE FELSEFE
Ludwig Wittgenstein, erken dönemini temsil eden ve iki savaĢ arası dönemde
güçlü etkiler uyandıran eseri Tractatus Logico Philosophicus‟la felsefenin tüm
sorunlarını nihai çözümlerine kavuĢturduğuna inanıyordu. Mantığın
temellerinden dünyanın yapısına doğru geniĢleyen soruĢturmaları onu, “ideal dil”
rüyasının gerçekliğini kanıtladığına inandırmıĢtı. Ali Utku, Doğu Batı
Yayınlarından çıkan son kitabında, Tractatus Logico Philosophicus ( ve onun ön
hazırlıklarını içeren Notebooks 1914-1915 ile Prototractatus) çeviriminde yer alan
bir dizi soruna, erken Wittgenstein‟ın felsefesinin artı ve eksi hanelerine yaptığı
eklentiyi değerlendirmek amacıyla bu sorunsala dair görüĢlerini içeren inceleme
XCII
eseriyle son derece olumlu bir katkı sağlıyor. Bizde ne yazık ki bu son yüzyılın en
önemli filozofu belki zor olan felsefesinden dolayı çeviri kitapları dıĢında
yeterince tartıĢılmıyor ve bu yüzden de yeterince anlaĢılamıyor. Ali Utku,
Wittgenstein‟ın erken dönem felsefesini belirleyen “resim teorisi”nin talepleri ve
sonuçları açısından, felsefenin geleneksel anlamından koparılıĢı ve atfedilen yeni
anlam ve görevlerle yeniden tanımlanıĢı, teorik yapıyı belirleyen argümantasyon
ve yapısal/mantıksal çözümlemeler bağlamında sorunlaĢtırıyor. Yine aynı
bağlamda, onun klasik temsil teorisini, dil ve mantık perspektiflerinden yeniden
ele alan Utku, Tractatus‟un dil (düĢünce) ve dünya (gerçeklik) arasında kurduğu
temsil bağıntısını, söz konusu teorik düzlemlerin teorik yapısal/iĢlevsel
çözümlemeleriyle inceliyor. Bu kitapta dilin sınırları bağlamında farklı söylem
alanlarının ve temel odağımızı oluĢturan felsefenin konumları değerlendiriliyor.
Takdire Ģayan bir çabadır bu çünkü Wittgenstein‟ın erken felsefesine bir okuma
önerisi olarak bir nebze de olsa “Tactatus” okuruna metnin çetin yapısına nüfuz
edebilmede bir olanak sağlayabiliyor.
GENEL RESĠM TEORĠSĠ
Ali Utku‟nun bu eseri beĢ ana bölüme ayrılmıĢtır. GiriĢ kısmından sonra ilk
olarak Dünyanın Yapısı anlatılırken, dilin gerçekliğin bir aynası olduğu
iddiasının temel eksenini oluĢturan, oldukça sofistike ve karmaĢık bir “resim
teorisi” geliĢtiren filozofumuzun, klasik temsil teorisini dil ve mantık
perspektifinden yeniden ele alan özgün bir yorum çerçevesinde, dil (düĢünce) ve
dünya (gerçeklik) ortak bir mantıksal biçimi paylaĢan paralel yapılar olarak
sergilenirken; dünyanın yapısının, dilin mantıksal yapısına da yansıdığı dile
getiriliyor. Ġkinci bölümde ise “Genel Resim Teorisi” uzunca bir Ģekilde ve
ayrıntılı olarak incelenmiĢtir. Wittgenstein, genel felsefi kuramı boyunca
dünyanın herhangi bir sembolik temsilinde zorunlu olarak neyin içerildiğini
çözümlemeye baĢlar. Ali Utku‟ya göre “Wittgenstein‟ın açıklaması önermelerin,
yani kesin bir anlama sahip ya da kesin bir düĢünceyi dilegetiren tümcelerin
(Satz/sentence)-mantıkçıların sıkça „yorumlanmıĢ tümceler‟ olarak gönderme de
bulundukları Ģeylerin- resimsel doğasının tanıtılmasına dayanır ve bu yüzden
Tractatus‟ta düĢünce ve dil hakkındaki tezlere, „genel resim teorisi‟ olarak
adlandırılan, resimlerin doğasına iliĢkin açıklamalarla girilir.” Kitabın üç ve
dördüncü bölümlerinde; olguların mantıksal resmi olarak düĢünce, dilin yapısı ve
dünyayla bağlantısı ayrıntılı bir Ģekilde birçok dipnotlar verilerek çözümlenmeye
çalıĢılıyor. Son kısımda genel bir bağlantı kurularak dilin sınırları ve felsefe
konusunda Wittgenstein‟ın görüĢlerine açıklık getiriliyor. “Wittgenstein‟ın erken
dönem felsefesi, dilin, kendi içsel yapısı tarafından belirlenen sınırlara sahip
olduğu düĢüncesiyle karakterize olur. Söylenmeyen bir Ģeyin varolduğu
düĢüncesi, yani söylenebilene bir sınır çizme düĢüncesi, merkezidir.” Ali
Utku‟nun Naess‟e bir göndermesiyle özellikle belirttiği gibi bu sınır, anlamlı
XCIII
bildirimlerin sınırıdır ve aynı Ģekilde hem dilin hem de düĢüncenin sınırlarını
oluĢturur. Bence bu kitap hakkında söylenebilecek en önemli nokta bir doktora
tezi olmasına ve Wittgenstein gibi girift bir filozofun görüĢlerini çözümlemeye
çalıĢmasına karĢın akademik yazıların genel sıkıcılığına sahip olmaması ve bu
konuda bizim düĢüncelerimize yeni bakıĢ açıları sağlayabilmesidir. Yakın dönem
düĢüncesini karakterize eden dil dolayımlı felsefi yönelimlere dair yazılan bu
metin, umuyoruz ki memleketimiz entilijansiyasında çok canlı bir tartıĢma odağı
oluĢturacaktır. Ali Utku‟nun “Ludwig Wittgeinstein” kitabının, „büyük ayna‟yı
yani dili ve felsefesini merak edenlerin, mutlaka okunması gerektiğini
düĢünüyorum.
Fotoğraflardaki hüzün
Michel Schneider; müzikolog ve psikanalist bir araĢtırmacı olarak tanınan ve
dünyada bu konularla alakalı çeĢitli eserleriyle bilinen popüler bir yazardır.
Bilenler onu ilkin Hayali Ölümler (Morts imaginaires) kitabıyla tanıdılar ve hatta
bu kitabıyla yazar Prix Medicis de l‟essai‟ye layık görüldü. Schneider‟ın bu
yakınlarda yeni bir kitabı daha Yapı Kredi Yayınları tarafından güzel bir çeviriyle
yine okuyucunun beğenisine sunuldu. “Marilyn‟i Kurtarmak” kitabı bana göre
yazarın en baĢarılı çalıĢması olarak değerlendirilebilir. Bu roman dünyadaki ve
özellikle Amerika‟daki eleĢtirmenler ve sanat çevrelerince olumlu karĢılanmıĢtır. .
“Marilyn‟i Kurtarmak” bir hüznün hikâyesidir. Yazar Michel Schneider‟e 2006
Interallié ödülü kazandıran roman Hollywood ve psikanaliz iliĢkisini anlatırken,
sarıĢın seks sembolünün fotoğraflardaki hüznü hakkında da ipucu veriyor.
Marilyn Monroe‟nin dediği gibi; “Bir öykünün her zaman iki farklı yüzü vardır.”
Filmlerde gördüğümüz melek yüzlü kızın gerçek hayatı aslında büyük bir
mutsuzluğun ve hüznün hikâyesini anlatıyordu bize. Bu talihsizlikler onu
yakasını hiç bırakmadı. Ölümünün ardından yapılan otopsi sonucunda ölüm
sebebi yüksek dozda Barbitürat alımı sonucu muhtemel intihar olarak ilan
edilmesine karĢın, olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların
daha sonradan kaybolması ve baĢta kâhyası Eunice Murray olmak üzere görgü
tanıklarının çeliĢkili ifadeleri sonucu ölüm sebebinin cinayet olduğuna ve politik
sebeplerden Cia, Mafya ve Kennedy ailesinin buna sebep olduklarına dair tam
olarak kanıtlanamamıĢ birçok komplo teorisi ortaya atıldı. Monroe'nun bedeni
daha sonra eski kocası Joe‟ye teslim edildi ve onun aranje ettiği bir cenaze töreni
ile 8 Ağustos 1962 yılında ise Westwood Village Memorial Park Mezarlığı'nda
defnedildi. Dikkatle fotoğraflarına baktığımızda Marilyn‟in bu halini fark
etmememiz mümkün değildir.
Nevroz ve Ģampanya, psikanaliz
New York, Nisan 1955. Yazar Truman Capote Marilyn Monroe‟yla birlikte bir
cenaze törenine katılır. “Saçımı boyatmam gerek.” der Marilyn. “Zaman
XCIV
bulamadım.” Saçlarının ayrıldığı yerde koyu renk bir çizgi gösterir ona. “Amma
da safım. Ben senin yüzde yüz gerçek bir sarıĢın olduğunu sanırdım.” Buna
karĢılık o; “Ben gerçek bir sarıĢınım. Ama kimsenin saçı doğal olarak böyle sarı
olamaz.” diye söyler. Bu roman da – iç içe geçen bu romanlar da- tıpkı Marilyn‟in
saçları gibi gerçekten sahtedir. Eski filmlerdeki modası geçmiĢ açıklamaların
tersine, gerçek olaylardan esinlenmektedir ve kiĢiler, hala hayatta olan insanların
özel yaĢamlarına saygı göstermek amacıyla yapılan istisnalar dıĢında gerçek
adlarıyla anılmaktadırlar. Yerler gerçektir, tarihler doğrulanmıĢtır. Ve kendim
kontrol ettim bahsi geçen filmler bire bir onun filmleridir. Marilyn Monroe ile
psikanalisti Ralph Greenson arasında Ocak 1960'tan 4 Ağustos 1962'ye kadar
Freudcu psikanaliz yönteminin sınırlarını aĢan bir iliĢki yaĢanır. Marilyn'in rol
yapmak, ayakta kalabilmek, sevebilmek ve ölmemek için Hollywood psikanalisti
Greenson'a ihtiyacı vardır, neredeyse her gün ve her gece. Greenson ise Marilyn'i
içinden çıkarmaya çalıĢtığı o girdaba her gün bir adım daha yaklaĢmaktadır. Bu
kitap için bazı eleĢtirmenler; “Kennedy‟ler, Anna Freud, Truman Capote, Clark
Gable, Frank Sinatra, Arthur Miller‟ın rol aldığı, nevroz ve Ģampanya, psikanaliz
ve beyazperde, Ģevkat ve tutku arasında yaĢanan bir iliĢkinin “gerçek roman”ı
demiĢlerdir. Anlatılarından, notlarından, mektuplarından, makalelerinden,
söyleĢilerinden kitaplarından, filmlerinden vb. alıntılar o kiĢilerin sözleridir. Ve
bu gerçek malzeme bir renkölçerden geçirilerek kristalize ve estetize bir yaĢam
sunulur okuyucuya. Bazen Marilyn‟in çocuksuluğuna güldüğünüz bile olur. Ne
var ki yazar bazen kurgusal olan düĢler ile düĢüncelerini de bizle paylaĢmaktan
geri kalmaz.
Okumalar
Yazar, Marilyn Monroe üstüne kitap yazan yazarların çoğu gibi, bu kitabın iki ana
kahramanıyla ilgili mektuplarla belgeleri incelemek üzere özel kaynaklara
eriĢememiĢtir. Los Angeles Psychoanalytic Society‟de Marilyn‟in analiziyle ilgili
hiçbir Ģeye ulaĢılamamaktadır. Bunun da sanırım nedeni “hasta mahremiyeti”
denen Ģey olsa gerek. Bunun yerine yazar tarafından okuyuculara faydalı olacağı
düĢünülerek 33 kitaplık bir okuma listesi en son bölüme ilave edilmiĢtir.
Buradaki listeden özellikle iki kitabın dikkatimi çektiğini söyleyebilirim. Ġlki
Andre de Dienes‟in, “Marilyn mon amour” dur, diğeri ise Sarah Churchwell‟in
“The Many Lives of Marilyn Monroe” isimli çalıĢmasıdır. Diyologlar, sözler ve
mektuplar kimi zaman romanın yazarı tarafından uydurulsa da satır aralarından
yer ve tarihlerin belirtilerek anlatıldığı bu pasajlarda fotoğraflardaki kadının
hüznünü görürüz.
Yalnızca kurgudur gerçekliğin önünü açan
Bir anlatının sonunda ulaĢılan Ģey, tıpkı yaĢamında sonunda olduğu gibi,
insanların gerçeği değildir. “Nasıl ki kahramanlarım Marilyn‟le Ralph değilse,
XCV
yazan ve ben olmayan kiĢi de zamanı sözcüğü sözcüğüne geri döndüren eline bir
baĢkasının eliymiĢ gibi bakıyor. O el soldan sağa yazıyor, ama kâğıdın üstünde
bıraktığı Ģey bir aynada tersine dönmüĢ bir görüntü gibi okunabiliyor.”
Schneider‟ın bu gizli söz oyunları ile isteği; bu apaçık eylemler, tersine
yansımalarla dolu bu kırık imgeler kiĢiler belirsizliğin içinde yitip gittiğinde,
sadece bir soru iĢaretine varsın ve yazarın eli terk edilmiĢ bir çocuğunki gibi
bomboĢ kalsın. Romanı okurken bazen psikiyatrın sesine takılıyor insan; „Kaseti
en baĢa sar. Tüm öyküye yeniden baĢla. Marilyn‟in son seansına dön. Olaylar her
zaman sondan baĢlar…‟
Bin bir maskeli adam
Günümüzde eski usul risalelere yeniden bir ilgi baĢladı. Hatırı sayılır
bağımsız entelektüellerin kısa, provokatif metinlerinin bu eski geleneği
canlandırmak istercesine yayımlandığını görüyoruz. Yeni bir yayınevi olan
“periferi”nin Risaleler dizisinin editörü, Ġnönü Bayramoğlu önemsediğim bir
düĢünür olan Marshall Sahlins‟in “Foucault‟yu Beklerken” adlı bir akĢam
yemeğinden sonra yaptığı otuz dakikalık konuĢmasını, bizleri eğlendirmek için!
neĢretti. Bu metne eski tarz tabirle söyleniĢiyle “Risale” demek ne derece doğru
bilemiyorum. Dememek daha doğru diyorum. Sahlins‟ten beklediğim
performansın zerre miskalini dahi göremediğimi belirtmeden edemeyeceğim.
BaĢlık son derece iddialı konulmuĢ. Muhteva ise baĢlığa göre oldukça sığ.
Foucault‟yu beklerken Godot misali ulu orta kalıveriyoruz. Kitabı sabırla sonuna
kadar okudum. Uzaktan da olsa kısa da olsa sevgili meslektaĢım Marshall Sahlins
bu kitabında Foucault‟ya dair bir sayfa yazmıĢ. Yoksa bir dakika konuĢmuĢ mu
demeliydim. BaĢlığa göre kitabın fiyatı da doksan altı sayfa için oldukça iddialı.
Marshall, Antropoloji mevzu bahis olduğunda, uzun vadede belirli olan iki Ģey
vardır, diyor. “Ġlki bir gün hepimizin öleceği, ama diğeriyse birgün hepimizin
yanılmıĢ olacağı. ġurası çok açık ki, iyi bir akademik kariyerde birincisi
ikincisinden önce gelir. Beni ĢaĢırtan ve konuĢmamın baĢlığına esin kaynağı olan
bir baĢka Ģeyse, bu defterin Michel Faucault‟nun güç istencine-poli amorf sapma-
ne kadar çok benzediğiydi.” Sahlins‟in postyapısalcı bir ruh psikolojisiyle
sunmuĢ olduğu bu pastaları ne kadar lezzetli bulduğumu anlatmaya dilim
varmıyor. Bu metnin provokatiflik ölçüsü yüzeyselden çok düĢünce boyutunda
olmalıydı velhasıl. Periferi‟nin yayıma hazırlanan kitaplar listesinde çok güzel
ince düĢünülerek seçilmiĢ kitaplar da var. Yaptığım eleĢtiri bir kuru diken
misalidir, yoksa gülün kendisine değil.
Sahlins, çalıĢmalarının ilk dönemlerinde antropoloji modellerini
incelemiĢtir. Klasik antropolojinin bakıĢ açısına kıyasıya eleĢtiriler getirmiĢtir.
Rahmetli Cemil Meriç‟in de belirttiği gibi antropoloji yıllarca sömürgeciliğin keĢif
kolu gibi çalıĢmıĢtır. Saint Simon‟un sosyoloji için kullandığı Ģekliyle sözünü
antropoloji için söylesek: Ġnsanlığı kurtuluĢa erdirmeyen bir bilime lanet etmek
XCVI
elzem olurdu. Batıda Sahlins gibi düĢünürler antropolojinin bu gayri insani
tarafını görerek onu kısmen de olsa insanileĢtirmeye çabalamıĢlardır. Takdire
Ģayan bir çabadır bu çünkü. Antropoloji geleneğinin içinden gelerek kendi öz
eleĢtirilerini yapabilen oldukça az isim hatırlıyorum. Hemen iki örnek vereceğim
burada. Ġlki ve bu eleĢtirel anlayıĢı baĢlatan kiĢi olan Claude Lévi-Strauss‟un
“Yaban DüĢünce” adlı eseridir. Ki çığır açıcı bir kitaptır. Ġkinci örneğim ise bu
kitaba ve Lévi‟nin düĢüncelerine dair yaptığı eleĢtirel katkısıyla Jack Goody‟in
“Yaban Aklın EvcilleĢtirilmesi” adlı eseridir. Konuyla ilgilenenlere bu
baĢyapıtları Ģiddetle okumalarını tavsiye ederim. Sahlins, Michigan‟daki Ann
Arbor Üniversitesinde eğitimini tamamladıktan sonra ilk alan çalıĢmasını
Türkiye‟de yaptı. Bu çalıĢmanın ismini Ģu an hatırlayamıyorum. Belki de daha
dilimize çevrilmemiĢtir. Sanıyorum çevrilmedi. 1954 yılında Polinezya‟daki
toplumsal tabakalaĢmayı (Bilindik klasik bir mekân!) inceleyen tezini Columbia
Üniversitesinde savundu. Halen Chicago Üniversitesinde çalıĢmalarını
sürdürmektedir. Sahlins, Fiji ve Yeni Gine‟de ayrıca Hawai‟de birçok saha
çalıĢması yapmıĢtır. Antropolojideki özellikle ekonomik modelleri sorgulamıĢ ve
bu konu üzerinden yerel üretim biçimleri hakkındaki düĢünceleriyle Firth ile
Bronislaw Malinowski‟nin (Antropolojinin babası sayılabilir.) fonksiyonalizmini
Ģiddetli Ģekilde eleĢtirmiĢtir. Bu süreç sonucunda onun en güzide eseri “Stone Age
Economics” ortaya çıkmıĢtır. “Yaban” toplumlarının ekonomilerini, “bolluk”
ekonomisi olarak nitelemiĢtir. Buradaki “Yaban” sözcüğünü kullanmaktan nefret
ediyorum fakat klasik terminolojinin bir ifadesidir bu ve ne yazık ki
kaçamıyorsunuz. Yazarın bundan baĢka “Metaphors and Mythical Realities”
(1981) adlı bir kitabı vardır. Yapı ile tarihin birbirlerine bağlı eĢ boyutları
olduğunu dile getirir bu çalıĢmasıyla Sahlins. Kitaptaki gibi konudan
uzaklaĢmamak için biz en iyisi Foucault‟ya dönelim.
Kül elması böyle yok eder
Eikon Basilike‟in bazı kopyalarında talihsiz I. Charles‟a dayandırılan “Acı Çeken
Majeste” adlı uzun bir Ģiir bulunmaktadır. (J.G. Merquior) Bu Ģiirde tahttan
indirilen ve yargılanması sonunda tam da iki beden teorisi dayanak yapılarak
“kral adına” mahkûm edilen hükümdar, aynı ideoloji çerçevesinde akıbeti
hakkında acı ve dokunaklı bir yorum yapar:
“Kendi yetkimle ben majestelerini yaralarlar,
Kral adına kralı tacından ederler.
XCVII
Kül elması böyle yok eder.” (a.g.Ģ.)
Foucault, Gözetleme ve Cezalandırma konusu anlatırken bu Ģiirden
bahseder. Foucault‟un anlatmak istediği Ģudur: Nasıl kraliyet sonsuzluğu
hükümdara (iktidar) kutsal bir beden, siyasal kiĢilik simgesi veriyorsa, darağacı
da aynı biçimde kurbanı olarak krallık iktidarının gücünün (yetki ve kudret) tam
karĢıtı olan bir beden taĢır. “Burada güç karĢı konulmaz olduğu kadar aynı anda
her yerdedir, her yerden çıkan ve herkesi ele geçiren bir güçtür,(Kralın kendisini
bile)gündelik olan her Ģeyi, iliĢkileri ve insan varoluĢunun kurumlarını doyurur
ve böylece insanların bedenlerine, algılayıĢlarına, bilgilerine ve yaratılıĢlarına
iletilir.” (s.74) Bu sürecin etkisi bazen Kafka‟nın “Ceza Kolonisi”ndeki umutsuz
sahneleri gözümüzde canlandırır. Cezalandırma, mutlak bir güç gösterisidir.
Biyografisini yazan eleĢtirmenlerden biri Foucault için “bin bir maskeli
adam,” demiĢtir. Bu sözde bir hakikat vardır. Onu bir düĢünür olarak bir yere bir
disipline kendi tabiriyle söylersek hapsetmemiz çok zordur. Bir keresinde
kendisiyle yapılan röportaja verdiği; “Hiçbir zaman Freud‟çu olmadım, hiçbir
zaman Marksist olmadım ve hiçbir zaman yapısalcı olmadım.” yanıtında onun çok
yönlülüğünü ve entelektüel derinliğini görüyoruz. O insanların karĢısına deli
gömleği gibi sırtımıza yapıĢan bir ideoloji ile asla çıkmamıĢtır. O bin bir maskeli
bir adamın yüzüne sahiptir. Maskenin gücünün mücadelede, savaĢta ortaya
çıktığını ve böyle bir savaĢın her insanın her insana karĢı yaptığı bir savaĢ
olduğunu ifade ediyordu. „Siz kimsiniz, Sayın Foucault?‟diye kendisine
sorulduğunda yine maskesini takarak yüzünü tozlu küller ile örtüyor ve
gülümsüyordu. Sahlins bakın bu durumu nasıl anlatmıĢ: “Kim kiminle
savaĢmaktadır? Diye sormuĢtu. (Foucault) Herkes herkesle savaĢıyor. EleĢtirmen
ve yorumcular Foucault‟nun güç kavramının Hobbes‟un Leviathan‟da yansıttığı
gücün tam zıddı olduğu gibi çok açık ve radikal bir yasal uyarı yapmak dıĢında,
ikisi arasındaki bağlantıyı pek fark edememiĢlerdir. Egemenlik
tutkunluğumuzdan vazgeçmemiz gereklidir, „Kralın baĢını uçurmamız,‟devletin
baskıcı kurumlarından zihnimizi kurtarmamız. Güç aĢağıdan gelir. Gündelik
yaĢamın yapılarını kuĢatmıĢ ve yarıklarını doldurmuĢtur, bilgi ve gerçeğin
gündelik rejimleri içinde varlığını her zaman sürdürmektedir.”(s.46) Hobbes‟un
taslağında özneler hepsinde korku ve hayranlık uyandıran devleti yani gücü
anlatırken Foucault‟un taslağında güç özneleri oluĢturur. Bu kısma kadar Sahlins
bize bir Ģeyler söylüyor, katılırız veya katılmayız. “Foucault‟yu Beklerken” kitabı
içindeki onunla ilgili bir sayfalık yazının son paragrafını buraya alıntılıyorum.
Lütfen en son cümleye özellikle dikkat ediniz. Yukarıda da belirttiğim gibi bu
konuĢma bir yemek esnasında yapılmıĢ. Genellikle içki içilip sarhoĢ olunduktan
sonra boĢ lakırdıların edildiği toplantılara Foucault‟un meze yapılması gibi bir
durum geliyor insanın aklına ister istemez. Sahlins‟in metindeki Foucault
XCVIII
hakkındaki son cümleleri: “Ve her birimizin içinde her zaman için baĢka bir Ģeyle
savaĢan bir Ģey vardır.-biz de kendisiyle Hobbes arasında daha çok ortak yön
olduğunu düĢünmek zorunda kalıyoruz, tek bir gerçek dıĢında, Hobbes hariç, her
ikisi de keldi.” (s.47) Bir eleĢtirmen olarak diyecek söz bulamadım. Kül elması
nasıl yok etmeye çalıĢıyor Ģimdi daha iyi anlıyorum.
Antoninler ÇeĢmesi
XCIX
Sagalassos Prensesi Olga Sagalakova için…
C
CI
Recommended