Upload
others
View
7
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
MA
RT
2013
149
149
Dergisi Hediyesi...
M A R T 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Çanakkale’nin Sarıklı Mücahidleri5614 Eskişehir
Bir Erenler Durağı!
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
ORTA ANADOLU’DA BİR YENİ ŞEHİR: ESKİŞEHİR
Eskişehir we know today was known as Dorylaeum in Latin in antient history and middle ages.In antient sources, It was stated as a Phrygian city which had its richness by trade and famous for its spas in the junction points of important highways. In 19th century, as a result of their visit to the region and their research, many travellers and scientists discovered that there was antient Dorylaion city named as Şarhöyük ören today in the north of Porsuk River in 3 km northeast region of Eskişehir. Having become a margrave, Osman Bey became more powerful day by day and conquested Eskişehir and İnönü in 1289. The city, became more crowded with refugees and develped after 1877-1878 Ottoman- Russia Battle. However, the main reason of its development was after the railway’s being put into operation. As a modern city now, Eskişehir serves as a kind of a bridge connecting the past and present. The tombs and the complex of two remarkable Muslim pioneers are also here: the first one is Seyyid Battal Gazi Complex and Tomb; and the second one is Yunus Emre Complex and Tomb. Our best regards to the ones from Eskişehir and to all our friends…
A NEW CITY IN MIDDLE ANATOLIA: ESKIŞEHIR
Bugünkü Eskişehir ili, Eski ve Orta Çağlarda Latince Dorylaeum ismi ile tanınan bir kenttir. Antik
kaynaklarda, önemli yolların kavşak noktasında kaplıcaları ile ünlü, ticaret ile zenginliğe kavuşmuş bir
Frigya şehri olarak geçer. 19. yüzyılda birçok gezgin ve bilim adamı, bölgeye yaptıkları gezilerin ve araş-
tırmaların sonucunda Eskişehir’in 3 km kuzeydoğusunda, Porsuk Çayı’nın kuzeyinde yer alan bugünkü
adıyla Şarhöyük ören yerinin antik Dorylaion şehri olduğunu saptamışlardır. Burası 17 m. yüksekliğin-
de, 450 m çapında Orta Anadolu’nun orta büyüklükteki höyüklerinden biridir. Büyük Selçuklu İmpa-
ratorluğu zamanında doğudan gelen birçok Türk boyları, Bizanslılar’ın zayıflığından da istifade ederek
Doğu Anadolu’ya yerleşmeye başladılar. Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın 1071‘de Malazgirt Savaşı’nı
kazanmasından sonra Türklere bütün Anadolu kapıları açıldı. Süratle ilerleyen Türk orduları 1074’de
Eskişehir’i aldılar. Bundan sonra Eskişehir, doğudan devamlı gelen boylar için bir yerleşim noktası oldu.
Osmanlı Devleti’nin Kurucusu Osman Bey, 1284 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Mesut tarafından gön-
derilen fermanla aşiret reisliğinden çıkarak uç beyi olmuştur. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra, gün
geçtikçe kuvvetlenmiş ve 1289 yılında hâkimiyet sahasına Eskişehir ve İnönü’yü de katmıştır. Şehir, an-
cak 1877-1878 Osmanlı - Rus Harbi’nden sonra muhacirlerle beraber kalabalıklaşmaya başlamış ve geliş-
miştir. Eskişehir’in asıl gelişmesi demiryolunun işletmeye açılmasından sonra olmuştur. Şimdi modern
bir şehir kimliğiyle, geçmişle geleceği birleştiren bir köprü vazifesi yapmaktadır. Şehre manevî kimlik
veren eke önemli iki İslâm büyüğünün hatırası ve ziyaretgâhı bu güzide şehrimizde bulunmaktadır.
Birincisi Seyyit Battal Gazi Külliyesi ve Türbesi’dir: Ünlü İslâm Komutanının 8. yüzyılda yaşadı-
ğı bilinmektedir. İslâm ordularının Bizans’a karşı savaşlarında destanlaşmış yararlılıklar göstermiştir.
Malatya’da dünyaya gelmiştir. M. 740’a değin seferlerdeki kahramanlıkları halk tarafından destanlaştırı-
larak anlatılmıştır. İki büyük destana konu olmuştur. Arapça Zatü’l-Himme ve Türkçe Battalname. Afyon-
karahisar yakınlarındaki bir savaşta şehit düşmüştür. Kabri, 1207-1208 yıllarında Alaaddin Keykubat’ın
annesi, l. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Ümmühan Hatun tarafından adına bir külliye yaptırılmış ve
kasabaya Seyitgazi adı verilmiştir. İkincisi ise; Yunus Emre Külliyesi ve Türbesi’dir: Eskişehir’e bağ-
lı, Mihalıççık İlçesi Yunus Emre Beldesi’nin (Sarıköy) kuzeydoğusunda Yunus Emre’nin ilk mezarı 13.
yüzyıla ait olup, demiryolu bitişiğinde dikdörtgen planlı taşlardan, 1,5 - 2 m yüksekliğinde avlu duvarla-
rı içindedir. Türbesi 13. yüzyılda Selçuklu mimarisini andıran 8 sütunlu, kemerli, etrafı açık sekizgen bir
mekân türbe halindedir. Yunus Emre tüm insanları sevgiye, birlik ve beraberliğe çağıran bir halk aşığı-
dır. Mezar taşının ön cephesinde yazılı olan “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya
kimseye kalmaz.” sözlerinde Yunus Emre’nin yaşam felsefesi özetlenmektedir. Türbede mezarın dışında
çeşme, müze, cami, minare, şadırvan, kültür evi ve Yunus Emre’nin bir heykeli bulunmaktadır. Eskişe-
hirli gönül dostlarımız başta olmak üzere bütün gönül insanlarına selam ile.
3
26
42 56 70
İLAHİ MEVLÂ’YA – Kadir KARAMAN (9)
GÖNÜL AYİNESİ – Hüseyin ALPSOY (10)
EL-MUHSİ – Ramazan ALTINTAŞ (18)
TARİKATLARDA EĞİTİM – Kadir ÖZKÖSE (22)
BAHAR – Nedim UÇAR (25)
SENİ DÜŞÜNÜRKEN – İsmail Adil ŞAHİN (31)
GIDALARDA KATKI VE KİMYASAL MADDELER – Abdullah KAHRAMAN (32)
KÜTÜPHANELER ŞEHRİN BEYNİDİR - M. İlyas SUBAŞI (36)
SULTAN II. ABDÜLHAMİD – Resul KESENCELİ (38)
TÜRKİSTAN GAZELİ – Bekir OĞUZBAŞARAN (45)
SOSYAL FOBİ – Sefa SAYGILI (46)
İNSANDA ÜÇ GÜZELLİK – Şeref TAŞLIOVA (49)
AŞK İMİŞ HER NE VAR ÂLEMDE – Vedat Ali TOK (50)
BEŞİR B. S’AD (r.a) – Bünyamin ERUL (53)
ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR SORUMSUZ (MU?) – Rukiye KARAKÖSE (54)
ESKİŞEHİR GÜZELLEMESİ – M. Nihat MALKOÇ (59)
İLETİŞİMİN AYAK BAĞI YANLIŞ ANLAMALAR – Semih KAÇAR (60)
ŞEFKAT ABİDELERİ ŞİFAHANELER – Esma TOK (64)
İFTİRA – Mehmet SOYSALDI (66)
HOŞGÖRMELİ ÂLEMİ – Hatice Eğilmez KAYA (73)
ESKİŞEHİR’İN MANEVİ COĞRAFYASI - Mustafa ÖZÇELİK (74)
CAN YUNUS’UM – Rabia BARIŞ (77)
ESKİŞEHİR VELÎLERİ - Yusuf HALICI (78)
HIZIR GİBİ – Raziye SAĞLAM (80)
GÖNÜL DALI – Mürsel GÜNDOĞDU (83)
KAS GEVŞETİCİLER – Akın DİNDAR (84)
AYVA - Şifalı Bitkiler (86)
OM ALİ (ÜMMÜ ALİ) – Mesude SARI (87)
KIYAMETLER KOPUYOR, KIYAMA HAZIRLANMALIYIZ!
UÇURUMLARIN ZARİF KÖPRÜSÜ
ÇANAKKALE’NİN SARIKLI MÜCAHİDLERİ
KUL KORKUSU MUALLAH KORKUSU MU?
ESKİŞEHİR BİR ERENLER DURAĞI!
GÖNÜLLERE NAKIŞ VURANLAR
06Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da “es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat” kelimesi Kur’ân’da 48 kere tekrarlanır. Çünkü kıyâmet, insanlığın hayatında dönüm noktası olan, en önemli saatin adıdır. İnsan, bütün programını bu saati göz önünde bulundurarak yapmalıdır.
Hissiyat ile ifadesi arasındaki fark, kalbin devri yükseldikçe bir uçuruma dönüşmektedir. Kelimeler sıcak yüzünü esirger; keyfiyetler kifayetsiz, hisler ifadesiz kalabilir.
Çanakkale Savaşı esnasında aziz vatanımızın hemen her bölgesindeki şeyhler, müderrisler, âlimler de tekke, zaviye ve medreselerini kapatıp cepheye koşmuşlardır.
Bir mü’min hayatını neye göre şekillendireceğini bilir. Çünkü önünde Allah’ın kitabı ile son elçisinin buyrukları vardır.
Anadolu’da mana ikliminin baş şehirlerinden birisi de Eskişehir’dir. Bin yıldan beri İslâm’ın kadim şehirlerinden…
Kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı Allah, bir ölçü, ahenk ve nizam içerisinde bütün mahlûkatı şekillendirip nakşetmiştir.
14Ali AKPINAR
M. Bedrettin TOPRAK Enbiya YILDIRIM
Meryem Aybike SİNANMusa TEKTAŞ
Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23
Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74
İsmail ÇOLAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 149 Mart 2013Basım Tarihi: 01 Mart 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
55Mart 20134
Faziletli Efendim!
Yaklaşan Kurban Bayramınızı gönülden tebrik etmeyi bir görev sa-
yar ve o mukaddes ellerinizden öperim. Ayrılık acınızla geçen günleri-
mi ve halimden sizleri haberdar etmek için belirtmek isterim ki; yedi
aya ulaşan ayrılık günlerimiz gönülde nice yaralar açmış ve o yaralara
çare olan yine aklımdaki hayaliniz olmuştur. Gönül yarama çare olan
hayaliniz aklıma geldiğinde:
“Sana olan iştiyakımın derdini şerh edebilmem için;
Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül istiyorum..”
(Bu beyit Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk onsekiz beyiti arasında
yer almaktadır.)
Bu beytin yüce anlamı olan gönlün sevinçli halini yine size yönele-
rek arz ediyorum.
Sabah ve akşam aklımdan gitmeyen o hal ve hareketlerinizi gö-
zümde canlandırdıktan sonra ortaya çıkan hayaliniz ile gönlüm, o ha-
yal edilen mutlulukla kavuşmuş gibi düşünür ve mutlu olur.
Ey Saklı Gönlümün Biricik Dostu, Yâri, Arkadaşı Olan Hocam, Efendim;
Ayrılık zamanı görüşmeden geldiğim için perişanım. Yardıma ih-
tiyacı olan halime acıyarak bakarken sevinçli ve o mutlu halinizi, hü-
zünlü gönlüme yar sayarak sevinip, mutlu olurum. Lütfettiğiniz güzel
bir mektubunuzla hüzün dolu gönlümü bırakıp mutluluk yolunu bek-
lerken, yolunuzu gözlemekten ağlayıp üzülen oldum. Ümitsiz halime
göz ve gönlün tercümanı olan kalemden ortaya çıkan muhabbet bel-
gesi olan şu mektubu; sizin huzurunuza yedi aylık bir ayrılık acısına
karşılık olarak gönderiyorum.
“Mektup ulaşırsa; mektuplaşmak, kavuşmanın yarısıdır.” Sırrın-
ca ayrılık acıma, gizli hayalinizi yeterli görüp, saygı ve sevginizle bir-
likte kararsız olan gönlüme güler yüzünüzle sonsuz ümit ve hayır du-
alarınızı beklerim ve tekrardan ellerinizden öperim efendim.
*Bu mektubu İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.)’ye yazmışlardır.
Güncelleme: Yard. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Elliikinci Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
7Mart 20136 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
“Ey insanlar!
R a b b i n i z d e n
sakının; doğ-
rusu kıyâmet gününün sar-
sıntısı büyük şeydir. Kıyâmeti
gören her emzikli kadın emzir-
diğini unutur, her hâmile kadın
çocuğunu düşürür. İnsanları
sarhoş gibi görürsün oysa sar-
hoş değildirler, fakat bu sadece
Allah’ın azâbının çetin olmasın-
dandır.”1
“Gök, o gün, erimiş maden
gibi olur. Dağlar da atılmış pa-
muğa döner.”2 “Yıldızların ışığı
giderildiği zaman, gök yarıldığı
zaman, dağlar pamuk gibi atıl-
dığı zaman…”3
“Gökler kapı kapı açılacaktır.
Dağlar yürütülüp serap olacak-
tır.”4
“O gün bir sarsıntı sarsar.
Peşinden bir diğeri gelir. O gün
kalpler titrer. İnsanların gözleri
yere döner.”5
“O muazzam gürültü, kıyâmet
kopup geldiği zaman… O gün,
kişi kardeşinden, annesinden,
babasından, karısından ve oğul-
larından, kaçar. O gün, herkesin
kendine yeter derdi vardır.”6
“Güneş durulup ışığı kalma-
dığı zaman… Yıldızlar düşüp,
söndüğü zaman… Doğurma-
sı yaklaşmış develer başıboş bı-
rakıldığı zaman… Yabani hay-
vanlar bir araya toplatıldığı
zaman… Denizler kaynaştırıldı-
ğı zaman…”7
“Gök yarıldığı zaman… Yıldız-
lar dağılıp döküldüğü zaman…
Denizler kaynaştığı zaman… Ka-
birlerin içi dışına çıktığı zaman…
İnsanoğlu, ne yaptığını ve ne
yapmadığını görür.”8
“Gök yarılıp Rabbine bo-
yun eğdiği zaman ki gök boyun
eğecektir, yer düzeltilip, içinde
olanları dışarı atarak boşaldığı
zaman ve yer Rabbine boyun eğ-
diği zaman ki yer boyun eğecek-
tir.”9
“Gürültü koparacak olan! Ne-
dir o gürültü koparacak olan? O
gürültü koparacak olanın ne ol-
duğunu sen bilir misin? O gün
insanlar, ateş etrafında çırpınıp
dökülen pervaneye dönecekler.
Dağlar, atılmış renkli yüne ben-
zeyecekler.”10
Adı Kıyâmet
Her şey yerle bir oluyor, adı
kıyâmet. Bin yıllardır belli düzen
içerisinde hareket eden, görevle-
rini aksatmadan yerine getiren
göklerin ve yerlerin düzeni bozu-
luyor, adı kıyâmet. Gök cisimle-
ri paramparça oluyor, hiç deliği/
yarığı olmayan gökyüzü yarılıyor,
adı kıyâmet! Yeryüzünün en sağ-
lam yapıları dağlar, pamuk gibi
didiliyor; yeryüzünün en akıllı
varlığı insan kelebekler gibi sav-
ruluyor, adı kıyâmet. Her şey yer-
le bir oluyor, yıkılıyor, yaşanıla-
maz oluyor, adı kıyâmet!
Kıyâmet, bir şeyin ayağa kalk-
ması, kaldırılması demektir. Çün-
kü kıyâmetle birlikte, ilk yaratı-
lıştan itibaren, kıyâmete kadar
yaşamış ve ölüp gitmiş, isimle-
ri unutulmuş, kemikleri çürü-
müş toprak olmuş bütün canlı-
lar diriltilip ayağa kalkacaklardır.
En önemlisi de kâinâtın efendisi,
yeryüzünün halifesi insanın diril-
tilip ayağa kalmasıdır. Evet, in-
san yaptıklarının hesabını ver-
mek için, yaptıklarının karşılığını
görmek için diriltilip ayağa kalka-
caktır. O gün, “Boynuzlu koçtan
hakkını almak üzere boynuzsuz
koyunun diriltileceği bir gün-
dür.” O güne kadar geçici bir süre
de olsa zâlimlerin, azmanların de-
dikleri olmuş, bir takım haksızlık-
lara fırsat verilmiştir. Ancak o gün
her konuda ve herkes için yalnız-
ca Cenab-ı Hakk’ın hükmü geçer-
li olacaktır. Zira o gün hükümran-
lık, bütünüyle yalnızca Kahhâr
olan Yüce Allah’a ait olacak ve bu
gerçeği inanan inanmayan her-
kes görecek ve kabul edecektir.
İşte bütün bu sebeplerden dola-
yı o günün adı kıyâmettir. Canlı-
ların kıyâm ettiği, hakkın hâkim
ve kâim olduğu gün. Bâtılın sesi-
nin bütünüyle kısıldığı ve yalnız-
ca hakkın gündemde olduğu gün.
Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da
“es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat”
kelimesi Kur’ân’da 48 kere tek-
rarlanır. Çünkü kıyâmet, insan-
lığın hayatında dönüm nokta-
sı olan, en önemli saatin adıdır.
İnsan, bütün programını bu saa-
ti göz önünde bulundurarak yap-
malıdır.
Yukarıya aldığımız âyetlerden
KOPUYOR, KIYÂMA HAZIRLANMALIYIZ!
KIYÂMETLER“Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da “es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat” kelimesi Kur’ân’da 48
kere tekrarlanır. Çünkü kıyâmet, insanlığın hayatında dönüm noktası olan, en önemli
saatin adıdır. İnsan, bütün programını bu saati göz önünde bulundurarak yapmalıdır.”
İLAHİ MEVLÂ’YA
Kalpten gayriyi sökmeliBoynu bükük diz çökmeliPişman, muhlis yaş dökmeliGözler Mevla’ya Mevla’ya…
Emrettiği güdülürseArz-ı hale gidilirseKabul eder, edilirseNazlar Mevla’ya Mevla’ya.
Kibirli yere inecekSabır isyanı yenecekYa kara ya ak dönecekYüzler Mevla’ya Mevla’ya.
Hak, pâk yolu öğrenmeliKalpten necat dilenmeliSamimice söylenmeli Sözler Mevla’ya Mevla’ya.
Fısıltıyı duyan olurYasaklanan beyan olurSaklansa da ayan olurGizler Mevla’ya Mevla’ya.
Sevgisiz kalan solmaz mı?Âşık hak aşkı bulmaz mı?Sadık, muhlis, kul olmaz mı?Özler Mevla’ya Mevla’ya.
Asgari ne etmeliyizAşkla yanıp tütmeliyizSaf gelip saf gitmeliyizBizler Mevla’ya Mevla’ya.
Kadir KARAMAN
Mart 20138 9
de anlaşılabileceği gibi Kur’ân’ın
kıyâmet sahneleri son dere-
ce etkileyici ve canlıdır. Özellik-
le âyetlerdeki Arapça kelimele-
rin lafız ve mânâlarının çok daha
etkileyici ve insanın ruhuna işle-
yen, kulaklarını patlatıp yürek-
lerini hoplatan bir yönü vardır.
Es-Sâhha, el-Kâria, el-Hâkka,
es-Sâika, el-Vâkıa, el-Ğâşiye, er-
Râdife, et-Tâmme gibi… Bütün
bunlar, hangi konum ve seviye-
de olursa olsun, her insanın etki-
lenip önceden tedbir alması ve o
âna hazır olması içindir.
Ansızın Gelecek
Kur’ân, kıyâmet saatinin an-
sızın geleceğini haber verir. Bu
her zaman ona hazır olmamız
içindir. “Göklerin ve yerin gay-
bı Allah’a aittir, kıyâmet sâatinin
kopuşu bir göz kırpması kadar
veya daha çabuk bir zaman için-
de olur. Şüphesiz Allah her şeye
Kadir’dir.”11
Kişinin kendi ölümü,
kıyâmetinin kopmasıdır. Ölüm
küçük kıyâmettir. Hepimize her
ân ölüm gelebilir, dolayısıyla her
ân kıyâmetimiz kopabilir. Bizim
için önemli olan kıyâmet kopma-
dan, bizim kıyâm edip, kendimize
gelip, aklımızı başımıza alıp hu-
zurdaki duruşa hazır olmamızdır.
Büyük kıyâmetin vaktini Yüce
Rabbimiz gizlemiş, o kadar ki
neredeyse kendinden bile giz-
lemiş. İyi ki de gizlemiş. Şâyet
kıyâmetin vakti önceden açık-
lanmış olsaydı, hayat çekilemez
olurdu. “Herkes işlediğinin kar-
şılığını görsün diye, zamanını
neredeyse kendimden bile gizle-
diğim kıyâmet mutlaka gelecek-
tir.”12 Evet, kıyâmetin ne zaman
kopacağını ancak Yüce Allah bilir.
Onu peygamber de bilemez, me-
lek de. “Sana, kıyâmet sâatinin
ne zaman gelip çatacağını soru-
yorlar, de ki: ‘Onu ancak Rab-
bim bilir, onun vaktini, O’ndan
başka belirtecek yoktur. Gökle-
rin ve yerin, ağırlığını kaldıra-
mayacağı o saat, sizlere ansızın
gelecektir.’ Sen sanki öğrenmiş-
sin gibi sana soruyorlar, de ki:
‘Onu bilmek ancak Allah’a mah-
sustur, ama insanların çoğu bu
gerçeği bilmezler.”13 “İnsanlar
senden kıyâmetin zamanını so-
ruyorlar; de ki: ‘Onun bilgisi an-
cak Allah katındadır; ne bilirsin,
belki de zamanı yakındır.”14 Hal
böyle iken kıyâmet saatinin vakti-
ni belirlemek için çaba ve tahmin-
ler ne kadar anlamsız ve yersizdir.
Âyetler ve hadisler, kıyâmetin
beklenmedik bir zamanda an-
sızın kopacağını söylerken ve
kıyâmetin çok yakın olduğunu
haber verirken, kıyâmetin vak-
tini tespit sadedinde üretilen ve
söylenen şeyler kuruntudan öteye
geçmeyen, bilgi değeri olmayan
ve genellikle de kıyâmetin vakti-
ni öteleyen hezeyanlardır.
Kıyâmete Hazır mıyız?
Konuyla ilgili pek çok ha-
disinde Peygamberimiz, bizle-
ri kıyâmete hazır olmamızı sağ-
lamak için ve bu hazırlığı da
istikâmet üzere kalarak yapma-
mızı temin etmek için uyarılar-
da bulunur. Meselâ bunlardan
meşhur bir hadis şöyledir: “İş/
emânet ehli olmayana verildi-
ğinde kıyâmeti bekleyin.”15 Bu
durum kıyâmetin yaklaştığının
alâmetidir. Aynı zamanda top-
lumda oluşacak karmaşanın bir
kıyamet olarak nitelendirilmesi
söz konusudur; kıyâmetlerin kop-
masına, kargaşa ve fitnelerin yay-
gınlaşması da sebeptir.
Yine pek çok hadiste şirkin,
faizin, içkinin, fuhşun, adam öl-
dürmenin, çıplaklığın, oyun eğ-
lencenin yaygınlaşması; ilmin
kaldırılıp yerine cehâletin ko-
nulması, insanların yüksek bina
yapma yarışı içerisinde olmala-
rı, kişinin kazancının helâl ha-
ram oluşuna dikkat etmemesi,
zamanın bereketinin kalmama-
sı, kıyâmet alâmeti olarak belir-
tilmiştir.
Önemli olan kıyâmetin ne
zaman kopacağını bilmek de-
ğil, her ân kıyâmet kopacakmış
gibi kıyâmete hazır olmaktır.
Kıyâmete hazır olmak istikâmet
üzere kalmak, her ân ölümle kar-
şılaşabileceğinin bilincinde Yüce
Rabbin huzuruna çıkmaya ha-
zır bulunmakla mümkün olacak-
tır. “Su çekildi, göründü sanki
zamanın dibi / Korkuyorum, bu
akşam kıyâmet varmış gibi di-
yerek” her ânı kıyâmet zamanı
gibi gören; “Ölüm ne uzak, ne ya-
kın bize ölüm / Ölümsüzlüğü tat-
tık ne yapsın bize ölüm” diyerek
ölüme gülümseyenler bu bilinçte
olanlardır.
1 22/Hac, 11-2.2 70/Meâric, 8-9.3 77/Mürselât, 8-10.4 78/Nebe’, 19-20.5 79/Nâziât, 6-9.6 80/Abese, 33-37.7 81/Tekvîr, 1-6.8 82/İnfitâr, 1-5.
9 84/İnşikâk, 1-5.10 101/Kâria, 1-5.11 16/Nahl, 77.12 20/Tâhâ, 15.13 7/A’râf, 187.14 33/Ahzâb, 63.15 Buhârî, İlim, 59.
*Prof. Dr.
Dipnot
11Mart 201310 11
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
AYİNESİGÖNÜL
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-
retleri, tasavvufî düşüncesini gö-
nül süzgecinden geçirerek mısra-
lara dökmüş bir Hak dostudur. Ona göre gönül,
aşkın kaynağı ve madenidir. Aynı zamanda
Hakk’ın kâinatta tecelli etmeye layık gördüğü
tek mekândır. Bu gazelde Osman Hulûsi Efendi
(k.s.) gönül âyinesinde tecelli eden ezelî muhab-
beti kendi gibi ehl-i aşk ve muhabbet olanlar ile
paylaşmıştır. Bizlere düşen yalnızca onun bu en-
gin muhabbetine ortaklık etmek.
Göz göz olan bu sîne mir’ât-ı hüsnün olmuş
Yüz gösteren boyuna âyât-ı hüsnün olmuş
(Bu sîne göz göz dağlanarak güzelliğinin ayna-
sı, güzelliğinin inkâr edilemez delili olmuştur.)
Beyitte geçen “göz göz olmak” tabiri önemli
bir geleneğin işaretçisidir. Eskiden tasavvuf ehli
olanlar dünyalık kılık kıyafete çok ehemmiyet
vermezlerdi. Yakaları yırtık, yamalı kıyafetler-
le gezmeyi adet edinmişlerdi. Âşığın gönlü hep
yaralıdır. Bu kıyafetinden yaralı sinesi de zaten
rahatlıkla görülebilmektedir. Âşığın gönlündeki
yaralar iki şekildedir, şerha şeklinde ‘elif’ ve göz
göz olmuş ‘he’. Böylece âşık sinesine ‘ah’ nidası-
nı nakşetmiştir.
Hulûsi Efendi (k.s.) işte bu göz göz olmuş ya-
raları sevgilinin güzelliğinin bir neticesi olarak
anlatmaktadır. Bunu anlatırken de ayna benzet-
mesiyle sevgilinin güzelliğinin sînede yansımasını
akıllara getirmiştir. Çünkü ayna sevgilinin kendi
güzelliğini seyrettiği bir yerdir. Tüm bu benzetme
ve somut ifadelerin arkasında ki gerçek tasavvufî
his ve duyuş ile anlaşılmaktadır.
İnsan-ı Kâmil Gönül Aynası
Tasavvufta ayna “tecellî-gâh”tır. Sevgilinin gö-
ründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem,
âlemdeki eşyanın, yaratılmışların her biri, in-
san, insan-ı kâmil, mü’min, insanın gönlü, kalbi
Allah’ın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani ay-
nadır. Hulûsi Efendi (k.s.)”Ben hiçbir yere sığ-
mam, sadece mü’min kulumun gönlüne sığarım.”
hadis-i kudsîsini kendi veciz ifadesiyle yorumla-
mıştır.
Her yan açılmış ey yâr ezhâr u gül ne kim var
Bu ay u gün-i seyyâr mişkât-ı hüsnün olmuş
(Ey yâr her yanımda çiçekler ve güller açılmış,
böylesi kimse de yok; bu ay ve güneş güzelliğinin
kandili olmuştur.)
Âşık vücudunda ve sinesinde açılmış aşk yara-
larından şikâyetçi değildir. O yaraları açmış çiçek
ve gül gibi görmektedir. Çünkü sînede açan aşk
yarası hem renk hem de şekil itibariyle güle ben-
zer. Bu nedenle âşığın sinesi bir gül bahçesi gibi-
dir. Beytin ikinci mısraında ayın ve güneşin gerçek
mahiyeti anlatılmış. Bizim için bir hayat kaynağı
olan bu iki gök cismi, Zât-ı Ulûhiyyet’in güzelliği-
ni gösteren birer kandil hükmündedir.
Zülfün ayağa salmış uşşâkın aklın almış
Cân görmüş ana dalmış hâlât-ı hüsnün olmuş
(Saçlarını ayağına kadar yere salmış, âşıkların
aklını başından almış, can görmüş ona dalmış gü-
zelliğinin haleti olmuş.)
Dîvân edebiyatında saç ile ilgili birçok benzet-
13Mart 201312
me unsuru vardır. Ancak tasavvufî manada saç iki
anlam ifade etmektedir. Öncelikle saç, hiç kim-
senin ulaşamadığı gaybî hüviyet; Hakk›ın zâtı ve
künhüdür. Ancak burada ifade edilen saç ayakla-
ra kadar uzanan saçtır. Tasavvufta uzun saç, sınır-
sız varlıklar, çokluk ve ta’ayyünler, celâlî tecellileri
ifade etmektedir. Bol ihsan ve nimetler karşısında
âşıkları aklının başından gitmesi, yani cezbe hali
ifade edilmiştir.
Her yanı çesm-i hâlin koymuş gama hayâlin
Gâh hicr ü gâh visâlin lezzât-ı hüsnün olmuş
(Dertli göz her yeri ve hayali
gamlı eylemiş, güzelliğinin lez-
zeti bazen ayrılık bazen kavuş-
mak olmuş.)
Tasavvuf ehli için göz
Allah’ın güzelliklerini müşa-
hede etmede bir araçtır. An-
cak gözün başka bir hususiyeti
burada özellikle vurgulanmak-
tadır. Eğer kişi ağlarken yaşlı
gözler ile etrafına bakarsa her-
kesi de kendi gibi ağlar bir va-
ziyette görecektir. Bu nedenle
Hulûsi Efendi (k.s.), ‘Hayalle-
ri gama koydun.’ tabiriyle bu ruh halini ifade et-
mek istemiştir.
Ötedeki Asıl Lezzet
İkinci beyitte âşıklığın başka bir boyutu
ele alınmıştır. Âşığa her dâim sevgiliyle birlik-
te olmak lezzet vermez. Her nesnenin zıttı ile
bilinmesi prensibiyle, visâl lezzeti ancak ayrı-
lık ile bilinebilir. Yani kimi zaman ayrı kalınsa
da sonunda kavuşulacak olması, o ayrılığında
lezzete dönüşmesine neden olmaktadır. Ta-
savvuf ehlinin dünyaya ve dünya hayatına ba-
kışını yansıtan veciz bir ifadedir. Çünkü ehl-i
aşk için dünya Allah’tan ayrılığa sebep olan bir
mekândır. Ancak neticesi yine mutlak sevgili-
ye kavuşmak olacağı için lezzet vermektedir.
Ve dünya lezzeti ise ötedeki asıl lezzetin bir
numunesidir.
Bir gün inâyet etdi sâkî beşâret etdi
Meyden hikâyet etdi hâcât-ı hüsnün olmuş
(Sâki bir gün inâyet etti ve müjde verdi, güzel-
liğinin hacâtı olmuş meyi anlattı.)
Hulûsi Efendi (k.s.) Hak dostu bazı kişilerin
eriştiği ve o makamı bilmeyenlerin çok da idrak
edemediği bir mertebeden bahsetmektedir. Sâki
inayet ve yardım ile sevgilinin güzelliğini anlaya-
bilecek idrake ulaştıran meyi anlattır. Mey, bâde
şarap demektir. Ancak mey tasavvufî sembolizm-
de, âşk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâları ifade et-
mektedir. Sâki ise mürşit ve
kâmil manalarında kullanıl-
mış bir semboldür. Böylelik-
le beytin tasavvufî manası çok
net bir şekilde anlaşılmakta-
dır. Hulûsi Efendi (k.s.) idrak
ufkunu aşarak yükseldiği mer-
tebeyi ifade etmiştir.
Uşşâkın cân u mâlı îmânı dîni
hâli
Hem akl u hem hayâli gârât-ı
hüsnün olmuş
(Âşıkların canı, malı, imânı,
dini, hâli, aklı ve hayali güzelliğinin yağması ol-
muş.)
Beytin hem gerçekte ifade ettiği hem de mecâzi,
yani tasavvufî olarak ifade ettiği mana çok güzel-
dir. Sevgilinin güzelliği, âşıkların bütün idrak ve
hayal dünyasını elinden almıştır. Böylece âşık
olma hali ortaya çıkmıştır. Çünkü bu hal normal
şartlarda meydana gelmesi mümkün olmayan bir
haldir. Âşık sahip olduğu her varlığı sevgili uğru-
na tüketmeye razıdır.
Allah aşkıyla kendini kaybetmiş bir Hak dostu
artık tenden de candan da geçmiştir. Artık onun
için hiçbir durumun ve halin değeri kalmamıştır.
Hem maddî hem manevî bütün varlığının Allah
yolunda yağma olmasını istemektedir. Tasavvufî
ilhamları gönül süzgecinden geçiren Hulûsi Efen-
di, hissiyatını yukarıdaki beyitiyle anlatmışken,
tasavvuf ehlinin en zirve isimlerinden Yunus
Emre aynı duyguları şu deyişleriyle ifade etmiştir:
Canlar cânını buldum bu cânım yağma olsun
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun
Yûnus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldum kovanım yağma olsun
Biz yine şerh ettiğimiz gazelin beyitlerine dönelim:
Uşşâkı derde salmak hayretle hâlî kalmak
Cevr eyleyip cân almak âdât-ı hüsnün olmuş
(Âşıklarını derde salmak, hay-
ret halinde kalmak, cevr edip ca-
nını almak güzelliğinin âdeti ol-
muştur.)
Dîvân edebiyatında sevgilinin
en değişmez özelliğidir cevri ve
cefası. Âşık nasıl dert ve elem çek-
meye müptela ise, sevgilide o doğ-
rultuda cevr ve cefâyı âdet edin-
miştir. Âşık sevgilinin cevri ve
cefasından memnundur. Çünkü
bu durum sevgilinin onunla ilgi-
lendiğini göstermektedir. Asıl büyük cefa sevgili-
nin âşıkla ilgilenmemesidir.
Hayat Dertsiz Olmuyor
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin mevzu ettiği sevgi-
li Zât-ı Mutlâk olması dolayısıyla beytin anlamı
bambaşka bir hüviyet kazanmaktadır. Sıkıntısız
ve dertsiz geçen hayat ehl-i aşk için makbul bir
hayat değildir. Zira Allah’ın onu kendi haline bı-
rakması mevzu bahistir. Hâşâ bütün kusur sıfat-
lardan münezzeh olan Allah unutmaz. Ancak dert
ve sıkıntı vermediği kulunu kendi haline bırakmış
olur. Bu nedenle ehl-i aşk olan kişi yine Yûnus mi-
sali demeli:
Gelse celâlinden cefâ
Yahut cemâlinden vefâ,
İkisi de câna safâ
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.
Gazelimiz şu beyitle tamamlanıyor:
Yârın Hulûsî yâdı gönlün müdâm murâdı
Her müşkilin küşâdı tâât-ı hüsnün olmuş
(Ey Hulûsi gönlünün muradı her dâim yârin
yâdıdır, her müşkilin çözümü güzelliğinin tâati ol-
muş.)
Hulûsi Efendi (k.s.)”Kalpler ancak Allah’ı an-
makla mutmain olur.”(13/Rad, 28) ayetinin ve-
ciz bir yorumunu yapmıştır. Zira kalp her dâim
Allah’ı anmak arzusundadır. Bütün müşkülle-
rin ve problemlerin çözümleri bununladır. Hak
dostları dertdaş olduklarından ötürü bazen dil-
ler ayrı olsa da ifadeler birdir. Bu nedenle Hulûsi
Efendi’nin beyitte ifade ettiklerini Alvarlı Efe Haz-
retleri daha farklı bir şekilde söylemiştir. Bizlerde
Alvarlı Efe’nin beytimizi şerh eden güzel deyişiyle
bitirelim yazımızı:
Sen Mevlâ’yı sevende, Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına erende, rızasını vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar fedâ eylesen
Emrince hizmet kılsan Allah ecrin vermez mi?
Varlığın mahv eylesen, terk-i vücûd eylesen
Bu sahra-yı âdemde, Yar yanına varmaz mı?
Şer-i şerîf yolunda, peygamberin halinde
Allah desen dilinde, bin kez hâlin sormaz mı?
Derd ile cangâhından cânân diye çağırsan Derdin dermân ederler, yaran merhem urmaz mı?
Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan
Cihergâhı dağlasan ahvalini sormaz mı?
“Aşığın gönlü hep yaralıdır. Bu kıyafetinden yaralı
sinesi de zaten rahatlıkla görülebilmektedir. Âşığın
gönlündeki yaralar iki şekildedir, şerha şeklinde
‘elif’ ve göz göz olmuş ‘he’. Böylece âşık sinesine
‘ah’ nidasını nakşetmiştir.”
15Mart 201314 15
BİR ERENLER DURAĞI!
ESKİŞEHİR
Şehir Güzellemesi
Meryem Aybike SİNAN
Anadolu’da mana iklimi-
nin baş şehirlerinden biri-
si de Eskişehir’dir. Bin yıl-
dan beri İslâm’ın kadim şehirlerinden… Kültür
ve medeniyet yürüyüşünde bayraktarlık yapan
bir bozkır ve yürek şehri, Eskişehir. Yüzünü ay-
naya çevirmiş, içi ve dışını bir potada eritmiş ve
gülümseyişini uzatmış bir umut ve güzellik şehri.
Eskişehir, uzatmalı bir sevdanın dervişi gibi
güzelliklere baş koymuştur. Şehrin ortasından
gürül gürül akan Porsuk Çayı’nın dilindendir bü-
tün ezgileri. Ruhunun çağrışımları ve yüreğinin
nakışları mana ikliminin sağanağı altındadır her
dem. Eskişehir bir yanıyla Yunus Emre’dir bir ya-
nıyla Seyyid Battal’dır bilinesi.
“Sakarya” Eskişehir’in saf çocuğudur.
Sakarya bu şehrin bağrından geçerken
mana ikliminden esintileri de sürükler götürür
Anadolu’nun nice kent ve ilçelerine. Su bir mede-
niyettir, bir hediye ve lütuftur bilene. Bir şehrin
yazgısını değiştirir. Şehirler ve nehirler bir şehrin
ufkuna ne güzellikler katarlar, ne hikâyeler anla-
tırlar bilen bilir ancak.
Eskişehir İlklerin Yeşerdiği Şehirdir
İlk yerli otomobil, ilk uçak motoru, ilk hızlı
tren seferinin yapılması gibi birçok ilk bu şehre
nasip olmuştur. Orta Anadolu’nun bağrında
Mart 201316 17
berrak bir mermer sütun gibi tertemiz ışıldayan
ve gülümseyen medeni bir şehirdir Eskişehir.
Evlad-ı Fatihan diyarından gelen misafir soy-
daş ve dindaşlarımızla nüfusu katlanan, üniver-
siteleriyle, bilimsel çalışma yapan münevver-
leriyle, öğrencileriyle geleceğe emin adımlarla
yürüyen, şaha kalkmış bir şehirdir her dem gi-
dilesi.
Eskişehir ılıcalar ve kaplıcalar şehridir aynı
zamanda. Bor madeni yönüyle ülkenin üçte
birini barındıran önemli bir maden şehridir
aynı zamanda. Pişmiş topraktan üretim ya-
pan bir kent olması yanında bu pişmiş toprak
için her yıl sempozyumlar düzenlenerek pişmiş
topraktan sanat eserleri de yüzeye çıkarılıp ülke
ekonomisine önemli katkılar sağlanmaktadır.
El sanatları, halı kilim, çuval, heybe gibi ge-
leneksel dokuma ürünleri de kent bakımından
önemlidir.
Evlad-ı Fatihan diyarından gelenler Boş-
nak, Kırım, Kafkas yemeklerini ve kültürünü
de şehre eklemiş ve ciddi anlamda bir zengin-
lik ortaya çıkmıştır. Sütlü ovmaç çorbası, haş-
haşlı dolama, haşhaşlı bükme, toyga çorba-
sı göceli tarhana, ıslat tarhana, düğün köftesi
çorbası, kelem dolması, harşıl, katlama böre-
ği, mercimekli mantı, kuzu sorpa belki de duy-
madığımız, bilmediğimiz yemeklerden bir de-
met.
Nuga helvası, cevizli yaz helvası, tahin hel-
vası, tahin ve çövenden bir kürek yardımı ile
yapılan kürek helvası Eskişehir’in geleneksel
tatlarındandır.
Yine üyken börek, kaşık börek, çiğbörek,
köbete, sarıburma, cantık, kavurma börek,
kıygaşa gibi Kırım - Tatar mutfağı ürünle-
ri Eskişehir mutfağına ayrı bir tad ve güzellik
katmış ve yörenin mutfağına sultanlığını ilan
etme hakkını de beraberinde getirmiştir.
Odunpazarı evleri hala Osmanlı’dır, hala o şa-
şaalı günlerin fısıltısını ve esintisini üzerinde taşır
gibidir. Bu mahallede Kurşunlu Külliyesi Odun-
pazarı evlerine yarenlik yapar gibidir. Ve külli-
yenin yanı başındaki Eskişehir Mevlevihanesi
bir ney sesinin hazin iniltisi eşliğinde mana
ikliminde gönül sultanlarını yâd eder gibidir.
Şeyh Edebali’nin türbesi Odunpazarı
civarında olup semtin ağırbaşlı duruşunu imle-
mektedir.
Bir de Eskişehir türküleri vardır hatıralı, sıcak
ve bizden olan sımsıcak türküler:
Gayfeciler, gayfe de pişirir
Yeni Memed ağa aklını şaşırır
Haralıkta boş kese düşürür
Şallıdır o şallıdır, tellidir o
Bir tarihî eser kentidir Eskişehir. Selçuklu’dan,
Osmanlı’dan günümüze ısrar edip gelen dantel
güzelliğindeki onlarca yapı hâlâ şehrin bağrında
arz-ı endam etmektedir.
Seyitgazi Kervansarayı (Eski Han), Deve-
lik Han, Selçuklu Hamamı, Sücaattin Hama-
mı, Uyuz Hamamı, Kurşunlu Camii ve Külliye-
si, Alâeddin Camii, Seyyit Battal Gazi Külliyesi
ve Türbesi, Şeyh Sücaeddin-i Veli Külliyesi ve
Türbesi hala geçmişin hatıralarını gelene geçene
söyler, anlatır gibidir.
Eskişehir rüzgârı bile eskil ve hatıralıdır. Bir
şehrin kendi türküsünü söylemesi, tarihini anlat-
ması, yazgısını dile getirmesi ve geleceğine doğ-
ru, emin ve güven dolu adımlarla yürümesi ken-
dine mahsustur!
Eskişehir geleceğine doğru yürüyor. Heybe-
sinde geçmişi halle harmanlayarak bir tarihî an-
latımı seçen şehir Eskişehir… Porsuk Çayı gibi
delişmen, gürül gürül ve Erence’sine… Şen ola-
sın Eskişehir!
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
19
Bütün ayrıntıları ve tek tek her şeyİn sayısını tam olarak bİlen:
EL-MUHSΓRabbimizin el-Muhsî ismi, O’nun el-Âlim ismiyle birlikte düşünülmelidir. O’nun ilmi
her şeyi kuşatmıştır. Fakat ilim, bilinenleri tek tek sayması ve onları ihâta etmesi
bakımından mâlûmâta izâfe edildiği takdirde ihsâ/sayma adını alır.”
Mart 201318
El-Muhsî; “saymak,
miktarını bilmek,
bir şeyde iz bırak-
mak, menetmek, ezberleyip kav-
ramak” mânâsındaki “ihsâ” kö-
künden ism-i fâil olup, “sayıp
ayrıntılarıyla tespit eden” de-
mektir. Esmâ-i hüsnâdan biri
olup “gizli ve aşikâr her şeyi tek
tek, bütün ayrıntılarıyla bilen,
sayan, anlayan” anlamına ge-
lir. El-Muhsî, ünlü muhaddis
Tirmizî’nin, esmâü’l-hüsnâ ile
ilgili rivâyetinde geçmektedir.1
Yüce Allah’ın güzel bir ismi
olan Muhsî terim olarak; insa-
nın “inanç, söz, amel, fiil ve dav-
ranışlarını, varlıkta olup biten
her şeyin miktarını, sayısını bi-
len ve bunları koruyan, kolla-
yan” demektir. Bu bağlamda
muhsî oluş, ulûhiyetin nitelik ve
kemâlindendir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın el-
Muhsî ismi, “saymak” mânâsına
gelen “ihsâ” fiili ile birlikte kul-
lanılmıştır:
“Göklerdeki ve yerlerde-
ki herkes Rahmân’a kul olarak
gelecektir. Andolsun, Allah on-
ları ilmiyle kuşatmış ve tek tek
saymıştır. Onlar(ın her biri)
kıyâmet günü O’na tek başına
gelecektir.”2
Bu âyette tam bir tevhid der-
si verilmektedir. Cahiliye dö-
neminde müşriklerin, “Me-
lekler Allah’ın kızlarıdır.”;
Mûsevilerin “Üzeyir Allah’ın
oğludur.” ve Hıristiyanların “İsa
Allah’ın oğludur.” gibi inançla-
rı çürütülmektedir. Yüce Allah,
ulûhiyetinde de tektir. Hiç kim-
se O’nun ulûhiyetinden zerre
miktarı bir parça taşımaz. Bunu
iddia etmek, şirktir.
O, Dilediği Şekilde Hükmeder
Öte yandan, erkeği, dişisi,
küçük ve büyüğü ile yarattığın-
dan kıyâmet gününe kadar onla-
rın sayısını en iyi bilen Allah’tır.
“Hepsi kıyâmet günü O›na tek
olarak gelecektir.” Çünkü biz,
tek başımıza dünyaya geldik,
tek olarak ve tek başımıza O’nun
huzuruna gideceğiz. Yoldaşımız,
sadece amellerimiz olacaktır.
O’nun herhangi bir yardımcısı
yoktur. Tek ve ortağı olmayan
Allah’tan başka koruyup esirge-
yen bir başka varlık da yoktur.
Yaratıkları hakkında tasarruf
yetkisi O’na aittir. O, dilediği şe-
kilde hükmedecektir. Zerre ağır-
lığı haksızlık etmeyen âdildir,
O. Elbette hiç kimseye haksızlık
yapmaz.
Rabbimizin el-Muhsî ismi,
O’nun el-Âlim ismiyle birlikte
düşünülmelidir. O’nun ilmi her
şeyi kuşatmıştır. Fakat ilim, bi-
linenleri tek tek sayması ve on-
ları ihâta etmesi bakımından
mâlûmâta izâfe edildiği takdir-
de ihsâ/sayma adını alır. Bu an-
lamda mutlak muhsî, ilmin-
de her mâlûmun sınırı, sayısı
ve miktarı aşikâr olan zattır. Bu
ilâhî zât da ancak Allah’tır. İnsa-
na gelince, her ne kadar Allah’ın
ilminin bir tecellîsi olan ilmi ile
mâlûmâtın bir kısmını sayabilir-
se de çoğunu saymaktan âcizdir.
İnsanın ilmi, denize nisbetle bir
damla nisbetinde bile değildir.
Dolayısıyla, insan haddini bil-
meli, Allah’ın engin ilmi karşı-
sında kendisinin ilminin izâfî
olduğunu anlamalı ve O’nun il-
mine teslim olmalıdır.
Bir başka âyette, yüce
Allah’ın el-Muhsî isminin daha
açık ve net olarak varlıkta nasıl
21Mart 201320
tecellî edeceği ifade edilmekte-
dir:
“(Kıyâmet) günü Allah on-
ların hepsini diriltir ve onlara
yaptıklarını haber verir. Allah
onların yaptıklarını sayıp zapt
etmiştir. Onlar ise unutmuşlar-
dır. Allah her şeye şâhittir.”3
İslâm, insana yüklediği bü-
tün fiilleri, âhirette Allah’a he-
sap verme inancı üzerine kur-
muştur. Âhiret inancı var olduğu
sürece, insan hayatına bir disip-
lin egemen olur. Bunun sonu-
cu olarak; hak-hukuk, adalet ve
hakkâniyet, helâl ve haram du-
yarlılığı gözetilir. Her Müslüman
kendi hayatının geçici olduğunu
bildiği gibi, Allah’ın dışında var
olan her şeyin fânî olduğunu da
bilir. Bu dünya hayatı geçicidir.
Kıyâmet adı verilen bir gerçeklik
vardır. Her şeyin bir sonu oldu-
ğu gibi bu dünyanın da bir sonu
olacaktır.
Kıyâmet, kâinat nizâmının
bozulması ve her şeyin alt-üst
olmasıdır. Kıyâmetin ne zaman
olacağı konusunda bize bilgi ve-
rilmemiştir. Onun bilgisi Yüce
Allah’ın katındadır.4 Önem-
li olan kıyâmetin ne zaman ola-
cağı değil, kıyâmet için hazırlık
yapılıp yapılmadığıdır. Bu bağ-
lamda insan büyük kıyâmetten
önce küçük kıyâmet olan ken-
di kıyâmetini düşünmelidir. Her
insanın bu dünyadaki yaşama
süresinin sona ermesine “kü-
çük kıyâmet” denilmektedir. Bu
hususta Hz. Peygamber (s.a.v.),
“Ölen kimsenin kıyâmeti kop-
muştur.” buyurur. Onun için
Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi-
sine, ”Kıyâmet ne zaman?” diye
sorana: “Onun için ne hazırla-
dın?” sorusuyla karşılık vermiş-
tir.5 Asıl insan, kendi kıyâmeti
kopmadan ona hazırlık yapma-
lıdır.
İsrâfil (a.s)’ın ikinci sûra üf-
lemesiyle birlikte kabirlerden
diriliş gerçekleşecek ve herkes
hesap vermek üzere Allah’ın hu-
zuruna gidecektir. Artık amel
defterleri açılacak ve herkese
yaptıkları gösterilecektir.6 He-
sap ve cezâ olmadığına inanan
bazı kimseler, dünya hayatın-
da işledikleri suçları unutmuş-
larken, Allah bu suçları onların
amel defterlerine önceden tek
tek kaydettirdiği için zaptetmiş
ve mahkeme-i kübrâda önleri-
ne getirip koyacaktır. Yüce Allah
her şeyden haberdar ve her şeyi
görmektedir. Hiçbir şey O’na
gizli değildir.
Unutmak Bir Eksikliktir ve
İnsana Mahsustur
Her insan, bu varlık âleminde
hiçbir şeyin başıboş olmadığını
bilmeli, Allah’a kolay bir şekil-
de hesap verebileceği işler yap-
malıdır. Unutmak bir eksikliktir
ve insana mahsustur; Allah için
düşünülemez. Kaldı ki, O’nun
ilmi her şeyi kuşattığı için insa-
nın yapıp-ettikleri tek tek sayıla-
rak kayıtlara geçilecek, kıyâmet
günü de şunları yaptın diye tek
tek sayılıp dökümü insanın önü-
ne konacaktır. Allah, varlık dü-
zeninde olup-biten her şeyden
haberdardır. Yerde ve gökte hiç-
bir şey O’na gizli ve kapalı de-
ğildir. Bu konuda Yüce Allah,
insanların akıllarına şöyle ses-
lenir:
“Göklerde olanları da, yer-
de olanları da Allah’ın bildiği-
ni bilmez misin? Üç kişinin giz-
li bulunduğu yerde dördüncü
mutlaka O’dur; beş kişinin giz-
li bulunduğu yerde altıncıla-
rı mutlaka O’dur; bunlardan
az veya çok, ne olursa olsunlar
nerede bulunurlarsa bulunsun-
lar, mutlak onlarla beraberdir.
Sonra, kıyâmet günü, işledikle-
rini onlara haber verir. Doğru-
su Allah her şeyi bilendir.”7
Her insan şunu bilmeli-
dir. “Allah bize şahdamarımız-
dan daha yakındır.”8 Bizim
zâhirimizdekileri bildiği gibi
bâtınımızdakileri de bilir. Çün-
kü O, ez-Zâhir ve el-Bâtın’dır.
Bizim gizli ve açık yaptığı-
mız işler O’na gizli değildir. O,
küllîleri de bilir, cüz’îleri de bi-
lir. Kâinattaki hiçbir şey ken-
disine gizli kalmaz. Nitekim şu
âyette de kıyâmet gününde her-
kesin yaptıklarının tek tek yüz-
lerine okunup bir bir sayılacağı
anlatılmaktadır:
“Biz ölüleri diriltiriz, yap-
tıklarını ve bıraktıkları eserleri
yazarız. Biz her şeyi apaçık bir
kitapta (levh-i mahfuzda) sayıp
kaydetmişizdir.”9 Yine bir başka
âyette de: “Biz her şeyi bir apa-
çık kitapta yazıp saymışızdır.”10
buyrulmaktadır. Bütün bu
âyetlerden biz Yüce Allah’ın el-
Muhsî vasfının ne anlama gel-
diğini anlıyoruz. O halde O’nun
el-Muhsî vasfı; Allah’ın ilminin
nihâyetsiz olduğunu, dolayısıy-
la, O’nun bütün yaratıklarını,
onların iyi-kötü, günah-sevap,
iman-küfür cinsinden yaptıkla-
rını, geride faydalı ve zararlı ne
varsa bıraktığı eserleri, ağızla-
rından çıkan sözleri bildiğini ve
gördüğünü, onların hepsini bir-
bir bir kitapta kaydederek sak-
ladığını, kıyâmette bunları or-
taya çıkaracağını ifade eder.
İşte kıyâmet gününde O sahne
Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatı-
lır:
“Kitap ortaya konur. Suçlu-
ları, kitabın içindekilerden kor-
kuya kapılmış görürsün. ‘Ey-
vah bize! Bu nasıl bir kitaptır
ki, küçük büyük hiçbir şey bı-
rakmadan hepsini sayıp dök-
müş!’ derler. Onlar bütün yap-
tıklarını karşılarında bulurlar.
Senin Rabbin hiç kimseye zul-
metmez.”11
Her Müslüman Yüce Allah’ın
el-Muhsî isminden ahlâkî an-
lamda sonuçlar çıkarmalıdır. Bu
sonuçların başında, bu dünya-
ya Allah’a kulluk için geldiğimi-
zi idrak etmek gelir. Zira başıboş
olarak yaratılmadık. Bu âlemde
her bir varlığın kozmik sistemde
bir görevi vardır. Herkes kendi-
sine düşen görevi, ilâhî kanun-
lar çerçevesinde yerine getir-
melidir. Sınırlı olan ömrümüzü
tüketirken, O’na iman ederken
ve amel yaparken, Allah’ı görü-
yormuş gibi hareket etmeliyiz.
Bir gün yaptıklarımızdan hesa-
ba çekileceğiz. Allah’ın ilminde
hiçbir şey gizli kalmaz, tek tek
hayatımız kayıtlara geçmekte-
dir. Biz yaptıklarımızı unutabi-
liriz ama ilâhî kudret asla unut-
maz.
Ne mutlu, alnının akıyla
Allah’ın huzuruna çıkacaklara!..
Ne mutlu Allah’ın huzurunda
hesabı kolay olanlara!..
1 Tirmizî “Deavât” 83.2 19/Meryem, 93-94).3 58/Mücâdele, 6. 4 Bkz. 7/A’râf, 187.5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 192, 202. 6 99/Zilzâl, 6. 7 58/Mücâdele, 7. 8 50/Kaf, 16. 9 36/Yâsîn, 12.10 78/Nebe’, 29. 11 18/Kehf, 49.
*Prof. Dr.
Dipnot
23Mart 201322
TARÎKATLARDA
LETÂİF-İ HAMSEEĞİTİM
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE* Tasavvufu diğer İslâmî disiplinler-
den farklı kılan yegâne husûsiyet,
bilgi kaynağı olarak aklın yanında
kalbe de mürâcaat etmesidir. Rûhânî ve Rabbânî
bir latîfe olarak kalb, bilme, tanıma, algılama, so-
rumlu ve yükümlü olma gibi niteliklere sahiptir.
Tasavvufta kalbin işlevi akleder olmasıdır. Dola-
yısıyla düşünceyi üreten aklın kaynağı da kalb-
dir. Kalbde keşf ve müşâhede metoduyla üretilen
irfânın elde edilmesi, tasavvufî eğitimin yegâne
hedefidir.
Kalpte mârifetin husûle gelmesi, kalb tasfiyesi
ve nefis tezkiyesine bağlıdır. İnsanın düşünme, an-
lama, kavrama, eşyanın hakîkatini bilme yönünü
ifade eden kalb, insanı insan yapan ve diğer can-
lılardan ayıran temel insanî hakîkattir. Bu neden-
le tasavvufî eğitim, kalbin imar ve ıslahı gâyesine
yöneliktir. Tasavvufî eğitim, nefsânî tarîkatlarda
atvâr-ı seb’a yolu ile rûhânî tarîkatlarda ise letâif-i
hamse usulünce gerçekleştirilir.
Atvâr-ı seb’a usulünü benimseyen nefsânî
tarîkatlar, nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i
mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i
marziye ve nefs-i kâmile denilen nefis mertebele-
rini kelime-i tevhîd, Allah, Hû, el-Hak, el-Hayy,
el-Kayyûm ve el-Kahhâr zikirleri ile aşmayı öngö-
rürler. Zikredilen yedi isimle nefsin tezkiyesi he-
deflenmiş olur.
Ruhânî tarîkatlarda katedilmesi gereken mer-
tebeler nefsin değil ruhun mertebeleridir. Dolayı-
sıyla rûhânî tarîkatlar tezkiye usulünden çok, tas-
fiye metodunu benimserler. Tasavvufa göre insan
mülk ve melekût âlemlerini uhdesinde toplayabi-
len bir varlıktır.
Herşey Kalpte Başlar
Rûhânî tarîkatlara göre insan bedeninde beşi
halk âlemine, beşi de emr âlemine ait on latîfe bu-
lunmaktadır. Halk âlemine ait latîfeler; hava, su,
toprak, ateş ve nefistir. Emr âlemine ait latîfeler
ise kalb, ruh, sır, hafî ve ahfâdır. Nakşbendiyye
tarîkatında tasavvufî eğitim kalb latîfesinden baş-
layarak sırasıyla diğer latîfeler ile sürdürülür. Bu
beş latîfeden her biri için insan vücudunda bir yer
takdir edilmiş, zikir yapma usulü de buna göre şe-
killenmiştir.
Kalb latîfesi zikri seher vakitlerinde yapılır.
Sâlik abdestli olarak kıbleye teveccüh eder. Tev-
be ve istiğfar yapar, belirtilen sayıda salât ü selâm
getirir. Daha sonra kalb latîfesinin mahalli sayı-
lan sol memenin altındaki süveydâ denilen nok-
taya yoğunlaşır. Dilini üst damağına yapıştır-
mak suretiyle 1000 veya 3000 defa Allah zikrini
tekrar eder. Kalb latîfesinde çekilen lafza-i celâl
zikrinin sayısı mürşidin tasarrufuna bağlıdır ve
müridin durumuna göre değişebilir. Sâlik, kalb
latîfesinin nuru olan sarı renk tecelli edene kadar
kalb latîfesi zikrine devam eder. Zikrin tesiriyle
kalb latîfesinin işlerlik kazanmasına kalb çocuğu
anlamında “veled-i kalb” denir.
Kalb zikrinin gıdası ile feyizlenen sâlike bu kez
ruh latîfesinin zikri telkîn edilir. Telkîn edilen bu
zikirle sâlik, sağ memenin iki parmak altında-
ki ruh latîfesine yoğunlaşır. Önce kalb latîfesine
ait ism-i celâl zikrini verilen sayıda yapar. Ardın-
dan ruh latîfesi için öngörülen zikri icra eder. Ruh
latîfesinin nuru olan kırmızı renk belirgin hale ge-
lene kadar zikrine devam eder.
Ruh latîfesinin zikri tamam olunca üçüncü aşa-
mada sır latîfesine geçilir. Sır latîfesi müşâhede
makâmıdır. Sır latîfesinin mahalli sol memenin
iki parmak üstüdür. Sır latîfesinin rengi beyaz
nurdur. Beyaz nur zuhûr edene kadar zikre devam
edilir.
Dördüncü latîfe hafî latîfesidir. Hafî latîfesinin
mahalli sağ memenin iki parmak altındadır. Hafî
latîfesi, rubûbiyet tecellîlerinin mahallidir. Hafî
latîfesinin nuru siyahtır. Siyah nur tecelli edene
kadar hafî latîfesinin zikrine devam edilir.
Beşinci latîfe, ahfâ latîfesidir. Ahfâ latîfesinin
mahalli iki göğsün ortasıdır. Ahfâ latîfesi, ilahi
isim ve sıfatların tecelli ettiği mahaldir. Bu mer-
tebede sâlik önceki latîfelerin zikrini icra ettik-
ten sonra ahfâ mertebesinin zikrini gerçekleştirir.
Ahfâ latîfesinin zikri bu mertebenin nuru olan ye-
Mart 201324
BAHAR
Bulutlar yaylaya bağdaş kurunca Sıralı dağları delmek isterim. Sis çöken vadiye duman durunca, Baharla sılaya gelmek isterim. Ovalar yüzerken çiçek selinde, Anılar canlanır seher yelinde, Vurdukça inleyen gönül telinde, Hasreti ikiye bölmek isterim. Güneşin serptiği altın zerreyi, Avucumun içinde dönen küreyi, Bir sevda uğruna yanan yüreği, Ruhumda hissedip bilmek isterim. Rüzgar alevinden hisler bezerken, Gökte tanyıldızı yalnız gezerken, Mehtap mavi suya resim çizerken, Hüzünü sözlükten silmek isterim. Yaprak yeşilinde sürgün dikenin, Bir gülün aşkıyla boyun bükenin, Ayrılık elinden çile çekenin, Dertlerine ortak olmak isterim. Gökyüzünde allı turna süzülür, Gün batımı yavru kuşlar üzülür. Bahar gelir suskun diller çözülür, Bende bahar gibi gülmek isterim.
Nedim UÇAR
2525
şil nur zuhûr edene kadar devam ettirilir.
Emir âlemine ait beş latîfenin (letâif-i hamse)
zikrini tamamlayan sâlike letâif-i nefs, letâif-i kül,
nefy ü isbât zikirleri ve ardından murâkabe der-
si öğretilir. Her bir latîfenin zikrinde belli bir ma-
halle teveccüh etmenin amacı, salikin Allah lafzını
ruhun mânevî latîfeleri olarak görülen ilgili letâifi
hissetmesini ve zikre iştirak etmesini sağlamaktır.
Letâif-i hamse sonucu sâlik, zikr-i sultânî veya
zikr-i zâtî denilen hâle erişir. Zikr-i sultânî ile zik-
reden sâlik, zikri vücûdunun bütün zerrelerine ve
benliğinin derinliklerine sirâyet ettirir. Sâlik zik-
rini artık zikr-i dâime dönüştürmüş, Allah aşkına
bürünmüş, yemesi içmesi, oturması kalkması, ko-
nuşması sohbeti, hal ve tavrı tamamen Allah’ın rı-
zasına uygun bir şekilde şekillenir olmuştur.
İnsanın İdrak Edici Latîfeleri
Yûsuf-ı Hemedânî (ö.535/1140)’ye göre be-
den, İslâmî terbiye ve aydınlığın mekânı; kalb,
îmânî terbiye ve aydınlığın mekânı; ruh ve sır ise
ihsânî terbiye ve aydınlığın mekânıdır. Yûsuf-ı
Hemedânî’nin ifadesiyle kalb değişken olup fark-
lı âlemlerde dolaşırken, sır hâlden hâle dönüşme-
yen, kemâle eren, hakîkati temaşa eden makam-
dır. Sır, “O ki, (gece namaza) kalktığın zaman
seni görüyor.”1 âyetinin korku ve heybetinde is-
tikrarlı bir şekilde durmaktadır.2
Bahâeddîn-i Nakşbend’in (ö.791/1389);
“Meşâyıhtan her birinin aynasında iki yön var-
dır. Bizim aynamız ise altı yönlüdür.” şeklindeki
sözünü, Ahmed Sirhindî; “Aynadan maksat ârifin
kalbi, iki yön ruh ve nefs, altı yön ise altı letâiftir
(nefs, kalp, ruh, sır, hafî ve ahfa)” diyerek açıkla-
mış, böylece letâifin altılı tasnîfini beyan etmek-
tedir.3
Hüseyin b. İbn-i Yemîn-i Hüseynî’ye göre
kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ insanın idrak edici
latîfelerinin isimleridir. Bazı mertebelerde ona
kalp derler, beşerî kayıtlarından kurtulup daha saf
olduğu diğer mertebede ona ruh derler, saflık ar-
tınca sır derler, olgunlaşınca hafî derler. Letâifin
her biri öz itibariyle birdir. Dolayısıyla letâifteki
farklılık öz itibarıyla değil, vasıfları ve hâlleri ba-
kımındandır. 4
İmam Şârânî ismi geçen letâif-i hamsenin zik-
rini şu şekilde betimlemektedir: Zikr-i kalb, kal-
bin iç girintilerinde Allah’ın cemâl ve celâlinin
müşâhede edildiği zikir; zikr-i rûh, tefekkür du-
rumundaki mutasavvıfın sıfatların nurunu kavra-
dığı zikir; zikr-i sır, ilâhî sırların açıklandığı, kal-
bin en derinindeki zikir; zikr-i hafî, ahadiyyetin
güzelliğinin nurunu görmeyi amaçlayan gizli zi-
kir; sonuncusu da zikr-i ahfâ, Mutlak Hakîkat’in
Gerçekliği’nin (hakke’l-yakîn) görüldüğü çok giz-
li zikirdir. 5
Mir Dard ise, zikr-i kalbîyi muhabbet ve şevk-
le söylenen zikir, zikr-i rûhîyi sükûnet ve dingin-
lik içinde uygulanan zikir, zikr-i sırrîyi üns içinde
telaffuz edilen zikir, zikr-i hafîyi benliğin fenâsı ile
gerçekleşen zikir, zikr-i ahfâyı tamama erme işa-
reti olan zikir diye tarif etmektedir.6
Letâif ile çakra arasındaki farka dikkat çe-
kip makaleyi sonlandırmak istiyorum. Hin-
duizm ve Budizmde uygulanan meditasyon
tekniklerinde de ruhun belli bölgelerine yo-
ğunlaşma sağlanmaktadır. Nakşbendîlikte
benimsenen letâif ile Yoga’daki çakra ya da
padmaların yerleri konusundaki benzerlikten
bahsedilmektedir.7 Ancak Yoga’da çakra ya
da padmalar, vücutta yer alan, görünmez si-
nirlerle veya kanallarla birbirine bağlı olarak
algılanmaktadır. Yogilerin çoğu bu merkezle-
rin, zikir vasıtasıyla harekete geçirilebilecek
birer yoğunlaşma noktası olduklarını bilmez-
ler.8
1 26/Şuarâ, 218.2 Tosun Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, s. 309-309,
İnsan Yay., İstanbul 2002.3 Tosun, age., s. 309-310.4 Tosun, age., s. 309-311.5 Tosun, age., s. 309-311.6 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 176. çev.: Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayıne-
vi, İstanbul 1999.7 Hewitt, Meditasyon, s. 158.8 Haksever, Ahmet Cahid, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sûfîsi Yakub-ı Çerhî, s. 158,
Basılmamış Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005.
*Prof. Dr.
Dipnot
27Mart 201326
GÖNÜLLERE
VURANLAR
NAKIŞ
Kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı
Allah, bir ölçü, ahenk ve nizam
içerisinde bütün mahlûkatı şe-
killendirip nakşetmiştir. İman nimetiyle şereflen-
dirdiği rahmet yağmurlarıyla suladığı gönülleri
de, dostlarının maharetli ellerine teslim etmiş-
tir. Allah’ın lütfu ile “korku ve hüzünden beri
olan Allah’ın velî kulları1 imanlı gönülleri bu al-
dıkları velayetle irfan nakışları vurmuşlardır. Al-
tın silsilenin altın halkalarından 16. Pirimiz olan
Bahâeddîn b. Muhammed Buhârî Hazretleri hü-
nerli bir nakkaş ve gönül sultanıdır.
Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’in ismi Muhammed
Bahâeddîn b. Muhammed Buhârî’dir. Küçük-
lüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı
için de Nakşbend lakabı ile meşhur olmuştur.
Manevî bir tevafuk olsa gerek ki, gönülleri de
muhabbetle nakış nakış işleyen yeni bir tasav-
vufi metod ortaya koymasından dolayı bu yola
Nakşbendîyye adı verilmiştir. İsminin başındaki
“Şâh” kelimesi ise “Gönül Sultanı” anlamına bir
saygı ifadesidir.2
Hâce Bahâeddîn Buharî (k.s.), Buhara’nın
kuzeyindeki önceleri Kasr-ı Hinduvân sonrala-
rı Kasr-ı Ârifân adını alan köyde Muharrem 718/
Mart 1318’de doğmuştur.3
Hâce Bahâeddîn Buharî’nin ilk üstadı, hem
dedesinin hem de babasının şeyhi olan Muham-
med Baba Semâsî (k.s.)’dir.4 Dünyayı teşrifinde
Semâsî Hazretleri: “Benim burnuma bu evden
bir er kokusu geliyor.” diyerek müjdeler, çekir-
dekten yeşerecek ağacı âdete seyreder. Onu üç
günlük bir bebekken mânevî evlatlığa kabul edip,
terbiyesini halifesi Emir Külâl’e havale eder.
Çekirdekte Ağacı Seyreden Allah Dostları
Çekirdekte ağacı seyreden Allah dostları, bir
bebekten geleceğin evliyasının kokusunu alırlar.
İşte bu konuyla alakalı bir hatıra şöyledir:
Es-Seyyid Hasan Feyzi Efendi, 1914 yılının 12
Ağustos gününde Darende’de dünyaya gelen, is-
mini Osman Hulûsi koyacağı bebeği kucağına al-
dığında heyecanla karışık bir sevinç duyar. Hasan
Feyzi Efendi öpmeye kıyamayarak eğilip koklar.
Odadakinden daha yoğun bir gül kokusunun içi-
ne dolduğunu hisseder. Sarsmamaya çalışarak ya-
vaşça beşiğine yatırır ve: “Maşaallah, Hanım. Oğ-
lumuz atalarımızın gül kokusunu ve güzelliğini
taşıyor.” diye buyurur.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin, güzel ko-
kuyu sevdiğini ve hediye ettiği güzel kokuların de-
ğişik vesilelerle gönüllerin tesanütüne de bir va-
sıta olduğu birçok hatıralarında geçmektedir.
Hulûsi Efendi’nin kendine has güzel bir kokusu
vardır. Rasûlullah’tan sürüp gelen bu nesebde el-
bette ki böyle güzel hasletlerin olması mümkün-
dür. Hulûsi Efendi’nin oğlu ve manevi varisi H.
Hamideddin Efendi’nin bir umre ziyaretindeki
hatırası da bu güzelliğin bir şahididir:
Medine-i Münevvere de cezaevi vaizi olarak görev
yapan Suriyeli âlimlerden Seyyid Ömer, 1988 yılın-
da Hulûsi Efendi ile Medine de görüşüp sohbet et-
miştir. Aradan yıllar geçer 1996 yılında bir grup arka-
daşla umre ziyaretine giden H. Hamideddin Efendi,
Medine’de bir eve davet edilir. Ev sahibi, yakın kom-
şusu olan Seyyid Ömer’e bir misafiri olduğunu belir-
terek onu da davet eder. Hamideddin Efendi bazı ar-
kadaşlar ile içeride otururken, evin dış kapısından
giren Seyyid Ömer, “Burada Hacı Hulûsi Efendi’nin
kokusu var.” diyerek hayretini gizleyememiş. İçe-
ri girdiğinde ise, içeride daha önce hiç görmediği H.
Hamideddin Efendi’nin olduğunu görünce boynuna
sarılır, kucaklaşır ve saatlerce sohbet ederler.5
EdebiyatMusa TEKTAŞ
29Mart 201328
Hâce Bahâeddîn Buharî (k.s.) seyr ü sülûkunu
Emir Külâl hazretlerinin yanında tamamlayıp
mânevî emaneti ondan almıştır. Onun tasavvuf
yolunda yüksek bir mertebeye ulaştığını ve ken-
disinde daha yükselme kabiliyetinin bulundu-
ğunu gören Emir Külâl bir gün şöyle hitap eder;
“Oğlum Bahâeddîn! Hâce Muhammed Baba
Semâsî’nin sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam
olarak yerine getirdim.” Sonra göğsüne işaret
ederek devam eder: “Memelerimi sizin için ku-
ruttum ve ruhaniyet kuşunuz beşeriyet yumur-
tasından çıktı. Ama himmet kuşunuz yüksekten
uçmaktadır. Bugün size izin veriyorum, Türk ve
Tacik her kimden burnunuza bir koku ulaşırsa
talep edin ve himmetiniz gereği bu taleple kusur
etmeyin.” 6
Gecenin Karanlığındaki Aydınlık
Hâce Bahâeddîn Hazretleri gençlik yılların-
da sık sık Buhara’daki mübarek sayılan mezar-
ları ziyaret eder. Yine böyle kabir ziyareti yaptığı
bir gece, üç mezarı ziyaret eder. Her mezarda ya-
nan lambalar görür. Fakat mezarların başında-
ki lambalarda yağın dolu olmasına rağmen, fitili
hareket ettirilmediği için ışığın az olduğunu fark
eder. Mezar-ı Mezdâhin’de kıbleye dönük olarak
otururken gaybet hâline geçen Hâce Bahâeddîn,
kıble duvarı yarılır, büyük bir taht görür. Önüne
yeşil bir perde gerilir. O tahtın üzerine yüzü pe-
çeli bir zâtın oturmuş olduğunu, tahtın etrafında
da birçok kişinin bulunduğunu müşahede eder. O
topluluk içinde Muhammed Baba Semâsî (k.s.)’yi
görünce bunların vefat eden meşâyih olduğunu
anlar. Cemaatten biri kendisine, taht üzerindeki
şahsın Hâce Abdulhâlik-ı Gucdevânî (k.s.), etra-
fındakilerin ise halifeleri olduğunu söyler. İşaretle
her birini tanıtır. Ahmed Sâdık, Evliya Külâl, Ârif
Rivgerî (k.s.), Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), Ali
Râmîtenî (k.s.) bunlardan bazılarıdır. Sıra Baba
Semâsî’ye gelince; “Sen onu hayatta iken görmüş-
tün. Senin şeyhindir ve sana bir külah vermişti.”
der. Nakşbend onu tanıdığını, ancak külah ha-
disesi üzerinden çok zaman geçtiği için unuttu-
ğunu ifade eder. O şahıs; “Külah senin evindedir
ve sana şu kerameti verdiler ki, gelecek belâ se-
nin bereketinle defolur.” der. Sonra o topluluk;
“İyi dinle! Hâce Abdulhâlik sana seyr ü sülûkta
müstağni kalamayacağın şeyler söyleyecek.” der-
ler. Hâce Abdulhâlik, yüzünden peçeyi kaldırır
ve tasavvufî eğitimin başlangıcı, ortası ve sonu
hakkında bilgiler verir. Bu şekilde onurlandırı-
lan Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’in yoluna şevkle devam
etmesi sağlanır.7 Gucdevânî (k.s.)’nin ruhaniye-
tinden feyz ve bilgi aldığı için Hâce Bahâeddîn’e
Üveysî denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak
Gucdevânî kabul edilmektedir.8
Altın silsilenin, altın halkalarının hayatında
benzer hususların olması gayet normaldir. Kabir
ehlinin haline muttali oluna bir hatıra şu şekilde
cereyan etmiştir:
Darende’de 1930’lu yıllarda daha on üç on dört
yaşında iken bir evde sohbete katılan Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi (k.s.) zifiri karanlıkta kendi
hanelerine gelmek üzere yola çıkar. Ev sahibi yaş-
lı bir ihvan ağabeydir. Sağ salim evine ulaşmasını
merak ettiğinden yirmi yirmi beş metre ara mesa-
fe ile gizlice Hulusi Efendi Hazretlerini takip eder.
Zaviye Mahallesine girerken orada bir mezar-
lık vardır. Takip eden ihvan ağabey, o mezarlığın
yakınına varınca ne kadar kabir ehli varsa hepsi-
nin ayağa kalkıp Hulusi Efendi Hazretlerine kar-
şı selama durduklarını görür. Ortalığı bir aydın-
lık kaplar. O arkadaş edebe aykırı olmasın diye
diz çöküp oturur, olan biteni izler. Hulusi Efendi
Hazretleri de bütün kabirlerinden ayağa kalkanla-
ra, selam verir yoluna devam eder.
Darende’ye 7 km uzaklıkta tabiinden Medine-
li Şeyh olarak bilenen Seyyid Abdurrahman Gazi
Hazretlerinin kabri vardır. 1991 yılında H. Hami-
dettin Ateş Efendi bir gece rüyasında Seyyid Ab-
durrahman Gazi Hazretlerini görür. Kabrinde sı-
kışmış, üzerinde büyük sal taşlar vardır. Seyyid
Abdurrahman Gazi Hazretleri: “Evladım, buraya
bir el atıver de beni rahata kavuştur, himmetin âli
olur.” buyurur. Bu manevî işaretin üzerine H. Ha-
midettin Efendi o türbeyi yeniden inşa ettirir ve
yanına da bir mescid yaptırarak ziyarete açar.
“Ayağını Şeriat Seccadesine Koy”
Çağına yetişmeden, yüz yüze görüşmeden feyiz
aldığı “üveysî” mürşidi Abdulhâlik-ı Gucdevânî,
ona âlem-i mânâda şu nasihatte bulunur:
“Oğlum Bahâeddîn! Zikr-i İlâhîden fariğ olma!
Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakk’a gi-
den yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccade-
sine koy, emir ve nehiyde istikamet üzere ol. Da-
ima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları
bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hayvanlar ve bit-
kiler senden hizmet bekliyor. Hafî zikre sarıl.
Allah(cc) yâr ve yardımcın olsun.”9
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi birçok sohbe-
tinde dinî kurallara uyulması gerektiğini söyler;
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.)’nin şu ke-
lamını hatırlatırdı: “Gardaşlarım, ömrümüz me-
muriyette geçti, nafilelerimizi bile terk etmedik.”
diyerek ihvânlarını ibadete teşvik ederdi. “Şeria-
tı olmayanın tarikatı olmaz, şeriatı gözetmek ge-
rekir. Tarikatımız Halidî Hâkî Nakşibendî’dir.
Evveli şeriat ortası tarikat ve ahiri şeriattır.” der
ve ihvânlarından isterdi. Yine bir sohbetlerinde
Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyurur:
“Şeriat tarikatın kabıdır. Şeriatsız tarikat ol-
maz. Şeriatsız tarikat, elekle Tohma’dan su ta-
şımaya benzer. Doldur, doldur boş çıkar.” Di-
vandaki bir rubailerinde de bu hassasiyeti şöyle
dillendirir:
Şer’-i pâkin başa tâc et bul dalâletden rehâ
Şems-i tâbân-ı hidâyetdir Muhammed Mustafâ
Çâr yârı sıdk u adl ü hilm ü ilmin menba’ı
Cümle ashâbı hakikatda nücûm-ı ihtidâ.10
“Dalaletten kurtulmak için Hz. Peygamberin
(s.a.s.) şeriatını başına tâc et. O kurtuluş güneşi
ve aydınlıkların kaynağı olan övülmüş ve seçilmiş
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın dini ve şeria-
tıdır. (İslâm’dır.) O, Sıdk, adalet, hilm ve ilim gibi
vasıflara sahip yardımcıları olan ve “Ashabım yıl-
dızlar gibidir, hangisine yapışırsanız, sizi kurtu-
luşa götürür.” buyuran bir peygamberdir.” denil-
mektedir.
Konumuzla alâkalı başka bir hatırayı H. Hami-
deddin Efendi şöyle anlatıyor: “Devlethanede bir
yaz günü ailece oturuyorduk, kapı çalındı. Seyrek
sakallı İzmirli bir misafir geldi. Misafiri yukarıya
buyur ettim ve Efendi Hazretlerine durumu arz
ettim. Efendi Hazretleri hiddetlenerek: “Git o ada-
SENİ DÜŞÜNÜRKEN
Seni düşünürken kara bulutlar, Dönüşür leylağın, gülün rengine. Hayâlin düşünce karanlık duvar, Benzer denizlerden daha engine. Seni düşünürken gün bahar olur, Varlığın medar-ı iftihar olur, Seni seven gönül bahtiyar olur, Kapılır sevdanın hoş ahengine. Senden elde olan bir mahzun resim, Dilime dolanan bir şirin isim... Seni uzak kılan bahtıma küsüm; Çıktım kaderimle bunun cengine. Ne güzel şey bilsen seni düşünmek, Hayâlin açılmış nadide çiçek, Beni seveceksin bir gün gelecek, Vursa da davullar dengi dengine.
İsmail Adil ŞAHİN
Mart 201330 31
ma söyle çabuk hanemizi terk etsin!” dedi. Efen-
di Hazretlerinin sözlerini adama ilettim; fakat o
kişi ısrarla görüşmek istediğini, uzaktan geldiğini
söyledi. Tekrar durumu Efendi Hazretlerine ak-
tardım ve Efendi Hazretleri sesini yükselterek: “O
şeriatsız adama söyle bir daha buralara gelmesin.”
diye buyurdu. Durumu olduğu gibi o kişiye nak-
lettim. Adam bir şey söylemeden kalktı ve dev-
lethaneden ayrıldı. Bir daha da Darende’ye gele-
medi. Konuyu biraz araştırdığımda, gelen şahsın
şer’î hükümlere aykırı hareket ettiğini; Tarikat-ı
âliyye’ye söz getirdiğini öğrendim. Efendi Hazret-
lerinin bu tavrı şer’î hükümlere ne derece dikkat
edilmesi gerektiğinin bir işaretidir.11
Buhara’nın önde gelen âlimlerinden
Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf b. Mahmûd el-Hâfızî el-
Buhârî’nin Hâce Bahâeddîn’e intisap etmesi ise
önemli bir dönüm noktası oldu. Bu zâtın ardın-
dan Buhara âlimleri ve talebeleri yoğun bir şekil-
de Hâce Bahâeddîn’in sohbet halkasına katılmaya
başladılar. Bu durumdan endişelenen bazı âlimler
böyle giderse medreselerin boş kalacağını söyle-
yip Nakşbend hakkında dedikodu yapmaya baş-
ladılar. Sonunda Hâce Bahâeddîn ile bazı Buhara
âlimleri bir mecliste buluştular. Hâce Bahâeddîn;
“Tarikatımızı size anlatalım, eğer şeriata ve sün-
nete aykırı bir husus varsa söyleyin ondan vazge-
çelim.” dedi. Âlimler bu konuda söyleyecek bir şey
bulamadılar ve “Tarikatınız istikamet üzeredir,
itirazımız yok.” derler.
Mutlak İşaret
Bir süre Merv’de kalan Hâce Bahâeddîn (k.s.),
Buhara’ya döndüğü gün şeyhi Emir Külâl Hazret-
leri 1370’te vefat etmiştir. Emir Külâl (k.s.) son
anlarında, yakınlarına Hâce Bahâeddîn Nakşbend
(k.s.)’e bağlanmalarını vasiyet eder.
Maneviyat büyükleri, gönül dostlarına kendi-
lerinden sonraki halifesini mutlak işaret etmişler-
dir. Bu hususta iki hatıra şöyledir:
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.) 1967
yılındaki son haclarında Medine-i Münevvere’de
Mescid-i Nebevî’nin “Sıddık Kapısı” hizasında
Hacı Şaban Aydın’ın ve Gemerekli Abdussamed
Bey’in de bulunduğu bir esnada Osman Hulûsi
Efendi’ye dönerek;
“Oğlum Hulûsi, senin ecdadın bizim ser-
tacımızdır. Üzerinize büyük bir vazife intikal edi-
yor. İhvan’a sahip çıkıp, hizmet edersiniz” diye
buyurmuşlardır. Osman Hulûsi Efendi de ceva-
ben “Estağfirullah Efendim.” der, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi (k.s.) sözüne devam ederek,
“Bu yükün ağırlığını ancak siz çekebilirsiniz.” diye
karşılık verir.12
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi hayatta iken
birçok sohbetinde yerine manevî vâris olarak H.
Hamideddin Efendi’yi bırakacağını ya îma et-
miş ya da cemiyet müsait ise açıkça beyan etmiş-
tir. Çeşitli sohbet ortamlarında “Hamidimizi ye-
tiştiriyoruz.” veya “Ecdadımız Şeyh Hamid-i Velî
Hazretleri’ne ve ihvana hizmet etmek üzere Ha-
midimin yetişmesi için çalışıyoruz, inşaallah.” de-
miştir.
Hâce Bahâeddîn insanlara Hak ve hakikati öğ-
retmekle geçen bir ömrü geride bırakarak 01 Mart
1389 Pazartesi gecesi ahirete göçmüştür.13 Kabr-i
şerifi Özbekistan’ın Buhara şehrinin Kasr-ı Ârifan
köyündedir. Gönüllere vurduğu nakış, altın silsile
yoluyla günümüze kadar gelmiş, kıyamete kadar gi-
decektir. Biz böyle inanıp, böyle biliriz… Vesselam…
1 10/Yunus, 62.2 Vassâf, Osmânzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, haz.: Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz, c. II,
s. 28, Kitabevi, İstanbul 2006. ; Yılmaz, Hasan Kamil, Altın silsile, s. 112, Erkam Yayınları, İstanbul 1994. 3 Bkz: Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay.,
İstanbul 2002.4 Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-Malikî, Şah-ı Nakşbend –Sohbetlerin-
den Bir Güldeste-, Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 15.5 A. Azdemir/O. Parlak, Umre Ziyareti, Somuncu Baba, S.12,Mart, 1997, s.40 6 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 528; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80; el-Malikî, Şah-ı
Nakşbend, s. 16; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 104.7 Ekrem Sağıroğlu, Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddîn Buhârî (Hayatı-Sözle-
ri-Halifeleri), Yasin Yayınları, İstanbul 2001, s. 40.8 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530; el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 25-29; Tosun, Bahâeddîn
Nakşbend, s. 102-103.9 Bkz: Özköse kadir-Şimşek H. İbrahim, Altın Silisleden Altın Halkalar, s. 230,
Nasihat Yay, Ank, 2009. 10 Ateş Osman Hulûsi, Divan-ı Hulusi-i Darendevi, Nasihat Yayınları, İst.2006.11 H. H. A. Aile Arşivinden.12 Alıcı, Lütfi, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 15, Somuncu Baba Araştır-
ma ve Kültür Vakfı Yay., Ankara 2001.13 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 36.
*Prof. Dr.
Dipnot
33Mart 201332
GIDALARDA
VE KİMYASAL MADDELERKATKI
Helâl Gıda ile Beslenmenin Önemi
Beslenme, dolayısıyla gıda
maddeleri insanın vazgeçilmez
tabii ve temel ihtiyaçlarından-
dır. Konu, birçok bilim dalını
uzaktan veya yakından ilgilen-
dirdiği gibi, dinlerin, tabiî ola-
rak İslâm dininin de belli açılar-
dan ilgi alanı olmuştur. Çünkü
beslenme, gerek kaynak gerek-
se sonuçları itibariyle insanın
beden ve ruh sağlığını, üçüncü
şahısların haklarını, hatta bazı
yönlerden sosyal düzeni yakın-
dan ilgilendirmektedir.1
Helâl gıda ile beslenmek din-
de önemli olduğu için helâl ve
haramın belirlenmesinde hassa-
siyet göstermek gereklidir. Zira
beslenme insanın fizikî yapısı
kadar şahsiyetini, dinî hayatını
ve ibadetini de etkilemektedir.
Kur’ân’ın helâl ve temiz şeyleri
yemeyi ve peşinden sâlih amel
yapmayı emretmesi beslenme
ve ibadet ilişkisini anlatması ba-
kımından anlamlıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
helâl lokmayı teşvik etmesi,
helâl ile beslenmeyenin dua ve
ibadetinin kabul edilmeyeceğini
belirtmesi de konunun dikkatle
incelenmesini gerekli kılmakta-
dır.2 Kur’ân, haram ve helâl olan
bazı gıdaları sayarken iyi ve te-
miz şeylerin (tayyibât) yenme-
sinin helâl, pis ve kötü (habâis)
şeylerin yenmesinin ise haram
olduğunu bir ilke olarak ortaya
koymaktadır. Bu ifade, temiz ve
pis olanın belirlenmesi için çaba
sarfedilmesi gerektiğini göster-
mektedir. Konuyla ilgili hadisler
helâl ve haram gıdalar konusun-
da açıklayıcı bilgiler içermekte-
dir. Ancak bazen aynı konuda
farklılık arzeden hadisler bulun-
maktadır. Bu da fakihlerin bir
maddenin veya yiyeceğin hük-
müyle ilgili olarak değişik gö-
rüş ortaya koymalarına sebebi-
yet vermektedir.
“Yiyecekler konusundaki ya-
sakların en başta gelen amacı,
insanın beden ve ruh sağlığının
korunmasıdır. İnsanın beden ve
ruh sağlığına zararlı olduğu sa-
bit olan maddelerin yenilip içil-
mesi dinen de haram görülür.
Bu konuda fıkıh ilmiyle müs-
bet ilimlerin karşılıklı bilgi alış-
verişi içinde olması, tecrübeyle
ve bilimsel metotlarla elde edi-
len sonuçların dinî hükümlerde
de dikkate alınması gerekir. Sar-
hoş edici ve uyuşturucu özelliği
bulunan maddelerin yenilip içil-
mesi de yine İslâm’ın yasakla-
rı arasında yer alır. Ayrıca selim
tabiatlı insanların öteden beri
pis ve iğrenç bulduğu, necis ola-
rak gördüğü şeylerin İslâm’da
haram kılındığı açıktır. İslâm’ın
bütün bu yasakları, öteden beri
insanların bu konudaki ortak
tutum ve telakkîleriyle de uyum
içindedir. Bu konuda İslâm fık-
hının belki de en dikkat çeki-
ci ve ayırıcı özelliği, avlanma,
hayvanların kesimi, eti yenen ve
yenmeyen kara ve su hayvanları
gibi konularda getirilen ölçü ve
gruplandırmalardır.”3
Gıdalarda Katkı ve Kimyasal Madde
Neden Kullanılıyor?
İlâhî düzenleme, kâinatın
imkânlarını normal hayat yaşa-
yan ve çalışan insanlar için ya-
ratmıştır. Bu imkânlar adaletli
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
“Katkı maddesinin hükmünü belirleme noktasında
o maddenin dinin temiz ve helâl kabul edilmiş bir
maddeden yapılmış olması ile necis bir maddeden
yapılmış olması elbette önem razetmektedir.”
35
rin doğal denge ve insan sağlığı
üzerindeki zararları ve tehlikele-
ri sağlam verilerle isbât edilirse
bunları helâl kapsamında değer-
lendirmek mümkün olmayacak-
tır.
Tavuk başta olmak üze-
re, besi hayvanlarına yedirilen
yemlerin kan ve hayvansal ar-
tıklar taşıdığı bilinmektedir.
Akıtılmış kanın dinen necis ol-
duğu bilinmektedir. Bu yem-
lerin hazırlanma aşamasında
değişime uğradığını ve içeriğin-
deki helâl karışımın haramdan
daha çok olduğunu dikkate ala-
rak yenmesinin câiz olduğunu
söyleyen fakihler vardır. Ancak
bunların uzun vadede de olsa
insan sağlığını tehdit ettiği dü-
şünülürse, mümkün oldukça
uzak durulmasının dinen daha
ihtiyatlı bir yol olacağını söyle-
mek mümkündür.
Bazı içeceklerin içerisine ka-
tılan aromanın eritilmesi için
çözücü madde olarak etil alkol
katılmaktadır. Bu içeceklerin
hükmü belirlenirken, katılan
etil alkolün necis olup olmama-
sı ve elde edilen içeceğin sar-
hoşluk verip vermediği dikkate
alınarak belirlenmektedir. Yay-
gın içeceklerin içerisine katı-
lan etil alkolün necis olduğu ka-
bul edilse bile, miktarının çok
az olmasından ve kimyasal de-
ğişime uğramasından hareket-
le bu meşrubatları içmekte bir
sakınca görülmemektedir. An-
cak muhtemel zararlarının daha
kısa vadede ortaya çıkması yö-
nündeki uyarılar dikkate alına-
rak, yetişme çağındaki çocuk-
lara içirilmemesi daha doğru
olacaktır. Bileşiminde alkol gibi
haram madde bulunan ilaçlar
da ancak alternatiflerinin bu-
lunmaması zaruretine binaen
kullanılabilirler.
Günümüzde fıkhî açıdan en
çok tartışılan katkı maddesi je-
latindir. Başka hayvanlardan
ve yiyeceklerden elde edilmesi
de mümkün iken yaygın olarak
domuz derisi, kemiği, yağı gibi
maddelerden üretilen bu mad-
denin yaygın bir kullanım alanı
vardır. Pastacılık ürünleri, yo-
ğurt, dondurma, eritilmiş pey-
nir, et ürünleri, jelibon, reçel,
marmelat, ezme, çiklet ve mey-
ve suları gibi pek çok gıda mad-
desi jelatin içermektedir. Sığır
kemiği ve portakal kabuğu gibi,
yenmesi helâl olan maddelerden
üretilen jelatin içeren maddele-
ri kullanmak helâldir. Özellik-
le domuz gibi haram hayvan-
lardan üretilen jelatinin hükmü
konusunda iki yaklaşım vardır.
İhtiyatlı ve azimeti esas alanlar,
bunlardan uzak durmayı tercih
etmektedir. Kolaylık ve ruhsatı
esas alanlar ise, kimyasal değişi-
me (istihâle) uğradığını dikkate
alarak bu gibi maddeleri tüket-
mekte bir beis olmadığını sa-
vunmaktadır.
Bu gün insanlık, açgözlü ka-
pitalistlerle gıda ürünleri yoluy-
la insanları ifsat etmek isteyen
hayat hırsızlarının uluslarara-
sı oyunuyla karşı karşıyadır.
Bu oyunu sadece fıkhın cevâz
ve ruhsatlarıyla bozmak müm-
kün değildir. İnsanlık ve özellik-
le Müslümanlar alternatif üre-
tim modellerini geliştirmedikçe
istediğimiz helâl ve tayyib gıda-
lara ulaşamayız.
Mart 201334
bir şekilde dağıtıldığında ve is-
raftan kaçınıldığında her canlı-
ya yetecek kadar boldur. Çünkü
Yüce Allah her canlının rızkına
kefildir.4 Ancak insanoğlunun
aç gözlülüğü, tüketim çılgınlı-
ğı, üretim tembelliği, bölüşüm
adaletsizliği ve israf alışkanlı-
ğı üretim ve tüketim konusun-
da büyük dengesizlikler mey-
dana getirmiştir. Artan tüketim
ve israfa mal yetiştirmek isteyen
ve kapitalizmin aç gözlülüğüne,
para kazanmaktan başka ölçü
tanımazlığına ve merhametsizli-
ğine teslim olan üreticiler sağlık
kurallarını da hiçe saymaya baş-
lamışlardır. Bunun için üretimi
seri hale getirmek, üretilen yi-
yeceklerin raf ömrünü uzatmak
ve ucuza mâletmek gibi neden-
lerle bir takım kimyasal madde-
leri yiyecek maddelerine katma
yoluna girmişlerdir. Bu açgöz-
lü merhametsizler, binbir türlü
yalan reklamla, tohumdan baş-
lamak üzere ürünlerin organik
yapısını bozmuşlardır. Aynı za-
manda organik ürünleri bir ide-
al haline getirip reklamını yapa-
rak ve onların maliyetini yüksek
tutarak iki türlü kazanmayı he-
deflemişlerdir. Sofraya gelen yo-
ğurt, peynir ve hatta ekmekte
bile kullanılan gıda katkı mad-
deleri günden güne artmakta
ve kanser riskini artırmaktadır.
Bugün toplumlarda kanser o ka-
dar yaygın hale gelmeye başla-
dı ki, sıradan, mesela grip gibi
bir vakıa haline geldi. Vicdanlı,
merhametli, adaletli ve sorum-
luluk taşıyan gıda, kimya ve zi-
raat mühendisleri, tıp doktor-
ları her gün katkı maddelerinin
meydana getirdiği bu tehlikeye
dikkat çekmektedir. Ancak bu
konularda paralel açıklama ya-
pan kimi bilim adamları(!) kor-
kulacak bir şey olmadığı, tehli-
kenin sadece bir ihtimal olduğu,
bunun da ancak uzun vadede
gerçekleşebileceği yolunda fikir-
ler beyan etmektedirler.
Ne kadar garip bir durum!
Bir tarafta, aynı eğitimi alanla-
rın insanlık adına feryat ve çığ-
lıkları, diğer tarafta yatıştırma
çabaları! İşte bu noktada toplu-
mun vaz geçilmez kanaat önder-
leri olan fakîhlere de söz düşü-
yor. “Hocam şunu yemek helâl
mi? Haram mı?” şeklindeki so-
rular karşısında kalan fakîh,
Kur’ân ve sünnet başta olmak
üzere bilgi kaynaklarına mü-
racaat ediyor. Bu kaynaklarda
isim olarak geçen ve haram veya
mekruh olduğu bildirilen ürün-
lerin hükmünü belirleme nokta-
sında elbette zorlanmıyor. Bazı-
larının hükmü konusunda icmâ
ve kıyas yöntemine de başvuru-
yor. Yeni ortaya çıkan ve geneti-
ği bozulmuş veya katkı maddesi
taşıyan gıda ürünlerinin hük-
münü belirleyebilmek için el-
bette fayda ve zarar açısından
bakmak zorunda kalıyor. Fa-
kat bu konularda uzmanlar iki-
ye bölünmüş durumda. Birinin
zararlı dediğine diğeri zararsız
hatta yararlı diyebiliyor. Ancak
gerçeğin üstü bir türlü örtülemi-
yor. Çünkü ortak bir kanaat var:
“Yediğimiz ürünlerin eski tadı
yok!” Bu cümleyi hemen herkes
tekrar ediyor. O zaman bu ortak
kanaat, en azından dinen şüphe-
li sayılan katkı maddesi taşıyan
ürünlerin mekruh olduğunu
gösteriyor. Çünkü kimse bunla-
rı içine sinerek tüketmiyor, her-
keste bir tiksinti var. Fakat çare-
sizlik ve alternatifsizlik insanları
bunları kullanmaya mecbur edi-
yor. Geriye bu kerâhetin harama
veya helâle yakın olduğunu be-
lirlemek kalıyor.
Kimyasal Maddelerin Fıkhî Hükmü
Katkı maddesinin hükmünü
belirleme noktasında o madde-
nin dinin temiz ve helâl kabul
edilmiş bir maddeden yapılmış
olması ile necis bir maddeden
yapılmış olması elbette önem
razetmektedir.
Günümüzde, teknik ve eko-
nomik bazı faydaları dolayısıyla
geni değiştirilen “transgenik” gı-
dalar vardır. Bunların bazı fay-
daları olmakla birlikte, doğal
denge ve insan sağlığı açısından
ciddi tehlikeler taşıdığı yönün-
deki uzman kanâatleri yaygın-
lık kazanmaktadır. Bu ürünle-
1 TDV İlmihal, II, 32-33.2 Müslim, “Zekât”, 65; Tirmizî, “Kıyâme”, 25.3 TDV İlmihal, II, 33. 4 11/Hûd, 6.
*Prof. Dr.
Dipnot
“Bu gün insanlık, açgözlü kapitalistlerle gıda ürünleri
yoluyla insanları ifsat etmek isteyen hayat hırsızlarının
uluslararası oyunuyla karşı karşıyadır. Bu oyunu sadece
fıkhın cevâz ve ruhsatlarıyla bozmak mümkün değildir.”
37Mart 201336
Şehirler hafızalarını
neyle oluştururlar?
Tarihe bakıyoruz,
kitaba kütüphaneye önem veren
milletler kalkınmada daha sağlık-
lı bir yol izlemişlerdir. Çünkü ki-
taplar ortak değerlerin harman-
landığı tek alanlardır. Siz kitabı
yazarsınız, kitabı yazıp bastırası-
ya kadar o bilgilerin tamamı hu-
susiliğini korur, size aittir, sizin
tasarrufunuzdadır.
Yayınladığınız zaman o artık
okuyucunuzla paylaş- tığınız bir
ortak değere dönüşür. Hiç unut-
mam, bundan elli yıl kadar önce
bir akrabam aradığı kitabı alabil-
mek için at arabasıyla tam 40 km.
ötedeki bir köye gitmiş, kitabı bu-
lunca da sevincinden neredeyse
uçacak hale gelmişti. Kitabın pa-
rasının onun için hiçbir önemi
yoktu. Önemli olan o kitabı elde
edebilmekti. Benim çocuksu dün-
yamda bu davranışın çok büyük
bir etkisi olmuştur. Ders kitapla-
rının dışında kitapların varlığını
öylece tanımış ve önemini kavra-
mıştım. Onun için de şehre oku-
maya gelince her hafta düzenli ki-
taplar satın almaya başladım. Bu
alışkanlığım sigara tiryakiliği gibi
bir şey oldu. Halen her çarşıya çı-
kışımda eve yiyecek bir şey alma-
yabilirim, ama mutlaka bir kitap
poşetiyle dönerim.
Bugün bu ülkede kitap insan-
ların öncelikli tercihlerinin sı-
ralamasında 180. sıraya kadar
düşmüşse işin vahametinin bo-
yutları çok iyi anlaşılacaktır her-
halde. Bunda devletin kitap ve
kütüphane politikasındaki affe-
dilmeyecek yanlış uygulamalar
olmasının payı büyüktür.
Şehirlerin Kimliği
Bakınız şehirlerin kimliğinin
iyi anlaşılması bakımından kita-
bı belirleyici faktör olarak gören-
ler tarihin o kilitlenen rafların-
dan bizlere neleri naklediyorlar:
“Bağdat›ta ilk kâğıt fabrikası 800
yılında kuruldu. Batı, kâğıdı Müs-
lümanlardan dört yüzyıl son-
ra öğrenecekti. O sırada kütüp-
haneler bütün İslâm dünyasına
yayılmış bulunuyordu. Halife
el-Me’mun’un 815’te Bağdat’ta
‘Dârü’l-Hikme’ adıyla kurdu-
ğu kültür yuvasının kütüphane-
sinde bir milyon kitap vardı. 10.
yüzyılda Necef gibi küçük bir şe-
hir, 40 bin kitaba sahipti. Meraga
Observatuvarı’nm direktörü Nas-
reddin Tusî’, 400 bin ciltlik bir
kütüphaneyi meydana getirmişti.
Hâlbuki aynı tarihten 400 yıl son-
ra Fransa Kralı Charles le Sage
yani ‘Bilgili Şarl’ sadece 900 ki-
tap toplayabilmişti. Ancak tarihte
hiç kimse bu konuda Kahire Hali-
fesi El Aziz’le boy ölçüşemeyecek-
tir. Zira bu insan, 6 bini matema-
tik ve 18 bini felsefe kitabı olmak
üzere 1 milyon 600 bin ciltlik bir
kütüphane kurmuştu. Müslü-
manlar evrensel kültüre en zen-
gin malzemeyi kendi imanlarıyla
getirdiler. Avrupa’da bilimsel du-
raklamanın başlıca sebebi, tabiatı
Tanrı’dan ayrı düşünmek ve O’na
sırt çevirmektir. Hristiyanlığın
bu katı görüşleri her türlü araş-
tırma ve incelemeyi reddeder ve
hatta kilisenin iktidar sahibi ol-
duğu günlerde her şeyi yakıp yı-
karken Hıristiyan din adamları
bilim adına en ufak bir kıpırdanı-
şı dahi ‘putperestlik’ ve ‘kâfirlik’le
suçluyorlardı. 391’de Patrik The-
ophile, İmparator Theodos’tan
en son büyük akademi olan
Serapeion’u kapatmasını ve mu-
azzam kütüphanesini yakmasını
istemişti. 600’de Roma’da Augus-
te tarafından kurulmuş olan saray
kütüphanesi yakıldı. Klasiklerin
okunması ve matematik ilminin
incelenmesi yasaklandı. Büyük İs-
kenderiye Kütüphanesine gelince,
Arap fetihlerinden beş asır son-
ra Haçlıların yobazlığını besle-
mek amacıyla, bu kütüphanenin
vaktiyle Ömer tarafından yakıl-
mış olduğunu Hıristiyanlar orta-
lığa yaymışlardı. Hâlbuki Araplar
640’ta şehre girdiklerinde İsken-
deriye Umumi Kütüphanesi çok-
tan dağılmış bulunuyordu. Batı’da
kitaplara karşı saldırı 16. yüzyılda
Arapların İspanya’dan çıkarılma-
larıyla en yüksek noktasına ulaş-
mış ve denizlerin ötesine aşarak
Amerika’ya varmıştı. Meksika’da
piskopos Diege de Landa, Maya-
lar tarafından yazılmış bütün ki-
tapları yaktırmış, böylece insan-
lığın çok eski ve çok zengin bir
uygarlığına ait bütün kaynaklar
yok olmuştu. Batı geleneği için-
de Leonardo de Vinci gibi pek
az evrensel deha vardır. Hâlbuki
İslâm’da el-Kindi’den Râzi’ye, el-
Biruni’den İbn-i Sina’ya ve daha
pek çoklarına kadar uzanan bir
deha ‘bölüğü’ vardır. Bu kişiler,
tıp, matematik, din bilimi, coğraf-
ya dallarında büyük yaratıcı zekâ
sahipleri olduğu gibi, aynı zaman-
da matematikçi Ömer Hayyam, fi-
lozof İbn-i Arabî veya müzik çalış-
malarıyla da tanınan büyük Râzî
gibi çoğu zaman şiirleriyle de ün
kazanmış insanlardı. Paris veOx-
ford gibi Avrupa üniversiteleri bir
veya iki yüzyıl arayla hepsi Müs-
lüman modeli üzerine kurulmuş
eğitim merkezleriydi.”
ŞEHRİN BEYNİDİR
KÜTÜPHANELER
Şehir ve İnsanM. İlyas SUBAŞI
39
SULTAN
II. ABDÜLHAMİDMart 201338
Su l t a n
Abdülmecid’in oğ-
ludur. Henüz 10
yaşındayken annesi Tirimüjgan
Sultan vefat etmiştir. Babası-
nın ölümünden sonra yerine ge-
çen amcası Abdülaziz diğer şeh-
zadelerle birlikte Abdülhamid’in
eğitimiyle de yakından ilgilendi.
31 Ağustos 1876’da padişah ilan
edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te
kılıç kuşandı.1Abdülhamid tah-
ta çıktığında Osmanlı İmpara-
torluğu büyük bir bunalım için-
deydi. 1871’de Saray ile Bâb-ı
Âli arasındaki çekişme alevlen-
miş, 1875’te devlet borçlarını
ödeyemez hale düşerek Muhar-
rem Kararnamesi ilan edilmiş,
Panislavizm akımının etkisiy-
le Balkanlar’da ulusal ayaklan-
malar baş göstermişti. Abdülha-
mid, tahta geçmeden 23 Aralık
1876’da, ilk Osmanlı anayasası
olan Kanun-ı Esasî ilan edildi.
Meclis-i Mebusan ve Ayan Mec-
lisi üyelerinden oluşan ilk mec-
lis 19 Mart 1877’de açıldı. Böyle-
ce I. Meşrutiyet dönemi başladı.
Padişah ile meclisin ülkeyi bir-
likte yönetmesi ilkesine daya-
nan anayasayla yargı bağımsızlı-
ğı ve temel haklar güvence altına
alınmasına rağmen egemenliğin
esas kaynağı yine padişahtı.2
93 Harbi olarak bilinen
Osmanlı-Rus Savaşı patlak ver-
di. Abdülhamid’in karşı olma-
sına rağmen3 savaşa girildi. Sa-
vaşta Rus orduları Balkan ve
Kafkas cephelerinde Osman-
lı kuvvetlerini bir dizi yenilgiye
uğratarak doğuda Erzurum’u,
batıda ise Bulgaristan’ın tama-
mı ile Trakya’nın İstanbul sur-
larına kadarki kısmını işgal
ettiler. Meclis-i Mebusan’da hü-
kümetin savaş politikalarına yö-
neltilen ağır eleştiriler üzerine
Abdülhamid, meclisi 18 Şubat
1878’de tatil etti. Takip eden 30
yıl boyunca meclisi bir daha top-
lantıya çağırmadı.
31 Mart Ayaklanması
12 Nisan gecesi, Taksim Kış-
lası’ndaki Avcı Tabur’una bağlı
askerler subaylarına karşı ayak-
lanarak kendilerine önderlik
eden din adamlarının peşinde
Heyet-i Mebusan’ın önünde top-
landılar ve ülkenin şeriata göre
yönetilmesini istediler. Hüseyin
Hilmi Paşa hükümeti ayaklan-
macılarla uzlaşma yolunu seçti
ve hükümet üyeleri tek tek isti-
fa etti.
Ayaklanma, Heyet-i Mebu-
san üzerinde de etkili oldu. O
gün İttihat ve Terakkî üyesi me-
buslar, can güvenlikleri olmadı-
ğı için meclise gitmediler. Bazı-
ları İstanbul’dan uzaklaşırken,
bazıları da kent içinde gizlen-
di. Bu arada ayaklanmacılar İt-
tihatçı subaylarla mebusları
buldukları yerde öldürüyorlar-
dı. Hükümetin ve meclisin et-
kisiz kalmasıyla, II. Abdülha-
mid yeniden duruma hâkim
oldu. İttihat-Terakkî ise merkezi
olan Selanik’teki 3. Ordu’yu ha-
rekete geçirdi. Böylece ayaklan-
mayı bastırmak üzere Hareket
Ordusu kuruldu. Ayaklanma-
cılar, İstanbul’a giren Hare-
ket Ordusu’na başarısız bir di-
renişten sonra teslim oldular.
27 Nisan’da II. Abdülhamid’in
tahttan indirilmesi, yerine V.
Mehmet’in geçirilmesi kararlaş-
tırıldı. Ayrıca II. Abdülhamid’in
İstanbul’da kalması da sakınca-
lı bulunarak Selanik’te oturma-
sı uygun görüldü. Divan-ı Harp
II. Abdülhamid’i yargılamak is-
tediyse de, yeni kurulan Hüse-
yin Hilmi Paşa hükümeti bunu
kabul etmedi. Abdülhamid,
Selanik’ten gelen Hareket Ordu-
suna karşı herhangi bir direniş
göstermedi. Çünkü kardeşkanı
dökülmesini istemiyordu. Oysa
Osmanlı paşaları bu toplama or-
duyu rahatlıkla geri püskürtebi-
leceklerini padişaha arz etmiş-
lerdi.4
II. Abdülhamid Han’ın Manevî
Kimliği
Abdülhamid Han’ın kade-
re inanışı fevkalade kuvvetliy-
di. Hacca gidemese de, baş-
kaları tarafından pek çok defa
ruhen orada görülecek ve hat-
ta Osmanlı’nın “Velî” padişah-
larından biri olarak nitelendi-
rilecek kadar koyu dindar ve
takva ehli bir sultandı.5 Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.) ve kutsal
beldesine karşı duyduğu sonsuz
sevgi, hürmet, sadakat ve hiz-
metleri; onun manevî şahsiye-
tini bizlere göstermeye kâfidir.6
Biz de İstifa Ettirdik
Millî şairimiz Mehmet Akif
Ersoy, Sultanahmet Camii’ne
her gittiğinde orada iki gözü
TarihResul KESENCELİ
Mart 201340 41
iki çeşme ağlayan yaşlı bir zata
rastlamaktadır. Bu yaşlı zat, ba-
şından geçen çok ilginç bir ola-
yı kendisine anlatmıştır. Meh-
met Akif ise bu olayı şöyle
nakletmektedir: “Sabah namaz-
larını kılmak için Sultan Ahmet
Camii’ne gidiyordum. Her sa-
bah ne kadar erken gidersem gi-
deyim, mihrabın bir kenarına
oturmuş olan, saçı sakalı bem-
beyaz olmuş ihtiyar bir adamı,
ümitsiz bir şekilde durmadan
ağlarken görüyordum. O kadar
ağlıyor ki, ağlamadığı tek bir da-
kikaya rastlayamadım. Bunun
sebebini çok merak ediyordum.
Bir gün o yaşlı zatın yanına so-
kuldum ve ‘Muhterem’ dedim,
‘Niye bu kadar ağlıyorsun?
Allah’ın rahmetinden bir in-
san bu kadar ümitsiz olur
mu?’ Yaşlı gözlerle bana bak-
tı ve: ‘Beni konuşturma! Nere-
deyse kalbim duracak.’ dedi.
Anlatması için çok ısrar edin-
ce başından geçen olayı ağla-
ya ağlaya şöyle anlattı: ‘Ben Ab-
dülhamid Han cennet mekânın
devrinde orduda binbaşıydım.
Emrim altında olan bir birli-
ğim vardı. Bu askerî görevime
annemin ve babamın vefatına
kadar devam ettim. Fakat on-
lar vefat edince istifa etmek is-
tedim. Çünkü bir hayli serve-
timiz vardı. Bu mal ve mülkün
başında durmak, onların çarçur
olmaması için gerektiği şekil-
de ilgilenmek gayesiyle, bir is-
tifa dilekçesi yazıp Sadaret ma-
kamına gönderdim. Dilekçemde
dedim ki: ‘Annem de babam da
vefat etti. Falan yerde mağaza-
larımız, filan yerde gayrimen-
kullerimiz vardır. Netice itiba-
rıyla bunlarla ilgilenecek, ticarî
işlerin yürümesi için mağazala-
rın başında duracak bir nezaret-
çiye ihtiyaç vardır. Bu vesileyle
şayet kabul buyurulursa, göre-
vimden istifa etmek istiyorum.’
Bu dilekçeyi yazdıktan bir müd-
det sonra, doğrudan doğruya
hünkârdan bana bir yazı geldi.
Heyecanla gelen mektubu açtım
ve okudum. Orada istifamın ka-
bul edilmediği yazılmıştı. Öyle
anlaşılıyordu ki, istifa dilekçem
bizzat padişaha gönderilmişti.
Ben istifa dilekçemi yenileyip,
bir daha verdim. Fakat bana yine
aynı cevap geldi. Bunun üzerine
bizzat sultanın huzuruna çıkıp,
kendisiyle şifahi olarak görüşüp
istifamı vereyim, diye düşün-
düm. Abdülhamid Han gerçek-
ten çok celadetli bir padişahtı.
Huzura çıktım ‘Hünkârım, siz-
den istifamın kabulünü istiyo-
rum, diyerek durumumu arz et-
tim.’ Bunun üzerine bir müddet
derin derin düşündü. Yüzünde-
ki ifadeden istifa etmemi iste-
mediğini anlıyordum. Ben bunu
sezince istifa konusunda biraz
daha ısrarcı oldum. Abdülha-
mid Han cennet mekân, benim
böyle ısrar ettiğimi görünce, ba-
kışlarını bana çevirip, öfkeli bir
tavırla ve sanki beni elinin ter-
siyle iter gibi hareket yaparak,
‘Haydi seni istifa ettirdik!’ dedi.
Tabiî ben istifamın kabul edil-
mesi sebebiyle çok sevindim. Ve
hiç vakit kaybetmeden memle-
ketime dönüp işlerimin başına
geçtim. Derken bir gece müthiş
bir rüya gördüm. ‘Âlem-i mana-
da, bütün ordular bir araya top-
lanmış teftiş ediliyordu. Son sa-
vaşı vermek üzere, memleketin
şarkında ve garbında savaşan
tüm orduları bizzat Peygam-
ber Efendimiz (s.a.v.) teftiş edi-
yordu. Efendimiz (s.a.v.), Yıldız
Sarayı’nın önünde duruyor, bü-
tün Osmanlı Ordusu Peygamber
Efendimizin huzurundan geçe-
rek büyük bir disiplin içerisinde
teftiş veriyordu. O esnada ora-
da Osmanlı padişahlarının ile-
ri gelenleri de vardı. Sultan Ab-
dülhamid Han cennet mekân
ise, edeb-i hürmetle, Kâinatın
Efendisi’nin hemen arkasında
duruyordu. Bütün ordular hu-
zurdan tek tek geçiyordu. Der-
ken sıra, benim istifa etmeden
önce komutam altında bulunan
birliğe geldi. Fakat birliğin ba-
şında kumandanı olmadığı için
askerler dağınıktı. Bu hâli gören
Kâinatın Efendisi ‘Ey Abdülha-
mid! Bu ordunun kumandanı
nerde?!’ buyurdu. Bunun üze-
rine Sultan Abdülhamid, mah-
cup bir hâlde başını önüne eğ-
miş olarak, hürmeti edeple ‘Ya
Rasûlullah! Bu ordunun ku-
mandanı istifa etti. Bu konuda
çok ısrar ettiği için biz de onu is-
tifa ettirdik.’ dedi. Bunun üzeri-
ne Peygamber Efendimiz(s.a.v.)
‘Senin istifa ettirdiğini, biz de is-
tifa ettirdik.’ buyurdu.”7
Yavuz Sultan Selim Han’ın Türbedarı
Yavuz Sultan Selim Han’ın
türbedarı, bir erkek çocuğu-
nun olmasını çok istiyordu. Bu
yüzden hâmile bulunan hanı-
mının bir isteğini iki etmiyor-
du. Ancak hanımı o sabah, ken-
disinden kiraz istemişti. Lâkin
kirazın henüz çıkmaya başla-
dığı bu günlerde çok pahalıydı.
İmkânsızlıklarına rağmen, ümit
vererek evden ayrılmıştı. Hem
türbeyi süpürüyor, hem de bunu
düşünüyordu. Akşam eve varın-
ca hanım, “Kiraz aldın mı?” diye
sorarsa, ne diyecekti. İçinden
her türlü fikir geçiyor, fakat bir
türlü çıkış yolu bulamıyordu.
Çünkü pahalı kirazı alacak para-
sı yoktu. Tam bu esnada, elinde-
ki süpürgenin sapıyla, yıllardır
hizmetini gördüğü Yavuz Sul-
tan Selim Han’ın sandukasına
vurdu ve şöyle söylendi: “Hey
Koca Sultan! Sana senelerdir
hizmet ediyorum, bir defacık ol-
sun himmet etmedin. Ne olacak
şimdi benim hâlim? Kiraz ala-
cak param yok. Ben ne yapaca-
ğım! ”Akşam olur sıkıntılı şekil-
de eve gelir. Ertesi sabah tekrar
türbeye gelir, kapıyı açıp bekle-
meye başlar. Bir anda karşısın-
da Sultan Abdülhamid Han’ın
adamı belirir:
- Efendi, Sultan seni huzu-
ra çağırır, hemen faytona bu-
yur, der. Türbedar şaşkınlıktan
küçük dilini yutacak hâle ge-
lir. Sultan, kendisini niçin ça-
ğıracak? Kendisi bir türbedar-
dır. Sultan’ın huzuruna çıkacak
kimselerden değildir. Olsa olsa
bir şikâyet, bir suç haberi var-
dır; o yüzden çağırır. Emri teb-
liğ eden adam:
- Efendi ne durursun, Sulta-
nın emrini tebliğ ederim sana!
Bakar ki ağırdan almanın zara-
rı olacak. Çaresiz faytona atlar,
doğruca sarayın avlusuna iner-
ler. Huzura alırlar. Abdülhamid
Han, kendisini şöyle tepeden
aşağı bir süzer. Sonra, kelimele-
re basa basa fakat yumuşak bir
eda ile sorar: Ceddim Yavuz Se-
lim Han’ın türbedarı sen misin?
Güçlükle cevap verir:
- Evet Sultanım!
- Söyle bakalım dün türbede
neler oldu? Derdin nedir?
Bir anda zihninden bir sürü
şey geçer. Şaşkın ve ürkek bir
eda ile:
- Sultanım bir şeyler olma-
dı, bir derdim de yoktur. Sağ-
lığınıza duacıyım. Abdülhamid
Han sesini hem yükseltir, hem
de sertleştirir:
- Sana söylerim. Dün türbe-
de neler oldu, meselen nedir,
açık söyle! Bir şeyler hisseder
bu defa. Ama söylemeye cesaret
edemez. İster istemez hâdiseyi
anlatır:
- Sultanım, zevcem hami-
le. Benden kiraz istedi. Çok pa-
halı olduğu için alamadım. Bu-
nun için de Sultan Selim Han’ın
sandukasına dokundum; bun-
ca yıldır hizmetini görürüm, bir
himmetini görmedim, dedim.
Ortalığı bir sessizlik kaplar. Ne-
den sonra daldığı âlemden çı-
kan Abdülhamid Han, söylen-
meye başlar:
- Sen orada dedemin sandu-
kasına vurdun, o da burada sa-
baha kadar benim başıma vur-
du. Al şu bir kese altını, bir daha
böyle şeyler için Selim Han’ı ra-
hatsız etme, doğruca bana gel,
der. Sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Han:
- Selim Han’ın türbedarının
maaşı iki misline çıkarılsın, sı-
kıntıdan kurtulsun. Bir derdi
olunca da hemen bana gelmesi-
ne izin verilsin, talimatını verir.8
1 Alan Palmer, Bir Çöküşün Yeni Tarihi. İstanbul 1993, s, 159-160.
2 Kanun-i Esasi (1876) , İlk Anayasa.3 Yavuz Bahadıroğlu, “II. Abdülhamit” Resimli Os-
manlı Tarihi, İstanbul 2009, s, 470, 471.4 Alâeddin Yalçınkaya, Sultan II. Abdülhamid Han’ın
Notları. İstanbul 1996, s.115-116.5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, Ankara,
1988, s.249-250. 6 İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek,
İstanbul, 2007, s.49-56.7 http://forum.shiftdelete.net/8 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi
Tarihi, İstanbul 2003, s,304.
Dipnot
Yavuz Sultan Selim’in Türbesi
43
UÇURUMLARIN ZARİF
KÖPRÜSÜ
Mart 201342
Hissiyat ile ifadesi arasında-
ki fark, kalbin devri yükseldik-
çe bir uçuruma dönüşmektedir.
Kelimeler sıcak yüzünü esirger; keyfiyetler kifayet-
siz, hisler ifadesiz kalabilir. Heyecanları, pişman-
lıkları veya acıları anlatma kudretini bulamaz hi-
taplar. En derinlerden yandığı bir gece vaktinde
patlayacak gibi olan kalp; odacıklarına hangi dü-
şüncelerin girip çıktığını anlayacak kavramlar ve
anlatacak cümleler bulamaz. İşte kalple dilin ara-
sındaki derin uçurumu en zarif köprülerle kavuş-
turan şiire tam da burada ihtiyaç duyulur. Yürek o
kadar yanar ki, sönmesi için uzun cümleler çok geç
kalacaktır. Etkisiz söndürücüler ise bir işe yarama-
yacaktır. Yani tez elden, etkili ve tam dolu bir si-
lah lazımdır can çekişen kalbin acısını dindirmeye:
Şiir.
Bir düşüncenin özü olan şiir; aşk, varoluş, ölüm
gibi “öz’ün düşüncesinde” de başrolü üstlenir. Her
şeyde hakikate ve öze ihtiyaç duyan ruh, sözde de
öze ihtiyaç duyar ve bu ihtiyaçla şiiri tutup kolun-
dan, başköşesine oturtur kalbinin. Tabii burada şi-
irden kasıt kelime oyunlarıyla dolu söz yığınları de-
ğil, tasavvufun derinliklerinde hayat bulan hikmet
dolu sözlerdir.
Bir yaz teravihinde, Somuncu Baba’da, Rahman
Suresinin akıcılığında bu aşkla tanışmış biri olarak
o gece, Rahman Suresinin şiirsel akışının Tohma
suyundan daha coşkun olduğunu gördüm. Kur’an-ı
Kerim’in her satırında yer alan bu akıcı ve kusursuz
anlatım, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in pürüzsüz
üslubuyla birleşmişti. Bu yüzdendi ki Rasûlullah’a
şair dediler, şiir söylüyor dediler. Sözünü az söyle-
mesine rağmen çok şey söylemesi O’nu bu itham-
la karşılaştırmıştı. Sözü güzel ve doğru söylemesi
O’na Allah (c.c.) tarafından ihsan edilmişti. Efen-
dimiz (s.a.v.)’e “Cevâmi-ül-kelîm” yani ‘az sözle çok
ve güzel şey anlatma’ özelliğinin verilmesi de hik-
metin kalabalık sözlerde değil, incelik ve özde ol-
duğunu gösterir.
Kalplerimize İncelik Ver
Kalbi, en korumasız yeridir insanın. Her dar-
be ilk ona iner, dövüldükçe katılaşır. Doğrudan
DenemeM. Bedrettin TOPRAK
TÜRKİSTAN GAZELİ
Türkistan’dan fışkırdı, doğduğu yer Sayram’dırAllah’tan milletime büyük lütûf, ikramdır
Hoca Ahmed Yesevî, o bir hikmet kaynağıİlk mutasavvıflardan, seyr ü sülûku tamdır
Yetişmiş dervişânı, kol kol Anadolu’yaGöndermiş dâvet için, adam gibi adamdır
Müslüman olmamızda onun büyük payı varİnandığı dâvâsı, tek İlâhî Nizam’dır
Taptuk Emre ve Yûnus, Hacı Bektâş-ı VelîAhî Evran, Mevlânâ, Şems ve Hacı Bayram’dır
Böyle bir ceddi olmak, herkese nasip olmazAslan Baba müridi, Allah dostu atamdır
Somuncu Baba, Ak Şeyh, hep o koldan gelmekteTennûrî ve Hulûsî, hepsi ruh akrabâmdır
Bütün yollar Allah’a çıkmaktadır sonundaTersini söyleyenler, ins sûretli yamyamdır
Oğuz, ana caddemiz Allah ve Resûl yoluBiz bu yolda ölsek de, yaşasak da ne gamdır…
Bekir OĞUZBAŞARAN
Mart 201344 45
şaştığında insan, yoldan dışarıya ilk adımı kalp
atar. Çamur, kalbin ayaklarına bulaşır. Kalp yol-
dan çıkar, yol kalpten çıkar. Sürgün ülkelerde bu-
lur kendisini muhtelif zamanlarda insan. Kalbini
sürgün ettiği karanlık ülkeyle “kalbinin başkenti”
arasında kalır; sonra “Sürgün Ülkeden Başkent-
ler Başkentine” bir Sezai Karakoç irkilmesiyle geri
döner:
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar
vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir
çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Geri döner kalp bu irkilmeyle, şairin dilinden
içindeki başkenti bulur, yenilgi büyüyen zaferini,
Merhamet Çınarı’nda gölgelendirmek ister. Kal-
bine incelik ister. Kalbine gelen inceliği avuçları-
na dua olarak üflemek ister. Bu defa da duasını
Allah dostu Hulûsi Efendi (k.s.)’nin diliyle eder:
Yâ Rabb n’olur derd-i dili yâre ulaştır
Bu bülbül-i nâlânı o gülzâra ulaştır
Hasreti ânın açtı nice yâre bu dilde
Bîmâre dili sen âna tîmâre ulaştır
Bu âşık-ı bî-çâreye kılsın meded artık
Gûş ettir âna nâlemi bu zâra ulaştır
Gurbete düşüp oldum esîr-i gam-ı hicrân
Bu gamlıyı lûtfile o gam-hâra ulaştır
Firkat od’una yakma bu cânımı efendim
Ol vâris-i yektâAhmed-i Muhtâr’a ulaştır
Kıtmîrliğe şâyeste kıl ânın kapısına
Rahm eyleyüben ol derd-i dildâre ulaştır
Matlûbunu ver hürmetine İmâmü’l-
Harâmeyn’in
Hulusî’yi ol yâr-i vefâ-dâre ulaştır
Dua edecek cesaret bulamadığında yürek; af
isteyecek yüz bulamadığında mahcubiyet; kalbini
diline dökecek kabiliyet bulamadığında akıl, mu-
tasavvıfların dualarına sığınır insan. Vermek için
hazır olan Güzelliğin de Sahibi’ne (c.c.), en gü-
zel dizelerle gitmek ve ‘derd-i dili yâre’ bu hikmet
dolu sözlerle ulaştırmak yolun kolayı ve en güze-
li olur.
Derdimiz hâline gelen dizeler ve dermanımız
olan dizeler… İyi ki varlar… Dua’nın sahibi hatırı-
na dualarımızı yâre ulaştır yâ Rabb.
47
SOSYAL FOBİ
Mart 201346
Sosyal fobi, toplum
içinde otururken,
konuşurken veya
herhangi bir eylem yaparken kı-
zarma, terleme, ellerin titremesi
kendini küçük düşürecek yanlış
bir şeyler yapma korkusu ola-
rak tarif edilir. Bu yüzden kişi
topluluk içine girmekten kaçı-
nır. Kişi, devamlı kontrol edildi-
ği, hareketlerinde ve yaptığı işte
bir noksanlık arandığı endişe-
sindedir.
Yanlış bir şey yapmaktan, ka-
labalık içinde mahcup olmak-
tan, dolayısıyla küçük düşürül-
mekten korkar. Topluluk içinde
konuşamaz, sesli okumaz, ya-
zamaz ve iş yapamaz. Kalaba-
lığa girmekten çekinir. Girmek
zorunda kalınca da sıkılır. Hu-
zursuz olur, bunalır. Hatta pani-
ğe kapılabilir, yüzü kızarır, solu-
num ve nabız hızlanır.
Sosyal fobi, her ferdin haya-
tı boyunca karşılaşabilme ora-
nı yüzde 10-16 arasında değişen
ve nüfusun yüzde 3’ü tarafından
yaşanan, sık rastlanan bir prob-
lemdir. Sosyal fobilerin yaklaşık
yüzde 40’ı on yaşından, yüzde
95’i yirmi yaşından önce ortaya
çıkmaktadır. Kadın ve erkekler-
de eşit oranda görülür.
Belirtileri
Aşırı çekingenlik, sosyal or-
tamlarda küçük düşme korku-
su, kalabalık içerisinde bir per-
formans göstermeyeceğinden
korkma, sık sık gelen panik
ataklar, el titremesi, yüz kızar-
ması, aşırı terleme çarpıntı, bo-
ğazın kuruması.
Bu belirtiler genelde, biriy-
le tanıştırılınca, telefonda konu-
şurken, misafir geldiğinde, bir iş
yaptığı sırada başkalarınca izle-
nirken, evde veya dışarıda ye-
mek yerken, topluluk önünde
bir iş yaparken ortaya çıkar.
Tedavi edilmemiş sosyal fobi
okulda başarısızlık, meslekî kı-
sıtlılıklar (performans düşük-
lüğü), sosyal ilişkilerde dar-
lık, madde bağımlılığı, gereksiz
tıbbî inceleme, anksiyeteyi ya-
tıştırmak için alkol kullanma,
depresyon, kalabalık yerlere git-
mekte korku, intihar düşüncele-
ri ve girişimleri gibi durumlara
yol açar.
Ne Olur?
Sosyal fobisi olan kişiler, çe-
şitli sosyal durumlarda olumsuz
bir şekilde değerlendirilecekle-
rine ilişkin büyük bir korku du-
yarlar. Korktukları durumlar-
la karşılaştıkları zamanlarda da
sıklıkla anksiyetenin bedenî be-
lirtilerini yaşarlar. Sosyal fobi-
de korku duyduğu sırada en sık
gözlenen belirtiler: çarpıntı, tit-
reme, terleme, kaslarda gergin-
lik, midede burulma duygusu,
ağızda kuruma, ateş basması
veya üşüme duygusu, kafada ba-
sınç.
Sosyal Fobi Teşhis Kriterleri
A. Yabancı insanlarla karşı-
laşacağı veya başkalarının gözü
önünde olabileceği bir veyahut
daha çok sosyal ortamda ya da
“Hastanın durumuna göre ilaç tedavisi, davranış
tedavisi veya ikisi birden uygulanır. Sosyal fobikler
tedavilerden yararlanırlar.”
KültürSefa SAYGILI*
Mart 201348 49
performans gerektiren durum-
larda belirgin ve kronik kor-
ku duyma. Kişi, utanç duyacağı
veya küçük düşeceği davranış-
larda bulunmaktan korkar veya
anksiyete belirtileri gösterir.
B. Korkulan sosyal durum-
la karşılaşma, hemen her zaman
anksiyeteye (endişe, kaygı) yol
açar, bu anksiyete bazen panik
atak şeklini alabilir
C. Kişi, korkusunun aşırı
veya anlamsız olduğunun far-
kındadır.
D. Korkulan sosyal ortamlar-
dan veya performans gerektiren
durumlardan kaçınılır veyahut
bu durumlara aşırı anksiyete ile
katlanılır.
E. Bu sıkıntılar kişinin gün-
lük meslekî veya sosyal aktivi-
telerini ya da ilişkilerini etkiler
veyahut fobiyle ilgili yoğun sı-
kıntıları vardır.
F. 18 yaşından küçüklerde
süre en az 6 aydır.
Sosyal Fobi Niçin Olur?
Sosyal fobilerde anormal de-
ğerlendirme korkusu, saplan-
tı halindedir. Sosyal ilişkilerde
olumsuz şartlanmalar söz ko-
nusudur. “Ben hiçbir şeyi bece-
remem, her şeyi berbat ederim”
gibi. Ayrıca sosyal davranışları-
nı aşırı şekilde aşağılayarak su-
narlar. Hep olumsuz olayların
üzerinde durular.
Çocukların aşırı derecede ko-
ruyucu, ancak duygusal yönden
doyurucu olmayan bir şekilde
yetiştirilmesinin sosyal fobide
rol oynadığı düşünülmektedir.
Bu çocuklar sosyal ilişkilerden
uzak kalarak büyüdüklerinden,
başkalarının onlar hakkında ne
düşündükleri veya kendileriy-
le ilgili ne gibi yorumlar yaptık-
larına daha çok dikkat eder hale
gelmektedirler.
Tedavisi Nasıldır?
Hastanın durumuna göre ilaç
tedavisi, davranış tedavisi veya
ikisi birden uygulanır. Sosyal fo-
bikler tedavilerden yararlanır-
lar.
Sosyal fobi tedavi edilmedi-
ğinde ferdin iş, sosyal ve özel
hayatını olumsuz etkiler, yaşam
kalitesini düşürür. Bu yüzden
sosyal fobi tedavi edilmesi gere-
ken bir hastalıktır.
1- İnsanların ilgi odağı ol-
maktan çekinir misiniz?
2- Başkalarının önünde gü-
lünç duruma düşmekten korku-
yor musunuz?
3- Şu pozisyonlardan her-
hangi birinden sıklıkla kaçınma-
ya çalışır mısınız?
(Topluluk önünde konuş-
mak, otorite konumunda kişi-
lerle konuşmak, insanların sizi
izlemesi, başkalarının önünde
yemek yemek, içmek veya yaz-
mak, topluluklara girmek.)
4- Sayılan durumlara maruz
kalırsanız; aşırı derecede kıza-
rır, titrer, bunalır, kusma hissi-
ne kapılır veya acilen tuvalete
gitme arzusu duyar mısınız?
Eğer 1, 2 veya 3 nolu sorula-
rın herhangi bir bölümüne evet
cevabı verdiyseniz sosyal fobik
olabilirsiniz. Eğer 4 nolu soru-
ya evet cevabı verdiyseniz sosyal
fobiksiniz demektir. *. Prof. Dr.
İNSANDA ÜÇ GÜZELLİK
Üç güzellik olmalıdır insanda, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl. Geçerlidir, kıymetlidir her yanda, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Cömert insan cennet kapısı açar, Cesaret her fikri açıkça saçar, Akıl düşünerek inceden seçer, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Hayat binasının temel taşıdır, Sofraların ekmeğidir aşıdır, İnanarak yaşamanın başıdır, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Diplerde kalanı yüze çıkarır, Kıvrımlı yollan düze çıkarır, Kapanmayan gerçek ize çıkarır, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Dostun en yakını zor günde belli, Geniş günde değil, dar günde belli, Gösterir kendini her günde belli, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Yaşama sevinci tatlılık verir, Her güne yeni bir kutluluk verir, Yuvalara huzur, mutluluk verir, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Şeref der ki, boşa konuşmam sözü, Kudret aynasıdır insanın yüzü, Yükselmenin yolu, hayatın özü, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.
Şeref TAŞLIOVA
51
HER NE VAR İse ÂLEMDE
AŞK İMİŞMart 201350
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl u kâl imiş ancak
Fuzûlî
(Dünyada her şey aşktan ibaretmiş. İlim sade-
ce bir dedikodu etmekmiş.)
Mevlânâ “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşü-
nü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya do-
nar kalırdı.” ve Yûnus “Evvel yer gök yoğ idi var idi
aşk bünyâdı” diyor. Dünya sev-
gi üzerine kurulmuş ve sevgi ile
dönmektedir. Sevgisiz başlanan
iş ya başlamadan yahut hayırsız
biter ve sevgisiz atılan her adım
çıkmaz sokaklarda kaybolur gi-
der. Ve aşk, sevginin şiddetli ve
sevgiden kuvvetli hâlidir. Aşk ki;
bülbülün, güle rengini vermesi;
pervanenin şem’e teslim-i cânı;
cânın, cânân yoluna feda edilme-
si…
Fuzûlî, âlemdeki her güzelli-
ğin sadece aşktan kaynaklandığını, ilmin ise sa-
dece dedikodudan ibaret bir şey olduğunu söylü-
yor. Hazf ettiğimiz kıtanın başındaki iki mısrada
da şair, ilim tahsil etmek suretiyle yücelmeye ça-
lışmanın gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ha-
yal olduğunu söylüyor. 16. asrın medrese mezunu,
dolayısıyla matematik, tıp, astronomi; bunların
yanında tefsir, fıkıh, hadis ilimlerini tahsil etmiş,
yani bir yönü ilim adamı olan Fuzûlî’ye bu sözler
pek de yakışır görünmüyor. Zira ilk emri “Oku”
diyen bir dinin mensubu ve “İlim Çin’de dahi olsa
tahsil ediniz.” yahut “İlim müminin yitik malıdır,
nerede bulursa alsın.” diyen bir görüşün insanı
nasıl olur da ilmi, dedikodudan ibaret bir şey ola-
rak tanımlayabilir?
Fuzûlî, yalnız yaşadığı asırda değil, sonra-
ki yüzyıllarda da örnek alınmış, şiirlerine nazire-
ler yazılmaya çalışılmış güçlü bir şairdir. O, bıra-
kın diğer meslek dallarını büyük ölçüde ilhama
ve hayale dayanan şiir sanatının bile ilimden hâlî
olamayacağını söyleyen bir büyük sanatkârdır.
Fuzûlî, ilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer, temeli
olmayan binanın yıkılması da gayet kolaydır, der.
Böyle düşünen bir şair herhalde cehaleti savun-
mayacaktır. Fuzûlî, okuyucusuna vermek istediği
mesajını doğrudan vermez, ne anla-
tacaksa onunla ilgili çarpıcı bir söz
söyler, okuyucusunu sarsar, dikka-
tini çeker ve mesajını da görünen
mananın içine gizler. Okuyucusunu
düşündürmeden, anafora sokma-
dan, çilesine ortak etmez Fuzûlî… O
halde nedir şairin meramı?
Aşk Yüce Gönüller Mesleğidir
Gelin, Fuzûlî’nin söyle-
mek istediklerini anlamak için
Tazarrunâme’siyle meşhur Sinan Paşa’dan ve gö-
nüllerin mütevazı sultanı Yûnus Emre’den aşk ve
ilim hususunda yardım isteyelim.
Sinan Paşa “Aşk efsane ve efsun değildir. Aşk
san’at-ı her dûn değildir. Her aşk davası eden âşık
olmaz; her muhabbetten dem uran sâdık olmaz.
İlahî herkes merd–i aşk olmaz ve değme kalbde
derd-i aşk bulunmaz. Aşk bir kimyadır, onun ma-
deni can olur; aşk bir gevherdir onun mekânı kân
olur. Aşk bir zevktir onun da şeydaları var; aşk bir
hurûştur, onun da deryaları var.” diyor. Demek ki
her âşığım diyen âşık olamaz; zira aşk sıradan bir
his değildir. Âşık olabilmek için çile çekmek gere-
kiyor. Dolayısıyla aşk değme kalplerde mekân tut-
EdebiyatVedat Ali TOK
“İlahî! İnsanlara sevdirmek için, Kendi güzelliğini,
güzellikleri aksettiren bir ayna hükmündeki
güzellerin yüzünde yansıttın; sonra da dönüp onu,
âşıkın gözüyle temaşaya koyuldun.”
Mart 201352 53
maz, çünkü aşk yüce gönüller mesleğidir.
Şiirin asıl anlamına döneceğiz, ama Fuzûlî’nin
dedikodu dediği ilimden de söz edelim biraz. Alla-
hü Teâlâ “İlmi, dileyene veririm.” buyuruyor. Bu
demektir ki insan, isterse her türlü ilmi, kapasi-
tesince tahsil edebilir. Fakat her ilim tahsil eden
kişi Allah’ın rızasına uygun hareket etmeyebili-
yor, ya da insanlığa zerrece faydası olmayabiliyor;
nitekim bugün maddenin en küçük parçası diye
bilinen atom bile parçalanıyor ilim sayesinde, fa-
kat maalesef bu bilginin birçoğu insanlığın mahvı
için kullanılıyor. Dolayısıyla ilim tek başına insa-
nı kurtarmıyor. O halde eksik olan bir şeyler var.
İnsan ilmin zirvesine de tırmansa içinde aşk yok-
sa kazandığı ilmin insanlığa da bir faydası olma-
yacaktır.
Yûnus Emre, Fuzûlî’den sözbaşı yaptığımız
mısraları âdeta şu dörtlüğü ile şerh ediyor:
Âkil ne bilir aşkı kim
Mağrur oluptur aklına
Aşkı bu gün bu Yûnus’a
Sorun sorun aşka selâ
Ve Yûnus:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
diyor. Yûnus Emre bunları söyleyip kendini bir
tarafa çekmiyor; niçin ve nasıl okumak gerektiği-
ni de açıklıyor:
Okumaktan mânâ ne
Kişi Hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Yani okumanın mânâsı insanın kendini ve
Allah’ı bilmesiyle son bulmalı. Eğer onca ilmin
sonunda O’nu bulamıyorsan boşuna emek har-
cıyorsun demektir. Yûnus Emre Kişi Hakkı bil-
mektir mısraını tevriyeli yani iki anlama gelecek
şekilde kullanmıştır. Allah’ı bilmek ve kişi hak-
kı bilmek; yani başkalarının hakkına tecavüz et-
memek anlamlarında düşünmüş; her halükârda
okumanın gayesine vurgu yapmıştır.
İşte Fuzûlî’nin dedikodudan ibaret bulduğu
ilim, Yûnus Emre’nin bir kuru emek, ya da abes
yere yelmek diye tarif ettiğidir. Ve Yûnus Emre
faydasız, gayesiz ilimle meşgul olmaktansa bir gö-
nüle girmeyi tavsiye ediyor. Gönle girmek de an-
cak sevgi ile aşk ile mümkündür. Aşk ki menşei
Yaratana dayanıyor. Söyleyeni belli olmayan bir
şiirde deniliyor ki:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm–i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin
İlahî! İnsanlara sevdirmek için, Kendi güzelli-
ğini, güzellikleri aksettiren bir ayna hükmünde-
ki güzellerin yüzünde yansıttın; sonra da dönüp
onu, âşıkın gözüyle temaşaya koyuldun.
Şiir sözün özüdür. Ciltler dolusu malumatın,
darası alınmışıdır şiir… Fuzûlî’nin meramını şim-
di daha iyi anlayabiliriz sanırım. Ne diyor Fuzûlî:
İnsanın huzuru, yükselişi, pâye kazanması kendi-
ni bilmesi ile mümkündür. Kendini bilen Rabbini
de bilecektir. Dolayısıyla bir imtihan için gelinen
dünyada ne işle meşgul olursan ol, ilim adamı ol,
tüccar ol, sanatkâr ol, çiftçi ol… yaptığın her işte
aşk olsun. Çünkü aşk, aklın doğru ve hayırlı yönde
işlemesine yardımcı bir histir. Netice olarak bize
ancak bütün bunları düşünmemize vesile olduğu
için Fuzûlî’ye “Aşk olsun!” demek düşüyor.
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Beşîr b. Sa’d
Künyesi : Ebü’n-Nu’mân
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Medine
Baba adı : Sa’d b. Sa’lebe el-Ensârî el-Hazrecî
Anne adı : Üneyse bint Halife
Eş(ler)i : Amra bint Ravâha
Akrabaları : Abdullah b. Ravâha’nın eniştesidir.
Oğulları : Nu’mân. Aşağıdaki hadisten baş-
ka oğulları da olduğu anlaşılmaktaysa da, isimleri tespit
edilemedi.
Kızları : Ümeyme (Übeyye?)
Kabilesi : Hazrec
İslam’a girişi : 2. Akebe bey’atine katılmıştır ve hic-
retten evveldir.
Sohbet süresi : On yıldan fazla
Rivayeti : 3-4 rivayeti var
Yaşadığı yer : Medine, Hımıs
Mesleği : Askerlik, ziraat
Hicreti : Yok
Savaşları : Bedir, Uhud ve Hendek başta olmak
üzere bütün savaşlar
Görevleri : Komutanlık. H. 7. senede Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) onu Fedek, Vâdi’l-Kurâ vb. bazı seriyye-
lerin başına komutan tayin etti. Kaza umresinde silahla-
rın muhafızlığı görevini de ona verdi.
Fiziki yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Karekterli, tutarlı biridir. Ensar’dan
olmasına rağmen Hz. Ebu Bekir’e ilk bey’at eden odur.
Ayrıcalığı : Câhiliye döneminde okuma yazma
bilen nâdir kişilerden biriydi.
Ömrü : Orta yaşlı
Ölüm yılı : H. 12
Ölüm yeri : Irak-Kerbelâ’nın 40 km. batısındaki
Aynü’t-temr.
Ölüm sebebi : Şehid oldu.
Hakkında : Eşi Amra’nın emriyle oğlu Nu’man’a
bir bağışta bulunmuş ve buna da Rasûlullah (s.a.v.)’ı şa-
hit yapmak istemişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona “On-
dan başka oğulların var mı?” diye sordu. O: “Evet” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Peki ona verdiğinin benzerini
diğerlerine de verdin mi?” diye sordu. O “Hayır” deyince
Allah Rasûlü: “Beni haksızlığa şahit yapma!” buyurdu.
Mürreoğulları’na düzenlenen seriye çetin bir çatışma-
ya dönüştü ve otuz kişiden çoğu şehit düştü. Ayağın-
dan ağır şekilde yaralanan ve bayıldığı için öldü sanı-
lan Beşîr savaştan sonra kendine geldi ve gece civardaki
bir Yahudi ailesine sığındı ve yaraları iyileştikten sonra
Medine’ye döndü.
Hadisleri : “Helal belli, haram da bellidir. İki-
si arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, çok kim-
seler bunları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sa-
kınırsa, onurunu da, dinini de tertemiz tutmuş olur.”
“Allah bize sana salâvat getirmemizi emretti, peki
bunu nasıl yapacağız?’ diye sorunca Hz. Peygamber
(s.a.v.) şöyle deyin buyurdu: “Allahümme salli alâ Mu-
hammedin ve alâ Âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ
İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Mu-
hammed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme fi’l-âlemîne. İn-
neke Hamîdün Mecîd.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 52-53; İsâbe, I. 311; Üsd, I. 122-
123, 1316; DİA, V. 470. Müsned, IV, 268-269, 273; V,
273; İbn Sa’d, Tabakât, III. 531.
*Prof. Dr.
BEŞÎR B. S’AD (r.a)
55
ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR
SORUMSUZ (MU?)Mart 201354
Hiç kimse sade-
ce sevdiği ve
memnun ol-
duğu işleri yaparak büyük bir in-
san olamaz. Sorumluluk duygu-
su, diğer değerler gibi öğrenilen
bir özelliktir. Ne var ki ebeveyn-
ler sıklıkla çocuklarında sorum-
luluk duygusunun yokluğundan
yakınırlar. Çocuğunun eğitimin-
de titizlenen insanlar, iyi yetiştir-
mek adına hassas davranıp çocuk-
larının sorumluluklarını kendileri
yüklenmekte ve onları koruyup
kollamak adına sorumluluk duy-
gusunun ve öz disiplinin gelişme-
sini engellemektedirler.
Tüm eğitim sürecinde olduğu
gibi sorumluluk eğitiminin de ilk
aşaması bu konuda çocuğa model
oluşturmaktır. Evdeki büyüklerin
hayatı planlı ve programlıysa, bir-
birlerine, çocuklarına ve topluma
karşı sorumluluklarını yerine ge-
tiriyorlarsa çocukların bu kavramı
öğrenmeleri çok daha kolay ola-
caktır. Çocuk da evin bir ferdi ol-
duğuna göre sorumluluk duygu-
sunu edinebilmesinin ilk aşaması
evde yaşına ve gelişim seviyesine
uygun sorumluluklar almasıdır.
Ona yapabileceği bir ev işinin so-
rumluluğunu verin ve verdiğiniz
sorumluluğun takibini yapın, onu
teşvik edin.
Öğretim sürecine olabildiğince
erken başlamak gerekir. Fiziksel
olarak ona zarar verebilecek deli-
ci ve kesici aletlerle yapılanlar dı-
şındaki basit işleri olabildiğince
erken öğretin. Yatağını toplamak,
oyuncaklarını sepete yerleştirmek,
çöpü dışarı çıkarmak, sofra hazır-
lamak gibi… Zaten küçük yaşlarda
çocuklar ev işlerine karşı oldukça
isteklidirler. Elbette bu işleri sizin
tek başınıza yapmanız daha kolay-
dır. Onları engellediğiniz takdirde
“Sen bu işi doğru dürüst yapamaz-
sın.” mesajını vermiş olursunuz.
Sonuçta çocuk her şeyi sizin yap-
manıza “izin vermek”le kalmayıp
artık ev işlerine yardımcı olma-
yı da reddedecektir. Ya da reddet-
mek yerine verdiğiniz görevi istek-
siz ve bezgin şekilde yapacaktır.
İlk aşamada yavaş davranabi-
lir ve işi aksatmaya meyilli olabi-
lir, ara ara yumuşakça hatırlatın,
güdüleyin. Eğer zamanlamada so-
run yaşıyorsa başı sonu belli bir
süre tanıyarak verilen işi o süre-
de bitirmesini isteyin. Aksi halde
genellikle görevi, sevdiği işlerden
sonraya erteleyecektir. Zama-
nı ayarlayamıyorsa birlikte gün-
lük program hazırlayabilirsiniz.
Bu çizelge onun katkılarıyla oluş-
malıdır ki, programa uyması daha
kolay olsun. Yetiştiremediğin-
de, kıyamayıp onun görevini üst-
lenmeyin ve yarım işini tamamla-
mayın. Bu şekilde şunu öğretmiş
olursunuz: “Eğer bitiremiyorsan,
sıkıldığın noktada işi bırak, biri
gelip tamamlayacaktır.” Ona ve
kardeşlerine seçenek sunabilirsi-
niz. Böylece her biri daha çok zevk
alacakları görevlere talip olabilir-
ler. Bu arada paylaşımın adaletli
olmasını da sağlayın. Ona hangi
sorumlulukları verebileceğinizin
basit bir ölçüsü vardır. Eğer çocuk
o işi kendi başına yapabiliyorsa
(istisnai haller dışında) onun adı-
na bunu siz yapmamalısınız. Me-
sela 4–5 yaşlarında bir çocuk ra-
hatlıkla kendi yemeğini yiyebilir,
tabağını mutfağa götürebilir. Kir-
li giysilerini, kirli sepetine atabilir,
yatağını (sizin kadar mükemmel
olmasa da) düzeltebilir, oyuncak-
larını toplayabilir.
Okul çağı çocukları ise buna
ilaveten anneye yardımcı olmak,
sözgelimi sofra kurmak ve topla-
mak, çamaşır asmak veya topla-
mak, çöpü çıkarmak, küçük kar-
deşlerle ilgilenmek ve kendine
bazı yiyecekleri hazırlayabilmek
gibi işleri rahatlıkla yapabilirler.
Unutmayın, bunlar çocukta so-
rumluluk duygusunu ve temel be-
cerileri geliştirdiği gibi özgüvenini
de artıracaktır. Çünkü kendi ken-
dine yetmesinin önünü açmışsı-
nızdır ve en temel ihtiyaçları için
dahi kendini büyüklere bağımlı ve
çaresiz hissetmez.
Ona kendisinin seçeceği bir
saksı çiçeği alın ve bakımının so-
rumluluğunu ona verin. Büyü-
mesini birlikte takip edin. Müm-
künse birlikte belirleyeceğiniz bir
ev hayvanı edinin ( kuş, balık, su
kaplumbağası vs.) İsmini o versin,
hayvan onun olsun ve besleme gö-
revini üstlensin. Çocuğu girişimci
tavırlarında tebrik edin, gerekirse
ödüllendirin. Ancak şu işi yapar-
san şunu veririm gibi rüşvetçi bir
tavır içine girmeyin. Çocuğunuz
hayat boyunca çeşitli sorunlar ya-
şayabilir. Bunları çözümleyemedi-
ği zaman onun adına hemen çö-
züm üretmeyin. Bu şekilde onun
sorun çözme yeteneğinin gelişme-
sini engellemiş olursunuz. Sade-
ce yol gösterici olun ve teşvik edin.
Ayrıca yaptıklarının sonuçlarıy-
la yüzleşmek sorumluluk almanın
şartıdır. Yaptığı veya yapmadığı
şeylerin doğal sonuçlarıyla yüzleş-
mek başlı başına öğretici bir etki-
ye sahiptir.
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
57
SARIKLI MÜCAHİDLERİÇANAKKALE’NİN
Mart 201356
Çanakkale Savaşı esna-
sında aziz vatanımızın
hemen her bölgesin-
deki şeyhler, müderrisler, âlimler
de tekke, zaviye ve medreseleri-
ni kapatıp cepheye koşmuşlardır.
Ulema sınıfının temsilcisi seçkin
din adamları, dersi ve tedrisatı
yarıda kesip dervişleriyle birlikte
fiilî mücadeleye atılmışlar ve pek
çok muharebede ateş hattında
büyük bir mücahede ortaya koy-
muşlardır.
Manevî Komutan: Ahıskalı Ali Haydar
Efendi
Çanakkale’de eşsiz kahraman-
lıklar sergileyen dervişlerin ba-
şında İstanbul İsmet Efendi Tek-
kesi ve şeyhi Ahıskalı Ali Haydar
Efendi’nin dervişleri gelmiş-
tir. Beraberinde pek çok müri-
di olduğu halde savaşa katılan Ali
Haydar Efendi, uzun süre cephe-
de görev yapmış, askerlerin moral
ve maneviyatının yükselmesinde
büyük katkıları olmuştur. Hatta
savaşın ‘manevî komutanı’ olarak
nitelendirilecek ölçüde emsalsiz
bir vazife üstlenmiştir. Buna dair;
kabri Afyon’a bağlı Başmakçı
İlçesi’nde bulunan merhum Kadi-
ri Şeyhi Hacı İbrahim Efendi’nin
naklettiği şu hatıra mühimdir:
“Harbin en şiddetli günlerin-
den biriydi. Böyle bir günün son-
rasında siperde zikirle meşgulüm.
Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden
‘Hayy’ esmasındayım. Hayy es-
ması, Hayy Hayy Allah diye çe-
kilir. Kalbime birden geldi ki,
‘Bu ordunun komutanı belli, ama
manevî mücahitlerin, şühedanın
komutanı kim?’ diye düşündüm.
Tüm zikir süresince bu hal devam
etti. İşte, bu merak ve hayret içeri-
sinde ben de, bu mücahitlerin ser-
darını merak edip duruyordum.
Bir gece, mana âleminde, muaz-
zam bir ordu gördüm. Ordunun
komutanı bir beyaz atın üzerin-
deydi. Komutanda öyle bir heybet
vardı ki, gözlerinden çıkan ışıklar
ile gözlerim kamaşmıştı. O sırada
şeyhimi gördüm. Efendi Hazret-
leri atın üzerindeki ordu komu-
tanını göstererek şöyle buyurdu:
‘İşte, merak ettiğin Çanakkale’nin
manevî mücahitleri, işte bu da
Çanakkale’nin manevî komutanı!’
Birden sıçradım, baktım ki siper-
deyim. Aynı yerimdeyim, anla-
dım ki bir mana yaşamışım. Hali-
me şükrettim ve o simayı beynime
kazıdım. Ama nerede olduğunu ve
kim olduğunu bilmiyordum.
Çanakkale Harbi bit-
ti. İstanbul’a döndüm. Fatih
Camii’ne gittim. Namazımı kılar-
ken bir taraftan da kendime hoca
bakacaktım. Caminin içerisi ade-
ta sarık deryası gibiydi. Namaz-
dan sonra Sultan Fatih’in ve Ya-
vuz Sultan Selim Hazretlerinin
türbelerini ziyaret ettik. Ziyaret-
ten dönerken, yüksek kapılı bir
tekkeden birisinin çıktığını gör-
düm. Elinde asası, başında beyaz
sarığı vardı. Muazzam bir heybe-
te sahipti. Birden göz göze gel-
dik. Kendimden geçtim, hemen
ellerine sarıldım. ‘Aman efendim,
siz manevi komutansınız.’ deme-
me ramak kalmıştı ki; ‘Evlat, sus!’
buyurdu. Ben, şaşkınlıktan ba-
kakaldım. Oradaki bir dervişe
sordum: ‘Bu zat kimdir?’ ‘Mus-
tafa İsmet Efendi Tekkesi Şey-
hi, Ahıska göçmenlerinden Ali
Haydar Efendi.’ Meğer Çanak-
kale Harbi’ne manevî komutan
olarak tayin edilen zat, Ali Hay-
dar Efendi Hazretleri imiş.”
Derviş Ahmet Efendi ve Sırlı Rüyası
Ali Haydar Efendi’nin naklet-
tiği, Çanakkale’nin manevî cephe-
sine dair bir başka sırlı olay da şöy-
ledir: “Çanakkale Savaşı’nın en çetin çarpışmalarının yaşandığı günlerden biriy-
di. Haydar Efendi’nin şeyhliğin-
de bulunan İsmet Efendi Dergâhı
dervişlerinden Mülâzım-ı evvel
(Yedek Subay) Ahmed Efendi’nin
birliğinde cephane bitmişti. Ge-
rideki birliklerle irtibat kopmuş,
yardım ümidi tamamen tükenmiş
ve de askere dağıtılmak üzere ne-
fer başına on yedi mermi kalmıştı.
Şehitlikten ya da teslim olup esir
düşmekten başka yol görünmü-
yordu. Ahmed Efendi, geceyi göz-
yaşları içinde ibadet ve dua ile ge-
çirir. Bütün gün savaşmanın verdiği yorgunlukla bir ara ken-
Tarihİsmail ÇOLAK
ESKİŞEHİR GÜZELLEMESİ
Kadim şehirlerden önde gelensinGöklerde süzülen al Eskişehir!...Yunus ikliminden çağa gülensinBirlik kovanında bal Eskişehir!...
Kabalak’ın suyu akar durulmazÇalışkandır şehir, asla yorulmazMisafire neden, niçin sorulmazMâzinin omzunda şal Eskişehir!...
Mihalıççık’tadır Yunus mezarıOnun yolundadır şair, yazarıZamana yenilmez OdunpazarıHüzünkâr nağmeler çal Eskişehir!...
Zenginlik say bor’u, lüle taşınıBütün dünya bilir, tanır aşınıMağrur ol ey şehir, kaldır başını!...Beni enginlere sal Eskişehir!...
Ne hoştur tarhana, toyga çorbasıKatlama böreği, kelem dolmasıHaşhaşlı çöreği, nuga helvasıKendin ol, hep kendin kal Eskişehir!...
Hüzün harman harman tren garındaGurbete düşeni yakar nârındaSeni görmek gerek ilkbaharındaYorgunluk kahvemde fal Eskişehir!...
Asalet var eski şehrin soyundaKız kızanı zeybek oynar toyundaZaman akıp gider Porsuk Çayı’ndaHayat ağacında dal Eskişehir!...
M. Nihat MALKOÇ
Mart 201358 59
dinden geçer. Rüyasında karşı te-
peden iki pir, Ahmed Rufaî Haz-
retleri ile Abdülkadir-i Geylânî
Hazretleri kol kola girmiş, kendi-
lerine doğru gelmektedirler. Gelir-
ken de sürekli şu cümleyi tekrar-
lamaktadırlar: ‘İzâ kaale’l abdü Ya
Rab, kaal’allâhü lebbeyk ya abd.’
(Kul Ya Rab dediği zaman, Allah
der ki, buyur ey kulum.)
Ahmed Efendi, komuta kade-
mesindeki arkadaşlarına ve erata,
sabah olur olmaz gördüğü rüyayı
anlatır. Kendisinin teslim olmayıp
savaşacağını söyler ve onların da
bu husustaki fikirlerini sorar: ‘Ev-
latlar, ben teslim olmam, ama siz
ne dersiniz, burada hepimizin akı-
beti mevzubahis?’ Birlikteki erler,
rüyayı ağlayarak dinledikten son-
ra, hep bir ağızdan tereddütsüz ce-
vap verirler: ‘İsterseniz kalan on
yedişer mermiyi de dağıtmayın,
biz süngülerimizle düşmana hü-
cum ederiz!”
O gün 150 er ve üç subay, mer-
mileri kalmadığı için süngüleri,
kanları ve canları ile bulunduk-
ları mevkii kahramanca müdafaa
ederler. Bu sayede, Türk mevzile-
ri arasında bir koridor açıp iler-
lemek isteyen düşmanın oyunu
bozulur. 5. Topçu Alayı, 2. Top
Bataryası’nın 5 Haziran 1915 günü,
Çanakkale Harbi’nin dönüm nok-
talarından olan bu mücadelesinin
hatırası, Gelibolu’nun Soğanlıde-
re mevkiinde Son Ok Şehitliği’nde
yaşamaktadır.
Şeyh Şamil’in Torunu Abdullah Dağıstanî
Efendi
Abdullah Dağıstanî, 1891’de
Dağıstan’da dünyaya gelmiştir.
Nakşibendî tarikatının mürşitle-
rinden olan dayısı Şerafeddin
Dağıstanî Hazretleri tarafından
küçüklüğünden beri özel bir iti-
na ile yetiştirilmiş ve ruhî-manevî
eğitimini tamamlamıştır. Abdul-
lah Efendi, yirmi iki yaşına ayak
bastığında Birinci Dünya Savaşı
patlak vermiş ve o da diğer mür-
şit, mürit ve dervişler gibi cep-
henin yolunu tutmuştur. Şeyh
Şamil’in torunlarından birisi ola-
rak İmam Şamil’in destansı ciha-
dını Çanakkale Cephesi’ne taşı-
yacak ve onun temsilcisi sıfatıyla
harikalar sergileyecektir. Dilerse-
niz bundan sonrasını, yaralanma-
sını ve cephede başına gelen ola-
ğanüstü bir hali bizzat Abdullah
Dağıstanî Efendi’nin ağzından
dinleyelim:
“Beni asker olarak Çanak-
kale Savaşı’na götürdüler. Düş-
manlar tarafından yoğun bir ta-
arruz başlatılmıştı. Takriben yüz
kadarımız bir siperi savunmak
için ateş hattında kalmıştık. Ben,
uzak bir mesafeden, bir ipliği bile
vurabilecek kadar mükemmel bir
nişancıydım. Sayıca, bulundu-
ğumuz mevkii savunmaya muk-
tedir değildik ve şiddetli saldırı
altındaydık. Bir merminin kal-
bime saplandığını hissettim ve
ölümcül bir şekilde yaralanarak
yere düştüm. Ölüm hali dene-
cek bir şekilde yerde uzanırken
Peygamber (s.a.v.)’in bana doğru
geldiğini gördüm. O an ruhumun
vücudumdan nasıl ayrıldığını
gösteren bir hal yaşadım. Ruhu-
mun parmaklarımdan başlaya-
rak tek tek her hücremden na-
sıl çıktığını gördüm. Hayat geri
çekilirken vücudumda ne kadar
hücre olduğunu, her hücrenin
fonksiyonunu, her hücredeki her
hastalığın nasıl iyileşeceğini gö-
rebildim. Her hücrenin nasıl zik-
rettiğini işittim. Ruhum bede-
nimden uzaklaşırken, bir insanın
ölürken neler hissedeceğini biz-
zat görerek öğrendim. Ölümün
çeşitli durumları gözümün önü-
ne getirildi. Bu ölüm ahvalini se-
yirden hoşlanıyordum. Bu haller
benim, şu Kur’an ayetinin sırrı-
nı anlamamı sağladı: “Kendile-
rine bir musibet geldiğinde ‘Biz
Allah’a aidiz ve elbette ona dö-
neceğiz.’ derler.” (2/Bakara, 156)
Ruhum bedenimden ayrılır-
ken, son nefesimi verinceye ka-
dar o görünümün devam ettiğini
gördüm. Bununla beraber o de-
neyimi yaşarken ruh olarak can-
lıydım ve bu tecrübe beni, ölüm
halinin sırrını anlamaya mukte-
dir kıldı. Manevî hallere ait gö-
rünümler kaybolduğu zaman,
savaş alanındaki ölü gibi halimi
ve yaralı olanlara bakan doktor-
ları fark ettim. Sonra onlardan
biri beni işaret ederek şöyle dedi:
‘Şu yaşıyor, şu yaşıyor!’ Konuşa-
cak veya hareket edecek gücüm
yoktu ve vücudumun yedi gün-
dür orada bulunduğunu idrak et-
tim. Beni askerî hastaneye götür-
düler, sağlığım yerine gelinceye
ve tam olarak iyileşinceye kadar
tedavi ettiler. Sonra beni terhis
ederek tekrar köyümüze gönder-
diler.”
Konuyla ilgili daha geniş ma-
lumatı 2008 yılında Nesil Ya-
yınlarından çıkan “Okuldan
Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan
Ordusu” kitabımızda bulabilirsi-
niz.
Mart 201360 61
Kâinatın en müşerref varlığıdır
insan… Doğuştan gelen say-
gınlığı ve değeriyle tüm canlı-
larla olduğu gibi diğer insanlarla da aynı ortamı
paylaşmak gibi bir sorumluluğa soyunmuş eşref-i
mahlûkattır. Çok bilinmeyenli bir denklem mesa-
besinde olan insan fıtratı gereği sosyal bir varlık
olmakla birlikte manevî açıdan da başka insanla-
ra muhtaçtır. Sağlık, huzur, zenginlik ve mutlu-
luk arar, bunları da diğer insanlarla birlikte güzel
ilişkiler kurarak elde eder. Farklı hasletlere sa-
hip olan insan aynı zamanı ve mekânı paylaştığı
mahlûkatı sever, özler, âşık olur, kin tutar, kızar,
nefret eder… Onlarla birlikte çalışır, onları yöne-
tir, öğrenir, eğitir, eğitilir vb. ailevî, sosyal ve iş or-
tamlarında önemli roller üstlenir. Hülasa, insan,
her daim, başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacı du-
yar.
Sağlıklı İletişim ve Diyaloga Dair
Kâinatta nesneler ve canlılar arasında daima
bir iletişim ve bir alışveriş söz konusudur. Her
mahlûkat gibi insan da hayatını idame ettirdiği
müddetçe ömrünün her aşamasında diğer insan-
larla sağlıklı iletişim kurma ihtiyacı hisseder. Bu
ihtiyaç, giderek toplumda yalnızlaşan ve kabuğu-
na çekilen insan için daha zaruri hale gelmekte-
dir. Birçok insanın hayatında başaramadığı olgu-
ların en önemlilerinden birisidir sağlıklı iletişim.
Eksikliğinde, insanlar arası arbedeler oluşur. Kişi-
lerde rahatsızlıklar meydana gelir, hatta devletler
bazında gerginliğe bile zemin oluşturur. Öyle ki
kişiler arasındaki iletişim yoksunluğundan, kar-
şılıklı yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan prob-
lemler neticesinde iletişim kazaları ve haliyle
gönül kırıklıkları oluşmaktadır. Bu durum insan-
İLETİŞİMİN AYAK BAĞI
YANLIŞ ANLAMALAR
KültürSemih KAÇAR
ların yaşamlarında mutsuz olmalarına sebebiyet
vermektedir. Her insan ilgi görmeyi, değer veril-
meyi, sevilmeyi ve sayılmayı ister. Bu değerlere
ters düşen sözler ve davranışlar dost, arkadaş kay-
bına neden olan iletişim kazalarına sebep olmak-
tadır. İletişimde yaralayıcı sözlerden sakınarak,
dost kazanımı ve insanların gönlünü hoş etme an-
layışı göz önünde bulundurularak sağlıklı bir şe-
kilde gerçekleşmesiyle istenilen amaçlara ulaşılır,
başarılar elde edilir, güzel muhabbetler tezahür
eder ve her iki tarafta mutlu ve huzurlu olur.
Yanlış Anlama ve Algılama
İletişim yoksunluğundaki temel nedenlerden
biridir söylenileni yanlış anlama ve algılamalar.
Yanlış anlama ve algılama nihayetinde asıl konu-
dan uzaklaşılmakta belki de en basit bir durum gi-
rift bir hale gelerek deyim yerinde ise arapsaçına
dönmektedir. Öyle ki, çoğu kişi meramını anlata-
mamaktan muzdariptir. Kendini istediği gibi ve
net ifade edememesinden dolayıdır ki konuşma-
larımızda “Açıkçası”, “Öyle demek istemedim.”,
“Bunu da nereden çıkardın?”, “Beni bir sen an-
ladın onu da yanlış anladın.” gibi cümlelere sık-
lıkla başvururuz. Buna en güzel misallerden biri
de eski Türk filmlerindeki repliklerdir. “Bir daki-
ka Tarık, durum senin sandığın gibi değil!” diyen
âşıklar…
Diyalog halindeyken insanların yanlış anlama-
larına neden olan belirli ihtimaller vardır. İki kişi
arasında geçen sözlü iletişim esnasında taraflar
bu ihtimallerle diyaloglarını gerçekleştirirler. İle-
tişim esnasında bu ihtimaller Sylviane Herpin’in
dediği gibi:
Mart 201362 63
Düşündüğünüz
Söylemek istediğiniz
Söylediğinizi sandığınız
Söylediğiniz
Karşınızdakinin duymak istediği
Duyduğu
Anlamak istediği
Anladığını sandığı
Anladığıdır.
Dolayısıyla, insanların sizi yanlış anlaması için
önlerinde en az 9 ihtimal vardır!1
Aynı zamanda söylemek istenilenden çok kişi-
lerin içerisinde bulundukları psikoloji onları yan-
lış anlama tuzağına düşürmektedir. Dikkat edilmesi
gereken, iletişimin sağlıklı olması için burada sizin
anlatmak istediğinizi karşı tarafın doğru anlayıp an-
lamadığı ve karşınızdakini de sizin doğru anlama-
nızdır. Bu duruma en güzel örnek Anadolu’da yaşa-
nılan bir hadise olsa gerektir:
“Devletin, meçhul devlet yöneticileri tarafından
sömürüldüğünün halkta dilden dile dolaştığı ve hal-
kın bu duruma ateş püskürdüğü bir dönemde dev-
let erkânından üst düzey yöneticiler Anadolu’da bir
köye bir mevzuu yerinde inceleme hususunda ziya-
rette bulunacaklardır. Devlet erkânın geleceğini du-
yan yaşlı bir teyze devlete dolayısıyla erkânına olan
saygı ve sevgisinden dolayı günler öncesinden tür-
lü türlü hazırlıklar yapar. Gün gelir devlet yetkilileri
köye ulaşır ve çalışmalarını tamamlar. Yaşlı teyze
köy muhtarına günler öncesinden hazırlık yaptığı-
nı ve devlet erkânına sofralar hazırladığını ve mi-
safirlerin davetlisi olduklarına dair haber ulaştı-
rır. Gün içerisindeki yolculuk ve sıcaktan dolayı
mahmur olan misafirler teyzenin bu isteğini geri
çevirmez ve davete icabet ederler. Misafirlere ilgi
büyüktür. Anadolu’ya özgü yemekler ile sofralar
kurulur. Gün içerisindeki yolculuk ve telaştan bit-
kin düşen misafirler yemekleri yemede ağır davra-
nır hatta doğru düzgün yemek yiyemezler. Bu du-
rumu gören yaşlı teyze misafirlere hitaben;
- Yiyin utanmazlar yiyin, der.
Ufak bir şok geçiren misafirler ağızlarındaki lok-
mayı zar zor yutkunarak ellerindeki kaşıkları bıra-
kırlar ve yaşlı teyzeye hazırlıklarından ötürü teşek-
kür ederken yaşlı teyze halisane niyetle;
- Neden yemiyorsunuz efendiler! Hayır, siz ye-
mezseniz ahırdaki hayvanlara vereceğiz, der.2
Yukarıda yaşanılan olayda devlet erkânı içerisin-
de bulunmuş olduğu psikolojik baskının yanı sıra
gün içerisindeki yorgunluk nedeniyle saf ve iyi ni-
yetli teyzenin sözlerini yanlış anlamışlardır. Esasen
misafirlerin utandığını düşünen teyze onları rahat-
latmak ve çekingen davranışlarının önüne geçe-
bilmek maksadıyla utanmamaları gerektiğini dile
getirmeye çalışmıştır. Ayrıca teyze, arta kalan ye-
meklerin bir taraftan ziyanını engellemek bir taraf-
tan da evcil hayvanların besinlerini karşılamak dü-
şüncesi içerisindedir. İlk küçük çaplı şoku yaşayan
misafirler teyzenin halis niyetli ikinci sözünde ise
değersiz olduklarını, hayvanlara verilen yemeğin
aynısını kendilerine de sunulduğu vb. yanlış algıla-
ma hatasına maruz kalmışlardır.
Yanlış Anlama Seviyesini En Aza İndirebilme
Yanlış anlama insanın kişiler arası münasebetle-
rinde sıklıkla düşmüş olduğu hatadır. Yanlış anla-
şılma durumunda olayları, diyalogda bulunan kişi-
ler (söyleyen ve dinleyen) açısından değerlendirmek
gerekmektedir. Öyle zamanların olur ki aynı konuyu
ve aynı düşünceyi savundukları halde söylenilmek
istenenin yanlış anlaşılmasından dolayı sohbetin
boyutu hararetli tartışmalara kadar vardığı gözlem-
lenmiştir. Bu tarz iletişim çatışmalarımızda temel
sorun anlaşılmamak -anlamamak değil- yanlış anla-
mak ve yanlış anlaşılmaktır. İletişimin daha sağlıklı
olması için yanlış anlama problemini tamamen yok
etmek oldukça zordur. Fakat kendimizi en iyi şekil-
de ifade edersek yanlış anlaşılabilme oranı en az se-
viyeye inecektir. İşte bunun için sizlere birkaç yön-
tem sunabiliriz.
Dolaysız İfade: Bir insanı sevdiğiniz ya da on-
dan rahatsızlık duyduğunuz halde bunu kendisi-
ne ifade etmezseniz, bu kişi kendisi hakkındaki dü-
şüncelerinizi yanlış yorumlayabilir. Bu da iletişimde
önyargıların oluşmasına ve kişinin farklı davranış-
lar sergilemesine sebebiyet verir.
Açık İfade: Açık bir mesaj, düşüncelerini-
zi ve duygularınızı olduğu gibi yansıtır. Mesaj açık
olmazsa, karşınızdaki tam olarak ne demek istedi-
ğinizi anlayamaz. Kendi bilinçaltı ve duygularıyla
söylemiş olduğunuzu anlamlandırmaya çalışır. Bu
yüzden konuşmanızda açık ve net ifadeler kullan-
manız faydalı olacaktır.
Anında İfade: İçinize atmak yerine söyleme-
yi tercih ettiğinizde işiniz kolaylaşacaktır. Çünkü içi-
nizde barındırdığınız zaman bu sizleri yıpratmakta,
diğer davranış ve düşüncelerinizi etkilemekte ve ba-
zen de başka biriyle olan iletişiminize zarar vermek-
tedir.
Dürüst İfade: Saklı amaçlarınızın olması, kar-
şınızdaki insanla iletişiminizi zedeleyecek ve güven-
sizlik ortamı oluşturacaktır. Söyle-
diklerimiz ve bunların gerekçeleri
birbirleriyle tutarlı olmalıdır.
Sakin İfade: Kendinizi, kar-
şınızdakini kırmadan, onu tehdit
edermişçesine ya da tartışma baş-
latmak istiyormuş görüntüsü ver-
meden ifade edin. Sizin niyetinizin
iyi olduğuna ve kurulan iletişimin
yapıcı olduğuna inandırın.
Nasıl söylediğimiz: Kuşkusuz ki yapılan araş-
tırmalar neticesinde söylenilenden çok söyleme şek-
limiz dinleyici üzerinde reaksiyon oluşturduğu so-
nucu ortaya çıkmıştır. Asık bir surat ve sert bir
tonlamayla ifade etiğimiz zaman kişiler bizim bu be-
den dilimiz ve tonlamamızı baz alarak iletişimi sür-
düreceklerdir. Buna örnek olarak, bir çocuğa asık
surat ve sert bir tonlama ile konuştuğumuzda “Ne
tatlı şekersin sen.” desek bile çocuk korkup çekine-
cektir. Fakat bu çocuğa yumuşak bir yüz ifadesi ve
naif bir tonlamayla ”Maşallah yerim seni, seni döve-
rim, çirkin.” dediğimizde bile bu çocuğun yüzünde
tebessüm kaçınılmaz olacaktır.
Kişinin kendisini görmek istediği gibi hi-
tap etmek: Başkalarının kendilerine nasıl davran-
ması gerektiğini belirler insan. Kendisini görmek
istediği gibi iletişimin seyrini sürdürürsek hem ça-
tışmadan sakınır hem de karşı tarafı hoşnut ede-
riz. Misal olarak; Paris’te yaşamış, büyük bir şap-
kası ve dirseklerine kadar eldivenleri olan kendini
hanım hanımcık gören, hanımefendi tarzında hita-
betten hoşlanan ve kendisine böyle davranılmasını
isteyen bir yaşlı bayana kalkıp, teyzeciğim hoş gel-
diniz diyerek hitap etmemiz elindeki şemsiyeyi başı-
mıza vurması gibi bir talihsiz olayla sonuçlanabilir.
Tabii bununla birlikte yanlış anlama da söyleyen
kadar dinleyenin de bu hataya düşmemesi için dik-
kat etmesi gereken noktalar vardır. Zira iletişimin
en kırılgan noktası dinlemektir. Yanlış anlamalarda
dinleyenin de bahsi geçen konudan haberdar olması
gerekmektedir. Söylenenlerin anlaşılması, dinleye-
nin bilgi ve anlayış yeteneğine bağlı kalır. Dinleyen,
ne denmek istendiğini çaba göstererek anlamalıdır.
Zira “Söyleyenden dinleyen arif gerek.”3Bununla be-
raber kişinin aslında ne anlatmak istediğine odak-
lanılmalıdır. Ayrıca kişi içerisinde bulunduğu psi-
kolojik durum neticesinde yaşamış olduğu farklı
problemleri ister istemez üslubuna yansıtır. Çatış-
maya girmemek için nasıl söylediğine değil ne söy-
lemek istediğine yönelmek ve bunu anlamlandır-
mak daha sağlıklı olacaktır. İletişim kazalarınızın ve
yanlış anlamalarınızın az olduğu bir yaşam geçirme-
niz dileğiyle…
1 SylvianeHerpin İletişimde Yanlış Anlaşılmalar Üzerine2 Anonim…3 http://tdkterim.gov.tr
Dipnot
“Anında İfade: İçinize atmak yerine söylemeyi tercih
ettiğinizde işiniz kolaylaşacaktır. Çünkü içinizde
barındırdığınız zaman bu sizleri yıpratmakta, diğer
davranış ve düşüncelerinizi etkilemekte ve bazen de başka
biriyle olan iletişiminize zarar vermektedir.”
Mart 201364 65
KİTAPLIK
Muhteşem Türk Zaferleri
Muammer Yılmaz
Akçağ Yayınları
Tel: 0312 432 17 98
Şiirler-
Dörtlemeler
Feyzi Halıcı
Tel: (312) 210 00 20
Tevbeyi Yaşayanlar
Said Demirtaş
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Sükûtumu İkrar
Sananlara
Mehmet Sertpolat
Ravza Yayıncılık
Tel: 0212 481 94 11
Nefsini Bilen Rabbini Bilir
İbn Arabî
Tercüme ve Şerh:
M. Es’ad Erbili
Hayykitap
Tel: 0212 352 00 50
ABİDELERİ ŞİFAHANELER
ŞEFKAT
KitapEsma TOK
Selçuklu ve Osmanlılar döneminde
yaptırılan bugünün eğitim ve araştır-
ma hastaneleri diyebileceğimiz, pek
çok şifahane başka bir deyişle darüşşifalar, Şefkat
Abideleri Şifahaneler adıyla Abdullah Kılıç’ın edi-
törlüğünde çeşitli üniversiteler-
den akidemisyenlerind e katıldığı
bir yazar kadrosu tarafından ha-
zırlanarak nefis fotoğraflarla süs-
lenmiş bir kitap haline getirildi.
Kitap 25cm en, 30cm boy, 3 cm
kalınlığında olup 336 sayfadır.
Renkli, Türkçe ve İngilizce olarak
basılmıştır.
Darüşşifalar, şifaevi, şifaka-
pısı, sıhhat yurdu olarak da ad-
landırılmıştır. Bunların en büyük
özellikleri; sultanlar, devletin ile-
ri gelenleri tarafından genellik-
le işlek yollar üzerinde inşaa et-
tirilmiş hayır kurumları olmalarıdır. Darüşşifaları
kurduran kişiler aynı zamanda güçlü vakıflar ku-
rarak bu şifa evlerinin devlete yük olmadan kendi
kendilerini ayakta tutmalarını sağlamışlardır. Şifa
kapıları hiç bir din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin
insanlığa hizmet etmiştir.
Darüşşifalarda verilen hizmetin kalitesini an-
lamak için Evliya Çelebi’nin Seyehatnamesi’nde
Fatih Darüşşifası’ndan sözederken şunları söy-
lediğini kitaptan okuyoruz:
“Dersiam, hekimbaşısı ve
cerrahbaşısı vardır. Gelen ve
giden yolculardan bir âdem
haste-hal olsa tımarhaneye
(hastaneye) getirüp ana hiz-
met ederler. Vaziyetine mü-
nasip ilaçlar verirler. Sırma-
lı ve ipekli gecelikleri vardır.
Her gün iki kez hastalara çeşit
çeşit lezzetli yemekler pişirir-
ler ve dert sahiplerine yemek
dağıtırlar. Vakfı öyle kuvvet-
lidir ki mutfağında keklik, tu-
raç ve sülün kuşlarının eti bu-
lunmaz ise bülbül, serçe ve
güvercin pişüp hastalara verile diye evkafnamele-
rinde yazılmıştır. Hastalara ve divanelere def’i cü-
nun içün mutruban, hanendegan tayin olunmuş-
tur. Ve avretler ve kefareler içün başka bir köşe
tımarhanesi (hastahanesi) vardır”.
Darüşşifalarda tedavi kesinlikle pa-
rasızdı. Hastaneye gelen hasta kapıcı ta-
rafından içeri alınır ve yıkanabilecek du-
rumda ise hamamda yıkanır ve hastane
kıyafeti verilirdi. Hastanın yakını varsa
hastanın eşyaları ona teslim edilir, yok-
sa hastanın eşyası emanete alınır, her
şey kâtip tarafından kaydedilirdi. Hekim
hastaneye gelidiğinde hastayı muayene
eder teşhisini yaptıktan sonra nerede ya-
tacağını tespit ederdi. Bütün muayene-
lerde diğer hekimler ve tıp öğrencileride
yer alırdı. Darüşşifalarda tedavi için idrar
muayenesi, nabızla teşhis, diyet, kirli ka-
nın atılması ve göz hastalıklarının tedavi-
si gibi uygulamaların yapıldığını öğreni-
yoruz. Bunlara baktığımızda Avrupa’nın
karanlık çağı yaşadığı dönemde şifahane-
lerde modern tıp eğitimi verildiği ve has-
taların dönemin şartları içerisinde en iyi
şekilde tedavi edildiğini görüyoruz.
Kitabı incelediğimizde medeniyeti-
miz adına ne kadar önemli bilgiler edin-
diğimizi anlıyoruz. Kitapta yer alan şifa-
hanelerin, tıp tarihi, sanat tarihi ve kültür
tarihi açısından bir bütün olarak ele alın-
dığı, mevcut yapıların yerinde incelendiği,
eserlerin görülerek ve uzmanların fikirle-
ri alınıp incelenerek, fotoğraflarla destek-
lendiği yazılmaktadır. Fotoğraflara bak-
tığımızda bunların sıradan inşaa edilmiş
yapılar olmadığını, dönemlerinin şahe-
serleri olduğunu görüyoruz. Medeniyeti-
miz adına çok yönlü bilgiler ediniyoruz.
Adeta insanlığımızı, pek çok hasletlerimi-
zi bize hatırlatıyor. Selçuklu ve Osman-
lı coğrafyasını düşürsek neredeyse tüm
dünyaya hizmet ettiğini rahatlıkla söyle-
yebiliriz.
Kitapta sadece bugünkü sınırlarımız
içinde kalan şifahaneler tanıtılmıştır.
Bunların bile ayrıntılarına giremeyeceği-
miz için sadece dönemlerini ve bulunduk-
ları illeri belirteceğim. Kitabı edinmeniz
veya darüşşifaları yerinde görebilmeniz
dileğiyle.
67
SOSYAL BİR FELAKETTİRİFTİRA
Mart 201366
İftira ile İmtihan Olanlar
Yüce Allah, insanı en güzel
bir şekilde yaratmış, onu yer-
yüzünün halifesi kılmış, ona şe-
ref ve izzet bahşetmiştir. Kur’an,
güvenilir insanların hüküm sür-
düğü huzurlu ve emniyetli bir
toplumu, barış içinde bir dün-
yayı büyük hedef olarak belir-
lemiştir. Dolayısıyla buna engel
olacak her kötülüğü yasaklamış-
tır.
Kur’an, insanların birbirinin
hukukuna saygı duyduğu, şeref
ve haysiyetlerin korunduğu hu-
zurlu bir toplumu gaye edinir.
Dolayısıyla ferdin ahlâkî eğiti-
mine büyük önem verir. Çün-
kü fert, toplumun yapı taşların-
dan biridir. Ferdin, olumlu veya
olumsuz davranışları, öngörü-
len huzurlu toplumu aynı oran-
da etkiler. Bu sebeple ferdin iyi
ve kötü davranışlar konusunda
bilgilendirilmesi, iyiliğe özen-
dirilmesi, kötülükten sakındı-
rılması gerekir. Kur’an-ı Kerim,
öngördüğü bu toplumu oluştur-
mak için fertlere doğru ve güzel
davranışları emreder, kötü ve
çirkin davranışlardan da kaçın-
malarını ister. Kur’an, bu doğ-
rultuda bütün bu kötü vasıflar-
dan fertleri sakındırmıştır.
Kur’an, peygamberlerin kıs-
salarını naklederken zaman
zaman onların maruz kaldı-
ğı iftiraları da anlatmaktadır.
Kur’an’da, geçmişte, Allah’ın el-
çilerinin ve onlar gibi Kur’an
ahlâkıyla ahlâklanan salih kişi-
lerin tümüne, menfaatperest-
lik, delilik, kendini beğenmişlik,
hırsızlık, zina gibi farklı iftira-
lar atıldığı beyan edilmektedir.
Hz. Yusuf’un hayatı inananla-
rın ve inandığı gibi yaşayanla-
rın uğradıkları bu tür iftiraların
örnekleriyle doludur. Hz. Musa,
Hz. Süleyman ve hatta Hz. Mu-
hammed (s.a.v.), kavimleri ta-
rafından haksız iftiralara uğra-
mış peygamberlerdendir. Aynı
şekilde Hz. Meryem, Peygam-
berimiz (s.a.v.)’in eşi Hz. Aişe
ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in ya-
nında bulunan sahabiler de çe-
şitli iftiralara maruz kalmış
kutlu insanlardır. Bu insanlar
kendilerine yöneltilen iftiraları
her zaman örnek bir sabır ve te-
vekkülle karşılamış, inkârcıların
bu baskılarına aldırış etmemiş
ve Allah’ın emrettiği ahlâkı ya-
şamaya ve insanları da doğru
yola davet etmeye devam etmiş-
lerdir.
Aynı şekilde bir başka
mü’mine iftira atıldığında da
mü’minler, bunu sabır ve te-
vekkülle karşılamışlardır. İfti-
raya uğrayan kardeşleri güzel
bir sabır gösterdiğinde, dünya-
da Allah’ın rahmetini ve ihsa-
nını kazanacağını, ahirette ise
Rabbimizin rızası ve cenneti ile
ödüllendirileceğini ümit ederler.
Mü’minlere söylenen her in-
citici söz, söyleyene geri dönüp
isabet edecek olan azapla so-
nuçlanacaktır. Bir başka deyişle,
mü’minler aleyhine yapılan her
konuşma, her tavır ve her zulüm
mutlaka yapan kişinin dünyada
ve ahirette şiddetli bir pişman-
lık yaşamasına; telafisi olmayan,
içini yakan, onu kahreden bir sı-
kıntı ile karşılaşmasına neden
olacaktır.
İftiracılara Allah Soracak
Allah her şeyi gören, bilen ve
işitendir. Allah’ın dilemesi dı-
İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*
Mart 201368 69
şında hiçbir insan başka bir in-
sana en küçük bir zarar verme-
ye muktedir değildir. Hiçbir
müfteri başıboş değildir. Ve hiç-
bir iftira, -iki kişi arasında geçse
dahi- karşılıksız kalmaz. İftira-
yı atan unutsa dahi, onu gören,
işiten ve yaratan Allah unutmaz;
inkârcıların söyledikleri tüm
isyankâr sözlerin, asılsız iftira-
ların, sahip oldukları tüm kötü
düşüncelerin, yaptıkları tüm zu-
lümlerin ahirette hesabını vere-
ceklerdir.
İftira, dinimizde şiddetli
bir şekilde yasaklanmış ve
büyük günahlardan sayılmıştır.
Yapılan iftira ile kul hakkı
ihlal edildiği için hak sahibi
hakkını helâl etmedikçe iftira
eden kişinin Allah tarafından
affedilmesi mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’in bildirdi-
ğine göre, iftiranın en şiddetli-
lerinden birisi de namuslu ka-
dınlara zina isnat etmektir.
Böyleleri dünyada da ahirette
de lânete uğramışlardır. Onlara
büyük bir azap vardır. İffetli ka-
dınlara zina isnat edip de, dört
şahitle ispat edemeyenlere ceza
olarak seksen değnek vurulaca-
ğı (Hadd-i Kazf), şahitliklerinin
ebediyen kabul olunmayacağı ve
böylelerinin, hak yoldan çıkmış
fasık kimseler olacağı ifade edi-
lir.
Günah işleyen herkes gibi
müfteri de yaptığı bu iftiranın
günahından kurtulabilmesi için,
samimi bir şekilde tevbe etme-
si gerekir. Allah katında yapılan
tevbenin kabul edilmesi için de,
iftiraya uğrayan kişiden helâllik
dilemesi gerekmektedir. Çünkü
iftira, kul hakkına giren büyük
bir günahtır.
Yaşadığımız toplumda tasvip
edilmesi mümkün olmayan bir-
çok davranışa şahit olmaktayız.
Bizlere düşen evvela bu davra-
nışlardan kendimizi korumak,
daha sonra da yanlış davranış ve
alışkanlık içinde olan insanları
bu hallerinden vazgeçirmeye ça-
lışmaktır. Bu konuda da örnek
modelimiz ve rehberimiz tabii ki
Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Şa-
yet bizler, Allah Rasûlü’nün bu
konudaki metot ve prensipleri-
ne uygun olarak kötüler ve kötü-
lüklerle mücadele etme yolunda
gayret gösterirsek, onun başar-
dığı gibi ideal bir toplum mey-
dana getirme girişimlerimizde
başarılı olabiliriz.
İftiranın Zararları
İftira, son derece kötü ve tah-
rip edici bir fiildir. Dolayısıy-
la hem iftira eden hem de ken-
disine iftira edilen kimse için bu
durum çok vahimdir. İftira, sos-
yal bir felakettir. Dolayısıyla ifti-
ranın gerek fert gerekse toplum
hayatında birçok zararı vardır.
Bunları kısaca şöyle açıklayabi-
liriz:
a) Ferdî zararları: İnsanın
şeref ve namusu, hayatta sahip
olduğu bütün maddî şeylerden
önemlidir. İnsanın şeref ve hay-
siyetine yönelik onu toplumda
küçük düşürecek türden maddî
ve manevî yönden zarar vere-
cek her türlü iftira onun malı-
nı mülkünü gasbetmekten daha
büyük bir haksızlıktır. Gasp edi-
len, kaybolan mal, tekrar temin
edilebilir veya yerine yenisi alı-
nabilir ama yaralanan ve lekele-
nen şeref ve haysiyet tekrar iade
edilemez. Haksız yere yapılan if-
tiralar sonucu pek çok kişi ha-
yatta telafi edilemez zararlara
uğramaktadır. İftira yapan kişi
şunu iyi bilmelidir ki, suçsuz gü-
nahsız insanlar aleyhine yapı-
lan her konuşma, her tavır ve
her zulüm mutlaka yapan kişi-
nin dünyada ve ahirette şiddet-
li bir pişmanlık yaşamasına; te-
lafisi olmayan, içini yakan, onu
kahreden bir sıkıntı ile karşılaş-
masına neden olacaktır.
b) Sosyal zararları: İfti-
ra sonucunda insanlar arasın-
daki sevgi ve dostluk bağları za-
yıflar; dayanışma gücü ortadan
kalkar. İnsanlar birbirine güven
duymaz hale gelirler. Bu güven-
sizlik, toplumun sosyal hayatını
tamamen felce uğratarak yıkıcı
bir etki yapar. İftira, toplumdaki
güzellikleri yakıp bitiren bir ateş
gibidir. İftira, toplumda adale-
tin tam olarak etkisini kaybet-
tiği zamanlarda yaygınlaşabilen
sosyal ve ahlâkî bir hastalıktır.
Çünkü adaletsizlik ve takipsiz-
lik, kötü fiillerin yaygınlaşması-
na ve artmasına yol açan bir ba-
şıboşluğa sebep olmaktadır.1
İftiradan Kurtulma Çareleri
Kur’an-ı Kerim’in belirttiği-
ne göre, insan güvenilir olma-
lıdır. Yüce Allah güven telkin
etmeyen bozguncu insanları
sevmez.2 Bozguncu ve fasık in-
sanların getirip haber verdik-
leri şeyler, araştırılıp incelen-
meden kabul edilmemelidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Müs-
lümanı elinden ve dilinden di-
ğer Müslümanların emin ol-
duğu, zarar göremediği kimse
olarak tarif etmiş3 söz söylerken
yalan söylemeyi, vaad ettiğinde
sözünde durmamayı, kendisi-
ne bir şey emanet edilince, iha-
net etmeyi münafıklık alame-
ti olarak saymaktadır.4 İslâm,
insanlara kötü sözle hitap et-
meyi, onlara lânet edip sövüp
saymayı yasakladığı gibi, in-
sanların kusurlarını başlarına
kakma, su-i zanda bulunma ve
başkalarının ayıplarını araştır-
mayı da hoş görmemektedir.5
Sevgili Peygamberimiz, gerçek
mü’mini; kendisi için sevip is-
tediğini başka insanlar için de
sevip isteyen kişi olarak ni-
telendirmektedir.6 Günahsız
yere insanların azap çekmesine
ve huzursuz olmasına sebep
olmak ne kötü bir davranıştır.
İnsan kendisine yapılmasını
istemediği bir şeyi başkasına da
yapmamalı, üç günlük dünya
için ahiretini yıkmamalıdır.
İşte müfteri, iftiranın kendisine
yapılması halinde, bunun kendi
ruhunda meydana getireceği
tahribatı hesap ederek, bu kötü
huydan vazgeçmelidir. Hata
yapan herkes gibi müfteri de
yaptığı bu iftiranın günahından
kurtulabilmesi için, samimi bir
şekilde tevbe etmesi gerekir.7
İftira, genellikle çıkarları
zedelenen, birine karşı
düşmanlık, kin ve hınç besleyen
veya başkalarıyla rekabet
içinde olan yalan söylemekten
çekinmeyen kötü niyetli bazı
insanların, karşılarındaki kişiye
veya kişilere zarar vermek
amacıyla başvurdukları çirkin
yöntemlerden biridir. Kur’an
ahlâkından uzak olup da, dola-
yısıyla insanî değerlerden uzak
yaşayan toplumlarda, yaygın
olarak başvurulan karalama
yöntemlerinden biridir.
Kur’an, iftirayı şiddetle ya-
saklamıştır. Çünkü iftira sosyal
barışı tehdit eden manevî bir
hastalıktır. İftira, insanlar ara-
sındaki sevgi, dostluk ve güveni
zedelediği gibi, toplum fertle-
ri arasında çekişme ve düşman-
lığın artmasına ve bu yolla top-
lum düzeninin bozulmasına
sebep olmaktadır.
*, Prof. Dr.
1 http://www.sevde.de/islam_Ans/ii/iftira.htm (2.04.2004).
2 2/Bakara, 2053 Buharî, İman, 4.4 Buharî, İman, 24.5 Buharî, Mezalim, 3.6 Buharî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Nesâî, İman, 19;
Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 60; İbn Mâce, Mukaddime, 9.7 Tevbe için bkz., 11/Hud, 3; 20/Taha, 82; 28/Kasas,
67; 42/Şura, 25; 39/Zümer, 53-55.
Dipnot
71Mart 201370
Bir mü’min ha-
yatını neye
göre şekillen-
direceğini bilir. Çünkü önün-
de Allah’ın kitabı ile son elçisi-
nin buyrukları vardır. Bunlara
uyabildiği ölçüde hem dünyada
hem de ahiret hayatında mutlu-
luğu yakalayacağının farkında-
dır. Allah’a kulluğu arttıkça da
yaratanına olan ünsiyeti güçle-
nir ve yakınlık kesbeder. Böyle
olduğunda ise belli bir aşama-
dan sonra yapması gerekenle-
ri yapmak zorunda olduğundan
değil de “Bana yapmak yakışır.”
diyerek yerine getirmeye baş-
lar. Aynı durum haramlar için
de söz konusudur. Allah’a olan
muhabbet ve sevgisinde ulaş-
tığı belli bir merhaleden sonra,
kaçınması gereken hususlardan
cehennem korkusundan dola-
yı değil de öyle olması gerekti-
ğinden dolayı kaçınır. Hatta ha-
ram olan hususları yaptığında
kendisine cehenneme gitmeye-
ceğine dair bir garanti verilmiş
olsa bile yine de bunları yap-
mazdı. Çünkü Allahu Teâlâ’ya
yakın olduğunu hissetmekte ve
sevgilinin arzularına aykırı bir
şey yapılmayacağını bildiğinden
her zaman istikamet üzere bu-
lunmaya gayret eder. Bu insa-
nın sevdiğinin taleplerini göz
önünde bulundurmasına ben-
zer. Ondan korktuğundan de-
ğil de gönlü kırılacağından sev-
diğini üzecek bir hareketin içine
girmemeye gayret eder. Allah
sevgisi zirveye ulaşmış olan ve
gerçekten yaratıcısına meftun
olmuş olan insanların durumu
da aynen böyledir. Bunun ya-
nında helal ve haramlar üze-
rinde sürdürdüğü yaşantıdan
büyük bir haz almaktadır. Etra-
fımızda böylesi insanlar vardır.
Haram ve helale son derece dik-
kat ederler ve bu yaşantıların-
dan büyük bir keyif alırlar. Ya-
şadıkları dinî hayat “nur” olarak
yüzlerine de yansımıştır. İnsan
onların yanında kendisini hu-
zurlu hisseder.
Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ve
onun her zaman yanında bu-
lunan önde gelen sahabileri-
nin durumları bu idi. Hiç kim-
se Allah Rasûlü’nün veya her
zaman yanında pervane olmuş
olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz.
Ömer (r.a.) gibi sahabilerinin
cehennem korkusundan veya
sırf cenneti arzuladıklarından
dolayı ibadet ettiklerini söyleye-
mez. İmanın gönüllerine yerleş-
mesinden ve Allah’a olan sevgi-
lerinin derinliğinden dolayı bu
aşama geride kalmış, son dere-
ce güçlü “sevgi bağı” nedeniy-
le sürdükleri yaşam sevgilinin
muhabbeti üzerine bina edil-
miştir. Bundan dolayıdır ki ge-
rek Rasûlullah, gerek asha-
bın büyükleri ve gerekse hayat
hikâyelerini okuduğumuz gü-
zel insanların yaşamlarında bir
farklılık görürüz ve gıpta ederiz.
Böylesi bir yaşamda Allah rı-
zası her şeyin önündedir. Önce-
likle Allah’ı memnun etmek ön-
celenmektedir. Böyle olunca da
onun emir ve yasakları her za-
man birinci hedef olarak tutul-
maktadır. İnsan bunları yerine
getirebildiği ölçüde mutlu ol-
duğundan dolayı kulların farklı
düşünmeleri onlar için fazla
bir önem arz etmez. Bir trende,
bir gemide veya başka bir yer-
de vakit geçmeden namazı eda
etme telaşına düşerek bulundu-
ğu yere seccadeyi seriveren in-
sanın yaptığı iş tamamen Allah
sevgisindendir. Çünkü Allah’ın
rızası yanında kulların şaşkın
veya küçümser bakışlarının
hiçbir önemi yoktur. Aynı
şekilde haramlardan kaçınma ve
hatta şüpheli şeylere düşmemek
için azami dikkat göstermek de
bunun gibidir. Çünkü bu kul
Allah’ın rızasını her şeyin önüne
koymuştur. Böylesi insanlar her
hâlükârda dinin yaşanabileceği-
nin en somut örnekleridir.
Esasında kulun Allah’ın rıza-
sını gözetmesi Rabbine olan ya-
kınlığıyla orantılıdır. Kişi iba-
KORKUSU MU?ALLAH
KUL KORKUSU MU
KültürEnbiya YILDIRIM
Mart 201372
HOŞGÖRMELİ ÂLEMİ
Sofrasında kurtların kuzu olduk çok şükürErenlerin kemliğe sözü olduk çok şükür
Ağyarın yüreğinde yara olmazmış bildikYârânın kalbindeki sızı olduk çok şükür
Âşıklar yanar, ölmez kor ateşler içindeDumanı değil od’un, közü olduk çok şükür
Cahiller ki etle kemikten sandılar biziMânâ denen cevherin özü olduk çok şükür
Unuttuk seni beni, bağışladık âlemiGönüller tespihinde dizi olduk çok şükür
Hatice Eğilmez KAYA
73
detleri ifa edip yasaklardan
kaçındığı nispette Allah’a yak-
laşır. Bu durum günden güne
artarak Allah sevgisi gün ge-
lir gönlünde tam anlamıyla his-
sedilir. Bu aşamadan sonra ar-
tık Allah rızası her şeyden önce
gelmeye başlar. Ancak tam ter-
si olarak kul emir ve yasaklara
odaklı bir yaşam sürmezse veya-
hut da dinî yaşantısında günden
güne bir zayıflama olursa, bel-
li bir noktadan sonra kırılmalar
başlar, kulların beğenileri ve
nefretleri Allah’ın hoşnutlu-
ğu veya gadabının önüne geçer.
Böyle olunca da kul insanları
memnun etmeyi Allah’ı mem-
nun etmenin önüne alır. “Et-
rafımdakiler ne der?” diye dü-
şünmeye başlar, “Makamlarda
yükselemem.” endişesi taşıma-
ya başlar, “Aman istikbalim kö-
relir.” korkusuna kapılır ve di-
ninden tavizler vermeye başlar.
Hatta farz olan görevlerini kul-
lar ne der düşüncesiyle terk et-
meye, yine kullar farklı anlama-
sın diyerek haramları işlemeye
başlar. Artık bir tercihte bulun-
muş olan ve taviz vermeyi sür-
düren kimse için kulluk, bir süre
sonra içi boş anlamsız bir kav-
ram haline gelir. Yaşantısını bu
şekilde sürdüren kimsenin akı-
betinden korkulur. Nitekim çok
güzel bir yaşantıya sahip olma-
sına rağmen taviz vere vere ta-
mamen farklı bir yaşantı sürme-
ye başlamış olan nice dostumuz
vardır.
Kulların olurunu ve rızasını
önceleyen insanların düştükle-
ri en büyük hatalardan birisi de
“Bir tane yapsam bir şey olmaz,
tevbe ederim.” diye düşünmele-
ridir. Oysa mahlûkatın hoşnut-
luğunu Allah’ın rızasına önce-
leyerek böylesi bir yanlışın içine
düşüldüğü zaman, insan ben-
zer bir durumla karşılaştığın-
da bu sefer daha cüretkâr olur.
“Bir kerecik daha yaparsak bir
şey olmaz.” diye düşünülür. Bu
ise tavizin yeni tavizi getirme-
sinden başka bir şey değildir.
Ödün vermeler zincirleme ola-
rak devam ettiğinde insanı gö-
türeceği sonuç bellidir. Nitekim
belli makamlara çıkabilmek
veya orada tutunabilmek için
değerlerinden taviz veren
insanların nasıl bir hüsranla
hayatlarını zehir ettiklerini her
zaman görebiliyoruz. Ama bir
duruşu olan ve belki bu uğur-
da bir takım sıkıntılara da kat-
lanmak durumunda kalan
mü’minlere sonunda Allah’ın
nusreti yetişmekte, dik durma-
nın mükâfatını daha hayattay-
ken almaktadırlar. Bunun ter-
sine ödün vererek bir yerlere
ulaşmaya çalışanlar ise ne ya-
ranmaya çalıştıklarının ara-
larına katılabilmekte ne de
istedikleri basamakları çıkabil-
mektedirler. Geçici olarak bir
takım dünyalıkları elde ettikleri
olmaktadır ancak bunun sürek-
li olmadığını ve sonucun her za-
man hüsran olduğunu ispat et-
mek için yaşadığımız dünyadan
ve ülkemizden örnekler vermeye
hiç gerek yoktur.
Allah bizlere bir ömür ver-
miştir ve bu hayatı nasıl ya-
şayacağımızın kurallarını be-
lirlemiştir. Bu yaşam iki kez
tekrarlanmayacağına ve her-
kesin önünde sadece yaşadığı
ömür olduğuna göre, iki seçe-
nekten birini mutlaka tercih et-
mek zorundayız. Ya Allah rıza-
sı ya da kulların övgüleri. Bize
düşen Allah’ın rızasıyla çeli-
şen her bir şeyden elden gel-
diğince uzak durmaya çalış-
maktır. Hayatımızın ne zaman
ve nerede sonlanacağı malum
olmadığına göre Rabbimi-
zin hiç de razı olmayacağı bir
şekilde ölüme yakalanmaktan
korkmamız gerekir. Çünkü “Bi-
rilerine şirinlik yapayım, şu ma-
kama bir ulaşayım ondan sonra
kendimi düzeltirim.” dedikten
sonra düzelmeye zaman kalma-
dan son nefesimizi hiç de iyi ol-
mayan bir ortamda veya yaşantı
anında verebiliriz. Allah cüm-
lemizi kötü ölümden ve doğru
olmayan yaşantıdan muhafaza
buyursun.
Sözün özü hepimizin or-
tak bir derdi var. Gerçek Müs-
lüman olmakta zorlanıyoruz.
Dünyevî beklentiler, bir yerle-
re gelme çabaları, dünyalıkla-
rı kaybetme korkusu yolumuzu
şaşırtıyor. Allah rızasını her şe-
yin önüne koyamadığımızdan,
Rabbimizle dünya arasında
gidip geldiğimizden yüzlerimiz
gülmemektedir. Geçici dünyayı
çeşitli gerekçelerle ahirete feda
etmekteyiz. Sonucunda zillet ve
meskenet biz Müslümanların
ayrılmaz sıfatı olmaktadır.
Sözümüzü bir ayet ile bağla-
yalım:
“Yine insanlardan kimi de
vardır ki, Allah’ın rızasına er-
mek için kendini feda eder. Al-
lah ise kullarına çok merhamet-
lidir.” (2/Bakara, 207) *. Prof. Dr.
75
ESKİŞEHİR’İNMANEVî COĞRAFYASI
Mart 201374
Şehirlerimizin tarihini ve kimliğini
oluşturan en önemli yapılardan biri
de gönül sultanı, maneviyat öcüsü
gibi sıfatlarla adlandırılan ruh büyüklerimizin ka-
bir ve makamlarıdır. Bunlar, o şehrin manevî coğ-
rafyasının en önemli yapıları olarak o şehre ruh
üflemeye devam ederler. Böylece bir şehir ahali-
si, şehrinin sadece maddî, fizikî yapısıyla kendi-
ni ifade etmez, bu manevî coğrafyayı kendisi için
önemli ve anlamlı görür.
Bu tür şahsiyetler, aynı zamanda şehrin ayrıl-
maz birer parçası olarak çok önemli bir sembo-
le de dönüşürler. Bugün mesela İstanbul denilin-
ce Eyüp Sultan, Ankara denilince Hacı Bayram-ı
Velî, Bursa denilince Emir Sultan akla gelir.
Eğer, Konya ise sözü edilen şehir, Mevlânâ mut-
laka hatırlanır. Bu tür şahsiyetler, hem o şehrin
tarihinde önemli bir zenginlik iken aynı zaman-
da türbelerinin etrafına yaşanan dini ritüellerle
bugünün hayatı içinde de önemli bir rol oynar-
lar. Şehrin ahalisi, bilhassa kandil, arefe, Cuma
günlerinde bu tür yerlerde farklı bir havayı tenef-
füs ederler.
Manevî coğrafyası itibariyle Eskişehir’e baktı-
ğımızda şunları söyleyebiliriz: Eskişehir, bu an-
lamda bir Bursa, Bir Konya hatta kendinden daha
küçük olan bir Kütahya bir Amasya gibi değildir.
Bu durumun haklı sebepleri olduğu elbette söy-
lenebilir. Zira türbe tarzı yapıların çokça oldu-
ğu şehirler, bu özelliklerini Selçuklu ve Osmanlı
çağlarının büyük ya da küçük çaplı birer yönetim
merkezi olmalarına borçludurlar. Eskişehir’in
merkez ilçe olarak tarihte böyle bir şansı olma-
mıştır. Fakat ilçe ve köylerine baktığımızda ise
karşımıza Yunus Emre, Battal Gazi, Şücaeddin
Velî gibi büyük isimler çıkar. Bu büyük zatların
kabirleri, Eskişehir’in merkezinde olmasalar bile
il sınırları içinde yer alan yerleşim alanlarında-
dırlar. Dolayısıyla şehrin ilçe ve köyleri dikkate
alındığında –ki alınması da gerekir- ortaya büyük
bir manevî coğrafya ve zenginlik çıkacaktır.
Salı Tekkesi
Eskişehir’in tarihî kimliğini nasıl
Odunpazarı’nda buluyorsak maneviyat büyükle-
rinin izlerini de yine bu bölgede aramamız gere-
kiyor. Kurşunlu Külliyesi yakınında, Bademlik’e
çıkışta yolun hemen sağ tarafındaki türbesinde ya-
tan Şeyh Şahabeddin-i Veli, Eskişehir’in en önem-
li manevî simgesi olarak kendisinden söz edilme-
si gereken ilk isimdir. En önemli simgedir ama ne
yazık ki hakkında bildiğimiz malumat da çok sınır-
lıdır. Şunları söyleyebiliyoruz ancak. Burada ya-
tan ulu kişi Anadolu Selçuklu Sultanları 1. İzzed-
din Keykavus ve 1. Alaeddin Keykubat’ı Fütüvvet
Teşkilatı’na davet etmek üzere Abbasi Halifesi’nin
elçisi olarak Anadolu’ya gelen Şeyh Şehabettin
Sühreverdî’dir. Onun adına Odunpazarı’nda bir
zaviye kurulur ve fütüvvet Eskişehir’de teşkilat-
landırılır. Özellikle Moğol istilası sırasındaki oto-
rite boşluğunda fütüvvetin şehri koruyucu ve in-
sanları birleştirici rolü öne çıkar. Bu misyonu ile
zaviye, uzun yıllar ayakta kalır. Halk, bu zatın ha-
tırasına hürmeten yakın zamanlara kadar burada
her Salı günü ziyaret ve zikir toplantıları düzen-
lerdi. Bu yüzden buranın adı halk arasında “Salı
Tekkesi” olarak adlandırılır. Sühreverdî’nin ve-
fat tarihinin 1239 olduğu ve Mevlâna’nın yakın
dost çevresi içinde bulunduğuna dolayısıyla bir
Mevlevî şeyhi olduğuna dair bilgiler vardır. Tür-
be içinde bir sanduka daha bulunmaktadır. O da
Şeyh Şahabeddin’in oğlu Şeyh Muhiddin’e aittir.
Şeyh Şahabeddin Sühreverdî, bu bölgede yal-
nız değildir. Halk arasında “Tezveren Dede” adıy-
la tanınan Kutup Şeyh Nusrettin Dede, Kurşun-
lu Külliyesi yakınlarında bulunan Şeyh Nusrettin
Sokak’taki türbesinde medfundur. Ama onun hak-
kında da çok şey bilmiyoruz. Rivayetlere bakılırsa
Tezveren Dede, Peygamber Efendimizin soyun-
dan gelen bir ulu kişi. Döneminin kutbu olarak
anılmakta olup Mevlevî Şeyhi olduğu tahmin edil-
mektedir. Tezveren Dede ile ilgili anlatılanlarda
bu tahmini kanıtlar nitelikte. Yöre halkı, Tezveren
KültürMustafa ÖZÇELİK
Mart 201376
CAN YUNUS’UM
Şiirlerin duru Türkçe, Dizelerin has dilekçe, Kokun gelir yel estikçe, Can Yunus’um, can Yunus’um.
Mevla’ya açtın sineni, İlim doldurdun heybeni, Hakk, için sevdin seveni, Can Yunus’um, can Yunus’um.
Ulusun Eskişehir’de, Derman oldun nice derde, Dolaşırsın gönüllerde, Can Yunus’um, can Yunus’um.
Sana uzattım elimi, Senden aldım bu ilimi, Ne olursun gör halimi, Can Yunus’um, can Yunus’um.
Elif okuduk ötürü, Yükü yükledik götürü, Bilmedik gönül hatırı, Can Yunus’um, can Yunus’um.
Rabia BARIŞ
77
Dede’nin dervişleriyle birlikte dönerek Hakk’ı zik-
rettiğini anlatmaktadırlar.
Bir Şehrin Merkezi
İşte bu iki mana adamının kabirle-
ri Odunpazarı’nın dolayısıyla Eskişehir’in ma-
neviyat merkezidir. Bu merkezde sözünü etti-
ğimiz bu iki büyük isimden başka Ahi Mahmut
Efendi’nin türbesinin de bu bölgede olduğunu be-
lirtelim. Bu merkez, daha sonraları Mevlevî bü-
yüklerinin kabirleriyle daha da zenginleşir. Bu-
gün Mevlevîhane’nin haziresinde pek çok Mevlevî
büyüğünün mezarı bulunmaktadır. Hacı Hasan
Hüsnü Dede, Çürükoğlu Hüseyin Efendi, Hacı
Abdullah Efendi, Sivrizade Efendi akla ilk gelen
isimlerdir.
Odunpazarı’ndaki mezarlıktan da bu bağlam-
da söz etmeliyiz. Zira burada da şehre ruh üfleyen
gönül sultanları yatmaktadır. Bunlardan özellikle
ikisinden söz etmeden bu bahsi kapatmak olmaz.
Bunlardan ilki Şeyh Edebali’nin bu mezarlıkta bu-
lunan makamıdır. Burada yatan ulu kişi kimdir
bilinmez. Kimileri buranın Şeyh Edebali’nin ha-
kiki kabri olduğunu söylerken kimilerine göre de
makamdır. Eskişehir’de böyle bir makamın ya-
hut kabrin bulunması elbette bir gerekçeye da-
yanmaktadır. Zira Kırşehir ve Karaman’dan sonra
Eskişehir’in İtburnu (Uludere, Tepebaşı) Köyün-
de yaşamış ve yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştir-
miştir. Şeyh Edebali Hazretleri 1326 yılında vefat
eder ve Bilecik’teki dergâhının zikir odasına def-
nedilir. Adına Eskişehir’de de bir türbe yaptırılır.
İşte bahsini ettiğimiz yer, burasıdır.
Yine aynı mezarlıkta son dönem mutasavvıfla-
rından Halveti şeyhi Şeyh Sadık Efendi’nin (1865-
1928)’nin kabri bulunmaktadır. Kütahyalı Sa-
lih Efendi’den sonra posta oturan Sadık Efendi,
Şabanîlik çizgisinin çok önemli bir ismi olup aynı
zamanda şiirler de söylemiştir. Yine Es-seyyid
Hacı Süleyman Ağa’nın kabirlerinin de bu mezar-
lıkta olduğunu belirtelim. Odunpazarı mezarlı-
ğında kabri bulunan bir diğer maneviyat ulusu ise
Kudret Dede’dir. Osmanlı Devleti’nin son demle-
rinde batı Anadolu’da çok meşhur olmuş Seydişe-
hirli Hacı Abdullah Efendi’nin halifelerinden olan
Hacı Hilmi Efendi’nin Muttalıp’ta bulunan türbe-
sini de bu bahis içinde söylemeliyiz.
Yediler
Bu bahsi bitirmeden bugün Eskişehir’in
en önemli semtlerinden birine adını veren
“Yediler”den de bahsetmemek olmaz. Ama ne
söyleyeceğiz? Maalesef, yine rivayetlerden öte bil-
gilerimiz yok. Buna göre, bu bölgede yedi yatırın
kabri varmış. Bunların Anadolu’nun Türkleşme-
si ve İslâmlaşması sürecinde bu bölgede hizmet
yapmak üzere Ahmet Yesevî tarafından gönderi-
len erenler imiş. Hatta şehrin yaşlıları bu zatla-
rın kabirlerinin yakın zamanlara kadar bu bölge-
de bulunduğunu, dolayısıyla bu semte bu sebeple
yediler denildiğini söylemektedirler. Zaman için-
de her şehrin başına gelen olumsuzluklar burada
da söz konusu olmuş, yolların genişletilmesi gibi
sebeplerle bu manevî hatıralar yok edilmiştir.
Eskişehir merkez ilçenin dışına çıktığımızda
ise az önce de belirttiğimiz gibi irfan hayatımızı
etkilemiş çok büyük isimlerin kabirleriyle karşıla-
şırız. Bunlardan Yunus Emre’nin kabri Mihalıççık
ilçesine bağlı Sarıköy’de, Seyyid Battal Gazi’ninki
onun adını taşıyan Seyit Gazi’dedir. Seyit Şücaed-
din Veli’nin kabri ise Seyitgazi’ye bağlı Aslanbey-
li Köyündedir. Yine Seyitgazi ve civarında Gizlice
Baba, Kümbet Baba, Melik Gazi, Üryan Baba, İl-
hami Dede ve Kadıcık Ana türbeleri yer alır.
Eskişehir’in en eski ilçelerinden biri olan
Sivrihisar’da da pek çok maneviyat büyüğünün kab-
ri/makamı bulunmaktadır. Şeyh Seydi İbrahim
Mahmut, Şeyh Hacı Mehmet, Şeyh Ahmet Efendi,
Evliyazade Salim Efendi, Hafız Çakır Hoca, Şeyh Os-
man Afif Efendi bunlardan bazılarıdır. Eskişehir’in
bir başka ilçesi olan Beylikova’nın İmikler Köyün-
de ise Hasan ve Haydar Babaların, Doğanoğlu Kö-
yünde ise Doğan Baba’nın türbeleri bulunmaktadır.
Bu listeye İnönü’deki Şeyh Said Kudsi, Çifteler’deki
Sarı Lala, Mahmudiye’deki Uzun Dede, Sarıcakaya/
Alpagut’taki Hafız Hasan Onat, Mihalıççık ilçesi ve
köylerinde bulunan Ahmet Ağa, Küvit Baba, Sultan
Ebe türbelerini de eklemek gerekir.
79Mart 201378
Milattan önce birinci bin yıl-
da Porsuk Nehri kıyıların-
da Frigyalılar tarafından
kurulan Eskişehir, Türkiye›nin en önemli yol
kavşaklarından birisidir.
Çok eski tarihlere dayanan geçmişiyle pek
çok medeniyeti barındıran Eskişehir gelişen
şehircilik anlayışı ve uygulamalarının yanı sıra
iki üniversite ve kültürel alt yapısı ile birlikte sa-
natsal yapıları, gelişen sanayisi ve yer altı zengin-
likleriyle ülkemizin gelişmiş, yaşanılabilir kentle-
ri arasındadır.
Geçmişteki kültürel zenginliğine dayalı ola-
rak Şeyh Şahabeddin-i Velî, Yunus Emre, Nasret-
tin Hoca, Şeyh Sücaeddin-i Velî gibi kişileri yetiş-
tiren Eskişehir günümüzde de faaliyette olan iki
üniversitesiyle o kültürel zenginliğini arttırarak
devam ettiren bir eğitim ve bilim kentidir.
Öncelikle Eskişehir ile ismi bütünleşmiş olan
Seyyit Battal Gazi hakkında kısa da olsa bilgi ver-
mek daha yerinde olacaktır. Anadolu’yu ele geçir-
mek ve İslâmiyet’i yaymak amacıyla Anadolu’nun
Bizans İmparatorluğu egemenliği altında bulun-
duğu M.S. 700 yıllarında Emeviler tarafından
sık sık akınlar yapılmaktaydı. 720 ve 740 yılla-
rında sıklaşan bu akınlardan birinde Seyyit Bat-
tal Gazi lakabı ile anılan efsaneleşmiş halk kah-
ramanı, bugünkü Seyitgazi ilçesinin bulunduğu
Mesih Kalesi olarak bilinen bölgede 740 yılında
şehit düşmüştür.
Bizans’a karşı yapılan savaşlarda büyük kah-
ramanlıklar gösteren ve İslâmiyet’in Anadolu’ da
yayılmasında büyük katkısı olan, yıllar yılı nesil-
den nesile kahramanlıkları anlatılan Seyyit Battal
Gazi adına Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alaattin
Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun tarafından
türbe ve cami yaptırılmıştır. Osmanlı döneminde
yapılan eklemelerle külliye halini alan türbe va-
kıflaştırılarak Cumhuriyet Dönemi’ne kadar dinî
eğitim ve toplantıların yapıldığı medrese ve tekke
olarak kullanılmıştır.
Yunus Emre
Anadolu’nun yetiştirdiği en büyük tasavvuf er-
lerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en bü-
yük şairlerinden biri olan Yunus Emre’nin hayatı
ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilin-
memektedir. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve
hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok
ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesna
bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in
Mihalıççık Kazasına bağlı Yunus Emre Köyünde,
1320 tarihinde vefat ettiği ve buraya defnedildiği
Örnek Hayat Yusuf HALICI k a y n a k l a r d a
belirtilmektedir.
Vefatı için başka
tarih ve yerler de
bildirilmektedir.
Bir işaret üzerine genç yaşta git-
tiği Tapduk Emre’nin otuz seneden faz-
la hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı.
Yunus’un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğünün
Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekiş-
melerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık
ve kuraklıklarla perişan oldu-
ğu yıllardır. Bu yıllar aynı za-
manda, çeşitli sünnî olmayan
mezhep ve inançların, batınî
ve mutezilî görüşlerin de yoğun
bir şekilde yayılmaya başladığı
bir zamandır. İşte böyle bir or-
tamda, Yunus Emre, Allah sev-
gisini, aşk ve güzel ahlakla ilgi-
li düşüncelerini, her türlü batıl
inanca karşı, gerçek İslâm ta-
savvufunu işleyerek Türk-İslâm
birliğinin oluşmasında önem-
li görevler yapmıştır. Söylediği
şiirleriyle her bakımdan milletimizi birbirine
bağlayan manevî bir toplayıcı olmuştur. Aruz-
la ve daha çok hece vezniyle yazdığı şiirleri açık,
derin manalı, samimi ve heyecanlıdır. İlâhî aşk,
varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunla-
ra bağlı olarak, dünyanın fâniliği gibi meselele-
ri en iyi şekilde dile getirmiştir. Geçim endişesi,
aile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve ai-
levi meselelerine hemen hemen hiç yer verme-
yen Yunus Emre daha çok kabir, ömrün geçişi,
ölüm, Allahu Teâlâ’ya iman ve yalvarma, dinî
esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasihatler ve ha-
yatın gayesi gibi insanlığa has meseleler üzerin-
de durmuştur.
Yunus Emre’nin bilinen iki eserinden birinci-
si, Risâletü’n-Nushiyye, mesnevî şeklinde yazıl-
mış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir. İkincisi de
Dîvânı’dır.
Ebu Muhammed Bayram Efendi
Anadolu’da yetişen âlim
ve velîlerden olan Ebu Muham-
med Bayram Efendi Aydî lakabıy-
la bilinen Mustafa Efendinin oğludur.
Merzifon’da doğan Ebu Muhammed’in
doğum tarihi bilinmemektedir.
İlim ve fazilet sâhibi bir aileye mensup ol-
ması nedeniyle küçük yaştan
itibaren ilim tahsiline başladı.
Başta Sivaslı Tefsirî Efendi
olmak üzere günün ileri ge-
len âlimlerinden aklî ve naklî
ilimleri tahsil etti. Tahsili-
ni tamamladıktan sonra önce
Amasya müftülüğüne ardın-
dan Sultan Bayezid Medrese-
si müderrisliğine tayin edildi.
Medine-i Münevvere, Trablus-
şam, Sofya, Konya ve Kayseri
kadılıklarında bulundu. Bu va-
zifeleri sırasında ilmi ve güzel
ahlâkı ile insanlara örnek oldu. Onların dünyevî
ve uhrevî her türlü müşküllerinin halline çalış-
tı. Görüşüp sohbetlerinde bulundu. Velîler va-
sıtasıyla tasavvuf yolundan nispet aldı. Bu saye-
de ilim ve fazilet sâhibi bir velî oldu. 1709 yılında
Konya’ya giderken Eskişehir’de vefat etti ve ora-
ya defnedildi.
Ebu Muhammed Bayram Efendi, güzel ahlâk
sâhibi bir zât idi. Tasavvufu, tasavvuf ehlini çok
severdi. Fakirlere, hafızlara ve diğer ilim ehline
çok ikram ve ihsanlarda bulunurdu. Gönül ehli
dervişleri misafir eder, her türlü ihtiyaçlarını kar-
şılardı. İlmin ve âlimlerin kıymetini takdir eder
onlara iltifatlarda bulunurdu. İnsanlara hizmet
için kendi mülkü olan arazileri kullanırdı. Fakir
fukaranın ihtiyaçlarını temin için arazi satın alır,
vakıflar ihdas ederdi. Vakıf ve arazilere sahip çı-
kar, rastgele kullanılmasına mani olurdu.
VELÎLERİESKİŞEHİR
81Mart 201380
HIZIR GİBİ
Gözlerini açma ile açmama arasında yarı uykulu, kıyıya
vuran dalganın sesini dinli-yordu. Dalga hışır hışır kö-pük toplayarak geldi geldi ve “şlap!” diye kıyıya çarptı. Ar-dından bir daha bir daha. Gö-ren Lemi’yi uyuyor sanırdı ama o yerde yürüyen karınca-nın ayak sesini duyacak kadar uyanıktı. Bir süre daha gözle-ri kapalı hareketsiz yattı. Sanki bir süre daha yatarsa yaşanan-ları unutabilirdi. Unutmak is-tiyordu. Daha doğrusu hiç ya-şanmamış olmasını isterdi. Bir anda her şey nasıl da ters değir-men dönmüştü.
Gözkapaklarını ağır ağır aç-
maya çalıştı ama sanki her bi-
rinde taşıyamayacağı kadar bir
yük bağlıydı. “Hızır Hoca ne va-
kit gelir acaba?” İki gündür bir
şey yemediğini hatırladı. “İyi
ki Hızır Hocaya rastladım. Bü-
tün köyle birlikte ben de…” Tek-
rar aynı sahneler geldi gözü-
nün önüne. Sağa sola kaçışan
insanlar ve yanan evler, ahır-
lar ve hatta tarlalar. Köylünün
tarladaki ürünlerini bile ate-
şe vermişlerdi. Kendi o köyden
değildi. Çocukluk arkadaşı
Ömer’i görmeye gitmişti. Arka-
daşı bir yıllık evliydi ve bir hafta
önce bebeği olduğunu duyunca,
hem arkadaşını kutlamak hem
de arkadaşının ısrarı üzerine
emmisinin kızını görmek için
gelmişti. Ömer’le Lemi seyrek
görüşürdü ama çok candan arka-
daşlardı. Şimdi de hısım olacak-
lardı. Lemi Esme’yi görüp çok
beğenmişti. Esme de onu beğen-
miş olmalıydı. Gözlerinden an-
lamıştı. O gece Ömerlerde kalıp
sabahına köyüne dönecek, sonra
ailesi ile gelip kız isteyeceklerdi.
Lemi, yanaklarından süzülen
gözyaşının sıcaklığını hissedi-
yordu ama bu bile içini ısıtmaya
yetmiyordu. Duyduğu acıdan içi
üşüyordu. Alevlerin arasından
geçerken Esme’yi de görmüştü
ama bir gün öncesi gibi ışıltılı ve
yeşil yeşil bakmıyordu. Donuk
ve cansızdı Esme’nin gözleri ve
Ömer’inki ve hatta Ömer’in eşi-
nin gözleri.
Bir insan başka bir insana,
nasıl bu kadar zarar verebilir-
di. Macar Kralının birliklerinin
yaptığı bu zulmün, kendi köyüne
de sıçraması yakındı o vakit. Bir
an önce bir şeyler yapılmalıydı.
“Ahh!” dedi kendi kendine. “Şu
dizlerimde derman olaydı da
kalkabileydim.” Değil elini ko-
lunu oynatmak, gözlerini açacak
hali yoktu ama göz pınarları
çalışıyordu. Gözyaşlarından
döşü ıslanmıştı.
Uzaktan nal sesleri duy-
du. Hızır Hoca olmalıydı. On-
dan başka burayı kimse bilmi-
yordu ki zaten. Kımıldamadan
yatmaya devam ederek nal ses-
lerinin yaklaşmasını bekledi.
Çıkan seslerden atın ayaklarının
kumlara gömüldüğü anlaşılıyor-
du. Kırık dökük balıkçı kulübe-
si denize doğru uzanan bir men-
direğin üzerindeydi. Hızır Hoca
burayı nerden bulmuş, o karma-
şada Lemi’yi buraya getirmeyi
nasıl akıl etmişti Allah bilir ama
Lemi kurtulmuştu. Yüreğinde
onca acı ve gözlerinin önünde
dönen dehşet sahneler olsa da,
Lemi şu an nefes alıyor ve deni-
zin kokusunu duyabiliyordu.
Hızır Hoca getirdiği yiye-
cekleri hazırlarken, bir taraf-
tan da dışarıda yaktığı ateşte çay
demlemişti. Burada imkânsızlık
içinde bile, her şeyi ne kadar
çabuk ve alışılmış hareketlerle
yapıyordu. Lemi güçlükle kalkıp
abdest alınca biraz kendine ge-
lir gibi oldu. O anda iki gündür
hiç namaz kılmadığını hatırladı.
Şimdi üzüntüsü bir kat daha art-
tı sanki. Onun için namaz hep
bir sığınma, bir sevinç ya da fe-
rahlık ifadesi olmuştu ama şim-
di nasıl kendinden geçtiyse hiç-
bir şeyi düşünemez haldeydi.
Hazırlananları görünce
gayr-ı ihtiyari gülümsedi. “Bun-
ca yemeği nerden buldun ve bu-
raya nasıl getirdin. Şuraya bak
kızarmış tavuk bile var.”
Hızır Hoca gülümseyerek
“Çayı da unutma.” dedi ve
iştahla yemeğe başladı. Lemi de
daha fazla dayanamadı. Güzelce
karınlarını doyurduktan sonra
Hızır Hoca “Bu halkın Hunya-
di Yanoş gibi zalimlerden kur-
tulması lazım. Küffar Mezid Pa-
şayı yenince iyice şımardı. Ona
HikâyeRaziye SAĞLAM
Mart 201382
GÖNÜL DALI
Kırma rüzgâr kırma gönül dalımı Gayrı gül açacak bir dal bulunmaz. Kalbe biriktirme dünya malını Sonra yaşanacak bir hal bulunmaz.
Bulunmaz dost bulunmaz. Vakitli vakitsiz hoyrat esersin. Gönül filiz verir hemen kesersin Bir gün yaptığından sen de bezersin. Yüzüne bakacak bir kul bulunmaz
Bulunmaz dost bulunmaz. Bir alev huzmesi tüter bağrımda Aşılmaz yol oldun sevgi dağımda. Artık cevreyleme gönül bağımda Sonra yeşerecek bir gül bulunmaz
Bulunmaz dost bulunmaz. Gündoğdu nasihat verir özünden Çok ağlayan gördüm senin yüzünden. İbret almaz isen arif sözünden Sonra gidilecek bir yol bulunmaz
Bulunmaz dost bulunmaz.
Mürsel GÜNDOĞDU
83
haddinin bildirilmesi elzemdir.
Teşkilat hazır. Ya gelir Allah
için zalimlere karşı durur, Âl-i
Osmanlı’ya hizmet edersin ya
da kalıp uğunursun.” dedi ve
Lemi’nin bir şey demesine fır-
sat vermeden, çayı getirmek
için çıktı. Yürürken kulübenin
tahtaları kırılacakmış gibi
gıcırdıyordu. Lemi bir an bile
düşünmedi. Hızır Hoca “Şimdi
hizmet zamanı.” diyerek onu
can evinden vurmuştu. Babasını
hiç tanımamıştı ama dedesi
de hep hizmetten bahsederdi.
Müslüman olmuş Macar bir ai-
leden geliyordu Lemi. Kendi-
ni bildi bileli Anadolu’dan gelen
Müslüman ailelerle birlikte ya-
şamıştı. Dedesinin Müslüman
olmasından etkilenen birçok
Macar aile de Müslüman olmuş-
tu. Hızır Hoca Lemi’den ancak
on yaş büyüktü ama köyün ço-
cuklarıyla birlikte Lemi’nin de
hocası olmuştu. İslâm’ı en gü-
zel şekilde yaşamanın yolları-
nı öğretiyordu Hızır Hoca. Ay-
rıca Lemi ile birlikte beş çocuğa
ayrı bir eğitim daha veriyordu
ki Lemi esas bu eğitimle olgun-
laşıyor, İslâm’ı yaşamanın tadı-
na varıyordu. Gönül eğitimiydi.
İlm-i ledünden ezber edip, hik-
met nazarıyla bakarak, Yaratan-
dan ötürü yaratılanı sevmeyi ve
tüm yaratılanlara hizmet etmeyi
öğreniyordu.
Lemi tüm bu süreç içinde, bir
gün gerçekten hizmetin içinde
yer alabilmek için dua ediyor-
du. Şimdi o gün gelmişti. Yine
Hızır Hocanın talebesiydi ama
şimdi biraz daha büyümüş ola-
rak, Haçlı Ordusu’nun içine sı-
zacaklardı. Çocukluğundan bu
yana öğrendiklerini uygulama
zamanıydı ve ucunda Âl-i
Osmanlı’nın muzafferiyeti var-
dı. Müslim ya da gayr-ı Müslim,
herkese adalet ve bereketi geti-
recek bir muzafferiyet.
Lemi ile birkaç arkadaşı Hı-
zır Hocanın gözetiminde Macar
Ordusu’ndan atılan bir askerin
hocalığında, Haçlı Ordusu’nda
bir Macar askeri gibi davran-
manın eğitimini aldılar. Bu ara-
da onların orduya giriş belgele-
ri ile giysileri hazırlandı. Saçları
Macar askerlerinin biçiminde
kesildi ve hiç şüphe çekmeden
orduya sokuldu. Toplam beş ki-
şiydiler ve her birinin görev ala-
nı farklıydı. Yalnız haftada bir
Hızır Hocayla buluşuyorlar-
dı. Hızır Hoca, Macar köylü-
sü kılığında haçlı karargâhının
çevresine geliyor ve onlar gece
gizlice çıkıp öğrendikleri tüm
bilgileri aktarıyorlardı.
Lemi vazife sırasındayken
gerçekten yaşadığını anlıyor-
du. Hizmet içinde olmanın tadı-
nı almıştı bir kez ve bu tat onun
katıksız Allah’a güvenmesini
sağladığı için en tehlikeli işle-
ri gözünü kırpmadan yapıyordu.
Osmanlı Ordusu Sultan
II. Murat’ın komutanlığın-
da Edirne’den yola çıkmış-
tı. Lemi ile arkadaşlarında da
heyecan had safhadaydı. Bü-
yük güne az kalmıştı. Haçlı
Ordusu’nun askerlerinin, bazı-
larını büyük bir korku sarmış-
tı. Bazıları ise Hunyadi Yanoş’a
yakın olan komutanların ko-
nuşmalarından etkilenip, Os-
manlı Ordusunu mağlup ede-
ceklerine inanmışlardı. Lemi ve
arkadaşları Varna’ya doğru iler-
leyen Osmanlı Ordusu’nu kar-
şılamak üzere bir gece Haçlı
Ordusu’ndan ayrıldılar. Osman-
lı Ordusu’na katılma fikri çok
müthişti ve Lemi sanki aklı yet-
tiğinden beri hep bugünü bekli-
yordu.
Lemi ve arkadaşları, sağ ce-
nahtan sorumlu Rumeli Bey-
lerbeyi Turhan Bey’in komu-
tasındaki Rumeli askerlerinin
arasına katıldı. Sabahın erken
saatlerinde başlayan savaş ikin-
diye kadar sürdü ve Osmanlı
büyük bir zafer kazandı. 65 bin
kayıp veren Haçlı Ordusu’nda
ölenler arasında Hunyadi Ya-
noş da vardı. Lemi ve arkadaş-
ları diğer Osmanlı askerleri gibi
çok kahramanca savaşıyorlar-
dı. Hızır Hoca onları gördükçe
“Benim küçük beş kişilik
ordum.” diye seviniyordu. Lemi
onun ne düşündüğünü anlamış
gibi döndü ve tam Hızır Hoca-
ya gülümseyecekken ardından
gelen bir Haçlı askerinin saldı-
rısına uğradı. Hızır Hoca koşup
yere düşmeden tuttu onu ve “Ha-
yır daha değil yiğidim. Seninle
daha çok cenge katılacağız.” di-
yerek sırtına aldı. Çarpışmaların
arasından hızla uzaklaştırarak
cephe gerisine götürdü. Sıhhi-
yeler yarasını sararken o tek-
rar savaş alanına döndü. Lemi
zafer haberiyle kendine geldi-
ğinde, Hızır Hocaya gülümser-
ken “Yine Hızır gibi yetiştin.”
dedi. Hızır Hoca içinden Allah’a
şükrederken, yavaşça sırtına vu-
rup gülümsedi ve; “Bir kez Hızır
Hoca oldun mu, artık hep Hızır
gibi olmak gerek.”
85Mart 201384
SağlıkAkın DİNDAR
Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op.
Dr. Hüseyin Çoban, kas gevşeticile-
rinin kullanımıyla ilgili çok sayıda
çalışma ve yaklaşım olduğunu ancak kendisinin
konuya daha düz yaklaştığını belirterek kaslar-
daki kasılmanın bir hastalık durumu değil, iske-
let sistemindeki bazı rahatsızlıklardan kaynaklı
meydana gelen bir savunma mekanizması oldu-
ğunu söyledi ve şöyle devam etti. “Kasılmalar has-
talık değil, vücudun verdiği bir savunma tepkisi-
dir. Travma, romatizmal problemler, fibromiyalji,
efüzyonlar, enfeksiyonlar, kırıklar, bel mekanik
ağrıları, disk hernileri… vs kasların kasılmasına
sebebiyet veren başlıca rahatsızlıklardır. Bu ra-
hatsızlıkların tümünde ağrıya esas vesile olan enf-
lamasyondur. Enflamasyon geçtiği takdirde kas-
lar kendiliğinde kasılmayı bırakırlar.
Bel ve boyun fıtıklarını ele alırsak kas gevşeti-
ci kullanımın son derece sakıncalı olduğunu gö-
rürüz. Örneğin, belde yapılan çalışmalarda yükün
% 50 sinin kaslar tarafından taşındığı bilinmekte-
dir. Disk hernisinde herninin artışını önlemek ve
sinirlere olan basıyı azaltmak için kaslar kasılır-
lar. Bu bir vücut savunma refleksidir. Bu kasları
kasılmasını ortadan kaldırdığımız takdirde vücut
ağrılığının önemli bir bölümün sadece kemik üze-
rine bineceği ortadadır. Bu nedenle özellikle bel
ve boyun fıtık hastalarda verilen kas gevşeticileri
yarardan çok zarara sebep verirler. Maalesef he-
kimlerin çok büyük bir kısmı bu hastalıklarda leb-
lebi gibi kas gevşetici yazmaktadır. Yani farkında
olmadan hastaya zarar vermektedir. Çoğu zaman-
da ayak travması, ayak bileği burkulması, el bile-
ği burkulması, gut, romatizmal rahatsızlıklar gibi
kasların kasılmasıyla çok fazla ilgili olmayan ra-
hatsızlıklarda da çok tercih edilmektedir.
Kas gevşeticilerinin sedatizasyon yapıcı etkile-
ri çok fazlaydı. Yeni çıkan kas gevşeticilerinde bu
azalmıştır. Ancak reflekslerin yavaşlaması yine de
kaçınılmazdır. Kas gevşetici kullanımının büyük
çoğunluğu ayakta aktif işinde gücünde olan has-
ta gurubudur. Bu nedenle gündelik yaşantıda dik-
katin dağılması, reflekssin azalması problem oluş-
turmaktadır.
Kas gevşeticileri kullanmak yerine antienfla-
matuarlar tercih etmek daha isabetli olur kanısın-
dayım. Enflamasyon dağıldığı takdirde kaslar za-
ten normale dönecektir.
Kas gevşeticileri, ilaç firmalarının üretip de
sağlık camiasını yönlendirdiği garip bir ilaç guru-
budur. Kas gevşeticilerini çok sayıda yan etkileri-
ni de göz önünde tutmak gerekir. Yukarıda özetle-
diğim ve konuyu sıkıcı hale dönüştürmemek için
ayrıntısına girmediğim birçok nedenlerden dolayı
kas gevşeticilerinin kullanılmasını doğru bulmu-
yorum.
Kas gevşeticilerinin çok dar bir kullanım sağa-
sı olabilir. Kullanılması endike olan kas gevşeti-
ci oranı, şu anki kullanım oranının belki de % 10
bile olmamalıdır. Kas gevşeticileri yerine, hastada
esas iyileşmeyi sağlayan birinci derece de önem-
li antienflamatuar, ikinci derece analjezik ilaçları
tercih etmek gerektiğini düşünüyorum.”
“Kas gevşeticileri, ilaç firmalarının üretip de sağlık
camiasını yönlendirdiği garip bir ilaç gurubudur. Kas
gevşeticilerini çok sayıda yan etkilerini de göz önünde
tutmak gerekir. Konuyu sıkıcı hale dönüştürmemek için
ayrıntısına girmediğim birçok nedenlerden dolayı kas
gevşeticilerinin kullanılmasını doğru bulmuyorum.”
KAS GEVŞETİCİLER“Kas gevşeticileri kullanmak yerine antienflamatuarlar tercih etmek daha isabetli
olur kanısındayım. Enflamasyon dağıldığı takdirde kaslar zaten normale dönecektir. “
Mart 201386 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
AyvaAyva, protein, şeker, organik
asit, A, B2 ve C vitamini ve demir,
bakır, potasyum gibi mineraller-
den zengin, tohumları ise yağ ve
protein içerir. Bu yüzden de ayva
kozmetik sektöründen, ilaç sek-
törüne kadar bolca yararlanılan
bir meyvedir. Çocukların gelişi-
minde çok büyük bir rol oynayan
ayva, sinir sistemine de çok iyi ge-
liyor. Mide ve bağırsakları zarar-
lı mikroplardan koruyarak hazım-
sızlık gibi sorunları önlüyor. Kuru
bir cildiniz veya sağlıksız tırnakla-
rınız varsa, ayva bu konuda derdi-
nize deva olabilir. Özellikle grip ve
nezlenin iyileşmesini hızlandırdığı
için kış aylarında bol bol ayva tü-
ketilmelidir. Ayrıca ishale de çok
iyi gelen ayvayı komposto olarak
bolca tüketilebilir. İçerdiği vitamin
ve minarelerle kalp ve damar has-
talıklarından koruduğu, varisi ön-
lediği ve varis tedavisine yardım-
cı olduğu bilinmektedir. Kandaki
kötü kolesterolü düşürerek damar
sertliğinden korur. Ayva hoşafı
ağızdaki yaraların iyileşmesini hız-
landırdığı gibi ayva ağız kokusu-
nu da önler. Tereyağında pişirilen
ayva, balgamı söker, kronik öksü-
rüğe, solunum sistemi hastalıkla-
rına ve bronşite iyi gelir. Vücudun
gücünü artırır, zinde olmasını sağ-
layarak yorgunluk ve bitkinli-
ğe karşı vücudu korur. Ayva çiçe-
ği kaynatılıp içildiğinde annelerin
sütünü artırır, kalbi güçlendirir
ve baş ağrısına iyi gelir. Ayva ka-
buklarının kaynatılıp içilmesi, id-
rar yolu iltihaplarında iyileşmeyi
hızlandırır. Ağızdaki yaralar, bo-
ğazdaki şişlik ve ağrı için ayvanın
kendisi ayva çiçeği ya da yaprakla-
rı kaynatılıp içilebilir. Ayrıca uyku-
suzluk sorununuz varsa yine aynı
şekilde ayva çiçeğini ve yaprakları-
nı aynı çay gibi demleyip içebilir-
siniz. Ayvanın içindeki şeker oranı
düşüktür bu yüzden şeker hastala-
rı rahatlıkla ayva tüketebilirler.
Şifalı Bitkiler
Om Ali (Ümmü Ali)Malzemeler (4 kişilik)
Küçük kare borcam 2 su bardağı süt2 yaprak milföy hamuru1 çay bardağı toz şeker1 kutu hazır krema (küçük kutularda satılanlardan)1 kahve fincanı dövülmüş fındık1 çorba kaşığı toz şeker
Hazırlanışı
İki su bardağı sütü bir çay bardağı şeker ile ısıtıyoruz. Diğer tarafta milföyü elimiz ile bastırarak bir tepsi-ye koyup çatal ile iki yerinden deliyor ve 180 derece ısıtılmış fırında pişiriyoruz. Borcamın içerisinde mil-föyleri parçalayarak dizdikten sonra üzerine dövül-müş fındığı serpiyoruz. Hazırladığımız bu malzemele-rin üzerine şekerli ılık sütü döküyoruz.
Kremayı şeker ile çırpıp, fırın kabına hazırladığımız tatlının üzerine yayarak döküyoruz. Orta ısıdaki fı-rında üzeri kızarana kadar pişmeye bırakıyoruz. Ilık olarak servis yapıyoruz. Sütünü çekecek olur ise yarım su bardağı kadar süt ilave ediyoruz. Beklet-meden tüketiyoruz, zira sütünü çekerse lezzetli ol-mayabilir. Arzu ederseniz çeşitli kuruyemişler ile üzerini süsleyebilirsiniz.
Hikâyesi
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz bu tatlıyı çok severlermiş. Hazreti Ali’nin annesi, Ebu Talib’in hanımı ve aynı zamanda da Pey-gamber Efendimiz (s.a.v.)’in yengesi olan Fatıma bin-ti Esed bu tatlıyı sıkça Peygamber Efendimize ik-ram ederlermiş. Bu nedenle bu tatlının adı “Om Ali, (Ümmü Ali) ” yani “Ali’nin annesi” olarak bilinir ve Arap ülkelerinde çok sevilir, beğenilir.
Mart 201388
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com
ÇIKTIÇIKTI
ÇIKTI
NASİHAT YAYINLARI’NDAN
GÜL KOLULU ESERLERSomuncu Baba’nın
ilim ve kültür dünyasıiphone, android,
facebook ve twitter’da.
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
115M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
M KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
ŞUBA
T 2013
148
148
Dergisi Hediyesi...
Ş U B A T 2 0 1 3
Fiyatı: 8
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Abdestli Olmak
4014 Karahisar Kalesi ve Afyon
/SomuncuBabaDergisi /HulusiEfendiVkf
www.somuncubaba.net