47
157 Dergisi Hediyesi... KASIM 2013 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Hulûsînâme Zâhir Olunca 32 14 Bir Akdeniz Şiiri Mersin

157 - Somuncu Baba Dergisi

  • Upload
    others

  • View
    12

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 157 - Somuncu Baba Dergisi

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

KA

SIM 2013

157

157

Dergisi Hediyesi...

K A S I M 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Hulûsînâme Zâhir Olunca3214 Bir Akdeniz

Şiiri Mersin

Page 2: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

The tomb of Danyal (pbuh),who is Davud’ s (pbuh) descendant, is in Tarsus,Mersin. Rumour has it that He was the cousin of Prophet Yakup (pbuh).

Because of the drought and scarceness, he came to Tarsus for rain prayer and stayed here until the end of his life.

When Tarsus was conquered in Omar (ra)’s era, in a large sarcophagus, there found a quite tall curse,wrapped in a fabric knitted by gold thread. On The finger of the curse, there seen a ring with the figure of a young boy standing between two lions,one of which is female and licking the boy, which was the symbol of the experiences he had had through his life.

It’s the favour and mercy of Allah that a prophet’s tomb is in Tarsus, Mersin. Lately, the actual place of the tomb of Prophet Dalyan (pbuh) has been found and the restoration work is going on. Our best regards for our friends from Çukurova region and Mersin.

Danyal (pbuh)’s Country of abundance: Mersin

Mersin’in Tarsus ilçesinde, Davud (a.s) neslinden, gelen Danyal (a.s.)’ın kabr-i şerifi vardır. Hz. Danyal

(a.s.) bir rivayete göre Yakup (a.s)’ın teyzezadesidir.

Milattan önce 606 yılında, zulmüyle meşhur Babil Kralı Buhtunnasr, Kudüs’ü ve Mescidi Aksa’yı tahrip

eder. Kutsal eşyaları alır, ahalinin Allah’a inanan ihtiyarlarını öldürür. Genç kadın ve erkekleri esir ederek

Babil’e götürür. Bu esirler arasında, Danyal (a.s.) genç bir delikanlı olarak bulunmaktadır. Buhtunnasr, Ku-

düs esirlerinden Allah’ın birliğine inanıp puta tapmayanları önce hapse atıp eziyet eder, putperestliği kabul

edenleri bırakır, razı olmayanları ise öldürür. Bu sırada Danyal (a.s) da hapiste eziyet görüyordu ama dur-

madan iman ehli olanlara nasihat ederek, Buhtunnasr kendilerini öldürse dahi asla putperestliği kabul et-

memelerini, imanlarından dönmemelerini, öldürülmeleri halinde şehit olup kendilerini cennette bulacakla-

rını, ölüm acısını dahi Cenab-ı Hakk’ın onlara duyurmayacağını, söyler. Bu cihetle, hapiste bulunan Kudüs

esirlerinin en çok eziyet göreni Hz. Danyal (a.s.)’dır. Bu sırada Buhtunnasr korkulu rüyalar görmeye başlar.

Kimsenin tabir edemediği rüyayı Danyal (a.s.) tabir eder. Bunun üzerine Danyal (a.s.)’a herkesin hürmet

ve saygı göstermesini emreder. Fakat bu çok uzun sürmez ve yine insanları putuna tapmaya zorlar. Danyal

(a.s.) yine karşı çıkar. Bu sefer Danyal (a.s.)’ı ateşe attırır ama Cenabı Hak onu kurtarır. Bu mucizelerden

sonra aciz kalan Buhtunnasr, Hz. Danyal (a.s.)’ a samimi olarak çok saygı gösterdi ve herkesin ona hürmet

edip duasını almasını emreder. Bundan sonra her taraftan insanlar gelir Hz. Danyal (a.s)’ın duasını alır, fe-

laket anlarında ve kuraklık gibi günlerde de ona dua ettirirler. İşte bu sırada Tarsus’ta da hüküm sürmekte

olan kuraklık ve kıtlık dolayısıyla yağmur duası yapmak için Tarsus’a gelir ve burada kalarak vefat eder. Hz.

Danyal (a.s.)’ın kabri Tarsus’tadır.

Hz. Ömer devrinde Tarsus fethedildiğinde bulunan büyük bir lahit içerisinde altın iplikle dokunmuş ku-

maşa sarılı gayet uzun boylu bir ceset bulunur. Cesedin parmağında, başından geçen maceraların sembolü

olarak biri erkek biri dişi iki aslan arasında duran ve dişi aslan tarafından yalanan genç bir çocuk figürünün

bulunduğu bir yüzüğe rastlanır. Lahdin Hz. Danyal (a.s.)’a ait olduğu anlaşılınca Hz. Ömer cesedin Yahudi-

ler tarafından çıkarılmasını önlemek için daha derine İslâmî usullere göre defnettirir ve üzerinden de Ber-

dan Nehri’nden gelen ufak bir çayın suyunu geçirtir.

Bir peygamberin kabri şerifini bağrında saklaması, Cenab-ı Hakk’ın Tarsus’a, dolayısıyla Mersin’e büyük

bir lütfudur. Son yıllarda kabr-i şerifinin gerçek yeri tespit edilip, restorasyon çalışmaları devam etmektedir.

Bu vesile ile Hz. Danyal (a.s.)’ın bereketlendirdiği Çukurova Bölgesi’ne ve Mersin’deki gönül dost-

larımıza selam olsun…

HZ. DANYAL’IN BEREKET YURDU: MERSİN

Page 3: 157 - Somuncu Baba Dergisi

3

32

48 66 74

ÇALAB’IN TAHTI - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)

HER ŞEYİ ÖLÇÜLÜ OLAN DENGE ÜMMET! - Ali AKPINAR (10)

BİR AKDENİZ ŞİİRİ MERSİN - Meryem Aybike SİNAN (14)

ADÂLETLE HÜKMEDEN, ADÂLETLE PAYLAŞTIRAN: EL-MUKSİT - Ramazan ALTINTAŞ (18)

UÇUP GİTTİLER - Servet YÜKSEL (21)

ALLAH’A GÜVEN DUYGUSUNUN ZİRVESİ: TEVEKKÜL MAKÂMI - Kadir ÖZKÖSE (26)

BİL MEM!.. - Hızır İrfan ÖNDER (31)

YÜZLEŞME - Mehmet SERTPOLAT (37)

CİHAN AĞLAR MUHARREMDİR - Bilal KEMİKLİ (38)

KİRA VE KİRACI - Abdullah KAHRAMAN (40)

HIRSIZLARIN REHABİLİTASYONUNDA SÛFÎ YAKLAŞIM - Ali SEYYAR (44)

İLMİN İNSANI FELAKETE SÜRÜKLEMESİ - Enbiya YILDIRIM (52)

EĞİTİMİN ÖNEMİ ve ÖĞRETMENİN ROLÜ - Hanifi KARA (56)

BÜCEYR B. ZÜHEYR (R.A) - Bünyamin ERUL (59)

NOKTALAR VE ÇİZGİLER ARASINDA HATTAT HASAN ÇELEBİ - Muharrem AKIN (60)

EGOLARIM ÇOK YÜKSEK (!) - Rukiye KARAKÖSE (62)

GÜNEŞİN SIRRI - Muhammed Murat GÖZÜBÜYÜK (65)

BANA GÖZLERİNİN ŞAVKI VURUNCA - Mürsel GÜNDOĞDU (69)

MİNEL AŞK İLE GÜL DİYARI - Raziye SAĞLAM (70)

ELİN DERT GÖRMESİN - Mehmet Ali VAR (73)

SONBAHAR - Enver GÜRKAN (77)

MERSİN VELÎLERİ - Yusuf HALICI (78)

FOBİLER - Sefa SAYGILI (80)

EY ERENLER - Rabia BARIŞ (83)

SONBAHAR DEPRESYONUNDAN KURTULMANIN 8 YOLU - Akın DİNDAR (84)

ŞİFALI BİTKİLER – Mahlep (86)

SARIYER BÖREĞİ – Mesude SARI (87)

ÂB-I HAYAT

CİHAN PADİŞAHLARINI YETİŞTİREN BÜYÜK HOCALAR

AŞK ATEŞİ

İNSAN SERMAYESİ KALBİN HAZİNESİ

I. ABDÜLHAMİD HAN VE KADEM-İ ŞERİF

HULûSîNâME “ZâHİR” OLUNCA

06Cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgiliye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün değildir. Biz kullar Allah’ın cemalini dünya gözüyle göremeyiz.

Tarihe yön veren büyük devletler ve medeniyetlerin, dinî, fikrî, ilmî ve sosyal hareketlerin görünmez mimarları konumunda daima eğitimciler yer almıştır.

Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük aşk ve çile üstâdı Fuzûlî, Peygamber âşığı bir şairdir. Ondaki bu aşk, dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde görülebilir.

Eğer 21. yüzyılda bir şehirde yaşıyorsanız, sizin toplam değerinizi oluşturan birkaç “değer” vardır.

1. Abdülhamid, 20 Mart 1725’te İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda doğdu. Annesi Rabia Şermi Sultan, babası III. Ahmet’tir.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, kağıda, kaleme ve yazıya çok önem vermiştir.

22M. Nihat MALKOÇ

İsmail ÇOLAK Muhammed B. TOPRAK

Resul KESENCELİ Musa TEKTAŞ

Vedat Ali TOK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 20 Sayı: 157 Kasım 2013Basım Tarihi: 01 Kasım 2013

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞTEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat BankasıTR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf BankTR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001

AkbankTR 7300 0460 0060 8880 0019 0311

TebTR 5900 0320 0000 0000 0651 5222

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

444 36 61(0422) 615 15 54

ABONE İLETİŞİM HATTI

Page 4: 157 - Somuncu Baba Dergisi

55Kasım 20134

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Doksandördüncü Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Muhterem Müslümanlar!

Şehrullah olan Muharrem ayı, aleyhi’s-

salâtu ve’s-selâm efendimizin Mekke-i

Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye

hicret-i seniyyelerini buyurmalarının yıl dö-

nümüdür.

Ömrümüzden bir sene daha geçse de ha-

berimiz yok. Öyle ise aklımızı başımıza ala-

lım; maziye karışacak olan bu senemizi hayır

ile kapayalım; temiz bir kalp ile Allah (c.c)’a

dönelim. Şu bir sene içinde yaptıklarımızı

bir kere düşünelim, kendimizi bir kere hesa-

ba çekelim bir sene içinde dünya ve âhirete

yarayacak ne gibi ameller yaptık; hep Allah

(c.c) yolunda mı yürüdük, yoksa şeytan yol-

larına da saptık mı? İşte şöylece her mümin

kendisini hesaba çekmeli bilerek veya bilme-

yerek yapmış olduğu günahlara tevbe etme-

li ve o senenin son sahifesini de tertemiz bir

surette kapatarak her türlü günahlardan te-

miz ve pak olarak yeni seneyi karşılamalıdır.

Eğer böyle yapar ve kendimizi sorgu-

ya çekersek, Allah (c.c)’ın rızâsına uygun

düşmemiş olan işlerimizin affedilmesi

için Allah’a yalvarırsak Allah da duaları-

mızı kabul buyurur, günahlarımızı affe-

der. Böyle temiz ve pak olarak yeni bir se-

neyi karşılamak, insan için ne büyük bir

saadettir. Yaptığı kusurları itiraf eden ve

bundan dolayı Allah (c.c)’tan afv dileyen

rahmetlerini ve lütuflarını, yalvaran bir

kulundan “gafur, rahîm, şefik” olan Allah,

esirger mi?

Böyle bir kulunu mağfiret etmez mi? Hiç

şüphe yok ki kapısına gelen ve kendisinden

mağfiret isteyen kullarını Allahu Teâlâ affe-

der, mağfiret eder rahmetle yarlığar.

Ey Cemâat-i Müslimîn!

Öyle isi, biz de gafil bulunmayalım. Bu se-

nemizi böylece kapatarak günahlarımızdan

temizlenelim ve yeni seneye temiz olarak gi-

relim. Yapabilenler, Muharrem ayını oruçla

geçirsinler. Çünkü Muharrem ayı Ramazan

ayından sonra en hayırlı bir aydır. Onun için

bu ayda tutulan orucun sevabı pek ziyâde

olur. Hiç olmazsa Muharrem ayının doku-

zuncu, onuncu, on birinci günlerini oruçlu

geçirmeye çalışınız.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz buyu-

ruyorlar ki: “Farz namazlardan sonra, fazi-

leti en çok olan namaz; gece yarısında kılı-

nan namazdır. Ramazan orucundan sonra

efdal olan oruç, Şehrullah olan Muharrem

ayında tutulan oruçtur. Aşure ile ondan ev-

velki ve sonraki gün oruç tutun. Allah’tan

öyle umarım ki Aşure günü tutulan oruç ile

geçen sene işlenilen günahları af ve mağfi-

ret eder.”

İşte Muharrem ayı böyle faziletlidir.

Aşure; Muharrem’in onuncu veyahut dokuzun-

cu günü olduğu rivayetleri vardır. Binâenaleyh

oruç tutmak isteyenler dokuzuncu onuncu ve

on birinci günleri tutmalıdır.

Page 5: 157 - Somuncu Baba Dergisi

7Kasım 20136

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir

hadis-i şeriflerinde “Ölmeden

önce ölünüz.” buyurmaktadır.

Ölmeden evvel ölenler, nefsî arzularını hayatta

iken terk etmeyi başararak Allah’ın küllî iradesine

tâbi olurlar. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Dîvân’ındaki bir beytinde şöyle buyurur:

Ölmeden öndin bul memât hayy ol içip âb-ı hayât

Hem ol ki mahv-ı mahz-ı zât cân vâkıf-ı esrâr ola

(Ölmeden önce öl, sonsuzluk suyunu tadarak

diril. Yüce Yaratıcının katındaki gerçek varlığa er

de sırlardan haberdâr ol.)

Yaratılış Gayesini Hatırlamak

Bu beyitte yukarıda arz ettiği-

miz hadis-i şerife atıfta bulunul-

maktadır. Tasavvufta âb-ı hayat,

Allah’ın el-Hayy isminin hakika-

tinden ibarettir. Burada anlatıl-

mak istenen şey insanın yaratılış

gayesini hatırlaması ve ona göre

yaşamasıdır.

Akıllı insan bu dünyayı bir mi-

safirhane, kendisini de misafir ola-

rak görür. Ölüm her kulun nihai kaderidir. Kişi,

dünyada yapıp ettiklerinden hesap vermek için

ölür. Akıllı kişi dünyada yaşarken bu çetin hesa-

bı hep düşünür ve ona göre ölçülü hareket eder.

Unutulmamalıdır ki, dünya aldatıcıdır, fânidir.

Ömrümüz sayılı günlerden ibarettir. Fakat kişi

bunları çok iyi bilse de hayatına tatbik etmekte ne

yazık ki fazlasıyla zorlanır.

Şüphesiz ki ölünce muhasebe yapılacaktır.

Herkes yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir.

Basiret nazarları güçlü olanlar, hesabını dünyada

yapar ve ona göre hesap verebileceği bir hayat

yaşar. Ölmeden ölen kişiler Yunus’un deyimiyle

ne varlığa sevinirler, ne de yokluğa yerinirler.

Onlar Allah’ın aşkıyla avunurlar, onlara gerekli

olan sadece Allah’tır.

“Âb-ı hayat” hayat suyu demektir. Bu, insanı

ölümsüzleştirdiğine inanılan bir su olarak kabul

edilir. Ölmeden önce ölen kişiler, yani hesaba çe-

kilmeden kendini (nefsini) hesaba çekenler, hayat

suyu içmiş gibi olurlar. Çünkü kendini hesaba çe-

kip Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda ya-

şayanlar, sonsuza dek içinde yaşayacakları cenne-

te kavuşurlar. Bu, âb-ı hayat içip de sonsuza kadar

diri kalmak değil de nedir? Bunu başaranlar tek

gerçek olan “vahdet-i vücud” mertebesine doğru

yol alırlar. Bu noktadaki kişilere ilâhî sırlar aşikâr

olur.

Beyitteki Edebî Sanatlar

Bu beyitte Peygamber Efendimizin “Ölmeden

önce ölünüz.” hadisine atıfta bulunulduğu için tel-

mih (hatırlatma) sanatı vardır. Yine “âb-ı hayat”

ifadesiyle de geçmişteki bir inanca değiniliyor,

o inanç bize hatırlatılıyor. Burada da hatırlatma

söz konusu olduğu için telmih (hatırlatma) sanatı

mevcuttur. Beyitte ölmek, memat (ölüm) kelime-

leri arasında anlam ilişkisi bulunduğu için tena-

süp (uygunluk) sanatı bulunmaktadır. Hay (diri),

hayat ve ölmek, memat (ölüm) kelimelerinin an-

lamları birbiriyle zıtlık teşkil ettiği için tezat (zıt-

ÂB-I HAYAT

Hulûsi Kalb’denM. Nihat MALKOÇ

“Cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgiliye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün değildir. Biz kullar

Allah’ın cemalini dünya gözüyle göremeyiz. Bunun gerçekleşmesi için kişinin dünya defterini kapatması, yani ölmesi gerekir. Hulûsi Efendi, bunu çok iyi bilmektedir..”

Page 6: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 20138

lık) sanatı vardır. Söz konusu tezat, âb-ı hayat

(ölümsüzlük suyu) tamlamasıyla memat (ölüm)

sözcüğü arasında da vardır. Hulûsi Efendi (k.s.)

bu beyitte ölmeden önce ölmeyi hayat suyu içme-

ye benzeterek teşbih (benzetme) sanatı yapıyor.

İçmek ve âb (su) kelimeleri arasında da tenasüp

sanatı vardır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir

beytinde de şöyle buyurur:

Dil vuslata nâil olup cânâna cân vâsıl olup

Her matlabın hâsıl olup hârın gül-i gül-zâr ola

(Gönül vuslata ersin; cân, cânâna kavuşsun.

Her istediğin olsun. Dikenler bile gül bahçesinin

gülleri olsun.)

Vuslatı Arzulamak

Hulûsi Efendi bu beyitte bir kısım istekler-

de bulunuyor. Bunu bir çeşit dua da sayabiliriz.

Bu isteklerinden birisi ve de en önemlisi gön-

lün vuslata ermesi, yani sevgiliye kavuşmasıdır.

Cân, cânâna kavuşunca bütün acılar sona erecek-

tir. İşte o zaman bütün arzular ve istekler yerine

gelmiş olacaktır. Zira vuslattan daha büyük bir

mükâfat yoktur. Bu gerçekleşince gül bahçesin-

deki dikenler de güle dönüşecektir. Yani insanın

hiçbir meselesi kalmayacaktır.

Aslında cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgi-

liye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün

değildir. Biz kullar Allah’ın cemalini dünya gözüy-

le göremeyiz. Bunun gerçekleşmesi için kişinin

dünya defterini kapatması, yani ölmesi gerekir.

Hulûsi Efendi, bunu çok iyi bilmektedir. O zaman

vuslatla kastedilen ölümdür. Hazret, bir anlamda

bir an evvel sevgiliye (Allah’a) erişmek için ölü-

mü istemektedir. Çünkü ölüm, bazılarının zan-

nettiği gibi bir firak (ayrılık) değil, Mevlâna’nın

deyimiyle dostu dosta kavuşturan “şeb-i arûs/dü-

ğün gecesi”dir. Bedende mahpus olan ruh, bede-

nin ölümüyle birlikte özgürlüğe kanatlanır. Bu da

bir nevi âb-ı hayata kavuşmaktır.

Beyitteki Edebî Sanatlar

Beyitte geçen gül ve hâr (diken) kelimele-

ri arasında tezat sanatı bulunmaktadır. Vuslat

(kavuşma)-nail (muradına eren)-vasıl (ulaşmak),

cân-cânân (sevgili), gül-gülzâr (gül bahçesi) ke-

limeleri arasında anlam ilişkisi olduğu ve de bu

sözcükler birbirini çağrıştırdıkları için bu kelime-

ler arasında tenasüp (uygunluk) sanatı olduğu-

nu söyleyebiliriz. Beytin ikinci dizesinde hâr (di-

ken) ile kastedilen kötüler ve kötülükler, gül ile

kastedilen de iyiler ve iyiliklerdir. Kötü(ler) di-

kene, iyi(ler) güle benzetiliyor; ama burada ben-

zeyen söylenmediği için açık istiare (eğretileme)

yapılıyor. Dilin (gönlün) vuslata erişmesi teşhise

örnektir. Dikenlerin gül bahçesinin gülü olması

ifadesinde mübalağa (abartma) sanatı vardır. Bu

beyitte “olmak” eylemi dört kere tekrarlandığı için

tekrir (yineleme) sanatı yapılmıştır.

9

ÇALAB’IN TAHTI Elimizden gelirse bir gönül almak gerekMuhabbet deryâsına korkusuz dalmak gerek

“Gönül Kâbetullah’tır”, böyle diyor bilgelerFânî olana kadar orada kalmak gerek

Sevelim, sevilelim, buyurmuş Emre’m YûnusBütün kötü hisleri, uzağa salmak gerek

Yol vardır dilden dile, gönle girmeyi dileYağ koymalı kandile ve kibrit çalmak gerek

Sevgi ister gönüller, sevgiyle açar güllerAşkla öter bülbüller, bu dili bilmek gerek…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Page 7: 157 - Somuncu Baba Dergisi

11Kasım 201310 11

Kur’ân, İslâm toplumunu tanım-

larken onun en temel özelliği-

nin “vasat ümmet” olduğunun

altını çizer.

“Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız

için tam ortada bulunan/vasat bir ümmet kıldık.”1

Vasat Ümmet; “orta, dengeli, adaletli, hayırlı”

anlamlarına gelir. Vasat, kenar anlamına gelen ta-

rafın zıddıdır. İki aşırı uç olan ifrât ve tefrît de aynı

şekilde vasatın karşıtıdır. Vasat, bir şeyin tam or-

tası ise, ifrât bir ucu, tefrît ise öteki ucu demektir.

Zaten İslâm ümmetinin tanımlayan pek çok âyette

onun “hayırlı, gündemi belirleyen ve gidişata ta-

nıklık eden, adaleti ayakta tutan” bir toplum olduğu

sürekli vurgulanmıştır.

Yüce Yaratıcı, her insanın özüne/fıtratına iyilik-

kötülük, hayır-şer, olumlu/olumsuz eğilimleri yer-

leştirmiştir. Ruh ve nefsi olan her insanda hayra yö-

nelik özellikler de vardır, şerre yönelik özellikler de.

Yüce Allah’ın gönderdiği din, insandaki bu hassala-

rı yönetmek, onları yerli yerinde kul-

lanmak için gelmiştir.

Şöyle ki, her insanda öfke-gazap

hassası vardır. Yerinde öfke iyidir,

yersiz öfke ise yerilmiştir. Sözgelimi

Allah için öfkelenmek, Allah yolunda

savaşta öfke ve gazapla düşmana

saldırmak övülmüştür. Günaha

haksızlığa buğz etmek, Allah’ın en

sevdiği amel sayılmıştır. Ne var ki nefsin tahrikleri-

ne kapılıp olur olmaz şeylere öfkelenip kızmak ve bu

öfke doğrultusunda hareket etmek zemmedilmiştir.

Benzer şekilde her insanda bağışlama, hoş görme

yetisi de vardır. İnsan, bu yetisini yerinde kullanırsa

iyi olur, yersiz kullanırsa kınanır. Sözgelimi haksızlı-

ğı, kötülüğü, zulmü hoş görme, onlara karşı duyarsız

kalma yerilmiştir. Ama sürekli hoşgörüsüzlük, asla

bağışlamama da yerilmiştir.

İnsanda cimrilik tutkusu da vardır, cömertlik

tutkusu da. Bu tutkular iyi yönetilirse, yerinde

kullanılırsa hayır olur. Yerinde kullanılan vermeme

tutkusu, iktisat, tutumluluk olurken; yersiz

kullanılan vermeme cimrilik, bencillik olur. Yerinde

kullanılan verme tutkusu, infâk, yardımseverlik

olurken; bu, yersiz-ölçüsüz kullanılırsa savurganlık

ve israf olur.

İnsanda dünyaya meyletme, dünyayı sevme

tutkusu vardır. Din, insandaki bu tutkuyu yönetir,

onu yerinde kullanmasını ister. Dinin ölçüleri esas

alınmazsa, insan ya bütünüyle dünyevileşir, dünyayı

putlaştırır, gözü dünya ve dünyalıklardan başka bir

şey görmez olur; ya da dünyayı bütünüyle terk eder,

ruhbanlaşır. Her ikisi de ifrât ve tefrîttir ve din, ikisi-

ni de yasaklamıştır. Dine göre Müslüman, fâni olan,

oyun ve eğlenceden ibaret olan dünyaya o kadar de-

ğer verecek, onu sahiplenecek, ancak dünya içerisin-

de kendisini kaybetmeyecek, yeri ve zamanı gelince

dünyalıklardan vazgeçmesini bilecektir. Aynı şekilde

bakî olan, asıl ve kalıcı yurt olan âhirete de o kadar

değer verecek, dünyayı âhireti kazanmak için kullan-

masını bilecek, ruhbanlığa sapmadan dünya hayatı-

nı en güzel şekilde tamamlayacaktır. Unutmayalım

ki, Yahûdiler din adına dünyevileştiler, Hıristiyanlar

da din adına ruhbanlaştılar. İslâm ise insanlığı yeni-

den orta yola davet etmiştir.

Her Alanda Denge

İtidalli, dengeli, ölçülü olmak, önce inançta

ölçülü olmakla başlar, söylemde ve eylemlerde

ölçülü olmakla devam eder gider. Şimdi bunları kısa

kısa açıklayalım:

İnançta ölçülü olmak: Büyük imam Gazâlî’nin bir

eserinin adı el-İktisâd fi’l-İ’tikâd’dır. Yani o, inançta

bile ölçülü olmayı kitabına isim olarak koymuştur.

Buna göre kişi önce Yaratıcısına karşı adaletli

ÖLÇÜLÜ ÜMMET!HER ŞEYİ DENGElİ OLAN

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

“Ruh ve nefsi olan her insanda hayra yönelik özellikler

de vardır, şerre yönelik özellikler de. Yüce Allah’ın

gönderdiği din, insandaki bu hassaları yönetmek, onları

yerli yerinde kullanmak için gelmiştir.”

Page 8: 157 - Somuncu Baba Dergisi

13Kasım 201312

olmalıdır. Bu ise, Yüce Allah’ı şirke bulaşma-

dan birlemek, O’na inanmak, O’nun haklarına

riâyet etmektir. Bu da Yüce Allah’ın ölçülerine

uygun bir hayatın adamı olmakla mümkün-

dür. Severek isteyerek, inanıp güvenerek O’na

teslim olmakla olur.

Söylemde ölçülü olmak: İnanç ve düşüncede

mûtedil olmak, söylemlerimizde ölçülü olma-

yı beraberinde getirir. İman adamı, söylem

dünyasını kontrol altında tutan kimsedir. Zira

o, ya hayır söylemeli yahut susmalıdır. İma-

nın bir ruknü olan dil ile ikrâr, Tevhîd doğrul-

tusunda cümleleri söylemeyi de içerir. Buna

göre dilimizle söylediğimiz Tevhîd cümlesiyle

çelişen yalan, gıybet, boş söz, sövgü gibi sözler

bu ikrârı zedeler. Kur’ân söylem dünyamızı

inşâ eden pek çok âyetle doludur. “Ey iman

edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyle-

yin de Allah işlerinizi kendinize yararlı kıl-

sın ve günahlarınızı size bağışlasın.”2 Evet,

mü’min her hâl ü kârda hakikatin tanığıdır.

İslâm, sesimizi bile ölçülü kullanmamızı is-

ter ve o sesin frekansını değil, kalitesini yük-

seltmemizi emreder. Yine o, yürüyüşümüzde

bile ölçülü olmamızı ister:

“Namaz kılarken sesini yükseltme, çok da ses-

siz okuma, ikisi ortasında bir yol tut.”3

“Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesi-

ni bastıracak şekilde yükseltmeyin.”4

“İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryü-

zünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini be-

ğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yü-

rüyüşünde tabîî ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini

şüphesiz merkeplerin sesidir.”5

“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen

ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabi-

lirsin.6 Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzı yürürler.”7

Ahlakta ölçülü olmak: İnanç, düşünce ve

sözlerinde mûtedil olan kimsenin davranışları

da mûtedil olur. Sözgelimi sabır ahlakî bir er-

demdir, ancak zillete boyun eğmek, haksızlık

karşısında suskun kalmak sabır değildir. Başa

gelenler karşısında sızlanmak, feverân etmek

de mü’mine yakışmaz. Tevâzu ahlâkî bir er-

demdir, ancak zelîl bir halde durmak, kibirli

olmak gibi İslâm’ın istemediği bir şeydir.

İbadette ölçülü olmak: Kolaylık dini İslâm,

insandan kendini/nefsini öldürmesini istemez.

Aksine o, nefsin ıslâhını, arınmasını ve bu şekil-

de huzûra ermesini ister. Bunun için ibadetler-

de aşırılığı yasaklar. Yapılabilir ve yaşanılabilir

hükümler koyar. “Kolaylaştırın zorlaştırmayın,

müjdeleyin nefret ettirmeyin.” ilkesiyle yola çı-

kan İslâm, “az da olsa devamlı olan ibadetleri”

bizden ister. İbadetleri terk etmek de yanlıştır,

ibadetlerde aşırı gitmek de. Bir de her ibadetin

içerisinde ta’dîl-i erkân diye bir temel esas var-

dır. Bu, ibadetin rukünlerini yerli yerince yap-

mak, eksik veya fazla yapmadan onlara hakkını

vermek demektir. Bu, namazda da böyledir, di-

ğer ibadetlerde de. Nitekim infâk yol haritamızı

çizerken Kur’ân şu uyarılarda bulunur:

“Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver;

elindekiler saçıp savurma. Saçıp savuranlar,

şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şey-

tan ise Rabbine karşı pek nankördür. Rabbin-

den umduğun rahmeti elde etmek için, hak sa-

hiplerinden ayrılmak zorunda kalırsan, onlara

hiç değilse tatlı bir söz söyle. Elini boynuna bağ-

layıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz

olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.”8

Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Bütün iş-

lerinizde ne geri kalınız, ne ileri gidiniz, orta

yolu tutun ve dosdoğru olun. Şunu unutmayın

ki, hiçbiriniz yaptığı ameller sayesinde cehen-

nemden kurtulamaz. Evet evet, ben de kurtula-

mam. Ancak Allah, lütuf ve keremiyle kuşatıp

beni bağışlarsa, o başka.”9

Amelde ölçülü olmak: Kur’ân ilahî hükümle-

ri bize açıkladıktan sonra, “İşte bunlar Allah’ın

sınırları/yasalarıdır, sakın onları aşmayın.

Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa zâlimlerden

olur.”10 uyarısını yapar. İslâm, savaşmak zorun-

da kaldığımız bir düşmanı öldürürken, işlediği

suç sebebiyle cezalandırılan bir suçlunun ceza-

sını verirken, bir hayvanı keserken bile dengeli/öl-

çülü olmamızı ister.

“Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tu-

tup gözeten şâhitler olun. Bir topluluğa olan öfke-

niz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu,

Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.

Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden

haberdardır.”11

“Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıyma-

yın. Haksız yere öldürülenin velîsine bir yetki tanı-

mışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira

kendisi ne de olsa yardım görmüştür.”12

“Yüce Allah, her şeye iyi-güzel muâmele edilme-

sini emretmiştir. Sizden biriniz öldürürken bile gü-

zel yapsın. Herhangi biriniz bir hayvanı boğazlar-

ken bıçağını keskinleştirsin ve hayvanı rahatlatsın,

ona eziyet etmesin!”13

Özelde insanın, genelde toplumun vasat/denge

toplumu haline gelmesinde din, büyük rol oy-

nar. Bunun için âyette, “Böylece sizi insanlara

vasat bir ümmet kıldık.” buyrulmuştur. Yüce

Allah, gönderdiği din ile bu toplumu denge üm-

met haline getirecektir. Elbette bir topluluk,

kendi gidişatını değiştirmedikçe, onu Allah’ın

ölçülerine uygun hale getirmedikçe Yüce Allah

o toplumu düzeltmeyecektir.

İnsanın özünde var olan bu tutkuların hayırlara

kanalize edilmesi ise temel dinî eğitim, dini iyi yaşa-

yanların örnek alınması, çevrenin telkin ve uyarıla-

rıyla gerçekleşir. İşte İslâm toplumunun vasat üm-

met, ölçülü, adaletli, hayırlı denge toplumu haline

gelmesi bu şekilde olacaktır. Kendisini vasat ümme-

tin bir üyesi gören Müslüman, aşırılıklardan, uç ol-

maktan sakınacak, her işinde ölçülü ve dengeli bir

tavır sergileyerek bu iddiasını ispat edecektir.

1 2/Bakara, 143.2 33/Ahzâb, 70-71.3 17/İsrâ, 110.4 49/Hucurât, 2.5 31/Lokmân, 18-19.6 17/İsrâ, 37.7 25/Furkân, 63.

8 17/İsrâ, 26-29.9 Müslim, Münâfikûn, 76.10 2/Bakara, 229, 65/Talâk, 1.11 5/Mâide, 8.12 17/İsrâ, 33.13 Müslim, Sayd 11.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 9: 157 - Somuncu Baba Dergisi

15Kasım 201314

Mersin bir

A k d e -

niz şiiri

her dem söylenesi… Şehirlerin

bir yazgısı vardır alnında

parıldayan. Mersin şehirlerin

içinde kaderini yeşile ve

maviye bağlamış, bağrında ulu

yüreklerin çarpıntısını dinleyen,

mısraları portakal çiçeği kokulu

bir latif şehirdir.

Doğal kumsallarıyla, uza-

yıp giden narinciye bahçeleriy-

le, sebze ve meyveleriyle, kültür

ve medeniyet unsurlarıyla bir

başka güzeldir Mersin. Hem

İçel hem Mersin adıyla bilip

yüreğimizin mutena bir köşesine

koyduğumuz bu nadide şehir

her dem bizleri kendine çağır-

maktadır. Zira bir gidişiniz aka-

binde bir med-cezir’e dönüşür

artık, kopamazsınız.

Mersin Eskidir, Kadimdir,

Emektardır

Şehir şehirliğini bilmiştir

asırlar boyu. İnsanların

hayallerinin bir köşesinde

her daim mutlaka bir Mersin

hayali vardır. Her insanın

gideceği bir Mersin’i mutlaka

vardır. Her insanın başka

başka bir Mersin’i vardır dil

hanesinde.

Adana şehri sizi Mersin’e

gönderirken arkanızdan uzun

uzun bakar. Zira Mersin o ka-

dar yakın o kadar iç içedir.

Yollar geniş, yollar huzurlu

ve yollar çiçeklidir. Bir keskin

zakkum kokusu işler ellerini-

ze, ruhunuza. Ve meyvelerin,

sebzelerin bin türlüsü, ağaçla-

rın bin çeşidi gözlerinizi alır,

kalbiniz yumuşar, gözleriniz

ışıldar, aklınız şaşar!

Mersin bu kadar güzel ol-

mayı nasıl başarmıştır an-

lamaya çalışırsınız. Danyal

Aleyhisselâm’ın hikâyesi dü-

şer aklınızın bir tarafına ve siz

kalkıp peşi sıra gidersiniz! Bir

derin ve bir serin hikâyedir

yüreğinize değen. Neden

Mersin şehri diye düşünmez-

siniz! Zira güzele güzel yakışır

demişsinizdir hemen.

Sonra Cennet ve Cehennem

vadisine düşer yolunuz. Fani

dünyada bir yerde Cennet ve

Cehennem böylesi neden an-

lam bulmuş, neden kendine bu

isimleri bulmuştur bu vadiler

anlayamazsınız. Zira o upuzun

geçmiş öylesine müphem öyle-

sine ıraktır algılarınıza.

Bİr Akdenİz Şİİrİ

MERSİN

Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN

Page 10: 157 - Somuncu Baba Dergisi

17Kasım 201316

Ve Yayla Yollarına Revan Olursunuz

Yayla turizminde beğenilen ve

ilgi çeken yaylalar Gözne, Ayvage-

diği, Soğucak, Fındıkpınarı, Çam-

lıyayla Namrun ve Sorgun yay-

laları alır size bağrına bastırır ve

Torosların serin esintisi kalbini-

ze işler, ruhunuz huzurun ve teen-

ninin kollarına yaslanır. Unutur-

sunuz şehirlerin ve kasabaların

keşmekeşini, arkada bırakırsı-

nız insanların dağdağalı sözleri-

ni, aklınıza getirmezsiniz ikiyüz-

lü özlerini…

Adalar Mersin denizinin eda-

lı kızları gibidir. Tisan, Taşucu,

Narlıkuyu ve Dana Adası ise özel-

likle yerli turistlerin sıklıkla zi-

yaret ettiği bölgeler. Nitekim bu-

ralarda ruhumuzun aradığı bin

türlü güzellik birbiriyle yarış için-

dedir.

Alahan Manastırı, Cennet

ve Cehennem, Kızkalesi, Ayaş,

Yumuktepe, Solipompeipolis,

Anemurium tarihî kalıntıları,

Kleopatra Kapısı gibi çok eski

mekânlar hala varlıklarını inat-

la ispatlamaya çalışmakta ve es-

kinin şarkısını söylemektedirler.

Mersin 321 km sahil şeri-

di ile Türkiye’nin önemli bir sa-

hil kentidir. Mersin kıyılarının

yaklaşık 108 km’lik bölümünü

doğal kumsallar oluşturmakta-

dır. Kumsallar insanları denizin

sükûn veren kıyısının etekleri-

ne çektikçe, yaz ayları deniz kı-

yıları insanların ayak izlerini yı-

kamakla vakit geçirmeye başlar

adeta.

Mersin mutfağı diğer mut-

faklara meydan okurcasına

sultanlığını ilan etmekte olan

bir mutfaktır. Hem Arap mut-

fağından, hem Akdeniz mut-

fağından esintiler taşıyan bir

yapısı vardır. Sebze yemekle-

ri, tatlılar, içli köfteler, sarma-

lar, hamurlu yemekler, kebap-

lar, balıklar, mezeler, çörekler,

börekler, otlu yemekler Mer-

sin mutfağının seçkin menü-

sünü oluşturur.

Mersin’in Gezilesi Yerlerinden Birisi

Mersin’de camilerin en gü-

zelleri sizi uhrevi âlemlere bu-

yur eder gibi bir anda ruhunu-

zu alıp sürüklemeye başlar. Ulu

Cami 1898 Yılında Sultan II. Ab-

dülhamit zamanında Saydaklı

Abdulkadir Seydavi öncülüğün-

de halk tarafından yaptırılmış

ancak eski Gümrük Meydanın-

daki (günümüzde Ulu Çarşı) bu

cami yıktırılmış yerine büyük ve

modern Ulu Cami 1979 yılında

inşa edilerek ibadete açılmıştır.

Mersin’in gezilesi yerle-

rinden birisi olan Muğdat Ca-

mii asıl ismi ile Hz. Mikdad Ca-

mii Türkiye’deki 6 minareye

sahip 3 camiden bir tanesidir.

Diğer 2’si ise İstanbul Sultan

Ahmet Camii ve Adana Sabancı

Camii’dir.

Mamuriye Kale Camisi,

Alaaddin Camisi, Reşadiye

Camisi, Makam-ı Şerif Camisi

şehrin önemli diğer camileri

olarak günde beş vakit göğün

ellerini tutmakta ve ibadet

şehrine başkentlik yapmakta-

dırlar.

Mersin ekonomisiyle de

baş döndüren bir zenginli-

ği sahiptir. Türkiye’nin en

büyük Serbest Bölge’si Mer-

sin’dedir. Dev limanıyla dış

ticarette zirveyi zorlayan kent

hem tarımın, hem sanayinin,

hem kültür ve truzmin çerçe-

vesini her daim kendi lehine

zorlayan bir görüntü vermek-

tedir.

Mersin, hâsılı kelam da-

ğıyla, bağıyla, yaylasıyla, de-

niziyle, ırmağıyla, derisiyle,

taşıyla albenisi olan, hem es-

kiyi, hem yeniyi birbiriyle bu-

luşturan nadide bir şehirdir.

Bir Akdeniz kokusudur Mer-

sin. Mersin Torosların has kı-

zıdır. Gönül sığınağıdır. Gül

ve çemen bahçesidir. Bir çağ-

layandır Akdeniz’e sevda taşı-

yan. Mersin bir güzellik serü-

venidir yollarına çıktığımız…

Beki

r SAR

I

Page 11: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

19

Adâletle hükmeden, adâletle paylaştıran:

EL-MUKSİT“Mîzânın dengesi bozulduğu zaman, hayatın her alanında işlevsel olması beklenen

adâlet terâzisi fonksiyonunu yitirir. Bunun akabinde toplumda her türlü haksızlık

ve zulüm normal hayatın bir parçası haline gelir. Bundan da toplumun bütün

fertleri zarar görür.”

Kasım 201318

El-Muksit, Arap-

çada “âdil ol-

mak” anlamındaki

“kıst” kökünden türemiş, Yüce

Allah’ın en güzel isimlerinden

biri olup, “adâletle hükmeden,

âdil” mânâsına gelir. Her ne ka-

dar Kur’an-ı Kerim’de el-muksit,

Allah’a nisbet edilmese de “kıst”

ve “iktisat” kavramları O’na iza-

fe edilmektedir.1

Kıst, merhametle verilen ve

adâletle paylaştırılan hisse de-

mektir. Bu anlamda Kur’an-ı

Kerim’de şöyle buyrulur: “Allah,

iman edip sâlih amel işleyenle-

ri adâletle mükâfatlandırır.”2

Bir başka âyette de, “Tartıyı

adâletle yapın, terâziyi eksik

tartmayın.”3 buyrulur.

Âdil Olarak Paylaştıran

Aynı kökten gelen el-iktisât

ise, başkalarına, âdil olarak

paylaştırılan payını ve hissesi-

ni vermektir. Bu ise, alış-veriş-

te adâlettir. Buna insaf da deni-

lir. Bundan dolayı adam, zâlim,

haksız, adâletsiz ve zorba bir bi-

çimde davrandığında, ”Hak yol-

dan saptı.” anlamında “kaseta’r-

racülü” denilmiştir.4 Kur’an’da

da bu kullanım vardır: “Hak

yoldan sapanlara gelince onlar

cehenneme odun olmuşlardır.”5

Bu sebeple Yüce Allah, inanan-

lardan iki grup savaştıkları za-

man mü’minlere aralarını bul-

mayı emrettiği ve bu iki gruptan

birisi haddi aştığında araları-

nı düzeltmede takip etmeleri

gereken yöntemi anlatırken şu

uyarıda bulunmuştur: “Araları-

nı adâletle bulun, adâletli dav-

ranın çünkü Allah adâletli dav-

rananları sever.”6 Nitekim bir

rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.),

mü’minlere, kardeşlerinin ara-

sını düzeltme konusunda tavsi-

yelerde bulunmuştur. Enes b.

Mâlik (r.a.) naklediyor: “Bir gün

Rasûlullah (s.a.v.) otururken,

birden bire dişleri görünecek şe-

kilde güldüğünü gördük. Bunun

üzerine Hz. Ömer şöyle sordu:

’Anam babam hakkı için söyler

misin? Ey Allah’ın Elçisi! Seni

güldüren şey nedir?’ Hz. Pey-

gamber (s.a.v.) şöyle cevap ver-

di: ’Ümmetimden iki kişi, izzet

sahibi olan Yüce Allah’ın huzu-

runda diz çökmüşler, onlardan

birisi şöyle diyor: ’Ya Rabbi!

Kardeşimden benim hakkımı

alıver.’ Yüce Allah da (suçlana-

na), ’Kardeşinin hakkını ver.’

buyurur. O da, ’Ya Rabbi! İyi-

liklerimden (ona verecek) hiç

bir şeyim kalmadı.’ der. (Suç-

layan kimse), ’Ya Rabbi! Öy-

leyse günahlarımdan bir kısmı-

nı yüklensin.’ der.’ Bu esnada

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed

(s.a.v.)’ın gözleri yaşlarla do-

lar. Sonra şöyle buyurur: ’Bu

(kıyamet günü) gerçekten kor-

kunç bir gündür. Öyle bir gün

ki, insanlar günahlarından

bir kısmının (başkası tarafın-

dan) yüklenilmesine ihtiyaç du-

yacaklardır.’ Sonra Allah El-

çisi sözlerine şöyle devam etti:

’Aziz ve Celil olan Allah şikâyet

sahibine şöyle diyecek: ’Başı-

nı kaldır ve cennet bahçeleri-

ne bak.’ O, başını kaldıracak

ve şöyle haykıracak: ’Ya Rab-

bi! Gümüşten şehir ve incilerle

süslenmiş altından köşkler gö-

rüyorum. Bu hangi peygambe-

re, hangi şehîde aittir?’ Bu söz

üzerine Yüce Allah, ’Bana be-

delini verenindir.’ buyuracak.

Sonra o kimse, ’Peki, buna kim

sahip olabilir Ya Rabbi!’ diye-

cek. Bunun üzerine Yüce Allah,

’Ona sen sahip olabilirsin.’ di-

yecek. Kul ise, ’Ya Rabbi! Ben

buna nasıl sahip olabilirim?’

dediğinde, kendisine, ’Kardeşi-

ni affetmekle.’ denilecek. Bunun

üzerine kişi, ’Öyleyse Ya Rabbi,

kardeşimi affettim gitti!’ diye-

cektir. Bu söz üzerine Yüce Al-

lah, ’Kardeşinin elinden tut ve

onu cennete koy.’ buyuracak-

tır.’ Sonra Rasûlullah (s.a.v.)

şöyle buyurdu:

“Allah’tan korkun! Ara-

nızdaki münâsebeti düzeltin.

Şüphesiz Allah, kıyamet

gününde, mü’minlerin arasını

düzeltir.”7 Bu rivâyette de gö-

rüldüğü gibi, her hak sahi-

bi âhirette hakkını alacaktır.

Mü’min, bu dünyada haksızlık

yapmazsa, âhirette bu korkunç

durumlar başına gelmeyecektir.

Terâzinin İki Kefesini Eşit Tutmak

“Kıst” kelimesinin kök an-

lamı, birden fazla kişi arasında

herhangi bir şeyi eşit bir biçim-

de paylaşmaktır. Nitekim aynı

kökten gelen “kıstâs” terâzi,

mîzân anlamına gelir. Mîzân

ise, herhangi maddî bir şeyin

terâzinin iki kefesinde eşit bir

şekilde tartılıp bölüştürülme-

si olayıdır. Mîzân tıpkı adâlet

gibi, eşitleme, orta yolda olma,

sağa sola sapmama anlamla-

rındadır. Bu konu ile ilgili ola-

rak Yüce Allah şöyle buyurmuş-

tur: “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam

Page 12: 157 - Somuncu Baba Dergisi

UçUp Gittiler..

Bu davanın çilesini çekenler,Geleceğe tohum saçıp gittiler..Kardelenler gibi boyun bükenler,Çığ altında bile açıp gittiler..

Zulme karşı hep merdane durdular,Gönülleri tutuşturan kordular,Şanlı neslin hayalini kurdular,Bu uğurda zehri içip gittiler...

Şu esen yellerde gül kokusu var,Gün vurdu dağlara, şafağı bahar,O erler ki Hakk’a, hakikâte yâr,Maldan, mülkten, candan geçip gittiler...

Bilir misin halimizden kim anlar,?Gayeleri tazelensin imanlar,Çağın Yunusları, güzel insanlarBir anka misali uçup gittiler...

Merhamet deryası, Resûl huylular,Edebde şahika, melek soylular,Nefsi aşka kurban eden ulular,Sersemleşen aklı biçip gittiler...

Hizmette gizliymiş o duyulan haz,Gecesi, gündüzü gözyaşı, niyaz,Fakiri deftere Kıtmir diye yaz ,Nur kervanlarıyla göçüp gittiler.. Servet YÜKSel

Kasım 201320

yapın, doğru terâzi ile tartın.

Bu daha hayırlı, sonuç bakı-

mından daha güzeldir.”8

Yüce Allah, her konuda kul-

larının adâlete riâyet etmesi-

ni emretmiştir. O’nun sevgisi,

rızâsı ve muhabbeti her konu-

da adâlet üzere yaşayanlaradır.

Bir Müslüman, kendisinden zu-

lüm cinsinden bir şey yapma-

sı istendiğinde şunu söylemeli-

dir: “Rabbim adâleti emretti.”9

Adâlet, en üst bir değerdir. Bu

sebeple Kur’an’da adâlet ahlâkı

yerine göre ‘kıst’ sözcüğüyle ifa-

de edilir ve ‘kıst’ sahipleri de

övülür. Şu âyetlerde olduğu gibi:

“Onlar, yalanı çok dinleyen,

haramı çok yiyenlerdir. Eğer

sana gelirlerse ister araların-

da hüküm ver, ister onlardan

yüz çevir. Onlardan yüz çevire-

cek olursan sana asla hiçbir za-

rar veremezler. Eğer hükmede-

cek olursan aralarında adâletle

hükmet. Çünkü Allah, âdil dav-

rananları sever.”10

“Allah sizi, din konusunda

sizinle savaşmamış, sizi yurt-

larınızdan da çıkarmamış kim-

selere iyilik etmekten, onlara

âdil davranmaktan men etmez.

Şüphesiz Allah, âdil davranan-

ları sever.”11

Hakkâniyete Riâyet Etmek

Yüce Allah, Müslümanlardan,

göndermiş olduğu ilâhî buyruk-

larına uymalarını ve yaptıkları

her işte ölçülü hareket etmele-

rini, yanlış yollara sapmamala-

rını istemiştir. Ancak toplumda

adâlet sağlandığı takdirde, den-

ge korunur. Mîzânın dengesi bo-

zulduğu zaman, hayatın her ala-

nında işlevsel olması beklenen

adâlet terâzisi fonksiyonunu yi-

tirir. Bunun akabinde toplum-

da her türlü haksızlık ve zulüm

normal hayatın bir parçası ha-

line gelir. Bundan da toplumun

bütün fertleri zarar görür.

Çare yeniden Allah’ın

Kitâb’ına ve şaşmaz Mîzân’ına

dönmektir. Bir Müslüman Yüce

Allah’ın el-Muksıt isminden his-

se almalıdır. Kendisi de bunu ah-

lak haline getirmelidir. Nitekim

İmam Mâtürîdî dünya-âhiret

dengesi açısından Yüce Allah’ın

el-Muksit ismini şöyle yorum-

lar: “Allah, dünya hayatında hiç-

bir ayırım yapmadan kendisine

dost ve düşman olan kimsele-

ri rızıklandırmış ve insanların

fizik yapılarına dost ya da düş-

man olduklarına dair herhangi

bir alâmet, işâret koymamıştır.

Ancak âhirette ise, el-Muksit is-

minin tecellîsi olarak dostlarını

envâî türde nimetleriyle lutfun-

dan ödüllendirirken düşmanla-

rını da bundan mahrum bıraka-

caktır. Bununla da kalmayacak,

her birinin fizik yapısına, kendi-

sine dost ya da düşman olduğu-

na dair bir alâmet bir belirti ko-

yacaktır.”12

Yüce Allah âdildir, kulları-

nın da âdil olmasını ister. Bu

dünyada adâlete ve hakkâniyete

riâyet edenler, âhirette fazlası ile

karşılığını göreceklerdir. Yaşa-

dığımız dünyanın en kadim so-

runları arasında maalesef hâlâ

adâletsizlikler görülmektedir.

Özellikle uluslararası ilişkilerde

siyâsetten ekonomiye varınca-

ya kadar mîzânın iki kefesi denk

olarak çalışmamaktadır. Bunda

birçok faktör rol oynamaktadır.

Bu sebeple hayatın bütün alan-

larında din, cinsiyet, ırk, fakir-

lik zenginlik ayrımı yapılmadan

sosyal adâlet hayatın merkezine

konulmalıdır. Küresel ölçekte

adâlet tam olarak tecellî etti-

rilmediği sürece, dünyada acı-

lar ve kargaşalar bitmeyecektir.

Adâleti sağlamada önemli olan

sadece uluslararası kurumlar

ihdâs etmek değil, ihdâs edilen

bu kurumlar kanalıyla adâleti

tam olarak dağıtabilmektir,

esas.

Şunu da unutmayalım ki,

tevhîd olmadan bütün bir yer-

yüzünde tam olarak adâleti da-

ğıtmak da mümkün değildir. Bu

konuda mü’minler sorumluluk-

larını hatırlamalı, kendileri âdil

oldukları gibi başkalarına da

âdil davranmalıdırlar. İşte o za-

man mazlûmların, mağdûrların

olmadığı herkesin hayatından

memnun olduğu hakça bir dü-

zen kurulacaktır. Allah’ın şaş-

maz terâzisi hayatiyetini uy-

gulayıcılar elinde sürdürdüğü

müddetçe, insanlık huzurlu ve

mutlu bir hayat yaşayacaktır.

21

1 El-İsfehani, Ragıb, el-Müfredat, İstanbul, 1986, s. 608.

2 10/Yûnus, 4.3 55/Rahmân, 9.4 Bkz. el-İsfehani, a.g.e., s. 608-609. 5 72/Cin, 15.6 49/Hucurât, 9. 7 Hâkim ve Beyhakî.8 17/İsrâ, 35. 9 7/A’râf, 29. 10 5/Mâide, 42.11 60/Mümtehine, 8. 12 Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Te’viâatü’l-

Kur’ân, tahk. Hatice Boynukalın, İstanbul, 2006, V, 13-14.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 13: 157 - Somuncu Baba Dergisi

I. ABDÜLHAMİD HAN VE

KADEM-İ ŞERİF

Kasım 201322

TarihResul KESENCELİ

23

1 . Abdülhamid, 20 Mart 1725’te İstanbul’da

Topkapı Sarayı’nda doğdu. Annesi Rabia

Şermi Sultan, babası III. Ahmet’tir. Ağabe-

yi III. Mustafa’nın vefat etmesiyle 21 Ocak 1774’de

tahta geçti.

Küçük Kaynarca ve Sıkıntılı Günler

I. Abdülhamid tahta geçtiğinde Rus Savaşı de-

vam etmekteydi. Bükreş Antlaşması’nın görüşme-

leri yarıda kalmıştı. Kışın gelmiş olması ve veba

salgını yüzünden barış görüşmeleri tekrar başla-

dı. 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması yapıldı.

Bu antlaşmaya göre Kırım, Kuban ve Bucak yalnız

dini bakımdan halifeye bağlı olmak üzere müsta-

kil oluyor; Yenikale, Kerç, Azak, Kılburun kaleleri

Rusya’ya geçiyordu. Osmanlı Devleti halifelik statü-

sünü kullanarak Kırım Bölgesi’ni dini olarak kendi-

sine bağlıyor, elinde tutmuş oluyordu.

Eflak, Boğdan ve Cezayir-i Bahr-i Se-

fid sahili gibi savaşta Ruslar tarafın-

dan işgale uğramış yerler ise Osmanlı

Devleti’ne geri veriliyordu. Rus dona-

ması Karadeniz’e girebilecek ve Os-

manlı Devleti, Rusya’ya savaş tazmi-

natı ödeyecekti. Anlaşmanın en ağır

maddelerinden biri Türk toprakları

üzerindeki Ortodoksların himayesinin

Ruslara verilmesiydi. Rusya bu sayede

Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma

fırsatı bulacaktı. Böylece Ortodoks tebaayı Osmanlı

Devleti’ne karşı kışkırtacak bir kısım iç karışıklıkla-

rın ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olacaktı. Os-

manlı Devleti’nin imzaladığı en ağır antlaşmalar-

dan biri olan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Türk

ve Müslüman olan Kırım Vilayeti elden çıkmıştı.

Aynı zamanda Rusya’ya kapitülasyonlar da veril-

di. Osmanlı’yı gerçek anlamda sıkıntılı günler bek-

liyordu. Antlaşmanın tartışmalı maddelerini açık-

lığa kavuşturmak için Fransa aracılığıyla 1779’da

Osmanlı Devleti ile Ruslar arasında Aynalıkavak

Tenkihnamesi imzalandı. Buna göre Kırım bağım-

sız bir devlet olmaya devam edecek, hanlar Kırım

halkı tarafından seçilecekti. Kırım halkı üzerindeki

Osmanlı halifeliği hakkı devam ediyordu ancak Os-

manlı Devleti, Kırım’ı geri alabilmek için hiçbir gi-

rişimde bulunmayacaktı. Kırım’da olağanüstü bir

durum oluştuğunda bu mesele iki devlet arasında

çözüme kavuşturulacaktı. İngilizler ve Fransızlara

tanınan Karadeniz ve Akdeniz’de haklar aynen Rus-

lara da tanınacaktı. Osmanlı Devleti bu antlaşmay-

la Rus yanlısı Şahin Giray’ın Kırım Hanlığını tanı-

mış oluyordu.

I. Abdülhamid, savaş zamanında devletin çeşitli

bölgelerinde çıkmış isyanları bastırmak ve askeri sa-

hada ıslahatta bulunmak istiyordu. İsyanları bastır-

mak üzere Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa ve

ıslahat yapmak için de Sadrazam Halil Hamid Paşa

görevlendirildiler. Kapıkulu Ocakları’nın ıslahı için

Fransa’dan mühendisler getirildi. Mühendishane-i

Berri-i Hümayun (Kara Mühendishanesi) kurul-

du. Lale Devri’nden beri kullanılmayan İbrahim

Müteferrika’nın kurmuş olduğu matbaa açıldı. I.

Abdülhamid ve devlet adamları, Kafkasya’nın bazı

bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı ta-

sarladılar. Bu sebeple Soğucak ve Anapa

kalelerini tahkim ettiler. Buradaki Çerkez

kabilelerini itaat altına almaya çalıştılar.

Bir süre sonra Şahin Giray’a karşı ayak-

lanma çıkınca Rus orduları bölgeye gir-

diler. 1784 yılında bu olayı bahane edip

Kırım’ı Rusya’ya bağladılar. Osmanlı

Devleti antlaşmanın maddelerine ters ol-

duğu için tekrar savaşa girmek istediyse

de ordu henüz savaşa hazır değildi ve bu

nedenle anlaşma bozulmadı. 1781’de Rus-

ya, Avusturya ile beraber bir tasarı hazırlamış ve bu

tasarıya göre de Osmanlı Devleti’ni paylaşmaya ka-

rar vermişlerdi. Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Rusya

ile savaşmaktan yanaydı. Rus elçisi sadarete çağrıla-

rak Kırım’ın iadesi istendi. Elçinin uygun cevap ver-

memesi üzerine Rusya’ya savaş ilan edildi. Rusların

idaresi altındaki Kılburun Kalesi’ne hücum ile 1786-

1792 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış oldu. Avusturya-

lılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taar-

ruz ettilerse de bir sonuç alamadılar.

Üzüntüden Vefatı

Avusturya, Osmanlı Devleti’ne ait olan Boğdan’a

bağlı Bukoniva’yı işgal etmişti. Osmanlı ordusu Ta-

meşvar eyaletinde Muhadiye Boğazı’nı ele geçirdi.

Avusturya İmparatoru’nun Şebeş Boğazı’na ordu-

Page 14: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201324

su ile gelmesi üzerine 1788’de Şebeş Savaşı’nda Os-

manlı ordusu galip geldi. Serdar-ı Ekrem Sadrazam

Koca Yusuf Paşa, önce Avusturya derdini halletmek

istedi. Fakat Rus cephesindeki savaş aleyhte gelişi-

yordu. Kısmi başarılar Özi Kalesini kurtarmaya yet-

medi. Özi Kalesi Ruslar tarafından alınınca tarihin

en büyük mezalimine uğradı. Masum ve günahsız

çocuklar, genç ve ihtiyar kadınlar dâhil 30 bin civa-

rında insan vahşice öldürüldü. Sadrazam, Özi Kale-

sinin düştüğünü bildiren ve yapılan mezalimleri dile

getiren telhisi okurken, padişah, üzüntüsünden, ke-

derinden felç oldu. Çok geçmeden de vefat etti (28

Mart 1789). Bu ise bizlere Osmanlı Hükümdarların-

da vatan ve millet sevgisinin ne kadar üst düzeyde

olduğunu göstermeye kâfidir. I. Abdülhamit, bu he-

zimetin ardından 7 Nisan 1789’da vefat etti. Eminö-

nü’ndeki Bahçekapı’daki imaretin karşısındaki tür-

beye defnedildi.

Kadem-i Şerif ve Sırrı

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ayak izi olan taşla-

ra genel olarak “nakş-i kadem-i şerif” veya “nakş-i

kadem-i saadet” denilmiştir. İslâm tarihinin çeşit-

li devirlerinde Hindistan’dan Mısır’a, Kudüs’ten

İstanbul’a kadar geniş bir coğrafyada görülmekte-

dir. Osmanlı sultanlarının mukaddes emanetlere

gösterdiği saygının derecesi fevkalade yüksektir. Bu

öneme binaen Topkapı Sarayı’ndaki Enderun’un

en önemli koğuşu veya dairesi, Hz. Muhammed

(s.a.v.)’in hırkası ile diğer mukaddes emanetlerin

saklandığı “Hırka-i Saadet” dairesidir. Burada dör-

dü taş ve ikisi tuğla olmak üzere altı aded “kadem-i

şerif” muhafaza edilmektedir. İstanbul’da Eyüp

Sultan ve Üçüncü Mustafa türbelerinde de birer

adet ayak izi bulunur.

İstanbul Bahçekapı’da Sultan Birinci Abdülha-

mid Türbesi’nde bulunan Kadem-i Şerif de bunlar-

dan bir diğeridir. Türbe’nin kuzey tarafında bir niş

içine hazırlanan camekânda sergilenmektedir. Bi-

rinci Abdülhamid’in tuğrası altında yer alan kitabe-

de aşağıdaki beyitler mevcuttur.

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem

Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îmân

O kademdir ki idüp tayy-ı semâvât-ı alâ

Menzil-i Sidre’ye bastı şeb-i esrâda ıyân

Sür yüzün acz u niyâz ile idüp istişfâ‘

Olayım dirsen eğer mahzar-ı afv vu gufrân

Kaynaklar incelendiğinde görülür ki, Birin-

ci Abdülhamid’in veli olduğuna dair halk ara-

sında yaygın bir kanaat vardır. Birinci Abdülha-

mid Türbesi’ndeki taşın Şam’da bulunduğu yerden

İstanbul’a getirilmesi safahat kaynaklardan takip

edildiğinde birbirinin tekrarı bilgilerden ibarettir.

Bu hususta en önemli iki kaynak olarak, Ayıntap-

lı Muhammed Münib Efendi’nin Âsâru’l-Hikem fî

Nakşi’l-Kadem adlı eseri ile Osmanzâde Hüseyin

Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ adlı eserleri görülmektedir.

Günümüz eserleri genellikle bu iki kitaptan yaptık-

ları iktibaslarla Birinci Abdülhamid Türbesi’ndeki

25

kadem-i şerifin hikâyesini nakletmişlerdir. Hüseyin

Vassaf Efendi’nin nakli aşağıda aynen verilmiştir.

“Şeyh Muhammed Ziyâd Şâm-ı şerîf civârında

Kadem karyesindeki, Kadem-i şerîf’in ced-be-

ced nigehbânıdır. Pederi Ahmed-i Attâr, onun pe-

deri Hümât’tır. Sultan Abdulhamîd Hân-ı ev-

vel zamânında ârzûî şâhâne üzerine, Kadem-i

Saâdet’i oradan başına alarak, mâşiyen İstanbul’a

kadar bu sûretle getirmiştir. Kadem-i Saâdet, el-

yevm Abdulhâmid-i evvelin türbesinde mahfûz

mahfaza-i tekrîm olup, kandil ve

arefe gibi eyyâm-ı mubârekede Ka-

dem Dergâhı şeyhi olan zât tarafın-

dan güşâd ve ziyâret ettirilmek şart-ı

vâkıf îcâbındandır. El-Hâletü hâzihî,

ziyâret olunur. Muhammed Ziyâd

Hazretleri burada mazhar-ı hürmet

oldu. O zaman Sadrazam bulunan

Halîl Hamîd Paşa, Hazreti Şeyh’e

çok muhabbet gösterenlerdendir.

Kadem Tekkesi’nin olduğu mahal,

Kapıcıbaşı Konağı imiş. Mülk oldu-

ğundan Halîl Hamîd Paşa, burası-

nı istimlâk ve vakf etmiş. 1190/1776

târîhlerinde dergâhı inşâya muvaffak olup, Hazreti

Şeyh’i burada irşâd-ı nâs için alıkoymuş ve dergâhı

kendisine teslîm eylemiştir. 1205/1791 târîhine ka-

dar irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, terk-i âlem-i nâsût

eyledikte, dergâh-ı şerîf hazîresine defn edildi. Tür-

belerinin üzeri açık ve hâlen ma‘mûrdur. Kitâbe-i

seng-i mezâr-ı ber-vech-i âtîdir: Kadem-i Şerîf’i

Şam’dan Âsitâne-i aliyyeye nakl hizmetiyle şeref-

yâb olan sülâle-i Sa‘diyye’den, kutbu’l-ârifîn ve

gavsu’l-vâsılîn merhûm ve mağfûrun leh eş-Şeyh

el-Hâc es-Seyyid Muhammed Ziyâd hazretlerinin,

rûh-ı pür-fütûhlarına rızâ’en li’llâhi teâlâ, el-Fâtiha,

1205/1791.”

Bu metne göre Kadem karyesinde bulunan

Kadem-i Şerif, Şeyh Muhammed Ziyad Efendi’nin

bekçiliğini yaptığı, atalarından miras bir taştır. Ha-

lil Hamid Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Birinci

Abdülhamid’in arzusu üzerine Şeyh Muhammed Zi-

yad tarafından başının üzerinde taşınmak suretiyle

ve yürüyerek Şam’dan İstanbul’a getirilmiştir. Ha-

lil Hamid Paşa da Şeyh Efendi için 1776 senesinde

Kadem Tekkesi’nin bulunduğu mahaldeki Kapıcıba-

şı Konağı’nı istimlâk ederek tekke inşa ettirmiştir.

Çağdaş bir nâkil olarak Ayıntabi Muhammed

Münib Efendi ise Kadem-i Şerif’in Hazreti Muham-

med (s.a.v.)’in peygamberliği öncesinde, çocuk-

luğunda ve gençliğinde iki kez olmak üzere Şam’a

yaptığı seferlerin birinde, Şam yakınlarında Hav-

ran adıyla bilinen Busra mevziinde zuhur ettiğini

belirtirken, Kadem karyesinden ve camiinden hiç

söz etmez. Fakat şeyhin mezar taşındaki kitabede

Şam’dan İstanbul’a taşın nakli hizmetinde bulundu-

ğu yazılıdır. Kadem-i Şerif’in hicri 1198 senesinde

İstanbul’a getirildiğini kaydederken çağdaşı oldu-

ğu Şeyh Muhammed Ziyad adından ise bahsetmez.

Ama Birinci Abdülhamid’in türbesindeki Kadem-i

Şerif’in Şam’dan İstanbul’a getirildiği ve türbeye

konulduğu bir gerçektir. Kademi Şerif’in bu türbe-

de bulunması ve ihtimamla korunması ise Birinci

Abdülhamid’in manevî hayattaki terakkisine işaret

etmektedir. Çünkü kutsal emanetlerden her birinin

bulunduğu coğrafya veya beldelerde ise İslâm’ın in-

kişafı, hızlı bir şekilde yayılması, birlik beraberliğin

tesisi ve maneviyatın yükselmesi bir realitedir.

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ( Hz: Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1986.Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, Ankara, 1988.İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 2011.Mehmed Münîb el-Ayıntâbî, âsâru’l-Hikem fî Nakşi’l-Kadem, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi No: 2184.Nicolea Jorga, Osmanlı Tarihi, İstanbul 2005.Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, C.I, İstanbul 2006.Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 2003.Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1970.

Kaynakça

“Kadem-i Şerif, Şeyh Muhammed Ziyad Efendi’nin

bekçiliğini yaptığı, atalarından miras bir taştır. Halil

Hamid Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Birinci

Abdülhamid’in arzusu üzerine Şeyh Muhammed Ziyad

tarafından başının üzerinde taşınmak suretiyle ve

yürüyerek Şam’dan İstanbul’a getirilmiştir.”

Page 15: 157 - Somuncu Baba Dergisi

27Kasım 201326 27

İslâm düşüncesinde üzerinde çokça

tartışılan ve kimi zaman yanlış an-

laşılan konulardan biri de tevekkül-

dür. Tevekkül, sözlükte; “güvenmek, vekil tayin

etmek; bel bağlamak, havale etmek, terk etmek,

bırakmak, teslîm etmek, bir işte acizliğin ve yeter-

sizliğin ortaya çıkması sebebiyle başka birine gü-

venerek işi ona teslîm etmek, itimat etmek” gibi

anlamlara gelmektedir.1

Dinî ıstılâh olarak ise tevekkül; her türlü

tedbîri alıp gerekli bütün çabayı gösterdikten son-

ra işi Allah’ın takdirine bırakmaktır. Allah’ın ka-

tında olana güvenip insanların elinde olana ümit

bağlamamaktır.2

Tevekkül mü’minin sıfatı ve imanın meyvesi-

dir. Bu meyveden mahrûm olan insanın kuvvet-

li bir imana sahip olması düşünülemez. Dolayı-

sıyla tevekkül imanın başlıca gereklerindendir.

Tevekkülün aslı; “Kendisine tevekkül edene Al-

lah yeter.”3, “Eğer mü’min iseniz Allah’a tevekkül

edin.”4 ve “Ey Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül et-

tik, Sana ibadete koyulduk ve dönüş yalnız Sa-

nadır.”5 âyetleridir. Peygamber Efendimiz de biz

Müslümanları, her hâlimizde tevekküle dâvet et-

miştir. Özellikle, evimizden çıkarken; “Besmele”

çekip; “Ben Allah’a tevekkül ettim.” dediğimizde,

bizlere; “Hidâyete yöneltildin, ihtiyâcın giderildi,

sakındırıldın ve şeytandan uzaklaştırıldın.” diye

müjde verileceğini belirtir.

Esbâba Tevessül ve Tevekkül

Tevekkül, esbâba sarıldıktan sonra başlar. Zîrâ

tevekkül, kalbin Allah’a olan güvenidir. Allah’ın

bizlere bahşettiği ihsanlarla tatmîn olmayan kalp-

lerimizin huzur içinde bulunması mümkün değil-

dir. Tevekkülün mahalli kalp olduğu için, zâhirî

ameller tevekküle mâni değildir. Her şey kader ve

kaza ile sınırlıdır. Kulun esbâba tevessülden son-

ra vazîfesi, tevekküldür. Zira Hak Teâlâ her şeyin

Hâlıkıdır.6

Sehl b. Abdullah’a (ö. 283/896) göre; tevekkü-

lün ilk makâmı, ölünün yıkayıcı eline teslîm olu-

şu gibi, kulun da Allah’a teslîmiyetidir.7 Tedbîr ise

beşerî bir zarûret olup aynı zamanda sorumluluk

vazîfesinin bir netîcesidir. Asıl teslîmiyet, esbâba

tevessülden sonraki teslîmiyettir.

Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılırken Cebrâil (a.s.)

gelip, “Bir ihtiyacın var mı?” diye sorunca o;

“Senden gelecekse hayır.” der. Bu ifadesi ile Hz.

İbrahim (a.s.) tedbîrlerden soyutlanmayı değil,

ister doğrudan isterse dolaylı yoldan gelsin bü-

tün yardım ve desteğin ancak Allah’ın irâdesi ile

gerçekleştiğini, yegâne kurtarıcının Allah oldu-

ğunu, her türlü çareyi Allah’tan beklemek gere-

ğini vurgulamak istemiştir. Bu durum, Hamdûn

el-Kassâr’ın (ö. 271/884), “Allah’a sımsıkı yapış-

mak ve O’na itimat etmektir.” sözü ile Cüneyd-i

Bağdâdî’nin (ö.297/909), “Allah’a karşı kulun var

olmadan önceki gibi olması, her işi Allah’a havâle

etmesi ve Allah için olması.” şeklindeki değerlen-

dirmesinde en güzel ifadesini bulmaktadır. Dola-

yısıyla söz konusu tevekkülün, Kur’ân bütünlüğü,

imanın duygusal çerçevesi ve imtihan bilinci ile

anlaşılması zorunludur. Yoksa insan üzerindeki

gerekli tesirlerden soyutlanır ve zararlı bir savun-

ma mekanizması haline gelir. Zünnûn-ı Mısrî’nin

(ö. 245/859) ifadesi ile tevekkül; “Nefsi Rab olma

durumundan çıkarıp kulluk yapma vaziyetine ge-

tirmektir.”

Sûfîlerin Meslek Sahibi Olma Gayretleri

Şu bir gerçek ki, İslâm mutasavvıfları çalışıp

kazanarak hayatlarını devam ettirmeye, başka-

larına yük olmamaya âzamî gayret göstermişler-

dir. Hatta bu hususta onlar meslekleriyle, yap-

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

ALLAH’A GÜVEN DUYGUSUNUN ZİRVESİ:

TEVEKKÜL MAKÂMI

Page 16: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201328

tıkları işlerle ilgili sıfatları kendilerine vermekten

geri durmamışlardır. Tasavvuf tarihinde Debbâs/

şerbetçi, Harrâz/boncukçu, ayakkabıcı, Na’âl/pa-

buççu, nalbant, Hallaç/pamuk, yün eğirip çırpan,

Nessâc/dokumacı), Kasâr(çamaşırcı, Kassâb/

kamış satan, Dekkâk/un tüccarı, değirmenci,

Haddâd/demirci gibi sıfatlarla mevsûf isimlere

sıkça rastlamak mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî,

müridlerine çalışıp kazanma konusuna nasıl yak-

laşmaları gerektiğini öğretirken, “Allah (c.c.)’a

insanı yaklaştıran amel ve ibadetler hangi anla-

yışla yapılıyorsa, çalışma hayatı, ticaret, meslekî

faâliyetler ve mal kazanma işi de o anlayışla yapıl-

malıdır, İnsan, kazanma işi ile tıpkı yapılması teş-

vik edilen nâfile ibadetler gibi meşgul olmalıdır;

rızk temin etmek ve menfaat sağlamak için değil.”

tesbitinde bulunur.8

Tevekkül Makâmı

Çalışma hayatı ile teslîmiyet şuurunu birlikte

sürdüren dervişin seyr ü sülûkunun başlangıcın-

da tevekkül, “Allah’a güvenme hâli”dir. Tevek-

kül hâl olduğu için geçicidir ve devamlı değildir.

Fakat sûfî iradesine dayanarak çalışır ve çaba-

larsa tevekkülü sürekli ve kalıcı bir vaziyete ge-

tirebilir. O zaman tevekkül hâl olmaktan çıkar,

makâm vaziyetine girer. Tasavvufî eğitimde der-

vişin mârifetullah bilincine ermesinde en önem-

li yollardan birisi ve belki de en önemlisi tevek-

kül duygusudur. Zira tasavvuf, kulun yaratılış

gayesine en uygun hayatı seçmesini ve ona ulaş-

ma yollarını aramasını arzular. Dolayısıyla tevek-

kül sadece dil ile ifadeden ibaret değildir. Ger-

çek tevekkül, Allah’ın bizler hakkındaki takdîrine

rızâ göstermektir. Buna göre tevekkülün başlan-

gıcı, her mü’minin sıfatı; ortası teslîm, sonu ise

tefvîz/işi Allah’a bırakmadır. Tevekkül insan ha-

yatında meydana gelecek hâdiselerin rûhî karışık-

lıklara yol açmasını önler. Tevekkül Müslümanın

kalkanı olup gönüllere itmi’nân bahşeden bir duy-

gudur. Bu minvâlde Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı

şu nasîhate kulak vermek gerekmektedir:

“Ey oğulcuğum! Dünya derin bir denize ben-

zer. O denizde boğulan insanlar çoktur. Bu deniz-

de senin gemin takvâ, rotan ise Allah ‘a tevekkül

olsun. İşte bu suretle kurtuluşa erebilirsin.”

Tevekkülün Üç Aşaması

Tevekkül üç aşamada incelenebilir:

1. Avâm Mü’minlerin Tevekkülü: Bu durum-

da olan kişi kendisinde, kudret ve varlık gör-

mez, ilâhî va’de güvenir ve tam bir teslîmiyet

gösterir. Bu konuda Seriyyü’s-Sakatî

(ö.257/870), “Tevekkül, günahtan dön-

mek ve tâata yönelmek, zararı defetmek ve

fayda sağlamak; kulun değil, sadece Allah’ın

kuvvetiyle olduğunu bilerek kuvvet ve güçten

sıyrılıp çıkmaktır.” der. Böylesi bir tevekkülle

kişi, kader ve kazâya teslîm olur, ne kısmetin

elinden kaçmasına, ne de ona isâbet etmesi-

ne aldırır. Dolayısıyla tevekkül, Allah’a hüsn-i

zan, rızâ ve yakînin netîcesidir. Mü’min ku-

lun tevekkülü, tecellî eden kaderin hükmüne

teslîm olmak ve Allah’ın huzûrundaki kayıtsız

şartsız teslîmiyet hâlidir.

2. Havâssın/Seçkinlerin Tevekkülü: Tevekkü-

lün ikinci aşaması; Allah’tan başka her şey-

den yüz çevirip yalnız O’na yönelmek ko-

nusundaki tevekküldür. Ebû Abdullah-ı

Kureşî tevekkülün bu aşamasını, “Tevek-

kül, Allah’tan başka bir şeye sığınmamak

ve başvurmamaktır.” diye tanımlar. Böyle-

si bir kul için yegâne gerçek, Allah’ın kendisi-

ne kâfî geleceğidir. “Malâya’nîyi terketmek,

kişinin Müslümanlığının güzelliğinden-

dir.”9 hadîsine göre kul başına ne gelirse gel-

sin, Allah’a tevekkül eder, O’na teslîm olur.

O’ndan başka her şeyi terk eder. Her durum-

da O’na dayanır, yaptığı her işte O’na tevekkül

eder. Yalnız O’ndan korkar. Kul Rabbinden

başkasını görmez. Onun için dünyada O’ndan

başkası yoktur. Mülk yalnız O’nundur.

3. Havâssü’l-Havâssın/Seçkinlerin Seçkini

Olanların Tevekkülü: Tevekkülün bu üçüncü

aşaması ise kişinin hiçlik halindeki tevekkü-

lüdür. Bu aşamada kişi tevekkülden de kaç-

malıdır. Çünkü tevekkül makâmında bulun-

maya da güvenmemek gerekir. Kul tevekkül

ettiği zaman, tevekkülüne bakıp onun kendisi

için yeterli, kendisini âfiyette kılıcı veya koru-

yucu olarak düşünmemelidir.

İmam Gazalî (ö. 505/1111) ise aşkın Nebevî

rûha ulaşmada katedilen tevekkül evrelerini şu

şekilde sıralamaktadır:

1. Tevekkülün en alt aşaması, kendi kendine ye-

ter bir kişilik yanılgısıdır: Kişi, Allah’ı, güve-

nilir, nâzik ve sözünde duran bir avukat gibi

görür; işlerini ona havale eder.

2. Tevekkülün bir sonraki aşamasını tanım-

lamak için Gazali, psikolojik köklerini de

açıklamak amacıyla çocuğun annesiyle

ilişkisi analojisini kullanır: Kişi sadece an-

nesini tanıyan ve ne zaman bir tehlikeyle

karşılaşsa ondan destek alan küçük bir ço-

cuk gibidir.

3. Tevekkülün son ve en yüksek mertebesi

insânî gelişim çemberinin iki ucunu temsil

eden bebek ve ceset analojisi üzerine kurulur.

“Allah’ın huzûrunda ölü yıkayıcının elinde-

ki ölü gibi ol”. Nerede olursa olsun annesinin

gelip onu bulacağını bilen çocuk gibidir. An-

nesinin memesini emmek istemese de annesi

onu emzirecektir. Böylesi biri Allah’ın rahmet

ve inâyetine güvendikçe isteklerinden vaz-

geçer ve istemediğinde istediğinden fazlası-

nı alacağını bilir. Bu ifadelendirmede her tür-

lü isteğin aslında bir sevgi isteği olduğu îmâsı

vardır.10

Tevekkülün en yüksek aşamasına ulaşan sûfî,

algıladığı bütün gerçekleri sorgular, çünkü böylesi

bir gerçeğe dayanmak Allah’tan yüz çevirmektir.

Allah ile kurulan bu kuvvetli nisbet, ancak Allah’ı

gözlenemeyen, adlandırılamayan veya sorgula-

namayan bir öteki olarak bilmekle mümkündür.

Allah erişilmez bir maksûddur ve sûfî arzusunun

erişilmezliğini, nihâyetsizliğini hep göz önünde

tutar.11

Câhidî Ahmed Efendi (ö.1070/1660) de tevek-

külü şu üç mertebede açıklamaktadır:

Birinci mertebe; Cenâb-ı Hakk’a tevekkül et-

mektir. Bu mertebede kişi, mutlaka sebeplere sa-

rılarak tevekkülünü yapmalıdır. Zira avâm için se-

bepler önemlidir.

İkinci mertebe; insanlardan ümit kesip sırf

Allah’a dayanmaktır. Bu mertebede kişinin sebep-

lere sarılmasına gerek yoktur.

Üçüncü mertebe; tevekkülünü görmemektir.

Kişinin Allah’ı Rab, kendini de kul olarak görmesi

ve her şeyi Allah’a havâle etmesidir.12

29

Page 17: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201330 31

Dikkat edilirse, ikinci ve üçüncü mertebelerde,

sâlikin tevekkülünün daha farklı olması gerektiği-

ni söylenmektedir. Bu mertebelerde, insanlardan

ümidini tamamen kesilmeli, maddî sebeplere sa-

rılmalar bırakılarak sırf Allah’a tevekkül edilmeli-

dir. Hatta mü’min kendi tevekkülünü bile aşmalı

ve onun da farkında olmamalıdır. Esasen tevek-

kül, bir şuur hâlinin meydana gelmesidir. Ancak

bu şuur hâli, fiilin yerine aslâ geçmemelidir. Kul,

yapması gerekeni mutlakâ yapmalıdır. Çünkü te-

vekkülde fiil ve amel inkârı yoktur. Aksine, sınır-

sız bir kuvvetten beslendiği inancı, kulu fiili terk

etmeye değil, fiilde kararlı ve gayretli olmaya sevk

eder. Böyle bir şuur, insanı ciddi anlamda bir zen-

ginliğe ve atılım gücüne ulaştırır.

Tevekkülün Mârifetullahla Orantılı Bulunması

Hakk’a tevekkül kişinin irfanı kadardır. Kul ne

kadar mârifete sahipse o düzeyde tevekkül sahi-

bi olur. Cenâb-ı Hakk’ı gereğince bilen ve mârifeti

tam olan kulun tevekkülü de tam olur. Tevekkü-

lü tam olan kişi ise, işlerini havâle ettiği Allah’ı gö-

rürken kendini kaybeder ve kendi tevekkülünün

farkında bile olmaz. Tevekkülü zedeleyen her şey

nefisten kaynaklanır. Tevekkülü eksik olan kişiler-

de nefsânî duygular kabarmaya başlar. Tam bir te-

vekkül hâli ile kişi, nefsin tesir halkasından kur-

tulmuş olur.

Kifâyet ve İnâyet Tevekkülü

Kelâbâzî bir başka yerde tevekkülü “kifâyet te-

vekkülü” ve “inâyet tevekkülü” olmak üzere iki kı-

sımda ele alır. “Tevekkül hâriç, her makâmın bir

yüzü bir de arkası yardır. Yani her makâm artar

ve eksilir, ileri ve geri gider. Tevekkülün yüzü var-

dır, fakat geriye dönüşü yoktur.” diyen Sehl b.

Abdullah’ın bu sözünü Kelâbâzî şöyle yorumlar:

“Sehl bu sözü ile kifâyet tevekkülünü değil, inâyet

tevekkülünü kastetmiştir. Bu ise tevekkül için kar-

şılık beklememek mânâsına gelir.” İnâyet tevekkü-

lü Allah’la kul arasında bir sırdır. Yani bu aşamada

tevekkül, tevekkülü terk etmektir. Bu ise mevcut

olmadan evvel insana karşı Allah nasıl ise şimdi

de onlara karşı öyle olmasıdır. Yaratılmadan evvel

kulun Mevlâ’sına rızk meselesinde tevekkül etme-

si söz konusu değildi. Kulun şimdi de o durumda

bulunması hâline tevekkül denir. İnâyet tevekkü-

lünde Allah’a tevekkül etmek için rızkın garanti

edilmesi gibi bir karşılık beklenmez. Bu aşamada

tevekküle sahip insanlar, rızkları garanti edilme-

se bile Allah’a güvenirler, itimat edilecek başka bir

varlık tanımazlar.

Tevekkül-Teslîm-Tefvîz

Tevekkül, teslîm ve tefvîz olmak üzere te-

vekkülün üç merhalesi vardır. Mütevekkil,

Rabbinin va’diyle huzûr bulur. Teslîm sahi-

bi olan, onun ilmiyle iktifâ eder. Tefvîz sahi-

bi de O’nun hükmüne râzı olur. Tevekkülün

başlangıç, teslîmin orta, tefvîzin de nihâyet ol-

duğu söylenmiştir. Aynı şekilde sûfîler, tevek-

külü her mü’minin, teslîmi evliyânın, tefvîzi

de muvahhid mü’minin sıfatı olarak görmüş-

lerdir. Bir başka betimlemeye göre, tevekkül

avâmmın, teslîm havassın, tefvîz havâssü’l-

havâssın sıfatıdır. Bir başka tasnîfe göre ise

tevekkül bütün enbiyânın, teslîm İbrahim’in

(a.s.), tefvîz ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sı-

fatıdır. Ebû Ali Dekkâk ise tevekkül sahibinin

Allah’ın va’dine güvenip huzûr bulduğundan,

teslîm sahibinin hâlini bildiğine kânî olduğu

Allah’ın ilmi ile iktifâ ettiğinden, tefvîz sahibi-

nin ise Allah’ın hükmüne rızâ gösterdiğinden

bahsetmektedir.

1 El-Isfehânî, Ebû Nuaym Ahmed bin Abdillah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatü’l-Asfiya, Daru’l-Kutubu’l-İlmiyye, Beyrut 1996:XI/882.

2 Es-Serrâc, Ebu Nasr et-Tusî, El-Luma’, tahk.: Abdulhalim Mahmut ve Abdulbaki Surur, Daru’l-Kutubu’l-Hadise,Kahire 1960:78-79.

3 65/Talâk, 3.4 14/İbrâhîm, 11.5 60/Mümtehine, 4.6 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, M. Ü. İlahiayat Fakültesi Vakfı Yayınla-

rı,1994:167.7 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kasım Abdulkerim, Er-Risaletü’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf,

haz.: Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı, Darü’-Hayr, Beyrut 1993:163.8 Schimmel, Annemarie, Tasavvufun Boyutları, çev.: Ende Güral, Ankara1999:127.9 Tirmizî, Zühd, 2317,2318; İbnu Mace, Fiten, 3976, İmam Malik, Muvatta, Güzel

Ahlak, 3.10 İmam Gazali, İhya Ulumi’d-Din, Daru’l Cil, Beyrut 1992:VI/137-138.11 Ewing, “Özne, Arzu ve Farkına Varış”, 2000:179-180.12 Câhidî, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi Bölümü, no: 350, vr. 113b.

*Prof. Dr.

Dipnot

BilMeM!..

Gönlümü yalnızca yâre verdim ben,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!..Vuslat deryasına çoktan erdim ben,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Aktı gözyaşlarım, sînem ıslandı,Hüzünlü yüreğim Hakk’a yaslandı,Dünyayı tepince nefsim uslandı,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Hiçbir şey cezbetmez beni dünyada,Aşkım depreşiyor dâim hülyada,Visâle koşuyor rûhum rüyada,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Sükûtî’yim, malda-mülkte gözüm yok,Aşk odunda yanan gönlüm zaten tok,Yârin her nazarı zehirli bir ok!Gurbette ağyarın hâlini bilmem!..

Hızır irfan ÖNDer

Page 18: 157 - Somuncu Baba Dergisi

33Kasım 201332 33

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-

retleri, kağıda, kaleme ve yazıya çok

önem vermiştir. Bazen küçük bir not

parçasını, bazen yeni doğmuş olan beyti, bazen

mektuplarını yazdığı evraklarının çalışma nüs-

halarını bile atmamış, özel arşivinde muhâfaza

etmiştir. Kendisinin kurduğu, 10.000 ciltlik “H.

Hulûsi Ateş Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı” bünye-

sinde özel bir bölümde el yazması notları mev-

cuttur. Osmanlıca/Kur’an harfleriyle kaleme alın-

mış bu notların içeriğinin daha iyi anlaşılabilmesi,

Dîvân, Mektûbât ve Hutbeler adlı eserlerde yer

almayan notların gönül dostlarıyla buluşturul-

ması maksadıyla; H. Hamidettin Ateş Efendi’nin

himmet ve gayretleriyle bir proje başlatıldı. Prof.

Dr. Mehmet Akkuş, Prof. Dr. Ali Yılmaz, Doç.

Dr. Zülfikar Güngör ve Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit

İslamoğlu’ndan oluşan heyet mahâretiyle bu not-

lar günümüz Türkçesine çevrilmeye başlandı bile.

Proje tamamlandığında, bu yeni notlar inşallah

“Hulûsînâme” adıyla Vakfımız tarafından kitap-

laştırılacaktır.

Bundan böyle yazılarımızda zaman zaman

bu notlardan bahsedeceğiz. Bu yazımızın konu-

su, Peygamberimiz ve sahâbî efendilerimizle ilgi-

li olacak. Artık Hulûsînâme zâhir olmaya, ortaya

çıkmaya başladı.

Rasûlullah (s.a.v.)’ın, Zâhir isimli bir sahâbesi

vardı. Zâhir, çölde yaşardı. Ara sıra Allah

Rasûlüne, çöl çiçek ve meyvelerinden hediyeler

getirir, Peygamberimiz de onu çölde lazım olabi-

lecek hediyelerle sevindirirlerdi. Bazı bedenî ku-

surları olduğu için, toplum içinde bulunmaktan

tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı ter-

cih eden bu sahâbîye, Peygamber Efendimizin

çölden bazı bitkileri toplayıp, Medine pazarında

beraberce pazarlamayı önermesi ilginçtir. Zâhir,

Peygamber Efendimizin zaman zaman şakalaştığı

sahâbelerden biri idi. Onun için Peygamberimiz,

“Zâhir, bizim çölümüz, biz de onun şehriyiz.” bu-

yururlardı.

Ticaretle uğraşan Zâhir, yine bir gün bir şeyler

satmak amacıyla şehre gelmişti. Rasûlullah Efen-

dimiz, o görmeden arkasından gelip, kollarından

tuttuktan sonra gözlerini kapadılar. Zâhir, telaş-

lı bir şekilde:

“Kimsin? Beni bırak.” diyerek geri döndü. Pey-

gamberimiz olduğunu görünce de sevindi ve başı-

nı, Rasûlullah’ın şefkatli sînesine koydu.

Allah Rasûlü şakalarına şu soruyla devam ettiler:

“Bu köleyi kim satın alır?”

Bu soruya Zâhir:

“Pek alıcı bulamazsınız, benim ne değerim ola-

bilir ki?” diye cevap verince, Peygamberimiz şöy-

le buyurdular:

“Sen görünüşte belki öylesin, fakat Allah ka-

tında değeri yüksek, pahası ağır bir kölesin.”

(Ahmed, III, 161.)

Latîf Bir Latîfe

Şimdi “H. Hulûsi Ateş Şeyhzadeoğlu Özel

Kitaplığı”nda bulunan Hulûsi Efendi Hazretleri-

nin el yazması notlarından birkaç parçayı günü-

müz Türkçesine çevirerek okuyalım:

Hulûsînâme

“Zâhİr” Olunca

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Page 19: 157 - Somuncu Baba Dergisi

35Kasım 201334

Cenâb-ı Risâlet-Penâhın Zâhir İsminde Bir Sahâbeye Latîfeleridir

Var idi bir ashâbı hulku zâhir

Bâdiye teştinde ismi Zâhir

(Peygamberimizin yaratılış itibariyle parlak

yüzlü ve ahlâkı meydanda olan, Zâhir isimli bir

ashâbı vardı. Çölde yaşardı.)

Bostan eküben deşti her gâh

Pazara getirip satardı gâh gâh

(Çöl sıcağında bostan eker, tarımla uğraşır,

ürünlerini zaman zaman pazara getirip satardı.)

Hem kasdı bu vechile ticâret

Hem dostunu eylemek ziyâret

(Bu şekilde hem ticaret yapar, geçimini temin

ederdi; hem de dostu olan Allah Rasûlunü ziyaret

etmiş olurdu.)

Bir gün yine ol çerâğ-ı îmân

Pazara getirdi metâ-ı bostan

(Bir gün yine iman ışığı yayan mum olan sahâbî,

bostanında ekip biçtiği ürünlerden pazara getirdi.)

Bir köşeye hayret ile durdu

Satmaya metâını oturdu

(Pazarın bir köşesine merakla durup, satış için

tezgâhının başına oturdu.)

Gördüğü Rasûl Zâhir’dir

Deştin dem dem ki misafiridir

(Rasûlullah onu gördü; onun gördüğü, zaman

zaman çöldeki bahçesine misafir olduğu Zâhir’dir.)

Ol abde kılıp atâ vü ihsân

Tutdu güzel yediyle pinhân

(Peygamberimiz güzel eliyle gizlice onu tuta-

rak bu köleye lütufta ve ikramda bulundu, şaka

yaparak mübarek elleriyle gözlerini kapadı.)

Bakdı göz ucuyla gördüğü yârı

Dâvet gözünü gidip karârı

(Göz ucuyla şöyle bir baktı, gördüğü sevdi-

ği dostu idi. Sevince gark oldu, içi içine sığma-

dı, ihtiyarı elinden gitti.)

Güldü yârını safâya saldı

Derd-i dilini devâya saldı

(O gülünce Peygamberimiz de tebessüm

buyurdu, çok sevindi. Aslında Zâhir, gönlü-

nün yarısına merhemini bulmuştu.)

Yaslandı Rasûl-i Kibriyâ’ya

Sadrını kılıp başına sâye

(O güzel güzeli Rasûlullâh’ın göğsünü

başına gölge edinerek onun mübarek göğsüne

yasladı.)

Bildi ki bu muhabbete atıftır

Sultândan kuluna bir lutuftur

(Bildi ki Rasûlullâh’ın yaptığı bu şaka sev-

ginin tezahürüydü. Bu yakınlaşma sultandan

kuluna bir lütuftu.)

Âşık ile ma’şûk yedile yazar

Kuruldu muhabbet var mı haberdâr

(İki sevenin birbirine yakın olması, kudret

kaleminin yazgısı. Muhabbet pazarı kuruldu,

haberi olan var mı?)

Buyurdu Rasûl ki bu abdi

Kim bir pula alırsa haydi

(Peygamberimiz dedi: “Bu köleyi kim bir

pula satın alır? Haydi gelsin.”)

Hurşîd ki zerreye nâb vermiş

Deryâ ki katreye âb vermiş

(Güneşin parlaklığı bir toz zerresine ber-

raklık, parlaklık kazandırdığı, deryanın da

kendine kavuşan bir damlayı bir parçası kabul

ettiği gibi, Peygamberimiz Zâhir’e şeref bah-

şetti.)

Lutf ile gedâsını der-âğuş

Etmiş kılmayıp ferâmuş

(Lutfedip, kölesini bağrına bastı, onu hatırında

tuttu, bu hadise ile insanların hatırlamasına vesile

oldu. Bu olay onun değerini yüceltti.)

İndimizde Hudâ’nın ahabbısın

Mâdem ki hârlıktı talebin

(Sen kendini bir çöl dikeni gibi değersiz görüyor-

sun, hâlbuki bizim yanımızda Allah’ın en sevdikle-

rindensin.)

Yetmez sana bahâ dünyaca mikdâr

Kim olamaz sana hazînedâr

(Dünya mikdârıca para versler de, o, senin değe-

rine yetmez; kimse senin değerini verip de satın ala-

cak hazîneye sahip değildir.)

Biri aşkı ma’şûku etse pazâr

Alan yine kendidir be-tekrâr

(Biri sevgiyi ve sevdiğini satacak olsa, kendin-

den başkası onu alamaz; tekrar alacak olan yine

kendisidir.)

Bir kul ki seve Hudâ’yı mutlak

Sever anı da Hudâ muhakkak

(Bir kul Allah’ı gerçekten severse muhakkak ki,

Allah da onu sever.)

“Aldatan Bizden Değildir”

Bir gün Peygamber Efendimiz evinin ihtiyaçları-

nı almak üzere Medine pazarına çıkmıştı. Bir buğday

yığını gördü. Buğdaylar pek de güzel görünüyordu.

Buğday yığınına yaklaştı, fiyatını sorup öğrendi. İşte

o sırada bir vahiy geldi ve Peygamber Efendimizden

elini buğdayın içine daldırması istendi. Tuhaf şey!

Dışarıdan kupkuru görünen buğdayın içi ıslaktı. Bu

işte bir hile olduğu ortadaydı. Allah’ın Rasûlü satı-

cıya,

“Niçin buğdayın dışı kuru da içi ıslak?” diye

sordu.

Kendini savunmaya çalışan adam:

“Biraz önce yağmur yağmıştı da, o zaman ıslan-

mış olacak.” dedi.

Peygamber Efendimiz bu bahaneyi doğru bul-

madı ve:

“Madem öyle, herkesin görmesi için ıslak buğ-

dayları üst tarafa koyman gerekmez miydi?” buyur-

du. Adam bu soruya cevap veremedi. Peygamber

Efendimiz ona şu ölümsüz kuralı bildirdi:

“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim,

Îmân 164; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 242.)

Page 20: 157 - Somuncu Baba Dergisi

YÜZleŞMe

Ufkum, tevbeye aç bir günah kadar kirli,Nefsim, terk kötülüklerin bitpazarında,Sınır ihlâlleriyle hayallerimin masumiyetini,Alıp haraç-mezat satmak ister şeytana.

Biliyorum eski cerahatleri deşmeli,Son pişmanlık krizlerimle yüzleşmeliyim,Sonra aklımı hep rehin alan heva ve heveslerimeVe kör nefsime bir mezar yeri eşmeliyim. Günde beş vakit muştuyla çağrılan bir nehirde,Günahlarımı tevbeyle pirüpak yıkayarak,Hicapla çevirebilsem ufkumu sevgilinin ufkuna, Dirilsem namazla her kötülükten korunarak.

Nasuh tevbem silsin tekerrür eden günahlarımı!Kurtulsun bilinçaltım köhnemiş labirentlerinden!Ve onca şehvetin haramı unutturan sıcaklığından,Ey en Sevgilinin sevgisi sen tut ve çıkar beni!

Mehmet SertpOlAt

Kasım 201336 37

“Ey Sevgili, Elimden Tut”

Hulûsi Efendi Hazretleri bizim kanaatimi-

ze göre, aşağıdaki manzumeyi de pazarda buğ-

day satan bu sahâbînin dilinden nazmetmiştir:

Heyhât emeğim hiçe saldım

Söndü emelim nâ-ümid kaldım

(Yazık bana ki, emeklerim boşa gitti; bütün

emellerim söndü, ümitsizliğe düştüm.)

Bildim ki bî-vefâdan imiş dûn

Olmuşum bu dûnun destinde zebûn

(Bildim ki vefasızlık edenler, alçalır değer-

siz duruma düşermiş. Bu aşağılık hal ile ben

bayağılık tuzağına düşmüşüm.)

Bir hîle ile aklımı almış

Heyhât bana kim yalana salmış

(Akılsızlık ederek hile yapmışım. Ayrıca Al-

lah Rasûlüne yalan söyleme gibi yanlış bir yola

tevessül etmişim.)

Aldanmışım uymuşum hevâya

Bend olmuşum bu dâm-ı mâ-sivâya

(Günah ve kötü fikirlerin eline düşmekle, hevâ ve

hevese uyarak dünyalıkların tuzağına düşmüşüm.)

Ey yâr elimi tutup rehâ kıl

Lutf ile bu derdime bir devâ kıl

(Ey sevgili, elimden tut, beni bu bataklıktan kur-

tar, lutfederek benim bu derdime bir çâre bul.)

Üftâdelerin elini tutmak

Şânına sezâ zârın uğutmak

(Senin şânına yakışan düşkünlerin, yardıma

muhtaç olanların elinden tutmak, onların ağlayışla-

rını, gözyaşlarını dindirmektir.)

Vasl ile dola bî-çâre dil

Andan çıka bu efsâne-i zül

(Bu çâresiz gönül sana kavuşmakla rahata ersin.

Bu benim yanlış davranışım da ondan çıksın ve ibret

için efsane olarak dilden dile anlatılsın.)

Page 21: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201338 39

MUHARREMDİRCİHAN AĞLAR

Her Muharrem geldiğinde bir

hüzün çöker yüreğime; gönlü-

me bir darlık gelir. Bilirim tarih

‘keşke’ ile okunmaz; lâkin yine de her Muharrem-

de, ‘Âh keşke tarihimizde bu trajedi olmasaydı.’

demekten kendimi alamam. Kerbelâ, baştan sona

bir trajedidir.

Bir yanda kendini ‘kurban eden bir yüce can

var’. O can ki, şâh-ı şühedâ, cümle şehitlerin

şâhıdır. O cân ki, Peygamber Efendimizin biricik

yâdigârı, pâk Fâtıma’nın cânıdır. O cân ki, şâh-ı

merdân; yiğitlerin, kâmil insanların, gönül adam-

larının, mânâ ve ruh derinliğine ermiş bilgelerin,

ilm-i ledün sırrına mazhar olmuş âriflerin şâhının,

Allah’ın aslanının, Hayber Fâtihinin cânıdır. O

cân ki, bir yiğit, bir er kişi…

Öte yanda iktidârın, mevki ve makâmın, şan

ve şöhretin, mal ve mülkün câzibesine yenik düş-

müş; mânâyı, himmeti, hizmeti, şefkat ve merha-

meti unutmuş bir koca karabulut. Evet, karabu-

lut. Bu karabulutların getirdiği kasırga, sadece

şâh-ı şühedâyı değil, kundakta bir bebek olan Ali

Asgar’a değin o soylu, o pâk, o mâsûm cânların

hepsine kasdetmiştir. Günlerce susuz bırakmış,

aç, bîilaç bırakmış, sonra da hırsını alamayıp, ze-

hirli oklarıyla ve kanlı kılıçlarıyla o mâsûmlara

akla gelmedik eziyetler ederek pek çoğunun kanı-

nı Kerbelâ toprağında akıtmış, bir kısmını da Şam

zindanlarında mahkûm etmiş yahut da köle paza-

rında satmıştır.

Her Muharrem Gözlerim Yaş Dolar

Her Muharrem geldiğinde, bedenim bu-

radadır, ama aklım ve gönlüm Kerbelâ’da;

mahzûnlaşır yüreğim, gözlerim yaş dolar,

‘keşke’li cümleler kurarım… Olmaz; o hâtırayı,

o anı unutmak mümkün değildir. Unutmak

niyetinde de değilim, lâkin tarihten neden

ders almadığımızı, niçin hâlâ o acıların bizi

birleştirmediğini sorar dururum. Evet, niçin?

Zaman ırmağını geriye akıtmak mümkün

değildir, tarihi tersine çeviremeyiz. Bu yüzden

sorulara sığınır, cevaplar ararım. Sorular ve

cevaplar beni âna ve yarına taşır. Bu bakım-

dan Muharrem, benim için, siyasî-sosyal an-

lamda bir muhâsebe ayıdır. Muhâsebe def-

terim, elimden bırakamadığım Kerbelâ şairi

Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-Süedâ’sıdır. İlginçtir,

bu defterde rakamlar bulunmaz, her satırın-

da, tarih ve gözyaşı vardır. Bilirim ki, tarihe

gitmeden yarını kuramam. O yüzden okurum,

okurum… Sonra, her cümlesinde, her parag-

rafında, o anı yaşar, ağlarım, ağlarım.

Akar sular gibi aksun ağlasun

Sînesin dağlayıp yansun ağlasun

Aç susuz bu demde kansun ağlasun

Senin âşıkların İmâm-ı Hüseyn

Şeb-i gamda bülbül gibi zâr ile

Siyâhlar bürünsün bu efkâr ile

Pür etsün eşkini hûn-i nâr ile

Senin muhiblerin İmâm-ı Hüseyn

Aklım ve gönlüm Kerbelâ’da… Kerbelâ

mahzûn, ben mahzûn. Bilhassa içinde yaşadı-

ğımız zamanlarda bu mahzûnluk daha da arttı.

Kerbelâ, eskiden hacılarımızın uğrak yerlerin-

den birisiydi. Hacımız önce buraya uğrar, Âl-i

abâ sevgisini tazeler; sonra Harem-i Şerîf’e

giderdi. Âşıkları Kerbelâ toprağını, gözleri-

ne sürme olarak çekerlerdi. Kutsaldı, değer-

liydi bu toprak… Oysa şimdi yollar kapandı;

dosta gidilmez, Şâh-ı Şühedâ ziyâret edilmez

oldu; hüznüm daha da arttı. Dilimde Osman

Kemâlî’nin mersiyesi, gözlerimde yaş.

Muharremdir, kamer mahzûn,

güneş me’yûs kan ağlar

Felek şerkeşte mebhût, hayrete dalmış cihân ağlar

Cefâ-yı şâh-ı mazlûma tahammül etmeyip dağlar

Ezelden gözlerinden âblar olmuş revân ağlar

Kesildi başları bin cevrile bir âşık-ı zârın

Kesen mel’ûnlara la’net edip seyf-i Sinân ağlar.

Yirmi bin kişi birden oklar atdı Şâh-ı Mazlûm’a

Bizi atman diyüp zâlimlere tîr ü kemân ağlar

Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış, âh

Fırât ağlar, Murâd ağlar, zemân ü âsumân ağlar

Döküldü hûn-i mazlûmân yere, yer mâteme girdi

Melekler titreyüp inler, felek’de kehkeşân ağlar

O Şâhın derdi etmiş cümle insân oğlunu giryân

Bilenler bilmeyenler hep bu derd ile inan ağlar

Belâ-yı Ehl-i Beyt’in yazmağa imkân mı var, aslâ

Söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar, yazan ağlar

Osman Kemâlî’nin mersiyesi uzar gider. Ama yü-

rekteki sızı, o tarifsiz acı, o hüzün hep orada kalır.

Söz tükendi, kalem sustu. Ne diyelim? Ehl-i Beyt’in

rûhu şâd olsun, onları seven cânların gönülleri şen

olsun, aşk olsun! *Prof. Dr.

KültürBilal KEMİKLİ*

Page 22: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201340

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

Kİra ve

Kİracı41

Mülkiyet, en

temel in-

san hak-

kıdır. Mal ve mülk sahibi olma

arzusu insanın fıtratında var-

dır. Din, insandaki bu arzuyu

dengelemek ve doğru kullan-

mak için prensipler getirmiştir.

Bu prensiplerin başında mülkün

helal yoldan elde edilmesi gelir.

Mülk sahibi olma bakımından

bütün insanlar aynı seviyede de-

ğildir. Bunda Yüce Allah’ın pek

çok hikmeti vardır. Bir âyet bu

durumu şöyle izah eder: “Rabbi-

nin rahmetini onlar mı paylaş-

tırıyorlar? Asıl onlar arasında,

bu dünya hayatındaki geçimle-

rini paylaştıran ve bir kısmı di-

ğer kısmını istihdâm etsin diye

birbirine farklı oran ve alanlar-

da üstün kılan Biziz. Rabbinin

rahmeti var ya onların birik-

tirdiği her şeyden daha değer-

lidir.”1. Kira ve kiracı ilişkisin-

de de benzer bir durum vardır.

Herkes ev sahibi olmak ister

ancak her zaman imkânlar

buna elvermez. Herkes işini ve

mesleğini kendine ait bir iş ye-

rinde icrâ etmeyi arzular, fakat

şartlar her zaman buna müsa-

it olmaz. Bu sebeple kiracılık

ve kira meselesi sosyal ve eko-

nomik hayatın bir zarûreti ola-

rak karşımıza çıkar. Yüce dini-

miz kira, kiracı ve mal sahibi

arasındaki hakları düzenle-

mek, ilişkilerin bu hak ölçüle-

rine göre yürümesini sağlamak

için prensipler getirmiştir. Bu

prensipler mal sahibinin meş-

ru yoldan elde ettiği mülkün-

den helal kazanç elde etmesi,

kiracının ise çalışma veya ba-

rınma ihtiyacını en güzel bir

şekilde karşılamasını sağlar.

Sözleşmenin Önemi

Kira, kiracı ile mal sahibi ara-

sında yapılan bir sözleşmedir.

Kur’ân’ın emri gereğince Müs-

lümanların yaptıkları sözleşme-

lere bağlı kalmaları ve verdikleri

sözde durmaları imanlarının bir

gereğidir.2 Bu sözleşmede bazen

bir kimse taşınır veya taşınmaz

malının menfaatini başkasına

sunar. Bir dâireyi, bir iş yeri-

ni, bir araziyi, arabayı veya bir

hayvanı başkasına kiralamak

böyledir. Bazen de emeğini

bir başkasına kiralar. Buna “iş

akdi” veya “hizmet sözleşmesi”

denir. Ücret veya maaş karşılı-

ğında işçi veya memur çalıştır-

mak, sanatkâra bir şey sipariş

vermek bu kabîldendir. Kulla-

nırken tüketilen şeyler kira ak-

dinin konusu olamaz. Çünkü

kirada malın kendisinden de-

ğil, menfaatinden yararlanıl-

maktadır. Yani tüketilen mal

değil menfaattir.

Kira ve kiracılık insanlığın öteden

beri başvurduğu bir yoldur. Bu

sebeple Kur’ân ve Sünnet gerekli

şartları taşıyan kira akdini meşru

saymıştır. Kur’ân, boşanan anne-

nin çocuğunu emzirmesi için ki-

ralanabileceğini şöyle ifade eder:

“(Boşadığınız) kadınlar sizin için

(çocuğunuzu) emzirirlerse on-

lara ücretlerini verin ve aranız-

da güzellikle konuşup anlaşın.”3

Bir başka âyette ise geçmiş pey-

gamberlerin şerîatında da kiracı-

lığın meşru kılındığını Hz. Musa

(a.s.)’nın Hz. Şuayb (a.s.)’ın ya-

nında ücretle çalışmasını örnek

vererek anlatır. Hz. Şuayb, se-

kiz veya on yıl Hz. Musa’yı ücret-

le çalıştırmıştır.4 Bu da bir insanın

emeğini kiralamanın câiz olduğu-

nu göstermektedir.

İslâm hukukuna göre kira

sözleşmesinin meşru olabilmesi

için, bu akdi yapmaya ehil

olan kimselerin, baskı altında

kalmadan açık irâde beyânlarını

ortaya koymaları gerekir. Yapıla-

cak iş de meşrû ve helâl olmalı-

dır. Verilecek kiranın mikdârının,

ödeme yerinin ve şeklinin de be-

lirlenmesi şarttır. Kiraya verilen

ev ve dükkânın ne amaçla kullanı-

lacağı da açıklığa kavuşturulmalı-

dır. Manifatura olarak kiralanan

bir dükkân deri tabaklamak için

kullanılamaz. Bir kimsenin kira-

ya verdiği şey kendisine ait ve ge-

rektiğinde kiracıya teslim edilebi-

lecek özellikte olmalıdır.

Emeğin Karşılığı

Emeğin kiralanması bakımın-

dan iki tür kiracı vardır. Bun-

lardan biri, “özel işçi”dir. Özel

“Kira, kiracı ile mal sahibi arasında yapılan bir

sözleşmedir. Kur’ân’ın emri gereğince Müslümanların

yaptıkları sözleşmelere bağlı kalmaları ve verdikleri

sözde durmaları imanlarının bir gereğidir.”

Page 23: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201342

işçiler bir anda tek bir iş yapa-

bilen, bir kişi tarafından kira-

lanabilen kimselerdir. Yevmi-

ye ile çalışan inşaat ve bahçe

işçileri, memurlar böyledir.

Bunlar, belirlenen işi yap-

mak üzere kendilerini ha-

zır hale getirince ücreti hak

ederler. Meselâ, inşâat işçisi

belirtilen saatte inşâata gel-

se, ancak işveren malzeme-

yi hazır etmediği için çalışa-

masa yevmiyesini hak eder.

Yine bir tarlayı sulamak için

tutulan işçi, suyun kesilme-

si sebebiyle işini yapamasa

ücretini alma hakkına sahip

olur. Bir de, “ortak işçi” var-

dır. Bu tür işçiler bir anda

birden çok kimseye iş yapa-

bilirler. Terziler, kuru temiz-

lemeciler, ayakkabı tamir-

cileri bu gruba girer. Bunlar

kendilerinden talep edilen işi

bitirmeden ücret alamazlar.

Arazi kiralanmasın-

da, sürenin belirlenmesi,

hangi iş için kullanılacağı-

nın tesbit edilmesi, zirâat

için kullanılacaksa ekilecek

ürünün çeşidinin açıkça

belirtilmesi veya meşrû ve

helâl olmak kaydıyla istediği

ürünü ekme konusunda kira-

cının serbest bırakılması ge-

rekir. Araç ve hayvan kirala-

mada, yükün çeşidi, mikdârı,

kira süresi veya gidilecek me-

safe de belirlenmelidir.

Kiracının ve mal sahibi-

nin bazı durumlarda kira ak-

dini feshetme (bozma) hak-

kı doğar. Kiralanan malda

yararlanmayı engelleyen bir

kusurun meydana gelmesi

durumunda sözleşme feshe-

dilebilir. Meselâ, evin çatısı-

nın yıkılması durumunda mal

sahibi tamiri yapmaz veya bu

konuda kiracıya da yetki ver-

mezse kiracı sözleşmeyi fes-

hedebilir. Kira akdini feshet-

meyi gerektiren meşrû bir

mâzeretin ortaya çıkması du-

rumunda da sözleşme feshe-

dilebilir. Meselâ, ayakkabıcı-

lar çarşısında üç yıllığına bir

dükkân kiralayan kimse daha

sonra iş değiştirerek başka bir

sektöre geçse bu kira sözleş-

mesi feshedilebilir.

Kira sözleşmesi, belirlenen

süre bitince, karşılıklı rızâ ile

(ikâle) ve kiralanan malın telef

olmasıyla sona erer. Kira söz-

leşmesine taraf olan kimselerin

birbirinin hukukuna riayet et-

mesi gerekir. Bunun için kiracı

43

çıkmadan en az bir ay önce çı-

kacağını bildirmelidir. Ânî ge-

lişmeler olursa buna bir şey de-

nemez. Mağdûriyeti önlemek

ve haksızlığı ortadan kaldırmak

için kira sözleşmesine bunun

yazılması gerekir. Hanefî mez-

hebine göre, kiracının veya ki-

raya verenin ölmesiyle de kira

akdi sona erer. Buna göre, bir

kimse bir dükkânı veya evi bir

çocuğun babasından kirala-

sa babanın ölmesiyle kira akdi

sona erer, çocuk isterse akdi ye-

niler isterse yenilemez.

Kira ve kiracılıkta tarafların

temel yükümlülükleri vardır.

Mal sahibinin esas yükümlü-

lüğü, kiraya verdiği malı kulla-

nıma elverişli hale getirmektir.

Tamir gerektirdiği zaman da ta-

mirini ve bakımını yapmaktır.

Buna göre duvarların sıvanma-

sı, kapı ve pencerelerin takıl-

ması, su giderlerinin açık tu-

tulması, yıkılan yerlerin tamir

edilmesi mal sahibinin yapması

gereken şeylerdir. Ancak bun-

ların bozulması kiracının kusu-

ruyla olmuşsa yapmak ve tamir

ettirmek ona aittir. Kiracı ba-

kım ve tamir işlerini kendiliğin-

den yaparsa ev sahibine bağışta

bulunmuş olur. Ancak ev sahi-

binin izni ve onayı ile yaparsa

kiradan düşebilir.

Kiralanan Mal Emânettir

Kiracının temel görevi ise,

kendisine kiralanan malın

emânet olduğunu düşünerek

bu sorumlulukla hareket etme-

sidir. Kendi kusûruyla ve kas-

dıyla meydana gelen hasarla-

rı tazmîn etmek zorundadır.

Meselâ, daha iyisini takmak

için muslukları sökerken kırsa

masrafı kendisi öder.

Tarafların ortak yükümlü-

lüğü “zarar vermemek ve za-

rara uğramamak” prensibi ge-

reğince kirayı makul olarak

ayarlama ve yıllık artışı da in-

saf ölçülerine göre yapmak-

tır. İmkânı olduğu halde za-

manında kirayı ödemeyen kişi,

Hz. Peygamber’in ifadesiyle

zâlimdir. Kirayı ödemeyip baş-

ka şekilde nemalandırdığı pa-

radan elde ettiği kazanç helâl

değildir ve kul hakkıdır. Böy-

le haksızlık yapan kimse mal

sahibine bu farkı ödemek zo-

rundadır. Mal sahibi ölmüş-

se fakirlere sadaka olarak verip

sorumluluğunu hafifletme yo-

luna gitmelidir.

Allah’a isyan sayılacak bir işi

yaptırmak için ücretle adam tu-

tulamaz. Buna göre, haram bir

oyun ve eğlence için erkek veya

kadın kiralamak câiz olmaz.

Yine, haksız yere birisini öldür-

mek, hapsetmek, dövmek veya

daha başka haksız işler yap-

mak üzere adam kiralamak

câiz değildir.

Burada konuyla ilgili çok so-

rulan iki sorunun cevabını kay-

detmek istiyorum:

Bir Müslümanın evini ve

dükkânını haram işler yapacak

kimselere kiralaması câiz midir?

İslâm âlimlerinin çoğunluğuna

göre dinen meşrû olmayan işle-

ri yapacak olanlara ev ve dükkân

verilemez. Alınan kira da helâl

olmaz. Ebû Hanîfe’nin bu konu-

daki fetvâsı, Müslüman olma-

yanın Müslümanın dükkânını

kilise yapmak veya şarap satmak

için kiralaması konusundadır.

O, Müslümanları küçük düşüre-

cek bir durum yoksa dükkânın

onlara kiraya verileceğine fetvâ

vermiştir. Ancak Müslümanın

şarap satmak için bir Müslüma-

nın dükkânını kiralaması Ebû

Hanîfe’ye göre de câiz değildir.

Çünkü Müslüman şarap sata-

maz. Satarsa veya alırsa o alış-

veriş dînen geçerli olmaz.

Hava Parası Câiz Midir?

Kira akdi bitmeden kiracı iş-

yerini bir başkasına devredip

hava parası alabilir. Kira söz-

leşmesi bittikten sonra mal sa-

hibinin izni olmadan alamaz.

İslâm Fıkıh Akademisi’nin bu

konudaki kararı şöyledir: “Kira

akdi devam ederken kiraladı-

ğı yeri erken tahliye eden kira-

cının, kalan kira süresi karşılı-

ğında yeni kiracıdan veya mal

sahibinden alacağı bedel (hava

parası) câizdir. Buna karşılık

kira süresi sona erdikten sonra,

kiralananda artık gayrimenkul

mâliki hak sahibi olduğundan,

onun muvâfakatı olmadan, ki-

ralananın bir başkasına dev-

redilmesi ve bunun için bedel

alınması câiz olmaz”5.

1 43/Zuhruf, 32.2 5/Mâide, 1.3 65/Talâk, 6.4 28/Kasas, 25-27.5 TDV, İlmihal, II, 446; Hamdi Döndüren, Ticaret

İlmihali, 654.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 24: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201344

Sûfî Yaklaşım Ali SEYYAR*

Hırsızların Rehabİlİtasyonunda

45

Geçmiş zamanın sûfîleri, mânevî ve

sosyal sapmalar içinde olanlara tat-

lı dilleriyle uyarma ihtiyacı duyar ve

kendilerine yaptıklarından pişmanlık duyup töv-

be etmelerini tavsiye ederlermiş. Hırsızlık yapan

kişilere de genelde bu çerçevede samîmî bir şekil-

de nasîhat ederler ve onlara bu kötü alışkanlıkla-

rından vazgeçmeleri için maddî ve mânevî yönden

yardımcı olurlarmış. Bu bağlamda bu yazıda bazı

velîlerimizin hırsızların rehabilitasyonlarına yö-

nelik nasıl bir yöntem geliştir-

diklerini göreceğiz.

Hz. Ahmed bin Hadraveyh’in Örnek

Yaklaşımı

Hz. Ahmed bin Hadraveyh’in

evine bir gün bir hırsız girmiş.

Evinde hiçbir şey bulamayan

genç hırsızı fark eden Hz. Ah-

med bin Hadraveyh ona şöyle

demiş: “Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest

al ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey ge-

lir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş

olursun.” Genç, gayr-i ihtiyârî olarak ve belki de

bir şeyler elde etmek ümidiyle onun emrettiği gibi

hareket etmiş. Sabah olunca zengin birisi Hz. Ah-

med bin Hadraveyh’e yüz elli altın getirmiş. Hz.

Ahmed bin Hadraveyh, bu parayı o gence vererek,

“Al bu altınları, senin olsun; Bunlar bu gece kıldı-

ğın namazlar sebebiyle sana mükâfâttır.” demiş.

Genç, şeyhin bu lütuf ve iltifâtı karşısında çok şa-

şırmış ve şöyle demiş: “Yolumu kaybetmiş, bozuk

işlere dalmıştım. Bir gece sâyenizde hayırlı bir iş

yapıp, Allah’a ibadet ettim. Rabbim de bana böy-

le ihsanda bulundu.” diyerek tövbe etmiş ve iyi bir

insan olmuş.

Hz. Ma’rûf-i Kerhî’nin Örnek Yaklaşımı

Bir gün Hz. Ma’rûf-i Kerhî, Dicle kenarı-

na abdest almak için gitmiş. Kur’ân-ı Kerîm ve

seccâdesini namazgâhında bırakmış ve tam o

esnada yaşlı bir kadın gelip, bunları alıp oradan

kaçmaya başlamış. Hz. Ma’rûf-i Kerhî, durumu

fark edince kadının peşinden koşarak, ona ses-

lenmiş: “Hiç Kur’ân okumasını bilen çocuğun

var mı?” Kadın “Hayır.” deyince şeyh, “Madem

öyle, o halde Kur’ân’ı bana bırak, seccâde se-

nin olsun. Ben hakkımı helâl ettim.” demiş. Ka-

dıncağız, bu hiç beklenmedik yaklaşım karşı-

sında mahcup olmuş, başını eğip yere bakmış

ve utancından tek kelime söyleyemeden oradan

ayrılmış.

SÛFÎ YAKLAŞIM

“Bir sosyal sapma türü olan hırsızlık, aslında kişinin

fıtratına ve vicdanına aykırı bir durumdur ve çoğu

zaman gafletin veya bir zarûretin sonucu olarak

işlenmektedir. Böyle olduğu için, hemen her hırsızın

rehabilite edilmesi mümkündür.”

Page 25: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201346

Hz. Ahmed er-Rufâî’nin Örnek Yaklaşımı

Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin evine bir gün

bir hırsız girmiş. Evinde çalınacak önemli bir şey

bulamayan hırsız, boş dönmek üzere iken Hz. Ah-

met er-Rufâî ile göz göze gelmiş. Hırsız, şeyh efen-

diyi karşısında görünce korkmuş, şaşkın ve mahcup

olarak ne yapacağını bilmez bir halde iken büyük

velî onu teskîn etmiş. Hırsızın utanmasına fırsat ver-

meden onu eli boş göndermeyeceğini söyleyerek,

ona bir mikdar un hediye etmiş. Daha sonra hırsız-

dan helâllik isteyip onu yolcu etmiş. Hz. Ahmed er-

Rufâî’nin bu şefkatli davranışı karşısında hırsız, de-

rin bir mahcûbiyet içinde yaptıklarından pişmanlık

duymuş. Tövbe eden hırsız, Ahmed er-Rufâî’nin

talebesi olmuş ve hak yoldan hiç ayrılmamış.

Hz. Tâhâ-i Hakkârî’nin Örnek Yaklaşımı

Hz. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, 19. asrın Anadolu

velîlerindendir. Bir gece bir hırsız, evin bitişiğin-

deki ambarına girip, bir çuval un almak istemiş.

Çuvalı doldurmuş, fakat kaldıramamış. Yarıya ka-

dar boşaltmış, yine kaldıramamış. Biraz daha bo-

şaltmış ama ne hikmetse yine kaldırıp götü-

rememiş. O sırada Hz. Seyyid Tâhâ, ambara

gelmiş ve hırsıza “Ne o, çuvalı kaldıramıyor

musun? Dur, sana yardım edeyim.” deyin-

ce, hırsız, donakalmış ve utancından bir şey

diyememiş. Seyyid hazretleri, çuvalı kaldırıp,

hırsızın sırtına verdikten sonra, “Bunu al git,

yalnız bizim adamlarımız seni görmesin, bel-

ki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa,

ambara değil de bizzat bize gel!” buyurmuş.

Bu müşfik ve yardımsever tavır karşısında hır-

sız, tövbe edip, Hz. Seyyid Tâhâ’nın sâdık tale-

belerinden olmuş.

Hz. Ebû Bekir Kettânî’nin Örnek Yaklaşımı

Hz. Ebû Bekir Kettânî, bir gün namaz kılar-

ken, sessizce bir soyguncu yanına yaklaşmış ve

omzundaki abâyı alıp satmak maksadıyla pa-

zara götürmüş. Ancak pazarda eli kurumaya

başlamış. Ona, ‘Sen herhalde haram bir şey

işlemiş olacaksın ki, bu duruma düştün.” de-

mişler. Hırsız, yaptıklarını söyleyince kendisi-

ne şu tavsiyede bulunulmuş: “Bunu alıp der-

hal şeyhin huzuruna git ve şefâatini dile. Duâ

etmesini söyle tâ ki, Hak Teâlâ elini iâde et-

sin.” Bunun üzerine hırsız geri dönmüş ve şey-

hin hâlen namazda olduğunu görmüş. Hırsız,

abâyı şeyhin omzuna koyduktan sonra şeyhin

namazını bitirmesini beklemiş. Hırsız, nama-

zını bitiren şeyhin ayaklarına kapanarak, için-

de bulunduğu durumu yavarıp yakararak an-

latmış. Şeyh efendi, bunun üzerine şöyle bir

niyâzda bulunmuş: “Allah’a yemin ederim ki,

abânın ne götürülmesinden ne de geri geti-

rilmesinden haberim vardır.

İlâhî! O, onu götürmüş ve

geri getirmiş. Sen de ondan

aldığını geri ver!” Bu duâdan

sonra hırsız yine eski sağlığı-

na kavuşmuş.

Hz. Cüneyd-i Bağdâdî’nin Örnek

Yaklaşımı

Naklederler ki, bir gece Cüneyd-i

Bağdâdî’nin evine giren bir hırsız, bir gömlek-

ten başka bir şey bulamamış. Hırsız da o göm-

leği alıp pazarda satmaya karar vermiş. Ertesi

gün Cüneyd-i Bağdâdî’nin pazarda bir işi çık-

mış. Hz. Cüneyd, kendi gömleğini bir tellalın

elinde görmüş. Tellal gömleği satmak istiyor,

ama müşteri de gömleğin gerçekten satıcıya

ait olduğuna dair bir delil göstermesini iste-

miş. Hz. Cüneyd müşterinin yanına varıp, “Bu

47

gömleğin ona ait olduğuna ben şahitlik edi-

yorum,” deyince müşterinin kuşkuları gide-

rilmiş ve gömlek de satılabilmiş. Hz. Cüneyd-i

Bağdâdî’nin bu fedakâr tavrı ile hırsız, cezâ al-

maktan ve toplum içinde mahcup olmaktan

kurtulmuş ve yaptıklarından utanarak ıslâh

olmuştur.

Sonuç

Bir sosyal sapma türü olan hırsızlık, aslında

kişinin fıtratına ve vicdanına aykırı bir durum-

dur ve çoğu zaman gafletin veya bir zarûretin

sonucu olarak işlenmektedir. Böyle olduğu

için, hemen her hırsızın rehabilite edilmesi

mümkündür. Tasavvufî sosyal hizmet anlayı-

şında hırsızlara, teşebbüs esnâsında yakalan-

mış olsalar dahi, insan gibi muâmele edilmesi

esastır. Nitekim sûfîler, olay anında bile hır-

sızlara güzel söz ve iyilikte bulunmuşlardır.

Kendilerine hâricî bir zarar gelmesin diye te-

şebbüslerini gizlemişler, ihtiyaç duydukları

veya sahip olmak istedikleri şeyleri çekinme-

den vermişlerdir. Sûfîler, bu kötü eylerimden

dolayı hırsızlara ne kınayıcı ne de cezâlandırıcı

bir tavır sergilemişlerdir. Bunun yerine sa-

hiplenici ve koruyucu bir yaklaşımda bulun-

muşlardır. Sûfîler, hırsızlıktan tövbe edip,

pişmanlık duyanları affedildikleri gibi hayat-

larında başarılı olmaları için ayrıca kendileri-

ne duâlarda bile bulunmuşlardır. Sûfîlerin bu

müşfik yaklaşımları karşısında birçok hırsız,

bütün diğer günahlarından da vazgeçebilmiş

ve sosyal hayatta hayırlı hizmetlerde buluna-

bilmiştir.

*Prof. Dr.

Kaynaklar

Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri, (Terc.: Süleyman Uludağ), Kabalcı Yayınevi, İstan-bul, 2007. Bursalı, Mustafa Necati, Kâdiriyye Yolunun Başbuğ Velîleri-İstanbul ve Anadolu Erenle-ri, Çelik Yayınevi, İstanbul, t.y.Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, (Terc.: Ali Arslan), C. I.-IV, Merve Yayın, İstanbul, t.y.Hasen Şükri, Şemsü›ş-Şümûs, İstanbul 1302.İmamoğlu, Haluk, “Vakıf Medeniyeti ve Günümüz”, Çerçeve Dergisi, MÜSİAD, Sayı Ocak 2009.İslam Âlimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, Cilt 3, 18, İstanbul, 1985.Tahralı, Mustafa ve Cumhur, Müjgan, Ebu’l-Âlemeyn Seyyid Ahmed er-Rufâî, İs-tanbul, 2008.

“Hz. Ebû Bekir Kettânî, bir gün namaz kılarken,

sessizce bir soyguncu yanına yaklaşmış ve

omzundaki abâyı alıp satmak maksadıyla pazara

götürmüş. Ancak pazarda eli kurumaya başlamış.”

“Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin evine bir gün bir hırsız girmiş. Evinde çalınacak önemli bir şey bulamayan hırsız, boş dönmek üzere iken Hz. Ahmet er-Rufâî ile göz göze gelmiş. Hırsız, şeyh efendiyi karşısında görünce korkmuş, şaşkın ve mahcup olarak ne yapacağını bilmez bir halde iken büyük velî onu teskîn etmiş. Hırsızın utanmasına fırsat vermeden onu eli boş göndermeyeceğini söyleyerek, ona bir mikdar un hediye etmiş.”

Page 26: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201348

Tarihe yön veren büyük devletler ve

medeniyetlerin, dinî, fikrî, ilmî ve

sosyal hareketlerin görünmez mi-

marları konumunda daima eğitimciler yer al-

mıştır. Dünya çapında başarılara imza atarak

adını tarihe yazdıran liderler, komutanlar, mu-

citler ve ilim adamlarının baş terbiyecisi ve akıl

hocası bilginler/öğretmenler olmuştur. Kendi

tarihimiz, medeniyetimiz, varlık ve bekamızın

inşasında da eğitimcilerimiz seçkin bir mevkie

sahiptir. Bu noktada Osmanlı zengin bir labora-

tuardır. Tarihe damgalarını vurarak isimlerini,

başarılarını ve eserlerini ölümsüzleştiren Fatih-

ler, Yavuzlar ve Kanunilerin arkasında hep ho-

caları vardı. İşte Osmanlı tarihinden akseden

birkaç parlak misal:

Padişahın Oğlunu Hizaya Sokmak

Sultan Murad, Şehzade Mehmed’in hocası

Molla Güranî’yi Manisa’ya göndermeden önce

eline sopa tutuşturdu. Eğer Şehzade çalışmaz-

sa sopayla haddini bildirecek, üzerine biriken

tembellik tozlarını silkeleyecekti. Güranî, der-

sine az çalıştığı bir gün Şehzade Mehmed’i so-

payla bir güzel okşadı. Şehzade hemen babası-

na şikâyet etti. Sultan da kızmış gibi yaparak

hocayı ziyaret edeceğini bildiren bir haber yol-

ladı. Bir sultanoğlunu dövemeyeceğinin hesa-

bını soracaktı!

Ertesi gün Sultan Murad hocanın yanına vara-

rak şöyle çıkıştı: “Sen nasıl olur da benim biricik

oğlumu döversin?” Daha sözünü bitirmemişti ki,

Molla Güranî sopayı kaptığı gibi Sultan’ın üzeri-

ne yürüdü. Koca padişah çareyi kaçmakta buldu.

Sonra Şehzade Mehmed’e gelerek onu şöyle kor-

kuttu: “Bu hocanın sopasından kurtulmanın tek

yolu çok çalışmak, aman derslerine iyi çalış!” Ta-

bii, Sultan Murad, Molla Güranî ile anlaşmış-

tı. Manisa’ya gitmeden önce oğlunu, hocasına

ve derslerine mutlaka bağlamak, büyük bir göz-

dağı vererek disiplin altına almak istemişti. Bü-

yük fethe hazırlanmak ve Fatih olmak elbette ko-

lay değildi!

Hocaların Hocasına Saygı

Şehzade Mehmed’i “Fatih” yapan ve

İstanbul’un fethine manevî açıdan hazırlayan

Akşemseddin’den başkası değildi. Fatih’in manevî

olgunluğa ulaşmasını sağlayan bu değerli din bil-

49

Tarihİsmail ÇOLAK

BÜYÜK HOCALARCİHAN PADİŞAHLARINI YETİŞTİREN

“Dünya çapında başarılara imza atarak adını

tarihe yazdıran liderler, komutanlar, mucitler ve

ilim adamlarının baş terbiyecisi ve akıl hocası

bilginler/öğretmenler olmuştur. Kendi tarihimiz,

medeniyetimiz, varlık ve bekamızın inşasında da

eğitimcilerimiz seçkin bir mevkie sahiptir.”

Molla Fenari Camii

Page 27: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201350

giniydi. Şehzadeliğinden fethin en zorlu anlarına

değin hep Sultan’ın yanında bulunmuş, en

sıkıntılı zamanlarda azmini kamçılamış ve hedefe

kilitlemişti.

O daha şehzadeliği sırasında talebesini fethe

hazırlamaya başlamıştı. Bir defasında fetihle il-

gili Peygamber Efendimizin hadislerini okuyarak

genç şehzadeye şöyle demişti: “Dertlenme beyim,

günün birinde İstanbul’u alacaksın! Her şeyin be-

lirli bir zamanı vardır; bekle ve sabretmesini bil!

Kutlu fetih Allah’ın izniyle sana nasip olacak!”

Şehzade Mehmed’in hocasına saygı ve sevgisi

ise sonsuzdu. Bir gün veziri Mahmud Paşa’ya şöy-

le demişti: “Bu âlime saygım sonsuzdur. Yanın-

da heyecanlanırım, ellerim titrer. Diğer âlimlerse

benim yanıma gelince heyecandan elleri titrer.”

İstanbul’un fethinden duyduğu mutluluğu ifade

ederken de hocasına verdiği değeri şu sözüyle

taçlandırdı: “Bu sevinç ki ben de görürsünüz, yal-

nız bu kalenin fethine değildir. Akşemseddin gibi

saygın bir bilginin benim zamanımda olduğuna

sevinirim!”

Çiçeklerle Karşılanan Hocalar

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra

Edirnekapı’dan şehre girerken kendisine hocala-

rı eşlik ediyordu. Bizans halkı Fatih’i ve ordusu-

nu alkışlıyor, üzerlerine çiçekler atıyordu. O sıra-

da bir Rum kızı, elindeki çiçek demetini padişaha

vermek için harekete geçti. Fakat padişahı tanımı-

yordu. Birisi aksakallı, öteki de genç olan iki kişi

gözüne ilişti. Bu kadar genç birisinin padişah ola-

mayacağını, koca Bizans’ı onun yıkamayacağını

düşündü.

Padişah olduğuna kesin ola-

rak karar verdiği ihtiyara, yani

Molla Gürani’ye çiçek demetini

uzattı. Molla Gürani, büyük bir

saygı içerisinde Fatih’i işaret etti

ve ona yönlendirdi: “Çiçekleri

ona ver kızım, padişah odur!”

Sultan Fatih söze karıştı ve şaş-

kın haldeki Rum kıza, alkışla-

rı ve tebrikleri hak ettiği zafer

anında bile hocalarına saygı ve

sevgiden geri kalmayacağını ta-

rihe geçen şu sözle ifade etti:

“Hocalarım, bu şehrin manevî

fatihleridir. Ben onlar saye-

sinde fethi başardım. Çiçekle-

ri hocama ver!”

Öyleyse Affettik!

Zembilli Ali Cemali Efendi,

doğru bildiğini padişah da olsa

söylemekten çekinmeyen gözde âlimlerden biriy-

di. Özellikle tez parlayan ve sert bir karaktere sa-

hip olan Yavuz Sultan Selim’i çok etkilemiş ve onu

yumuşatmıştı. Bir gün padişahın, birkaç memuru

cezalandıracağını duydu ve hemen saraya koştu.

Toplantıda olmasına rağmen padişahın huzuru-

na çıktı. Yavuz’a çıkıştı ve sert bir biçimde uyardı.

Ancak Yavuz kararlıydı: “Vazifelerini ihmal etti-

ler, cezalarını vermem gerek hocam!” Zembilli ise

kaşlarını çattı ve padişahı hizaya sokacak şu etki-

li konuşmayı yaptı: “Benim şeyhülislamlıktan an-

51

ladığım tek şey var; o da senin ahiretini kollamak!

Hâlbuki sen günaha yürüyorsun. İnan, feci aza-

ba uğrarsın. Benden söylemesi!” Bu etkili sözler

karşısında sakinleşen Yavuz, gerçeği anlamakta

gecikmedi ve hatasını şu sözle düzeltti: “Öyleyse

affettik gitti!”

Hocaya Hürmet ve Saklanan Hatırası

Osmanlı ordusunu Mısır seferi dönüşünde

Adana’da yoğun bir sağanak yağış ve çamur derya-

sı karşıladı. Yağmurun dur-

masıyla birlikte ordu yeniden

yola koyuldu. Yavuz, İbn-i

Kemal Paşazade ile beraber

ilerliyordu. Hocanın atı bir

ara tökezledi. Düşmekten kıl

payı kurtuldu. Fakat atının

ayağından sıçrayan çamur-

lar, padişahın kaftanına (el-

bisesine) sıçradı. Yavuz’un

hiddetinden endişelenen Ke-

mal Paşazade ne yapacağı-

nı şaşırdı. Padişahtan tekrar

tekrar özür diledi.

Hocanın üzgün ve paniğe

kapılmış olduğunu gören bü-

yük sultan, kaftanındaki ça-

murları telaşla temizlemeye

çalışan hizmetkârlarına sesle-

nerek şu emri verdi: “Bırakın temizlemeyin!” Sonra

hocasına dönerek, herkesi hayret ve hayranlığa sevk

eden, Osmanlı’nın ilme ve âlime saygı ve sevgisini

zirveleştiren şu tarihî sözleri söyledi: “Lala, bu kafta-

nımı saklasınlar ve öldüğümde sandukamın üzerine

koysunlar. Ulemanın atının ayağından sıçrayan ça-

mur bizim için büyük nişandır. Bu benim için

en büyük şereftir!”

‘Kuyumcu’ Süleyman’a Bin Değnek Cezası!

Osmanlı’da şehzadelerin bir sanat dalıyla

ilgilenmesi ve el becerisi kazanmasına önem ve-

rilirdi. Şehzade Süleyman için de kuyumculuk

öğrenmesi uygun görüldü. Geleceğin Kanuni’si,

önceleri kuyumculuğu önemsemiyor, hocası-

na ve derslere gereken değeri vermiyordu. Bir

gün hocası dayanamayıp kızdı ve şu yemini

etti: “Bir daha bu mesleği öğrenmemekte inat

edersen, vallahi sana bin değnek vuracağım!”

Şehzade durumu hemen annesi Hafsa Hatun’a

bildirdi ve hocasını şikâyet etti.

Annesi bilginlere, hocalara ve sanatkârlara

çok saygılıydı. Onları daima destekler, hakla-

rını gözetirdi. Hocayı saraya davet etti. Oğlu-

nu bağışlamasını ve hoş

görmesini istedi. Ho-

canın gönlünü almak

için kese kese altın ver-

di. Usta, altınları Şeh-

zade Süleyman’ın ku-

cağına doldurdu. Sonra

da şöyle dedi: “Bu al-

tınları erit. Beş yüz tane

ince tel çubuk haline ge-

tir.” Şehzade Süleyman,

hocasının bu isteğine

bir anlam verememişti.

Altınları eritip beş yüz

tane tel çubuk haline

getirdi. Fakat ne yaparsa

yapsın ustasını bir türlü

memnun edemiyordu.

Bir gün yine hocasından

azar işitti: “Hâlâ doğru

dürüst çalışmıyorsun. Yeminimi yerine getire-

ceğim. Sırtüstü uzan ve ayaklarını bana uzat!”

Süleyman korkudan ne yapacağını bile-

medi. Eli-ayağı titremeye, buram buram ter-

lemeye başladı. Mecburen denileni yaptı ve

ayaklarını uzattı. Kuyumcu beş yüz tane tel

çubuktan yapılan altın değneği iki defa şehza-

denin ayaklarının altına yavaşça vurdu. Böyle-

ce, iki vuruşta bin değnek vurma yeminini ye-

rine getirmiş oldu. O günden sonra Şehzade

Süleyman bir daha ustasının sözünden çıkma-

dı. İşinin ve mesleğinin hakkını hep verdi. Pa-

dişahlığın, komutanlığın, şairliğin yanında bir

de iyi bir kuyumcu oluverip çıktı.

Akşemsettin Türbesi

Page 28: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201352

KültürEnbiya YILDIRIM*

FELAKETEİLMİN İNSANI

SÜRÜKLEMESİ

Sınav dünyası olan

dünyada herkes

kendi yolunu ter-

cih etmekte serbesttir. Cennete

giden yol da cehenneme giden

yol da önümüzdedir. İsteyen di-

lediği yola girerek varmak iste-

diği yurda ulaşabilir. Lakin bir

de cennet yoluna girdiğini id-

dia edip cehennemlik işleri yap-

mak gibi garip bir durum vardır.

Böylesi insanlar ateşin yolunda

ilerlemelerine rağmen cennetin

yolunu tuttuklarını iddia eder-

ler. Oysa rotaları doğrudan ce-

hennemedir. Şeytanın iğvâsı ile

nefsin istekleri onu dünyanın

zebûnu yapmış, Allah rızâsını

unutmuş, bildiği hakîkatleri ye-

rine getirmemeyi kanıksamış-

tır; konuşan ama bunları haya-

ta geçirmeyen biri olmuştur. Bu

da bizlere, şeytan örneğinde ol-

duğu gibi, bilmenin her zaman

yeterli olmadığını öğretmiş

oluyor. Çünkü asıl olan sahip

olunan bilgiyle orantılı güzel

bir hayat yaşamaya çalışmak,

mâlûmâtı pratiğe dönüştürmek,

konuşmaktan ziyâde yapmaya

gayret etmektir.

Bu tablo bizlere, insanlara

dinlerini anlatmak durumun-

da olanların mes’ûliyetlerinin

ne kadar fazla olduğunu göster-

mektedir. Çünkü hem konuş-

maları hem de yaşantılarıyla et-

raflarındakiler üzerinde olumlu

veya olumsuz etkiler bırakarak

mü’minlerin doğru veya yanlış

yolda olmalarına sebebiyet ver-

mektedirler. Bu da iz’ân ve şuur

sahibi insanlara büyük bir so-

rumluluk yüklemekte ve söyle-

yip ettiklerine son derece dikkat

etmelerini gerektirmektedir.

Bu yüzden günümüzde üm-

metin önünde konuşan din bil-

ginlerine düşen en büyük so-

rumluluk konuşmalarının

mü’minleri nereye sürüklediği-

ni düşünmeleridir. Çünkü dinî

bir konuda konuşan kimse so-

nuçta Allah ve Rasûlü adına bir

şeyler demiş olmaktadır. Halkın

hem dünya hem de âhiretlerini

kazanmalarını sağlayacak,

istikâmet üzere sâbit-kadem

kalmalarına vesîle olacak şekil-

de konuşmalıdırlar; ayaklarının

kaymasına sebebiyet verecek

şeyler söylemekten kaçınmalı-

dırlar. Bu yüzden konuşmala-

rını ümmet bilinciyle filtreden

geçirerek yapmaları icap eder.

Ayrıca kişi kendince hakîkati

söylüyor olabilir, ancak bunun

dillendirme şekli ve üslûbu da

son derece önemlidir. Bunun

yanında aklına gelen her bir şeyi

konuşmak günah olarak kişiye

yeter. Gerekli araştırmayı yap-

madan, her bir konuda mücte-

hid kesilerek birkaç kitaba ale’l-

usûl göz atarak mü’minlerin

önüne geçip din adına bir şey-

ler söylemek ve ahkâm kesmek

son derece vehâmetli bir iş-

tir. Hâlbuki Allah korkusu taşı-

mak, ümmet bilincini korumak

insanı edep dâiresi içinde tutar

ve söylemleri ile ümmete zarar

vermekten alıkor.

Bu yüzden, dinî ilimler ala-

nında halkı yönlendirecek ka-

“Bizim geleneğimiz bize bildiğiyle amel etmeyenin

âlim sayılmayacağını, fâsık ve sefîh addedileceğini,

insanlar bana saygı göstersin diye çırpınırken ilmini

amele dökmeyenlerin büyük vebâl altına gireceğini,

böylelerinin kıyâmette büyük bir azâba dûçâr

kalacaklarını öğretmiştir.”

53

Page 29: 157 - Somuncu Baba Dergisi

55Kasım 201354

dar bilgi sahibi olanların en çok

korkmaları gereken husus ne-

fislerinin peşine takılmalarıdır.

Şöhretin onları ardından sürük-

lemesi, kibir ve enâniyete kapı-

larak hassâsiyetlerini kaybetme-

leridir. Böylesi insanlarda şöhret

tam anlamıyla bir âfete dönüşür

ve istikâmetlerini kaybederler.

Sonunda inananların en temel

değerleriyle dalga geçmeye, bel-

ki bilgisiz, ancak samîmî olan-

larla alay etmeye, bir yerlere şi-

rin görünmek için dinin temel

hususlarından ödünler verme-

ye ve bu yolla bazı makamlara

gelmeye gayret ederler. Bir nok-

tadan sonra kendilerini zirvede

gördüklerinden dolayı da temel

kabullerden ve hatta ibadetler-

den de taviz vermeye başlarlar.

Hızlıca akıp giden bu süreçte bir

başkası olup çıkarlar.

Amel Edilen İlim

Günümüzde insanlara

İslâm’ı anlatma durumunda

olan âlimlerin en büyük sorun-

larından biri de çağın getirdi-

ği mânevî hastalıkların fazlaca

etkisinde kalarak anlatmayı bir

iş haline indirgemeleri ve yap-

tıkları hizmetin ruh boyutunu

ihmâl ederek olaya memur zih-

niyetiyle bakmalarıdır. Böyle

olunca da samîmiyet ve ihlâstan

yoksunluk konuşmalara da yan-

sımakta ve beklenen etki ger-

çekleşmemektedir. Çünkü

insanlar dinlediklerinden etki-

lenmemekte ve mânevî çıkınına

bir şey koyamadan konuşanı

dinlemekle yetinmektedirler.

Zira bir şeyler anlatma

durumunda olan üstâd, ken-

di kalbinden dinleyenlerin yü-

reklerine bir yol bulamadığı için

sohbetinin yansıması olmaz.

Dinleyenler dinlediklerinin tesi-

rinde kalmaz. Bir tebliğcinin is-

tese bulamayacağı hazır cemâat

ondan maalesef istifade edemez.

Bu da mâneviyat boşluğunun

hepimizi sardığının en büyük

göstergesi olarak karşımıza di-

kilir. Hoca bir şeyler konuşmak-

tadır, ancak kendisi de dedikle-

rinden etkilenmemektedir. İşin

bu derece vehâmete varmasında

çoğu kez kendisinin de dedikle-

rini yapmamasının elbette etki-

si vardır. Sohbeti için belirlenen

sınırlı vakitte karşıdaki kitleye

bir şeyler anlatmak hedeflenen

tek gâye olunca, söylenenlerin

amele aktarılma boyutu unu-

tulmakta, kürsüden inilince an-

latılanlar konuşulan yerde kal-

maktadır. Hele de dinleyenler,

güzellikleri kendilerine anlatan,

ancak bunu hayatına yansıtma-

yan kimseden bırakın etkilen-

meyi onu ayıplamakta ve anlat-

tıklarını yaşama geçirememiş

olmasını tahkîr etmektedirler.

Görünen manzara ortada bir

boşluk olduğunu göstermek-

tedir. Allah’ın dinini insanlara

öğretme görevini îfâ eden bin-

lerce hocaya rağmen katedilen

mesafenin arzulanan seviye-

de olduğu söylenemez. Gönül-

lerdeki iştiyâk, hizmet etme

aşkı, resmî boyutun ötesine çı-

karak her şeyini dine hibe et-

mek, gönüller kazanmak için

özel zamanından ve uykudan

fedakârlık etmek, sıkıntıların

altına girmek, İslâm davası-

nın çilesini çekmeye talip ol-

mak, anlattıklarını âzamî de-

recede kendi hayatında tatbîk

etmeye gayret etmek gibi iyi

mü’minlerin vasıfları arasında

sayılabilecek özellikler büyük

oranda kitaplarda geçen hu-

suslar olarak kalmıştır. Bir an-

lamda mâzîden bahsediyor gi-

biyiz. Böyle olunca, sonuç da

gördüğümüz gibi olmaktadır.

Amel Eden Âlim

Bizim geleneğimiz bize bil-

diğiyle amel etmeyenin âlim

sayılmayacağını, fâsık ve sefîh

addedileceğini, insanlar bana

saygı göstersin diye çırpınır-

ken ilmini amele dökmeyen-

lerin büyük vebâl altına gire-

ceğini, böylelerinin kıyâmette

büyük bir azâba dûçâr kala-

caklarını öğretmiştir. Nitekim

Hz. Ömer “Bu ümmet için en

çok korktuğum kişi ilim sahibi

münâfıktır” demişti. “Âlim na-

sıl münâfık olur?” diye hayret

edilince de şu cevabı vermiş-

ti: “Kişi lisanıyla âlimdir, an-

cak kalp ve ameliyle cahildir.”.1

Abdullah b. Mes’ûd da şunu

söylemişti: “İlim çok şey bilip

aktarmak değildir. Allah’tan

korkmaktır.”2 Fudayl b. Iyâz

da aynı hususa işaret ederek

bizleri uyarmıştı: “İlim ikidir:

Dilde olan ile kalpte olan ilim.

Kalpte olan ilim faydası olan

ilimdir. Dilde olan ilim ise Al-

lah Teâlâ’nın yarattıklarına bir

delîlidir.”3

İlim amelin davetçisidir.

İnsan bildiğini hayatına

yansıtmak için öğrenmelidir.

Bunu yapmıyor da

etrâfındakilere yapmaları için

anlatıyorsa Allah Rasûlü’ne

tamamen zıt bir yol tutmuş

demektir. Böylesi insanlar

şu soruya cevap vermek zo-

rundadırlar: “Hz. Peygam-

ber insanlardan yapmalarını

istediği halde kendisinin yap-

madığı tek bir şey var mıdır?”

Bu soruya herkes “hayır” ceva-

bı verecektir. Ardından ikin-

ci soru gelecektir: “Allah Teâlâ

Kur’an’ında Rasûlullah’ı güzel

bir örnek olarak takdîm et-

mektedir. Peki biz sahip ol-

duğumuz bilgi kadarıyla onu

kendimize ne kadar örnek alı-

yor ve sahip olduğumuz bilgi-

lerle ne kadar amel ediyoruz?”

Cehennem ateşinin parıltıları-

nı illâ da uzaktan görmeye ge-

rek yok. Allah ve Rasûlü her

şeyi haber vermişler. Bu ne-

denle ilmiyle âmil olmayanla-

rın işi gerçekten de zor olacak-

tır. Rabbimiz ferman ediyor:

“Yapmadığınız şeyi yaptık de-

meniz Allah katında büyük bir

günahtır.”4 “Kendinizi unutup

insanlara iyiliği mi emreder-

siniz?”5

İlme ulaşmak, herkes için,

günümüzde olduğu kadar

hiçbir zaman bu kadar kolay

olmadı. İnsanın kendisini

geliştirmesi eskilere göre çok

daha kolay ve rahat. Bunun

yanında dini öğreten ve

topluma rehberlik edebilecek

durumda olanların sayısı da

her zamankinden daha fazla.

Kişi başına düşen hoca sayısı

muhtemelen herkesi memnun

edecek seviyededir. Ayrıca ile-

tişim imkânları da arttı. Bü-

tün bunlara rağmen bazı şeyler

beklenildiği gibi olmuyorsa,

başta bu satırların yazarı ol-

mak üzere, din alanında çev-

resine bir şeyler anlatma du-

rumunda olanların düşünmesi

gerekir.

Rabbim hepimize anlattık-

larımızı yaşamayı ihsân buyur-

sun; her günü önceki günden

daha güzel olan mü’minlerden

eylesin. Gönlümüze dine hiz-

met aşkını düşürsün de, hiç ol-

mazsa birkaç insanın hayatı-

nı düzeltmesine vesîle olalım.

Yüce rabbimiz zayıf nefisleri-

mizi, belli makamları elde et-

mek için dininden taviz ver-

mekten ve verenlerden de uzak

etsin.

“İlim amelin davetçisidir. İnsan bildiğini hayatına

yansıtmak için öğrenmelidir. Bunu

yapmıyor da etrâfındakilere yapmaları için anlatıyorsa Allah Rasûlü’ne tamamen

zıt bir yol tutmuş demektir.”

1 Kenzu’l-Ummâl, 10/269.2 İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/436.3 Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 2/294.4 61/Saff, 3.5 2/Bakara 44.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 30: 157 - Somuncu Baba Dergisi

57Kasım 201356

Her türlü bir imkânın bulunduğu

asrımızda insanların eğitimden

mahrum kalması düşünülemez.

Bunun içindir ki, her millet kendi eğitim sistemi-

ni kurmuş, istediği “insan tipi”ni yetiştirme gay-

reti içindedir.

Kendi bünyesine uygun eğitim sistemini ku-

ran milletler yaşamaya, diğerleri ise er ya da geç

yıkılmaya veya yok olmaya

mahkûmdurlar.

Eğitimde esas olan keyfi-

yettir. Kemiyetin pek kıyme-

ti harbiyesi yoktur. Bakınız bu

konuda Prof. Dr. Mümtaz Tur-

han ne söylüyor. “Bugünkü

Türkiye’nin asıl derdi, okuma/

yazma bilenlerin azlığından de-

ğil, münevverlerin iyi yetişmemiş olmasından

kaynaklanmaktadır.” diyerek bu gerçeğe işaret et-

mektedirler. Doğrusuda bu değil midir?

Eğitim uzmanları ve ruh bilimcileri insanların

zekâ yönünden %20’sinin üstün, %60’ının nor-

mal, geriye kalan %20’sinin ise geri zekâlı olduğu-

nu kabul ederler.

Biz bu yazımızda bu tasnife değişik bir açıdan ba-

karak yeni bir yorum getirmeye çalışacağız. Şöyle ki:

İnsanların %20’si fıtraten temiz bireylerdir.

Kolay kolay suç işlemezler. Öbür %20’si ise suç iş-

lemeye meyyaldir. Suç işlemezlerse rahat edemez-

ler. Geriye kalan %60’lık büyük kitle ise suç işle-

meye de, işlememeye de müsaittirler.

Eğer biz, iyi bir eğitim/öğretimle insanların

ekserisini oluşturan %60’lık kitleyi, fıtraten temiz

yaratılmış kişilerin yanına çekersek, %80’lik bir

çoğunluk sağlamış oluruz ki, geriye kalan %20’lik

menfi grup kendiliğinden etkisiz hâle gelir. Yok

eğer yanlış bir eğitim/öğretim sistemi ile, %60’lık

kitleyi suç işlemeye müsâit %20’lik azınlığın ya-

nına itersek, halkın %80’i kötü bireylerden olu-

şur ki o zaman da, cemiyette ne can, ne mal, ne de

nâmus güvenliğinden bahsedilebilir.

Yine yeri gelmişken mânâsı üzerinde pek du-

rulmayan bir atasözümüzden bahsedeceğim. “Ya-

rım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” der.

Bu atasözü ile insanlar için kıymetli olan iki

şeye dikkat çekilmektedir. Bunlardan birisi “can”,

diğeri ise “din” olduğu anlaşılmaktadır.

O halde canımızı teslim ettiğimiz doktor-

larımızın ve mâneviyatımızı teslim ettiğimiz

ilâhiyatçılarımızın çok iyi yetiştirilmesi gerek-

mektedir.

Bu iki sınıfı da yetiştirenin öğretmen olduğu-

na göre en büyük değer eğitimcilere verilmelidir.

‘O halde öğretmen kimdir? Öğretmen; doğum-

dan ölüme kadar hayatı şekillendiren büyük in-

sandır. O Allah’ın insanları yükseltip, alçaltma-

sında kullandığı bir el, bir dil gibidir. Milletlerin

EĞİTİMİN ÖNEMİ ve

ÖĞRETMENİN ROLÜ

“İnsan vardır doğar, büyür ve ölür. Yine insan vardır

doğar, büyür fakat ölmez. Eserleriyle, hizmetleriyle

gönüllerde yaşar. İşte öğretmenin görevi, bu öldüğü

halde ölmeyen insanları yetiştirmektir..”

EğitimHanifi KARA

Page 31: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201358

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Büceyr b. Züheyr.

Künyesi : Tespit edilemedi

Doğum yılı : Tespit edilemedi

Doğum yeri : Tespit edilemedi

Baba adı : Züheyr b. Ebî Selmâ.

Anne adı : Tespit edilemedi.

Eş(ler)i : Tespit edilemedi.

Akrabaları : “Kasîde-i Bürde” sahibi olan

Ka’b b. Züheyr’in kardeşidir.

Oğulları : Tespit edilemedi.

Kızları : Tespit edilemedi.

Kabilesi : Mudar’ın Müzeyne kolun-

dan.

İslâm’a girişi : H. 8. sene.

Sohbet süresi: 2 sene

Rivayeti : Yok.

Yaşadığı yer : Medine

Mesleği : Şairlik

Hicreti : Yok

Savaşları : Mekke Fethi, Hayber, Hu-

neyn ve Taif Seferi

Görevleri : Tespit edilemedi

Fizikî yapı : Tespit edilemedi.

Mizacı : Serinkanlı, akıllı ve kararlı.

Ayrıcalığı : Babası ve kardeşi gibi o da

çok başarılı ve iyi bir şairdi. Kaynaklar onun

bazı şiirlerini nakletmektedir.

Ömrü : Muhtemelen orta yaş.

Ölüm yılı : Tespit edilemedi.

Ölüm yeri : Muhtemelen Medine olmalı.

Ölüm sebebi : Muhtemelen hastalık olma-

lı.

Hakkında : Kardeşi Ka’b ile birlikte Hz.

Peygamber (s.a.v.) ile görüşmek üzere yola

çıktılar. Ancak Ebrak denilen yere varın-

ca Ka’b orada kalmayı tercik etti. Büceyr ise

Medine’ye varıp Hz. Peygamber (s.a.v.) ile

görüşerek Müslüman oldu. Ardından karde-

şine de tevbe edip gelmesi halinde Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in onu da affedeceğini yazdı.

Önce buna karşı çıkan Ka’b, bir süre son-

ra pişmanlıkla gelip “Kasîde-i Bürde” diye

meşhur olan şiirini, söyleyerek Müslüman

oldu.

Hadisleri : Huneyn’de Büceyr şu şiiri

söylemiştir:

Allah bize ikram etti, dinimizi üstün kıldı,

Ve bizi Rahman’a kulluk yapmakla aziz etti,

Allah onları helak etti ve topluluklarını dağıttı,

Şeytana tapmaları sebebiyle de onları zelil etti.

Kaynaklar: İstîâb, I. 46, 407; İsâbe, I. 269;

Üsd, I. 103; DİA, 480-481; Hâkim, Müsted-

rek, III. 670-674; İbn Kesîr, Sîret, III. 645.

*Prof. Dr.

Büceyr B. Züheyr (r.a)

kader programını onlar çizer. Öğretmenin elinde

madenler saflaşır, som altına ve pırıl pırıl gümüşe

inkılâp eder yahut da etmelidir.

Öğretmenin fert üzerindeki tesiri; anne,

baba ve cemiyetin tesirinden kat be kat üstün-

dür. İyi bir öğretmen saf ve temiz tohumun eki-

cisi ve koruyucusudur. Öğrencilerini iyiye, gü-

zele ve doğruya yöneltmek onun en önemli

görevlerinden biridir. Zira okul hayatî bir labo-

ratuar; dersler onun itici gücü, öğretmen ise bu

laboratuarın üstadıdır.

Okul, bir öğrenme ve öğretme yeri olduğuna

göre; orada hayat ve ötesine ait her şey öğretilme-

lidir. Aslında hayatın kendisi de bir okuldur. An-

cak öğrettiğini çok pahalıya mal eden bir okul...

Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televiz-

yon belki insana bir şeyler öğretebilir, amma

kesinlikle eğitemez.

Her gün ayrı bir sancı ve ıstırapla öğrencisi-

nin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun

dimağında silinmez renkli çizgiler bırakan öğ-

retmen, yeri asla doldurulmaz bir eğitimci-

dir. Onun içindir ki, günümüzde bazı bilgiler

yayın organları vasıtasıyla kolayca verilebil-

se de, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeye-

cek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu

güzel şeyler, ancak siması hakikat gamzeden,

bakışları alabildiğine derin ve öğrencilerine

verebileceği her şeyi gönül süzgecinden ge-

çiren öğretmenler tarafından verilebilir. Zira

öğretmenin elinin girmediği hamurun tadı ve

tuzu yoktur.

Gönül arzu ederdi ki her eğitimci,

Nizâmülmülk’le Alpaslan’ı yan yana görsün.

Daha yirmi bir yaşındayken çağlarla oyna-

yan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleriy-

le Akşemseddin’i, Zembilli Ali Efendi ile Ya-

vuz Sultan Selim’i birbirinden ayırmasın.

Gazalî’nin aydın semasında Uluğ Bey’i unut-

masın. Mevlâna Celâleddini Rumî ile semaâ

kalkarken, laboratuara uğrayıp İbn-i Sina’yı

selâmlamayı da ihmal etmesin...

İnsan vardır doğar, büyür ve ölür. Yine in-

san vardır doğar, büyür fakat ölmez. Eserle-

riyle, hizmetleriyle gönüllerde yaşar. İşte öğ-

retmenin görevi, bu öldüğü halde ölmeyen

insanları yetiştirmektir.

Öğretmen her şeyi bilen kimse değil, bildi-

ğini en güzel şekilde öğretendir. Ancak onun

diğer meslek mensuplarından daha çok şey

bilmesi gerekir. Çünkü o öğreten, diğerleri ise

öğrenendir. “Veren el, alan elden üstündür.”

Ne olur öğretmenim!

Yine senin elinle, gülsün ağlayan millet

Düne düşman eyleme, bana doğruyu öğret...

Neslini yüceltmek için sancı çeken öğret-

menlere binlerce selâm.

59

Page 32: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201360

Osmanlı dönemi hattatlarının son temsilcisi Hat-

tat Hamid Aytaç, yıllarca beraber vakit geçirecek-

leri Hattat Hasan Çelebi ile ilk karşılaştıklarında

Çelebi’yi çok yoğun olduğu gerekçesiyle öğrencili-

ğe kabul etmek istemez. Bu anı, “O günkü sevincim,

Hamid Bey’in cevabından sonra hüzne dönüştü.”

diye açıklayan Hattat Hasan Çelebi daha sonra yıl-

larca Hamid Aytaç’la çalışacak ve icazetini de ondan

alacaktır. Hattat Hasan Çelebi’nin öğrencisi Hilal

Kazan hocasının tüm bu anılarını bir kitapta top-

ladı. “Noktalar ve Çizgiler Arasında

Hattat Hasan Çelebi” ismiyle raflar-

da yerini alan kitap İstanbul Ticaret

Odası sponsorluğunda yayınlandı.

Mermi Çekirdeklerinden

Kalem

Kitapta sanatçının hat sana-

tıyla tanışması ta çocukluğundan

başlayarak anlatılıyor. Buna göre

Hattat Hasan Çelebi 1937 yılında

Erzurum’un Oltu ilçesinde ve bugün

dahi hafız yetiştirmesiyle ünlü olan İnci Köyü’nde

dünyaya gelir. Çocukluğundan beri hat sanatına ilgi

duymaktadır. Hatta kâğıtlara o kadar sevgi duyar ki,

kâğıt yokluğunun olduğu o yıllarda sigara kâğıtlarını

köylerindeki Osman Çavuş isimli zattan, her bir si-

gara kâğıdına karşılık bir sure ezberlemek suretiyle

alır. İlkokula devam edemeyen Çelebi bir süre son-

ra hafızlığa başlar, bir yandan da çobanlık yapmak-

tadır. Hat sanatına olan merakı, Kur’an-ı Kerim’i

öğrenmeye başladıkça daha da artar ve ilkyazı de-

nemelerini bu yıllarda yapar. Ne var ki kalem yok-

tur. Fakat buna da bir çözüm bulur ve hayvanla-

rı güderken toprağın iç kısımlarında gördüğü Rus

Harbi’nden kalma mermi çekirdeklerini kullanma-

ya karar verir. Bu kurşunları ateşte erittikten son-

ra ince bir tahtanın üstüne dökerek ilk hat kalemi-

ni elde etmiş olur.

İstanbul Bir Dönüm Noktası

Kitapta Hattat Hasan Çelebi ha-

fızlık eğitimini tamamladıktan son-

ra hep hayallerinde olan İstan-

bul yolunu tuttuğu da anlatılıyor.

İstanbul’da Kur’an ilminin tahsiline

devam eden Çelebi’nin içinde kendi

tabiriyle yanan bir ateş vardır. Fakat

bunu nasıl dışarı çıkaracağını bile-

mez. Kendi kendine yazı denemeleri

olsa da bununla ilgili ilmi nerden ve

nasıl alacağını bilemez bir durumdadır. Hattat Ha-

san Çelebi, bir taş ustası olan Yusuf Usta vesilesiy-

le meşhur Hat Sanatçısı Hamid Aytaç’la tanışsa da

Aytaç çok yoğun olduğunu söyleyerek Çelebi’yi öğ-

renciliğe kabul etmek istemez. Fakat hat sanatçısı

arkadaşı Halim Bey’e yönlendirir. Çelebi birkaç ders

aldığı Halim Bey’in bir trafik kazası neticesinde ve-

NOKTALAR VE ÇİZGİLER ARASINDA

KitapMuharrem AKIN

61

KİTAPLIK

Çocukluk Sırrı

Adem Güneş

Nesil Yayınları

Tel: (212) 551 32 25

Bir Mısrî Şeyhinin

Kaleminden Hazret-i

Niyâzî-i Mısrî

Mustafa Lûtfî Efendi

Revak Kitabevi

Tel: 0216 342 47 97

Mostar Köprüsü

Alhan Altan ARASLI

Akçağ Yayınevi

Tel: 0 312 432 17 98

Hüseyin(ra) Kerbela

Destanı

Asaf Durakovic

Sufi Kitap

Tel: (212) 511 24 24

Aynada Gizlenen Güzel

Mahmut Kaplan

Etkileşim Yayınları

Tel: 212 551 32 25

fat etmesiyle yine hocasız kalır. Bir süre sonra önemli

isimleri araya koyarak Hattat Hamid Aytaç’tan ders al-

maya başlar ve bu beraberlik 1982 yılında usta sanatçı

Hamid Aytaç’ın vefatına kadar sürer. İcazetini de Ha-

mid Aytaç’tan alan Hattat Hasan Çelebi usta sanatçı-

nın vasiyetinde bile bir yer edinir. Öyle ki Hamid Ay-

taç el yazısıyla yazdığı vasiyetinde mezar taşının Yusuf

Usta tarafından yapılmasını, taş üstüne yazının da Ha-

san Çelebi tarafından yazılmasını ister.

Hilal Kazan kitapta, usta sanatçının el yazması

eserlerine, hayatında önemli yer edinmiş isimlerin fo-

toğraflarına ve hususi fotoğraflarına da yer veriyor.

Kitapta Çelebi’nin dünden bugüne sanat yolculu-

ğu aktarılıyor. Askerlik dönüşü; İstanbul Cevri Kalfa

İlkokulu’nda aldığı diplomasının ön ve arka yüzü, ha-

fızlık arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğraflar, İstanbul’a

geldiğinde kaldığı Üçbaş Medresesi, hocalarıyla geçir-

diği günlere dair düşülen notlar, 29 Ağustos 1966 günü

talik meşkine başladığı Kemal Batanay’ın ve Hamid

Aytaç’ın Hasan Çelebi’ye yazdığı ilk meşk dersi bu yol-

culuğun bir parçası olarak kitaptaki yerini alıyor. Ay-

taç, hiçbir öğrencisine meşk yazmadığı için bu eserler,

Çelebi için önemli. Geleneksel sanatlar açısından da

tarihî bir öneme sahip.

Kitapta, “Sülüs-Nesih Yazı Şeceresi” başlığı altında

hazırlanan ikinci bölümde, Hasan Çelebi’yi ünlü hat-

tatlardan Şeyh Hamdullah’a bağlayan şecere çıkarıl-

mış. Yurtiçinde 53, yurtdışında 24 caminin yazılarını

yazan, 6 caminin de yazılarının restorasyonunu ger-

çekleştiren Çelebi’nin, Güney Afrika, Kuveyt, Kazakis-

tan, Tataristan gibi ülkelerdeki camilerde hatları bulu-

nuyor. Savaş Çevik’in ‘Hasan Çelebi’nin Sanatı Üzerine

Bir Deneme’ yazısında hocanın hatları hangi mekânlar

için yazdığına dair kısa bir özet var. Medine’deki Kuba

Mescidi’nin kûfî ve celi sülüs yazıları ile Medine’de

Cuma ve Kıbleteyn Mescidi yazıları da onun. Hatla ya-

kından ilgilenenler belki bilirler ama Medine’ye giden

pek çok Türk, Mescid-i Nebevi yazılarının bir bölümü-

nü Hasan Çelebi’nin yazdığının belki de farkında de-

ğildir. Oraya gitmeden önce ülkemizdeki eserlerin-

den ne kadar haberdarız kim bilir… Sultanahmet,

Beyazıt ve Hırka-i Şerif camileri, Bursa’da Cem Sul-

tan Türbesi, Ankara’da TBMM Camii’ne emek ver-

diğini de belirtelim.

HATTAT HASAN ÇELEBİ

Page 33: 157 - Somuncu Baba Dergisi

63Kasım 201362

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

“Dilimin sınırları dünyamın

sınırlarıdır.” der Wittgens-

tein. Şu duyarlılığın onda

biri bile bir kültürün kendini koruyabilmesi için

sigorta görevi yapabilirdi. Kültürün taşıyıcısı olan,

anlam dünyamızın işaretlerini taşıyan “dil” konu-

sunda hassasiyetimiz, yerlerde sürünüyor.

Çocukluğumdan beri dil konusunda özel bir

duyarlılığım oldu, ne kadar şükretsem azdır.

Yanlış kullanılan kelimeyi fark etmek, doğrusu-

nu aramak, öğrenmek, iki farklı telaffuz fark et-

mişsem (meyve-meyva gibi) hemen doğrusunu

öğretmenime, bir bilene sormak gibi takıntıla-

rım o zaman gelişti. Allah herkese nasip etsin.

Ama bu duyarlılık bazen yorucu da olabiliyor.

Mesela gazete okurken, televizyon izlerken

bile içinizdeki “dil jandarması” boş durmuyor.

“Aman Allah’ım, nasıl telaffuz ediyor, yok artık,

bu kadarı da olmaz.” diye sürekli yorum yapıp

duruyor. “Kaale almak” yerine “kaileye almak”,

“işten bile değil” (o kadar kolay ki iş bile sayıl-

maz, o derece) yerine “içten bile değil” denebi-

liyor göz göre göre. Hayır, söylerken de düşün-

mez mi insan? “İçten bile değil”miş. Dıştan mı

peki, nedir yani?

Bu ara kulağımı tırmalayan başka bir şey var:

“Egolarım çok yüksek!” Birkaç ünlü kişinin röpor-

tajında üst üste bunu duyunca “hah” dedim, yeni

bir şey daha uydurmuşlar. Hayır, kullanırken ken-

dilerini kültürlü, entelektüel filan zannetmiyorlar

mı? İşte orası çok acıklı.

Ego, Latince “ben” demek. Bilirsiniz,

Freud’un kuramında da id ve süperego arasın-

da denge unsurudur. Yani çocuksu, dürtüsel

tarafımızla vicdanımız (toplumsal-ahlakî ku-

rallar) arasında ortayı bulmaya çalışan, ikisini

dengeli bir şekilde idare etmeye çalışan yanı-

mızdır. Yani her birimizin bir tane egosu var.

İster “ben, kendim” anlamında kullanalım, is-

ter “dengeyi sağlamaya çalışan tarafımız” an-

lamında. Ama el insaf, ego ne zaman çoğul

hale geldi? Bundan hiç haberimiz olmadı. Üs-

telik ayıptır söylemesi, biraz da psikoloji oku-

duğumuz halde…

“Egosu şişkin” diye de kullanılır günlük

dilde, (megaloman anlamında) ama orada

dahi tekildir. Ve böyle meziyet gibi kullanıl-

maz, zira olgunlaşmamışlık, çiğlik belirtisidir.

İlk duyduğumda bireysel bir cehalet olarak

algılamıştım, yazık kimse de uyarmamış diye

düşünerek. Ama aynı kullanımı başka başka

kişilerde, üstelik Hürriyet, Habertürk gibi ga-

zetelerde, röportajcıların ağzından da duyun-

ca anladım ki redaktörler (düzeltmen, musah-

hih) uyuyor. Bakın birkaç örnek:

ÇOK YÜKSEK (!)

EGOLARIM

Page 34: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201364

Genç şarkıcı: “Azimliyim, hırslıyım ve egola-

rım çok yüksek”

Genç Oyuncu: “Hiçbir zaman çok yüksek ego-

larım olmadı. İşimde de, kariyerimde de, tipim-

le ilgili de...

Genç sporcu: “Her oyuncunun egosu var. Ego-

su yüksek olmayan iyi basketbolcu azdır. Benim

de egolarım yüksek.”

Soru: “Egolarınız yüksek mi?”

Cevap: “Ben egolarımı törpülemem.”

Bir röportajdan: “Sanat camiasında egolar

yüksek olduğundan, grup olarak ayakta kal-

mak zor mu?”

Normalde dilimizde bu durumu ifade et-

mek için başka kalıplar var: “Kendini beğen-

miş, burnu havada, ukala, kibirli, burnu Kaf

Dağı’nda, küçük dağları o yaratmış” gibi… Na-

sıl, kulağa hoş geliyor mu? Çağrışımları hep

olumsuz değil mi? Hep de üçüncü şahıs için

kullanılır, kimse kendisi için bu ifadeleri kul-

lanmaz. Zira kendini beğenmişlik, etraftakile-

re üstünlük taslamak, kasılmak hem ahlaken

çirkindir, hem de psikolojik açıdan rahatsızlık

belirtisidir. İleri boyutta narsisist kişilik bo-

zukluğuna kadar yolu vardır. Kültürümüz de

bu tutumu çirkin bulduğundan, dilimiz bunu

hep olumsuz kavramlarla tanımlamış. Ama

işte “egolarım yüksek” deyince bunu “özgüve-

nim, özsaygım yüksek” gibi bir anlama çekerek

olumlu bir vasıf gibi kullanıyorlar. Hâlbuki öz-

güvenle narsisizm asla karıştırılmamalı. Nar-

sisizm, “kendimi seviyorum, kendimle barı-

şığım, ben var ya ben, aman da egolarım ne

kadar yüksek” diye bas bas bağırır, ter ter tepi-

nirken, özgüven sakindir, doğaldır, gözümüze

sokmaz o barışıklığını, afişe de etmez.

Şimdilerde bütün o olumsuz çağrışımlı

ifadelerin yerine gelen “egolarım çok yüksek”

kavramı, aslında büyük bir yanılsamanın dile

dökülmüş hali. Çağımız narsisizm çağıdır de-

nir, dildeki bu yanlış kullanımı, narsisizmin

marifet gibi algılanmasının sembolik bir ifa-

desi sayabiliriz.

Dilimizden bir kelimeyi, kavramı, deyimi

çıkarıp yerine yenisini koyduğumuzda, kay-

bolan kavramlarla beraber onlarla taşınan an-

lamlar da kayboluyor. Önceleri utanç verici ve

küçültücü bulunan bir tutum, yalan yanlış ifa-

delerle yeniden tanımlanınca meziyete dönü-

şebiliyor. Bozulan sadece dil değil, dilin ta-

şıyıcısı olduğu kültür, değer yargıları, benlik

kavramı, iyi insan algısı vesaire… Bu insanlar

popüler kültür vasıtasıyla bütün bunları tah-

rip ediyor ve bunu yaparken de övünüyorlar.

“Merd-i kıptî şecaat arzederken sirkatin söy-

ler.” misali. Hiç değilse çocuklarımıza bu has-

sasiyeti aşılasak da bir sonraki kuşağı uyan-

dırsak olmaz mı?

GÜNEŞİN SIRRI Güneşin sırrını diyorumGüneşin sırrını bilir misin çocuk?Sana sormaz ısıtmak için seniCömerttir, alabildiğineYine de herkes hak ettiğini alır ondanEllerinde bir hayat taşır, öldüresiyeIşığın sancısı tutar en karanlık geceleriEn koyu çirkinlikleri eritirEn kuytu köşelere gizlenmişleriEn koyu perdelerin ardını aydınlatır... Yarın yine doğacakBu aydınlık ülkeye güneş çocuk, bekle!

Ellerinde kara meşaleleri bu düzenbazlarınSönecek bir bir inanÇıkacak meydana, yaktıkları ve yıktıklarıSen, hep iyi ol çocuk, hep iyi ol senGüneşin sırrı, senin gibilerde saklı... Yarın yine doğacakBu aydınlık ülkeye güneş çocuk, bekle!

Muhammed Murat GÖZÜBÜYÜK

65

Page 35: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201366

AŞKATEŞİ

67

Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş

en büyük aşk ve çile üstâdı Fuzûlî,

Peygamber âşığı bir şairdir. Onda-

ki bu aşk, dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde

görülebilir. Gazellerinde kafiye harfleri değiştikçe,

çoğunlukla ilk gazeller na’t şeklinde yazılmıştır.

Özellikle, Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in

Kerbelâ’da şehit edilmiş olması, şairin Kerbelâ’yı

mukaddes bir makam gibi telakkî etmesine yol aç-

mıştır. Şiirlerinin birçoğunda Hz. Hüseyin’in şe-

hit edilme hâdisesine telmih vardır. “Hadîkatü’s-

Süedâ” isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir

yer ayırmıştır.

Fuzûlî’nin en meşhur na’ti şüphesiz ki “Su

Kasîdesi” diye meşhur olan Kasîde Der-Na’t-i

Hazret-i Nebevî’sidir. Bu kasîdede Fuzûlî, o zama-

na kadar kullanılmayan “Su” motifini kullanmış-

tır. Su, Fuzûlî’nin şiiri boyunca Peygamber Efen-

dimize hasret, onun Ravza’sına ulaşmak için bin

bir türlü yola başvuran bir insanı temsil etmek-

tedir. Suyun Türk tasavvuf kültüründe önem-

li bir yeri vardır. Zira su, “Anâsır-ı Erbaa”dandır.

Anâsır-ı Erbaa, dört unsur demektir. Bunlar

hava, su, ateş ve topraktır. Bu dört unsur, varlık

âleminin de esasını teşkil eder. Anâsır-ı Erbaa’ın

insanların mizaçlarına da hâkim olduğuna inanı-

lır. Hava soğukluk, su yaşlık, ateş sıcaklık, toprak

kuruluk işaretidir.

Su, Fuzûlî’nin hayatında çok daha farklı bir an-

lam taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi

şair, Kerbela topraklarında yaşamış; bu toprak-

ların bütün susuzluğunu, meşakkatini, maddî-mânevî sıkıntısını çekmiş bir insandır.

İnsan, fıtrî olarak sevdiği, ihtiyacını his-

settiği bir şeyi; arzu ettiği bir nesnede kişi-

leştirir. Söz gelişi özellikle klasik edebiyatı-

mızın mânevî dünyasında “sevgili” hep “gül”

ile idealize edilmiştir. Fakat sonraki dönem-

lerde sevgilinin teşbih edildiği noktalar, nes-

neler, kavramlar da değişebilmiştir. Meselâ

Tanzimat döneminde “sevgili” zaman zaman

“vatan”, “hürriyet”, “cumhuriyet” gibi kav-

ramlarla karşılanırken; “sevgili”nin bazen de

“Türkiye”, “İstanbul”… gibi coğrafyalarla tem-

sil edildiğini görürüz.

İşte yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden

ötürü, Fuzûlî de çok sevdiği Hz. Muhammed

(s.a.v.)’i su ile anlatmayı hedeflemiştir. Bu şiir

aşağıdaki şâheser beyitle başlıyor:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su

Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su

Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygam-

ber Efendimizle Hz. Âişe anamız arasında ge-

çen şu diyaloga kulak verelim:

Hz. Âişe (r. Anhâ) anlatıyor: Ben, “Ey

Allah’ın Rasûlü! Verilmemesi caiz olmayan

şey nedir?” diye sorunca “Su, tuz ve ateş!”

EdebiyatVedat Ali TOK

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su

Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su

Fuzûlî

(Ey göz, gönlümde yanan ateşlere su saçma; çünkü

böyle şiddetle yanan gönül ateşime su hiçbir çare

veremez.)

Page 36: 157 - Somuncu Baba Dergisi

BANA GÖZleriNiN ŞAvKı vUrUNcA

Bana gözlerinin şavkı vurunca Kapılır bu gönlüm sellere benim. Muhabbet ateşi ruhu sarınca Dağılır yüreğim çöllere benim. Irmak olur çağlar akar giderim Kurulmuş bentleri yıkar giderim. Uğruna her şeyi yakar giderim Savrulur hislerim göklere benim.

Takvimler önüme aylar koyamazYağmurlar geçilmez çaylar koyamazSakiler kanılmaz meyler koyamazBirikir hasretim yıllara benim Engelim dağ olsa bil ki aşarım Hapsolsam göllere durmaz taşarım. Kader mani olsa sanma yaşarım Yayılır bu aşkım dillere benim. Bir ümit ışığı verse sözlerin Canlanır ufkumda eşsiz gözlerin. Bana cevretse de bitmez nazların Kurulur düşlerim yollara benim.

Senin her bakışın candır canıma Ümitkar gülüşün kandır kanıma Azıcık sokulsan şöyle yanıma Dökülür gözyaşım güllere benim.

Mürsel GÜNDOĞDU

Kasım 201368 69

buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Rasûlü,

evet suyu anladık öyledir, ama tuz ve ateş

niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdiler: “Ey

Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse, bu ateşin

pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kaza-

nır! Kim de tuz verirse, o da bu tuzun tatlandır-

dığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bu-

lunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse

sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur, suyun bulun-

madığı yerde içirirse, onu ihya etmiş gibi olur.”

Su kasidesin bu ilk beytinde bir tezatla buluş-

turuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir ar-

zunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna

göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrul-

maktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş,

şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir.

Su ise onu ferahlatacak, serinletecek her türlü

çare, derman olarak düşünülebilir.

“Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşın-

dan su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su

fayda etmez.” diyor şair. Gözlerinden akan yaşla-

rı çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan ge-

len su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi

yangın da ondan daha şiddetli… Öyle ki gözyaşın-

dan gelecek sular söndürecek gibi değil.

Gönüldeki ateş, aşk ateşidir. Maddî bir ateş de-

ğil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı

da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi te-

zat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın-

sonucudur. O yüzden birinin diğerine derman

olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her

ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor. Yani çıkış

noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet

hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden der-

man arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte

yandan Fuzûlî gözlerine “Su saçma!” emrini veri-

yor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini isteme-

diğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgi-

siyle yanan bir ateştir.

Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş, toprak, su

ve havanın hepsine yer verilmekle beraber, şiir-

de özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır.

Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli ol-

duğu söylenebilir.

Şiirin genelinde hâkim mevsim, bahar ve hâkim

renk de yeşildir. Yeşil, aynı zamanda şairin bütün

özlemlerinin sembolü kabul edilebilir. Beyitte su

ve ateş tezat teşkil eden kelimelerdir. Bu anlamda

“göz” kelimesi de tesadüfen seçilmemiştir. Bu keli-

menin “su kaynağı” olan göz ile ilişkisi vardır.

“Fuzûlî’nin en meşhur na’ti “Su Kasîdesi”, Peygamber Efendimize hasret, onun Ravza’sına ulaşmak için

bin bir türlü yola başvuran bir insanı temsil etmektedir.”

Page 37: 157 - Somuncu Baba Dergisi

HikâyeRaziye SAĞLAM

Son bir viraj kaldı eve varmaya. Yakın

bir tarihe kadar, sadece yazları geli-

nen bu ev, geçen senelerde anne ve

babasının kışlık evi boşaltmasıyla tamamen yer-

leştikleri hem kışlık hem yazlık olmuştu. Son fakat

en keskin virajı dönerken, bir anda önüne çıkan

maviliğin ışıltısından gözlerini alamadı. Babası-

nın külüstür arabasıyla ağır ağır ve bir o kadar da

sarsılarak geçtikleri bu yolda, o zamanlar da aynı

yerde aynı heyecanı duyardı Derviş.

Kasabaya girmeden önce arabayı deniz kena-

rına çekti. Avucuna kıyıdaki çakıl taşlarının yas-

sı olanlarından alıp, irice bir taşın üzerine otur-

du. Taşların birini işaret parmağı ile başparmağı

arasına sıkıştırıp, bileğini doksan derece kıvırarak

denize fırlattı. Taş denizin üzerinde zıplayan bir

kuş gibi tam beş kez sekti ve “Comb!” diye bir ses

çıkararak suya battı. Derviş taşın sekmesini ke-

yifle izledi. Sanki çocukluğuna dönmüştü ve ar-

kadaşlarına nispet yapıyor gibiydi. Ardından bir

tane daha attı ve sonra bir tane daha.

Ne olduysa birden, duyduğu sevinç yerini hüz-

ne bıraktı. Ne çok şey değişmişti o zamandan bu

yana. Hatta şu son bir ay içinde. Eşinden ayrılmış

tek çocuğunu hâkim annesine vermişti. O da ço-

cuğu alıp ailesinin yanına Samsun’a gitmişti. Der-

viş o sıkıntıyla işinden de ayrıldı. Çok kazanıyor-

du. Belki herkesin gıpta ile baktığı bir işi vardı

ama bir sabah kalktığında çalışmak istemediğini

farketti. Onu uzun bir süre idare edecek kadar bi-

rikmişi de vardı. Şimdi anne ve babasının yanın-

daki huzur ve sükûnete sığınmaya gidiyordu.

Ağır ağır kalktı. Sanki yanında biri varmış gibi

“Hayatları belki, eskisinden daha sıradan ve sıkı-

cıdır. Ne de olsa giderek yaşlanıyorlar ama yaşla-

rının verdiği dinginlik ve huzura ihtiyacım var. Bi-

raz da çocukluğumdaki gibi ilgi görmek istiyorum

galiba.” diye düşündü.

Arabayı tekrar çalıştırıp yola çıktığında, ço-

cukluğunda annesinin kurduğu sofralar geldi gö-

zünün önüne. Ne güzel bazlamalar, ıspanaklı bö-

rekler, mantılar yapardı. Hepsi de çok vakit alan

işlerdi ama nasıl olsa annesinin hep çok vakti

olurdu. Yine yapardı. Çok sevdikleri oğulları gel-

mişti de yapmaz mıydı hiç? Yemekleri düşününce,

birden çok acıktığını hissetti. Arabayı daha hızlı

sürmeye başladı. Bir an önce varmak istiyordu.

Uzaktan ev görününce kalbi hızla çarpma-

ya başladı. Çocuksu bir heyecanla, bu sakin yer-

de yeni bir hayata başlamanın garip çekiciliğine

sürüyor gibiydi. Annesi onu görünce “Kurban ol-

duğum! Nereden çıktın sen?” diyerek hasretle sa-

rılacak, sonra da kurduğu sofrada çeşit çeşit ye-

meklerden yemesi için ısrar edecekti. O sahneyi

yaşıyormuş gibi gülümsedi kendi kendine.

Bahçeye girerken “Arabanın sesini duymuş ol-

malılar. Neden merak edip de çıkmadılar acaba?”

diye söylenerek kapının ipini çekti. Kapı her za-

manki gibi kolayca açılıverdi. Derviş içeri girer-

ken, evin o kendine has yemek kokusuna karışmış

gardenya kokusunu duydu. Annesinin renk renk

gardenyaları olurdu hep ve çok güzel kokarlardı.

Birden burnunun direği sızladı. Bu kokuyla san-

ki çocukluğuna adım atıyor gibiydi. “Anneeee!”

diye seslenerek içeri girdiğinde ise kimse yoktu.

Sırayla odalara baktı. Sofa ile mutfak aynı duru-

yordu ama kiler olarak kullanılan ve yaramazlık

yaptığında kaçıp küplerin arkasına saklandığı oda

çok değişmişti. En azından artık bir kiler değildi

ve daha çok halı atölyesine benziyordu. Sıra sıra bü-

yüklü küçüklü halı tezgâhları ve renk renk ipler var-

dı. Tezgâhların önüne, üzeri yumuşak minderlerle

kaplı tahta sıralar dizilmişti. Tezgâhlarda kimi yarı-

ya kadar dokunmuş, kimi henüz başlamış, kimi ise

bitmeye yakın ipek halılar vardı. Hepsinin de deseni

birbirinden çok farklıydı ve Derviş’in şimdiye kadar

gördüğü halılara hiç benzemiyordu.

Kasım 201370

MİNEL AŞK İLE

GÜLDİYARI

71

Page 38: 157 - Somuncu Baba Dergisi

eliN Dert GÖrMeSiN

Topluma itimat veren, Emin hâlin dert görmesin.Mümini kardeşçe saran,Şefkat kolun dert görmesin.

Ya hayır söyle ya da sus,Boş konuşmak nefse mahsus,Örnek olsun sözde Yunus,Tatlı dilin dert görmesin.

Hayatta çeksen de zahmet,Vatana gerekir hizmet,Hizmetle çoğalır kıymet,Mahir elin dert görmesin.

Yuvada isteyen huzur,Saygıda eylemez kusur,Edebiyle dâim meşhur,Mutî gelin dert görmesin.

Cihanda hakikî sultan,Başında taşır bir nişan,Tesettür kalkanı kuşan,Nârin telin dert görmesin.

Hüdâ nimet vermiş ferde,Sadaka devadır derde,Cömertlik sırrına er de,Hazır malın dert görmesin.

Yolun hakkı selam vermek,Yoldan zararı gidermek,İnsanlık düşeni görmek,Doğru yolun dert görmesin.

Varoğlu, hayrülhalef ol,Hayırla bul cennete yol,Ol da Rabb’e hakiki kul,Yer’de ölün dert görmesin.

Mehmet Ali vAr

Kasım 201372 73

Derviş gördüklerine bir anlam vermeye çalışır-

ken dış kapının açıldığını duydu. Annesinin sesi

geliyordu.

- Nazife biletler ayrılıverdi di mi? Şunun şura-

sında Türk gününe bir hafta kaldı.

- Sen heç meraklanma Hacer Teyzem. Sana, Haç-

çe Bacıya ve bir de Gülsüm Geline alındı bilet. Sizi

Amerika’da muhtarın yeğeni karşılayıvercek.

- Nazife gel bi daha bakıver şu halıya. Minel Aşk

ile Gül Diyarı bitiverir di mi o zamana kadar.

- Biter ablam sen hiç meraklanma. Minel Aşk ile

Gül Diyarı halının hası oldu

yani. Tam Türk sergisine la-

yık.

- Onların hikâyesi de ya-

zıldı dosyalandı di mi? Aman

gözünü seviyim bir eksik ol-

masın. Nerdeyse bütün dün-

yanın huzuruna çıkcez.

- Hazır ablam hepsi hazır.

CD’leri de yarın hazır olcek.

Derviş şaşkınlık içinde

dinliyordu anasıyla diğer ka-

dının konuşmalarını. Annesi

hangi ara bu kadar sosyal bir

kadın olmuştu. Yoksa görme-

yeli çok uzun zaman olmuş da

farkında mı değildi kendi yoğunluğundan. Annesi-

nin, eskiden halı dokumayı bildiğini duymuştu ama

hocalık yapacak kadar, hatta dünyaca ünlü bir sergi-

ye konacak kadar özgün eserler ortaya çıkarabilece-

ğini hiç tahmin etmiyordu. Üstelik yoğun bir şekilde

bilgisayar kullanıp, dünyanın başka yerlerindeki bu

tür kadın dernekleriyle de görüşüyordu. Hani yol bo-

yunca düşündüğü yemekler, çocuk gibi nazlanacağı

ana kucağı. Babası nerdeydi acaba? Belki hayal ettiği

ilgiyi ondan görebilirdi.

Annesinin “Oğlum! Kurban olduğum. Nereden

çıkıverdin sen?” diye sevinçle bağırmasıyla daldı-

ğı düşüncelerinden ayrıldı. Hasretle kucaklaşırlar-

ken annesi bir yandan da soru yağmuruna tutuyor-

du. Lakin telefonu hiç susmadığı için, Derviş doğru

düzgün anlatamadı hiç bir şeyi. Şaşkınlık içindeydi.

Bir fırsatını bulup

- Babam nerde, diye sorabildi.

- Ankara’da oğlum. Amerika’daki Türk gününe

katılıverecez ya dernek olarak, bazı bürokratik işler

için Meclis’e gidiverdi görüşmeye. Bir kaç vekilde mi

geliverecekmiş ne bizimle. Neyse işte. Eee de baka-

lım. Hangi rüzgâr attı seni buraya. Epeydir unutu-

verdin hayırsız bizi. Biz de dokunmayalım işi çok yo-

ğun diyoruz ama...

Derviş sözünün bölüne-

ceğinden korkarak bir çırpı-

da anlattı olanları ve uzun bir

süre onlarla kalıp başını din-

leyeceğini söyledi.

Son cümleyi söylediğinde,

annesinin gayrı ihtiyari bir

bakışı vardı ki yüzüne, sanki

“Başını dinlemek mi? Bura-

da mı?” demek istiyordu. Ni-

tekim sonraki günlerde daha

iyi anladı bu bakışın nedeni-

ni. Sabah saat dokuzda, kö-

yün cıvıl cıvıl kadınları kızları

eve geliyor, annesinin öğret-

menliğinde, tezgâhların başı-

na geçiyordu. Öğlende yemek

arası verilene kadar bir yandan neşe içinde konuşup

sohbet ediyor bir yandan çok hızlı bir şekilde ça-

lışıyorlardı. Hepsi de orada olmaktan çok mut-

lu görünüyordu. Annesi onlarla ilgilendiği için,

Derviş kahvaltısını kendi hazırlıyor ve o çok yo-

ğun olduğundan bazen de akşam yemeklerini

yapıyordu.

Bugün de annesiyle diğer iki kadını Amerika’ya

uğurlarken kendini, onların döneceği gün nasıl

bir hazırlık yapacağını düşünürken buldu. Kendi

kendine kocaman gülümserken “Garip Derviş! Ne

umdun ne buldun?” diye söylendi.

Page 39: 157 - Somuncu Baba Dergisi

75Kasım 201374

İnsan Sermayesİ

Eğer 21. yüzyılda bir şehirde yaşıyor-

sanız, sizin toplam değerinizi oluş-

turan birkaç “değer” vardır. Mensup

olduğunuz aile, aldığınız eğitim, giyindiğiniz ve

kullandığınız markalar, arabanızın markası, hatta

oturduğunuz muhit gibi unsurlar toplam değeri-

nizi belirler. Marka değeri ifadesi genellikle firma-

lar için kullanılmakla birlikte birey anlamında da

alanında isim yapmak, ünlü ve/veya unvan sa-

hibi olmak manalarını taşır ki her “iyi marka”nın

büyük paylar aldığı piyasa imkânlarından fayda-

lanmak; iyi gelirler elde etmek anlamına gelen bir

şeydir bu.

“Moda, farklılaşma çabası içinde birbirine ben-

zemektir.” sözünü okuduktan sonra, aslında tüm

benzerliklerin farklı olma çabalarından ileri gel-

diğini fark ettim. Pahalı kıyafetler, kaliteli olma-

sından ziyade, alan sayısını azaltmak ve bu sayede

kendi elitini oluşturmak iddiasıyla bu kadar paha-

lı olması daha mantıklı geliyor artık bana. Etiket

fiyatı 39 TL olan kot ile 199 TL olan kotun aynı

merdiven altı imalathaneden çıktığına da bizzat

şahidim. (Neyse konumuz bu değil.)

Sözü getirmek istediğim nokta, farklı olma ça-

basındaki insanları aşağılamak, iPhone kullanan-

lara taş atmak ve marka giyinenlerle dalga geçmek

değil (ki bu da farklı bir modadır). İnsan tabiatın-

dandır iyi olmak, iyi görünmek, donanımlı olmak,

sevilmek, itibar edilmek gibi istekler… Günümüz

ifadesiyle “marka” olmak. Derdim marka olmak-

la değil; “marka olma”yı alışveriş merkezlerinde,

tatil yöresi ve restoranlarda, kişisel gelişim mer-

kezlerinde ya da güzellik salonlarında aramakla.

Çünkü insan satın aldıklarıyla değil, sahip olduk-

larıyla marka değeri taşıyor.

Güzelliğe sahip olmak, gömlek ile değil, göm-

leğin arkadan yırtılması ile olur. Yürüyüşüyle, du-

ruşuyla, derinliğiyle, ilmiyle ve edebiyle, yeryüzü-

nün en güzel örtüleriyle örtünüyor, sırlanıyor ve

nurlanıyor insan. Üzerinde değil kalbinde taşıdık-

larıyla kendisi bir “değer” oluyor. (Yusuf bir mar-

kadır).

Tam burada; arkadan yırtık gömlekleriyle en

klas “marka”yı giyen, ne giyse harika görünen, yü-

rürken zarafetiyle büyüleyen, hangi kremi kulla-

nıyor bilmem ama yüzü pürüzsüz bir nur gibi gö-

rünen, diksiyon dersi almamış olsa da ağzından

bal damlayan, ilahiyat okumamış olsa da en gö-

nülden sohbetleriyle kalpleri süsleyen, hiç araba

kullanmasa da her zaman birlikte yürüsek deni-

len, işinde bir unvanı olmasa da hem eşi hem ço-

cukları hem de çevresinin eşsiz kahramanı olan

yeryüzünün “En Süper Marka” insanlarına selam

göndermek istiyorum.

İşte tüm bu özelliklerini saydığım insanlar; iyi

görünmek için ne pahalı bir takım elbiseye, ne

gösterişli şallara, ne iyi bir eğitime ne de başka

Kalbİn Hazİnesİ

DenemeMuhammed B. TOPRAK

“Güzelliğe sahip olmak, gömlek ile değil, gömleğin

arkadan yırtılması ile olur. Yürüyüşüyle, duruşuyla,

derinliğiyle, ilmiyle ve edebiyle, yeryüzünün

en güzel örtüleriyle örtünüyor, sırlanıyor ve

nurlanıyor insan.”

Page 40: 157 - Somuncu Baba Dergisi

SONBAHAr

Esen yele savruluyor yapraklar Anlaşıldı demek geldi sonbahar Örtüsünden çıktı kara topraklar Evvel ilkbahardı oldu sonbahar

Ömür gelir geçer gelmez şakaya İyilik yaparsan kalır bakaya Ölüm denen bilinen şu vakaya Hangi tabip çare buldu sonbahar

Tabiatta hiç neşe yok dön de bak Her şeye bir ömür biçmiş yüce Hak Bu dünya fanıdır ettin mi idrak Bu güzellik kime kaldı sonbahar

Gürkani der nice sırlar gizledin Kış gelince ilkbaharı özledin Tanık oldun çok olaylar gözledin Kim ağladı kimler güldü sonbahar enver GÜrKAN

Kasım 201376

bir dış görünüm unsuruna ihtiyacı olan âhir za-

man dervişleridir. Çünkü iyi görünmek için önce

iyi görmek gerekir.

Kendi elleriyle kalbine tasarlattığı bir marka-

sı vardır dervişin. Yürüyüş şekli, insanlara hita-

beti, alçakgönüllülüğü, cömertliği, sevilmek ka-

dar sevmek de istemesi, hayâsı, sahip olduğu ilmi,

dünya ve ahiret görüşü ile kolay kolay kimsenin

ulaşamayacağı pahada değerlere sahiptir. Ceketi-

nin içinde İtalyan markasını değil, göğüs kafesi-

nin içinde İslâm markasını gururla taşır. Bu öyle

bir markadır ki, eskimez, modası geçmez ve değer

kaybetmez. Renkli şallara da ihtiyacı yoktur bu

markayı kalplerine giydirmiş kadınların. (Dervi-

şe şan da gerekmez süslü şal da). Hiçbir kursta

öğretilemeyecek yürüyüşleri vardır onların. Yü-

rürken toprağı incitmekten korkan kadını dü-

şün. En güzel süs edeptir, diyorlar, öyle değil mi

Zeynep Abla?

Kendine has bir duruşu vardır dervişin. Kolay

kızmaz, gönül kırmaz, Hakk’ı bilir, makama ve un-

vana tamah etmez. Alnı aktır, başı diktir ama gözle-

ri ayakuçlarındadır; onurludur ama kibirli değildir.

Ne giyse yakışır, çünkü kendisi güzeldir. Yusuf’un

hikâyesini anlatmıştım değil mi Seyfullah Abi?

Düşünce dünyamın ilham kaynağı Hazret’in

ifadesi ile;

Coşkun bir sel gibiyiz coşarız seller ile

Gonca bir gül gibiyiz kokarız güller ile

Bir gün toprak oluruz tozarız yeller ile

Nâm u nişânımız yok dervişe şân gerekmez

Yokluk yolcularına başka nişân gerekmez

Kulluk vazifemizdir yokluk şiarımız hem

Kayırmayız özümüz olsak da yahşi yâ kem

Bir güzelin urgunu âşüftesiyiz her dem

Nâm u nişanımız yok dervişe şan gerekmez

Yokluk yolcularına başka nişan gerekmez

Ölümü iç cebinde taşıyan, Hz. Yusuf’un

edep örtüsünü kuşanan, sel gibi coşan ve gül

gibi kokan, yokluk yoluna varını veren, her

canlıya hizmet düsturuyla yaşayan, ehl-i bey-

ti kalbinin saraylarında yaşatan, nâm-u nişa-

na, unvana itibar etmediği için en yüce manevî

makama ve en değerli “marka”ya kavuşan ha-

kikat yolcularına selam olsun… Selam onların

üzerine olsun.

77

“Moda, farklılaşma çabası içinde birbirine benzemektir.” sözünü okuduktan sonra, aslında tüm benzerliklerin farklı olma çabalarından ileri geldiğini fark ettim.”

Page 41: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201378

Torosların eteğinde güneşe gülümseyen şe-

hir Mersin, 150 yıllık geçmişi ile Anadolu’nun en

genç kentlerinden biri sayılır. Özellikle Tanzimat

Fermanı’yla her alanda başlatılan yeniden yapılan-

ma ve reformları, ilk önce ve en iyi değerlendiren

Osmanlı kentlerinden biri olmuş ve daha 1886 yılın-

da 12 ülke konsolosluğunun bulunduğu, uluslarara-

sı önemi haiz bir liman kenti haline gelmiştir.

Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi, sa-

hip olduğu geniş hinterlant sayesinde Türkiye’nin

en önemli ve en işlek limanı olan Uluslararası Lima-

nı, Türkiye’nin en büyük Serbest Bölgesi’yle Mersin

burada sayamayacağımız daha birçok özelliğiyle gü-

nümüzde Türkiye’nin en gelişmiş metropol kentle-

rinden biridir.

Mersin’de manevî hayatın en önemli yanı hiç

şüphesiz Tarsus ilçesinde kabr-i şerifi bulunan Hz.

Danyal (a.s.)’dır. Hz. Danyal (a.s.) İsrailoğullarına

gönderilen ve kendisine kitap indirilmeyen peygam-

berlerdendir. II. Babil Kralı Buhtunnsar (M.Ö. 605-

562) zamanında yaşadığı belirtilen Hz. Danyal’dan,

Yahudileri Babil esaretinden ilmi ve kehanetleriyle

kurtarmış peygamber, olarak bahsedilir.

Rivayete göre, Buhtunnasr Kudüs’ü işgal edip

ihtiyarları kılıçtan geçirmiş ve gençlerden bazıları-

nı da esir olarak Babil’e götürmüştür. Esirler içinde

Danyal ( a.s.) da vardır.

Bir gün Buhtunnsar, bir gece yatağından korku

ve dehşet içinde kalkar. Korkulu bir rüya görür, ama

gördüğü rüyayı hatırlayamamaktadır. Bunun üze-

rine adamalarına bu rüyasını tabir etmelerine em-

reder, fakat hiç biri bu rüyayı çözemez. Kral bunun

üzerine üç gün mühlet verir yoksa kendilerini çok

kötü şekilde cezalandıracağını söyler. Bu durumu

esir olarak tutulan Danyal (a.s.) öğrenir ve bu ola-

yı çözeceğini söyler. Kralın yanına götürülür, rüya-

yı tabir eder. Bu günden sonra kral Danyal (a.s.)’a

çok ikramlarda bulunur. Onu sık sık, huzuruna ka-

bul eder ve yapacağı işleri, ona danışır. Kral daha

sonraları Danyal (a.s.)’ı, üstün mevkilere getirir. Hz.

Danyal artık kralın yanında, insanların en şereflisi

ve en sevgilisi olmuştur. Kral Danyal (a.s.) hürmeti-

ne bütün Yahudilerin esaretine son vermiş yeniden

ülkelerine dönmelerine izin vermiştir.

Danyal (a.s.) her nereye gitse, orada bolluk ve

bereket meydana gelirdi. Onun bu mucizesi her ta-

rafa yayılmıştı. O tarihlerde Tarsus bölgesinde baş

gösteren bir kıtlık sebebiyle şehir halkı Danyal (a.s.)

Tarsus’a davet eder. Onun gelmesiyle Tarsus’ta, Çu-

kurova Bölgesi’nde kıtlık, yerini bolluğa bırakır ve

insanlar huzurlu bir şekilde yaşamaya başlarlar. Hz.

Danyal (a.s.) da vefat edene kadar burada kalır. Ve-

fatından sonra da bolluk ve bereketin kaçacağından

korkan Tarsuslular Danyal Peygamberin na’şını sak-

larlar. Hz. Ömer (r.a.) zamanında hicretin 17. yılın-

da, Tarsus’u fetheden Ebu Musa El-Eş’ari (r.a.) ka-

pısı mühürlü bir odada sanduka içerisinde bir na’ş

bulur. Na’şın parmağında, kaşında iki aslan arasında

bir çocuk resmi bulunan bir yüzük vardır. Ebu Musa

El-Eş’ari (r.a.) yüzükle birlikte Hz Ömer (r.a.)’a ha-

ber gönderir. Hz. Ömer, na’şın Danyal (a.s.)’a ait ol-

Örnek Hayat Yusuf HALICI

VELÎLERİMERSİN

79

duğunu an-

lar ve İslâmî

usullere göre cena-

ze namazının kılınma-

sını ve özellikle Yahudiler

tarafından başka yere taşınma-

ması için de cenazenin çok derinle-

re defnini, defnedilen yerin de gizlen-

mesini emreder. Ebu Musa El-Eş’ari, na’şı

daha derine defnettiği gibi üzerini harçla ve as-

faltla kapattırmış ve yerini gizlemek maksadıyla da

Berdan Çayı’nın bir kolunu üzerinden akıttırmıştır.

Osmanlı Dönemi’nde yapılan Makam Camii ile ka-

bir bu caminin altında kalmıştır. Son dönemde de

yapılan çalışmalarla Danyal Peygamberin kabri ca-

minin 10 m kadar aşağısında çıkmıştır. Şimdilerde

cami ve çevresinde restorasyon çalışmaları devam

etmektedir.

Seyyid Alâeddin Ali Semerkandî

Seyyid Alâeddin Ali Semerkandî Hazretleri, Os-

manlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da

yaşamış evliyanın önde gelenlerindendir.

Semerkand’da doğdu. Soyu Peygamber Efendimiz

(s.a.v.)’e kadar ulaştığı için Seyyid’dir. Semerkand,

Buhara, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil

etti ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Alâeddin

el-Buharî’den de icazet aldı. Daha sonra Anadolu’ya

hicret etti.

Seyyid Alâeddin Semerkandî Hazretleri, sene-

nin büyük bir kısmında oruç tutardı. Gecelerini na-

maz kılarak, gündüzleri de talebelerine ders vererek

geçirir onları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırdı.

Nefsini terbiye etmek için çok riyâzet ve mücâhede

eder, nefsinin istediklerini yapmaz ve istemedikle-

rini yapmak için uğraşırdı. Dünyaya hiç meyletmez-

di, haramlardan şiddetle kaçındığı gibi, mübahla-

rın da birçoğunu terkederdi. Rivayete göre Cenab-ı

Hakk’ın kudreti ile tayy-i mekân eder, kısa zaman-

da bir yerden diğer yere giderdi. Hatta sabah na-

mazını Kâbe’de kılıp, güneş doğmadan tekrar evi-

ne döndüğü de rivayetlerde zikredilmektedir.Seyyid

Alâeddin, ileri yaşlarında Mekke-i Mükerreme’de bir

müddet ikametten sonra, Medine-i Münevvere’ye

geldi. Rasûlullah

Efendimize olan aşkı

sebebiyle oradan ayrıla-

madı. Yıllarca türbede hiz-

met etti. Bir gün Peygamber

Efendimizi gördüğünü kendisi

şöyle anlatır:

“İlk zamanlar mağarada kalırdım. Bir

gün Rasûlullah Efendimizi ziyaret etmek

için mağaradan çıktım. Kabr-i şerîflerine va-

rıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz

ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Burada

bana bahşolunan birçok güzellikten sonra Efendi-

miz (s.a.v.), “Var git ümmetimi tarikine, yoluna da-

vet et.” buyurdu. Ben de yoluma girenler için bazı

üstünlükler istedim.”

Ali Semerkandî Hazretlerinin yoluna girenlere;

müridlerinin dünyada namerde muhtaç olmamala-

rı, şeytanın şerrinden emin olmaları, şirkten uzak

olmaları, zalimlerin şerrinden emin olmaları, kaza

ve belâdan emin olmaları, düşmanın hilesinden

muhafaza olmaları, hidayet, doğru yol üzere olma-

ları, yaptıkları amellerin Allahu Teâlâ’nın katında

makbul olup, kıyamet gününde yüzlerine vurulma-

ması, Allahu Teâlâ onlara ibadet ve taatın lezzeti-

ni vermesi, Allahu Teâlâ her gün ve her gece onla-

rın evlerine yetmiş rahmet yağdırması, şehit olarak

vefat etmeleri, son nefesinde kevser şarabını içip,

dünyadan kanmış olarak çıkmaları, cennete kanmış

olarak girmeleri, kabirlerinin cennet bahçelerinden

bir bahçe olması, kabirde Münker ve Nekir’in aza-

bından kurtulmaları, kıyamet gününün sıcağından

kurtulmaları ve Livâ-ul-hamd’ın gölgesinde gölge-

lenmeleri gibi üstünlükler ihsan edilmiştir.

Ali Semerkandî Hazretleri kıymetli eserler ka-

leme aldı. Eserlerinin en önemlisi Bahr-ül-Ulûm

isimli dört ciltlik tefsiridir. Ayrıca Hâşiye alâ Şerhiş-

Şemsiyye, Hâşiye alâ Şerh-il-Metâlî ve Hâşiye alâ

Şerh-il-Mevâkıf adlı eserleri vardır.Ali Semerkandî

Hazretleri 1456 yılında yüz elli yaşlarında iken ve-

fat etti. Türbe, mescid, zaviye ve vakfiyesinden olu-

şan külliye, İçel’e bağlı Gülnar ilçesi Zeyne Kasaba-

sı’ndadır.

Page 42: 157 - Somuncu Baba Dergisi

FOBİLER

Kasım 201380

Günlük hayatımızda her korkunun bir

sebebi ve açıklaması vardır. Korku,

insan hayatının temel Saiklerinden-

dir. Kendimizi yersiz risklerden koruma vesilesi-

dir. Sevgi kadar hayat verici bir unsurdur. Oysa

fobi korkudan başka bir şeydir. Hayatı korumak

bir yana, yaşayışımızı karartır ve yaşanmaz hale

getirir. Fobide korkunun mantıklı bir açıklaması

yoktur. Fobi sahibi de bunun farkındadır. Yine de

bir şeylerden uzak durmaya,

bir şeyleri yapmaktan kaçın-

maya bakar. Sözgelimi kapalı

yerlerde bulunmak, yüksek bir

yere çıkmak kanını dondurur.

Neredeyse insanlar sayısınca

fobi olsa da, temel üç çeşit fobi

vardır:

“Basit (özgül) fobiler:

En sık görünen fobi şeklidir.

Hemen her zaman tedavi olması gerekmez. Ba-

sit fobilerin konusu köpekler, yılanlar, böcekler

ve fare gibi hayvanlardır. Kan görmek ve yaralan-

mak, kapalı yerlerde bulunmak (klastrofobi), yük-

seklik fobisi (akrofobi) ve uçak seyahatleri de sık

görülen basit fobi temalarıdır.

Sosyal fobiler: Kişi başkalarınca fark edile-

cek büyük bir hata yapacağı, küçük düşeceği ya da

utanç duyacağı gibi endişeler taşır. Toplum içinde

konuşurken kekeleyeceğini, başkalarının önün-

de yemek yerken boğazına kaçacağını düşünür.

Umumi tuvaletleri kullanmamaya çalışır, başka-

larının yanında yazarken veya bir şey verirken el-

lerinin titremesinden kaygılanır. Bundan başka,

çoğu sosyal durumlarda aptalca şeyler söyleme,

sorulara cevap verememe, heyecanlanma kaygıla-

rı da olabilir.

Ağorafobi: Çıkılması zor, kaçmanın güç ol-

duğu özel ortamlarda çarpıntı, boğulma hissi, ter-

leme, titreme, bayılma, çıldırma endişesi, tansi-

yon yükselmesi veya düşmesi, ölüm korkusu gibi

belirtiler ortaya çıkar. Bazen bu gibi belirtiler hiç

beklenmedik biçimde de ortaya çıkabilir. Hastalar

kapalı yerlerde ağır bir sıkıntı duyar, tedirgin ola-

rak bekler, hatta kaçabilirler de. Pazarda bekleye-

mez, toplu taşıma araçlarına binemez, namazlar-

da arka saflarda kalmayı tercih ederler.

Agrafobi zor durumda kalındığında, güven-

liğin kolayca sağlanamayacağı, kendini rahat-

sız hissettiğinde (panik atağı olması durumunda)

81

PsikolojiSefa SAYGILI*

“Fobilerde korkuya üç şekilde yaklaşılır ve bu tepki

biçimleri belirtilerin yok olmasını engeller. Sıkıntının

tekrar gelebileceği veya uyaranla tekrar karşılaşılacağı

beklentisi yeni bir gerilim daha doğurur.”

Page 43: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201382

yardımın gelmeyeceği veya mahcup düşeceği du-

rumlarda bulunmaktan korkma olarak tanımla-

nabilir. Bunlar kalabalık yerler yoğun trafik, köp-

rü, asansör vb. gibi durumlardır. Bu hastalar toplu

ulaşım araçlarına binemezler. Bir yolda bekleye-

mezler. Tüneller, köprüler, asansör, kuaför, ber-

ber, diş hekimi koltuğu vb. katlanılması güç yer-

lerdir. Evde yalnız kalamazlar. Bir panik atağının

ardından agorafobi gelişmesi sık izlenen bir du-

rumdur. Bu gözlemlere dayanarak panik atakları

ile agorafobi arasında nedensel bir bağ kurulmak-

tadır. Fobik ortamlarda izlenen belirtiler baş dön-

mesi, derealizasyon, gaita ve idrar kontrol edeme-

me, solunum zorluğu gibi belirtilerdir. 20-30 yaş

arasında kadınlarda daha sıktır.

Genellikle önemli bir hayat olayının ardından

başlar (boşanma, ebeveyn ölümü vb. olabilir).

Daha sık olarak da panik ataklarına karşı öğrenil-

miş bir yanıt olarak gelişir. Anksiyete arttıkça kişi

eve bağlı kalmaya başlar.

Fobiler Yaygın mı?

Normal korku ile fobinin ayrımı güç olduğu

için ve insanlar fobilerini saklamak eğiliminde ol-

duklarından fobilerin ne kadar yaygın olduğunu

kestirmek güçtür. Basit fobiler çocukluk korkuları

ile ilişkilidir. Sosyal fobiler daha çok ergenlik dö-

neminde ortaya çıkar. Agora fobiler ise genellikle

erişkinlik döneminde ortaya çıkar. Sosyal fobi er-

kek ve kadınlar arasında hemen hemen eşit oran-

da görülmekte iken agorafobi kadınlarda daha sık

görülmektedir.

Belirtiler Neler?

Fobilerde görülen belirtileri üç grupta toplaya-

biliriz.

Fizyolojik belirtiler: Kalp atımı hızlanır; ter-

leme, titreme, hızlı nefes alma, adale gerginli-

ği, güçsüzlük, midede huzursuzluk,

bulantı olur. Hasta nefessiz kalabi-

lir. Agorafobide, genelde 15-20 da-

kika kadar süren bu belirtilerin bir

kaçının birlikte olduğu, çıldırma ve

ölüm korkusunun da eşlik ettiği pa-

nik ataklar olabilir.

Davranış belirtileri: En sık görü-

len fobiler “uçma” veya “donma” ol-

duğu yere çakılmak veya büyük bir

hızla uzaklaşmak hissi yaşanır.

Öznel belirtiler: Hastanın sözlü

ifadesi ve davranışlarından çıkarılır.

“Kendimi ölecek gibi hissettim.”, “Az

daha aklımı kaybedecektim.”, “San-

ki ben ben değilmişim gibi hissettim.”

gibi ifadeler verir. Utanma, hayal kı-

rıklığına uğrama, kızma ve korku şek-

linde duygularda olabilir.

Fobilerde korkuya üç şekilde yaklaşılır ve bu tep-

ki biçimleri belirtilerin yok olmasını engeller. Sıkın-

tının tekrar gelebileceği veya uyaranla tekrar karşı-

laşılacağı beklentisi yeni bir gerilim daha doğurur.

“Gene olacağım”, “Kontrolümü kaybedeceğim”,

“Herkes fark edecek” gibi kaygılar kaçınma tepkisi-

ni iyice pekiştirir. Bu sebeple fobiyi hatırlatacak her

şeyden kaçınmaya çalışırlar. Günlük faaliyetleri et-

kileyen fobiler depresyona da yol açabilir. *Prof. Dr.

83

eY ereNler

Ey erenler, ey yarenler Bu yol Allah’ın yoludur Hâk için dostu sevenler Bu yol Allah’ın yoludur

Derdin olsa dağlar gibi Aksa yaşın çağlar gibi İrem olsan bağlar gibi Bu yol Allah’ın yoludur

Sevabına sevap katar Bazen günahını atar Kullar yürür katar katar Bu yol Allah’ın yoludur

Getirin dostu getirin Gelmezse tutup getirin İstikamettir oturun Bu yol Allah’ın yoludur

Rabia’yım yol ararım Hak yola varmak kararım Ahiret gerçek diyarım Bu yol Allah’ın yoludur

rabia BArıŞ

Page 44: 157 - Somuncu Baba Dergisi

85Kasım 201384

SağlıkAkın DİNDAR Sonbahar geldi, soğuk

kış günleri yaklaş-

tı. Daha karanlık ve

soğuk bir döneme giriyoruz. Ya-

zın aydınlık ve ılık günleri geride

kalırken, fiziksel ve sosyal şartlar

insanların depresif hissetmesine

zemin hazırlıyor. Liv Hospital Kli-

nik Psikoloğu Beril Yardımcı, son-

bahar depresyonundan korunma-

nın 10 altın kuralını anlattı.

1. Odanıza gün doğsun!

Sonbahar depresyonunun be-

lirtilerinden biri sabahları uyan-

mada yaşanan zorluktur. Kişi ye-

terince uyumuş olsa bile yataktan

kalkmak istemez. Yatak odasın-

da zaman ayarlı aydınlatma siste-

mi kurmak ve alarmınız çalmadan

yarım saat önce suni de olsa yata-

ğınızda gün doğumunu hissetmek

uyanmayı kolaylaştırır.

2. Hayatınıza ışık sokun!

Hava serin ve karanlık diye gü-

neş ışığından vazgeçmeyin! Özel-

likle gündüzleri bulutlu bile olsa

dışarı çıkın ve güneş ışığını görün.

Güneş ışığı doğal olarak beynin

duygusal merkezini uyarır ve in-

sanın iyi hissetmesini sağlar. Er-

ken kalkın, perdeleri açın, dışarı

çıkın.

3. Hareket sizi kurtarır!

Soğuk hava terlememek için

özür değildir. Spor merkezinde,

evde veya hatta tercihen dışarıda

kalbiniz 140’ın üzerinde çarpsın!

Sadece kiloyu korumak ve sağlık-

lı kalmak için değil, günlük haya-

tın stresinden uzaklaşmak için de

spora vakit ayırın. İyi bir egzer-

sizin etkisi saatlerce sürer. Gün

içinde daha fazla enerjiniz olur,

metabolizmanız hızlanır, iyi his-

settiren hormonlar salgılanır. Dü-

zenli egzersiz kış uykusuna çekil-

meye meyilli bedene yaşadığını

hissettirir.

4. Şekere dikkat!

Mutluluk, zindelik ve canlılık

hissi veren seretonin hormonu-

nun seviyesi düştüğünde, karbon-

hidratlara ve şekerli gıdaları tü-

ketme isteği artar. Kışın özellikle

de tatlı yeme eğilimi artar. Şeker-

li ve beyaz unlu gıdalara bağımlı-

lık fizyolojik bir gerçektir. Bunlar

bedende uyuşturucular gibi biyo-

kimyasal sistemleri etkiler. Ne ye-

diğiniz nasıl hissettiğinizi ciddi öl-

çüde etkiler.

5. Sosyal hayatı unutmayın!

Arkadaşların, ailenin, iş ar-

kadaşlarının, komşuları önemi-

ni azımsamayın. Her şeyi boş

vermek istediğinizde kim size el

uzatır? Sizi destekleyecek insanla-

rı aklınızda tutun, ihtiyaç duydu-

ğunuzda size cesaretlendirmele-

rine izin verin. Bazen bir telefon,

kahve sohbeti veya e-mail size

canlandırır.

6. Kışa heyecan katın!

Bir şeyi yaşamayı beklemek

insanı motive eder. Sonbahar

ve kış, havaların ısınmasını

beklemek için çok uzundur.

Size heyecan verecek bir haf-

ta sonu gezisi, gece planı veya

spor planları kışınıza renk ka-

tacaktır. Kayak, kızak, kar

yürüyüşü, buz pateni gibi

faaliyetleri heyecanla bekle-

yebilirsiniz.

7. Gevşeyin!

Meşgulsünüz. İş, ders, aile,

arkadaşlar, randevular, bu-

luşmalar meşgul olmaktan

hoşlansanız dahi herkesin sa-

kin kalmaya ihtiyacı vardır.

Bazı sorumluluklara veya da-

vetlere ‘Hayır’ demekten ka-

çınmayın ve birkaç dakika

hiçbir şey yapmadan geçirin.

Bu zamanda dikkatinizi içe

döndürüp ruhsal olarak sa-

kinleşmeye, bedensel olarak

gevşemeye ayırın. Kendinize

yardımcı olacak gevşeme eg-

zersizlerini gündeme alın.

8. Uyku ne fazla ne de az!

İnsanlar soğuk havalarda

doğal olarak daha uzun uyur.

Bu fizyolojik bir ihtiyaçtır ve

buna saygı göstermek gere-

kir. Zamanı iyi kullanarak ve

disiplinli olarak, geceleri 7-8

saat uyumayı hedefleyin. Yat-

ma ve kalkma saatini belli bir

düzene oturtmak, hayata rit-

mini verir ve enerji seviyesi-

ni arttırır. İhtiyacınız olan dü-

zeni bulun. Özellikle de hafta

sonları çok fazla uyumamaya

özen gösterin, bu insanı daha

yorgun düşürebilir.

Sonbahar Depresyonundan Kurtulmanın

8 Yolu

Page 45: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201386 87

Gülgiller familyasından, İdrisağacı olarak da bilinen kısa boylu bir çalıdır. Bazen de 8 - 10 m’ye ulaşan ve kışın yaprağını döken ufak bir ağaçtır. Güzel kokulu çiçekleri beyaz renktedir. Yabani kiraz olarak da bilinen küçük, 5- 6 mm büyüklüğündeki meyve-leri olgunlaşınca siyah bir renk alır.

Faydaları;

İdrar ve balgam söktürücüdür. Nefes darlığı ve sıtmaya karşı faydalıdır. Ağrı kesicidir. Vücuda kuvvet verir. Prostat büyümesin-de, şekeri düşürmede faydalıdır. Tonik etkisi vardır. Böbrek sancılarının giderilmesinde ve mide ile bağırsak gazlarının çıkarılma-sında, karın ağrılarında etkilidir. Karaciğer için faydalıdır.

Nasıl Kullanılır?

Meyvelerin içindeki sert kabuklu tohumlar, yaygın biçimde baharat olarak kullanılır. Kurutulduktan sonra öğütülen mahlep to-humları simit, poğaça, kek ve kuru pasta gibi özellikle hamur işlerinde kendine has hoş bir koku vermekte kullanılır. Ayrıca, par-fümeri ve boya sanayinde de kullanılmaktadır.

MahlepGülgiller familyasından, İdrisa-

ğacı olarak da bilinen kısa boylu bir çalıdır. Bazen de 8 - 10 m’ye ulaşan ve kışın yaprağını döken ufak bir ağaçtır. Hoş kokusu ve ne-fis tadı olan bir baharattır. Beyaz renkli çiçekleriyle yabani kiraz ola-rak da bilinen mahlep, 5- 6 mm büyüklüğündeki meyveleri olgun-laşınca siyah bir renk alır. Kuma-rin, silisilik asit ve prusik asit içerir. Mahlep, toz halinde satılır. Meyve-leri buruk ve ekşi lezzetlidir. Mah-lep tohumu elde etmek için olgun meyveleri sıyrılır. Güneşte kurutu-lur. Silindirler arasından geçirilerek çekirdek kırılır ve elenerek çekir-dek tohum kabuğundan alınır. To-humlar öğütülerek toz haline geti-rilerek mahlep elde edilmiş olur.

Faydaları;

İdrar söktürücüdür. Astım, balgam sökücü olarak kullanı-lır. Nefes darlığı ve sıtmaya karşı faydalıdır. Ağrı kesicidir. Vücuda kuvvet verir. Prostat büyümesi-ni önleyici etkiler gösterir. Şeker hastalarının şekeri düşürmesin-de faydalıdır. Tonik etkisi var-dır. Böbrek sancılarında, özellik-le böbreklerdeki taş sancılarının giderilmesinde ve mide de ha-zımsızlıkta, mide ile bağırsak gazlarının çıkarılmasında, karın ağrılarında etkilidir. Karaciğer zayıflığında faydalıdır.

Kan şekerini düşürmek için, aç karnına su ile birlikte gün içinde 2-3 kahve kaşığı mahlep

tozu içilebilir. Vücuda güç ver-mek için, toz mahlep balla ka-rıştırılıp 3 tatlı kaşığı yenilebilir. Mahlep, dut pekmeziyle beraber karıştırılıp yenmeye devam edilir-se şişmanlatır. Raşitizm de mah-lep sütle karıştırılıp içilmeye de-vam edilir.

Nasıl Kullanılır?

Meyvelerin içindeki sert ka-buklu tohumlar, yaygın biçimde baharat olarak kullanılır. Kuru-tulduktan sonra öğütülen mah-lep tohumları simit, poğaça, kek ve kuru pasta gibi özellikle ha-mur işlerinde kendine has hoş bir koku vermekte kullanılır. Ayrıca, parfümeri ve boya sanayinde de kullanılmaktadır.

Şifalı Bitkiler Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

Sarıyer BöreğiMalzemeler

3 adet yufka, 6 çorba kaşığı sıvıyağ

iç Malzemesi

500 gram kıyma 3 çorba kaşığı tereyağı 4 adet orta boy soğan 2 çorba kaşığı sıvıyağ 1 kahve fincanı dolmalık fıstık 1 kahve fincanı kuşüzümü 1 adet küp şeker1 su bardağı soda (Dışı için)Tuz, karabiber

Hazırlanışı

Kıymayı tereyağı ile birlikte tavaya alıp hafifçe kavuruyoruz. Piyazlık doğradığımız kuru soğan-

ları, kıymaya ilave edip kavurmaya devam ediyo-ruz. Daha önce sıvıyağda kavurduğumuz fıstık-lar ile ayıklayıp 10 dakika suda beklettiğimiz kuş üzümlerini de süzüp, kavrulan kıymaya ilave edi-yoruz. 10 dakika kadar kavurup karabiber, bir adet küp şeker ve tuz ilave edip ateşten alıyoruz.

Yufkayı düz bir zemine yayıyoruz, üzerine iki çor-ba kaşığı sıvı yağ sürüp yufkayı ikiye katlıyoruz. Üç parçaya ayırdığımız kıymalı harçtan, yufkanın yuvarlak kısmına koyup rulo şeklinde sarıyoruz.

Tepsiye yağlı kâğıt serip böreği “S” şeklinde tepsi-ye yerleştiriyoruz. Diğer yufkaları da aynı şekilde hazırlıyoruz. Tepsiye dizdiğimiz böreklerin üzer-lerini sodayla ıslatıyoruz. 15 dakika kadar bekle-tip, 180 derecede üzeri kızarana kadar pişiriyo-ruz. Dilimleyip sıcak sıcak servis yapıyoruz.

Afiyet olsun.

Page 46: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Kasım 201388

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

152

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 3

Fiyatı: 8

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Hulûsi Efendi

Dîvân’ında Kardeşlik5610 İlim ve İrfân Medeniyetinin

Son Durağı Darende

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001Akbank TR 7300 0460 0060 8880 0019 0311Teb TR 5900 0320 0000 0000 0651 5222Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

444 36 61(0422) 615 15 54

ABONE İLETİŞİM HATTI

Page 47: 157 - Somuncu Baba Dergisi

Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com

NASİHAT YAYINLARI’NDAN

YENİ ESERLER

ÇIKTIÇIKTI

ÇIKTIÇIKTI

ÇIKTI

ÇIKTI

5. BASKIÇIKTI

DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ

BÜYÜK BOY, DERİ CİLT,

ÖZEL BASKI

ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ’NİN DÎVÂN’I VE DİĞER ESERLERİ OKUNDUKÇA, TEMELİNİ ATTIĞI, ŞİMDİ BİR VAKIF MEDENİYETİ OLARAK İNŞÂ EDİLEN ESERLERİ TEMÂŞA EDİLDİKÇE, ONUN İSMİ ÇAĞLARDAN ÇAĞLARA AKTARILACAKTIR. ÖRNEK VE ÖNDER BİR İNSAN OLARAK

HER ZAMAN GÖNÜLLERDE YAŞAYACAKTIR.

Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.comNASİHAT YAYINLARI