47
149 Dergisi Hediyesi... MART 2013 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Çanakkale’nin Sarıklı Mücahidleri 56 14 Eskişehir Bir Erenler Durağı!

149 - Somuncu Baba Dergisi

  • Upload
    others

  • View
    7

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 149 - Somuncu Baba Dergisi

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

MA

RT

2013

149

149

Dergisi Hediyesi...

M A R T 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Çanakkale’nin Sarıklı Mücahidleri5614 Eskişehir

Bir Erenler Durağı!

Page 2: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

ORTA ANADOLU’DA BİR YENİ ŞEHİR: ESKİŞEHİR

Eskişehir we know today was known as Dorylaeum in Latin in antient history and middle ages.In antient sources, It was stated as a Phrygian city which had its richness by trade and famous for its spas in the junction points of important highways. In 19th century, as a result of their visit to the region and their research, many travellers and scientists discovered that there was antient Dorylaion city named as Şarhöyük ören today in the north of Porsuk River in 3 km northeast region of Eskişehir. Having become a margrave, Osman Bey became more powerful day by day and conquested Eskişehir and İnönü in 1289. The city, became more crowded with refugees and develped after 1877-1878 Ottoman- Russia Battle. However, the main reason of its development was after the railway’s being put into operation. As a modern city now, Eskişehir serves as a kind of a bridge connecting the past and present. The tombs and the complex of two remarkable Muslim pioneers are also here: the first one is Seyyid Battal Gazi Complex and Tomb; and the second one is Yunus Emre Complex and Tomb. Our best regards to the ones from Eskişehir and to all our friends…

A NEW CITY IN MIDDLE ANATOLIA: ESKIŞEHIR

Bugünkü Eskişehir ili, Eski ve Orta Çağlarda Latince Dorylaeum ismi ile tanınan bir kenttir. Antik

kaynaklarda, önemli yolların kavşak noktasında kaplıcaları ile ünlü, ticaret ile zenginliğe kavuşmuş bir

Frigya şehri olarak geçer. 19. yüzyılda birçok gezgin ve bilim adamı, bölgeye yaptıkları gezilerin ve araş-

tırmaların sonucunda Eskişehir’in 3 km kuzeydoğusunda, Porsuk Çayı’nın kuzeyinde yer alan bugünkü

adıyla Şarhöyük ören yerinin antik Dorylaion şehri olduğunu saptamışlardır. Burası 17 m. yüksekliğin-

de, 450 m çapında Orta Anadolu’nun orta büyüklükteki höyüklerinden biridir. Büyük Selçuklu İmpa-

ratorluğu zamanında doğudan gelen birçok Türk boyları, Bizanslılar’ın zayıflığından da istifade ederek

Doğu Anadolu’ya yerleşmeye başladılar. Selçuklu Hükümdarı Alparslan’ın 1071‘de Malazgirt Savaşı’nı

kazanmasından sonra Türklere bütün Anadolu kapıları açıldı. Süratle ilerleyen Türk orduları 1074’de

Eskişehir’i aldılar. Bundan sonra Eskişehir, doğudan devamlı gelen boylar için bir yerleşim noktası oldu.

Osmanlı Devleti’nin Kurucusu Osman Bey, 1284 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Mesut tarafından gön-

derilen fermanla aşiret reisliğinden çıkarak uç beyi olmuştur. Osman Bey, uç beyi olduktan sonra, gün

geçtikçe kuvvetlenmiş ve 1289 yılında hâkimiyet sahasına Eskişehir ve İnönü’yü de katmıştır. Şehir, an-

cak 1877-1878 Osmanlı - Rus Harbi’nden sonra muhacirlerle beraber kalabalıklaşmaya başlamış ve geliş-

miştir. Eskişehir’in asıl gelişmesi demiryolunun işletmeye açılmasından sonra olmuştur. Şimdi modern

bir şehir kimliğiyle, geçmişle geleceği birleştiren bir köprü vazifesi yapmaktadır. Şehre manevî kimlik

veren eke önemli iki İslâm büyüğünün hatırası ve ziyaretgâhı bu güzide şehrimizde bulunmaktadır.

Birincisi Seyyit Battal Gazi Külliyesi ve Türbesi’dir: Ünlü İslâm Komutanının 8. yüzyılda yaşadı-

ğı bilinmektedir. İslâm ordularının Bizans’a karşı savaşlarında destanlaşmış yararlılıklar göstermiştir.

Malatya’da dünyaya gelmiştir. M. 740’a değin seferlerdeki kahramanlıkları halk tarafından destanlaştırı-

larak anlatılmıştır. İki büyük destana konu olmuştur. Arapça Zatü’l-Himme ve Türkçe Battalname. Afyon-

karahisar yakınlarındaki bir savaşta şehit düşmüştür. Kabri, 1207-1208 yıllarında Alaaddin Keykubat’ın

annesi, l. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Ümmühan Hatun tarafından adına bir külliye yaptırılmış ve

kasabaya Seyitgazi adı verilmiştir. İkincisi ise; Yunus Emre Külliyesi ve Türbesi’dir: Eskişehir’e bağ-

lı, Mihalıççık İlçesi Yunus Emre Beldesi’nin (Sarıköy) kuzeydoğusunda Yunus Emre’nin ilk mezarı 13.

yüzyıla ait olup, demiryolu bitişiğinde dikdörtgen planlı taşlardan, 1,5 - 2 m yüksekliğinde avlu duvarla-

rı içindedir. Türbesi 13. yüzyılda Selçuklu mimarisini andıran 8 sütunlu, kemerli, etrafı açık sekizgen bir

mekân türbe halindedir. Yunus Emre tüm insanları sevgiye, birlik ve beraberliğe çağıran bir halk aşığı-

dır. Mezar taşının ön cephesinde yazılı olan “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya

kimseye kalmaz.” sözlerinde Yunus Emre’nin yaşam felsefesi özetlenmektedir. Türbede mezarın dışında

çeşme, müze, cami, minare, şadırvan, kültür evi ve Yunus Emre’nin bir heykeli bulunmaktadır. Eskişe-

hirli gönül dostlarımız başta olmak üzere bütün gönül insanlarına selam ile.

Page 3: 149 - Somuncu Baba Dergisi

3

26

42 56 70

İLAHİ MEVLÂ’YA – Kadir KARAMAN (9)

GÖNÜL AYİNESİ – Hüseyin ALPSOY (10)

EL-MUHSİ – Ramazan ALTINTAŞ (18)

TARİKATLARDA EĞİTİM – Kadir ÖZKÖSE (22)

BAHAR – Nedim UÇAR (25)

SENİ DÜŞÜNÜRKEN – İsmail Adil ŞAHİN (31)

GIDALARDA KATKI VE KİMYASAL MADDELER – Abdullah KAHRAMAN (32)

KÜTÜPHANELER ŞEHRİN BEYNİDİR - M. İlyas SUBAŞI (36)

SULTAN II. ABDÜLHAMİD – Resul KESENCELİ (38)

TÜRKİSTAN GAZELİ – Bekir OĞUZBAŞARAN (45)

SOSYAL FOBİ – Sefa SAYGILI (46)

İNSANDA ÜÇ GÜZELLİK – Şeref TAŞLIOVA (49)

AŞK İMİŞ HER NE VAR ÂLEMDE – Vedat Ali TOK (50)

BEŞİR B. S’AD (r.a) – Bünyamin ERUL (53)

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR SORUMSUZ (MU?) – Rukiye KARAKÖSE (54)

ESKİŞEHİR GÜZELLEMESİ – M. Nihat MALKOÇ (59)

İLETİŞİMİN AYAK BAĞI YANLIŞ ANLAMALAR – Semih KAÇAR (60)

ŞEFKAT ABİDELERİ ŞİFAHANELER – Esma TOK (64)

İFTİRA – Mehmet SOYSALDI (66)

HOŞGÖRMELİ ÂLEMİ – Hatice Eğilmez KAYA (73)

ESKİŞEHİR’İN MANEVİ COĞRAFYASI - Mustafa ÖZÇELİK (74)

CAN YUNUS’UM – Rabia BARIŞ (77)

ESKİŞEHİR VELÎLERİ - Yusuf HALICI (78)

HIZIR GİBİ – Raziye SAĞLAM (80)

GÖNÜL DALI – Mürsel GÜNDOĞDU (83)

KAS GEVŞETİCİLER – Akın DİNDAR (84)

AYVA - Şifalı Bitkiler (86)

OM ALİ (ÜMMÜ ALİ) – Mesude SARI (87)

KIYAMETLER KOPUYOR, KIYAMA HAZIRLANMALIYIZ!

UÇURUMLARIN ZARİF KÖPRÜSÜ

ÇANAKKALE’NİN SARIKLI MÜCAHİDLERİ

KUL KORKUSU MUALLAH KORKUSU MU?

ESKİŞEHİR BİR ERENLER DURAĞI!

GÖNÜLLERE NAKIŞ VURANLAR

06Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da “es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat” kelimesi Kur’ân’da 48 kere tekrarlanır. Çünkü kıyâmet, insanlığın hayatında dönüm noktası olan, en önemli saatin adıdır. İnsan, bütün programını bu saati göz önünde bulundurarak yapmalıdır.

Hissiyat ile ifadesi arasındaki fark, kalbin devri yükseldikçe bir uçuruma dönüşmektedir. Kelimeler sıcak yüzünü esirger; keyfiyetler kifayetsiz, hisler ifadesiz kalabilir.

Çanakkale Savaşı esnasında aziz vatanımızın hemen her bölgesindeki şeyhler, müderrisler, âlimler de tekke, zaviye ve medreselerini kapatıp cepheye koşmuşlardır.

Bir mü’min hayatını neye göre şekillendireceğini bilir. Çünkü önünde Allah’ın kitabı ile son elçisinin buyrukları vardır.

Anadolu’da mana ikliminin baş şehirlerinden birisi de Eskişehir’dir. Bin yıldan beri İslâm’ın kadim şehirlerinden…

Kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı Allah, bir ölçü, ahenk ve nizam içerisinde bütün mahlûkatı şekillendirip nakşetmiştir.

14Ali AKPINAR

M. Bedrettin TOPRAK Enbiya YILDIRIM

Meryem Aybike SİNANMusa TEKTAŞ

Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23

Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74

İsmail ÇOLAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 149 Mart 2013Basım Tarihi: 01 Mart 2013

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Reklam MüdürüYusuf YILMAZ

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Page 4: 149 - Somuncu Baba Dergisi

55Mart 20134

Faziletli Efendim!

Yaklaşan Kurban Bayramınızı gönülden tebrik etmeyi bir görev sa-

yar ve o mukaddes ellerinizden öperim. Ayrılık acınızla geçen günleri-

mi ve halimden sizleri haberdar etmek için belirtmek isterim ki; yedi

aya ulaşan ayrılık günlerimiz gönülde nice yaralar açmış ve o yaralara

çare olan yine aklımdaki hayaliniz olmuştur. Gönül yarama çare olan

hayaliniz aklıma geldiğinde:

“Sana olan iştiyakımın derdini şerh edebilmem için;

Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül istiyorum..”

(Bu beyit Mevlana’nın Mesnevi’sinin ilk onsekiz beyiti arasında

yer almaktadır.)

Bu beytin yüce anlamı olan gönlün sevinçli halini yine size yönele-

rek arz ediyorum.

Sabah ve akşam aklımdan gitmeyen o hal ve hareketlerinizi gö-

zümde canlandırdıktan sonra ortaya çıkan hayaliniz ile gönlüm, o ha-

yal edilen mutlulukla kavuşmuş gibi düşünür ve mutlu olur.

Ey Saklı Gönlümün Biricik Dostu, Yâri, Arkadaşı Olan Hocam, Efendim;

Ayrılık zamanı görüşmeden geldiğim için perişanım. Yardıma ih-

tiyacı olan halime acıyarak bakarken sevinçli ve o mutlu halinizi, hü-

zünlü gönlüme yar sayarak sevinip, mutlu olurum. Lütfettiğiniz güzel

bir mektubunuzla hüzün dolu gönlümü bırakıp mutluluk yolunu bek-

lerken, yolunuzu gözlemekten ağlayıp üzülen oldum. Ümitsiz halime

göz ve gönlün tercümanı olan kalemden ortaya çıkan muhabbet bel-

gesi olan şu mektubu; sizin huzurunuza yedi aylık bir ayrılık acısına

karşılık olarak gönderiyorum.

“Mektup ulaşırsa; mektuplaşmak, kavuşmanın yarısıdır.” Sırrın-

ca ayrılık acıma, gizli hayalinizi yeterli görüp, saygı ve sevginizle bir-

likte kararsız olan gönlüme güler yüzünüzle sonsuz ümit ve hayır du-

alarınızı beklerim ve tekrardan ellerinizden öperim efendim.

*Bu mektubu İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.)’ye yazmışlardır.

Güncelleme: Yard. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Elliikinci Mektup

Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî

Page 5: 149 - Somuncu Baba Dergisi

7Mart 20136 7

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

“Ey insanlar!

R a b b i n i z d e n

sakının; doğ-

rusu kıyâmet gününün sar-

sıntısı büyük şeydir. Kıyâmeti

gören her emzikli kadın emzir-

diğini unutur, her hâmile kadın

çocuğunu düşürür. İnsanları

sarhoş gibi görürsün oysa sar-

hoş değildirler, fakat bu sadece

Allah’ın azâbının çetin olmasın-

dandır.”1

“Gök, o gün, erimiş maden

gibi olur. Dağlar da atılmış pa-

muğa döner.”2 “Yıldızların ışığı

giderildiği zaman, gök yarıldığı

zaman, dağlar pamuk gibi atıl-

dığı zaman…”3

“Gökler kapı kapı açılacaktır.

Dağlar yürütülüp serap olacak-

tır.”4

“O gün bir sarsıntı sarsar.

Peşinden bir diğeri gelir. O gün

kalpler titrer. İnsanların gözleri

yere döner.”5

“O muazzam gürültü, kıyâmet

kopup geldiği zaman… O gün,

kişi kardeşinden, annesinden,

babasından, karısından ve oğul-

larından, kaçar. O gün, herkesin

kendine yeter derdi vardır.”6

“Güneş durulup ışığı kalma-

dığı zaman… Yıldızlar düşüp,

söndüğü zaman… Doğurma-

sı yaklaşmış develer başıboş bı-

rakıldığı zaman… Yabani hay-

vanlar bir araya toplatıldığı

zaman… Denizler kaynaştırıldı-

ğı zaman…”7

“Gök yarıldığı zaman… Yıldız-

lar dağılıp döküldüğü zaman…

Denizler kaynaştığı zaman… Ka-

birlerin içi dışına çıktığı zaman…

İnsanoğlu, ne yaptığını ve ne

yapmadığını görür.”8

“Gök yarılıp Rabbine bo-

yun eğdiği zaman ki gök boyun

eğecektir, yer düzeltilip, içinde

olanları dışarı atarak boşaldığı

zaman ve yer Rabbine boyun eğ-

diği zaman ki yer boyun eğecek-

tir.”9

“Gürültü koparacak olan! Ne-

dir o gürültü koparacak olan? O

gürültü koparacak olanın ne ol-

duğunu sen bilir misin? O gün

insanlar, ateş etrafında çırpınıp

dökülen pervaneye dönecekler.

Dağlar, atılmış renkli yüne ben-

zeyecekler.”10

Adı Kıyâmet

Her şey yerle bir oluyor, adı

kıyâmet. Bin yıllardır belli düzen

içerisinde hareket eden, görevle-

rini aksatmadan yerine getiren

göklerin ve yerlerin düzeni bozu-

luyor, adı kıyâmet. Gök cisimle-

ri paramparça oluyor, hiç deliği/

yarığı olmayan gökyüzü yarılıyor,

adı kıyâmet! Yeryüzünün en sağ-

lam yapıları dağlar, pamuk gibi

didiliyor; yeryüzünün en akıllı

varlığı insan kelebekler gibi sav-

ruluyor, adı kıyâmet. Her şey yer-

le bir oluyor, yıkılıyor, yaşanıla-

maz oluyor, adı kıyâmet!

Kıyâmet, bir şeyin ayağa kalk-

ması, kaldırılması demektir. Çün-

kü kıyâmetle birlikte, ilk yaratı-

lıştan itibaren, kıyâmete kadar

yaşamış ve ölüp gitmiş, isimle-

ri unutulmuş, kemikleri çürü-

müş toprak olmuş bütün canlı-

lar diriltilip ayağa kalkacaklardır.

En önemlisi de kâinâtın efendisi,

yeryüzünün halifesi insanın diril-

tilip ayağa kalmasıdır. Evet, in-

san yaptıklarının hesabını ver-

mek için, yaptıklarının karşılığını

görmek için diriltilip ayağa kalka-

caktır. O gün, “Boynuzlu koçtan

hakkını almak üzere boynuzsuz

koyunun diriltileceği bir gün-

dür.” O güne kadar geçici bir süre

de olsa zâlimlerin, azmanların de-

dikleri olmuş, bir takım haksızlık-

lara fırsat verilmiştir. Ancak o gün

her konuda ve herkes için yalnız-

ca Cenab-ı Hakk’ın hükmü geçer-

li olacaktır. Zira o gün hükümran-

lık, bütünüyle yalnızca Kahhâr

olan Yüce Allah’a ait olacak ve bu

gerçeği inanan inanmayan her-

kes görecek ve kabul edecektir.

İşte bütün bu sebeplerden dola-

yı o günün adı kıyâmettir. Canlı-

ların kıyâm ettiği, hakkın hâkim

ve kâim olduğu gün. Bâtılın sesi-

nin bütünüyle kısıldığı ve yalnız-

ca hakkın gündemde olduğu gün.

Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da

“es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat”

kelimesi Kur’ân’da 48 kere tek-

rarlanır. Çünkü kıyâmet, insan-

lığın hayatında dönüm nokta-

sı olan, en önemli saatin adıdır.

İnsan, bütün programını bu saa-

ti göz önünde bulundurarak yap-

malıdır.

Yukarıya aldığımız âyetlerden

KOPUYOR, KIYÂMA HAZIRLANMALIYIZ!

KIYÂMETLER“Kur’ân’da kıyâmetin bir adı da “es-Sâat” kelimesidir. “Es-Sâat” kelimesi Kur’ân’da 48

kere tekrarlanır. Çünkü kıyâmet, insanlığın hayatında dönüm noktası olan, en önemli

saatin adıdır. İnsan, bütün programını bu saati göz önünde bulundurarak yapmalıdır.”

Page 6: 149 - Somuncu Baba Dergisi

İLAHİ MEVLÂ’YA

Kalpten gayriyi sökmeliBoynu bükük diz çökmeliPişman, muhlis yaş dökmeliGözler Mevla’ya Mevla’ya…

Emrettiği güdülürseArz-ı hale gidilirseKabul eder, edilirseNazlar Mevla’ya Mevla’ya.

Kibirli yere inecekSabır isyanı yenecekYa kara ya ak dönecekYüzler Mevla’ya Mevla’ya.

Hak, pâk yolu öğrenmeliKalpten necat dilenmeliSamimice söylenmeli Sözler Mevla’ya Mevla’ya.

Fısıltıyı duyan olurYasaklanan beyan olurSaklansa da ayan olurGizler Mevla’ya Mevla’ya.

Sevgisiz kalan solmaz mı?Âşık hak aşkı bulmaz mı?Sadık, muhlis, kul olmaz mı?Özler Mevla’ya Mevla’ya.

Asgari ne etmeliyizAşkla yanıp tütmeliyizSaf gelip saf gitmeliyizBizler Mevla’ya Mevla’ya.

Kadir KARAMAN

Mart 20138 9

de anlaşılabileceği gibi Kur’ân’ın

kıyâmet sahneleri son dere-

ce etkileyici ve canlıdır. Özellik-

le âyetlerdeki Arapça kelimele-

rin lafız ve mânâlarının çok daha

etkileyici ve insanın ruhuna işle-

yen, kulaklarını patlatıp yürek-

lerini hoplatan bir yönü vardır.

Es-Sâhha, el-Kâria, el-Hâkka,

es-Sâika, el-Vâkıa, el-Ğâşiye, er-

Râdife, et-Tâmme gibi… Bütün

bunlar, hangi konum ve seviye-

de olursa olsun, her insanın etki-

lenip önceden tedbir alması ve o

âna hazır olması içindir.

Ansızın Gelecek

Kur’ân, kıyâmet saatinin an-

sızın geleceğini haber verir. Bu

her zaman ona hazır olmamız

içindir. “Göklerin ve yerin gay-

bı Allah’a aittir, kıyâmet sâatinin

kopuşu bir göz kırpması kadar

veya daha çabuk bir zaman için-

de olur. Şüphesiz Allah her şeye

Kadir’dir.”11

Kişinin kendi ölümü,

kıyâmetinin kopmasıdır. Ölüm

küçük kıyâmettir. Hepimize her

ân ölüm gelebilir, dolayısıyla her

ân kıyâmetimiz kopabilir. Bizim

için önemli olan kıyâmet kopma-

dan, bizim kıyâm edip, kendimize

gelip, aklımızı başımıza alıp hu-

zurdaki duruşa hazır olmamızdır.

Büyük kıyâmetin vaktini Yüce

Rabbimiz gizlemiş, o kadar ki

neredeyse kendinden bile giz-

lemiş. İyi ki de gizlemiş. Şâyet

kıyâmetin vakti önceden açık-

lanmış olsaydı, hayat çekilemez

olurdu. “Herkes işlediğinin kar-

şılığını görsün diye, zamanını

neredeyse kendimden bile gizle-

diğim kıyâmet mutlaka gelecek-

tir.”12 Evet, kıyâmetin ne zaman

kopacağını ancak Yüce Allah bilir.

Onu peygamber de bilemez, me-

lek de. “Sana, kıyâmet sâatinin

ne zaman gelip çatacağını soru-

yorlar, de ki: ‘Onu ancak Rab-

bim bilir, onun vaktini, O’ndan

başka belirtecek yoktur. Gökle-

rin ve yerin, ağırlığını kaldıra-

mayacağı o saat, sizlere ansızın

gelecektir.’ Sen sanki öğrenmiş-

sin gibi sana soruyorlar, de ki:

‘Onu bilmek ancak Allah’a mah-

sustur, ama insanların çoğu bu

gerçeği bilmezler.”13 “İnsanlar

senden kıyâmetin zamanını so-

ruyorlar; de ki: ‘Onun bilgisi an-

cak Allah katındadır; ne bilirsin,

belki de zamanı yakındır.”14 Hal

böyle iken kıyâmet saatinin vakti-

ni belirlemek için çaba ve tahmin-

ler ne kadar anlamsız ve yersizdir.

Âyetler ve hadisler, kıyâmetin

beklenmedik bir zamanda an-

sızın kopacağını söylerken ve

kıyâmetin çok yakın olduğunu

haber verirken, kıyâmetin vak-

tini tespit sadedinde üretilen ve

söylenen şeyler kuruntudan öteye

geçmeyen, bilgi değeri olmayan

ve genellikle de kıyâmetin vakti-

ni öteleyen hezeyanlardır.

Kıyâmete Hazır mıyız?

Konuyla ilgili pek çok ha-

disinde Peygamberimiz, bizle-

ri kıyâmete hazır olmamızı sağ-

lamak için ve bu hazırlığı da

istikâmet üzere kalarak yapma-

mızı temin etmek için uyarılar-

da bulunur. Meselâ bunlardan

meşhur bir hadis şöyledir: “İş/

emânet ehli olmayana verildi-

ğinde kıyâmeti bekleyin.”15 Bu

durum kıyâmetin yaklaştığının

alâmetidir. Aynı zamanda top-

lumda oluşacak karmaşanın bir

kıyamet olarak nitelendirilmesi

söz konusudur; kıyâmetlerin kop-

masına, kargaşa ve fitnelerin yay-

gınlaşması da sebeptir.

Yine pek çok hadiste şirkin,

faizin, içkinin, fuhşun, adam öl-

dürmenin, çıplaklığın, oyun eğ-

lencenin yaygınlaşması; ilmin

kaldırılıp yerine cehâletin ko-

nulması, insanların yüksek bina

yapma yarışı içerisinde olmala-

rı, kişinin kazancının helâl ha-

ram oluşuna dikkat etmemesi,

zamanın bereketinin kalmama-

sı, kıyâmet alâmeti olarak belir-

tilmiştir.

Önemli olan kıyâmetin ne

zaman kopacağını bilmek de-

ğil, her ân kıyâmet kopacakmış

gibi kıyâmete hazır olmaktır.

Kıyâmete hazır olmak istikâmet

üzere kalmak, her ân ölümle kar-

şılaşabileceğinin bilincinde Yüce

Rabbin huzuruna çıkmaya ha-

zır bulunmakla mümkün olacak-

tır. “Su çekildi, göründü sanki

zamanın dibi / Korkuyorum, bu

akşam kıyâmet varmış gibi di-

yerek” her ânı kıyâmet zamanı

gibi gören; “Ölüm ne uzak, ne ya-

kın bize ölüm / Ölümsüzlüğü tat-

tık ne yapsın bize ölüm” diyerek

ölüme gülümseyenler bu bilinçte

olanlardır.

1 22/Hac, 11-2.2 70/Meâric, 8-9.3 77/Mürselât, 8-10.4 78/Nebe’, 19-20.5 79/Nâziât, 6-9.6 80/Abese, 33-37.7 81/Tekvîr, 1-6.8 82/İnfitâr, 1-5.

9 84/İnşikâk, 1-5.10 101/Kâria, 1-5.11 16/Nahl, 77.12 20/Tâhâ, 15.13 7/A’râf, 187.14 33/Ahzâb, 63.15 Buhârî, İlim, 59.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 7: 149 - Somuncu Baba Dergisi

11Mart 201310 11

Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY

AYİNESİGÖNÜL

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-

retleri, tasavvufî düşüncesini gö-

nül süzgecinden geçirerek mısra-

lara dökmüş bir Hak dostudur. Ona göre gönül,

aşkın kaynağı ve madenidir. Aynı zamanda

Hakk’ın kâinatta tecelli etmeye layık gördüğü

tek mekândır. Bu gazelde Osman Hulûsi Efendi

(k.s.) gönül âyinesinde tecelli eden ezelî muhab-

beti kendi gibi ehl-i aşk ve muhabbet olanlar ile

paylaşmıştır. Bizlere düşen yalnızca onun bu en-

gin muhabbetine ortaklık etmek.

Göz göz olan bu sîne mir’ât-ı hüsnün olmuş

Yüz gösteren boyuna âyât-ı hüsnün olmuş

(Bu sîne göz göz dağlanarak güzelliğinin ayna-

sı, güzelliğinin inkâr edilemez delili olmuştur.)

Beyitte geçen “göz göz olmak” tabiri önemli

bir geleneğin işaretçisidir. Eskiden tasavvuf ehli

olanlar dünyalık kılık kıyafete çok ehemmiyet

vermezlerdi. Yakaları yırtık, yamalı kıyafetler-

le gezmeyi adet edinmişlerdi. Âşığın gönlü hep

yaralıdır. Bu kıyafetinden yaralı sinesi de zaten

rahatlıkla görülebilmektedir. Âşığın gönlündeki

yaralar iki şekildedir, şerha şeklinde ‘elif’ ve göz

göz olmuş ‘he’. Böylece âşık sinesine ‘ah’ nidası-

nı nakşetmiştir.

Hulûsi Efendi (k.s.) işte bu göz göz olmuş ya-

raları sevgilinin güzelliğinin bir neticesi olarak

anlatmaktadır. Bunu anlatırken de ayna benzet-

mesiyle sevgilinin güzelliğinin sînede yansımasını

akıllara getirmiştir. Çünkü ayna sevgilinin kendi

güzelliğini seyrettiği bir yerdir. Tüm bu benzetme

ve somut ifadelerin arkasında ki gerçek tasavvufî

his ve duyuş ile anlaşılmaktadır.

İnsan-ı Kâmil Gönül Aynası

Tasavvufta ayna “tecellî-gâh”tır. Sevgilinin gö-

ründüğü, kendini gösterdiği yerdir. Tüm âlem,

âlemdeki eşyanın, yaratılmışların her biri, in-

san, insan-ı kâmil, mü’min, insanın gönlü, kalbi

Allah’ın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani ay-

nadır. Hulûsi Efendi (k.s.)”Ben hiçbir yere sığ-

mam, sadece mü’min kulumun gönlüne sığarım.”

hadis-i kudsîsini kendi veciz ifadesiyle yorumla-

mıştır.

Her yan açılmış ey yâr ezhâr u gül ne kim var

Bu ay u gün-i seyyâr mişkât-ı hüsnün olmuş

(Ey yâr her yanımda çiçekler ve güller açılmış,

böylesi kimse de yok; bu ay ve güneş güzelliğinin

kandili olmuştur.)

Âşık vücudunda ve sinesinde açılmış aşk yara-

larından şikâyetçi değildir. O yaraları açmış çiçek

ve gül gibi görmektedir. Çünkü sînede açan aşk

yarası hem renk hem de şekil itibariyle güle ben-

zer. Bu nedenle âşığın sinesi bir gül bahçesi gibi-

dir. Beytin ikinci mısraında ayın ve güneşin gerçek

mahiyeti anlatılmış. Bizim için bir hayat kaynağı

olan bu iki gök cismi, Zât-ı Ulûhiyyet’in güzelliği-

ni gösteren birer kandil hükmündedir.

Zülfün ayağa salmış uşşâkın aklın almış

Cân görmüş ana dalmış hâlât-ı hüsnün olmuş

(Saçlarını ayağına kadar yere salmış, âşıkların

aklını başından almış, can görmüş ona dalmış gü-

zelliğinin haleti olmuş.)

Dîvân edebiyatında saç ile ilgili birçok benzet-

Page 8: 149 - Somuncu Baba Dergisi

13Mart 201312

me unsuru vardır. Ancak tasavvufî manada saç iki

anlam ifade etmektedir. Öncelikle saç, hiç kim-

senin ulaşamadığı gaybî hüviyet; Hakk›ın zâtı ve

künhüdür. Ancak burada ifade edilen saç ayakla-

ra kadar uzanan saçtır. Tasavvufta uzun saç, sınır-

sız varlıklar, çokluk ve ta’ayyünler, celâlî tecellileri

ifade etmektedir. Bol ihsan ve nimetler karşısında

âşıkları aklının başından gitmesi, yani cezbe hali

ifade edilmiştir.

Her yanı çesm-i hâlin koymuş gama hayâlin

Gâh hicr ü gâh visâlin lezzât-ı hüsnün olmuş

(Dertli göz her yeri ve hayali

gamlı eylemiş, güzelliğinin lez-

zeti bazen ayrılık bazen kavuş-

mak olmuş.)

Tasavvuf ehli için göz

Allah’ın güzelliklerini müşa-

hede etmede bir araçtır. An-

cak gözün başka bir hususiyeti

burada özellikle vurgulanmak-

tadır. Eğer kişi ağlarken yaşlı

gözler ile etrafına bakarsa her-

kesi de kendi gibi ağlar bir va-

ziyette görecektir. Bu nedenle

Hulûsi Efendi (k.s.), ‘Hayalle-

ri gama koydun.’ tabiriyle bu ruh halini ifade et-

mek istemiştir.

Ötedeki Asıl Lezzet

İkinci beyitte âşıklığın başka bir boyutu

ele alınmıştır. Âşığa her dâim sevgiliyle birlik-

te olmak lezzet vermez. Her nesnenin zıttı ile

bilinmesi prensibiyle, visâl lezzeti ancak ayrı-

lık ile bilinebilir. Yani kimi zaman ayrı kalınsa

da sonunda kavuşulacak olması, o ayrılığında

lezzete dönüşmesine neden olmaktadır. Ta-

savvuf ehlinin dünyaya ve dünya hayatına ba-

kışını yansıtan veciz bir ifadedir. Çünkü ehl-i

aşk için dünya Allah’tan ayrılığa sebep olan bir

mekândır. Ancak neticesi yine mutlak sevgili-

ye kavuşmak olacağı için lezzet vermektedir.

Ve dünya lezzeti ise ötedeki asıl lezzetin bir

numunesidir.

Bir gün inâyet etdi sâkî beşâret etdi

Meyden hikâyet etdi hâcât-ı hüsnün olmuş

(Sâki bir gün inâyet etti ve müjde verdi, güzel-

liğinin hacâtı olmuş meyi anlattı.)

Hulûsi Efendi (k.s.) Hak dostu bazı kişilerin

eriştiği ve o makamı bilmeyenlerin çok da idrak

edemediği bir mertebeden bahsetmektedir. Sâki

inayet ve yardım ile sevgilinin güzelliğini anlaya-

bilecek idrake ulaştıran meyi anlattır. Mey, bâde

şarap demektir. Ancak mey tasavvufî sembolizm-

de, âşk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâları ifade et-

mektedir. Sâki ise mürşit ve

kâmil manalarında kullanıl-

mış bir semboldür. Böylelik-

le beytin tasavvufî manası çok

net bir şekilde anlaşılmakta-

dır. Hulûsi Efendi (k.s.) idrak

ufkunu aşarak yükseldiği mer-

tebeyi ifade etmiştir.

Uşşâkın cân u mâlı îmânı dîni

hâli

Hem akl u hem hayâli gârât-ı

hüsnün olmuş

(Âşıkların canı, malı, imânı,

dini, hâli, aklı ve hayali güzelliğinin yağması ol-

muş.)

Beytin hem gerçekte ifade ettiği hem de mecâzi,

yani tasavvufî olarak ifade ettiği mana çok güzel-

dir. Sevgilinin güzelliği, âşıkların bütün idrak ve

hayal dünyasını elinden almıştır. Böylece âşık

olma hali ortaya çıkmıştır. Çünkü bu hal normal

şartlarda meydana gelmesi mümkün olmayan bir

haldir. Âşık sahip olduğu her varlığı sevgili uğru-

na tüketmeye razıdır.

Allah aşkıyla kendini kaybetmiş bir Hak dostu

artık tenden de candan da geçmiştir. Artık onun

için hiçbir durumun ve halin değeri kalmamıştır.

Hem maddî hem manevî bütün varlığının Allah

yolunda yağma olmasını istemektedir. Tasavvufî

ilhamları gönül süzgecinden geçiren Hulûsi Efen-

di, hissiyatını yukarıdaki beyitiyle anlatmışken,

tasavvuf ehlinin en zirve isimlerinden Yunus

Emre aynı duyguları şu deyişleriyle ifade etmiştir:

Canlar cânını buldum bu cânım yağma olsun

Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun

Yûnus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin

Ballar balını buldum kovanım yağma olsun

Biz yine şerh ettiğimiz gazelin beyitlerine dönelim:

Uşşâkı derde salmak hayretle hâlî kalmak

Cevr eyleyip cân almak âdât-ı hüsnün olmuş

(Âşıklarını derde salmak, hay-

ret halinde kalmak, cevr edip ca-

nını almak güzelliğinin âdeti ol-

muştur.)

Dîvân edebiyatında sevgilinin

en değişmez özelliğidir cevri ve

cefası. Âşık nasıl dert ve elem çek-

meye müptela ise, sevgilide o doğ-

rultuda cevr ve cefâyı âdet edin-

miştir. Âşık sevgilinin cevri ve

cefasından memnundur. Çünkü

bu durum sevgilinin onunla ilgi-

lendiğini göstermektedir. Asıl büyük cefa sevgili-

nin âşıkla ilgilenmemesidir.

Hayat Dertsiz Olmuyor

Hulûsi Efendi (k.s.)’nin mevzu ettiği sevgi-

li Zât-ı Mutlâk olması dolayısıyla beytin anlamı

bambaşka bir hüviyet kazanmaktadır. Sıkıntısız

ve dertsiz geçen hayat ehl-i aşk için makbul bir

hayat değildir. Zira Allah’ın onu kendi haline bı-

rakması mevzu bahistir. Hâşâ bütün kusur sıfat-

lardan münezzeh olan Allah unutmaz. Ancak dert

ve sıkıntı vermediği kulunu kendi haline bırakmış

olur. Bu nedenle ehl-i aşk olan kişi yine Yûnus mi-

sali demeli:

Gelse celâlinden cefâ

Yahut cemâlinden vefâ,

İkisi de câna safâ

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

Gazelimiz şu beyitle tamamlanıyor:

Yârın Hulûsî yâdı gönlün müdâm murâdı

Her müşkilin küşâdı tâât-ı hüsnün olmuş

(Ey Hulûsi gönlünün muradı her dâim yârin

yâdıdır, her müşkilin çözümü güzelliğinin tâati ol-

muş.)

Hulûsi Efendi (k.s.)”Kalpler ancak Allah’ı an-

makla mutmain olur.”(13/Rad, 28) ayetinin ve-

ciz bir yorumunu yapmıştır. Zira kalp her dâim

Allah’ı anmak arzusundadır. Bütün müşkülle-

rin ve problemlerin çözümleri bununladır. Hak

dostları dertdaş olduklarından ötürü bazen dil-

ler ayrı olsa da ifadeler birdir. Bu nedenle Hulûsi

Efendi’nin beyitte ifade ettiklerini Alvarlı Efe Haz-

retleri daha farklı bir şekilde söylemiştir. Bizlerde

Alvarlı Efe’nin beytimizi şerh eden güzel deyişiyle

bitirelim yazımızı:

Sen Mevlâ’yı sevende, Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına erende, rızasını vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında canlar fedâ eylesen

Emrince hizmet kılsan Allah ecrin vermez mi?

Varlığın mahv eylesen, terk-i vücûd eylesen

Bu sahra-yı âdemde, Yar yanına varmaz mı?

Şer-i şerîf yolunda, peygamberin halinde

Allah desen dilinde, bin kez hâlin sormaz mı?

Derd ile cangâhından cânân diye çağırsan Derdin dermân ederler, yaran merhem urmaz mı?

Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan

Cihergâhı dağlasan ahvalini sormaz mı?

“Aşığın gönlü hep yaralıdır. Bu kıyafetinden yaralı

sinesi de zaten rahatlıkla görülebilmektedir. Âşığın

gönlündeki yaralar iki şekildedir, şerha şeklinde

‘elif’ ve göz göz olmuş ‘he’. Böylece âşık sinesine

‘ah’ nidasını nakşetmiştir.”

Page 9: 149 - Somuncu Baba Dergisi

15Mart 201314 15

BİR ERENLER DURAĞI!

ESKİŞEHİR

Şehir Güzellemesi

Meryem Aybike SİNAN

Anadolu’da mana iklimi-

nin baş şehirlerinden biri-

si de Eskişehir’dir. Bin yıl-

dan beri İslâm’ın kadim şehirlerinden… Kültür

ve medeniyet yürüyüşünde bayraktarlık yapan

bir bozkır ve yürek şehri, Eskişehir. Yüzünü ay-

naya çevirmiş, içi ve dışını bir potada eritmiş ve

gülümseyişini uzatmış bir umut ve güzellik şehri.

Eskişehir, uzatmalı bir sevdanın dervişi gibi

güzelliklere baş koymuştur. Şehrin ortasından

gürül gürül akan Porsuk Çayı’nın dilindendir bü-

tün ezgileri. Ruhunun çağrışımları ve yüreğinin

nakışları mana ikliminin sağanağı altındadır her

dem. Eskişehir bir yanıyla Yunus Emre’dir bir ya-

nıyla Seyyid Battal’dır bilinesi.

“Sakarya” Eskişehir’in saf çocuğudur.

Sakarya bu şehrin bağrından geçerken

mana ikliminden esintileri de sürükler götürür

Anadolu’nun nice kent ve ilçelerine. Su bir mede-

niyettir, bir hediye ve lütuftur bilene. Bir şehrin

yazgısını değiştirir. Şehirler ve nehirler bir şehrin

ufkuna ne güzellikler katarlar, ne hikâyeler anla-

tırlar bilen bilir ancak.

Eskişehir İlklerin Yeşerdiği Şehirdir

İlk yerli otomobil, ilk uçak motoru, ilk hızlı

tren seferinin yapılması gibi birçok ilk bu şehre

nasip olmuştur. Orta Anadolu’nun bağrında

Page 10: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201316 17

berrak bir mermer sütun gibi tertemiz ışıldayan

ve gülümseyen medeni bir şehirdir Eskişehir.

Evlad-ı Fatihan diyarından gelen misafir soy-

daş ve dindaşlarımızla nüfusu katlanan, üniver-

siteleriyle, bilimsel çalışma yapan münevver-

leriyle, öğrencileriyle geleceğe emin adımlarla

yürüyen, şaha kalkmış bir şehirdir her dem gi-

dilesi.

Eskişehir ılıcalar ve kaplıcalar şehridir aynı

zamanda. Bor madeni yönüyle ülkenin üçte

birini barındıran önemli bir maden şehridir

aynı zamanda. Pişmiş topraktan üretim ya-

pan bir kent olması yanında bu pişmiş toprak

için her yıl sempozyumlar düzenlenerek pişmiş

topraktan sanat eserleri de yüzeye çıkarılıp ülke

ekonomisine önemli katkılar sağlanmaktadır.

El sanatları, halı kilim, çuval, heybe gibi ge-

leneksel dokuma ürünleri de kent bakımından

önemlidir.

Evlad-ı Fatihan diyarından gelenler Boş-

nak, Kırım, Kafkas yemeklerini ve kültürünü

de şehre eklemiş ve ciddi anlamda bir zengin-

lik ortaya çıkmıştır. Sütlü ovmaç çorbası, haş-

haşlı dolama, haşhaşlı bükme, toyga çorba-

sı göceli tarhana, ıslat tarhana, düğün köftesi

çorbası, kelem dolması, harşıl, katlama böre-

ği, mercimekli mantı, kuzu sorpa belki de duy-

madığımız, bilmediğimiz yemeklerden bir de-

met.

Nuga helvası, cevizli yaz helvası, tahin hel-

vası, tahin ve çövenden bir kürek yardımı ile

yapılan kürek helvası Eskişehir’in geleneksel

tatlarındandır.

Yine üyken börek, kaşık börek, çiğbörek,

köbete, sarıburma, cantık, kavurma börek,

kıygaşa gibi Kırım - Tatar mutfağı ürünle-

ri Eskişehir mutfağına ayrı bir tad ve güzellik

katmış ve yörenin mutfağına sultanlığını ilan

etme hakkını de beraberinde getirmiştir.

Odunpazarı evleri hala Osmanlı’dır, hala o şa-

şaalı günlerin fısıltısını ve esintisini üzerinde taşır

gibidir. Bu mahallede Kurşunlu Külliyesi Odun-

pazarı evlerine yarenlik yapar gibidir. Ve külli-

yenin yanı başındaki Eskişehir Mevlevihanesi

bir ney sesinin hazin iniltisi eşliğinde mana

ikliminde gönül sultanlarını yâd eder gibidir.

Şeyh Edebali’nin türbesi Odunpazarı

civarında olup semtin ağırbaşlı duruşunu imle-

mektedir.

Bir de Eskişehir türküleri vardır hatıralı, sıcak

ve bizden olan sımsıcak türküler:

Gayfeciler, gayfe de pişirir

Yeni Memed ağa aklını şaşırır

Haralıkta boş kese düşürür

Şallıdır o şallıdır, tellidir o

Bir tarihî eser kentidir Eskişehir. Selçuklu’dan,

Osmanlı’dan günümüze ısrar edip gelen dantel

güzelliğindeki onlarca yapı hâlâ şehrin bağrında

arz-ı endam etmektedir.

Seyitgazi Kervansarayı (Eski Han), Deve-

lik Han, Selçuklu Hamamı, Sücaattin Hama-

mı, Uyuz Hamamı, Kurşunlu Camii ve Külliye-

si, Alâeddin Camii, Seyyit Battal Gazi Külliyesi

ve Türbesi, Şeyh Sücaeddin-i Veli Külliyesi ve

Türbesi hala geçmişin hatıralarını gelene geçene

söyler, anlatır gibidir.

Eskişehir rüzgârı bile eskil ve hatıralıdır. Bir

şehrin kendi türküsünü söylemesi, tarihini anlat-

ması, yazgısını dile getirmesi ve geleceğine doğ-

ru, emin ve güven dolu adımlarla yürümesi ken-

dine mahsustur!

Eskişehir geleceğine doğru yürüyor. Heybe-

sinde geçmişi halle harmanlayarak bir tarihî an-

latımı seçen şehir Eskişehir… Porsuk Çayı gibi

delişmen, gürül gürül ve Erence’sine… Şen ola-

sın Eskişehir!

Page 11: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

19

Bütün ayrıntıları ve tek tek her şeyİn sayısını tam olarak bİlen:

EL-MUHSΓRabbimizin el-Muhsî ismi, O’nun el-Âlim ismiyle birlikte düşünülmelidir. O’nun ilmi

her şeyi kuşatmıştır. Fakat ilim, bilinenleri tek tek sayması ve onları ihâta etmesi

bakımından mâlûmâta izâfe edildiği takdirde ihsâ/sayma adını alır.”

Mart 201318

El-Muhsî; “saymak,

miktarını bilmek,

bir şeyde iz bırak-

mak, menetmek, ezberleyip kav-

ramak” mânâsındaki “ihsâ” kö-

künden ism-i fâil olup, “sayıp

ayrıntılarıyla tespit eden” de-

mektir. Esmâ-i hüsnâdan biri

olup “gizli ve aşikâr her şeyi tek

tek, bütün ayrıntılarıyla bilen,

sayan, anlayan” anlamına ge-

lir. El-Muhsî, ünlü muhaddis

Tirmizî’nin, esmâü’l-hüsnâ ile

ilgili rivâyetinde geçmektedir.1

Yüce Allah’ın güzel bir ismi

olan Muhsî terim olarak; insa-

nın “inanç, söz, amel, fiil ve dav-

ranışlarını, varlıkta olup biten

her şeyin miktarını, sayısını bi-

len ve bunları koruyan, kolla-

yan” demektir. Bu bağlamda

muhsî oluş, ulûhiyetin nitelik ve

kemâlindendir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın el-

Muhsî ismi, “saymak” mânâsına

gelen “ihsâ” fiili ile birlikte kul-

lanılmıştır:

“Göklerdeki ve yerlerde-

ki herkes Rahmân’a kul olarak

gelecektir. Andolsun, Allah on-

ları ilmiyle kuşatmış ve tek tek

saymıştır. Onlar(ın her biri)

kıyâmet günü O’na tek başına

gelecektir.”2

Bu âyette tam bir tevhid der-

si verilmektedir. Cahiliye dö-

neminde müşriklerin, “Me-

lekler Allah’ın kızlarıdır.”;

Mûsevilerin “Üzeyir Allah’ın

oğludur.” ve Hıristiyanların “İsa

Allah’ın oğludur.” gibi inançla-

rı çürütülmektedir. Yüce Allah,

ulûhiyetinde de tektir. Hiç kim-

se O’nun ulûhiyetinden zerre

miktarı bir parça taşımaz. Bunu

iddia etmek, şirktir.

O, Dilediği Şekilde Hükmeder

Öte yandan, erkeği, dişisi,

küçük ve büyüğü ile yarattığın-

dan kıyâmet gününe kadar onla-

rın sayısını en iyi bilen Allah’tır.

“Hepsi kıyâmet günü O›na tek

olarak gelecektir.” Çünkü biz,

tek başımıza dünyaya geldik,

tek olarak ve tek başımıza O’nun

huzuruna gideceğiz. Yoldaşımız,

sadece amellerimiz olacaktır.

O’nun herhangi bir yardımcısı

yoktur. Tek ve ortağı olmayan

Allah’tan başka koruyup esirge-

yen bir başka varlık da yoktur.

Yaratıkları hakkında tasarruf

yetkisi O’na aittir. O, dilediği şe-

kilde hükmedecektir. Zerre ağır-

lığı haksızlık etmeyen âdildir,

O. Elbette hiç kimseye haksızlık

yapmaz.

Rabbimizin el-Muhsî ismi,

O’nun el-Âlim ismiyle birlikte

düşünülmelidir. O’nun ilmi her

şeyi kuşatmıştır. Fakat ilim, bi-

linenleri tek tek sayması ve on-

ları ihâta etmesi bakımından

mâlûmâta izâfe edildiği takdir-

de ihsâ/sayma adını alır. Bu an-

lamda mutlak muhsî, ilmin-

de her mâlûmun sınırı, sayısı

ve miktarı aşikâr olan zattır. Bu

ilâhî zât da ancak Allah’tır. İnsa-

na gelince, her ne kadar Allah’ın

ilminin bir tecellîsi olan ilmi ile

mâlûmâtın bir kısmını sayabilir-

se de çoğunu saymaktan âcizdir.

İnsanın ilmi, denize nisbetle bir

damla nisbetinde bile değildir.

Dolayısıyla, insan haddini bil-

meli, Allah’ın engin ilmi karşı-

sında kendisinin ilminin izâfî

olduğunu anlamalı ve O’nun il-

mine teslim olmalıdır.

Bir başka âyette, yüce

Allah’ın el-Muhsî isminin daha

açık ve net olarak varlıkta nasıl

Page 12: 149 - Somuncu Baba Dergisi

21Mart 201320

tecellî edeceği ifade edilmekte-

dir:

“(Kıyâmet) günü Allah on-

ların hepsini diriltir ve onlara

yaptıklarını haber verir. Allah

onların yaptıklarını sayıp zapt

etmiştir. Onlar ise unutmuşlar-

dır. Allah her şeye şâhittir.”3

İslâm, insana yüklediği bü-

tün fiilleri, âhirette Allah’a he-

sap verme inancı üzerine kur-

muştur. Âhiret inancı var olduğu

sürece, insan hayatına bir disip-

lin egemen olur. Bunun sonu-

cu olarak; hak-hukuk, adalet ve

hakkâniyet, helâl ve haram du-

yarlılığı gözetilir. Her Müslüman

kendi hayatının geçici olduğunu

bildiği gibi, Allah’ın dışında var

olan her şeyin fânî olduğunu da

bilir. Bu dünya hayatı geçicidir.

Kıyâmet adı verilen bir gerçeklik

vardır. Her şeyin bir sonu oldu-

ğu gibi bu dünyanın da bir sonu

olacaktır.

Kıyâmet, kâinat nizâmının

bozulması ve her şeyin alt-üst

olmasıdır. Kıyâmetin ne zaman

olacağı konusunda bize bilgi ve-

rilmemiştir. Onun bilgisi Yüce

Allah’ın katındadır.4 Önem-

li olan kıyâmetin ne zaman ola-

cağı değil, kıyâmet için hazırlık

yapılıp yapılmadığıdır. Bu bağ-

lamda insan büyük kıyâmetten

önce küçük kıyâmet olan ken-

di kıyâmetini düşünmelidir. Her

insanın bu dünyadaki yaşama

süresinin sona ermesine “kü-

çük kıyâmet” denilmektedir. Bu

hususta Hz. Peygamber (s.a.v.),

“Ölen kimsenin kıyâmeti kop-

muştur.” buyurur. Onun için

Hz. Peygamber (s.a.v.), kendi-

sine, ”Kıyâmet ne zaman?” diye

sorana: “Onun için ne hazırla-

dın?” sorusuyla karşılık vermiş-

tir.5 Asıl insan, kendi kıyâmeti

kopmadan ona hazırlık yapma-

lıdır.

İsrâfil (a.s)’ın ikinci sûra üf-

lemesiyle birlikte kabirlerden

diriliş gerçekleşecek ve herkes

hesap vermek üzere Allah’ın hu-

zuruna gidecektir. Artık amel

defterleri açılacak ve herkese

yaptıkları gösterilecektir.6 He-

sap ve cezâ olmadığına inanan

bazı kimseler, dünya hayatın-

da işledikleri suçları unutmuş-

larken, Allah bu suçları onların

amel defterlerine önceden tek

tek kaydettirdiği için zaptetmiş

ve mahkeme-i kübrâda önleri-

ne getirip koyacaktır. Yüce Allah

her şeyden haberdar ve her şeyi

görmektedir. Hiçbir şey O’na

gizli değildir.

Unutmak Bir Eksikliktir ve

İnsana Mahsustur

Her insan, bu varlık âleminde

hiçbir şeyin başıboş olmadığını

bilmeli, Allah’a kolay bir şekil-

de hesap verebileceği işler yap-

malıdır. Unutmak bir eksikliktir

ve insana mahsustur; Allah için

düşünülemez. Kaldı ki, O’nun

ilmi her şeyi kuşattığı için insa-

nın yapıp-ettikleri tek tek sayıla-

rak kayıtlara geçilecek, kıyâmet

günü de şunları yaptın diye tek

tek sayılıp dökümü insanın önü-

ne konacaktır. Allah, varlık dü-

zeninde olup-biten her şeyden

haberdardır. Yerde ve gökte hiç-

bir şey O’na gizli ve kapalı de-

ğildir. Bu konuda Yüce Allah,

insanların akıllarına şöyle ses-

lenir:

“Göklerde olanları da, yer-

de olanları da Allah’ın bildiği-

ni bilmez misin? Üç kişinin giz-

li bulunduğu yerde dördüncü

mutlaka O’dur; beş kişinin giz-

li bulunduğu yerde altıncıla-

rı mutlaka O’dur; bunlardan

az veya çok, ne olursa olsunlar

nerede bulunurlarsa bulunsun-

lar, mutlak onlarla beraberdir.

Sonra, kıyâmet günü, işledikle-

rini onlara haber verir. Doğru-

su Allah her şeyi bilendir.”7

Her insan şunu bilmeli-

dir. “Allah bize şahdamarımız-

dan daha yakındır.”8 Bizim

zâhirimizdekileri bildiği gibi

bâtınımızdakileri de bilir. Çün-

kü O, ez-Zâhir ve el-Bâtın’dır.

Bizim gizli ve açık yaptığı-

mız işler O’na gizli değildir. O,

küllîleri de bilir, cüz’îleri de bi-

lir. Kâinattaki hiçbir şey ken-

disine gizli kalmaz. Nitekim şu

âyette de kıyâmet gününde her-

kesin yaptıklarının tek tek yüz-

lerine okunup bir bir sayılacağı

anlatılmaktadır:

“Biz ölüleri diriltiriz, yap-

tıklarını ve bıraktıkları eserleri

yazarız. Biz her şeyi apaçık bir

kitapta (levh-i mahfuzda) sayıp

kaydetmişizdir.”9 Yine bir başka

âyette de: “Biz her şeyi bir apa-

çık kitapta yazıp saymışızdır.”10

buyrulmaktadır. Bütün bu

âyetlerden biz Yüce Allah’ın el-

Muhsî vasfının ne anlama gel-

diğini anlıyoruz. O halde O’nun

el-Muhsî vasfı; Allah’ın ilminin

nihâyetsiz olduğunu, dolayısıy-

la, O’nun bütün yaratıklarını,

onların iyi-kötü, günah-sevap,

iman-küfür cinsinden yaptıkla-

rını, geride faydalı ve zararlı ne

varsa bıraktığı eserleri, ağızla-

rından çıkan sözleri bildiğini ve

gördüğünü, onların hepsini bir-

bir bir kitapta kaydederek sak-

ladığını, kıyâmette bunları or-

taya çıkaracağını ifade eder.

İşte kıyâmet gününde O sahne

Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatı-

lır:

“Kitap ortaya konur. Suçlu-

ları, kitabın içindekilerden kor-

kuya kapılmış görürsün. ‘Ey-

vah bize! Bu nasıl bir kitaptır

ki, küçük büyük hiçbir şey bı-

rakmadan hepsini sayıp dök-

müş!’ derler. Onlar bütün yap-

tıklarını karşılarında bulurlar.

Senin Rabbin hiç kimseye zul-

metmez.”11

Her Müslüman Yüce Allah’ın

el-Muhsî isminden ahlâkî an-

lamda sonuçlar çıkarmalıdır. Bu

sonuçların başında, bu dünya-

ya Allah’a kulluk için geldiğimi-

zi idrak etmek gelir. Zira başıboş

olarak yaratılmadık. Bu âlemde

her bir varlığın kozmik sistemde

bir görevi vardır. Herkes kendi-

sine düşen görevi, ilâhî kanun-

lar çerçevesinde yerine getir-

melidir. Sınırlı olan ömrümüzü

tüketirken, O’na iman ederken

ve amel yaparken, Allah’ı görü-

yormuş gibi hareket etmeliyiz.

Bir gün yaptıklarımızdan hesa-

ba çekileceğiz. Allah’ın ilminde

hiçbir şey gizli kalmaz, tek tek

hayatımız kayıtlara geçmekte-

dir. Biz yaptıklarımızı unutabi-

liriz ama ilâhî kudret asla unut-

maz.

Ne mutlu, alnının akıyla

Allah’ın huzuruna çıkacaklara!..

Ne mutlu Allah’ın huzurunda

hesabı kolay olanlara!..

1 Tirmizî “Deavât” 83.2 19/Meryem, 93-94).3 58/Mücâdele, 6. 4 Bkz. 7/A’râf, 187.5 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 192, 202. 6 99/Zilzâl, 6. 7 58/Mücâdele, 7. 8 50/Kaf, 16. 9 36/Yâsîn, 12.10 78/Nebe’, 29. 11 18/Kehf, 49.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 13: 149 - Somuncu Baba Dergisi

23Mart 201322

TARÎKATLARDA

LETÂİF-İ HAMSEEĞİTİM

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE* Tasavvufu diğer İslâmî disiplinler-

den farklı kılan yegâne husûsiyet,

bilgi kaynağı olarak aklın yanında

kalbe de mürâcaat etmesidir. Rûhânî ve Rabbânî

bir latîfe olarak kalb, bilme, tanıma, algılama, so-

rumlu ve yükümlü olma gibi niteliklere sahiptir.

Tasavvufta kalbin işlevi akleder olmasıdır. Dola-

yısıyla düşünceyi üreten aklın kaynağı da kalb-

dir. Kalbde keşf ve müşâhede metoduyla üretilen

irfânın elde edilmesi, tasavvufî eğitimin yegâne

hedefidir.

Kalpte mârifetin husûle gelmesi, kalb tasfiyesi

ve nefis tezkiyesine bağlıdır. İnsanın düşünme, an-

lama, kavrama, eşyanın hakîkatini bilme yönünü

ifade eden kalb, insanı insan yapan ve diğer can-

lılardan ayıran temel insanî hakîkattir. Bu neden-

le tasavvufî eğitim, kalbin imar ve ıslahı gâyesine

yöneliktir. Tasavvufî eğitim, nefsânî tarîkatlarda

atvâr-ı seb’a yolu ile rûhânî tarîkatlarda ise letâif-i

hamse usulünce gerçekleştirilir.

Atvâr-ı seb’a usulünü benimseyen nefsânî

tarîkatlar, nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i

mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i

marziye ve nefs-i kâmile denilen nefis mertebele-

rini kelime-i tevhîd, Allah, Hû, el-Hak, el-Hayy,

el-Kayyûm ve el-Kahhâr zikirleri ile aşmayı öngö-

rürler. Zikredilen yedi isimle nefsin tezkiyesi he-

deflenmiş olur.

Ruhânî tarîkatlarda katedilmesi gereken mer-

tebeler nefsin değil ruhun mertebeleridir. Dolayı-

sıyla rûhânî tarîkatlar tezkiye usulünden çok, tas-

fiye metodunu benimserler. Tasavvufa göre insan

mülk ve melekût âlemlerini uhdesinde toplayabi-

len bir varlıktır.

Herşey Kalpte Başlar

Rûhânî tarîkatlara göre insan bedeninde beşi

halk âlemine, beşi de emr âlemine ait on latîfe bu-

lunmaktadır. Halk âlemine ait latîfeler; hava, su,

toprak, ateş ve nefistir. Emr âlemine ait latîfeler

ise kalb, ruh, sır, hafî ve ahfâdır. Nakşbendiyye

tarîkatında tasavvufî eğitim kalb latîfesinden baş-

layarak sırasıyla diğer latîfeler ile sürdürülür. Bu

beş latîfeden her biri için insan vücudunda bir yer

takdir edilmiş, zikir yapma usulü de buna göre şe-

killenmiştir.

Kalb latîfesi zikri seher vakitlerinde yapılır.

Sâlik abdestli olarak kıbleye teveccüh eder. Tev-

be ve istiğfar yapar, belirtilen sayıda salât ü selâm

getirir. Daha sonra kalb latîfesinin mahalli sayı-

lan sol memenin altındaki süveydâ denilen nok-

taya yoğunlaşır. Dilini üst damağına yapıştır-

mak suretiyle 1000 veya 3000 defa Allah zikrini

tekrar eder. Kalb latîfesinde çekilen lafza-i celâl

zikrinin sayısı mürşidin tasarrufuna bağlıdır ve

müridin durumuna göre değişebilir. Sâlik, kalb

latîfesinin nuru olan sarı renk tecelli edene kadar

kalb latîfesi zikrine devam eder. Zikrin tesiriyle

kalb latîfesinin işlerlik kazanmasına kalb çocuğu

anlamında “veled-i kalb” denir.

Kalb zikrinin gıdası ile feyizlenen sâlike bu kez

ruh latîfesinin zikri telkîn edilir. Telkîn edilen bu

zikirle sâlik, sağ memenin iki parmak altında-

ki ruh latîfesine yoğunlaşır. Önce kalb latîfesine

ait ism-i celâl zikrini verilen sayıda yapar. Ardın-

dan ruh latîfesi için öngörülen zikri icra eder. Ruh

latîfesinin nuru olan kırmızı renk belirgin hale ge-

lene kadar zikrine devam eder.

Ruh latîfesinin zikri tamam olunca üçüncü aşa-

mada sır latîfesine geçilir. Sır latîfesi müşâhede

makâmıdır. Sır latîfesinin mahalli sol memenin

iki parmak üstüdür. Sır latîfesinin rengi beyaz

nurdur. Beyaz nur zuhûr edene kadar zikre devam

edilir.

Dördüncü latîfe hafî latîfesidir. Hafî latîfesinin

mahalli sağ memenin iki parmak altındadır. Hafî

latîfesi, rubûbiyet tecellîlerinin mahallidir. Hafî

latîfesinin nuru siyahtır. Siyah nur tecelli edene

kadar hafî latîfesinin zikrine devam edilir.

Beşinci latîfe, ahfâ latîfesidir. Ahfâ latîfesinin

mahalli iki göğsün ortasıdır. Ahfâ latîfesi, ilahi

isim ve sıfatların tecelli ettiği mahaldir. Bu mer-

tebede sâlik önceki latîfelerin zikrini icra ettik-

ten sonra ahfâ mertebesinin zikrini gerçekleştirir.

Ahfâ latîfesinin zikri bu mertebenin nuru olan ye-

Page 14: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201324

BAHAR

Bulutlar yaylaya bağdaş kurunca Sıralı dağları delmek isterim. Sis çöken vadiye duman durunca, Baharla sılaya gelmek isterim. Ovalar yüzerken çiçek selinde, Anılar canlanır seher yelinde, Vurdukça inleyen gönül telinde, Hasreti ikiye bölmek isterim. Güneşin serptiği altın zerreyi, Avucumun içinde dönen küreyi, Bir sevda uğruna yanan yüreği, Ruhumda hissedip bilmek isterim. Rüzgar alevinden hisler bezerken, Gökte tanyıldızı yalnız gezerken, Mehtap mavi suya resim çizerken, Hüzünü sözlükten silmek isterim. Yaprak yeşilinde sürgün dikenin, Bir gülün aşkıyla boyun bükenin, Ayrılık elinden çile çekenin, Dertlerine ortak olmak isterim. Gökyüzünde allı turna süzülür, Gün batımı yavru kuşlar üzülür. Bahar gelir suskun diller çözülür, Bende bahar gibi gülmek isterim.

Nedim UÇAR

2525

şil nur zuhûr edene kadar devam ettirilir.

Emir âlemine ait beş latîfenin (letâif-i hamse)

zikrini tamamlayan sâlike letâif-i nefs, letâif-i kül,

nefy ü isbât zikirleri ve ardından murâkabe der-

si öğretilir. Her bir latîfenin zikrinde belli bir ma-

halle teveccüh etmenin amacı, salikin Allah lafzını

ruhun mânevî latîfeleri olarak görülen ilgili letâifi

hissetmesini ve zikre iştirak etmesini sağlamaktır.

Letâif-i hamse sonucu sâlik, zikr-i sultânî veya

zikr-i zâtî denilen hâle erişir. Zikr-i sultânî ile zik-

reden sâlik, zikri vücûdunun bütün zerrelerine ve

benliğinin derinliklerine sirâyet ettirir. Sâlik zik-

rini artık zikr-i dâime dönüştürmüş, Allah aşkına

bürünmüş, yemesi içmesi, oturması kalkması, ko-

nuşması sohbeti, hal ve tavrı tamamen Allah’ın rı-

zasına uygun bir şekilde şekillenir olmuştur.

İnsanın İdrak Edici Latîfeleri

Yûsuf-ı Hemedânî (ö.535/1140)’ye göre be-

den, İslâmî terbiye ve aydınlığın mekânı; kalb,

îmânî terbiye ve aydınlığın mekânı; ruh ve sır ise

ihsânî terbiye ve aydınlığın mekânıdır. Yûsuf-ı

Hemedânî’nin ifadesiyle kalb değişken olup fark-

lı âlemlerde dolaşırken, sır hâlden hâle dönüşme-

yen, kemâle eren, hakîkati temaşa eden makam-

dır. Sır, “O ki, (gece namaza) kalktığın zaman

seni görüyor.”1 âyetinin korku ve heybetinde is-

tikrarlı bir şekilde durmaktadır.2

Bahâeddîn-i Nakşbend’in (ö.791/1389);

“Meşâyıhtan her birinin aynasında iki yön var-

dır. Bizim aynamız ise altı yönlüdür.” şeklindeki

sözünü, Ahmed Sirhindî; “Aynadan maksat ârifin

kalbi, iki yön ruh ve nefs, altı yön ise altı letâiftir

(nefs, kalp, ruh, sır, hafî ve ahfa)” diyerek açıkla-

mış, böylece letâifin altılı tasnîfini beyan etmek-

tedir.3

Hüseyin b. İbn-i Yemîn-i Hüseynî’ye göre

kalp, ruh, sır, hafî ve ahfâ insanın idrak edici

latîfelerinin isimleridir. Bazı mertebelerde ona

kalp derler, beşerî kayıtlarından kurtulup daha saf

olduğu diğer mertebede ona ruh derler, saflık ar-

tınca sır derler, olgunlaşınca hafî derler. Letâifin

her biri öz itibariyle birdir. Dolayısıyla letâifteki

farklılık öz itibarıyla değil, vasıfları ve hâlleri ba-

kımındandır. 4

İmam Şârânî ismi geçen letâif-i hamsenin zik-

rini şu şekilde betimlemektedir: Zikr-i kalb, kal-

bin iç girintilerinde Allah’ın cemâl ve celâlinin

müşâhede edildiği zikir; zikr-i rûh, tefekkür du-

rumundaki mutasavvıfın sıfatların nurunu kavra-

dığı zikir; zikr-i sır, ilâhî sırların açıklandığı, kal-

bin en derinindeki zikir; zikr-i hafî, ahadiyyetin

güzelliğinin nurunu görmeyi amaçlayan gizli zi-

kir; sonuncusu da zikr-i ahfâ, Mutlak Hakîkat’in

Gerçekliği’nin (hakke’l-yakîn) görüldüğü çok giz-

li zikirdir. 5

Mir Dard ise, zikr-i kalbîyi muhabbet ve şevk-

le söylenen zikir, zikr-i rûhîyi sükûnet ve dingin-

lik içinde uygulanan zikir, zikr-i sırrîyi üns içinde

telaffuz edilen zikir, zikr-i hafîyi benliğin fenâsı ile

gerçekleşen zikir, zikr-i ahfâyı tamama erme işa-

reti olan zikir diye tarif etmektedir.6

Letâif ile çakra arasındaki farka dikkat çe-

kip makaleyi sonlandırmak istiyorum. Hin-

duizm ve Budizmde uygulanan meditasyon

tekniklerinde de ruhun belli bölgelerine yo-

ğunlaşma sağlanmaktadır. Nakşbendîlikte

benimsenen letâif ile Yoga’daki çakra ya da

padmaların yerleri konusundaki benzerlikten

bahsedilmektedir.7 Ancak Yoga’da çakra ya

da padmalar, vücutta yer alan, görünmez si-

nirlerle veya kanallarla birbirine bağlı olarak

algılanmaktadır. Yogilerin çoğu bu merkezle-

rin, zikir vasıtasıyla harekete geçirilebilecek

birer yoğunlaşma noktası olduklarını bilmez-

ler.8

1 26/Şuarâ, 218.2 Tosun Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, s. 309-309,

İnsan Yay., İstanbul 2002.3 Tosun, age., s. 309-310.4 Tosun, age., s. 309-311.5 Tosun, age., s. 309-311.6 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 176. çev.: Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayıne-

vi, İstanbul 1999.7 Hewitt, Meditasyon, s. 158.8 Haksever, Ahmet Cahid, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sûfîsi Yakub-ı Çerhî, s. 158,

Basılmamış Doktora Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 15: 149 - Somuncu Baba Dergisi

27Mart 201326

GÖNÜLLERE

VURANLAR

NAKIŞ

Kâinatın yaratıcısı olan Cenab-ı

Allah, bir ölçü, ahenk ve nizam

içerisinde bütün mahlûkatı şe-

killendirip nakşetmiştir. İman nimetiyle şereflen-

dirdiği rahmet yağmurlarıyla suladığı gönülleri

de, dostlarının maharetli ellerine teslim etmiş-

tir. Allah’ın lütfu ile “korku ve hüzünden beri

olan Allah’ın velî kulları1 imanlı gönülleri bu al-

dıkları velayetle irfan nakışları vurmuşlardır. Al-

tın silsilenin altın halkalarından 16. Pirimiz olan

Bahâeddîn b. Muhammed Buhârî Hazretleri hü-

nerli bir nakkaş ve gönül sultanıdır.

Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’in ismi Muhammed

Bahâeddîn b. Muhammed Buhârî’dir. Küçük-

lüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı

için de Nakşbend lakabı ile meşhur olmuştur.

Manevî bir tevafuk olsa gerek ki, gönülleri de

muhabbetle nakış nakış işleyen yeni bir tasav-

vufi metod ortaya koymasından dolayı bu yola

Nakşbendîyye adı verilmiştir. İsminin başındaki

“Şâh” kelimesi ise “Gönül Sultanı” anlamına bir

saygı ifadesidir.2

Hâce Bahâeddîn Buharî (k.s.), Buhara’nın

kuzeyindeki önceleri Kasr-ı Hinduvân sonrala-

rı Kasr-ı Ârifân adını alan köyde Muharrem 718/

Mart 1318’de doğmuştur.3

Hâce Bahâeddîn Buharî’nin ilk üstadı, hem

dedesinin hem de babasının şeyhi olan Muham-

med Baba Semâsî (k.s.)’dir.4 Dünyayı teşrifinde

Semâsî Hazretleri: “Benim burnuma bu evden

bir er kokusu geliyor.” diyerek müjdeler, çekir-

dekten yeşerecek ağacı âdete seyreder. Onu üç

günlük bir bebekken mânevî evlatlığa kabul edip,

terbiyesini halifesi Emir Külâl’e havale eder.

Çekirdekte Ağacı Seyreden Allah Dostları

Çekirdekte ağacı seyreden Allah dostları, bir

bebekten geleceğin evliyasının kokusunu alırlar.

İşte bu konuyla alakalı bir hatıra şöyledir:

Es-Seyyid Hasan Feyzi Efendi, 1914 yılının 12

Ağustos gününde Darende’de dünyaya gelen, is-

mini Osman Hulûsi koyacağı bebeği kucağına al-

dığında heyecanla karışık bir sevinç duyar. Hasan

Feyzi Efendi öpmeye kıyamayarak eğilip koklar.

Odadakinden daha yoğun bir gül kokusunun içi-

ne dolduğunu hisseder. Sarsmamaya çalışarak ya-

vaşça beşiğine yatırır ve: “Maşaallah, Hanım. Oğ-

lumuz atalarımızın gül kokusunu ve güzelliğini

taşıyor.” diye buyurur.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin, güzel ko-

kuyu sevdiğini ve hediye ettiği güzel kokuların de-

ğişik vesilelerle gönüllerin tesanütüne de bir va-

sıta olduğu birçok hatıralarında geçmektedir.

Hulûsi Efendi’nin kendine has güzel bir kokusu

vardır. Rasûlullah’tan sürüp gelen bu nesebde el-

bette ki böyle güzel hasletlerin olması mümkün-

dür. Hulûsi Efendi’nin oğlu ve manevi varisi H.

Hamideddin Efendi’nin bir umre ziyaretindeki

hatırası da bu güzelliğin bir şahididir:

Medine-i Münevvere de cezaevi vaizi olarak görev

yapan Suriyeli âlimlerden Seyyid Ömer, 1988 yılın-

da Hulûsi Efendi ile Medine de görüşüp sohbet et-

miştir. Aradan yıllar geçer 1996 yılında bir grup arka-

daşla umre ziyaretine giden H. Hamideddin Efendi,

Medine’de bir eve davet edilir. Ev sahibi, yakın kom-

şusu olan Seyyid Ömer’e bir misafiri olduğunu belir-

terek onu da davet eder. Hamideddin Efendi bazı ar-

kadaşlar ile içeride otururken, evin dış kapısından

giren Seyyid Ömer, “Burada Hacı Hulûsi Efendi’nin

kokusu var.” diyerek hayretini gizleyememiş. İçe-

ri girdiğinde ise, içeride daha önce hiç görmediği H.

Hamideddin Efendi’nin olduğunu görünce boynuna

sarılır, kucaklaşır ve saatlerce sohbet ederler.5

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Page 16: 149 - Somuncu Baba Dergisi

29Mart 201328

Hâce Bahâeddîn Buharî (k.s.) seyr ü sülûkunu

Emir Külâl hazretlerinin yanında tamamlayıp

mânevî emaneti ondan almıştır. Onun tasavvuf

yolunda yüksek bir mertebeye ulaştığını ve ken-

disinde daha yükselme kabiliyetinin bulundu-

ğunu gören Emir Külâl bir gün şöyle hitap eder;

“Oğlum Bahâeddîn! Hâce Muhammed Baba

Semâsî’nin sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam

olarak yerine getirdim.” Sonra göğsüne işaret

ederek devam eder: “Memelerimi sizin için ku-

ruttum ve ruhaniyet kuşunuz beşeriyet yumur-

tasından çıktı. Ama himmet kuşunuz yüksekten

uçmaktadır. Bugün size izin veriyorum, Türk ve

Tacik her kimden burnunuza bir koku ulaşırsa

talep edin ve himmetiniz gereği bu taleple kusur

etmeyin.” 6

Gecenin Karanlığındaki Aydınlık

Hâce Bahâeddîn Hazretleri gençlik yılların-

da sık sık Buhara’daki mübarek sayılan mezar-

ları ziyaret eder. Yine böyle kabir ziyareti yaptığı

bir gece, üç mezarı ziyaret eder. Her mezarda ya-

nan lambalar görür. Fakat mezarların başında-

ki lambalarda yağın dolu olmasına rağmen, fitili

hareket ettirilmediği için ışığın az olduğunu fark

eder. Mezar-ı Mezdâhin’de kıbleye dönük olarak

otururken gaybet hâline geçen Hâce Bahâeddîn,

kıble duvarı yarılır, büyük bir taht görür. Önüne

yeşil bir perde gerilir. O tahtın üzerine yüzü pe-

çeli bir zâtın oturmuş olduğunu, tahtın etrafında

da birçok kişinin bulunduğunu müşahede eder. O

topluluk içinde Muhammed Baba Semâsî (k.s.)’yi

görünce bunların vefat eden meşâyih olduğunu

anlar. Cemaatten biri kendisine, taht üzerindeki

şahsın Hâce Abdulhâlik-ı Gucdevânî (k.s.), etra-

fındakilerin ise halifeleri olduğunu söyler. İşaretle

her birini tanıtır. Ahmed Sâdık, Evliya Külâl, Ârif

Rivgerî (k.s.), Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), Ali

Râmîtenî (k.s.) bunlardan bazılarıdır. Sıra Baba

Semâsî’ye gelince; “Sen onu hayatta iken görmüş-

tün. Senin şeyhindir ve sana bir külah vermişti.”

der. Nakşbend onu tanıdığını, ancak külah ha-

disesi üzerinden çok zaman geçtiği için unuttu-

ğunu ifade eder. O şahıs; “Külah senin evindedir

ve sana şu kerameti verdiler ki, gelecek belâ se-

nin bereketinle defolur.” der. Sonra o topluluk;

“İyi dinle! Hâce Abdulhâlik sana seyr ü sülûkta

müstağni kalamayacağın şeyler söyleyecek.” der-

ler. Hâce Abdulhâlik, yüzünden peçeyi kaldırır

ve tasavvufî eğitimin başlangıcı, ortası ve sonu

hakkında bilgiler verir. Bu şekilde onurlandırı-

lan Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’in yoluna şevkle devam

etmesi sağlanır.7 Gucdevânî (k.s.)’nin ruhaniye-

tinden feyz ve bilgi aldığı için Hâce Bahâeddîn’e

Üveysî denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak

Gucdevânî kabul edilmektedir.8

Altın silsilenin, altın halkalarının hayatında

benzer hususların olması gayet normaldir. Kabir

ehlinin haline muttali oluna bir hatıra şu şekilde

cereyan etmiştir:

Darende’de 1930’lu yıllarda daha on üç on dört

yaşında iken bir evde sohbete katılan Es-Seyyid

Osman Hulûsi Efendi (k.s.) zifiri karanlıkta kendi

hanelerine gelmek üzere yola çıkar. Ev sahibi yaş-

lı bir ihvan ağabeydir. Sağ salim evine ulaşmasını

merak ettiğinden yirmi yirmi beş metre ara mesa-

fe ile gizlice Hulusi Efendi Hazretlerini takip eder.

Zaviye Mahallesine girerken orada bir mezar-

lık vardır. Takip eden ihvan ağabey, o mezarlığın

yakınına varınca ne kadar kabir ehli varsa hepsi-

nin ayağa kalkıp Hulusi Efendi Hazretlerine kar-

şı selama durduklarını görür. Ortalığı bir aydın-

lık kaplar. O arkadaş edebe aykırı olmasın diye

diz çöküp oturur, olan biteni izler. Hulusi Efendi

Hazretleri de bütün kabirlerinden ayağa kalkanla-

ra, selam verir yoluna devam eder.

Darende’ye 7 km uzaklıkta tabiinden Medine-

li Şeyh olarak bilenen Seyyid Abdurrahman Gazi

Hazretlerinin kabri vardır. 1991 yılında H. Hami-

dettin Ateş Efendi bir gece rüyasında Seyyid Ab-

durrahman Gazi Hazretlerini görür. Kabrinde sı-

kışmış, üzerinde büyük sal taşlar vardır. Seyyid

Abdurrahman Gazi Hazretleri: “Evladım, buraya

bir el atıver de beni rahata kavuştur, himmetin âli

olur.” buyurur. Bu manevî işaretin üzerine H. Ha-

midettin Efendi o türbeyi yeniden inşa ettirir ve

yanına da bir mescid yaptırarak ziyarete açar.

“Ayağını Şeriat Seccadesine Koy”

Çağına yetişmeden, yüz yüze görüşmeden feyiz

aldığı “üveysî” mürşidi Abdulhâlik-ı Gucdevânî,

ona âlem-i mânâda şu nasihatte bulunur:

“Oğlum Bahâeddîn! Zikr-i İlâhîden fariğ olma!

Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakk’a gi-

den yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccade-

sine koy, emir ve nehiyde istikamet üzere ol. Da-

ima azimetle amel et, sünnete ittiba et, ruhsatları

bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hayvanlar ve bit-

kiler senden hizmet bekliyor. Hafî zikre sarıl.

Allah(cc) yâr ve yardımcın olsun.”9

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi birçok sohbe-

tinde dinî kurallara uyulması gerektiğini söyler;

İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.)’nin şu ke-

lamını hatırlatırdı: “Gardaşlarım, ömrümüz me-

muriyette geçti, nafilelerimizi bile terk etmedik.”

diyerek ihvânlarını ibadete teşvik ederdi. “Şeria-

tı olmayanın tarikatı olmaz, şeriatı gözetmek ge-

rekir. Tarikatımız Halidî Hâkî Nakşibendî’dir.

Evveli şeriat ortası tarikat ve ahiri şeriattır.” der

ve ihvânlarından isterdi. Yine bir sohbetlerinde

Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyurur:

“Şeriat tarikatın kabıdır. Şeriatsız tarikat ol-

maz. Şeriatsız tarikat, elekle Tohma’dan su ta-

şımaya benzer. Doldur, doldur boş çıkar.” Di-

vandaki bir rubailerinde de bu hassasiyeti şöyle

dillendirir:

Şer’-i pâkin başa tâc et bul dalâletden rehâ

Şems-i tâbân-ı hidâyetdir Muhammed Mustafâ

Çâr yârı sıdk u adl ü hilm ü ilmin menba’ı

Cümle ashâbı hakikatda nücûm-ı ihtidâ.10

“Dalaletten kurtulmak için Hz. Peygamberin

(s.a.s.) şeriatını başına tâc et. O kurtuluş güneşi

ve aydınlıkların kaynağı olan övülmüş ve seçilmiş

Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nın dini ve şeria-

tıdır. (İslâm’dır.) O, Sıdk, adalet, hilm ve ilim gibi

vasıflara sahip yardımcıları olan ve “Ashabım yıl-

dızlar gibidir, hangisine yapışırsanız, sizi kurtu-

luşa götürür.” buyuran bir peygamberdir.” denil-

mektedir.

Konumuzla alâkalı başka bir hatırayı H. Hami-

deddin Efendi şöyle anlatıyor: “Devlethanede bir

yaz günü ailece oturuyorduk, kapı çalındı. Seyrek

sakallı İzmirli bir misafir geldi. Misafiri yukarıya

buyur ettim ve Efendi Hazretlerine durumu arz

ettim. Efendi Hazretleri hiddetlenerek: “Git o ada-

Page 17: 149 - Somuncu Baba Dergisi

SENİ DÜŞÜNÜRKEN

Seni düşünürken kara bulutlar, Dönüşür leylağın, gülün rengine. Hayâlin düşünce karanlık duvar, Benzer denizlerden daha engine. Seni düşünürken gün bahar olur, Varlığın medar-ı iftihar olur, Seni seven gönül bahtiyar olur, Kapılır sevdanın hoş ahengine. Senden elde olan bir mahzun resim, Dilime dolanan bir şirin isim... Seni uzak kılan bahtıma küsüm; Çıktım kaderimle bunun cengine. Ne güzel şey bilsen seni düşünmek, Hayâlin açılmış nadide çiçek, Beni seveceksin bir gün gelecek, Vursa da davullar dengi dengine.

İsmail Adil ŞAHİN

Mart 201330 31

ma söyle çabuk hanemizi terk etsin!” dedi. Efen-

di Hazretlerinin sözlerini adama ilettim; fakat o

kişi ısrarla görüşmek istediğini, uzaktan geldiğini

söyledi. Tekrar durumu Efendi Hazretlerine ak-

tardım ve Efendi Hazretleri sesini yükselterek: “O

şeriatsız adama söyle bir daha buralara gelmesin.”

diye buyurdu. Durumu olduğu gibi o kişiye nak-

lettim. Adam bir şey söylemeden kalktı ve dev-

lethaneden ayrıldı. Bir daha da Darende’ye gele-

medi. Konuyu biraz araştırdığımda, gelen şahsın

şer’î hükümlere aykırı hareket ettiğini; Tarikat-ı

âliyye’ye söz getirdiğini öğrendim. Efendi Hazret-

lerinin bu tavrı şer’î hükümlere ne derece dikkat

edilmesi gerektiğinin bir işaretidir.11

Buhara’nın önde gelen âlimlerinden

Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf b. Mahmûd el-Hâfızî el-

Buhârî’nin Hâce Bahâeddîn’e intisap etmesi ise

önemli bir dönüm noktası oldu. Bu zâtın ardın-

dan Buhara âlimleri ve talebeleri yoğun bir şekil-

de Hâce Bahâeddîn’in sohbet halkasına katılmaya

başladılar. Bu durumdan endişelenen bazı âlimler

böyle giderse medreselerin boş kalacağını söyle-

yip Nakşbend hakkında dedikodu yapmaya baş-

ladılar. Sonunda Hâce Bahâeddîn ile bazı Buhara

âlimleri bir mecliste buluştular. Hâce Bahâeddîn;

“Tarikatımızı size anlatalım, eğer şeriata ve sün-

nete aykırı bir husus varsa söyleyin ondan vazge-

çelim.” dedi. Âlimler bu konuda söyleyecek bir şey

bulamadılar ve “Tarikatınız istikamet üzeredir,

itirazımız yok.” derler.

Mutlak İşaret

Bir süre Merv’de kalan Hâce Bahâeddîn (k.s.),

Buhara’ya döndüğü gün şeyhi Emir Külâl Hazret-

leri 1370’te vefat etmiştir. Emir Külâl (k.s.) son

anlarında, yakınlarına Hâce Bahâeddîn Nakşbend

(k.s.)’e bağlanmalarını vasiyet eder.

Maneviyat büyükleri, gönül dostlarına kendi-

lerinden sonraki halifesini mutlak işaret etmişler-

dir. Bu hususta iki hatıra şöyledir:

İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s.) 1967

yılındaki son haclarında Medine-i Münevvere’de

Mescid-i Nebevî’nin “Sıddık Kapısı” hizasında

Hacı Şaban Aydın’ın ve Gemerekli Abdussamed

Bey’in de bulunduğu bir esnada Osman Hulûsi

Efendi’ye dönerek;

“Oğlum Hulûsi, senin ecdadın bizim ser-

tacımızdır. Üzerinize büyük bir vazife intikal edi-

yor. İhvan’a sahip çıkıp, hizmet edersiniz” diye

buyurmuşlardır. Osman Hulûsi Efendi de ceva-

ben “Estağfirullah Efendim.” der, İhramcızâde

İsmail Hakkı Efendi (k.s.) sözüne devam ederek,

“Bu yükün ağırlığını ancak siz çekebilirsiniz.” diye

karşılık verir.12

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi hayatta iken

birçok sohbetinde yerine manevî vâris olarak H.

Hamideddin Efendi’yi bırakacağını ya îma et-

miş ya da cemiyet müsait ise açıkça beyan etmiş-

tir. Çeşitli sohbet ortamlarında “Hamidimizi ye-

tiştiriyoruz.” veya “Ecdadımız Şeyh Hamid-i Velî

Hazretleri’ne ve ihvana hizmet etmek üzere Ha-

midimin yetişmesi için çalışıyoruz, inşaallah.” de-

miştir.

Hâce Bahâeddîn insanlara Hak ve hakikati öğ-

retmekle geçen bir ömrü geride bırakarak 01 Mart

1389 Pazartesi gecesi ahirete göçmüştür.13 Kabr-i

şerifi Özbekistan’ın Buhara şehrinin Kasr-ı Ârifan

köyündedir. Gönüllere vurduğu nakış, altın silsile

yoluyla günümüze kadar gelmiş, kıyamete kadar gi-

decektir. Biz böyle inanıp, böyle biliriz… Vesselam…

1 10/Yunus, 62.2 Vassâf, Osmânzâde Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, haz.: Mehmet Akkuş - Ali Yılmaz, c. II,

s. 28, Kitabevi, İstanbul 2006. ; Yılmaz, Hasan Kamil, Altın silsile, s. 112, Erkam Yayınları, İstanbul 1994. 3 Bkz: Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay.,

İstanbul 2002.4 Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-Malikî, Şah-ı Nakşbend –Sohbetlerin-

den Bir Güldeste-, Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 15.5 A. Azdemir/O. Parlak, Umre Ziyareti, Somuncu Baba, S.12,Mart, 1997, s.40 6 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 528; Safî, Reşahâtu ayni’l-hayât, s. 80; el-Malikî, Şah-ı

Nakşbend, s. 16; Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 104.7 Ekrem Sağıroğlu, Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddîn Buhârî (Hayatı-Sözle-

ri-Halifeleri), Yasin Yayınları, İstanbul 2001, s. 40.8 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 530; el-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 25-29; Tosun, Bahâeddîn

Nakşbend, s. 102-103.9 Bkz: Özköse kadir-Şimşek H. İbrahim, Altın Silisleden Altın Halkalar, s. 230,

Nasihat Yay, Ank, 2009. 10 Ateş Osman Hulûsi, Divan-ı Hulusi-i Darendevi, Nasihat Yayınları, İst.2006.11 H. H. A. Aile Arşivinden.12 Alıcı, Lütfi, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi, s. 15, Somuncu Baba Araştır-

ma ve Kültür Vakfı Yay., Ankara 2001.13 Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, c. II, s. 36.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 18: 149 - Somuncu Baba Dergisi

33Mart 201332

GIDALARDA

VE KİMYASAL MADDELERKATKI

Helâl Gıda ile Beslenmenin Önemi

Beslenme, dolayısıyla gıda

maddeleri insanın vazgeçilmez

tabii ve temel ihtiyaçlarından-

dır. Konu, birçok bilim dalını

uzaktan veya yakından ilgilen-

dirdiği gibi, dinlerin, tabiî ola-

rak İslâm dininin de belli açılar-

dan ilgi alanı olmuştur. Çünkü

beslenme, gerek kaynak gerek-

se sonuçları itibariyle insanın

beden ve ruh sağlığını, üçüncü

şahısların haklarını, hatta bazı

yönlerden sosyal düzeni yakın-

dan ilgilendirmektedir.1

Helâl gıda ile beslenmek din-

de önemli olduğu için helâl ve

haramın belirlenmesinde hassa-

siyet göstermek gereklidir. Zira

beslenme insanın fizikî yapısı

kadar şahsiyetini, dinî hayatını

ve ibadetini de etkilemektedir.

Kur’ân’ın helâl ve temiz şeyleri

yemeyi ve peşinden sâlih amel

yapmayı emretmesi beslenme

ve ibadet ilişkisini anlatması ba-

kımından anlamlıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

helâl lokmayı teşvik etmesi,

helâl ile beslenmeyenin dua ve

ibadetinin kabul edilmeyeceğini

belirtmesi de konunun dikkatle

incelenmesini gerekli kılmakta-

dır.2 Kur’ân, haram ve helâl olan

bazı gıdaları sayarken iyi ve te-

miz şeylerin (tayyibât) yenme-

sinin helâl, pis ve kötü (habâis)

şeylerin yenmesinin ise haram

olduğunu bir ilke olarak ortaya

koymaktadır. Bu ifade, temiz ve

pis olanın belirlenmesi için çaba

sarfedilmesi gerektiğini göster-

mektedir. Konuyla ilgili hadisler

helâl ve haram gıdalar konusun-

da açıklayıcı bilgiler içermekte-

dir. Ancak bazen aynı konuda

farklılık arzeden hadisler bulun-

maktadır. Bu da fakihlerin bir

maddenin veya yiyeceğin hük-

müyle ilgili olarak değişik gö-

rüş ortaya koymalarına sebebi-

yet vermektedir.

“Yiyecekler konusundaki ya-

sakların en başta gelen amacı,

insanın beden ve ruh sağlığının

korunmasıdır. İnsanın beden ve

ruh sağlığına zararlı olduğu sa-

bit olan maddelerin yenilip içil-

mesi dinen de haram görülür.

Bu konuda fıkıh ilmiyle müs-

bet ilimlerin karşılıklı bilgi alış-

verişi içinde olması, tecrübeyle

ve bilimsel metotlarla elde edi-

len sonuçların dinî hükümlerde

de dikkate alınması gerekir. Sar-

hoş edici ve uyuşturucu özelliği

bulunan maddelerin yenilip içil-

mesi de yine İslâm’ın yasakla-

rı arasında yer alır. Ayrıca selim

tabiatlı insanların öteden beri

pis ve iğrenç bulduğu, necis ola-

rak gördüğü şeylerin İslâm’da

haram kılındığı açıktır. İslâm’ın

bütün bu yasakları, öteden beri

insanların bu konudaki ortak

tutum ve telakkîleriyle de uyum

içindedir. Bu konuda İslâm fık-

hının belki de en dikkat çeki-

ci ve ayırıcı özelliği, avlanma,

hayvanların kesimi, eti yenen ve

yenmeyen kara ve su hayvanları

gibi konularda getirilen ölçü ve

gruplandırmalardır.”3

Gıdalarda Katkı ve Kimyasal Madde

Neden Kullanılıyor?

İlâhî düzenleme, kâinatın

imkânlarını normal hayat yaşa-

yan ve çalışan insanlar için ya-

ratmıştır. Bu imkânlar adaletli

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

“Katkı maddesinin hükmünü belirleme noktasında

o maddenin dinin temiz ve helâl kabul edilmiş bir

maddeden yapılmış olması ile necis bir maddeden

yapılmış olması elbette önem razetmektedir.”

Page 19: 149 - Somuncu Baba Dergisi

35

rin doğal denge ve insan sağlığı

üzerindeki zararları ve tehlikele-

ri sağlam verilerle isbât edilirse

bunları helâl kapsamında değer-

lendirmek mümkün olmayacak-

tır.

Tavuk başta olmak üze-

re, besi hayvanlarına yedirilen

yemlerin kan ve hayvansal ar-

tıklar taşıdığı bilinmektedir.

Akıtılmış kanın dinen necis ol-

duğu bilinmektedir. Bu yem-

lerin hazırlanma aşamasında

değişime uğradığını ve içeriğin-

deki helâl karışımın haramdan

daha çok olduğunu dikkate ala-

rak yenmesinin câiz olduğunu

söyleyen fakihler vardır. Ancak

bunların uzun vadede de olsa

insan sağlığını tehdit ettiği dü-

şünülürse, mümkün oldukça

uzak durulmasının dinen daha

ihtiyatlı bir yol olacağını söyle-

mek mümkündür.

Bazı içeceklerin içerisine ka-

tılan aromanın eritilmesi için

çözücü madde olarak etil alkol

katılmaktadır. Bu içeceklerin

hükmü belirlenirken, katılan

etil alkolün necis olup olmama-

sı ve elde edilen içeceğin sar-

hoşluk verip vermediği dikkate

alınarak belirlenmektedir. Yay-

gın içeceklerin içerisine katı-

lan etil alkolün necis olduğu ka-

bul edilse bile, miktarının çok

az olmasından ve kimyasal de-

ğişime uğramasından hareket-

le bu meşrubatları içmekte bir

sakınca görülmemektedir. An-

cak muhtemel zararlarının daha

kısa vadede ortaya çıkması yö-

nündeki uyarılar dikkate alına-

rak, yetişme çağındaki çocuk-

lara içirilmemesi daha doğru

olacaktır. Bileşiminde alkol gibi

haram madde bulunan ilaçlar

da ancak alternatiflerinin bu-

lunmaması zaruretine binaen

kullanılabilirler.

Günümüzde fıkhî açıdan en

çok tartışılan katkı maddesi je-

latindir. Başka hayvanlardan

ve yiyeceklerden elde edilmesi

de mümkün iken yaygın olarak

domuz derisi, kemiği, yağı gibi

maddelerden üretilen bu mad-

denin yaygın bir kullanım alanı

vardır. Pastacılık ürünleri, yo-

ğurt, dondurma, eritilmiş pey-

nir, et ürünleri, jelibon, reçel,

marmelat, ezme, çiklet ve mey-

ve suları gibi pek çok gıda mad-

desi jelatin içermektedir. Sığır

kemiği ve portakal kabuğu gibi,

yenmesi helâl olan maddelerden

üretilen jelatin içeren maddele-

ri kullanmak helâldir. Özellik-

le domuz gibi haram hayvan-

lardan üretilen jelatinin hükmü

konusunda iki yaklaşım vardır.

İhtiyatlı ve azimeti esas alanlar,

bunlardan uzak durmayı tercih

etmektedir. Kolaylık ve ruhsatı

esas alanlar ise, kimyasal değişi-

me (istihâle) uğradığını dikkate

alarak bu gibi maddeleri tüket-

mekte bir beis olmadığını sa-

vunmaktadır.

Bu gün insanlık, açgözlü ka-

pitalistlerle gıda ürünleri yoluy-

la insanları ifsat etmek isteyen

hayat hırsızlarının uluslarara-

sı oyunuyla karşı karşıyadır.

Bu oyunu sadece fıkhın cevâz

ve ruhsatlarıyla bozmak müm-

kün değildir. İnsanlık ve özellik-

le Müslümanlar alternatif üre-

tim modellerini geliştirmedikçe

istediğimiz helâl ve tayyib gıda-

lara ulaşamayız.

Mart 201334

bir şekilde dağıtıldığında ve is-

raftan kaçınıldığında her canlı-

ya yetecek kadar boldur. Çünkü

Yüce Allah her canlının rızkına

kefildir.4 Ancak insanoğlunun

aç gözlülüğü, tüketim çılgınlı-

ğı, üretim tembelliği, bölüşüm

adaletsizliği ve israf alışkanlı-

ğı üretim ve tüketim konusun-

da büyük dengesizlikler mey-

dana getirmiştir. Artan tüketim

ve israfa mal yetiştirmek isteyen

ve kapitalizmin aç gözlülüğüne,

para kazanmaktan başka ölçü

tanımazlığına ve merhametsizli-

ğine teslim olan üreticiler sağlık

kurallarını da hiçe saymaya baş-

lamışlardır. Bunun için üretimi

seri hale getirmek, üretilen yi-

yeceklerin raf ömrünü uzatmak

ve ucuza mâletmek gibi neden-

lerle bir takım kimyasal madde-

leri yiyecek maddelerine katma

yoluna girmişlerdir. Bu açgöz-

lü merhametsizler, binbir türlü

yalan reklamla, tohumdan baş-

lamak üzere ürünlerin organik

yapısını bozmuşlardır. Aynı za-

manda organik ürünleri bir ide-

al haline getirip reklamını yapa-

rak ve onların maliyetini yüksek

tutarak iki türlü kazanmayı he-

deflemişlerdir. Sofraya gelen yo-

ğurt, peynir ve hatta ekmekte

bile kullanılan gıda katkı mad-

deleri günden güne artmakta

ve kanser riskini artırmaktadır.

Bugün toplumlarda kanser o ka-

dar yaygın hale gelmeye başla-

dı ki, sıradan, mesela grip gibi

bir vakıa haline geldi. Vicdanlı,

merhametli, adaletli ve sorum-

luluk taşıyan gıda, kimya ve zi-

raat mühendisleri, tıp doktor-

ları her gün katkı maddelerinin

meydana getirdiği bu tehlikeye

dikkat çekmektedir. Ancak bu

konularda paralel açıklama ya-

pan kimi bilim adamları(!) kor-

kulacak bir şey olmadığı, tehli-

kenin sadece bir ihtimal olduğu,

bunun da ancak uzun vadede

gerçekleşebileceği yolunda fikir-

ler beyan etmektedirler.

Ne kadar garip bir durum!

Bir tarafta, aynı eğitimi alanla-

rın insanlık adına feryat ve çığ-

lıkları, diğer tarafta yatıştırma

çabaları! İşte bu noktada toplu-

mun vaz geçilmez kanaat önder-

leri olan fakîhlere de söz düşü-

yor. “Hocam şunu yemek helâl

mi? Haram mı?” şeklindeki so-

rular karşısında kalan fakîh,

Kur’ân ve sünnet başta olmak

üzere bilgi kaynaklarına mü-

racaat ediyor. Bu kaynaklarda

isim olarak geçen ve haram veya

mekruh olduğu bildirilen ürün-

lerin hükmünü belirleme nokta-

sında elbette zorlanmıyor. Bazı-

larının hükmü konusunda icmâ

ve kıyas yöntemine de başvuru-

yor. Yeni ortaya çıkan ve geneti-

ği bozulmuş veya katkı maddesi

taşıyan gıda ürünlerinin hük-

münü belirleyebilmek için el-

bette fayda ve zarar açısından

bakmak zorunda kalıyor. Fa-

kat bu konularda uzmanlar iki-

ye bölünmüş durumda. Birinin

zararlı dediğine diğeri zararsız

hatta yararlı diyebiliyor. Ancak

gerçeğin üstü bir türlü örtülemi-

yor. Çünkü ortak bir kanaat var:

“Yediğimiz ürünlerin eski tadı

yok!” Bu cümleyi hemen herkes

tekrar ediyor. O zaman bu ortak

kanaat, en azından dinen şüphe-

li sayılan katkı maddesi taşıyan

ürünlerin mekruh olduğunu

gösteriyor. Çünkü kimse bunla-

rı içine sinerek tüketmiyor, her-

keste bir tiksinti var. Fakat çare-

sizlik ve alternatifsizlik insanları

bunları kullanmaya mecbur edi-

yor. Geriye bu kerâhetin harama

veya helâle yakın olduğunu be-

lirlemek kalıyor.

Kimyasal Maddelerin Fıkhî Hükmü

Katkı maddesinin hükmünü

belirleme noktasında o madde-

nin dinin temiz ve helâl kabul

edilmiş bir maddeden yapılmış

olması ile necis bir maddeden

yapılmış olması elbette önem

razetmektedir.

Günümüzde, teknik ve eko-

nomik bazı faydaları dolayısıyla

geni değiştirilen “transgenik” gı-

dalar vardır. Bunların bazı fay-

daları olmakla birlikte, doğal

denge ve insan sağlığı açısından

ciddi tehlikeler taşıdığı yönün-

deki uzman kanâatleri yaygın-

lık kazanmaktadır. Bu ürünle-

1 TDV İlmihal, II, 32-33.2 Müslim, “Zekât”, 65; Tirmizî, “Kıyâme”, 25.3 TDV İlmihal, II, 33. 4 11/Hûd, 6.

*Prof. Dr.

Dipnot

“Bu gün insanlık, açgözlü kapitalistlerle gıda ürünleri

yoluyla insanları ifsat etmek isteyen hayat hırsızlarının

uluslararası oyunuyla karşı karşıyadır. Bu oyunu sadece

fıkhın cevâz ve ruhsatlarıyla bozmak mümkün değildir.”

Page 20: 149 - Somuncu Baba Dergisi

37Mart 201336

Şehirler hafızalarını

neyle oluştururlar?

Tarihe bakıyoruz,

kitaba kütüphaneye önem veren

milletler kalkınmada daha sağlık-

lı bir yol izlemişlerdir. Çünkü ki-

taplar ortak değerlerin harman-

landığı tek alanlardır. Siz kitabı

yazarsınız, kitabı yazıp bastırası-

ya kadar o bilgilerin tamamı hu-

susiliğini korur, size aittir, sizin

tasarrufunuzdadır.

Yayınladığınız zaman o artık

okuyucunuzla paylaş- tığınız bir

ortak değere dönüşür. Hiç unut-

mam, bundan elli yıl kadar önce

bir akrabam aradığı kitabı alabil-

mek için at arabasıyla tam 40 km.

ötedeki bir köye gitmiş, kitabı bu-

lunca da sevincinden neredeyse

uçacak hale gelmişti. Kitabın pa-

rasının onun için hiçbir önemi

yoktu. Önemli olan o kitabı elde

edebilmekti. Benim çocuksu dün-

yamda bu davranışın çok büyük

bir etkisi olmuştur. Ders kitapla-

rının dışında kitapların varlığını

öylece tanımış ve önemini kavra-

mıştım. Onun için de şehre oku-

maya gelince her hafta düzenli ki-

taplar satın almaya başladım. Bu

alışkanlığım sigara tiryakiliği gibi

bir şey oldu. Halen her çarşıya çı-

kışımda eve yiyecek bir şey alma-

yabilirim, ama mutlaka bir kitap

poşetiyle dönerim.

Bugün bu ülkede kitap insan-

ların öncelikli tercihlerinin sı-

ralamasında 180. sıraya kadar

düşmüşse işin vahametinin bo-

yutları çok iyi anlaşılacaktır her-

halde. Bunda devletin kitap ve

kütüphane politikasındaki affe-

dilmeyecek yanlış uygulamalar

olmasının payı büyüktür.

Şehirlerin Kimliği

Bakınız şehirlerin kimliğinin

iyi anlaşılması bakımından kita-

bı belirleyici faktör olarak gören-

ler tarihin o kilitlenen rafların-

dan bizlere neleri naklediyorlar:

“Bağdat›ta ilk kâğıt fabrikası 800

yılında kuruldu. Batı, kâğıdı Müs-

lümanlardan dört yüzyıl son-

ra öğrenecekti. O sırada kütüp-

haneler bütün İslâm dünyasına

yayılmış bulunuyordu. Halife

el-Me’mun’un 815’te Bağdat’ta

‘Dârü’l-Hikme’ adıyla kurdu-

ğu kültür yuvasının kütüphane-

sinde bir milyon kitap vardı. 10.

yüzyılda Necef gibi küçük bir şe-

hir, 40 bin kitaba sahipti. Meraga

Observatuvarı’nm direktörü Nas-

reddin Tusî’, 400 bin ciltlik bir

kütüphaneyi meydana getirmişti.

Hâlbuki aynı tarihten 400 yıl son-

ra Fransa Kralı Charles le Sage

yani ‘Bilgili Şarl’ sadece 900 ki-

tap toplayabilmişti. Ancak tarihte

hiç kimse bu konuda Kahire Hali-

fesi El Aziz’le boy ölçüşemeyecek-

tir. Zira bu insan, 6 bini matema-

tik ve 18 bini felsefe kitabı olmak

üzere 1 milyon 600 bin ciltlik bir

kütüphane kurmuştu. Müslü-

manlar evrensel kültüre en zen-

gin malzemeyi kendi imanlarıyla

getirdiler. Avrupa’da bilimsel du-

raklamanın başlıca sebebi, tabiatı

Tanrı’dan ayrı düşünmek ve O’na

sırt çevirmektir. Hristiyanlığın

bu katı görüşleri her türlü araş-

tırma ve incelemeyi reddeder ve

hatta kilisenin iktidar sahibi ol-

duğu günlerde her şeyi yakıp yı-

karken Hıristiyan din adamları

bilim adına en ufak bir kıpırdanı-

şı dahi ‘putperestlik’ ve ‘kâfirlik’le

suçluyorlardı. 391’de Patrik The-

ophile, İmparator Theodos’tan

en son büyük akademi olan

Serapeion’u kapatmasını ve mu-

azzam kütüphanesini yakmasını

istemişti. 600’de Roma’da Augus-

te tarafından kurulmuş olan saray

kütüphanesi yakıldı. Klasiklerin

okunması ve matematik ilminin

incelenmesi yasaklandı. Büyük İs-

kenderiye Kütüphanesine gelince,

Arap fetihlerinden beş asır son-

ra Haçlıların yobazlığını besle-

mek amacıyla, bu kütüphanenin

vaktiyle Ömer tarafından yakıl-

mış olduğunu Hıristiyanlar orta-

lığa yaymışlardı. Hâlbuki Araplar

640’ta şehre girdiklerinde İsken-

deriye Umumi Kütüphanesi çok-

tan dağılmış bulunuyordu. Batı’da

kitaplara karşı saldırı 16. yüzyılda

Arapların İspanya’dan çıkarılma-

larıyla en yüksek noktasına ulaş-

mış ve denizlerin ötesine aşarak

Amerika’ya varmıştı. Meksika’da

piskopos Diege de Landa, Maya-

lar tarafından yazılmış bütün ki-

tapları yaktırmış, böylece insan-

lığın çok eski ve çok zengin bir

uygarlığına ait bütün kaynaklar

yok olmuştu. Batı geleneği için-

de Leonardo de Vinci gibi pek

az evrensel deha vardır. Hâlbuki

İslâm’da el-Kindi’den Râzi’ye, el-

Biruni’den İbn-i Sina’ya ve daha

pek çoklarına kadar uzanan bir

deha ‘bölüğü’ vardır. Bu kişiler,

tıp, matematik, din bilimi, coğraf-

ya dallarında büyük yaratıcı zekâ

sahipleri olduğu gibi, aynı zaman-

da matematikçi Ömer Hayyam, fi-

lozof İbn-i Arabî veya müzik çalış-

malarıyla da tanınan büyük Râzî

gibi çoğu zaman şiirleriyle de ün

kazanmış insanlardı. Paris veOx-

ford gibi Avrupa üniversiteleri bir

veya iki yüzyıl arayla hepsi Müs-

lüman modeli üzerine kurulmuş

eğitim merkezleriydi.”

ŞEHRİN BEYNİDİR

KÜTÜPHANELER

Şehir ve İnsanM. İlyas SUBAŞI

Page 21: 149 - Somuncu Baba Dergisi

39

SULTAN

II. ABDÜLHAMİDMart 201338

Su l t a n

Abdülmecid’in oğ-

ludur. Henüz 10

yaşındayken annesi Tirimüjgan

Sultan vefat etmiştir. Babası-

nın ölümünden sonra yerine ge-

çen amcası Abdülaziz diğer şeh-

zadelerle birlikte Abdülhamid’in

eğitimiyle de yakından ilgilendi.

31 Ağustos 1876’da padişah ilan

edildi ve 7 Eylül günü Eyüp’te

kılıç kuşandı.1Abdülhamid tah-

ta çıktığında Osmanlı İmpara-

torluğu büyük bir bunalım için-

deydi. 1871’de Saray ile Bâb-ı

Âli arasındaki çekişme alevlen-

miş, 1875’te devlet borçlarını

ödeyemez hale düşerek Muhar-

rem Kararnamesi ilan edilmiş,

Panislavizm akımının etkisiy-

le Balkanlar’da ulusal ayaklan-

malar baş göstermişti. Abdülha-

mid, tahta geçmeden 23 Aralık

1876’da, ilk Osmanlı anayasası

olan Kanun-ı Esasî ilan edildi.

Meclis-i Mebusan ve Ayan Mec-

lisi üyelerinden oluşan ilk mec-

lis 19 Mart 1877’de açıldı. Böyle-

ce I. Meşrutiyet dönemi başladı.

Padişah ile meclisin ülkeyi bir-

likte yönetmesi ilkesine daya-

nan anayasayla yargı bağımsızlı-

ğı ve temel haklar güvence altına

alınmasına rağmen egemenliğin

esas kaynağı yine padişahtı.2

93 Harbi olarak bilinen

Osmanlı-Rus Savaşı patlak ver-

di. Abdülhamid’in karşı olma-

sına rağmen3 savaşa girildi. Sa-

vaşta Rus orduları Balkan ve

Kafkas cephelerinde Osman-

lı kuvvetlerini bir dizi yenilgiye

uğratarak doğuda Erzurum’u,

batıda ise Bulgaristan’ın tama-

mı ile Trakya’nın İstanbul sur-

larına kadarki kısmını işgal

ettiler. Meclis-i Mebusan’da hü-

kümetin savaş politikalarına yö-

neltilen ağır eleştiriler üzerine

Abdülhamid, meclisi 18 Şubat

1878’de tatil etti. Takip eden 30

yıl boyunca meclisi bir daha top-

lantıya çağırmadı.

31 Mart Ayaklanması

12 Nisan gecesi, Taksim Kış-

lası’ndaki Avcı Tabur’una bağlı

askerler subaylarına karşı ayak-

lanarak kendilerine önderlik

eden din adamlarının peşinde

Heyet-i Mebusan’ın önünde top-

landılar ve ülkenin şeriata göre

yönetilmesini istediler. Hüseyin

Hilmi Paşa hükümeti ayaklan-

macılarla uzlaşma yolunu seçti

ve hükümet üyeleri tek tek isti-

fa etti.

Ayaklanma, Heyet-i Mebu-

san üzerinde de etkili oldu. O

gün İttihat ve Terakkî üyesi me-

buslar, can güvenlikleri olmadı-

ğı için meclise gitmediler. Bazı-

ları İstanbul’dan uzaklaşırken,

bazıları da kent içinde gizlen-

di. Bu arada ayaklanmacılar İt-

tihatçı subaylarla mebusları

buldukları yerde öldürüyorlar-

dı. Hükümetin ve meclisin et-

kisiz kalmasıyla, II. Abdülha-

mid yeniden duruma hâkim

oldu. İttihat-Terakkî ise merkezi

olan Selanik’teki 3. Ordu’yu ha-

rekete geçirdi. Böylece ayaklan-

mayı bastırmak üzere Hareket

Ordusu kuruldu. Ayaklanma-

cılar, İstanbul’a giren Hare-

ket Ordusu’na başarısız bir di-

renişten sonra teslim oldular.

27 Nisan’da II. Abdülhamid’in

tahttan indirilmesi, yerine V.

Mehmet’in geçirilmesi kararlaş-

tırıldı. Ayrıca II. Abdülhamid’in

İstanbul’da kalması da sakınca-

lı bulunarak Selanik’te oturma-

sı uygun görüldü. Divan-ı Harp

II. Abdülhamid’i yargılamak is-

tediyse de, yeni kurulan Hüse-

yin Hilmi Paşa hükümeti bunu

kabul etmedi. Abdülhamid,

Selanik’ten gelen Hareket Ordu-

suna karşı herhangi bir direniş

göstermedi. Çünkü kardeşkanı

dökülmesini istemiyordu. Oysa

Osmanlı paşaları bu toplama or-

duyu rahatlıkla geri püskürtebi-

leceklerini padişaha arz etmiş-

lerdi.4

II. Abdülhamid Han’ın Manevî

Kimliği

Abdülhamid Han’ın kade-

re inanışı fevkalade kuvvetliy-

di. Hacca gidemese de, baş-

kaları tarafından pek çok defa

ruhen orada görülecek ve hat-

ta Osmanlı’nın “Velî” padişah-

larından biri olarak nitelendi-

rilecek kadar koyu dindar ve

takva ehli bir sultandı.5 Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v.) ve kutsal

beldesine karşı duyduğu sonsuz

sevgi, hürmet, sadakat ve hiz-

metleri; onun manevî şahsiye-

tini bizlere göstermeye kâfidir.6

Biz de İstifa Ettirdik

Millî şairimiz Mehmet Akif

Ersoy, Sultanahmet Camii’ne

her gittiğinde orada iki gözü

TarihResul KESENCELİ

Page 22: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201340 41

iki çeşme ağlayan yaşlı bir zata

rastlamaktadır. Bu yaşlı zat, ba-

şından geçen çok ilginç bir ola-

yı kendisine anlatmıştır. Meh-

met Akif ise bu olayı şöyle

nakletmektedir: “Sabah namaz-

larını kılmak için Sultan Ahmet

Camii’ne gidiyordum. Her sa-

bah ne kadar erken gidersem gi-

deyim, mihrabın bir kenarına

oturmuş olan, saçı sakalı bem-

beyaz olmuş ihtiyar bir adamı,

ümitsiz bir şekilde durmadan

ağlarken görüyordum. O kadar

ağlıyor ki, ağlamadığı tek bir da-

kikaya rastlayamadım. Bunun

sebebini çok merak ediyordum.

Bir gün o yaşlı zatın yanına so-

kuldum ve ‘Muhterem’ dedim,

‘Niye bu kadar ağlıyorsun?

Allah’ın rahmetinden bir in-

san bu kadar ümitsiz olur

mu?’ Yaşlı gözlerle bana bak-

tı ve: ‘Beni konuşturma! Nere-

deyse kalbim duracak.’ dedi.

Anlatması için çok ısrar edin-

ce başından geçen olayı ağla-

ya ağlaya şöyle anlattı: ‘Ben Ab-

dülhamid Han cennet mekânın

devrinde orduda binbaşıydım.

Emrim altında olan bir birli-

ğim vardı. Bu askerî görevime

annemin ve babamın vefatına

kadar devam ettim. Fakat on-

lar vefat edince istifa etmek is-

tedim. Çünkü bir hayli serve-

timiz vardı. Bu mal ve mülkün

başında durmak, onların çarçur

olmaması için gerektiği şekil-

de ilgilenmek gayesiyle, bir is-

tifa dilekçesi yazıp Sadaret ma-

kamına gönderdim. Dilekçemde

dedim ki: ‘Annem de babam da

vefat etti. Falan yerde mağaza-

larımız, filan yerde gayrimen-

kullerimiz vardır. Netice itiba-

rıyla bunlarla ilgilenecek, ticarî

işlerin yürümesi için mağazala-

rın başında duracak bir nezaret-

çiye ihtiyaç vardır. Bu vesileyle

şayet kabul buyurulursa, göre-

vimden istifa etmek istiyorum.’

Bu dilekçeyi yazdıktan bir müd-

det sonra, doğrudan doğruya

hünkârdan bana bir yazı geldi.

Heyecanla gelen mektubu açtım

ve okudum. Orada istifamın ka-

bul edilmediği yazılmıştı. Öyle

anlaşılıyordu ki, istifa dilekçem

bizzat padişaha gönderilmişti.

Ben istifa dilekçemi yenileyip,

bir daha verdim. Fakat bana yine

aynı cevap geldi. Bunun üzerine

bizzat sultanın huzuruna çıkıp,

kendisiyle şifahi olarak görüşüp

istifamı vereyim, diye düşün-

düm. Abdülhamid Han gerçek-

ten çok celadetli bir padişahtı.

Huzura çıktım ‘Hünkârım, siz-

den istifamın kabulünü istiyo-

rum, diyerek durumumu arz et-

tim.’ Bunun üzerine bir müddet

derin derin düşündü. Yüzünde-

ki ifadeden istifa etmemi iste-

mediğini anlıyordum. Ben bunu

sezince istifa konusunda biraz

daha ısrarcı oldum. Abdülha-

mid Han cennet mekân, benim

böyle ısrar ettiğimi görünce, ba-

kışlarını bana çevirip, öfkeli bir

tavırla ve sanki beni elinin ter-

siyle iter gibi hareket yaparak,

‘Haydi seni istifa ettirdik!’ dedi.

Tabiî ben istifamın kabul edil-

mesi sebebiyle çok sevindim. Ve

hiç vakit kaybetmeden memle-

ketime dönüp işlerimin başına

geçtim. Derken bir gece müthiş

bir rüya gördüm. ‘Âlem-i mana-

da, bütün ordular bir araya top-

lanmış teftiş ediliyordu. Son sa-

vaşı vermek üzere, memleketin

şarkında ve garbında savaşan

tüm orduları bizzat Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v.) teftiş edi-

yordu. Efendimiz (s.a.v.), Yıldız

Sarayı’nın önünde duruyor, bü-

tün Osmanlı Ordusu Peygamber

Efendimizin huzurundan geçe-

rek büyük bir disiplin içerisinde

teftiş veriyordu. O esnada ora-

da Osmanlı padişahlarının ile-

ri gelenleri de vardı. Sultan Ab-

dülhamid Han cennet mekân

ise, edeb-i hürmetle, Kâinatın

Efendisi’nin hemen arkasında

duruyordu. Bütün ordular hu-

zurdan tek tek geçiyordu. Der-

ken sıra, benim istifa etmeden

önce komutam altında bulunan

birliğe geldi. Fakat birliğin ba-

şında kumandanı olmadığı için

askerler dağınıktı. Bu hâli gören

Kâinatın Efendisi ‘Ey Abdülha-

mid! Bu ordunun kumandanı

nerde?!’ buyurdu. Bunun üze-

rine Sultan Abdülhamid, mah-

cup bir hâlde başını önüne eğ-

miş olarak, hürmeti edeple ‘Ya

Rasûlullah! Bu ordunun ku-

mandanı istifa etti. Bu konuda

çok ısrar ettiği için biz de onu is-

tifa ettirdik.’ dedi. Bunun üzeri-

ne Peygamber Efendimiz(s.a.v.)

‘Senin istifa ettirdiğini, biz de is-

tifa ettirdik.’ buyurdu.”7

Yavuz Sultan Selim Han’ın Türbedarı

Yavuz Sultan Selim Han’ın

türbedarı, bir erkek çocuğu-

nun olmasını çok istiyordu. Bu

yüzden hâmile bulunan hanı-

mının bir isteğini iki etmiyor-

du. Ancak hanımı o sabah, ken-

disinden kiraz istemişti. Lâkin

kirazın henüz çıkmaya başla-

dığı bu günlerde çok pahalıydı.

İmkânsızlıklarına rağmen, ümit

vererek evden ayrılmıştı. Hem

türbeyi süpürüyor, hem de bunu

düşünüyordu. Akşam eve varın-

ca hanım, “Kiraz aldın mı?” diye

sorarsa, ne diyecekti. İçinden

her türlü fikir geçiyor, fakat bir

türlü çıkış yolu bulamıyordu.

Çünkü pahalı kirazı alacak para-

sı yoktu. Tam bu esnada, elinde-

ki süpürgenin sapıyla, yıllardır

hizmetini gördüğü Yavuz Sul-

tan Selim Han’ın sandukasına

vurdu ve şöyle söylendi: “Hey

Koca Sultan! Sana senelerdir

hizmet ediyorum, bir defacık ol-

sun himmet etmedin. Ne olacak

şimdi benim hâlim? Kiraz ala-

cak param yok. Ben ne yapaca-

ğım! ”Akşam olur sıkıntılı şekil-

de eve gelir. Ertesi sabah tekrar

türbeye gelir, kapıyı açıp bekle-

meye başlar. Bir anda karşısın-

da Sultan Abdülhamid Han’ın

adamı belirir:

- Efendi, Sultan seni huzu-

ra çağırır, hemen faytona bu-

yur, der. Türbedar şaşkınlıktan

küçük dilini yutacak hâle ge-

lir. Sultan, kendisini niçin ça-

ğıracak? Kendisi bir türbedar-

dır. Sultan’ın huzuruna çıkacak

kimselerden değildir. Olsa olsa

bir şikâyet, bir suç haberi var-

dır; o yüzden çağırır. Emri teb-

liğ eden adam:

- Efendi ne durursun, Sulta-

nın emrini tebliğ ederim sana!

Bakar ki ağırdan almanın zara-

rı olacak. Çaresiz faytona atlar,

doğruca sarayın avlusuna iner-

ler. Huzura alırlar. Abdülhamid

Han, kendisini şöyle tepeden

aşağı bir süzer. Sonra, kelimele-

re basa basa fakat yumuşak bir

eda ile sorar: Ceddim Yavuz Se-

lim Han’ın türbedarı sen misin?

Güçlükle cevap verir:

- Evet Sultanım!

- Söyle bakalım dün türbede

neler oldu? Derdin nedir?

Bir anda zihninden bir sürü

şey geçer. Şaşkın ve ürkek bir

eda ile:

- Sultanım bir şeyler olma-

dı, bir derdim de yoktur. Sağ-

lığınıza duacıyım. Abdülhamid

Han sesini hem yükseltir, hem

de sertleştirir:

- Sana söylerim. Dün türbe-

de neler oldu, meselen nedir,

açık söyle! Bir şeyler hisseder

bu defa. Ama söylemeye cesaret

edemez. İster istemez hâdiseyi

anlatır:

- Sultanım, zevcem hami-

le. Benden kiraz istedi. Çok pa-

halı olduğu için alamadım. Bu-

nun için de Sultan Selim Han’ın

sandukasına dokundum; bun-

ca yıldır hizmetini görürüm, bir

himmetini görmedim, dedim.

Ortalığı bir sessizlik kaplar. Ne-

den sonra daldığı âlemden çı-

kan Abdülhamid Han, söylen-

meye başlar:

- Sen orada dedemin sandu-

kasına vurdun, o da burada sa-

baha kadar benim başıma vur-

du. Al şu bir kese altını, bir daha

böyle şeyler için Selim Han’ı ra-

hatsız etme, doğruca bana gel,

der. Sonra emir subayına dönen

Abdülhamid Han:

- Selim Han’ın türbedarının

maaşı iki misline çıkarılsın, sı-

kıntıdan kurtulsun. Bir derdi

olunca da hemen bana gelmesi-

ne izin verilsin, talimatını verir.8

1 Alan Palmer, Bir Çöküşün Yeni Tarihi. İstanbul 1993, s, 159-160.

2 Kanun-i Esasi (1876) , İlk Anayasa.3 Yavuz Bahadıroğlu, “II. Abdülhamit” Resimli Os-

manlı Tarihi, İstanbul 2009, s, 470, 471.4 Alâeddin Yalçınkaya, Sultan II. Abdülhamid Han’ın

Notları. İstanbul 1996, s.115-116.5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, Ankara,

1988, s.249-250. 6 İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek,

İstanbul, 2007, s.49-56.7 http://forum.shiftdelete.net/8 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi

Tarihi, İstanbul 2003, s,304.

Dipnot

Yavuz Sultan Selim’in Türbesi

Page 23: 149 - Somuncu Baba Dergisi

43

UÇURUMLARIN ZARİF

KÖPRÜSÜ

Mart 201342

Hissiyat ile ifadesi arasında-

ki fark, kalbin devri yükseldik-

çe bir uçuruma dönüşmektedir.

Kelimeler sıcak yüzünü esirger; keyfiyetler kifayet-

siz, hisler ifadesiz kalabilir. Heyecanları, pişman-

lıkları veya acıları anlatma kudretini bulamaz hi-

taplar. En derinlerden yandığı bir gece vaktinde

patlayacak gibi olan kalp; odacıklarına hangi dü-

şüncelerin girip çıktığını anlayacak kavramlar ve

anlatacak cümleler bulamaz. İşte kalple dilin ara-

sındaki derin uçurumu en zarif köprülerle kavuş-

turan şiire tam da burada ihtiyaç duyulur. Yürek o

kadar yanar ki, sönmesi için uzun cümleler çok geç

kalacaktır. Etkisiz söndürücüler ise bir işe yarama-

yacaktır. Yani tez elden, etkili ve tam dolu bir si-

lah lazımdır can çekişen kalbin acısını dindirmeye:

Şiir.

Bir düşüncenin özü olan şiir; aşk, varoluş, ölüm

gibi “öz’ün düşüncesinde” de başrolü üstlenir. Her

şeyde hakikate ve öze ihtiyaç duyan ruh, sözde de

öze ihtiyaç duyar ve bu ihtiyaçla şiiri tutup kolun-

dan, başköşesine oturtur kalbinin. Tabii burada şi-

irden kasıt kelime oyunlarıyla dolu söz yığınları de-

ğil, tasavvufun derinliklerinde hayat bulan hikmet

dolu sözlerdir.

Bir yaz teravihinde, Somuncu Baba’da, Rahman

Suresinin akıcılığında bu aşkla tanışmış biri olarak

o gece, Rahman Suresinin şiirsel akışının Tohma

suyundan daha coşkun olduğunu gördüm. Kur’an-ı

Kerim’in her satırında yer alan bu akıcı ve kusursuz

anlatım, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in pürüzsüz

üslubuyla birleşmişti. Bu yüzdendi ki Rasûlullah’a

şair dediler, şiir söylüyor dediler. Sözünü az söyle-

mesine rağmen çok şey söylemesi O’nu bu itham-

la karşılaştırmıştı. Sözü güzel ve doğru söylemesi

O’na Allah (c.c.) tarafından ihsan edilmişti. Efen-

dimiz (s.a.v.)’e “Cevâmi-ül-kelîm” yani ‘az sözle çok

ve güzel şey anlatma’ özelliğinin verilmesi de hik-

metin kalabalık sözlerde değil, incelik ve özde ol-

duğunu gösterir.

Kalplerimize İncelik Ver

Kalbi, en korumasız yeridir insanın. Her dar-

be ilk ona iner, dövüldükçe katılaşır. Doğrudan

DenemeM. Bedrettin TOPRAK

Page 24: 149 - Somuncu Baba Dergisi

TÜRKİSTAN GAZELİ

Türkistan’dan fışkırdı, doğduğu yer Sayram’dırAllah’tan milletime büyük lütûf, ikramdır

Hoca Ahmed Yesevî, o bir hikmet kaynağıİlk mutasavvıflardan, seyr ü sülûku tamdır

Yetişmiş dervişânı, kol kol Anadolu’yaGöndermiş dâvet için, adam gibi adamdır

Müslüman olmamızda onun büyük payı varİnandığı dâvâsı, tek İlâhî Nizam’dır

Taptuk Emre ve Yûnus, Hacı Bektâş-ı VelîAhî Evran, Mevlânâ, Şems ve Hacı Bayram’dır

Böyle bir ceddi olmak, herkese nasip olmazAslan Baba müridi, Allah dostu atamdır

Somuncu Baba, Ak Şeyh, hep o koldan gelmekteTennûrî ve Hulûsî, hepsi ruh akrabâmdır

Bütün yollar Allah’a çıkmaktadır sonundaTersini söyleyenler, ins sûretli yamyamdır

Oğuz, ana caddemiz Allah ve Resûl yoluBiz bu yolda ölsek de, yaşasak da ne gamdır…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Mart 201344 45

şaştığında insan, yoldan dışarıya ilk adımı kalp

atar. Çamur, kalbin ayaklarına bulaşır. Kalp yol-

dan çıkar, yol kalpten çıkar. Sürgün ülkelerde bu-

lur kendisini muhtelif zamanlarda insan. Kalbini

sürgün ettiği karanlık ülkeyle “kalbinin başkenti”

arasında kalır; sonra “Sürgün Ülkeden Başkent-

ler Başkentine” bir Sezai Karakoç irkilmesiyle geri

döner:

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar

vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir

çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Geri döner kalp bu irkilmeyle, şairin dilinden

içindeki başkenti bulur, yenilgi büyüyen zaferini,

Merhamet Çınarı’nda gölgelendirmek ister. Kal-

bine incelik ister. Kalbine gelen inceliği avuçları-

na dua olarak üflemek ister. Bu defa da duasını

Allah dostu Hulûsi Efendi (k.s.)’nin diliyle eder:

Yâ Rabb n’olur derd-i dili yâre ulaştır

Bu bülbül-i nâlânı o gülzâra ulaştır

Hasreti ânın açtı nice yâre bu dilde

Bîmâre dili sen âna tîmâre ulaştır

Bu âşık-ı bî-çâreye kılsın meded artık

Gûş ettir âna nâlemi bu zâra ulaştır

Gurbete düşüp oldum esîr-i gam-ı hicrân

Bu gamlıyı lûtfile o gam-hâra ulaştır

Firkat od’una yakma bu cânımı efendim

Ol vâris-i yektâAhmed-i Muhtâr’a ulaştır

Kıtmîrliğe şâyeste kıl ânın kapısına

Rahm eyleyüben ol derd-i dildâre ulaştır

Matlûbunu ver hürmetine İmâmü’l-

Harâmeyn’in

Hulusî’yi ol yâr-i vefâ-dâre ulaştır

Dua edecek cesaret bulamadığında yürek; af

isteyecek yüz bulamadığında mahcubiyet; kalbini

diline dökecek kabiliyet bulamadığında akıl, mu-

tasavvıfların dualarına sığınır insan. Vermek için

hazır olan Güzelliğin de Sahibi’ne (c.c.), en gü-

zel dizelerle gitmek ve ‘derd-i dili yâre’ bu hikmet

dolu sözlerle ulaştırmak yolun kolayı ve en güze-

li olur.

Derdimiz hâline gelen dizeler ve dermanımız

olan dizeler… İyi ki varlar… Dua’nın sahibi hatırı-

na dualarımızı yâre ulaştır yâ Rabb.

Page 25: 149 - Somuncu Baba Dergisi

47

SOSYAL FOBİ

Mart 201346

Sosyal fobi, toplum

içinde otururken,

konuşurken veya

herhangi bir eylem yaparken kı-

zarma, terleme, ellerin titremesi

kendini küçük düşürecek yanlış

bir şeyler yapma korkusu ola-

rak tarif edilir. Bu yüzden kişi

topluluk içine girmekten kaçı-

nır. Kişi, devamlı kontrol edildi-

ği, hareketlerinde ve yaptığı işte

bir noksanlık arandığı endişe-

sindedir.

Yanlış bir şey yapmaktan, ka-

labalık içinde mahcup olmak-

tan, dolayısıyla küçük düşürül-

mekten korkar. Topluluk içinde

konuşamaz, sesli okumaz, ya-

zamaz ve iş yapamaz. Kalaba-

lığa girmekten çekinir. Girmek

zorunda kalınca da sıkılır. Hu-

zursuz olur, bunalır. Hatta pani-

ğe kapılabilir, yüzü kızarır, solu-

num ve nabız hızlanır.

Sosyal fobi, her ferdin haya-

tı boyunca karşılaşabilme ora-

nı yüzde 10-16 arasında değişen

ve nüfusun yüzde 3’ü tarafından

yaşanan, sık rastlanan bir prob-

lemdir. Sosyal fobilerin yaklaşık

yüzde 40’ı on yaşından, yüzde

95’i yirmi yaşından önce ortaya

çıkmaktadır. Kadın ve erkekler-

de eşit oranda görülür.

Belirtileri

Aşırı çekingenlik, sosyal or-

tamlarda küçük düşme korku-

su, kalabalık içerisinde bir per-

formans göstermeyeceğinden

korkma, sık sık gelen panik

ataklar, el titremesi, yüz kızar-

ması, aşırı terleme çarpıntı, bo-

ğazın kuruması.

Bu belirtiler genelde, biriy-

le tanıştırılınca, telefonda konu-

şurken, misafir geldiğinde, bir iş

yaptığı sırada başkalarınca izle-

nirken, evde veya dışarıda ye-

mek yerken, topluluk önünde

bir iş yaparken ortaya çıkar.

Tedavi edilmemiş sosyal fobi

okulda başarısızlık, meslekî kı-

sıtlılıklar (performans düşük-

lüğü), sosyal ilişkilerde dar-

lık, madde bağımlılığı, gereksiz

tıbbî inceleme, anksiyeteyi ya-

tıştırmak için alkol kullanma,

depresyon, kalabalık yerlere git-

mekte korku, intihar düşüncele-

ri ve girişimleri gibi durumlara

yol açar.

Ne Olur?

Sosyal fobisi olan kişiler, çe-

şitli sosyal durumlarda olumsuz

bir şekilde değerlendirilecekle-

rine ilişkin büyük bir korku du-

yarlar. Korktukları durumlar-

la karşılaştıkları zamanlarda da

sıklıkla anksiyetenin bedenî be-

lirtilerini yaşarlar. Sosyal fobi-

de korku duyduğu sırada en sık

gözlenen belirtiler: çarpıntı, tit-

reme, terleme, kaslarda gergin-

lik, midede burulma duygusu,

ağızda kuruma, ateş basması

veya üşüme duygusu, kafada ba-

sınç.

Sosyal Fobi Teşhis Kriterleri

A. Yabancı insanlarla karşı-

laşacağı veya başkalarının gözü

önünde olabileceği bir veyahut

daha çok sosyal ortamda ya da

“Hastanın durumuna göre ilaç tedavisi, davranış

tedavisi veya ikisi birden uygulanır. Sosyal fobikler

tedavilerden yararlanırlar.”

KültürSefa SAYGILI*

Page 26: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201348 49

performans gerektiren durum-

larda belirgin ve kronik kor-

ku duyma. Kişi, utanç duyacağı

veya küçük düşeceği davranış-

larda bulunmaktan korkar veya

anksiyete belirtileri gösterir.

B. Korkulan sosyal durum-

la karşılaşma, hemen her zaman

anksiyeteye (endişe, kaygı) yol

açar, bu anksiyete bazen panik

atak şeklini alabilir

C. Kişi, korkusunun aşırı

veya anlamsız olduğunun far-

kındadır.

D. Korkulan sosyal ortamlar-

dan veya performans gerektiren

durumlardan kaçınılır veyahut

bu durumlara aşırı anksiyete ile

katlanılır.

E. Bu sıkıntılar kişinin gün-

lük meslekî veya sosyal aktivi-

telerini ya da ilişkilerini etkiler

veyahut fobiyle ilgili yoğun sı-

kıntıları vardır.

F. 18 yaşından küçüklerde

süre en az 6 aydır.

Sosyal Fobi Niçin Olur?

Sosyal fobilerde anormal de-

ğerlendirme korkusu, saplan-

tı halindedir. Sosyal ilişkilerde

olumsuz şartlanmalar söz ko-

nusudur. “Ben hiçbir şeyi bece-

remem, her şeyi berbat ederim”

gibi. Ayrıca sosyal davranışları-

nı aşırı şekilde aşağılayarak su-

narlar. Hep olumsuz olayların

üzerinde durular.

Çocukların aşırı derecede ko-

ruyucu, ancak duygusal yönden

doyurucu olmayan bir şekilde

yetiştirilmesinin sosyal fobide

rol oynadığı düşünülmektedir.

Bu çocuklar sosyal ilişkilerden

uzak kalarak büyüdüklerinden,

başkalarının onlar hakkında ne

düşündükleri veya kendileriy-

le ilgili ne gibi yorumlar yaptık-

larına daha çok dikkat eder hale

gelmektedirler.

Tedavisi Nasıldır?

Hastanın durumuna göre ilaç

tedavisi, davranış tedavisi veya

ikisi birden uygulanır. Sosyal fo-

bikler tedavilerden yararlanır-

lar.

Sosyal fobi tedavi edilmedi-

ğinde ferdin iş, sosyal ve özel

hayatını olumsuz etkiler, yaşam

kalitesini düşürür. Bu yüzden

sosyal fobi tedavi edilmesi gere-

ken bir hastalıktır.

1- İnsanların ilgi odağı ol-

maktan çekinir misiniz?

2- Başkalarının önünde gü-

lünç duruma düşmekten korku-

yor musunuz?

3- Şu pozisyonlardan her-

hangi birinden sıklıkla kaçınma-

ya çalışır mısınız?

(Topluluk önünde konuş-

mak, otorite konumunda kişi-

lerle konuşmak, insanların sizi

izlemesi, başkalarının önünde

yemek yemek, içmek veya yaz-

mak, topluluklara girmek.)

4- Sayılan durumlara maruz

kalırsanız; aşırı derecede kıza-

rır, titrer, bunalır, kusma hissi-

ne kapılır veya acilen tuvalete

gitme arzusu duyar mısınız?

Eğer 1, 2 veya 3 nolu sorula-

rın herhangi bir bölümüne evet

cevabı verdiyseniz sosyal fobik

olabilirsiniz. Eğer 4 nolu soru-

ya evet cevabı verdiyseniz sosyal

fobiksiniz demektir. *. Prof. Dr.

İNSANDA ÜÇ GÜZELLİK

Üç güzellik olmalıdır insanda, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl. Geçerlidir, kıymetlidir her yanda, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Cömert insan cennet kapısı açar, Cesaret her fikri açıkça saçar, Akıl düşünerek inceden seçer, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Hayat binasının temel taşıdır, Sofraların ekmeğidir aşıdır, İnanarak yaşamanın başıdır, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Diplerde kalanı yüze çıkarır, Kıvrımlı yollan düze çıkarır, Kapanmayan gerçek ize çıkarır, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Dostun en yakını zor günde belli, Geniş günde değil, dar günde belli, Gösterir kendini her günde belli, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Yaşama sevinci tatlılık verir, Her güne yeni bir kutluluk verir, Yuvalara huzur, mutluluk verir, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Şeref der ki, boşa konuşmam sözü, Kudret aynasıdır insanın yüzü, Yükselmenin yolu, hayatın özü, Bir cömertlik, bir cesaret, bir akıl.

Şeref TAŞLIOVA

Page 27: 149 - Somuncu Baba Dergisi

51

HER NE VAR İse ÂLEMDE

AŞK İMİŞMart 201350

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kıyl u kâl imiş ancak

Fuzûlî

(Dünyada her şey aşktan ibaretmiş. İlim sade-

ce bir dedikodu etmekmiş.)

Mevlânâ “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşü-

nü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya do-

nar kalırdı.” ve Yûnus “Evvel yer gök yoğ idi var idi

aşk bünyâdı” diyor. Dünya sev-

gi üzerine kurulmuş ve sevgi ile

dönmektedir. Sevgisiz başlanan

iş ya başlamadan yahut hayırsız

biter ve sevgisiz atılan her adım

çıkmaz sokaklarda kaybolur gi-

der. Ve aşk, sevginin şiddetli ve

sevgiden kuvvetli hâlidir. Aşk ki;

bülbülün, güle rengini vermesi;

pervanenin şem’e teslim-i cânı;

cânın, cânân yoluna feda edilme-

si…

Fuzûlî, âlemdeki her güzelli-

ğin sadece aşktan kaynaklandığını, ilmin ise sa-

dece dedikodudan ibaret bir şey olduğunu söylü-

yor. Hazf ettiğimiz kıtanın başındaki iki mısrada

da şair, ilim tahsil etmek suretiyle yücelmeye ça-

lışmanın gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ha-

yal olduğunu söylüyor. 16. asrın medrese mezunu,

dolayısıyla matematik, tıp, astronomi; bunların

yanında tefsir, fıkıh, hadis ilimlerini tahsil etmiş,

yani bir yönü ilim adamı olan Fuzûlî’ye bu sözler

pek de yakışır görünmüyor. Zira ilk emri “Oku”

diyen bir dinin mensubu ve “İlim Çin’de dahi olsa

tahsil ediniz.” yahut “İlim müminin yitik malıdır,

nerede bulursa alsın.” diyen bir görüşün insanı

nasıl olur da ilmi, dedikodudan ibaret bir şey ola-

rak tanımlayabilir?

Fuzûlî, yalnız yaşadığı asırda değil, sonra-

ki yüzyıllarda da örnek alınmış, şiirlerine nazire-

ler yazılmaya çalışılmış güçlü bir şairdir. O, bıra-

kın diğer meslek dallarını büyük ölçüde ilhama

ve hayale dayanan şiir sanatının bile ilimden hâlî

olamayacağını söyleyen bir büyük sanatkârdır.

Fuzûlî, ilimsiz şiir, temelsiz duvara benzer, temeli

olmayan binanın yıkılması da gayet kolaydır, der.

Böyle düşünen bir şair herhalde cehaleti savun-

mayacaktır. Fuzûlî, okuyucusuna vermek istediği

mesajını doğrudan vermez, ne anla-

tacaksa onunla ilgili çarpıcı bir söz

söyler, okuyucusunu sarsar, dikka-

tini çeker ve mesajını da görünen

mananın içine gizler. Okuyucusunu

düşündürmeden, anafora sokma-

dan, çilesine ortak etmez Fuzûlî… O

halde nedir şairin meramı?

Aşk Yüce Gönüller Mesleğidir

Gelin, Fuzûlî’nin söyle-

mek istediklerini anlamak için

Tazarrunâme’siyle meşhur Sinan Paşa’dan ve gö-

nüllerin mütevazı sultanı Yûnus Emre’den aşk ve

ilim hususunda yardım isteyelim.

Sinan Paşa “Aşk efsane ve efsun değildir. Aşk

san’at-ı her dûn değildir. Her aşk davası eden âşık

olmaz; her muhabbetten dem uran sâdık olmaz.

İlahî herkes merd–i aşk olmaz ve değme kalbde

derd-i aşk bulunmaz. Aşk bir kimyadır, onun ma-

deni can olur; aşk bir gevherdir onun mekânı kân

olur. Aşk bir zevktir onun da şeydaları var; aşk bir

hurûştur, onun da deryaları var.” diyor. Demek ki

her âşığım diyen âşık olamaz; zira aşk sıradan bir

his değildir. Âşık olabilmek için çile çekmek gere-

kiyor. Dolayısıyla aşk değme kalplerde mekân tut-

EdebiyatVedat Ali TOK

“İlahî! İnsanlara sevdirmek için, Kendi güzelliğini,

güzellikleri aksettiren bir ayna hükmündeki

güzellerin yüzünde yansıttın; sonra da dönüp onu,

âşıkın gözüyle temaşaya koyuldun.”

Page 28: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201352 53

maz, çünkü aşk yüce gönüller mesleğidir.

Şiirin asıl anlamına döneceğiz, ama Fuzûlî’nin

dedikodu dediği ilimden de söz edelim biraz. Alla-

hü Teâlâ “İlmi, dileyene veririm.” buyuruyor. Bu

demektir ki insan, isterse her türlü ilmi, kapasi-

tesince tahsil edebilir. Fakat her ilim tahsil eden

kişi Allah’ın rızasına uygun hareket etmeyebili-

yor, ya da insanlığa zerrece faydası olmayabiliyor;

nitekim bugün maddenin en küçük parçası diye

bilinen atom bile parçalanıyor ilim sayesinde, fa-

kat maalesef bu bilginin birçoğu insanlığın mahvı

için kullanılıyor. Dolayısıyla ilim tek başına insa-

nı kurtarmıyor. O halde eksik olan bir şeyler var.

İnsan ilmin zirvesine de tırmansa içinde aşk yok-

sa kazandığı ilmin insanlığa da bir faydası olma-

yacaktır.

Yûnus Emre, Fuzûlî’den sözbaşı yaptığımız

mısraları âdeta şu dörtlüğü ile şerh ediyor:

Âkil ne bilir aşkı kim

Mağrur oluptur aklına

Aşkı bu gün bu Yûnus’a

Sorun sorun aşka selâ

Ve Yûnus:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır

diyor. Yûnus Emre bunları söyleyip kendini bir

tarafa çekmiyor; niçin ve nasıl okumak gerektiği-

ni de açıklıyor:

Okumaktan mânâ ne

Kişi Hakkı bilmektir

Çün okudun bilmezsin

Ha bir kuru emektir

Yani okumanın mânâsı insanın kendini ve

Allah’ı bilmesiyle son bulmalı. Eğer onca ilmin

sonunda O’nu bulamıyorsan boşuna emek har-

cıyorsun demektir. Yûnus Emre Kişi Hakkı bil-

mektir mısraını tevriyeli yani iki anlama gelecek

şekilde kullanmıştır. Allah’ı bilmek ve kişi hak-

kı bilmek; yani başkalarının hakkına tecavüz et-

memek anlamlarında düşünmüş; her halükârda

okumanın gayesine vurgu yapmıştır.

İşte Fuzûlî’nin dedikodudan ibaret bulduğu

ilim, Yûnus Emre’nin bir kuru emek, ya da abes

yere yelmek diye tarif ettiğidir. Ve Yûnus Emre

faydasız, gayesiz ilimle meşgul olmaktansa bir gö-

nüle girmeyi tavsiye ediyor. Gönle girmek de an-

cak sevgi ile aşk ile mümkündür. Aşk ki menşei

Yaratana dayanıyor. Söyleyeni belli olmayan bir

şiirde deniliyor ki:

Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin

Çeşm–i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin

İlahî! İnsanlara sevdirmek için, Kendi güzelli-

ğini, güzellikleri aksettiren bir ayna hükmünde-

ki güzellerin yüzünde yansıttın; sonra da dönüp

onu, âşıkın gözüyle temaşaya koyuldun.

Şiir sözün özüdür. Ciltler dolusu malumatın,

darası alınmışıdır şiir… Fuzûlî’nin meramını şim-

di daha iyi anlayabiliriz sanırım. Ne diyor Fuzûlî:

İnsanın huzuru, yükselişi, pâye kazanması kendi-

ni bilmesi ile mümkündür. Kendini bilen Rabbini

de bilecektir. Dolayısıyla bir imtihan için gelinen

dünyada ne işle meşgul olursan ol, ilim adamı ol,

tüccar ol, sanatkâr ol, çiftçi ol… yaptığın her işte

aşk olsun. Çünkü aşk, aklın doğru ve hayırlı yönde

işlemesine yardımcı bir histir. Netice olarak bize

ancak bütün bunları düşünmemize vesile olduğu

için Fuzûlî’ye “Aşk olsun!” demek düşüyor.

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Beşîr b. Sa’d

Künyesi : Ebü’n-Nu’mân

Doğum yılı : Tespit edilemedi

Doğum yeri : Medine

Baba adı : Sa’d b. Sa’lebe el-Ensârî el-Hazrecî

Anne adı : Üneyse bint Halife

Eş(ler)i : Amra bint Ravâha

Akrabaları : Abdullah b. Ravâha’nın eniştesidir.

Oğulları : Nu’mân. Aşağıdaki hadisten baş-

ka oğulları da olduğu anlaşılmaktaysa da, isimleri tespit

edilemedi.

Kızları : Ümeyme (Übeyye?)

Kabilesi : Hazrec

İslam’a girişi : 2. Akebe bey’atine katılmıştır ve hic-

retten evveldir.

Sohbet süresi : On yıldan fazla

Rivayeti : 3-4 rivayeti var

Yaşadığı yer : Medine, Hımıs

Mesleği : Askerlik, ziraat

Hicreti : Yok

Savaşları : Bedir, Uhud ve Hendek başta olmak

üzere bütün savaşlar

Görevleri : Komutanlık. H. 7. senede Hz. Pey-

gamber (s.a.v.) onu Fedek, Vâdi’l-Kurâ vb. bazı seriyye-

lerin başına komutan tayin etti. Kaza umresinde silahla-

rın muhafızlığı görevini de ona verdi.

Fiziki yapı : Tespit edilemedi

Mizacı : Karekterli, tutarlı biridir. Ensar’dan

olmasına rağmen Hz. Ebu Bekir’e ilk bey’at eden odur.

Ayrıcalığı : Câhiliye döneminde okuma yazma

bilen nâdir kişilerden biriydi.

Ömrü : Orta yaşlı

Ölüm yılı : H. 12

Ölüm yeri : Irak-Kerbelâ’nın 40 km. batısındaki

Aynü’t-temr.

Ölüm sebebi : Şehid oldu.

Hakkında : Eşi Amra’nın emriyle oğlu Nu’man’a

bir bağışta bulunmuş ve buna da Rasûlullah (s.a.v.)’ı şa-

hit yapmak istemişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona “On-

dan başka oğulların var mı?” diye sordu. O: “Evet” dedi.

Hz. Peygamber (s.a.v.): “Peki ona verdiğinin benzerini

diğerlerine de verdin mi?” diye sordu. O “Hayır” deyince

Allah Rasûlü: “Beni haksızlığa şahit yapma!” buyurdu.

Mürreoğulları’na düzenlenen seriye çetin bir çatışma-

ya dönüştü ve otuz kişiden çoğu şehit düştü. Ayağın-

dan ağır şekilde yaralanan ve bayıldığı için öldü sanı-

lan Beşîr savaştan sonra kendine geldi ve gece civardaki

bir Yahudi ailesine sığındı ve yaraları iyileştikten sonra

Medine’ye döndü.

Hadisleri : “Helal belli, haram da bellidir. İki-

si arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, çok kim-

seler bunları bilmezler. Her kim şüpheli şeylerden sa-

kınırsa, onurunu da, dinini de tertemiz tutmuş olur.”

“Allah bize sana salâvat getirmemizi emretti, peki

bunu nasıl yapacağız?’ diye sorunca Hz. Peygamber

(s.a.v.) şöyle deyin buyurdu: “Allahümme salli alâ Mu-

hammedin ve alâ Âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ

İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Mu-

hammed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme fi’l-âlemîne. İn-

neke Hamîdün Mecîd.”

Kaynaklar: İstîâb, I. 52-53; İsâbe, I. 311; Üsd, I. 122-

123, 1316; DİA, V. 470. Müsned, IV, 268-269, 273; V,

273; İbn Sa’d, Tabakât, III. 531.

*Prof. Dr.

BEŞÎR B. S’AD (r.a)

Page 29: 149 - Somuncu Baba Dergisi

55

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR

SORUMSUZ (MU?)Mart 201354

Hiç kimse sade-

ce sevdiği ve

memnun ol-

duğu işleri yaparak büyük bir in-

san olamaz. Sorumluluk duygu-

su, diğer değerler gibi öğrenilen

bir özelliktir. Ne var ki ebeveyn-

ler sıklıkla çocuklarında sorum-

luluk duygusunun yokluğundan

yakınırlar. Çocuğunun eğitimin-

de titizlenen insanlar, iyi yetiştir-

mek adına hassas davranıp çocuk-

larının sorumluluklarını kendileri

yüklenmekte ve onları koruyup

kollamak adına sorumluluk duy-

gusunun ve öz disiplinin gelişme-

sini engellemektedirler.

Tüm eğitim sürecinde olduğu

gibi sorumluluk eğitiminin de ilk

aşaması bu konuda çocuğa model

oluşturmaktır. Evdeki büyüklerin

hayatı planlı ve programlıysa, bir-

birlerine, çocuklarına ve topluma

karşı sorumluluklarını yerine ge-

tiriyorlarsa çocukların bu kavramı

öğrenmeleri çok daha kolay ola-

caktır. Çocuk da evin bir ferdi ol-

duğuna göre sorumluluk duygu-

sunu edinebilmesinin ilk aşaması

evde yaşına ve gelişim seviyesine

uygun sorumluluklar almasıdır.

Ona yapabileceği bir ev işinin so-

rumluluğunu verin ve verdiğiniz

sorumluluğun takibini yapın, onu

teşvik edin.

Öğretim sürecine olabildiğince

erken başlamak gerekir. Fiziksel

olarak ona zarar verebilecek deli-

ci ve kesici aletlerle yapılanlar dı-

şındaki basit işleri olabildiğince

erken öğretin. Yatağını toplamak,

oyuncaklarını sepete yerleştirmek,

çöpü dışarı çıkarmak, sofra hazır-

lamak gibi… Zaten küçük yaşlarda

çocuklar ev işlerine karşı oldukça

isteklidirler. Elbette bu işleri sizin

tek başınıza yapmanız daha kolay-

dır. Onları engellediğiniz takdirde

“Sen bu işi doğru dürüst yapamaz-

sın.” mesajını vermiş olursunuz.

Sonuçta çocuk her şeyi sizin yap-

manıza “izin vermek”le kalmayıp

artık ev işlerine yardımcı olma-

yı da reddedecektir. Ya da reddet-

mek yerine verdiğiniz görevi istek-

siz ve bezgin şekilde yapacaktır.

İlk aşamada yavaş davranabi-

lir ve işi aksatmaya meyilli olabi-

lir, ara ara yumuşakça hatırlatın,

güdüleyin. Eğer zamanlamada so-

run yaşıyorsa başı sonu belli bir

süre tanıyarak verilen işi o süre-

de bitirmesini isteyin. Aksi halde

genellikle görevi, sevdiği işlerden

sonraya erteleyecektir. Zama-

nı ayarlayamıyorsa birlikte gün-

lük program hazırlayabilirsiniz.

Bu çizelge onun katkılarıyla oluş-

malıdır ki, programa uyması daha

kolay olsun. Yetiştiremediğin-

de, kıyamayıp onun görevini üst-

lenmeyin ve yarım işini tamamla-

mayın. Bu şekilde şunu öğretmiş

olursunuz: “Eğer bitiremiyorsan,

sıkıldığın noktada işi bırak, biri

gelip tamamlayacaktır.” Ona ve

kardeşlerine seçenek sunabilirsi-

niz. Böylece her biri daha çok zevk

alacakları görevlere talip olabilir-

ler. Bu arada paylaşımın adaletli

olmasını da sağlayın. Ona hangi

sorumlulukları verebileceğinizin

basit bir ölçüsü vardır. Eğer çocuk

o işi kendi başına yapabiliyorsa

(istisnai haller dışında) onun adı-

na bunu siz yapmamalısınız. Me-

sela 4–5 yaşlarında bir çocuk ra-

hatlıkla kendi yemeğini yiyebilir,

tabağını mutfağa götürebilir. Kir-

li giysilerini, kirli sepetine atabilir,

yatağını (sizin kadar mükemmel

olmasa da) düzeltebilir, oyuncak-

larını toplayabilir.

Okul çağı çocukları ise buna

ilaveten anneye yardımcı olmak,

sözgelimi sofra kurmak ve topla-

mak, çamaşır asmak veya topla-

mak, çöpü çıkarmak, küçük kar-

deşlerle ilgilenmek ve kendine

bazı yiyecekleri hazırlayabilmek

gibi işleri rahatlıkla yapabilirler.

Unutmayın, bunlar çocukta so-

rumluluk duygusunu ve temel be-

cerileri geliştirdiği gibi özgüvenini

de artıracaktır. Çünkü kendi ken-

dine yetmesinin önünü açmışsı-

nızdır ve en temel ihtiyaçları için

dahi kendini büyüklere bağımlı ve

çaresiz hissetmez.

Ona kendisinin seçeceği bir

saksı çiçeği alın ve bakımının so-

rumluluğunu ona verin. Büyü-

mesini birlikte takip edin. Müm-

künse birlikte belirleyeceğiniz bir

ev hayvanı edinin ( kuş, balık, su

kaplumbağası vs.) İsmini o versin,

hayvan onun olsun ve besleme gö-

revini üstlensin. Çocuğu girişimci

tavırlarında tebrik edin, gerekirse

ödüllendirin. Ancak şu işi yapar-

san şunu veririm gibi rüşvetçi bir

tavır içine girmeyin. Çocuğunuz

hayat boyunca çeşitli sorunlar ya-

şayabilir. Bunları çözümleyemedi-

ği zaman onun adına hemen çö-

züm üretmeyin. Bu şekilde onun

sorun çözme yeteneğinin gelişme-

sini engellemiş olursunuz. Sade-

ce yol gösterici olun ve teşvik edin.

Ayrıca yaptıklarının sonuçlarıy-

la yüzleşmek sorumluluk almanın

şartıdır. Yaptığı veya yapmadığı

şeylerin doğal sonuçlarıyla yüzleş-

mek başlı başına öğretici bir etki-

ye sahiptir.

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

Page 30: 149 - Somuncu Baba Dergisi

57

SARIKLI MÜCAHİDLERİÇANAKKALE’NİN

Mart 201356

Çanakkale Savaşı esna-

sında aziz vatanımızın

hemen her bölgesin-

deki şeyhler, müderrisler, âlimler

de tekke, zaviye ve medreseleri-

ni kapatıp cepheye koşmuşlardır.

Ulema sınıfının temsilcisi seçkin

din adamları, dersi ve tedrisatı

yarıda kesip dervişleriyle birlikte

fiilî mücadeleye atılmışlar ve pek

çok muharebede ateş hattında

büyük bir mücahede ortaya koy-

muşlardır.

Manevî Komutan: Ahıskalı Ali Haydar

Efendi

Çanakkale’de eşsiz kahraman-

lıklar sergileyen dervişlerin ba-

şında İstanbul İsmet Efendi Tek-

kesi ve şeyhi Ahıskalı Ali Haydar

Efendi’nin dervişleri gelmiş-

tir. Beraberinde pek çok müri-

di olduğu halde savaşa katılan Ali

Haydar Efendi, uzun süre cephe-

de görev yapmış, askerlerin moral

ve maneviyatının yükselmesinde

büyük katkıları olmuştur. Hatta

savaşın ‘manevî komutanı’ olarak

nitelendirilecek ölçüde emsalsiz

bir vazife üstlenmiştir. Buna dair;

kabri Afyon’a bağlı Başmakçı

İlçesi’nde bulunan merhum Kadi-

ri Şeyhi Hacı İbrahim Efendi’nin

naklettiği şu hatıra mühimdir:

“Harbin en şiddetli günlerin-

den biriydi. Böyle bir günün son-

rasında siperde zikirle meşgulüm.

Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden

‘Hayy’ esmasındayım. Hayy es-

ması, Hayy Hayy Allah diye çe-

kilir. Kalbime birden geldi ki,

‘Bu ordunun komutanı belli, ama

manevî mücahitlerin, şühedanın

komutanı kim?’ diye düşündüm.

Tüm zikir süresince bu hal devam

etti. İşte, bu merak ve hayret içeri-

sinde ben de, bu mücahitlerin ser-

darını merak edip duruyordum.

Bir gece, mana âleminde, muaz-

zam bir ordu gördüm. Ordunun

komutanı bir beyaz atın üzerin-

deydi. Komutanda öyle bir heybet

vardı ki, gözlerinden çıkan ışıklar

ile gözlerim kamaşmıştı. O sırada

şeyhimi gördüm. Efendi Hazret-

leri atın üzerindeki ordu komu-

tanını göstererek şöyle buyurdu:

‘İşte, merak ettiğin Çanakkale’nin

manevî mücahitleri, işte bu da

Çanakkale’nin manevî komutanı!’

Birden sıçradım, baktım ki siper-

deyim. Aynı yerimdeyim, anla-

dım ki bir mana yaşamışım. Hali-

me şükrettim ve o simayı beynime

kazıdım. Ama nerede olduğunu ve

kim olduğunu bilmiyordum.

Çanakkale Harbi bit-

ti. İstanbul’a döndüm. Fatih

Camii’ne gittim. Namazımı kılar-

ken bir taraftan da kendime hoca

bakacaktım. Caminin içerisi ade-

ta sarık deryası gibiydi. Namaz-

dan sonra Sultan Fatih’in ve Ya-

vuz Sultan Selim Hazretlerinin

türbelerini ziyaret ettik. Ziyaret-

ten dönerken, yüksek kapılı bir

tekkeden birisinin çıktığını gör-

düm. Elinde asası, başında beyaz

sarığı vardı. Muazzam bir heybe-

te sahipti. Birden göz göze gel-

dik. Kendimden geçtim, hemen

ellerine sarıldım. ‘Aman efendim,

siz manevi komutansınız.’ deme-

me ramak kalmıştı ki; ‘Evlat, sus!’

buyurdu. Ben, şaşkınlıktan ba-

kakaldım. Oradaki bir dervişe

sordum: ‘Bu zat kimdir?’ ‘Mus-

tafa İsmet Efendi Tekkesi Şey-

hi, Ahıska göçmenlerinden Ali

Haydar Efendi.’ Meğer Çanak-

kale Harbi’ne manevî komutan

olarak tayin edilen zat, Ali Hay-

dar Efendi Hazretleri imiş.”

Derviş Ahmet Efendi ve Sırlı Rüyası

Ali Haydar Efendi’nin naklet-

tiği, Çanakkale’nin manevî cephe-

sine dair bir başka sırlı olay da şöy-

ledir: “Çanakkale Savaşı’nın en çetin çarpışmalarının yaşandığı günlerden biriy-

di. Haydar Efendi’nin şeyhliğin-

de bulunan İsmet Efendi Dergâhı

dervişlerinden Mülâzım-ı evvel

(Yedek Subay) Ahmed Efendi’nin

birliğinde cephane bitmişti. Ge-

rideki birliklerle irtibat kopmuş,

yardım ümidi tamamen tükenmiş

ve de askere dağıtılmak üzere ne-

fer başına on yedi mermi kalmıştı.

Şehitlikten ya da teslim olup esir

düşmekten başka yol görünmü-

yordu. Ahmed Efendi, geceyi göz-

yaşları içinde ibadet ve dua ile ge-

çirir. Bütün gün savaşmanın verdiği yorgunlukla bir ara ken-

Tarihİsmail ÇOLAK

Page 31: 149 - Somuncu Baba Dergisi

ESKİŞEHİR GÜZELLEMESİ

Kadim şehirlerden önde gelensinGöklerde süzülen al Eskişehir!...Yunus ikliminden çağa gülensinBirlik kovanında bal Eskişehir!...

Kabalak’ın suyu akar durulmazÇalışkandır şehir, asla yorulmazMisafire neden, niçin sorulmazMâzinin omzunda şal Eskişehir!...

Mihalıççık’tadır Yunus mezarıOnun yolundadır şair, yazarıZamana yenilmez OdunpazarıHüzünkâr nağmeler çal Eskişehir!...

Zenginlik say bor’u, lüle taşınıBütün dünya bilir, tanır aşınıMağrur ol ey şehir, kaldır başını!...Beni enginlere sal Eskişehir!...

Ne hoştur tarhana, toyga çorbasıKatlama böreği, kelem dolmasıHaşhaşlı çöreği, nuga helvasıKendin ol, hep kendin kal Eskişehir!...

Hüzün harman harman tren garındaGurbete düşeni yakar nârındaSeni görmek gerek ilkbaharındaYorgunluk kahvemde fal Eskişehir!...

Asalet var eski şehrin soyundaKız kızanı zeybek oynar toyundaZaman akıp gider Porsuk Çayı’ndaHayat ağacında dal Eskişehir!...

M. Nihat MALKOÇ

Mart 201358 59

dinden geçer. Rüyasında karşı te-

peden iki pir, Ahmed Rufaî Haz-

retleri ile Abdülkadir-i Geylânî

Hazretleri kol kola girmiş, kendi-

lerine doğru gelmektedirler. Gelir-

ken de sürekli şu cümleyi tekrar-

lamaktadırlar: ‘İzâ kaale’l abdü Ya

Rab, kaal’allâhü lebbeyk ya abd.’

(Kul Ya Rab dediği zaman, Allah

der ki, buyur ey kulum.)

Ahmed Efendi, komuta kade-

mesindeki arkadaşlarına ve erata,

sabah olur olmaz gördüğü rüyayı

anlatır. Kendisinin teslim olmayıp

savaşacağını söyler ve onların da

bu husustaki fikirlerini sorar: ‘Ev-

latlar, ben teslim olmam, ama siz

ne dersiniz, burada hepimizin akı-

beti mevzubahis?’ Birlikteki erler,

rüyayı ağlayarak dinledikten son-

ra, hep bir ağızdan tereddütsüz ce-

vap verirler: ‘İsterseniz kalan on

yedişer mermiyi de dağıtmayın,

biz süngülerimizle düşmana hü-

cum ederiz!”

O gün 150 er ve üç subay, mer-

mileri kalmadığı için süngüleri,

kanları ve canları ile bulunduk-

ları mevkii kahramanca müdafaa

ederler. Bu sayede, Türk mevzile-

ri arasında bir koridor açıp iler-

lemek isteyen düşmanın oyunu

bozulur. 5. Topçu Alayı, 2. Top

Bataryası’nın 5 Haziran 1915 günü,

Çanakkale Harbi’nin dönüm nok-

talarından olan bu mücadelesinin

hatırası, Gelibolu’nun Soğanlıde-

re mevkiinde Son Ok Şehitliği’nde

yaşamaktadır.

Şeyh Şamil’in Torunu Abdullah Dağıstanî

Efendi

Abdullah Dağıstanî, 1891’de

Dağıstan’da dünyaya gelmiştir.

Nakşibendî tarikatının mürşitle-

rinden olan dayısı Şerafeddin

Dağıstanî Hazretleri tarafından

küçüklüğünden beri özel bir iti-

na ile yetiştirilmiş ve ruhî-manevî

eğitimini tamamlamıştır. Abdul-

lah Efendi, yirmi iki yaşına ayak

bastığında Birinci Dünya Savaşı

patlak vermiş ve o da diğer mür-

şit, mürit ve dervişler gibi cep-

henin yolunu tutmuştur. Şeyh

Şamil’in torunlarından birisi ola-

rak İmam Şamil’in destansı ciha-

dını Çanakkale Cephesi’ne taşı-

yacak ve onun temsilcisi sıfatıyla

harikalar sergileyecektir. Dilerse-

niz bundan sonrasını, yaralanma-

sını ve cephede başına gelen ola-

ğanüstü bir hali bizzat Abdullah

Dağıstanî Efendi’nin ağzından

dinleyelim:

“Beni asker olarak Çanak-

kale Savaşı’na götürdüler. Düş-

manlar tarafından yoğun bir ta-

arruz başlatılmıştı. Takriben yüz

kadarımız bir siperi savunmak

için ateş hattında kalmıştık. Ben,

uzak bir mesafeden, bir ipliği bile

vurabilecek kadar mükemmel bir

nişancıydım. Sayıca, bulundu-

ğumuz mevkii savunmaya muk-

tedir değildik ve şiddetli saldırı

altındaydık. Bir merminin kal-

bime saplandığını hissettim ve

ölümcül bir şekilde yaralanarak

yere düştüm. Ölüm hali dene-

cek bir şekilde yerde uzanırken

Peygamber (s.a.v.)’in bana doğru

geldiğini gördüm. O an ruhumun

vücudumdan nasıl ayrıldığını

gösteren bir hal yaşadım. Ruhu-

mun parmaklarımdan başlaya-

rak tek tek her hücremden na-

sıl çıktığını gördüm. Hayat geri

çekilirken vücudumda ne kadar

hücre olduğunu, her hücrenin

fonksiyonunu, her hücredeki her

hastalığın nasıl iyileşeceğini gö-

rebildim. Her hücrenin nasıl zik-

rettiğini işittim. Ruhum bede-

nimden uzaklaşırken, bir insanın

ölürken neler hissedeceğini biz-

zat görerek öğrendim. Ölümün

çeşitli durumları gözümün önü-

ne getirildi. Bu ölüm ahvalini se-

yirden hoşlanıyordum. Bu haller

benim, şu Kur’an ayetinin sırrı-

nı anlamamı sağladı: “Kendile-

rine bir musibet geldiğinde ‘Biz

Allah’a aidiz ve elbette ona dö-

neceğiz.’ derler.” (2/Bakara, 156)

Ruhum bedenimden ayrılır-

ken, son nefesimi verinceye ka-

dar o görünümün devam ettiğini

gördüm. Bununla beraber o de-

neyimi yaşarken ruh olarak can-

lıydım ve bu tecrübe beni, ölüm

halinin sırrını anlamaya mukte-

dir kıldı. Manevî hallere ait gö-

rünümler kaybolduğu zaman,

savaş alanındaki ölü gibi halimi

ve yaralı olanlara bakan doktor-

ları fark ettim. Sonra onlardan

biri beni işaret ederek şöyle dedi:

‘Şu yaşıyor, şu yaşıyor!’ Konuşa-

cak veya hareket edecek gücüm

yoktu ve vücudumun yedi gün-

dür orada bulunduğunu idrak et-

tim. Beni askerî hastaneye götür-

düler, sağlığım yerine gelinceye

ve tam olarak iyileşinceye kadar

tedavi ettiler. Sonra beni terhis

ederek tekrar köyümüze gönder-

diler.”

Konuyla ilgili daha geniş ma-

lumatı 2008 yılında Nesil Ya-

yınlarından çıkan “Okuldan

Çanakkale’ye: Mahşerin İrfan

Ordusu” kitabımızda bulabilirsi-

niz.

Page 32: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201360 61

Kâinatın en müşerref varlığıdır

insan… Doğuştan gelen say-

gınlığı ve değeriyle tüm canlı-

larla olduğu gibi diğer insanlarla da aynı ortamı

paylaşmak gibi bir sorumluluğa soyunmuş eşref-i

mahlûkattır. Çok bilinmeyenli bir denklem mesa-

besinde olan insan fıtratı gereği sosyal bir varlık

olmakla birlikte manevî açıdan da başka insanla-

ra muhtaçtır. Sağlık, huzur, zenginlik ve mutlu-

luk arar, bunları da diğer insanlarla birlikte güzel

ilişkiler kurarak elde eder. Farklı hasletlere sa-

hip olan insan aynı zamanı ve mekânı paylaştığı

mahlûkatı sever, özler, âşık olur, kin tutar, kızar,

nefret eder… Onlarla birlikte çalışır, onları yöne-

tir, öğrenir, eğitir, eğitilir vb. ailevî, sosyal ve iş or-

tamlarında önemli roller üstlenir. Hülasa, insan,

her daim, başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacı du-

yar.

Sağlıklı İletişim ve Diyaloga Dair

Kâinatta nesneler ve canlılar arasında daima

bir iletişim ve bir alışveriş söz konusudur. Her

mahlûkat gibi insan da hayatını idame ettirdiği

müddetçe ömrünün her aşamasında diğer insan-

larla sağlıklı iletişim kurma ihtiyacı hisseder. Bu

ihtiyaç, giderek toplumda yalnızlaşan ve kabuğu-

na çekilen insan için daha zaruri hale gelmekte-

dir. Birçok insanın hayatında başaramadığı olgu-

ların en önemlilerinden birisidir sağlıklı iletişim.

Eksikliğinde, insanlar arası arbedeler oluşur. Kişi-

lerde rahatsızlıklar meydana gelir, hatta devletler

bazında gerginliğe bile zemin oluşturur. Öyle ki

kişiler arasındaki iletişim yoksunluğundan, kar-

şılıklı yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan prob-

lemler neticesinde iletişim kazaları ve haliyle

gönül kırıklıkları oluşmaktadır. Bu durum insan-

İLETİŞİMİN AYAK BAĞI

YANLIŞ ANLAMALAR

KültürSemih KAÇAR

ların yaşamlarında mutsuz olmalarına sebebiyet

vermektedir. Her insan ilgi görmeyi, değer veril-

meyi, sevilmeyi ve sayılmayı ister. Bu değerlere

ters düşen sözler ve davranışlar dost, arkadaş kay-

bına neden olan iletişim kazalarına sebep olmak-

tadır. İletişimde yaralayıcı sözlerden sakınarak,

dost kazanımı ve insanların gönlünü hoş etme an-

layışı göz önünde bulundurularak sağlıklı bir şe-

kilde gerçekleşmesiyle istenilen amaçlara ulaşılır,

başarılar elde edilir, güzel muhabbetler tezahür

eder ve her iki tarafta mutlu ve huzurlu olur.

Yanlış Anlama ve Algılama

İletişim yoksunluğundaki temel nedenlerden

biridir söylenileni yanlış anlama ve algılamalar.

Yanlış anlama ve algılama nihayetinde asıl konu-

dan uzaklaşılmakta belki de en basit bir durum gi-

rift bir hale gelerek deyim yerinde ise arapsaçına

dönmektedir. Öyle ki, çoğu kişi meramını anlata-

mamaktan muzdariptir. Kendini istediği gibi ve

net ifade edememesinden dolayıdır ki konuşma-

larımızda “Açıkçası”, “Öyle demek istemedim.”,

“Bunu da nereden çıkardın?”, “Beni bir sen an-

ladın onu da yanlış anladın.” gibi cümlelere sık-

lıkla başvururuz. Buna en güzel misallerden biri

de eski Türk filmlerindeki repliklerdir. “Bir daki-

ka Tarık, durum senin sandığın gibi değil!” diyen

âşıklar…

Diyalog halindeyken insanların yanlış anlama-

larına neden olan belirli ihtimaller vardır. İki kişi

arasında geçen sözlü iletişim esnasında taraflar

bu ihtimallerle diyaloglarını gerçekleştirirler. İle-

tişim esnasında bu ihtimaller Sylviane Herpin’in

dediği gibi:

Page 33: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201362 63

Düşündüğünüz

Söylemek istediğiniz

Söylediğinizi sandığınız

Söylediğiniz

Karşınızdakinin duymak istediği

Duyduğu

Anlamak istediği

Anladığını sandığı

Anladığıdır.

Dolayısıyla, insanların sizi yanlış anlaması için

önlerinde en az 9 ihtimal vardır!1

Aynı zamanda söylemek istenilenden çok kişi-

lerin içerisinde bulundukları psikoloji onları yan-

lış anlama tuzağına düşürmektedir. Dikkat edilmesi

gereken, iletişimin sağlıklı olması için burada sizin

anlatmak istediğinizi karşı tarafın doğru anlayıp an-

lamadığı ve karşınızdakini de sizin doğru anlama-

nızdır. Bu duruma en güzel örnek Anadolu’da yaşa-

nılan bir hadise olsa gerektir:

“Devletin, meçhul devlet yöneticileri tarafından

sömürüldüğünün halkta dilden dile dolaştığı ve hal-

kın bu duruma ateş püskürdüğü bir dönemde dev-

let erkânından üst düzey yöneticiler Anadolu’da bir

köye bir mevzuu yerinde inceleme hususunda ziya-

rette bulunacaklardır. Devlet erkânın geleceğini du-

yan yaşlı bir teyze devlete dolayısıyla erkânına olan

saygı ve sevgisinden dolayı günler öncesinden tür-

lü türlü hazırlıklar yapar. Gün gelir devlet yetkilileri

köye ulaşır ve çalışmalarını tamamlar. Yaşlı teyze

köy muhtarına günler öncesinden hazırlık yaptığı-

nı ve devlet erkânına sofralar hazırladığını ve mi-

safirlerin davetlisi olduklarına dair haber ulaştı-

rır. Gün içerisindeki yolculuk ve sıcaktan dolayı

mahmur olan misafirler teyzenin bu isteğini geri

çevirmez ve davete icabet ederler. Misafirlere ilgi

büyüktür. Anadolu’ya özgü yemekler ile sofralar

kurulur. Gün içerisindeki yolculuk ve telaştan bit-

kin düşen misafirler yemekleri yemede ağır davra-

nır hatta doğru düzgün yemek yiyemezler. Bu du-

rumu gören yaşlı teyze misafirlere hitaben;

- Yiyin utanmazlar yiyin, der.

Ufak bir şok geçiren misafirler ağızlarındaki lok-

mayı zar zor yutkunarak ellerindeki kaşıkları bıra-

kırlar ve yaşlı teyzeye hazırlıklarından ötürü teşek-

kür ederken yaşlı teyze halisane niyetle;

- Neden yemiyorsunuz efendiler! Hayır, siz ye-

mezseniz ahırdaki hayvanlara vereceğiz, der.2

Yukarıda yaşanılan olayda devlet erkânı içerisin-

de bulunmuş olduğu psikolojik baskının yanı sıra

gün içerisindeki yorgunluk nedeniyle saf ve iyi ni-

yetli teyzenin sözlerini yanlış anlamışlardır. Esasen

misafirlerin utandığını düşünen teyze onları rahat-

latmak ve çekingen davranışlarının önüne geçe-

bilmek maksadıyla utanmamaları gerektiğini dile

getirmeye çalışmıştır. Ayrıca teyze, arta kalan ye-

meklerin bir taraftan ziyanını engellemek bir taraf-

tan da evcil hayvanların besinlerini karşılamak dü-

şüncesi içerisindedir. İlk küçük çaplı şoku yaşayan

misafirler teyzenin halis niyetli ikinci sözünde ise

değersiz olduklarını, hayvanlara verilen yemeğin

aynısını kendilerine de sunulduğu vb. yanlış algıla-

ma hatasına maruz kalmışlardır.

Yanlış Anlama Seviyesini En Aza İndirebilme

Yanlış anlama insanın kişiler arası münasebetle-

rinde sıklıkla düşmüş olduğu hatadır. Yanlış anla-

şılma durumunda olayları, diyalogda bulunan kişi-

ler (söyleyen ve dinleyen) açısından değerlendirmek

gerekmektedir. Öyle zamanların olur ki aynı konuyu

ve aynı düşünceyi savundukları halde söylenilmek

istenenin yanlış anlaşılmasından dolayı sohbetin

boyutu hararetli tartışmalara kadar vardığı gözlem-

lenmiştir. Bu tarz iletişim çatışmalarımızda temel

sorun anlaşılmamak -anlamamak değil- yanlış anla-

mak ve yanlış anlaşılmaktır. İletişimin daha sağlıklı

olması için yanlış anlama problemini tamamen yok

etmek oldukça zordur. Fakat kendimizi en iyi şekil-

de ifade edersek yanlış anlaşılabilme oranı en az se-

viyeye inecektir. İşte bunun için sizlere birkaç yön-

tem sunabiliriz.

Dolaysız İfade: Bir insanı sevdiğiniz ya da on-

dan rahatsızlık duyduğunuz halde bunu kendisi-

ne ifade etmezseniz, bu kişi kendisi hakkındaki dü-

şüncelerinizi yanlış yorumlayabilir. Bu da iletişimde

önyargıların oluşmasına ve kişinin farklı davranış-

lar sergilemesine sebebiyet verir.

Açık İfade: Açık bir mesaj, düşüncelerini-

zi ve duygularınızı olduğu gibi yansıtır. Mesaj açık

olmazsa, karşınızdaki tam olarak ne demek istedi-

ğinizi anlayamaz. Kendi bilinçaltı ve duygularıyla

söylemiş olduğunuzu anlamlandırmaya çalışır. Bu

yüzden konuşmanızda açık ve net ifadeler kullan-

manız faydalı olacaktır.

Anında İfade: İçinize atmak yerine söyleme-

yi tercih ettiğinizde işiniz kolaylaşacaktır. Çünkü içi-

nizde barındırdığınız zaman bu sizleri yıpratmakta,

diğer davranış ve düşüncelerinizi etkilemekte ve ba-

zen de başka biriyle olan iletişiminize zarar vermek-

tedir.

Dürüst İfade: Saklı amaçlarınızın olması, kar-

şınızdaki insanla iletişiminizi zedeleyecek ve güven-

sizlik ortamı oluşturacaktır. Söyle-

diklerimiz ve bunların gerekçeleri

birbirleriyle tutarlı olmalıdır.

Sakin İfade: Kendinizi, kar-

şınızdakini kırmadan, onu tehdit

edermişçesine ya da tartışma baş-

latmak istiyormuş görüntüsü ver-

meden ifade edin. Sizin niyetinizin

iyi olduğuna ve kurulan iletişimin

yapıcı olduğuna inandırın.

Nasıl söylediğimiz: Kuşkusuz ki yapılan araş-

tırmalar neticesinde söylenilenden çok söyleme şek-

limiz dinleyici üzerinde reaksiyon oluşturduğu so-

nucu ortaya çıkmıştır. Asık bir surat ve sert bir

tonlamayla ifade etiğimiz zaman kişiler bizim bu be-

den dilimiz ve tonlamamızı baz alarak iletişimi sür-

düreceklerdir. Buna örnek olarak, bir çocuğa asık

surat ve sert bir tonlama ile konuştuğumuzda “Ne

tatlı şekersin sen.” desek bile çocuk korkup çekine-

cektir. Fakat bu çocuğa yumuşak bir yüz ifadesi ve

naif bir tonlamayla ”Maşallah yerim seni, seni döve-

rim, çirkin.” dediğimizde bile bu çocuğun yüzünde

tebessüm kaçınılmaz olacaktır.

Kişinin kendisini görmek istediği gibi hi-

tap etmek: Başkalarının kendilerine nasıl davran-

ması gerektiğini belirler insan. Kendisini görmek

istediği gibi iletişimin seyrini sürdürürsek hem ça-

tışmadan sakınır hem de karşı tarafı hoşnut ede-

riz. Misal olarak; Paris’te yaşamış, büyük bir şap-

kası ve dirseklerine kadar eldivenleri olan kendini

hanım hanımcık gören, hanımefendi tarzında hita-

betten hoşlanan ve kendisine böyle davranılmasını

isteyen bir yaşlı bayana kalkıp, teyzeciğim hoş gel-

diniz diyerek hitap etmemiz elindeki şemsiyeyi başı-

mıza vurması gibi bir talihsiz olayla sonuçlanabilir.

Tabii bununla birlikte yanlış anlama da söyleyen

kadar dinleyenin de bu hataya düşmemesi için dik-

kat etmesi gereken noktalar vardır. Zira iletişimin

en kırılgan noktası dinlemektir. Yanlış anlamalarda

dinleyenin de bahsi geçen konudan haberdar olması

gerekmektedir. Söylenenlerin anlaşılması, dinleye-

nin bilgi ve anlayış yeteneğine bağlı kalır. Dinleyen,

ne denmek istendiğini çaba göstererek anlamalıdır.

Zira “Söyleyenden dinleyen arif gerek.”3Bununla be-

raber kişinin aslında ne anlatmak istediğine odak-

lanılmalıdır. Ayrıca kişi içerisinde bulunduğu psi-

kolojik durum neticesinde yaşamış olduğu farklı

problemleri ister istemez üslubuna yansıtır. Çatış-

maya girmemek için nasıl söylediğine değil ne söy-

lemek istediğine yönelmek ve bunu anlamlandır-

mak daha sağlıklı olacaktır. İletişim kazalarınızın ve

yanlış anlamalarınızın az olduğu bir yaşam geçirme-

niz dileğiyle…

1 SylvianeHerpin İletişimde Yanlış Anlaşılmalar Üzerine2 Anonim…3 http://tdkterim.gov.tr

Dipnot

“Anında İfade: İçinize atmak yerine söylemeyi tercih

ettiğinizde işiniz kolaylaşacaktır. Çünkü içinizde

barındırdığınız zaman bu sizleri yıpratmakta, diğer

davranış ve düşüncelerinizi etkilemekte ve bazen de başka

biriyle olan iletişiminize zarar vermektedir.”

Page 34: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201364 65

KİTAPLIK

Muhteşem Türk Zaferleri

Muammer Yılmaz

Akçağ Yayınları

Tel: 0312 432 17 98

Şiirler-

Dörtlemeler

Feyzi Halıcı

Tel: (312) 210 00 20

Tevbeyi Yaşayanlar

Said Demirtaş

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Sükûtumu İkrar

Sananlara

Mehmet Sertpolat

Ravza Yayıncılık

Tel: 0212 481 94 11

Nefsini Bilen Rabbini Bilir

İbn Arabî

Tercüme ve Şerh:

M. Es’ad Erbili

Hayykitap

Tel: 0212 352 00 50

ABİDELERİ ŞİFAHANELER

ŞEFKAT

KitapEsma TOK

Selçuklu ve Osmanlılar döneminde

yaptırılan bugünün eğitim ve araştır-

ma hastaneleri diyebileceğimiz, pek

çok şifahane başka bir deyişle darüşşifalar, Şefkat

Abideleri Şifahaneler adıyla Abdullah Kılıç’ın edi-

törlüğünde çeşitli üniversiteler-

den akidemisyenlerind e katıldığı

bir yazar kadrosu tarafından ha-

zırlanarak nefis fotoğraflarla süs-

lenmiş bir kitap haline getirildi.

Kitap 25cm en, 30cm boy, 3 cm

kalınlığında olup 336 sayfadır.

Renkli, Türkçe ve İngilizce olarak

basılmıştır.

Darüşşifalar, şifaevi, şifaka-

pısı, sıhhat yurdu olarak da ad-

landırılmıştır. Bunların en büyük

özellikleri; sultanlar, devletin ile-

ri gelenleri tarafından genellik-

le işlek yollar üzerinde inşaa et-

tirilmiş hayır kurumları olmalarıdır. Darüşşifaları

kurduran kişiler aynı zamanda güçlü vakıflar ku-

rarak bu şifa evlerinin devlete yük olmadan kendi

kendilerini ayakta tutmalarını sağlamışlardır. Şifa

kapıları hiç bir din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin

insanlığa hizmet etmiştir.

Darüşşifalarda verilen hizmetin kalitesini an-

lamak için Evliya Çelebi’nin Seyehatnamesi’nde

Fatih Darüşşifası’ndan sözederken şunları söy-

lediğini kitaptan okuyoruz:

“Dersiam, hekimbaşısı ve

cerrahbaşısı vardır. Gelen ve

giden yolculardan bir âdem

haste-hal olsa tımarhaneye

(hastaneye) getirüp ana hiz-

met ederler. Vaziyetine mü-

nasip ilaçlar verirler. Sırma-

lı ve ipekli gecelikleri vardır.

Her gün iki kez hastalara çeşit

çeşit lezzetli yemekler pişirir-

ler ve dert sahiplerine yemek

dağıtırlar. Vakfı öyle kuvvet-

lidir ki mutfağında keklik, tu-

raç ve sülün kuşlarının eti bu-

lunmaz ise bülbül, serçe ve

güvercin pişüp hastalara verile diye evkafnamele-

rinde yazılmıştır. Hastalara ve divanelere def’i cü-

nun içün mutruban, hanendegan tayin olunmuş-

tur. Ve avretler ve kefareler içün başka bir köşe

tımarhanesi (hastahanesi) vardır”.

Darüşşifalarda tedavi kesinlikle pa-

rasızdı. Hastaneye gelen hasta kapıcı ta-

rafından içeri alınır ve yıkanabilecek du-

rumda ise hamamda yıkanır ve hastane

kıyafeti verilirdi. Hastanın yakını varsa

hastanın eşyaları ona teslim edilir, yok-

sa hastanın eşyası emanete alınır, her

şey kâtip tarafından kaydedilirdi. Hekim

hastaneye gelidiğinde hastayı muayene

eder teşhisini yaptıktan sonra nerede ya-

tacağını tespit ederdi. Bütün muayene-

lerde diğer hekimler ve tıp öğrencileride

yer alırdı. Darüşşifalarda tedavi için idrar

muayenesi, nabızla teşhis, diyet, kirli ka-

nın atılması ve göz hastalıklarının tedavi-

si gibi uygulamaların yapıldığını öğreni-

yoruz. Bunlara baktığımızda Avrupa’nın

karanlık çağı yaşadığı dönemde şifahane-

lerde modern tıp eğitimi verildiği ve has-

taların dönemin şartları içerisinde en iyi

şekilde tedavi edildiğini görüyoruz.

Kitabı incelediğimizde medeniyeti-

miz adına ne kadar önemli bilgiler edin-

diğimizi anlıyoruz. Kitapta yer alan şifa-

hanelerin, tıp tarihi, sanat tarihi ve kültür

tarihi açısından bir bütün olarak ele alın-

dığı, mevcut yapıların yerinde incelendiği,

eserlerin görülerek ve uzmanların fikirle-

ri alınıp incelenerek, fotoğraflarla destek-

lendiği yazılmaktadır. Fotoğraflara bak-

tığımızda bunların sıradan inşaa edilmiş

yapılar olmadığını, dönemlerinin şahe-

serleri olduğunu görüyoruz. Medeniyeti-

miz adına çok yönlü bilgiler ediniyoruz.

Adeta insanlığımızı, pek çok hasletlerimi-

zi bize hatırlatıyor. Selçuklu ve Osman-

lı coğrafyasını düşürsek neredeyse tüm

dünyaya hizmet ettiğini rahatlıkla söyle-

yebiliriz.

Kitapta sadece bugünkü sınırlarımız

içinde kalan şifahaneler tanıtılmıştır.

Bunların bile ayrıntılarına giremeyeceği-

miz için sadece dönemlerini ve bulunduk-

ları illeri belirteceğim. Kitabı edinmeniz

veya darüşşifaları yerinde görebilmeniz

dileğiyle.

Page 35: 149 - Somuncu Baba Dergisi

67

SOSYAL BİR FELAKETTİRİFTİRA

Mart 201366

İftira ile İmtihan Olanlar

Yüce Allah, insanı en güzel

bir şekilde yaratmış, onu yer-

yüzünün halifesi kılmış, ona şe-

ref ve izzet bahşetmiştir. Kur’an,

güvenilir insanların hüküm sür-

düğü huzurlu ve emniyetli bir

toplumu, barış içinde bir dün-

yayı büyük hedef olarak belir-

lemiştir. Dolayısıyla buna engel

olacak her kötülüğü yasaklamış-

tır.

Kur’an, insanların birbirinin

hukukuna saygı duyduğu, şeref

ve haysiyetlerin korunduğu hu-

zurlu bir toplumu gaye edinir.

Dolayısıyla ferdin ahlâkî eğiti-

mine büyük önem verir. Çün-

kü fert, toplumun yapı taşların-

dan biridir. Ferdin, olumlu veya

olumsuz davranışları, öngörü-

len huzurlu toplumu aynı oran-

da etkiler. Bu sebeple ferdin iyi

ve kötü davranışlar konusunda

bilgilendirilmesi, iyiliğe özen-

dirilmesi, kötülükten sakındı-

rılması gerekir. Kur’an-ı Kerim,

öngördüğü bu toplumu oluştur-

mak için fertlere doğru ve güzel

davranışları emreder, kötü ve

çirkin davranışlardan da kaçın-

malarını ister. Kur’an, bu doğ-

rultuda bütün bu kötü vasıflar-

dan fertleri sakındırmıştır.

Kur’an, peygamberlerin kıs-

salarını naklederken zaman

zaman onların maruz kaldı-

ğı iftiraları da anlatmaktadır.

Kur’an’da, geçmişte, Allah’ın el-

çilerinin ve onlar gibi Kur’an

ahlâkıyla ahlâklanan salih kişi-

lerin tümüne, menfaatperest-

lik, delilik, kendini beğenmişlik,

hırsızlık, zina gibi farklı iftira-

lar atıldığı beyan edilmektedir.

Hz. Yusuf’un hayatı inananla-

rın ve inandığı gibi yaşayanla-

rın uğradıkları bu tür iftiraların

örnekleriyle doludur. Hz. Musa,

Hz. Süleyman ve hatta Hz. Mu-

hammed (s.a.v.), kavimleri ta-

rafından haksız iftiralara uğra-

mış peygamberlerdendir. Aynı

şekilde Hz. Meryem, Peygam-

berimiz (s.a.v.)’in eşi Hz. Aişe

ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in ya-

nında bulunan sahabiler de çe-

şitli iftiralara maruz kalmış

kutlu insanlardır. Bu insanlar

kendilerine yöneltilen iftiraları

her zaman örnek bir sabır ve te-

vekkülle karşılamış, inkârcıların

bu baskılarına aldırış etmemiş

ve Allah’ın emrettiği ahlâkı ya-

şamaya ve insanları da doğru

yola davet etmeye devam etmiş-

lerdir.

Aynı şekilde bir başka

mü’mine iftira atıldığında da

mü’minler, bunu sabır ve te-

vekkülle karşılamışlardır. İfti-

raya uğrayan kardeşleri güzel

bir sabır gösterdiğinde, dünya-

da Allah’ın rahmetini ve ihsa-

nını kazanacağını, ahirette ise

Rabbimizin rızası ve cenneti ile

ödüllendirileceğini ümit ederler.

Mü’minlere söylenen her in-

citici söz, söyleyene geri dönüp

isabet edecek olan azapla so-

nuçlanacaktır. Bir başka deyişle,

mü’minler aleyhine yapılan her

konuşma, her tavır ve her zulüm

mutlaka yapan kişinin dünyada

ve ahirette şiddetli bir pişman-

lık yaşamasına; telafisi olmayan,

içini yakan, onu kahreden bir sı-

kıntı ile karşılaşmasına neden

olacaktır.

İftiracılara Allah Soracak

Allah her şeyi gören, bilen ve

işitendir. Allah’ın dilemesi dı-

İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*

Page 36: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201368 69

şında hiçbir insan başka bir in-

sana en küçük bir zarar verme-

ye muktedir değildir. Hiçbir

müfteri başıboş değildir. Ve hiç-

bir iftira, -iki kişi arasında geçse

dahi- karşılıksız kalmaz. İftira-

yı atan unutsa dahi, onu gören,

işiten ve yaratan Allah unutmaz;

inkârcıların söyledikleri tüm

isyankâr sözlerin, asılsız iftira-

ların, sahip oldukları tüm kötü

düşüncelerin, yaptıkları tüm zu-

lümlerin ahirette hesabını vere-

ceklerdir.

İftira, dinimizde şiddetli

bir şekilde yasaklanmış ve

büyük günahlardan sayılmıştır.

Yapılan iftira ile kul hakkı

ihlal edildiği için hak sahibi

hakkını helâl etmedikçe iftira

eden kişinin Allah tarafından

affedilmesi mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim’in bildirdi-

ğine göre, iftiranın en şiddetli-

lerinden birisi de namuslu ka-

dınlara zina isnat etmektir.

Böyleleri dünyada da ahirette

de lânete uğramışlardır. Onlara

büyük bir azap vardır. İffetli ka-

dınlara zina isnat edip de, dört

şahitle ispat edemeyenlere ceza

olarak seksen değnek vurulaca-

ğı (Hadd-i Kazf), şahitliklerinin

ebediyen kabul olunmayacağı ve

böylelerinin, hak yoldan çıkmış

fasık kimseler olacağı ifade edi-

lir.

Günah işleyen herkes gibi

müfteri de yaptığı bu iftiranın

günahından kurtulabilmesi için,

samimi bir şekilde tevbe etme-

si gerekir. Allah katında yapılan

tevbenin kabul edilmesi için de,

iftiraya uğrayan kişiden helâllik

dilemesi gerekmektedir. Çünkü

iftira, kul hakkına giren büyük

bir günahtır.

Yaşadığımız toplumda tasvip

edilmesi mümkün olmayan bir-

çok davranışa şahit olmaktayız.

Bizlere düşen evvela bu davra-

nışlardan kendimizi korumak,

daha sonra da yanlış davranış ve

alışkanlık içinde olan insanları

bu hallerinden vazgeçirmeye ça-

lışmaktır. Bu konuda da örnek

modelimiz ve rehberimiz tabii ki

Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Şa-

yet bizler, Allah Rasûlü’nün bu

konudaki metot ve prensipleri-

ne uygun olarak kötüler ve kötü-

lüklerle mücadele etme yolunda

gayret gösterirsek, onun başar-

dığı gibi ideal bir toplum mey-

dana getirme girişimlerimizde

başarılı olabiliriz.

İftiranın Zararları

İftira, son derece kötü ve tah-

rip edici bir fiildir. Dolayısıy-

la hem iftira eden hem de ken-

disine iftira edilen kimse için bu

durum çok vahimdir. İftira, sos-

yal bir felakettir. Dolayısıyla ifti-

ranın gerek fert gerekse toplum

hayatında birçok zararı vardır.

Bunları kısaca şöyle açıklayabi-

liriz:

a) Ferdî zararları: İnsanın

şeref ve namusu, hayatta sahip

olduğu bütün maddî şeylerden

önemlidir. İnsanın şeref ve hay-

siyetine yönelik onu toplumda

küçük düşürecek türden maddî

ve manevî yönden zarar vere-

cek her türlü iftira onun malı-

nı mülkünü gasbetmekten daha

büyük bir haksızlıktır. Gasp edi-

len, kaybolan mal, tekrar temin

edilebilir veya yerine yenisi alı-

nabilir ama yaralanan ve lekele-

nen şeref ve haysiyet tekrar iade

edilemez. Haksız yere yapılan if-

tiralar sonucu pek çok kişi ha-

yatta telafi edilemez zararlara

uğramaktadır. İftira yapan kişi

şunu iyi bilmelidir ki, suçsuz gü-

nahsız insanlar aleyhine yapı-

lan her konuşma, her tavır ve

her zulüm mutlaka yapan kişi-

nin dünyada ve ahirette şiddet-

li bir pişmanlık yaşamasına; te-

lafisi olmayan, içini yakan, onu

kahreden bir sıkıntı ile karşılaş-

masına neden olacaktır.

b) Sosyal zararları: İfti-

ra sonucunda insanlar arasın-

daki sevgi ve dostluk bağları za-

yıflar; dayanışma gücü ortadan

kalkar. İnsanlar birbirine güven

duymaz hale gelirler. Bu güven-

sizlik, toplumun sosyal hayatını

tamamen felce uğratarak yıkıcı

bir etki yapar. İftira, toplumdaki

güzellikleri yakıp bitiren bir ateş

gibidir. İftira, toplumda adale-

tin tam olarak etkisini kaybet-

tiği zamanlarda yaygınlaşabilen

sosyal ve ahlâkî bir hastalıktır.

Çünkü adaletsizlik ve takipsiz-

lik, kötü fiillerin yaygınlaşması-

na ve artmasına yol açan bir ba-

şıboşluğa sebep olmaktadır.1

İftiradan Kurtulma Çareleri

Kur’an-ı Kerim’in belirttiği-

ne göre, insan güvenilir olma-

lıdır. Yüce Allah güven telkin

etmeyen bozguncu insanları

sevmez.2 Bozguncu ve fasık in-

sanların getirip haber verdik-

leri şeyler, araştırılıp incelen-

meden kabul edilmemelidir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Müs-

lümanı elinden ve dilinden di-

ğer Müslümanların emin ol-

duğu, zarar göremediği kimse

olarak tarif etmiş3 söz söylerken

yalan söylemeyi, vaad ettiğinde

sözünde durmamayı, kendisi-

ne bir şey emanet edilince, iha-

net etmeyi münafıklık alame-

ti olarak saymaktadır.4 İslâm,

insanlara kötü sözle hitap et-

meyi, onlara lânet edip sövüp

saymayı yasakladığı gibi, in-

sanların kusurlarını başlarına

kakma, su-i zanda bulunma ve

başkalarının ayıplarını araştır-

mayı da hoş görmemektedir.5

Sevgili Peygamberimiz, gerçek

mü’mini; kendisi için sevip is-

tediğini başka insanlar için de

sevip isteyen kişi olarak ni-

telendirmektedir.6 Günahsız

yere insanların azap çekmesine

ve huzursuz olmasına sebep

olmak ne kötü bir davranıştır.

İnsan kendisine yapılmasını

istemediği bir şeyi başkasına da

yapmamalı, üç günlük dünya

için ahiretini yıkmamalıdır.

İşte müfteri, iftiranın kendisine

yapılması halinde, bunun kendi

ruhunda meydana getireceği

tahribatı hesap ederek, bu kötü

huydan vazgeçmelidir. Hata

yapan herkes gibi müfteri de

yaptığı bu iftiranın günahından

kurtulabilmesi için, samimi bir

şekilde tevbe etmesi gerekir.7

İftira, genellikle çıkarları

zedelenen, birine karşı

düşmanlık, kin ve hınç besleyen

veya başkalarıyla rekabet

içinde olan yalan söylemekten

çekinmeyen kötü niyetli bazı

insanların, karşılarındaki kişiye

veya kişilere zarar vermek

amacıyla başvurdukları çirkin

yöntemlerden biridir. Kur’an

ahlâkından uzak olup da, dola-

yısıyla insanî değerlerden uzak

yaşayan toplumlarda, yaygın

olarak başvurulan karalama

yöntemlerinden biridir.

Kur’an, iftirayı şiddetle ya-

saklamıştır. Çünkü iftira sosyal

barışı tehdit eden manevî bir

hastalıktır. İftira, insanlar ara-

sındaki sevgi, dostluk ve güveni

zedelediği gibi, toplum fertle-

ri arasında çekişme ve düşman-

lığın artmasına ve bu yolla top-

lum düzeninin bozulmasına

sebep olmaktadır.

*, Prof. Dr.

1 http://www.sevde.de/islam_Ans/ii/iftira.htm (2.04.2004).

2 2/Bakara, 2053 Buharî, İman, 4.4 Buharî, İman, 24.5 Buharî, Mezalim, 3.6 Buharî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Nesâî, İman, 19;

Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyame, 60; İbn Mâce, Mukaddime, 9.7 Tevbe için bkz., 11/Hud, 3; 20/Taha, 82; 28/Kasas,

67; 42/Şura, 25; 39/Zümer, 53-55.

Dipnot

Page 37: 149 - Somuncu Baba Dergisi

71Mart 201370

Bir mü’min ha-

yatını neye

göre şekillen-

direceğini bilir. Çünkü önün-

de Allah’ın kitabı ile son elçisi-

nin buyrukları vardır. Bunlara

uyabildiği ölçüde hem dünyada

hem de ahiret hayatında mutlu-

luğu yakalayacağının farkında-

dır. Allah’a kulluğu arttıkça da

yaratanına olan ünsiyeti güçle-

nir ve yakınlık kesbeder. Böyle

olduğunda ise belli bir aşama-

dan sonra yapması gerekenle-

ri yapmak zorunda olduğundan

değil de “Bana yapmak yakışır.”

diyerek yerine getirmeye baş-

lar. Aynı durum haramlar için

de söz konusudur. Allah’a olan

muhabbet ve sevgisinde ulaş-

tığı belli bir merhaleden sonra,

kaçınması gereken hususlardan

cehennem korkusundan dola-

yı değil de öyle olması gerekti-

ğinden dolayı kaçınır. Hatta ha-

ram olan hususları yaptığında

kendisine cehenneme gitmeye-

ceğine dair bir garanti verilmiş

olsa bile yine de bunları yap-

mazdı. Çünkü Allahu Teâlâ’ya

yakın olduğunu hissetmekte ve

sevgilinin arzularına aykırı bir

şey yapılmayacağını bildiğinden

her zaman istikamet üzere bu-

lunmaya gayret eder. Bu insa-

nın sevdiğinin taleplerini göz

önünde bulundurmasına ben-

zer. Ondan korktuğundan de-

ğil de gönlü kırılacağından sev-

diğini üzecek bir hareketin içine

girmemeye gayret eder. Allah

sevgisi zirveye ulaşmış olan ve

gerçekten yaratıcısına meftun

olmuş olan insanların durumu

da aynen böyledir. Bunun ya-

nında helal ve haramlar üze-

rinde sürdürdüğü yaşantıdan

büyük bir haz almaktadır. Etra-

fımızda böylesi insanlar vardır.

Haram ve helale son derece dik-

kat ederler ve bu yaşantıların-

dan büyük bir keyif alırlar. Ya-

şadıkları dinî hayat “nur” olarak

yüzlerine de yansımıştır. İnsan

onların yanında kendisini hu-

zurlu hisseder.

Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ve

onun her zaman yanında bu-

lunan önde gelen sahabileri-

nin durumları bu idi. Hiç kim-

se Allah Rasûlü’nün veya her

zaman yanında pervane olmuş

olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz.

Ömer (r.a.) gibi sahabilerinin

cehennem korkusundan veya

sırf cenneti arzuladıklarından

dolayı ibadet ettiklerini söyleye-

mez. İmanın gönüllerine yerleş-

mesinden ve Allah’a olan sevgi-

lerinin derinliğinden dolayı bu

aşama geride kalmış, son dere-

ce güçlü “sevgi bağı” nedeniy-

le sürdükleri yaşam sevgilinin

muhabbeti üzerine bina edil-

miştir. Bundan dolayıdır ki ge-

rek Rasûlullah, gerek asha-

bın büyükleri ve gerekse hayat

hikâyelerini okuduğumuz gü-

zel insanların yaşamlarında bir

farklılık görürüz ve gıpta ederiz.

Böylesi bir yaşamda Allah rı-

zası her şeyin önündedir. Önce-

likle Allah’ı memnun etmek ön-

celenmektedir. Böyle olunca da

onun emir ve yasakları her za-

man birinci hedef olarak tutul-

maktadır. İnsan bunları yerine

getirebildiği ölçüde mutlu ol-

duğundan dolayı kulların farklı

düşünmeleri onlar için fazla

bir önem arz etmez. Bir trende,

bir gemide veya başka bir yer-

de vakit geçmeden namazı eda

etme telaşına düşerek bulundu-

ğu yere seccadeyi seriveren in-

sanın yaptığı iş tamamen Allah

sevgisindendir. Çünkü Allah’ın

rızası yanında kulların şaşkın

veya küçümser bakışlarının

hiçbir önemi yoktur. Aynı

şekilde haramlardan kaçınma ve

hatta şüpheli şeylere düşmemek

için azami dikkat göstermek de

bunun gibidir. Çünkü bu kul

Allah’ın rızasını her şeyin önüne

koymuştur. Böylesi insanlar her

hâlükârda dinin yaşanabileceği-

nin en somut örnekleridir.

Esasında kulun Allah’ın rıza-

sını gözetmesi Rabbine olan ya-

kınlığıyla orantılıdır. Kişi iba-

KORKUSU MU?ALLAH

KUL KORKUSU MU

KültürEnbiya YILDIRIM

Page 38: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201372

HOŞGÖRMELİ ÂLEMİ

Sofrasında kurtların kuzu olduk çok şükürErenlerin kemliğe sözü olduk çok şükür

Ağyarın yüreğinde yara olmazmış bildikYârânın kalbindeki sızı olduk çok şükür

Âşıklar yanar, ölmez kor ateşler içindeDumanı değil od’un, közü olduk çok şükür

Cahiller ki etle kemikten sandılar biziMânâ denen cevherin özü olduk çok şükür

Unuttuk seni beni, bağışladık âlemiGönüller tespihinde dizi olduk çok şükür

Hatice Eğilmez KAYA

73

detleri ifa edip yasaklardan

kaçındığı nispette Allah’a yak-

laşır. Bu durum günden güne

artarak Allah sevgisi gün ge-

lir gönlünde tam anlamıyla his-

sedilir. Bu aşamadan sonra ar-

tık Allah rızası her şeyden önce

gelmeye başlar. Ancak tam ter-

si olarak kul emir ve yasaklara

odaklı bir yaşam sürmezse veya-

hut da dinî yaşantısında günden

güne bir zayıflama olursa, bel-

li bir noktadan sonra kırılmalar

başlar, kulların beğenileri ve

nefretleri Allah’ın hoşnutlu-

ğu veya gadabının önüne geçer.

Böyle olunca da kul insanları

memnun etmeyi Allah’ı mem-

nun etmenin önüne alır. “Et-

rafımdakiler ne der?” diye dü-

şünmeye başlar, “Makamlarda

yükselemem.” endişesi taşıma-

ya başlar, “Aman istikbalim kö-

relir.” korkusuna kapılır ve di-

ninden tavizler vermeye başlar.

Hatta farz olan görevlerini kul-

lar ne der düşüncesiyle terk et-

meye, yine kullar farklı anlama-

sın diyerek haramları işlemeye

başlar. Artık bir tercihte bulun-

muş olan ve taviz vermeyi sür-

düren kimse için kulluk, bir süre

sonra içi boş anlamsız bir kav-

ram haline gelir. Yaşantısını bu

şekilde sürdüren kimsenin akı-

betinden korkulur. Nitekim çok

güzel bir yaşantıya sahip olma-

sına rağmen taviz vere vere ta-

mamen farklı bir yaşantı sürme-

ye başlamış olan nice dostumuz

vardır.

Kulların olurunu ve rızasını

önceleyen insanların düştükle-

ri en büyük hatalardan birisi de

“Bir tane yapsam bir şey olmaz,

tevbe ederim.” diye düşünmele-

ridir. Oysa mahlûkatın hoşnut-

luğunu Allah’ın rızasına önce-

leyerek böylesi bir yanlışın içine

düşüldüğü zaman, insan ben-

zer bir durumla karşılaştığın-

da bu sefer daha cüretkâr olur.

“Bir kerecik daha yaparsak bir

şey olmaz.” diye düşünülür. Bu

ise tavizin yeni tavizi getirme-

sinden başka bir şey değildir.

Ödün vermeler zincirleme ola-

rak devam ettiğinde insanı gö-

türeceği sonuç bellidir. Nitekim

belli makamlara çıkabilmek

veya orada tutunabilmek için

değerlerinden taviz veren

insanların nasıl bir hüsranla

hayatlarını zehir ettiklerini her

zaman görebiliyoruz. Ama bir

duruşu olan ve belki bu uğur-

da bir takım sıkıntılara da kat-

lanmak durumunda kalan

mü’minlere sonunda Allah’ın

nusreti yetişmekte, dik durma-

nın mükâfatını daha hayattay-

ken almaktadırlar. Bunun ter-

sine ödün vererek bir yerlere

ulaşmaya çalışanlar ise ne ya-

ranmaya çalıştıklarının ara-

larına katılabilmekte ne de

istedikleri basamakları çıkabil-

mektedirler. Geçici olarak bir

takım dünyalıkları elde ettikleri

olmaktadır ancak bunun sürek-

li olmadığını ve sonucun her za-

man hüsran olduğunu ispat et-

mek için yaşadığımız dünyadan

ve ülkemizden örnekler vermeye

hiç gerek yoktur.

Allah bizlere bir ömür ver-

miştir ve bu hayatı nasıl ya-

şayacağımızın kurallarını be-

lirlemiştir. Bu yaşam iki kez

tekrarlanmayacağına ve her-

kesin önünde sadece yaşadığı

ömür olduğuna göre, iki seçe-

nekten birini mutlaka tercih et-

mek zorundayız. Ya Allah rıza-

sı ya da kulların övgüleri. Bize

düşen Allah’ın rızasıyla çeli-

şen her bir şeyden elden gel-

diğince uzak durmaya çalış-

maktır. Hayatımızın ne zaman

ve nerede sonlanacağı malum

olmadığına göre Rabbimi-

zin hiç de razı olmayacağı bir

şekilde ölüme yakalanmaktan

korkmamız gerekir. Çünkü “Bi-

rilerine şirinlik yapayım, şu ma-

kama bir ulaşayım ondan sonra

kendimi düzeltirim.” dedikten

sonra düzelmeye zaman kalma-

dan son nefesimizi hiç de iyi ol-

mayan bir ortamda veya yaşantı

anında verebiliriz. Allah cüm-

lemizi kötü ölümden ve doğru

olmayan yaşantıdan muhafaza

buyursun.

Sözün özü hepimizin or-

tak bir derdi var. Gerçek Müs-

lüman olmakta zorlanıyoruz.

Dünyevî beklentiler, bir yerle-

re gelme çabaları, dünyalıkla-

rı kaybetme korkusu yolumuzu

şaşırtıyor. Allah rızasını her şe-

yin önüne koyamadığımızdan,

Rabbimizle dünya arasında

gidip geldiğimizden yüzlerimiz

gülmemektedir. Geçici dünyayı

çeşitli gerekçelerle ahirete feda

etmekteyiz. Sonucunda zillet ve

meskenet biz Müslümanların

ayrılmaz sıfatı olmaktadır.

Sözümüzü bir ayet ile bağla-

yalım:

“Yine insanlardan kimi de

vardır ki, Allah’ın rızasına er-

mek için kendini feda eder. Al-

lah ise kullarına çok merhamet-

lidir.” (2/Bakara, 207) *. Prof. Dr.

Page 39: 149 - Somuncu Baba Dergisi

75

ESKİŞEHİR’İNMANEVî COĞRAFYASI

Mart 201374

Şehirlerimizin tarihini ve kimliğini

oluşturan en önemli yapılardan biri

de gönül sultanı, maneviyat öcüsü

gibi sıfatlarla adlandırılan ruh büyüklerimizin ka-

bir ve makamlarıdır. Bunlar, o şehrin manevî coğ-

rafyasının en önemli yapıları olarak o şehre ruh

üflemeye devam ederler. Böylece bir şehir ahali-

si, şehrinin sadece maddî, fizikî yapısıyla kendi-

ni ifade etmez, bu manevî coğrafyayı kendisi için

önemli ve anlamlı görür.

Bu tür şahsiyetler, aynı zamanda şehrin ayrıl-

maz birer parçası olarak çok önemli bir sembo-

le de dönüşürler. Bugün mesela İstanbul denilin-

ce Eyüp Sultan, Ankara denilince Hacı Bayram-ı

Velî, Bursa denilince Emir Sultan akla gelir.

Eğer, Konya ise sözü edilen şehir, Mevlânâ mut-

laka hatırlanır. Bu tür şahsiyetler, hem o şehrin

tarihinde önemli bir zenginlik iken aynı zaman-

da türbelerinin etrafına yaşanan dini ritüellerle

bugünün hayatı içinde de önemli bir rol oynar-

lar. Şehrin ahalisi, bilhassa kandil, arefe, Cuma

günlerinde bu tür yerlerde farklı bir havayı tenef-

füs ederler.

Manevî coğrafyası itibariyle Eskişehir’e baktı-

ğımızda şunları söyleyebiliriz: Eskişehir, bu an-

lamda bir Bursa, Bir Konya hatta kendinden daha

küçük olan bir Kütahya bir Amasya gibi değildir.

Bu durumun haklı sebepleri olduğu elbette söy-

lenebilir. Zira türbe tarzı yapıların çokça oldu-

ğu şehirler, bu özelliklerini Selçuklu ve Osmanlı

çağlarının büyük ya da küçük çaplı birer yönetim

merkezi olmalarına borçludurlar. Eskişehir’in

merkez ilçe olarak tarihte böyle bir şansı olma-

mıştır. Fakat ilçe ve köylerine baktığımızda ise

karşımıza Yunus Emre, Battal Gazi, Şücaeddin

Velî gibi büyük isimler çıkar. Bu büyük zatların

kabirleri, Eskişehir’in merkezinde olmasalar bile

il sınırları içinde yer alan yerleşim alanlarında-

dırlar. Dolayısıyla şehrin ilçe ve köyleri dikkate

alındığında –ki alınması da gerekir- ortaya büyük

bir manevî coğrafya ve zenginlik çıkacaktır.

Salı Tekkesi

Eskişehir’in tarihî kimliğini nasıl

Odunpazarı’nda buluyorsak maneviyat büyükle-

rinin izlerini de yine bu bölgede aramamız gere-

kiyor. Kurşunlu Külliyesi yakınında, Bademlik’e

çıkışta yolun hemen sağ tarafındaki türbesinde ya-

tan Şeyh Şahabeddin-i Veli, Eskişehir’in en önem-

li manevî simgesi olarak kendisinden söz edilme-

si gereken ilk isimdir. En önemli simgedir ama ne

yazık ki hakkında bildiğimiz malumat da çok sınır-

lıdır. Şunları söyleyebiliyoruz ancak. Burada ya-

tan ulu kişi Anadolu Selçuklu Sultanları 1. İzzed-

din Keykavus ve 1. Alaeddin Keykubat’ı Fütüvvet

Teşkilatı’na davet etmek üzere Abbasi Halifesi’nin

elçisi olarak Anadolu’ya gelen Şeyh Şehabettin

Sühreverdî’dir. Onun adına Odunpazarı’nda bir

zaviye kurulur ve fütüvvet Eskişehir’de teşkilat-

landırılır. Özellikle Moğol istilası sırasındaki oto-

rite boşluğunda fütüvvetin şehri koruyucu ve in-

sanları birleştirici rolü öne çıkar. Bu misyonu ile

zaviye, uzun yıllar ayakta kalır. Halk, bu zatın ha-

tırasına hürmeten yakın zamanlara kadar burada

her Salı günü ziyaret ve zikir toplantıları düzen-

lerdi. Bu yüzden buranın adı halk arasında “Salı

Tekkesi” olarak adlandırılır. Sühreverdî’nin ve-

fat tarihinin 1239 olduğu ve Mevlâna’nın yakın

dost çevresi içinde bulunduğuna dolayısıyla bir

Mevlevî şeyhi olduğuna dair bilgiler vardır. Tür-

be içinde bir sanduka daha bulunmaktadır. O da

Şeyh Şahabeddin’in oğlu Şeyh Muhiddin’e aittir.

Şeyh Şahabeddin Sühreverdî, bu bölgede yal-

nız değildir. Halk arasında “Tezveren Dede” adıy-

la tanınan Kutup Şeyh Nusrettin Dede, Kurşun-

lu Külliyesi yakınlarında bulunan Şeyh Nusrettin

Sokak’taki türbesinde medfundur. Ama onun hak-

kında da çok şey bilmiyoruz. Rivayetlere bakılırsa

Tezveren Dede, Peygamber Efendimizin soyun-

dan gelen bir ulu kişi. Döneminin kutbu olarak

anılmakta olup Mevlevî Şeyhi olduğu tahmin edil-

mektedir. Tezveren Dede ile ilgili anlatılanlarda

bu tahmini kanıtlar nitelikte. Yöre halkı, Tezveren

KültürMustafa ÖZÇELİK

Page 40: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201376

CAN YUNUS’UM

Şiirlerin duru Türkçe, Dizelerin has dilekçe, Kokun gelir yel estikçe, Can Yunus’um, can Yunus’um.

Mevla’ya açtın sineni, İlim doldurdun heybeni, Hakk, için sevdin seveni, Can Yunus’um, can Yunus’um.

Ulusun Eskişehir’de, Derman oldun nice derde, Dolaşırsın gönüllerde, Can Yunus’um, can Yunus’um.

Sana uzattım elimi, Senden aldım bu ilimi, Ne olursun gör halimi, Can Yunus’um, can Yunus’um.

Elif okuduk ötürü, Yükü yükledik götürü, Bilmedik gönül hatırı, Can Yunus’um, can Yunus’um.

Rabia BARIŞ

77

Dede’nin dervişleriyle birlikte dönerek Hakk’ı zik-

rettiğini anlatmaktadırlar.

Bir Şehrin Merkezi

İşte bu iki mana adamının kabirle-

ri Odunpazarı’nın dolayısıyla Eskişehir’in ma-

neviyat merkezidir. Bu merkezde sözünü etti-

ğimiz bu iki büyük isimden başka Ahi Mahmut

Efendi’nin türbesinin de bu bölgede olduğunu be-

lirtelim. Bu merkez, daha sonraları Mevlevî bü-

yüklerinin kabirleriyle daha da zenginleşir. Bu-

gün Mevlevîhane’nin haziresinde pek çok Mevlevî

büyüğünün mezarı bulunmaktadır. Hacı Hasan

Hüsnü Dede, Çürükoğlu Hüseyin Efendi, Hacı

Abdullah Efendi, Sivrizade Efendi akla ilk gelen

isimlerdir.

Odunpazarı’ndaki mezarlıktan da bu bağlam-

da söz etmeliyiz. Zira burada da şehre ruh üfleyen

gönül sultanları yatmaktadır. Bunlardan özellikle

ikisinden söz etmeden bu bahsi kapatmak olmaz.

Bunlardan ilki Şeyh Edebali’nin bu mezarlıkta bu-

lunan makamıdır. Burada yatan ulu kişi kimdir

bilinmez. Kimileri buranın Şeyh Edebali’nin ha-

kiki kabri olduğunu söylerken kimilerine göre de

makamdır. Eskişehir’de böyle bir makamın ya-

hut kabrin bulunması elbette bir gerekçeye da-

yanmaktadır. Zira Kırşehir ve Karaman’dan sonra

Eskişehir’in İtburnu (Uludere, Tepebaşı) Köyün-

de yaşamış ve yaptırdığı zaviyede öğrenci yetiştir-

miştir. Şeyh Edebali Hazretleri 1326 yılında vefat

eder ve Bilecik’teki dergâhının zikir odasına def-

nedilir. Adına Eskişehir’de de bir türbe yaptırılır.

İşte bahsini ettiğimiz yer, burasıdır.

Yine aynı mezarlıkta son dönem mutasavvıfla-

rından Halveti şeyhi Şeyh Sadık Efendi’nin (1865-

1928)’nin kabri bulunmaktadır. Kütahyalı Sa-

lih Efendi’den sonra posta oturan Sadık Efendi,

Şabanîlik çizgisinin çok önemli bir ismi olup aynı

zamanda şiirler de söylemiştir. Yine Es-seyyid

Hacı Süleyman Ağa’nın kabirlerinin de bu mezar-

lıkta olduğunu belirtelim. Odunpazarı mezarlı-

ğında kabri bulunan bir diğer maneviyat ulusu ise

Kudret Dede’dir. Osmanlı Devleti’nin son demle-

rinde batı Anadolu’da çok meşhur olmuş Seydişe-

hirli Hacı Abdullah Efendi’nin halifelerinden olan

Hacı Hilmi Efendi’nin Muttalıp’ta bulunan türbe-

sini de bu bahis içinde söylemeliyiz.

Yediler

Bu bahsi bitirmeden bugün Eskişehir’in

en önemli semtlerinden birine adını veren

“Yediler”den de bahsetmemek olmaz. Ama ne

söyleyeceğiz? Maalesef, yine rivayetlerden öte bil-

gilerimiz yok. Buna göre, bu bölgede yedi yatırın

kabri varmış. Bunların Anadolu’nun Türkleşme-

si ve İslâmlaşması sürecinde bu bölgede hizmet

yapmak üzere Ahmet Yesevî tarafından gönderi-

len erenler imiş. Hatta şehrin yaşlıları bu zatla-

rın kabirlerinin yakın zamanlara kadar bu bölge-

de bulunduğunu, dolayısıyla bu semte bu sebeple

yediler denildiğini söylemektedirler. Zaman için-

de her şehrin başına gelen olumsuzluklar burada

da söz konusu olmuş, yolların genişletilmesi gibi

sebeplerle bu manevî hatıralar yok edilmiştir.

Eskişehir merkez ilçenin dışına çıktığımızda

ise az önce de belirttiğimiz gibi irfan hayatımızı

etkilemiş çok büyük isimlerin kabirleriyle karşıla-

şırız. Bunlardan Yunus Emre’nin kabri Mihalıççık

ilçesine bağlı Sarıköy’de, Seyyid Battal Gazi’ninki

onun adını taşıyan Seyit Gazi’dedir. Seyit Şücaed-

din Veli’nin kabri ise Seyitgazi’ye bağlı Aslanbey-

li Köyündedir. Yine Seyitgazi ve civarında Gizlice

Baba, Kümbet Baba, Melik Gazi, Üryan Baba, İl-

hami Dede ve Kadıcık Ana türbeleri yer alır.

Eskişehir’in en eski ilçelerinden biri olan

Sivrihisar’da da pek çok maneviyat büyüğünün kab-

ri/makamı bulunmaktadır. Şeyh Seydi İbrahim

Mahmut, Şeyh Hacı Mehmet, Şeyh Ahmet Efendi,

Evliyazade Salim Efendi, Hafız Çakır Hoca, Şeyh Os-

man Afif Efendi bunlardan bazılarıdır. Eskişehir’in

bir başka ilçesi olan Beylikova’nın İmikler Köyün-

de ise Hasan ve Haydar Babaların, Doğanoğlu Kö-

yünde ise Doğan Baba’nın türbeleri bulunmaktadır.

Bu listeye İnönü’deki Şeyh Said Kudsi, Çifteler’deki

Sarı Lala, Mahmudiye’deki Uzun Dede, Sarıcakaya/

Alpagut’taki Hafız Hasan Onat, Mihalıççık ilçesi ve

köylerinde bulunan Ahmet Ağa, Küvit Baba, Sultan

Ebe türbelerini de eklemek gerekir.

Page 41: 149 - Somuncu Baba Dergisi

79Mart 201378

Milattan önce birinci bin yıl-

da Porsuk Nehri kıyıların-

da Frigyalılar tarafından

kurulan Eskişehir, Türkiye›nin en önemli yol

kavşaklarından birisidir.

Çok eski tarihlere dayanan geçmişiyle pek

çok medeniyeti barındıran Eskişehir gelişen

şehircilik anlayışı ve uygulamalarının yanı sıra

iki üniversite ve kültürel alt yapısı ile birlikte sa-

natsal yapıları, gelişen sanayisi ve yer altı zengin-

likleriyle ülkemizin gelişmiş, yaşanılabilir kentle-

ri arasındadır.

Geçmişteki kültürel zenginliğine dayalı ola-

rak Şeyh Şahabeddin-i Velî, Yunus Emre, Nasret-

tin Hoca, Şeyh Sücaeddin-i Velî gibi kişileri yetiş-

tiren Eskişehir günümüzde de faaliyette olan iki

üniversitesiyle o kültürel zenginliğini arttırarak

devam ettiren bir eğitim ve bilim kentidir.

Öncelikle Eskişehir ile ismi bütünleşmiş olan

Seyyit Battal Gazi hakkında kısa da olsa bilgi ver-

mek daha yerinde olacaktır. Anadolu’yu ele geçir-

mek ve İslâmiyet’i yaymak amacıyla Anadolu’nun

Bizans İmparatorluğu egemenliği altında bulun-

duğu M.S. 700 yıllarında Emeviler tarafından

sık sık akınlar yapılmaktaydı. 720 ve 740 yılla-

rında sıklaşan bu akınlardan birinde Seyyit Bat-

tal Gazi lakabı ile anılan efsaneleşmiş halk kah-

ramanı, bugünkü Seyitgazi ilçesinin bulunduğu

Mesih Kalesi olarak bilinen bölgede 740 yılında

şehit düşmüştür.

Bizans’a karşı yapılan savaşlarda büyük kah-

ramanlıklar gösteren ve İslâmiyet’in Anadolu’ da

yayılmasında büyük katkısı olan, yıllar yılı nesil-

den nesile kahramanlıkları anlatılan Seyyit Battal

Gazi adına Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alaattin

Keykubat’ın annesi Ümmühan Hatun tarafından

türbe ve cami yaptırılmıştır. Osmanlı döneminde

yapılan eklemelerle külliye halini alan türbe va-

kıflaştırılarak Cumhuriyet Dönemi’ne kadar dinî

eğitim ve toplantıların yapıldığı medrese ve tekke

olarak kullanılmıştır.

Yunus Emre

Anadolu’nun yetiştirdiği en büyük tasavvuf er-

lerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en bü-

yük şairlerinden biri olan Yunus Emre’nin hayatı

ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey bilin-

memektedir. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve

hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok

ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesna

bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in

Mihalıççık Kazasına bağlı Yunus Emre Köyünde,

1320 tarihinde vefat ettiği ve buraya defnedildiği

Örnek Hayat Yusuf HALICI k a y n a k l a r d a

belirtilmektedir.

Vefatı için başka

tarih ve yerler de

bildirilmektedir.

Bir işaret üzerine genç yaşta git-

tiği Tapduk Emre’nin otuz seneden faz-

la hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı.

Yunus’un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğünün

Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekiş-

melerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık

ve kuraklıklarla perişan oldu-

ğu yıllardır. Bu yıllar aynı za-

manda, çeşitli sünnî olmayan

mezhep ve inançların, batınî

ve mutezilî görüşlerin de yoğun

bir şekilde yayılmaya başladığı

bir zamandır. İşte böyle bir or-

tamda, Yunus Emre, Allah sev-

gisini, aşk ve güzel ahlakla ilgi-

li düşüncelerini, her türlü batıl

inanca karşı, gerçek İslâm ta-

savvufunu işleyerek Türk-İslâm

birliğinin oluşmasında önem-

li görevler yapmıştır. Söylediği

şiirleriyle her bakımdan milletimizi birbirine

bağlayan manevî bir toplayıcı olmuştur. Aruz-

la ve daha çok hece vezniyle yazdığı şiirleri açık,

derin manalı, samimi ve heyecanlıdır. İlâhî aşk,

varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunla-

ra bağlı olarak, dünyanın fâniliği gibi meselele-

ri en iyi şekilde dile getirmiştir. Geçim endişesi,

aile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve ai-

levi meselelerine hemen hemen hiç yer verme-

yen Yunus Emre daha çok kabir, ömrün geçişi,

ölüm, Allahu Teâlâ’ya iman ve yalvarma, dinî

esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasihatler ve ha-

yatın gayesi gibi insanlığa has meseleler üzerin-

de durmuştur.

Yunus Emre’nin bilinen iki eserinden birinci-

si, Risâletü’n-Nushiyye, mesnevî şeklinde yazıl-

mış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir. İkincisi de

Dîvânı’dır.

Ebu Muhammed Bayram Efendi

Anadolu’da yetişen âlim

ve velîlerden olan Ebu Muham-

med Bayram Efendi Aydî lakabıy-

la bilinen Mustafa Efendinin oğludur.

Merzifon’da doğan Ebu Muhammed’in

doğum tarihi bilinmemektedir.

İlim ve fazilet sâhibi bir aileye mensup ol-

ması nedeniyle küçük yaştan

itibaren ilim tahsiline başladı.

Başta Sivaslı Tefsirî Efendi

olmak üzere günün ileri ge-

len âlimlerinden aklî ve naklî

ilimleri tahsil etti. Tahsili-

ni tamamladıktan sonra önce

Amasya müftülüğüne ardın-

dan Sultan Bayezid Medrese-

si müderrisliğine tayin edildi.

Medine-i Münevvere, Trablus-

şam, Sofya, Konya ve Kayseri

kadılıklarında bulundu. Bu va-

zifeleri sırasında ilmi ve güzel

ahlâkı ile insanlara örnek oldu. Onların dünyevî

ve uhrevî her türlü müşküllerinin halline çalış-

tı. Görüşüp sohbetlerinde bulundu. Velîler va-

sıtasıyla tasavvuf yolundan nispet aldı. Bu saye-

de ilim ve fazilet sâhibi bir velî oldu. 1709 yılında

Konya’ya giderken Eskişehir’de vefat etti ve ora-

ya defnedildi.

Ebu Muhammed Bayram Efendi, güzel ahlâk

sâhibi bir zât idi. Tasavvufu, tasavvuf ehlini çok

severdi. Fakirlere, hafızlara ve diğer ilim ehline

çok ikram ve ihsanlarda bulunurdu. Gönül ehli

dervişleri misafir eder, her türlü ihtiyaçlarını kar-

şılardı. İlmin ve âlimlerin kıymetini takdir eder

onlara iltifatlarda bulunurdu. İnsanlara hizmet

için kendi mülkü olan arazileri kullanırdı. Fakir

fukaranın ihtiyaçlarını temin için arazi satın alır,

vakıflar ihdas ederdi. Vakıf ve arazilere sahip çı-

kar, rastgele kullanılmasına mani olurdu.

VELÎLERİESKİŞEHİR

Page 42: 149 - Somuncu Baba Dergisi

81Mart 201380

HIZIR GİBİ

Gözlerini açma ile açmama arasında yarı uykulu, kıyıya

vuran dalganın sesini dinli-yordu. Dalga hışır hışır kö-pük toplayarak geldi geldi ve “şlap!” diye kıyıya çarptı. Ar-dından bir daha bir daha. Gö-ren Lemi’yi uyuyor sanırdı ama o yerde yürüyen karınca-nın ayak sesini duyacak kadar uyanıktı. Bir süre daha gözle-ri kapalı hareketsiz yattı. Sanki bir süre daha yatarsa yaşanan-ları unutabilirdi. Unutmak is-tiyordu. Daha doğrusu hiç ya-şanmamış olmasını isterdi. Bir anda her şey nasıl da ters değir-men dönmüştü.

Gözkapaklarını ağır ağır aç-

maya çalıştı ama sanki her bi-

rinde taşıyamayacağı kadar bir

yük bağlıydı. “Hızır Hoca ne va-

kit gelir acaba?” İki gündür bir

şey yemediğini hatırladı. “İyi

ki Hızır Hocaya rastladım. Bü-

tün köyle birlikte ben de…” Tek-

rar aynı sahneler geldi gözü-

nün önüne. Sağa sola kaçışan

insanlar ve yanan evler, ahır-

lar ve hatta tarlalar. Köylünün

tarladaki ürünlerini bile ate-

şe vermişlerdi. Kendi o köyden

değildi. Çocukluk arkadaşı

Ömer’i görmeye gitmişti. Arka-

daşı bir yıllık evliydi ve bir hafta

önce bebeği olduğunu duyunca,

hem arkadaşını kutlamak hem

de arkadaşının ısrarı üzerine

emmisinin kızını görmek için

gelmişti. Ömer’le Lemi seyrek

görüşürdü ama çok candan arka-

daşlardı. Şimdi de hısım olacak-

lardı. Lemi Esme’yi görüp çok

beğenmişti. Esme de onu beğen-

miş olmalıydı. Gözlerinden an-

lamıştı. O gece Ömerlerde kalıp

sabahına köyüne dönecek, sonra

ailesi ile gelip kız isteyeceklerdi.

Lemi, yanaklarından süzülen

gözyaşının sıcaklığını hissedi-

yordu ama bu bile içini ısıtmaya

yetmiyordu. Duyduğu acıdan içi

üşüyordu. Alevlerin arasından

geçerken Esme’yi de görmüştü

ama bir gün öncesi gibi ışıltılı ve

yeşil yeşil bakmıyordu. Donuk

ve cansızdı Esme’nin gözleri ve

Ömer’inki ve hatta Ömer’in eşi-

nin gözleri.

Bir insan başka bir insana,

nasıl bu kadar zarar verebilir-

di. Macar Kralının birliklerinin

yaptığı bu zulmün, kendi köyüne

de sıçraması yakındı o vakit. Bir

an önce bir şeyler yapılmalıydı.

“Ahh!” dedi kendi kendine. “Şu

dizlerimde derman olaydı da

kalkabileydim.” Değil elini ko-

lunu oynatmak, gözlerini açacak

hali yoktu ama göz pınarları

çalışıyordu. Gözyaşlarından

döşü ıslanmıştı.

Uzaktan nal sesleri duy-

du. Hızır Hoca olmalıydı. On-

dan başka burayı kimse bilmi-

yordu ki zaten. Kımıldamadan

yatmaya devam ederek nal ses-

lerinin yaklaşmasını bekledi.

Çıkan seslerden atın ayaklarının

kumlara gömüldüğü anlaşılıyor-

du. Kırık dökük balıkçı kulübe-

si denize doğru uzanan bir men-

direğin üzerindeydi. Hızır Hoca

burayı nerden bulmuş, o karma-

şada Lemi’yi buraya getirmeyi

nasıl akıl etmişti Allah bilir ama

Lemi kurtulmuştu. Yüreğinde

onca acı ve gözlerinin önünde

dönen dehşet sahneler olsa da,

Lemi şu an nefes alıyor ve deni-

zin kokusunu duyabiliyordu.

Hızır Hoca getirdiği yiye-

cekleri hazırlarken, bir taraf-

tan da dışarıda yaktığı ateşte çay

demlemişti. Burada imkânsızlık

içinde bile, her şeyi ne kadar

çabuk ve alışılmış hareketlerle

yapıyordu. Lemi güçlükle kalkıp

abdest alınca biraz kendine ge-

lir gibi oldu. O anda iki gündür

hiç namaz kılmadığını hatırladı.

Şimdi üzüntüsü bir kat daha art-

tı sanki. Onun için namaz hep

bir sığınma, bir sevinç ya da fe-

rahlık ifadesi olmuştu ama şim-

di nasıl kendinden geçtiyse hiç-

bir şeyi düşünemez haldeydi.

Hazırlananları görünce

gayr-ı ihtiyari gülümsedi. “Bun-

ca yemeği nerden buldun ve bu-

raya nasıl getirdin. Şuraya bak

kızarmış tavuk bile var.”

Hızır Hoca gülümseyerek

“Çayı da unutma.” dedi ve

iştahla yemeğe başladı. Lemi de

daha fazla dayanamadı. Güzelce

karınlarını doyurduktan sonra

Hızır Hoca “Bu halkın Hunya-

di Yanoş gibi zalimlerden kur-

tulması lazım. Küffar Mezid Pa-

şayı yenince iyice şımardı. Ona

HikâyeRaziye SAĞLAM

Page 43: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201382

GÖNÜL DALI

Kırma rüzgâr kırma gönül dalımı Gayrı gül açacak bir dal bulunmaz. Kalbe biriktirme dünya malını Sonra yaşanacak bir hal bulunmaz.

Bulunmaz dost bulunmaz. Vakitli vakitsiz hoyrat esersin. Gönül filiz verir hemen kesersin Bir gün yaptığından sen de bezersin. Yüzüne bakacak bir kul bulunmaz

Bulunmaz dost bulunmaz. Bir alev huzmesi tüter bağrımda Aşılmaz yol oldun sevgi dağımda. Artık cevreyleme gönül bağımda Sonra yeşerecek bir gül bulunmaz

Bulunmaz dost bulunmaz. Gündoğdu nasihat verir özünden Çok ağlayan gördüm senin yüzünden. İbret almaz isen arif sözünden Sonra gidilecek bir yol bulunmaz

Bulunmaz dost bulunmaz.

Mürsel GÜNDOĞDU

83

haddinin bildirilmesi elzemdir.

Teşkilat hazır. Ya gelir Allah

için zalimlere karşı durur, Âl-i

Osmanlı’ya hizmet edersin ya

da kalıp uğunursun.” dedi ve

Lemi’nin bir şey demesine fır-

sat vermeden, çayı getirmek

için çıktı. Yürürken kulübenin

tahtaları kırılacakmış gibi

gıcırdıyordu. Lemi bir an bile

düşünmedi. Hızır Hoca “Şimdi

hizmet zamanı.” diyerek onu

can evinden vurmuştu. Babasını

hiç tanımamıştı ama dedesi

de hep hizmetten bahsederdi.

Müslüman olmuş Macar bir ai-

leden geliyordu Lemi. Kendi-

ni bildi bileli Anadolu’dan gelen

Müslüman ailelerle birlikte ya-

şamıştı. Dedesinin Müslüman

olmasından etkilenen birçok

Macar aile de Müslüman olmuş-

tu. Hızır Hoca Lemi’den ancak

on yaş büyüktü ama köyün ço-

cuklarıyla birlikte Lemi’nin de

hocası olmuştu. İslâm’ı en gü-

zel şekilde yaşamanın yolları-

nı öğretiyordu Hızır Hoca. Ay-

rıca Lemi ile birlikte beş çocuğa

ayrı bir eğitim daha veriyordu

ki Lemi esas bu eğitimle olgun-

laşıyor, İslâm’ı yaşamanın tadı-

na varıyordu. Gönül eğitimiydi.

İlm-i ledünden ezber edip, hik-

met nazarıyla bakarak, Yaratan-

dan ötürü yaratılanı sevmeyi ve

tüm yaratılanlara hizmet etmeyi

öğreniyordu.

Lemi tüm bu süreç içinde, bir

gün gerçekten hizmetin içinde

yer alabilmek için dua ediyor-

du. Şimdi o gün gelmişti. Yine

Hızır Hocanın talebesiydi ama

şimdi biraz daha büyümüş ola-

rak, Haçlı Ordusu’nun içine sı-

zacaklardı. Çocukluğundan bu

yana öğrendiklerini uygulama

zamanıydı ve ucunda Âl-i

Osmanlı’nın muzafferiyeti var-

dı. Müslim ya da gayr-ı Müslim,

herkese adalet ve bereketi geti-

recek bir muzafferiyet.

Lemi ile birkaç arkadaşı Hı-

zır Hocanın gözetiminde Macar

Ordusu’ndan atılan bir askerin

hocalığında, Haçlı Ordusu’nda

bir Macar askeri gibi davran-

manın eğitimini aldılar. Bu ara-

da onların orduya giriş belgele-

ri ile giysileri hazırlandı. Saçları

Macar askerlerinin biçiminde

kesildi ve hiç şüphe çekmeden

orduya sokuldu. Toplam beş ki-

şiydiler ve her birinin görev ala-

nı farklıydı. Yalnız haftada bir

Hızır Hocayla buluşuyorlar-

dı. Hızır Hoca, Macar köylü-

sü kılığında haçlı karargâhının

çevresine geliyor ve onlar gece

gizlice çıkıp öğrendikleri tüm

bilgileri aktarıyorlardı.

Lemi vazife sırasındayken

gerçekten yaşadığını anlıyor-

du. Hizmet içinde olmanın tadı-

nı almıştı bir kez ve bu tat onun

katıksız Allah’a güvenmesini

sağladığı için en tehlikeli işle-

ri gözünü kırpmadan yapıyordu.

Osmanlı Ordusu Sultan

II. Murat’ın komutanlığın-

da Edirne’den yola çıkmış-

tı. Lemi ile arkadaşlarında da

heyecan had safhadaydı. Bü-

yük güne az kalmıştı. Haçlı

Ordusu’nun askerlerinin, bazı-

larını büyük bir korku sarmış-

tı. Bazıları ise Hunyadi Yanoş’a

yakın olan komutanların ko-

nuşmalarından etkilenip, Os-

manlı Ordusunu mağlup ede-

ceklerine inanmışlardı. Lemi ve

arkadaşları Varna’ya doğru iler-

leyen Osmanlı Ordusu’nu kar-

şılamak üzere bir gece Haçlı

Ordusu’ndan ayrıldılar. Osman-

lı Ordusu’na katılma fikri çok

müthişti ve Lemi sanki aklı yet-

tiğinden beri hep bugünü bekli-

yordu.

Lemi ve arkadaşları, sağ ce-

nahtan sorumlu Rumeli Bey-

lerbeyi Turhan Bey’in komu-

tasındaki Rumeli askerlerinin

arasına katıldı. Sabahın erken

saatlerinde başlayan savaş ikin-

diye kadar sürdü ve Osmanlı

büyük bir zafer kazandı. 65 bin

kayıp veren Haçlı Ordusu’nda

ölenler arasında Hunyadi Ya-

noş da vardı. Lemi ve arkadaş-

ları diğer Osmanlı askerleri gibi

çok kahramanca savaşıyorlar-

dı. Hızır Hoca onları gördükçe

“Benim küçük beş kişilik

ordum.” diye seviniyordu. Lemi

onun ne düşündüğünü anlamış

gibi döndü ve tam Hızır Hoca-

ya gülümseyecekken ardından

gelen bir Haçlı askerinin saldı-

rısına uğradı. Hızır Hoca koşup

yere düşmeden tuttu onu ve “Ha-

yır daha değil yiğidim. Seninle

daha çok cenge katılacağız.” di-

yerek sırtına aldı. Çarpışmaların

arasından hızla uzaklaştırarak

cephe gerisine götürdü. Sıhhi-

yeler yarasını sararken o tek-

rar savaş alanına döndü. Lemi

zafer haberiyle kendine geldi-

ğinde, Hızır Hocaya gülümser-

ken “Yine Hızır gibi yetiştin.”

dedi. Hızır Hoca içinden Allah’a

şükrederken, yavaşça sırtına vu-

rup gülümsedi ve; “Bir kez Hızır

Hoca oldun mu, artık hep Hızır

gibi olmak gerek.”

Page 44: 149 - Somuncu Baba Dergisi

85Mart 201384

SağlıkAkın DİNDAR

Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op.

Dr. Hüseyin Çoban, kas gevşeticile-

rinin kullanımıyla ilgili çok sayıda

çalışma ve yaklaşım olduğunu ancak kendisinin

konuya daha düz yaklaştığını belirterek kaslar-

daki kasılmanın bir hastalık durumu değil, iske-

let sistemindeki bazı rahatsızlıklardan kaynaklı

meydana gelen bir savunma mekanizması oldu-

ğunu söyledi ve şöyle devam etti. “Kasılmalar has-

talık değil, vücudun verdiği bir savunma tepkisi-

dir. Travma, romatizmal problemler, fibromiyalji,

efüzyonlar, enfeksiyonlar, kırıklar, bel mekanik

ağrıları, disk hernileri… vs kasların kasılmasına

sebebiyet veren başlıca rahatsızlıklardır. Bu ra-

hatsızlıkların tümünde ağrıya esas vesile olan enf-

lamasyondur. Enflamasyon geçtiği takdirde kas-

lar kendiliğinde kasılmayı bırakırlar.

Bel ve boyun fıtıklarını ele alırsak kas gevşeti-

ci kullanımın son derece sakıncalı olduğunu gö-

rürüz. Örneğin, belde yapılan çalışmalarda yükün

% 50 sinin kaslar tarafından taşındığı bilinmekte-

dir. Disk hernisinde herninin artışını önlemek ve

sinirlere olan basıyı azaltmak için kaslar kasılır-

lar. Bu bir vücut savunma refleksidir. Bu kasları

kasılmasını ortadan kaldırdığımız takdirde vücut

ağrılığının önemli bir bölümün sadece kemik üze-

rine bineceği ortadadır. Bu nedenle özellikle bel

ve boyun fıtık hastalarda verilen kas gevşeticileri

yarardan çok zarara sebep verirler. Maalesef he-

kimlerin çok büyük bir kısmı bu hastalıklarda leb-

lebi gibi kas gevşetici yazmaktadır. Yani farkında

olmadan hastaya zarar vermektedir. Çoğu zaman-

da ayak travması, ayak bileği burkulması, el bile-

ği burkulması, gut, romatizmal rahatsızlıklar gibi

kasların kasılmasıyla çok fazla ilgili olmayan ra-

hatsızlıklarda da çok tercih edilmektedir.

Kas gevşeticilerinin sedatizasyon yapıcı etkile-

ri çok fazlaydı. Yeni çıkan kas gevşeticilerinde bu

azalmıştır. Ancak reflekslerin yavaşlaması yine de

kaçınılmazdır. Kas gevşetici kullanımının büyük

çoğunluğu ayakta aktif işinde gücünde olan has-

ta gurubudur. Bu nedenle gündelik yaşantıda dik-

katin dağılması, reflekssin azalması problem oluş-

turmaktadır.

Kas gevşeticileri kullanmak yerine antienfla-

matuarlar tercih etmek daha isabetli olur kanısın-

dayım. Enflamasyon dağıldığı takdirde kaslar za-

ten normale dönecektir.

Kas gevşeticileri, ilaç firmalarının üretip de

sağlık camiasını yönlendirdiği garip bir ilaç guru-

budur. Kas gevşeticilerini çok sayıda yan etkileri-

ni de göz önünde tutmak gerekir. Yukarıda özetle-

diğim ve konuyu sıkıcı hale dönüştürmemek için

ayrıntısına girmediğim birçok nedenlerden dolayı

kas gevşeticilerinin kullanılmasını doğru bulmu-

yorum.

Kas gevşeticilerinin çok dar bir kullanım sağa-

sı olabilir. Kullanılması endike olan kas gevşeti-

ci oranı, şu anki kullanım oranının belki de % 10

bile olmamalıdır. Kas gevşeticileri yerine, hastada

esas iyileşmeyi sağlayan birinci derece de önem-

li antienflamatuar, ikinci derece analjezik ilaçları

tercih etmek gerektiğini düşünüyorum.”

“Kas gevşeticileri, ilaç firmalarının üretip de sağlık

camiasını yönlendirdiği garip bir ilaç gurubudur. Kas

gevşeticilerini çok sayıda yan etkilerini de göz önünde

tutmak gerekir. Konuyu sıkıcı hale dönüştürmemek için

ayrıntısına girmediğim birçok nedenlerden dolayı kas

gevşeticilerinin kullanılmasını doğru bulmuyorum.”

KAS GEVŞETİCİLER“Kas gevşeticileri kullanmak yerine antienflamatuarlar tercih etmek daha isabetli

olur kanısındayım. Enflamasyon dağıldığı takdirde kaslar zaten normale dönecektir. “

Page 45: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201386 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

AyvaAyva, protein, şeker, organik

asit, A, B2 ve C vitamini ve demir,

bakır, potasyum gibi mineraller-

den zengin, tohumları ise yağ ve

protein içerir. Bu yüzden de ayva

kozmetik sektöründen, ilaç sek-

törüne kadar bolca yararlanılan

bir meyvedir. Çocukların gelişi-

minde çok büyük bir rol oynayan

ayva, sinir sistemine de çok iyi ge-

liyor. Mide ve bağırsakları zarar-

lı mikroplardan koruyarak hazım-

sızlık gibi sorunları önlüyor. Kuru

bir cildiniz veya sağlıksız tırnakla-

rınız varsa, ayva bu konuda derdi-

nize deva olabilir. Özellikle grip ve

nezlenin iyileşmesini hızlandırdığı

için kış aylarında bol bol ayva tü-

ketilmelidir. Ayrıca ishale de çok

iyi gelen ayvayı komposto olarak

bolca tüketilebilir. İçerdiği vitamin

ve minarelerle kalp ve damar has-

talıklarından koruduğu, varisi ön-

lediği ve varis tedavisine yardım-

cı olduğu bilinmektedir. Kandaki

kötü kolesterolü düşürerek damar

sertliğinden korur. Ayva hoşafı

ağızdaki yaraların iyileşmesini hız-

landırdığı gibi ayva ağız kokusu-

nu da önler. Tereyağında pişirilen

ayva, balgamı söker, kronik öksü-

rüğe, solunum sistemi hastalıkla-

rına ve bronşite iyi gelir. Vücudun

gücünü artırır, zinde olmasını sağ-

layarak yorgunluk ve bitkinli-

ğe karşı vücudu korur. Ayva çiçe-

ği kaynatılıp içildiğinde annelerin

sütünü artırır, kalbi güçlendirir

ve baş ağrısına iyi gelir. Ayva ka-

buklarının kaynatılıp içilmesi, id-

rar yolu iltihaplarında iyileşmeyi

hızlandırır. Ağızdaki yaralar, bo-

ğazdaki şişlik ve ağrı için ayvanın

kendisi ayva çiçeği ya da yaprakla-

rı kaynatılıp içilebilir. Ayrıca uyku-

suzluk sorununuz varsa yine aynı

şekilde ayva çiçeğini ve yaprakları-

nı aynı çay gibi demleyip içebilir-

siniz. Ayvanın içindeki şeker oranı

düşüktür bu yüzden şeker hastala-

rı rahatlıkla ayva tüketebilirler.

Şifalı Bitkiler

Om Ali (Ümmü Ali)Malzemeler (4 kişilik)

Küçük kare borcam 2 su bardağı süt2 yaprak milföy hamuru1 çay bardağı toz şeker1 kutu hazır krema (küçük kutularda satılanlardan)1 kahve fincanı dövülmüş fındık1 çorba kaşığı toz şeker

Hazırlanışı

İki su bardağı sütü bir çay bardağı şeker ile ısıtıyoruz. Diğer tarafta milföyü elimiz ile bastırarak bir tepsi-ye koyup çatal ile iki yerinden deliyor ve 180 derece ısıtılmış fırında pişiriyoruz. Borcamın içerisinde mil-föyleri parçalayarak dizdikten sonra üzerine dövül-müş fındığı serpiyoruz. Hazırladığımız bu malzemele-rin üzerine şekerli ılık sütü döküyoruz.

Kremayı şeker ile çırpıp, fırın kabına hazırladığımız tatlının üzerine yayarak döküyoruz. Orta ısıdaki fı-rında üzeri kızarana kadar pişmeye bırakıyoruz. Ilık olarak servis yapıyoruz. Sütünü çekecek olur ise yarım su bardağı kadar süt ilave ediyoruz. Beklet-meden tüketiyoruz, zira sütünü çekerse lezzetli ol-mayabilir. Arzu ederseniz çeşitli kuruyemişler ile üzerini süsleyebilirsiniz.

Hikâyesi

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz bu tatlıyı çok severlermiş. Hazreti Ali’nin annesi, Ebu Talib’in hanımı ve aynı zamanda da Pey-gamber Efendimiz (s.a.v.)’in yengesi olan Fatıma bin-ti Esed bu tatlıyı sıkça Peygamber Efendimize ik-ram ederlermiş. Bu nedenle bu tatlının adı “Om Ali, (Ümmü Ali) ” yani “Ali’nin annesi” olarak bilinir ve Arap ülkelerinde çok sevilir, beğenilir.

Page 46: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Mart 201388

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Page 47: 149 - Somuncu Baba Dergisi

Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com

ÇIKTIÇIKTI

ÇIKTI

NASİHAT YAYINLARI’NDAN

GÜL KOLULU ESERLERSomuncu Baba’nın

ilim ve kültür dünyasıiphone, android,

facebook ve twitter’da.

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

115M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

M KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

ŞUBA

T 2013

148

148

Dergisi Hediyesi...

Ş U B A T 2 0 1 3

Fiyatı: 8

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Abdestli Olmak

4014 Karahisar Kalesi ve Afyon

/SomuncuBabaDergisi /HulusiEfendiVkf

www.somuncubaba.net