Upload
others
View
12
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
KA
SIM 2013
157
157
Dergisi Hediyesi...
K A S I M 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Hulûsînâme Zâhir Olunca3214 Bir Akdeniz
Şiiri Mersin
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
The tomb of Danyal (pbuh),who is Davud’ s (pbuh) descendant, is in Tarsus,Mersin. Rumour has it that He was the cousin of Prophet Yakup (pbuh).
Because of the drought and scarceness, he came to Tarsus for rain prayer and stayed here until the end of his life.
When Tarsus was conquered in Omar (ra)’s era, in a large sarcophagus, there found a quite tall curse,wrapped in a fabric knitted by gold thread. On The finger of the curse, there seen a ring with the figure of a young boy standing between two lions,one of which is female and licking the boy, which was the symbol of the experiences he had had through his life.
It’s the favour and mercy of Allah that a prophet’s tomb is in Tarsus, Mersin. Lately, the actual place of the tomb of Prophet Dalyan (pbuh) has been found and the restoration work is going on. Our best regards for our friends from Çukurova region and Mersin.
Danyal (pbuh)’s Country of abundance: Mersin
Mersin’in Tarsus ilçesinde, Davud (a.s) neslinden, gelen Danyal (a.s.)’ın kabr-i şerifi vardır. Hz. Danyal
(a.s.) bir rivayete göre Yakup (a.s)’ın teyzezadesidir.
Milattan önce 606 yılında, zulmüyle meşhur Babil Kralı Buhtunnasr, Kudüs’ü ve Mescidi Aksa’yı tahrip
eder. Kutsal eşyaları alır, ahalinin Allah’a inanan ihtiyarlarını öldürür. Genç kadın ve erkekleri esir ederek
Babil’e götürür. Bu esirler arasında, Danyal (a.s.) genç bir delikanlı olarak bulunmaktadır. Buhtunnasr, Ku-
düs esirlerinden Allah’ın birliğine inanıp puta tapmayanları önce hapse atıp eziyet eder, putperestliği kabul
edenleri bırakır, razı olmayanları ise öldürür. Bu sırada Danyal (a.s) da hapiste eziyet görüyordu ama dur-
madan iman ehli olanlara nasihat ederek, Buhtunnasr kendilerini öldürse dahi asla putperestliği kabul et-
memelerini, imanlarından dönmemelerini, öldürülmeleri halinde şehit olup kendilerini cennette bulacakla-
rını, ölüm acısını dahi Cenab-ı Hakk’ın onlara duyurmayacağını, söyler. Bu cihetle, hapiste bulunan Kudüs
esirlerinin en çok eziyet göreni Hz. Danyal (a.s.)’dır. Bu sırada Buhtunnasr korkulu rüyalar görmeye başlar.
Kimsenin tabir edemediği rüyayı Danyal (a.s.) tabir eder. Bunun üzerine Danyal (a.s.)’a herkesin hürmet
ve saygı göstermesini emreder. Fakat bu çok uzun sürmez ve yine insanları putuna tapmaya zorlar. Danyal
(a.s.) yine karşı çıkar. Bu sefer Danyal (a.s.)’ı ateşe attırır ama Cenabı Hak onu kurtarır. Bu mucizelerden
sonra aciz kalan Buhtunnasr, Hz. Danyal (a.s.)’ a samimi olarak çok saygı gösterdi ve herkesin ona hürmet
edip duasını almasını emreder. Bundan sonra her taraftan insanlar gelir Hz. Danyal (a.s)’ın duasını alır, fe-
laket anlarında ve kuraklık gibi günlerde de ona dua ettirirler. İşte bu sırada Tarsus’ta da hüküm sürmekte
olan kuraklık ve kıtlık dolayısıyla yağmur duası yapmak için Tarsus’a gelir ve burada kalarak vefat eder. Hz.
Danyal (a.s.)’ın kabri Tarsus’tadır.
Hz. Ömer devrinde Tarsus fethedildiğinde bulunan büyük bir lahit içerisinde altın iplikle dokunmuş ku-
maşa sarılı gayet uzun boylu bir ceset bulunur. Cesedin parmağında, başından geçen maceraların sembolü
olarak biri erkek biri dişi iki aslan arasında duran ve dişi aslan tarafından yalanan genç bir çocuk figürünün
bulunduğu bir yüzüğe rastlanır. Lahdin Hz. Danyal (a.s.)’a ait olduğu anlaşılınca Hz. Ömer cesedin Yahudi-
ler tarafından çıkarılmasını önlemek için daha derine İslâmî usullere göre defnettirir ve üzerinden de Ber-
dan Nehri’nden gelen ufak bir çayın suyunu geçirtir.
Bir peygamberin kabri şerifini bağrında saklaması, Cenab-ı Hakk’ın Tarsus’a, dolayısıyla Mersin’e büyük
bir lütfudur. Son yıllarda kabr-i şerifinin gerçek yeri tespit edilip, restorasyon çalışmaları devam etmektedir.
Bu vesile ile Hz. Danyal (a.s.)’ın bereketlendirdiği Çukurova Bölgesi’ne ve Mersin’deki gönül dost-
larımıza selam olsun…
HZ. DANYAL’IN BEREKET YURDU: MERSİN
3
32
48 66 74
ÇALAB’IN TAHTI - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)
HER ŞEYİ ÖLÇÜLÜ OLAN DENGE ÜMMET! - Ali AKPINAR (10)
BİR AKDENİZ ŞİİRİ MERSİN - Meryem Aybike SİNAN (14)
ADÂLETLE HÜKMEDEN, ADÂLETLE PAYLAŞTIRAN: EL-MUKSİT - Ramazan ALTINTAŞ (18)
UÇUP GİTTİLER - Servet YÜKSEL (21)
ALLAH’A GÜVEN DUYGUSUNUN ZİRVESİ: TEVEKKÜL MAKÂMI - Kadir ÖZKÖSE (26)
BİL MEM!.. - Hızır İrfan ÖNDER (31)
YÜZLEŞME - Mehmet SERTPOLAT (37)
CİHAN AĞLAR MUHARREMDİR - Bilal KEMİKLİ (38)
KİRA VE KİRACI - Abdullah KAHRAMAN (40)
HIRSIZLARIN REHABİLİTASYONUNDA SÛFÎ YAKLAŞIM - Ali SEYYAR (44)
İLMİN İNSANI FELAKETE SÜRÜKLEMESİ - Enbiya YILDIRIM (52)
EĞİTİMİN ÖNEMİ ve ÖĞRETMENİN ROLÜ - Hanifi KARA (56)
BÜCEYR B. ZÜHEYR (R.A) - Bünyamin ERUL (59)
NOKTALAR VE ÇİZGİLER ARASINDA HATTAT HASAN ÇELEBİ - Muharrem AKIN (60)
EGOLARIM ÇOK YÜKSEK (!) - Rukiye KARAKÖSE (62)
GÜNEŞİN SIRRI - Muhammed Murat GÖZÜBÜYÜK (65)
BANA GÖZLERİNİN ŞAVKI VURUNCA - Mürsel GÜNDOĞDU (69)
MİNEL AŞK İLE GÜL DİYARI - Raziye SAĞLAM (70)
ELİN DERT GÖRMESİN - Mehmet Ali VAR (73)
SONBAHAR - Enver GÜRKAN (77)
MERSİN VELÎLERİ - Yusuf HALICI (78)
FOBİLER - Sefa SAYGILI (80)
EY ERENLER - Rabia BARIŞ (83)
SONBAHAR DEPRESYONUNDAN KURTULMANIN 8 YOLU - Akın DİNDAR (84)
ŞİFALI BİTKİLER – Mahlep (86)
SARIYER BÖREĞİ – Mesude SARI (87)
ÂB-I HAYAT
CİHAN PADİŞAHLARINI YETİŞTİREN BÜYÜK HOCALAR
AŞK ATEŞİ
İNSAN SERMAYESİ KALBİN HAZİNESİ
I. ABDÜLHAMİD HAN VE KADEM-İ ŞERİF
HULûSîNâME “ZâHİR” OLUNCA
06Cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgiliye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün değildir. Biz kullar Allah’ın cemalini dünya gözüyle göremeyiz.
Tarihe yön veren büyük devletler ve medeniyetlerin, dinî, fikrî, ilmî ve sosyal hareketlerin görünmez mimarları konumunda daima eğitimciler yer almıştır.
Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük aşk ve çile üstâdı Fuzûlî, Peygamber âşığı bir şairdir. Ondaki bu aşk, dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde görülebilir.
Eğer 21. yüzyılda bir şehirde yaşıyorsanız, sizin toplam değerinizi oluşturan birkaç “değer” vardır.
1. Abdülhamid, 20 Mart 1725’te İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda doğdu. Annesi Rabia Şermi Sultan, babası III. Ahmet’tir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri, kağıda, kaleme ve yazıya çok önem vermiştir.
22M. Nihat MALKOÇ
İsmail ÇOLAK Muhammed B. TOPRAK
Resul KESENCELİ Musa TEKTAŞ
Vedat Ali TOK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 20 Sayı: 157 Kasım 2013Basım Tarihi: 01 Kasım 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞTEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat BankasıTR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf BankTR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001
AkbankTR 7300 0460 0060 8880 0019 0311
TebTR 5900 0320 0000 0000 0651 5222
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
444 36 61(0422) 615 15 54
ABONE İLETİŞİM HATTI
55Kasım 20134
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Doksandördüncü Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Muhterem Müslümanlar!
Şehrullah olan Muharrem ayı, aleyhi’s-
salâtu ve’s-selâm efendimizin Mekke-i
Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye
hicret-i seniyyelerini buyurmalarının yıl dö-
nümüdür.
Ömrümüzden bir sene daha geçse de ha-
berimiz yok. Öyle ise aklımızı başımıza ala-
lım; maziye karışacak olan bu senemizi hayır
ile kapayalım; temiz bir kalp ile Allah (c.c)’a
dönelim. Şu bir sene içinde yaptıklarımızı
bir kere düşünelim, kendimizi bir kere hesa-
ba çekelim bir sene içinde dünya ve âhirete
yarayacak ne gibi ameller yaptık; hep Allah
(c.c) yolunda mı yürüdük, yoksa şeytan yol-
larına da saptık mı? İşte şöylece her mümin
kendisini hesaba çekmeli bilerek veya bilme-
yerek yapmış olduğu günahlara tevbe etme-
li ve o senenin son sahifesini de tertemiz bir
surette kapatarak her türlü günahlardan te-
miz ve pak olarak yeni seneyi karşılamalıdır.
Eğer böyle yapar ve kendimizi sorgu-
ya çekersek, Allah (c.c)’ın rızâsına uygun
düşmemiş olan işlerimizin affedilmesi
için Allah’a yalvarırsak Allah da duaları-
mızı kabul buyurur, günahlarımızı affe-
der. Böyle temiz ve pak olarak yeni bir se-
neyi karşılamak, insan için ne büyük bir
saadettir. Yaptığı kusurları itiraf eden ve
bundan dolayı Allah (c.c)’tan afv dileyen
rahmetlerini ve lütuflarını, yalvaran bir
kulundan “gafur, rahîm, şefik” olan Allah,
esirger mi?
Böyle bir kulunu mağfiret etmez mi? Hiç
şüphe yok ki kapısına gelen ve kendisinden
mağfiret isteyen kullarını Allahu Teâlâ affe-
der, mağfiret eder rahmetle yarlığar.
Ey Cemâat-i Müslimîn!
Öyle isi, biz de gafil bulunmayalım. Bu se-
nemizi böylece kapatarak günahlarımızdan
temizlenelim ve yeni seneye temiz olarak gi-
relim. Yapabilenler, Muharrem ayını oruçla
geçirsinler. Çünkü Muharrem ayı Ramazan
ayından sonra en hayırlı bir aydır. Onun için
bu ayda tutulan orucun sevabı pek ziyâde
olur. Hiç olmazsa Muharrem ayının doku-
zuncu, onuncu, on birinci günlerini oruçlu
geçirmeye çalışınız.
Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz buyu-
ruyorlar ki: “Farz namazlardan sonra, fazi-
leti en çok olan namaz; gece yarısında kılı-
nan namazdır. Ramazan orucundan sonra
efdal olan oruç, Şehrullah olan Muharrem
ayında tutulan oruçtur. Aşure ile ondan ev-
velki ve sonraki gün oruç tutun. Allah’tan
öyle umarım ki Aşure günü tutulan oruç ile
geçen sene işlenilen günahları af ve mağfi-
ret eder.”
İşte Muharrem ayı böyle faziletlidir.
Aşure; Muharrem’in onuncu veyahut dokuzun-
cu günü olduğu rivayetleri vardır. Binâenaleyh
oruç tutmak isteyenler dokuzuncu onuncu ve
on birinci günleri tutmalıdır.
7Kasım 20136
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir
hadis-i şeriflerinde “Ölmeden
önce ölünüz.” buyurmaktadır.
Ölmeden evvel ölenler, nefsî arzularını hayatta
iken terk etmeyi başararak Allah’ın küllî iradesine
tâbi olurlar. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Dîvân’ındaki bir beytinde şöyle buyurur:
Ölmeden öndin bul memât hayy ol içip âb-ı hayât
Hem ol ki mahv-ı mahz-ı zât cân vâkıf-ı esrâr ola
(Ölmeden önce öl, sonsuzluk suyunu tadarak
diril. Yüce Yaratıcının katındaki gerçek varlığa er
de sırlardan haberdâr ol.)
Yaratılış Gayesini Hatırlamak
Bu beyitte yukarıda arz ettiği-
miz hadis-i şerife atıfta bulunul-
maktadır. Tasavvufta âb-ı hayat,
Allah’ın el-Hayy isminin hakika-
tinden ibarettir. Burada anlatıl-
mak istenen şey insanın yaratılış
gayesini hatırlaması ve ona göre
yaşamasıdır.
Akıllı insan bu dünyayı bir mi-
safirhane, kendisini de misafir ola-
rak görür. Ölüm her kulun nihai kaderidir. Kişi,
dünyada yapıp ettiklerinden hesap vermek için
ölür. Akıllı kişi dünyada yaşarken bu çetin hesa-
bı hep düşünür ve ona göre ölçülü hareket eder.
Unutulmamalıdır ki, dünya aldatıcıdır, fânidir.
Ömrümüz sayılı günlerden ibarettir. Fakat kişi
bunları çok iyi bilse de hayatına tatbik etmekte ne
yazık ki fazlasıyla zorlanır.
Şüphesiz ki ölünce muhasebe yapılacaktır.
Herkes yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir.
Basiret nazarları güçlü olanlar, hesabını dünyada
yapar ve ona göre hesap verebileceği bir hayat
yaşar. Ölmeden ölen kişiler Yunus’un deyimiyle
ne varlığa sevinirler, ne de yokluğa yerinirler.
Onlar Allah’ın aşkıyla avunurlar, onlara gerekli
olan sadece Allah’tır.
“Âb-ı hayat” hayat suyu demektir. Bu, insanı
ölümsüzleştirdiğine inanılan bir su olarak kabul
edilir. Ölmeden önce ölen kişiler, yani hesaba çe-
kilmeden kendini (nefsini) hesaba çekenler, hayat
suyu içmiş gibi olurlar. Çünkü kendini hesaba çe-
kip Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda ya-
şayanlar, sonsuza dek içinde yaşayacakları cenne-
te kavuşurlar. Bu, âb-ı hayat içip de sonsuza kadar
diri kalmak değil de nedir? Bunu başaranlar tek
gerçek olan “vahdet-i vücud” mertebesine doğru
yol alırlar. Bu noktadaki kişilere ilâhî sırlar aşikâr
olur.
Beyitteki Edebî Sanatlar
Bu beyitte Peygamber Efendimizin “Ölmeden
önce ölünüz.” hadisine atıfta bulunulduğu için tel-
mih (hatırlatma) sanatı vardır. Yine “âb-ı hayat”
ifadesiyle de geçmişteki bir inanca değiniliyor,
o inanç bize hatırlatılıyor. Burada da hatırlatma
söz konusu olduğu için telmih (hatırlatma) sanatı
mevcuttur. Beyitte ölmek, memat (ölüm) kelime-
leri arasında anlam ilişkisi bulunduğu için tena-
süp (uygunluk) sanatı bulunmaktadır. Hay (diri),
hayat ve ölmek, memat (ölüm) kelimelerinin an-
lamları birbiriyle zıtlık teşkil ettiği için tezat (zıt-
ÂB-I HAYAT
Hulûsi Kalb’denM. Nihat MALKOÇ
“Cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgiliye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün değildir. Biz kullar
Allah’ın cemalini dünya gözüyle göremeyiz. Bunun gerçekleşmesi için kişinin dünya defterini kapatması, yani ölmesi gerekir. Hulûsi Efendi, bunu çok iyi bilmektedir..”
Kasım 20138
lık) sanatı vardır. Söz konusu tezat, âb-ı hayat
(ölümsüzlük suyu) tamlamasıyla memat (ölüm)
sözcüğü arasında da vardır. Hulûsi Efendi (k.s.)
bu beyitte ölmeden önce ölmeyi hayat suyu içme-
ye benzeterek teşbih (benzetme) sanatı yapıyor.
İçmek ve âb (su) kelimeleri arasında da tenasüp
sanatı vardır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir
beytinde de şöyle buyurur:
Dil vuslata nâil olup cânâna cân vâsıl olup
Her matlabın hâsıl olup hârın gül-i gül-zâr ola
(Gönül vuslata ersin; cân, cânâna kavuşsun.
Her istediğin olsun. Dikenler bile gül bahçesinin
gülleri olsun.)
Vuslatı Arzulamak
Hulûsi Efendi bu beyitte bir kısım istekler-
de bulunuyor. Bunu bir çeşit dua da sayabiliriz.
Bu isteklerinden birisi ve de en önemlisi gön-
lün vuslata ermesi, yani sevgiliye kavuşmasıdır.
Cân, cânâna kavuşunca bütün acılar sona erecek-
tir. İşte o zaman bütün arzular ve istekler yerine
gelmiş olacaktır. Zira vuslattan daha büyük bir
mükâfat yoktur. Bu gerçekleşince gül bahçesin-
deki dikenler de güle dönüşecektir. Yani insanın
hiçbir meselesi kalmayacaktır.
Aslında cânın (insanın, âşığın) cânâna (sevgi-
liye, Allah’a) kavuşması maddî bedenle mümkün
değildir. Biz kullar Allah’ın cemalini dünya gözüy-
le göremeyiz. Bunun gerçekleşmesi için kişinin
dünya defterini kapatması, yani ölmesi gerekir.
Hulûsi Efendi, bunu çok iyi bilmektedir. O zaman
vuslatla kastedilen ölümdür. Hazret, bir anlamda
bir an evvel sevgiliye (Allah’a) erişmek için ölü-
mü istemektedir. Çünkü ölüm, bazılarının zan-
nettiği gibi bir firak (ayrılık) değil, Mevlâna’nın
deyimiyle dostu dosta kavuşturan “şeb-i arûs/dü-
ğün gecesi”dir. Bedende mahpus olan ruh, bede-
nin ölümüyle birlikte özgürlüğe kanatlanır. Bu da
bir nevi âb-ı hayata kavuşmaktır.
Beyitteki Edebî Sanatlar
Beyitte geçen gül ve hâr (diken) kelimele-
ri arasında tezat sanatı bulunmaktadır. Vuslat
(kavuşma)-nail (muradına eren)-vasıl (ulaşmak),
cân-cânân (sevgili), gül-gülzâr (gül bahçesi) ke-
limeleri arasında anlam ilişkisi olduğu ve de bu
sözcükler birbirini çağrıştırdıkları için bu kelime-
ler arasında tenasüp (uygunluk) sanatı olduğu-
nu söyleyebiliriz. Beytin ikinci dizesinde hâr (di-
ken) ile kastedilen kötüler ve kötülükler, gül ile
kastedilen de iyiler ve iyiliklerdir. Kötü(ler) di-
kene, iyi(ler) güle benzetiliyor; ama burada ben-
zeyen söylenmediği için açık istiare (eğretileme)
yapılıyor. Dilin (gönlün) vuslata erişmesi teşhise
örnektir. Dikenlerin gül bahçesinin gülü olması
ifadesinde mübalağa (abartma) sanatı vardır. Bu
beyitte “olmak” eylemi dört kere tekrarlandığı için
tekrir (yineleme) sanatı yapılmıştır.
9
ÇALAB’IN TAHTI Elimizden gelirse bir gönül almak gerekMuhabbet deryâsına korkusuz dalmak gerek
“Gönül Kâbetullah’tır”, böyle diyor bilgelerFânî olana kadar orada kalmak gerek
Sevelim, sevilelim, buyurmuş Emre’m YûnusBütün kötü hisleri, uzağa salmak gerek
Yol vardır dilden dile, gönle girmeyi dileYağ koymalı kandile ve kibrit çalmak gerek
Sevgi ister gönüller, sevgiyle açar güllerAşkla öter bülbüller, bu dili bilmek gerek…
Bekir OĞUZBAŞARAN
11Kasım 201310 11
Kur’ân, İslâm toplumunu tanım-
larken onun en temel özelliği-
nin “vasat ümmet” olduğunun
altını çizer.
“Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız
için tam ortada bulunan/vasat bir ümmet kıldık.”1
Vasat Ümmet; “orta, dengeli, adaletli, hayırlı”
anlamlarına gelir. Vasat, kenar anlamına gelen ta-
rafın zıddıdır. İki aşırı uç olan ifrât ve tefrît de aynı
şekilde vasatın karşıtıdır. Vasat, bir şeyin tam or-
tası ise, ifrât bir ucu, tefrît ise öteki ucu demektir.
Zaten İslâm ümmetinin tanımlayan pek çok âyette
onun “hayırlı, gündemi belirleyen ve gidişata ta-
nıklık eden, adaleti ayakta tutan” bir toplum olduğu
sürekli vurgulanmıştır.
Yüce Yaratıcı, her insanın özüne/fıtratına iyilik-
kötülük, hayır-şer, olumlu/olumsuz eğilimleri yer-
leştirmiştir. Ruh ve nefsi olan her insanda hayra yö-
nelik özellikler de vardır, şerre yönelik özellikler de.
Yüce Allah’ın gönderdiği din, insandaki bu hassala-
rı yönetmek, onları yerli yerinde kul-
lanmak için gelmiştir.
Şöyle ki, her insanda öfke-gazap
hassası vardır. Yerinde öfke iyidir,
yersiz öfke ise yerilmiştir. Sözgelimi
Allah için öfkelenmek, Allah yolunda
savaşta öfke ve gazapla düşmana
saldırmak övülmüştür. Günaha
haksızlığa buğz etmek, Allah’ın en
sevdiği amel sayılmıştır. Ne var ki nefsin tahrikleri-
ne kapılıp olur olmaz şeylere öfkelenip kızmak ve bu
öfke doğrultusunda hareket etmek zemmedilmiştir.
Benzer şekilde her insanda bağışlama, hoş görme
yetisi de vardır. İnsan, bu yetisini yerinde kullanırsa
iyi olur, yersiz kullanırsa kınanır. Sözgelimi haksızlı-
ğı, kötülüğü, zulmü hoş görme, onlara karşı duyarsız
kalma yerilmiştir. Ama sürekli hoşgörüsüzlük, asla
bağışlamama da yerilmiştir.
İnsanda cimrilik tutkusu da vardır, cömertlik
tutkusu da. Bu tutkular iyi yönetilirse, yerinde
kullanılırsa hayır olur. Yerinde kullanılan vermeme
tutkusu, iktisat, tutumluluk olurken; yersiz
kullanılan vermeme cimrilik, bencillik olur. Yerinde
kullanılan verme tutkusu, infâk, yardımseverlik
olurken; bu, yersiz-ölçüsüz kullanılırsa savurganlık
ve israf olur.
İnsanda dünyaya meyletme, dünyayı sevme
tutkusu vardır. Din, insandaki bu tutkuyu yönetir,
onu yerinde kullanmasını ister. Dinin ölçüleri esas
alınmazsa, insan ya bütünüyle dünyevileşir, dünyayı
putlaştırır, gözü dünya ve dünyalıklardan başka bir
şey görmez olur; ya da dünyayı bütünüyle terk eder,
ruhbanlaşır. Her ikisi de ifrât ve tefrîttir ve din, ikisi-
ni de yasaklamıştır. Dine göre Müslüman, fâni olan,
oyun ve eğlenceden ibaret olan dünyaya o kadar de-
ğer verecek, onu sahiplenecek, ancak dünya içerisin-
de kendisini kaybetmeyecek, yeri ve zamanı gelince
dünyalıklardan vazgeçmesini bilecektir. Aynı şekilde
bakî olan, asıl ve kalıcı yurt olan âhirete de o kadar
değer verecek, dünyayı âhireti kazanmak için kullan-
masını bilecek, ruhbanlığa sapmadan dünya hayatı-
nı en güzel şekilde tamamlayacaktır. Unutmayalım
ki, Yahûdiler din adına dünyevileştiler, Hıristiyanlar
da din adına ruhbanlaştılar. İslâm ise insanlığı yeni-
den orta yola davet etmiştir.
Her Alanda Denge
İtidalli, dengeli, ölçülü olmak, önce inançta
ölçülü olmakla başlar, söylemde ve eylemlerde
ölçülü olmakla devam eder gider. Şimdi bunları kısa
kısa açıklayalım:
İnançta ölçülü olmak: Büyük imam Gazâlî’nin bir
eserinin adı el-İktisâd fi’l-İ’tikâd’dır. Yani o, inançta
bile ölçülü olmayı kitabına isim olarak koymuştur.
Buna göre kişi önce Yaratıcısına karşı adaletli
ÖLÇÜLÜ ÜMMET!HER ŞEYİ DENGElİ OLAN
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
“Ruh ve nefsi olan her insanda hayra yönelik özellikler
de vardır, şerre yönelik özellikler de. Yüce Allah’ın
gönderdiği din, insandaki bu hassaları yönetmek, onları
yerli yerinde kullanmak için gelmiştir.”
13Kasım 201312
olmalıdır. Bu ise, Yüce Allah’ı şirke bulaşma-
dan birlemek, O’na inanmak, O’nun haklarına
riâyet etmektir. Bu da Yüce Allah’ın ölçülerine
uygun bir hayatın adamı olmakla mümkün-
dür. Severek isteyerek, inanıp güvenerek O’na
teslim olmakla olur.
Söylemde ölçülü olmak: İnanç ve düşüncede
mûtedil olmak, söylemlerimizde ölçülü olma-
yı beraberinde getirir. İman adamı, söylem
dünyasını kontrol altında tutan kimsedir. Zira
o, ya hayır söylemeli yahut susmalıdır. İma-
nın bir ruknü olan dil ile ikrâr, Tevhîd doğrul-
tusunda cümleleri söylemeyi de içerir. Buna
göre dilimizle söylediğimiz Tevhîd cümlesiyle
çelişen yalan, gıybet, boş söz, sövgü gibi sözler
bu ikrârı zedeler. Kur’ân söylem dünyamızı
inşâ eden pek çok âyetle doludur. “Ey iman
edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyle-
yin de Allah işlerinizi kendinize yararlı kıl-
sın ve günahlarınızı size bağışlasın.”2 Evet,
mü’min her hâl ü kârda hakikatin tanığıdır.
İslâm, sesimizi bile ölçülü kullanmamızı is-
ter ve o sesin frekansını değil, kalitesini yük-
seltmemizi emreder. Yine o, yürüyüşümüzde
bile ölçülü olmamızı ister:
“Namaz kılarken sesini yükseltme, çok da ses-
siz okuma, ikisi ortasında bir yol tut.”3
“Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesi-
ni bastıracak şekilde yükseltmeyin.”4
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryü-
zünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini be-
ğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yü-
rüyüşünde tabîî ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini
şüphesiz merkeplerin sesidir.”5
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen
ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabi-
lirsin.6 Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzı yürürler.”7
Ahlakta ölçülü olmak: İnanç, düşünce ve
sözlerinde mûtedil olan kimsenin davranışları
da mûtedil olur. Sözgelimi sabır ahlakî bir er-
demdir, ancak zillete boyun eğmek, haksızlık
karşısında suskun kalmak sabır değildir. Başa
gelenler karşısında sızlanmak, feverân etmek
de mü’mine yakışmaz. Tevâzu ahlâkî bir er-
demdir, ancak zelîl bir halde durmak, kibirli
olmak gibi İslâm’ın istemediği bir şeydir.
İbadette ölçülü olmak: Kolaylık dini İslâm,
insandan kendini/nefsini öldürmesini istemez.
Aksine o, nefsin ıslâhını, arınmasını ve bu şekil-
de huzûra ermesini ister. Bunun için ibadetler-
de aşırılığı yasaklar. Yapılabilir ve yaşanılabilir
hükümler koyar. “Kolaylaştırın zorlaştırmayın,
müjdeleyin nefret ettirmeyin.” ilkesiyle yola çı-
kan İslâm, “az da olsa devamlı olan ibadetleri”
bizden ister. İbadetleri terk etmek de yanlıştır,
ibadetlerde aşırı gitmek de. Bir de her ibadetin
içerisinde ta’dîl-i erkân diye bir temel esas var-
dır. Bu, ibadetin rukünlerini yerli yerince yap-
mak, eksik veya fazla yapmadan onlara hakkını
vermek demektir. Bu, namazda da böyledir, di-
ğer ibadetlerde de. Nitekim infâk yol haritamızı
çizerken Kur’ân şu uyarılarda bulunur:
“Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver;
elindekiler saçıp savurma. Saçıp savuranlar,
şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şey-
tan ise Rabbine karşı pek nankördür. Rabbin-
den umduğun rahmeti elde etmek için, hak sa-
hiplerinden ayrılmak zorunda kalırsan, onlara
hiç değilse tatlı bir söz söyle. Elini boynuna bağ-
layıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz
olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.”8
Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Bütün iş-
lerinizde ne geri kalınız, ne ileri gidiniz, orta
yolu tutun ve dosdoğru olun. Şunu unutmayın
ki, hiçbiriniz yaptığı ameller sayesinde cehen-
nemden kurtulamaz. Evet evet, ben de kurtula-
mam. Ancak Allah, lütuf ve keremiyle kuşatıp
beni bağışlarsa, o başka.”9
Amelde ölçülü olmak: Kur’ân ilahî hükümle-
ri bize açıkladıktan sonra, “İşte bunlar Allah’ın
sınırları/yasalarıdır, sakın onları aşmayın.
Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa zâlimlerden
olur.”10 uyarısını yapar. İslâm, savaşmak zorun-
da kaldığımız bir düşmanı öldürürken, işlediği
suç sebebiyle cezalandırılan bir suçlunun ceza-
sını verirken, bir hayvanı keserken bile dengeli/öl-
çülü olmamızı ister.
“Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tu-
tup gözeten şâhitler olun. Bir topluluğa olan öfke-
niz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu,
Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.
Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden
haberdardır.”11
“Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıyma-
yın. Haksız yere öldürülenin velîsine bir yetki tanı-
mışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira
kendisi ne de olsa yardım görmüştür.”12
“Yüce Allah, her şeye iyi-güzel muâmele edilme-
sini emretmiştir. Sizden biriniz öldürürken bile gü-
zel yapsın. Herhangi biriniz bir hayvanı boğazlar-
ken bıçağını keskinleştirsin ve hayvanı rahatlatsın,
ona eziyet etmesin!”13
Özelde insanın, genelde toplumun vasat/denge
toplumu haline gelmesinde din, büyük rol oy-
nar. Bunun için âyette, “Böylece sizi insanlara
vasat bir ümmet kıldık.” buyrulmuştur. Yüce
Allah, gönderdiği din ile bu toplumu denge üm-
met haline getirecektir. Elbette bir topluluk,
kendi gidişatını değiştirmedikçe, onu Allah’ın
ölçülerine uygun hale getirmedikçe Yüce Allah
o toplumu düzeltmeyecektir.
İnsanın özünde var olan bu tutkuların hayırlara
kanalize edilmesi ise temel dinî eğitim, dini iyi yaşa-
yanların örnek alınması, çevrenin telkin ve uyarıla-
rıyla gerçekleşir. İşte İslâm toplumunun vasat üm-
met, ölçülü, adaletli, hayırlı denge toplumu haline
gelmesi bu şekilde olacaktır. Kendisini vasat ümme-
tin bir üyesi gören Müslüman, aşırılıklardan, uç ol-
maktan sakınacak, her işinde ölçülü ve dengeli bir
tavır sergileyerek bu iddiasını ispat edecektir.
1 2/Bakara, 143.2 33/Ahzâb, 70-71.3 17/İsrâ, 110.4 49/Hucurât, 2.5 31/Lokmân, 18-19.6 17/İsrâ, 37.7 25/Furkân, 63.
8 17/İsrâ, 26-29.9 Müslim, Münâfikûn, 76.10 2/Bakara, 229, 65/Talâk, 1.11 5/Mâide, 8.12 17/İsrâ, 33.13 Müslim, Sayd 11.
*Prof. Dr.
Dipnot
15Kasım 201314
Mersin bir
A k d e -
niz şiiri
her dem söylenesi… Şehirlerin
bir yazgısı vardır alnında
parıldayan. Mersin şehirlerin
içinde kaderini yeşile ve
maviye bağlamış, bağrında ulu
yüreklerin çarpıntısını dinleyen,
mısraları portakal çiçeği kokulu
bir latif şehirdir.
Doğal kumsallarıyla, uza-
yıp giden narinciye bahçeleriy-
le, sebze ve meyveleriyle, kültür
ve medeniyet unsurlarıyla bir
başka güzeldir Mersin. Hem
İçel hem Mersin adıyla bilip
yüreğimizin mutena bir köşesine
koyduğumuz bu nadide şehir
her dem bizleri kendine çağır-
maktadır. Zira bir gidişiniz aka-
binde bir med-cezir’e dönüşür
artık, kopamazsınız.
Mersin Eskidir, Kadimdir,
Emektardır
Şehir şehirliğini bilmiştir
asırlar boyu. İnsanların
hayallerinin bir köşesinde
her daim mutlaka bir Mersin
hayali vardır. Her insanın
gideceği bir Mersin’i mutlaka
vardır. Her insanın başka
başka bir Mersin’i vardır dil
hanesinde.
Adana şehri sizi Mersin’e
gönderirken arkanızdan uzun
uzun bakar. Zira Mersin o ka-
dar yakın o kadar iç içedir.
Yollar geniş, yollar huzurlu
ve yollar çiçeklidir. Bir keskin
zakkum kokusu işler ellerini-
ze, ruhunuza. Ve meyvelerin,
sebzelerin bin türlüsü, ağaçla-
rın bin çeşidi gözlerinizi alır,
kalbiniz yumuşar, gözleriniz
ışıldar, aklınız şaşar!
Mersin bu kadar güzel ol-
mayı nasıl başarmıştır an-
lamaya çalışırsınız. Danyal
Aleyhisselâm’ın hikâyesi dü-
şer aklınızın bir tarafına ve siz
kalkıp peşi sıra gidersiniz! Bir
derin ve bir serin hikâyedir
yüreğinize değen. Neden
Mersin şehri diye düşünmez-
siniz! Zira güzele güzel yakışır
demişsinizdir hemen.
Sonra Cennet ve Cehennem
vadisine düşer yolunuz. Fani
dünyada bir yerde Cennet ve
Cehennem böylesi neden an-
lam bulmuş, neden kendine bu
isimleri bulmuştur bu vadiler
anlayamazsınız. Zira o upuzun
geçmiş öylesine müphem öyle-
sine ıraktır algılarınıza.
Bİr Akdenİz Şİİrİ
MERSİN
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN
17Kasım 201316
Ve Yayla Yollarına Revan Olursunuz
Yayla turizminde beğenilen ve
ilgi çeken yaylalar Gözne, Ayvage-
diği, Soğucak, Fındıkpınarı, Çam-
lıyayla Namrun ve Sorgun yay-
laları alır size bağrına bastırır ve
Torosların serin esintisi kalbini-
ze işler, ruhunuz huzurun ve teen-
ninin kollarına yaslanır. Unutur-
sunuz şehirlerin ve kasabaların
keşmekeşini, arkada bırakırsı-
nız insanların dağdağalı sözleri-
ni, aklınıza getirmezsiniz ikiyüz-
lü özlerini…
Adalar Mersin denizinin eda-
lı kızları gibidir. Tisan, Taşucu,
Narlıkuyu ve Dana Adası ise özel-
likle yerli turistlerin sıklıkla zi-
yaret ettiği bölgeler. Nitekim bu-
ralarda ruhumuzun aradığı bin
türlü güzellik birbiriyle yarış için-
dedir.
Alahan Manastırı, Cennet
ve Cehennem, Kızkalesi, Ayaş,
Yumuktepe, Solipompeipolis,
Anemurium tarihî kalıntıları,
Kleopatra Kapısı gibi çok eski
mekânlar hala varlıklarını inat-
la ispatlamaya çalışmakta ve es-
kinin şarkısını söylemektedirler.
Mersin 321 km sahil şeri-
di ile Türkiye’nin önemli bir sa-
hil kentidir. Mersin kıyılarının
yaklaşık 108 km’lik bölümünü
doğal kumsallar oluşturmakta-
dır. Kumsallar insanları denizin
sükûn veren kıyısının etekleri-
ne çektikçe, yaz ayları deniz kı-
yıları insanların ayak izlerini yı-
kamakla vakit geçirmeye başlar
adeta.
Mersin mutfağı diğer mut-
faklara meydan okurcasına
sultanlığını ilan etmekte olan
bir mutfaktır. Hem Arap mut-
fağından, hem Akdeniz mut-
fağından esintiler taşıyan bir
yapısı vardır. Sebze yemekle-
ri, tatlılar, içli köfteler, sarma-
lar, hamurlu yemekler, kebap-
lar, balıklar, mezeler, çörekler,
börekler, otlu yemekler Mer-
sin mutfağının seçkin menü-
sünü oluşturur.
Mersin’in Gezilesi Yerlerinden Birisi
Mersin’de camilerin en gü-
zelleri sizi uhrevi âlemlere bu-
yur eder gibi bir anda ruhunu-
zu alıp sürüklemeye başlar. Ulu
Cami 1898 Yılında Sultan II. Ab-
dülhamit zamanında Saydaklı
Abdulkadir Seydavi öncülüğün-
de halk tarafından yaptırılmış
ancak eski Gümrük Meydanın-
daki (günümüzde Ulu Çarşı) bu
cami yıktırılmış yerine büyük ve
modern Ulu Cami 1979 yılında
inşa edilerek ibadete açılmıştır.
Mersin’in gezilesi yerle-
rinden birisi olan Muğdat Ca-
mii asıl ismi ile Hz. Mikdad Ca-
mii Türkiye’deki 6 minareye
sahip 3 camiden bir tanesidir.
Diğer 2’si ise İstanbul Sultan
Ahmet Camii ve Adana Sabancı
Camii’dir.
Mamuriye Kale Camisi,
Alaaddin Camisi, Reşadiye
Camisi, Makam-ı Şerif Camisi
şehrin önemli diğer camileri
olarak günde beş vakit göğün
ellerini tutmakta ve ibadet
şehrine başkentlik yapmakta-
dırlar.
Mersin ekonomisiyle de
baş döndüren bir zenginli-
ği sahiptir. Türkiye’nin en
büyük Serbest Bölge’si Mer-
sin’dedir. Dev limanıyla dış
ticarette zirveyi zorlayan kent
hem tarımın, hem sanayinin,
hem kültür ve truzmin çerçe-
vesini her daim kendi lehine
zorlayan bir görüntü vermek-
tedir.
Mersin, hâsılı kelam da-
ğıyla, bağıyla, yaylasıyla, de-
niziyle, ırmağıyla, derisiyle,
taşıyla albenisi olan, hem es-
kiyi, hem yeniyi birbiriyle bu-
luşturan nadide bir şehirdir.
Bir Akdeniz kokusudur Mer-
sin. Mersin Torosların has kı-
zıdır. Gönül sığınağıdır. Gül
ve çemen bahçesidir. Bir çağ-
layandır Akdeniz’e sevda taşı-
yan. Mersin bir güzellik serü-
venidir yollarına çıktığımız…
Beki
r SAR
I
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
19
Adâletle hükmeden, adâletle paylaştıran:
EL-MUKSİT“Mîzânın dengesi bozulduğu zaman, hayatın her alanında işlevsel olması beklenen
adâlet terâzisi fonksiyonunu yitirir. Bunun akabinde toplumda her türlü haksızlık
ve zulüm normal hayatın bir parçası haline gelir. Bundan da toplumun bütün
fertleri zarar görür.”
Kasım 201318
El-Muksit, Arap-
çada “âdil ol-
mak” anlamındaki
“kıst” kökünden türemiş, Yüce
Allah’ın en güzel isimlerinden
biri olup, “adâletle hükmeden,
âdil” mânâsına gelir. Her ne ka-
dar Kur’an-ı Kerim’de el-muksit,
Allah’a nisbet edilmese de “kıst”
ve “iktisat” kavramları O’na iza-
fe edilmektedir.1
Kıst, merhametle verilen ve
adâletle paylaştırılan hisse de-
mektir. Bu anlamda Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyrulur: “Allah,
iman edip sâlih amel işleyenle-
ri adâletle mükâfatlandırır.”2
Bir başka âyette de, “Tartıyı
adâletle yapın, terâziyi eksik
tartmayın.”3 buyrulur.
Âdil Olarak Paylaştıran
Aynı kökten gelen el-iktisât
ise, başkalarına, âdil olarak
paylaştırılan payını ve hissesi-
ni vermektir. Bu ise, alış-veriş-
te adâlettir. Buna insaf da deni-
lir. Bundan dolayı adam, zâlim,
haksız, adâletsiz ve zorba bir bi-
çimde davrandığında, ”Hak yol-
dan saptı.” anlamında “kaseta’r-
racülü” denilmiştir.4 Kur’an’da
da bu kullanım vardır: “Hak
yoldan sapanlara gelince onlar
cehenneme odun olmuşlardır.”5
Bu sebeple Yüce Allah, inanan-
lardan iki grup savaştıkları za-
man mü’minlere aralarını bul-
mayı emrettiği ve bu iki gruptan
birisi haddi aştığında araları-
nı düzeltmede takip etmeleri
gereken yöntemi anlatırken şu
uyarıda bulunmuştur: “Araları-
nı adâletle bulun, adâletli dav-
ranın çünkü Allah adâletli dav-
rananları sever.”6 Nitekim bir
rivâyette Hz. Peygamber (s.a.v.),
mü’minlere, kardeşlerinin ara-
sını düzeltme konusunda tavsi-
yelerde bulunmuştur. Enes b.
Mâlik (r.a.) naklediyor: “Bir gün
Rasûlullah (s.a.v.) otururken,
birden bire dişleri görünecek şe-
kilde güldüğünü gördük. Bunun
üzerine Hz. Ömer şöyle sordu:
’Anam babam hakkı için söyler
misin? Ey Allah’ın Elçisi! Seni
güldüren şey nedir?’ Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) şöyle cevap ver-
di: ’Ümmetimden iki kişi, izzet
sahibi olan Yüce Allah’ın huzu-
runda diz çökmüşler, onlardan
birisi şöyle diyor: ’Ya Rabbi!
Kardeşimden benim hakkımı
alıver.’ Yüce Allah da (suçlana-
na), ’Kardeşinin hakkını ver.’
buyurur. O da, ’Ya Rabbi! İyi-
liklerimden (ona verecek) hiç
bir şeyim kalmadı.’ der. (Suç-
layan kimse), ’Ya Rabbi! Öy-
leyse günahlarımdan bir kısmı-
nı yüklensin.’ der.’ Bu esnada
Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed
(s.a.v.)’ın gözleri yaşlarla do-
lar. Sonra şöyle buyurur: ’Bu
(kıyamet günü) gerçekten kor-
kunç bir gündür. Öyle bir gün
ki, insanlar günahlarından
bir kısmının (başkası tarafın-
dan) yüklenilmesine ihtiyaç du-
yacaklardır.’ Sonra Allah El-
çisi sözlerine şöyle devam etti:
’Aziz ve Celil olan Allah şikâyet
sahibine şöyle diyecek: ’Başı-
nı kaldır ve cennet bahçeleri-
ne bak.’ O, başını kaldıracak
ve şöyle haykıracak: ’Ya Rab-
bi! Gümüşten şehir ve incilerle
süslenmiş altından köşkler gö-
rüyorum. Bu hangi peygambe-
re, hangi şehîde aittir?’ Bu söz
üzerine Yüce Allah, ’Bana be-
delini verenindir.’ buyuracak.
Sonra o kimse, ’Peki, buna kim
sahip olabilir Ya Rabbi!’ diye-
cek. Bunun üzerine Yüce Allah,
’Ona sen sahip olabilirsin.’ di-
yecek. Kul ise, ’Ya Rabbi! Ben
buna nasıl sahip olabilirim?’
dediğinde, kendisine, ’Kardeşi-
ni affetmekle.’ denilecek. Bunun
üzerine kişi, ’Öyleyse Ya Rabbi,
kardeşimi affettim gitti!’ diye-
cektir. Bu söz üzerine Yüce Al-
lah, ’Kardeşinin elinden tut ve
onu cennete koy.’ buyuracak-
tır.’ Sonra Rasûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:
“Allah’tan korkun! Ara-
nızdaki münâsebeti düzeltin.
Şüphesiz Allah, kıyamet
gününde, mü’minlerin arasını
düzeltir.”7 Bu rivâyette de gö-
rüldüğü gibi, her hak sahi-
bi âhirette hakkını alacaktır.
Mü’min, bu dünyada haksızlık
yapmazsa, âhirette bu korkunç
durumlar başına gelmeyecektir.
Terâzinin İki Kefesini Eşit Tutmak
“Kıst” kelimesinin kök an-
lamı, birden fazla kişi arasında
herhangi bir şeyi eşit bir biçim-
de paylaşmaktır. Nitekim aynı
kökten gelen “kıstâs” terâzi,
mîzân anlamına gelir. Mîzân
ise, herhangi maddî bir şeyin
terâzinin iki kefesinde eşit bir
şekilde tartılıp bölüştürülme-
si olayıdır. Mîzân tıpkı adâlet
gibi, eşitleme, orta yolda olma,
sağa sola sapmama anlamla-
rındadır. Bu konu ile ilgili ola-
rak Yüce Allah şöyle buyurmuş-
tur: “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam
UçUp Gittiler..
Bu davanın çilesini çekenler,Geleceğe tohum saçıp gittiler..Kardelenler gibi boyun bükenler,Çığ altında bile açıp gittiler..
Zulme karşı hep merdane durdular,Gönülleri tutuşturan kordular,Şanlı neslin hayalini kurdular,Bu uğurda zehri içip gittiler...
Şu esen yellerde gül kokusu var,Gün vurdu dağlara, şafağı bahar,O erler ki Hakk’a, hakikâte yâr,Maldan, mülkten, candan geçip gittiler...
Bilir misin halimizden kim anlar,?Gayeleri tazelensin imanlar,Çağın Yunusları, güzel insanlarBir anka misali uçup gittiler...
Merhamet deryası, Resûl huylular,Edebde şahika, melek soylular,Nefsi aşka kurban eden ulular,Sersemleşen aklı biçip gittiler...
Hizmette gizliymiş o duyulan haz,Gecesi, gündüzü gözyaşı, niyaz,Fakiri deftere Kıtmir diye yaz ,Nur kervanlarıyla göçüp gittiler.. Servet YÜKSel
Kasım 201320
yapın, doğru terâzi ile tartın.
Bu daha hayırlı, sonuç bakı-
mından daha güzeldir.”8
Yüce Allah, her konuda kul-
larının adâlete riâyet etmesi-
ni emretmiştir. O’nun sevgisi,
rızâsı ve muhabbeti her konu-
da adâlet üzere yaşayanlaradır.
Bir Müslüman, kendisinden zu-
lüm cinsinden bir şey yapma-
sı istendiğinde şunu söylemeli-
dir: “Rabbim adâleti emretti.”9
Adâlet, en üst bir değerdir. Bu
sebeple Kur’an’da adâlet ahlâkı
yerine göre ‘kıst’ sözcüğüyle ifa-
de edilir ve ‘kıst’ sahipleri de
övülür. Şu âyetlerde olduğu gibi:
“Onlar, yalanı çok dinleyen,
haramı çok yiyenlerdir. Eğer
sana gelirlerse ister araların-
da hüküm ver, ister onlardan
yüz çevir. Onlardan yüz çevire-
cek olursan sana asla hiçbir za-
rar veremezler. Eğer hükmede-
cek olursan aralarında adâletle
hükmet. Çünkü Allah, âdil dav-
rananları sever.”10
“Allah sizi, din konusunda
sizinle savaşmamış, sizi yurt-
larınızdan da çıkarmamış kim-
selere iyilik etmekten, onlara
âdil davranmaktan men etmez.
Şüphesiz Allah, âdil davranan-
ları sever.”11
Hakkâniyete Riâyet Etmek
Yüce Allah, Müslümanlardan,
göndermiş olduğu ilâhî buyruk-
larına uymalarını ve yaptıkları
her işte ölçülü hareket etmele-
rini, yanlış yollara sapmamala-
rını istemiştir. Ancak toplumda
adâlet sağlandığı takdirde, den-
ge korunur. Mîzânın dengesi bo-
zulduğu zaman, hayatın her ala-
nında işlevsel olması beklenen
adâlet terâzisi fonksiyonunu yi-
tirir. Bunun akabinde toplum-
da her türlü haksızlık ve zulüm
normal hayatın bir parçası ha-
line gelir. Bundan da toplumun
bütün fertleri zarar görür.
Çare yeniden Allah’ın
Kitâb’ına ve şaşmaz Mîzân’ına
dönmektir. Bir Müslüman Yüce
Allah’ın el-Muksıt isminden his-
se almalıdır. Kendisi de bunu ah-
lak haline getirmelidir. Nitekim
İmam Mâtürîdî dünya-âhiret
dengesi açısından Yüce Allah’ın
el-Muksit ismini şöyle yorum-
lar: “Allah, dünya hayatında hiç-
bir ayırım yapmadan kendisine
dost ve düşman olan kimsele-
ri rızıklandırmış ve insanların
fizik yapılarına dost ya da düş-
man olduklarına dair herhangi
bir alâmet, işâret koymamıştır.
Ancak âhirette ise, el-Muksit is-
minin tecellîsi olarak dostlarını
envâî türde nimetleriyle lutfun-
dan ödüllendirirken düşmanla-
rını da bundan mahrum bıraka-
caktır. Bununla da kalmayacak,
her birinin fizik yapısına, kendi-
sine dost ya da düşman olduğu-
na dair bir alâmet bir belirti ko-
yacaktır.”12
Yüce Allah âdildir, kulları-
nın da âdil olmasını ister. Bu
dünyada adâlete ve hakkâniyete
riâyet edenler, âhirette fazlası ile
karşılığını göreceklerdir. Yaşa-
dığımız dünyanın en kadim so-
runları arasında maalesef hâlâ
adâletsizlikler görülmektedir.
Özellikle uluslararası ilişkilerde
siyâsetten ekonomiye varınca-
ya kadar mîzânın iki kefesi denk
olarak çalışmamaktadır. Bunda
birçok faktör rol oynamaktadır.
Bu sebeple hayatın bütün alan-
larında din, cinsiyet, ırk, fakir-
lik zenginlik ayrımı yapılmadan
sosyal adâlet hayatın merkezine
konulmalıdır. Küresel ölçekte
adâlet tam olarak tecellî etti-
rilmediği sürece, dünyada acı-
lar ve kargaşalar bitmeyecektir.
Adâleti sağlamada önemli olan
sadece uluslararası kurumlar
ihdâs etmek değil, ihdâs edilen
bu kurumlar kanalıyla adâleti
tam olarak dağıtabilmektir,
esas.
Şunu da unutmayalım ki,
tevhîd olmadan bütün bir yer-
yüzünde tam olarak adâleti da-
ğıtmak da mümkün değildir. Bu
konuda mü’minler sorumluluk-
larını hatırlamalı, kendileri âdil
oldukları gibi başkalarına da
âdil davranmalıdırlar. İşte o za-
man mazlûmların, mağdûrların
olmadığı herkesin hayatından
memnun olduğu hakça bir dü-
zen kurulacaktır. Allah’ın şaş-
maz terâzisi hayatiyetini uy-
gulayıcılar elinde sürdürdüğü
müddetçe, insanlık huzurlu ve
mutlu bir hayat yaşayacaktır.
21
1 El-İsfehani, Ragıb, el-Müfredat, İstanbul, 1986, s. 608.
2 10/Yûnus, 4.3 55/Rahmân, 9.4 Bkz. el-İsfehani, a.g.e., s. 608-609. 5 72/Cin, 15.6 49/Hucurât, 9. 7 Hâkim ve Beyhakî.8 17/İsrâ, 35. 9 7/A’râf, 29. 10 5/Mâide, 42.11 60/Mümtehine, 8. 12 Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Te’viâatü’l-
Kur’ân, tahk. Hatice Boynukalın, İstanbul, 2006, V, 13-14.
*Prof. Dr.
Dipnot
I. ABDÜLHAMİD HAN VE
KADEM-İ ŞERİF
Kasım 201322
TarihResul KESENCELİ
23
1 . Abdülhamid, 20 Mart 1725’te İstanbul’da
Topkapı Sarayı’nda doğdu. Annesi Rabia
Şermi Sultan, babası III. Ahmet’tir. Ağabe-
yi III. Mustafa’nın vefat etmesiyle 21 Ocak 1774’de
tahta geçti.
Küçük Kaynarca ve Sıkıntılı Günler
I. Abdülhamid tahta geçtiğinde Rus Savaşı de-
vam etmekteydi. Bükreş Antlaşması’nın görüşme-
leri yarıda kalmıştı. Kışın gelmiş olması ve veba
salgını yüzünden barış görüşmeleri tekrar başla-
dı. 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması yapıldı.
Bu antlaşmaya göre Kırım, Kuban ve Bucak yalnız
dini bakımdan halifeye bağlı olmak üzere müsta-
kil oluyor; Yenikale, Kerç, Azak, Kılburun kaleleri
Rusya’ya geçiyordu. Osmanlı Devleti halifelik statü-
sünü kullanarak Kırım Bölgesi’ni dini olarak kendi-
sine bağlıyor, elinde tutmuş oluyordu.
Eflak, Boğdan ve Cezayir-i Bahr-i Se-
fid sahili gibi savaşta Ruslar tarafın-
dan işgale uğramış yerler ise Osmanlı
Devleti’ne geri veriliyordu. Rus dona-
ması Karadeniz’e girebilecek ve Os-
manlı Devleti, Rusya’ya savaş tazmi-
natı ödeyecekti. Anlaşmanın en ağır
maddelerinden biri Türk toprakları
üzerindeki Ortodoksların himayesinin
Ruslara verilmesiydi. Rusya bu sayede
Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışma
fırsatı bulacaktı. Böylece Ortodoks tebaayı Osmanlı
Devleti’ne karşı kışkırtacak bir kısım iç karışıklıkla-
rın ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olacaktı. Os-
manlı Devleti’nin imzaladığı en ağır antlaşmalar-
dan biri olan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Türk
ve Müslüman olan Kırım Vilayeti elden çıkmıştı.
Aynı zamanda Rusya’ya kapitülasyonlar da veril-
di. Osmanlı’yı gerçek anlamda sıkıntılı günler bek-
liyordu. Antlaşmanın tartışmalı maddelerini açık-
lığa kavuşturmak için Fransa aracılığıyla 1779’da
Osmanlı Devleti ile Ruslar arasında Aynalıkavak
Tenkihnamesi imzalandı. Buna göre Kırım bağım-
sız bir devlet olmaya devam edecek, hanlar Kırım
halkı tarafından seçilecekti. Kırım halkı üzerindeki
Osmanlı halifeliği hakkı devam ediyordu ancak Os-
manlı Devleti, Kırım’ı geri alabilmek için hiçbir gi-
rişimde bulunmayacaktı. Kırım’da olağanüstü bir
durum oluştuğunda bu mesele iki devlet arasında
çözüme kavuşturulacaktı. İngilizler ve Fransızlara
tanınan Karadeniz ve Akdeniz’de haklar aynen Rus-
lara da tanınacaktı. Osmanlı Devleti bu antlaşmay-
la Rus yanlısı Şahin Giray’ın Kırım Hanlığını tanı-
mış oluyordu.
I. Abdülhamid, savaş zamanında devletin çeşitli
bölgelerinde çıkmış isyanları bastırmak ve askeri sa-
hada ıslahatta bulunmak istiyordu. İsyanları bastır-
mak üzere Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa ve
ıslahat yapmak için de Sadrazam Halil Hamid Paşa
görevlendirildiler. Kapıkulu Ocakları’nın ıslahı için
Fransa’dan mühendisler getirildi. Mühendishane-i
Berri-i Hümayun (Kara Mühendishanesi) kurul-
du. Lale Devri’nden beri kullanılmayan İbrahim
Müteferrika’nın kurmuş olduğu matbaa açıldı. I.
Abdülhamid ve devlet adamları, Kafkasya’nın bazı
bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı ta-
sarladılar. Bu sebeple Soğucak ve Anapa
kalelerini tahkim ettiler. Buradaki Çerkez
kabilelerini itaat altına almaya çalıştılar.
Bir süre sonra Şahin Giray’a karşı ayak-
lanma çıkınca Rus orduları bölgeye gir-
diler. 1784 yılında bu olayı bahane edip
Kırım’ı Rusya’ya bağladılar. Osmanlı
Devleti antlaşmanın maddelerine ters ol-
duğu için tekrar savaşa girmek istediyse
de ordu henüz savaşa hazır değildi ve bu
nedenle anlaşma bozulmadı. 1781’de Rus-
ya, Avusturya ile beraber bir tasarı hazırlamış ve bu
tasarıya göre de Osmanlı Devleti’ni paylaşmaya ka-
rar vermişlerdi. Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Rusya
ile savaşmaktan yanaydı. Rus elçisi sadarete çağrıla-
rak Kırım’ın iadesi istendi. Elçinin uygun cevap ver-
memesi üzerine Rusya’ya savaş ilan edildi. Rusların
idaresi altındaki Kılburun Kalesi’ne hücum ile 1786-
1792 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış oldu. Avusturya-
lılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taar-
ruz ettilerse de bir sonuç alamadılar.
Üzüntüden Vefatı
Avusturya, Osmanlı Devleti’ne ait olan Boğdan’a
bağlı Bukoniva’yı işgal etmişti. Osmanlı ordusu Ta-
meşvar eyaletinde Muhadiye Boğazı’nı ele geçirdi.
Avusturya İmparatoru’nun Şebeş Boğazı’na ordu-
Kasım 201324
su ile gelmesi üzerine 1788’de Şebeş Savaşı’nda Os-
manlı ordusu galip geldi. Serdar-ı Ekrem Sadrazam
Koca Yusuf Paşa, önce Avusturya derdini halletmek
istedi. Fakat Rus cephesindeki savaş aleyhte gelişi-
yordu. Kısmi başarılar Özi Kalesini kurtarmaya yet-
medi. Özi Kalesi Ruslar tarafından alınınca tarihin
en büyük mezalimine uğradı. Masum ve günahsız
çocuklar, genç ve ihtiyar kadınlar dâhil 30 bin civa-
rında insan vahşice öldürüldü. Sadrazam, Özi Kale-
sinin düştüğünü bildiren ve yapılan mezalimleri dile
getiren telhisi okurken, padişah, üzüntüsünden, ke-
derinden felç oldu. Çok geçmeden de vefat etti (28
Mart 1789). Bu ise bizlere Osmanlı Hükümdarların-
da vatan ve millet sevgisinin ne kadar üst düzeyde
olduğunu göstermeye kâfidir. I. Abdülhamit, bu he-
zimetin ardından 7 Nisan 1789’da vefat etti. Eminö-
nü’ndeki Bahçekapı’daki imaretin karşısındaki tür-
beye defnedildi.
Kadem-i Şerif ve Sırrı
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ayak izi olan taşla-
ra genel olarak “nakş-i kadem-i şerif” veya “nakş-i
kadem-i saadet” denilmiştir. İslâm tarihinin çeşit-
li devirlerinde Hindistan’dan Mısır’a, Kudüs’ten
İstanbul’a kadar geniş bir coğrafyada görülmekte-
dir. Osmanlı sultanlarının mukaddes emanetlere
gösterdiği saygının derecesi fevkalade yüksektir. Bu
öneme binaen Topkapı Sarayı’ndaki Enderun’un
en önemli koğuşu veya dairesi, Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in hırkası ile diğer mukaddes emanetlerin
saklandığı “Hırka-i Saadet” dairesidir. Burada dör-
dü taş ve ikisi tuğla olmak üzere altı aded “kadem-i
şerif” muhafaza edilmektedir. İstanbul’da Eyüp
Sultan ve Üçüncü Mustafa türbelerinde de birer
adet ayak izi bulunur.
İstanbul Bahçekapı’da Sultan Birinci Abdülha-
mid Türbesi’nde bulunan Kadem-i Şerif de bunlar-
dan bir diğeridir. Türbe’nin kuzey tarafında bir niş
içine hazırlanan camekânda sergilenmektedir. Bi-
rinci Abdülhamid’in tuğrası altında yer alan kitabe-
de aşağıdaki beyitler mevcuttur.
Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem
Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îmân
O kademdir ki idüp tayy-ı semâvât-ı alâ
Menzil-i Sidre’ye bastı şeb-i esrâda ıyân
Sür yüzün acz u niyâz ile idüp istişfâ‘
Olayım dirsen eğer mahzar-ı afv vu gufrân
Kaynaklar incelendiğinde görülür ki, Birin-
ci Abdülhamid’in veli olduğuna dair halk ara-
sında yaygın bir kanaat vardır. Birinci Abdülha-
mid Türbesi’ndeki taşın Şam’da bulunduğu yerden
İstanbul’a getirilmesi safahat kaynaklardan takip
edildiğinde birbirinin tekrarı bilgilerden ibarettir.
Bu hususta en önemli iki kaynak olarak, Ayıntap-
lı Muhammed Münib Efendi’nin Âsâru’l-Hikem fî
Nakşi’l-Kadem adlı eseri ile Osmanzâde Hüseyin
Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ adlı eserleri görülmektedir.
Günümüz eserleri genellikle bu iki kitaptan yaptık-
ları iktibaslarla Birinci Abdülhamid Türbesi’ndeki
25
kadem-i şerifin hikâyesini nakletmişlerdir. Hüseyin
Vassaf Efendi’nin nakli aşağıda aynen verilmiştir.
“Şeyh Muhammed Ziyâd Şâm-ı şerîf civârında
Kadem karyesindeki, Kadem-i şerîf’in ced-be-
ced nigehbânıdır. Pederi Ahmed-i Attâr, onun pe-
deri Hümât’tır. Sultan Abdulhamîd Hân-ı ev-
vel zamânında ârzûî şâhâne üzerine, Kadem-i
Saâdet’i oradan başına alarak, mâşiyen İstanbul’a
kadar bu sûretle getirmiştir. Kadem-i Saâdet, el-
yevm Abdulhâmid-i evvelin türbesinde mahfûz
mahfaza-i tekrîm olup, kandil ve
arefe gibi eyyâm-ı mubârekede Ka-
dem Dergâhı şeyhi olan zât tarafın-
dan güşâd ve ziyâret ettirilmek şart-ı
vâkıf îcâbındandır. El-Hâletü hâzihî,
ziyâret olunur. Muhammed Ziyâd
Hazretleri burada mazhar-ı hürmet
oldu. O zaman Sadrazam bulunan
Halîl Hamîd Paşa, Hazreti Şeyh’e
çok muhabbet gösterenlerdendir.
Kadem Tekkesi’nin olduğu mahal,
Kapıcıbaşı Konağı imiş. Mülk oldu-
ğundan Halîl Hamîd Paşa, burası-
nı istimlâk ve vakf etmiş. 1190/1776
târîhlerinde dergâhı inşâya muvaffak olup, Hazreti
Şeyh’i burada irşâd-ı nâs için alıkoymuş ve dergâhı
kendisine teslîm eylemiştir. 1205/1791 târîhine ka-
dar irşâd-ı nâs ile meşgûl olup, terk-i âlem-i nâsût
eyledikte, dergâh-ı şerîf hazîresine defn edildi. Tür-
belerinin üzeri açık ve hâlen ma‘mûrdur. Kitâbe-i
seng-i mezâr-ı ber-vech-i âtîdir: Kadem-i Şerîf’i
Şam’dan Âsitâne-i aliyyeye nakl hizmetiyle şeref-
yâb olan sülâle-i Sa‘diyye’den, kutbu’l-ârifîn ve
gavsu’l-vâsılîn merhûm ve mağfûrun leh eş-Şeyh
el-Hâc es-Seyyid Muhammed Ziyâd hazretlerinin,
rûh-ı pür-fütûhlarına rızâ’en li’llâhi teâlâ, el-Fâtiha,
1205/1791.”
Bu metne göre Kadem karyesinde bulunan
Kadem-i Şerif, Şeyh Muhammed Ziyad Efendi’nin
bekçiliğini yaptığı, atalarından miras bir taştır. Ha-
lil Hamid Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Birinci
Abdülhamid’in arzusu üzerine Şeyh Muhammed Zi-
yad tarafından başının üzerinde taşınmak suretiyle
ve yürüyerek Şam’dan İstanbul’a getirilmiştir. Ha-
lil Hamid Paşa da Şeyh Efendi için 1776 senesinde
Kadem Tekkesi’nin bulunduğu mahaldeki Kapıcıba-
şı Konağı’nı istimlâk ederek tekke inşa ettirmiştir.
Çağdaş bir nâkil olarak Ayıntabi Muhammed
Münib Efendi ise Kadem-i Şerif’in Hazreti Muham-
med (s.a.v.)’in peygamberliği öncesinde, çocuk-
luğunda ve gençliğinde iki kez olmak üzere Şam’a
yaptığı seferlerin birinde, Şam yakınlarında Hav-
ran adıyla bilinen Busra mevziinde zuhur ettiğini
belirtirken, Kadem karyesinden ve camiinden hiç
söz etmez. Fakat şeyhin mezar taşındaki kitabede
Şam’dan İstanbul’a taşın nakli hizmetinde bulundu-
ğu yazılıdır. Kadem-i Şerif’in hicri 1198 senesinde
İstanbul’a getirildiğini kaydederken çağdaşı oldu-
ğu Şeyh Muhammed Ziyad adından ise bahsetmez.
Ama Birinci Abdülhamid’in türbesindeki Kadem-i
Şerif’in Şam’dan İstanbul’a getirildiği ve türbeye
konulduğu bir gerçektir. Kademi Şerif’in bu türbe-
de bulunması ve ihtimamla korunması ise Birinci
Abdülhamid’in manevî hayattaki terakkisine işaret
etmektedir. Çünkü kutsal emanetlerden her birinin
bulunduğu coğrafya veya beldelerde ise İslâm’ın in-
kişafı, hızlı bir şekilde yayılması, birlik beraberliğin
tesisi ve maneviyatın yükselmesi bir realitedir.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ( Hz: Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1986.Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.8, Ankara, 1988.İsmail Hâmi Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 2011.Mehmed Münîb el-Ayıntâbî, âsâru’l-Hikem fî Nakşi’l-Kadem, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi No: 2184.Nicolea Jorga, Osmanlı Tarihi, İstanbul 2005.Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, C.I, İstanbul 2006.Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 2003.Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1970.
Kaynakça
“Kadem-i Şerif, Şeyh Muhammed Ziyad Efendi’nin
bekçiliğini yaptığı, atalarından miras bir taştır. Halil
Hamid Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Birinci
Abdülhamid’in arzusu üzerine Şeyh Muhammed Ziyad
tarafından başının üzerinde taşınmak suretiyle ve
yürüyerek Şam’dan İstanbul’a getirilmiştir.”
27Kasım 201326 27
İslâm düşüncesinde üzerinde çokça
tartışılan ve kimi zaman yanlış an-
laşılan konulardan biri de tevekkül-
dür. Tevekkül, sözlükte; “güvenmek, vekil tayin
etmek; bel bağlamak, havale etmek, terk etmek,
bırakmak, teslîm etmek, bir işte acizliğin ve yeter-
sizliğin ortaya çıkması sebebiyle başka birine gü-
venerek işi ona teslîm etmek, itimat etmek” gibi
anlamlara gelmektedir.1
Dinî ıstılâh olarak ise tevekkül; her türlü
tedbîri alıp gerekli bütün çabayı gösterdikten son-
ra işi Allah’ın takdirine bırakmaktır. Allah’ın ka-
tında olana güvenip insanların elinde olana ümit
bağlamamaktır.2
Tevekkül mü’minin sıfatı ve imanın meyvesi-
dir. Bu meyveden mahrûm olan insanın kuvvet-
li bir imana sahip olması düşünülemez. Dolayı-
sıyla tevekkül imanın başlıca gereklerindendir.
Tevekkülün aslı; “Kendisine tevekkül edene Al-
lah yeter.”3, “Eğer mü’min iseniz Allah’a tevekkül
edin.”4 ve “Ey Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül et-
tik, Sana ibadete koyulduk ve dönüş yalnız Sa-
nadır.”5 âyetleridir. Peygamber Efendimiz de biz
Müslümanları, her hâlimizde tevekküle dâvet et-
miştir. Özellikle, evimizden çıkarken; “Besmele”
çekip; “Ben Allah’a tevekkül ettim.” dediğimizde,
bizlere; “Hidâyete yöneltildin, ihtiyâcın giderildi,
sakındırıldın ve şeytandan uzaklaştırıldın.” diye
müjde verileceğini belirtir.
Esbâba Tevessül ve Tevekkül
Tevekkül, esbâba sarıldıktan sonra başlar. Zîrâ
tevekkül, kalbin Allah’a olan güvenidir. Allah’ın
bizlere bahşettiği ihsanlarla tatmîn olmayan kalp-
lerimizin huzur içinde bulunması mümkün değil-
dir. Tevekkülün mahalli kalp olduğu için, zâhirî
ameller tevekküle mâni değildir. Her şey kader ve
kaza ile sınırlıdır. Kulun esbâba tevessülden son-
ra vazîfesi, tevekküldür. Zira Hak Teâlâ her şeyin
Hâlıkıdır.6
Sehl b. Abdullah’a (ö. 283/896) göre; tevekkü-
lün ilk makâmı, ölünün yıkayıcı eline teslîm olu-
şu gibi, kulun da Allah’a teslîmiyetidir.7 Tedbîr ise
beşerî bir zarûret olup aynı zamanda sorumluluk
vazîfesinin bir netîcesidir. Asıl teslîmiyet, esbâba
tevessülden sonraki teslîmiyettir.
Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılırken Cebrâil (a.s.)
gelip, “Bir ihtiyacın var mı?” diye sorunca o;
“Senden gelecekse hayır.” der. Bu ifadesi ile Hz.
İbrahim (a.s.) tedbîrlerden soyutlanmayı değil,
ister doğrudan isterse dolaylı yoldan gelsin bü-
tün yardım ve desteğin ancak Allah’ın irâdesi ile
gerçekleştiğini, yegâne kurtarıcının Allah oldu-
ğunu, her türlü çareyi Allah’tan beklemek gere-
ğini vurgulamak istemiştir. Bu durum, Hamdûn
el-Kassâr’ın (ö. 271/884), “Allah’a sımsıkı yapış-
mak ve O’na itimat etmektir.” sözü ile Cüneyd-i
Bağdâdî’nin (ö.297/909), “Allah’a karşı kulun var
olmadan önceki gibi olması, her işi Allah’a havâle
etmesi ve Allah için olması.” şeklindeki değerlen-
dirmesinde en güzel ifadesini bulmaktadır. Dola-
yısıyla söz konusu tevekkülün, Kur’ân bütünlüğü,
imanın duygusal çerçevesi ve imtihan bilinci ile
anlaşılması zorunludur. Yoksa insan üzerindeki
gerekli tesirlerden soyutlanır ve zararlı bir savun-
ma mekanizması haline gelir. Zünnûn-ı Mısrî’nin
(ö. 245/859) ifadesi ile tevekkül; “Nefsi Rab olma
durumundan çıkarıp kulluk yapma vaziyetine ge-
tirmektir.”
Sûfîlerin Meslek Sahibi Olma Gayretleri
Şu bir gerçek ki, İslâm mutasavvıfları çalışıp
kazanarak hayatlarını devam ettirmeye, başka-
larına yük olmamaya âzamî gayret göstermişler-
dir. Hatta bu hususta onlar meslekleriyle, yap-
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
ALLAH’A GÜVEN DUYGUSUNUN ZİRVESİ:
TEVEKKÜL MAKÂMI
Kasım 201328
tıkları işlerle ilgili sıfatları kendilerine vermekten
geri durmamışlardır. Tasavvuf tarihinde Debbâs/
şerbetçi, Harrâz/boncukçu, ayakkabıcı, Na’âl/pa-
buççu, nalbant, Hallaç/pamuk, yün eğirip çırpan,
Nessâc/dokumacı), Kasâr(çamaşırcı, Kassâb/
kamış satan, Dekkâk/un tüccarı, değirmenci,
Haddâd/demirci gibi sıfatlarla mevsûf isimlere
sıkça rastlamak mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî,
müridlerine çalışıp kazanma konusuna nasıl yak-
laşmaları gerektiğini öğretirken, “Allah (c.c.)’a
insanı yaklaştıran amel ve ibadetler hangi anla-
yışla yapılıyorsa, çalışma hayatı, ticaret, meslekî
faâliyetler ve mal kazanma işi de o anlayışla yapıl-
malıdır, İnsan, kazanma işi ile tıpkı yapılması teş-
vik edilen nâfile ibadetler gibi meşgul olmalıdır;
rızk temin etmek ve menfaat sağlamak için değil.”
tesbitinde bulunur.8
Tevekkül Makâmı
Çalışma hayatı ile teslîmiyet şuurunu birlikte
sürdüren dervişin seyr ü sülûkunun başlangıcın-
da tevekkül, “Allah’a güvenme hâli”dir. Tevek-
kül hâl olduğu için geçicidir ve devamlı değildir.
Fakat sûfî iradesine dayanarak çalışır ve çaba-
larsa tevekkülü sürekli ve kalıcı bir vaziyete ge-
tirebilir. O zaman tevekkül hâl olmaktan çıkar,
makâm vaziyetine girer. Tasavvufî eğitimde der-
vişin mârifetullah bilincine ermesinde en önem-
li yollardan birisi ve belki de en önemlisi tevek-
kül duygusudur. Zira tasavvuf, kulun yaratılış
gayesine en uygun hayatı seçmesini ve ona ulaş-
ma yollarını aramasını arzular. Dolayısıyla tevek-
kül sadece dil ile ifadeden ibaret değildir. Ger-
çek tevekkül, Allah’ın bizler hakkındaki takdîrine
rızâ göstermektir. Buna göre tevekkülün başlan-
gıcı, her mü’minin sıfatı; ortası teslîm, sonu ise
tefvîz/işi Allah’a bırakmadır. Tevekkül insan ha-
yatında meydana gelecek hâdiselerin rûhî karışık-
lıklara yol açmasını önler. Tevekkül Müslümanın
kalkanı olup gönüllere itmi’nân bahşeden bir duy-
gudur. Bu minvâlde Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı
şu nasîhate kulak vermek gerekmektedir:
“Ey oğulcuğum! Dünya derin bir denize ben-
zer. O denizde boğulan insanlar çoktur. Bu deniz-
de senin gemin takvâ, rotan ise Allah ‘a tevekkül
olsun. İşte bu suretle kurtuluşa erebilirsin.”
Tevekkülün Üç Aşaması
Tevekkül üç aşamada incelenebilir:
1. Avâm Mü’minlerin Tevekkülü: Bu durum-
da olan kişi kendisinde, kudret ve varlık gör-
mez, ilâhî va’de güvenir ve tam bir teslîmiyet
gösterir. Bu konuda Seriyyü’s-Sakatî
(ö.257/870), “Tevekkül, günahtan dön-
mek ve tâata yönelmek, zararı defetmek ve
fayda sağlamak; kulun değil, sadece Allah’ın
kuvvetiyle olduğunu bilerek kuvvet ve güçten
sıyrılıp çıkmaktır.” der. Böylesi bir tevekkülle
kişi, kader ve kazâya teslîm olur, ne kısmetin
elinden kaçmasına, ne de ona isâbet etmesi-
ne aldırır. Dolayısıyla tevekkül, Allah’a hüsn-i
zan, rızâ ve yakînin netîcesidir. Mü’min ku-
lun tevekkülü, tecellî eden kaderin hükmüne
teslîm olmak ve Allah’ın huzûrundaki kayıtsız
şartsız teslîmiyet hâlidir.
2. Havâssın/Seçkinlerin Tevekkülü: Tevekkü-
lün ikinci aşaması; Allah’tan başka her şey-
den yüz çevirip yalnız O’na yönelmek ko-
nusundaki tevekküldür. Ebû Abdullah-ı
Kureşî tevekkülün bu aşamasını, “Tevek-
kül, Allah’tan başka bir şeye sığınmamak
ve başvurmamaktır.” diye tanımlar. Böyle-
si bir kul için yegâne gerçek, Allah’ın kendisi-
ne kâfî geleceğidir. “Malâya’nîyi terketmek,
kişinin Müslümanlığının güzelliğinden-
dir.”9 hadîsine göre kul başına ne gelirse gel-
sin, Allah’a tevekkül eder, O’na teslîm olur.
O’ndan başka her şeyi terk eder. Her durum-
da O’na dayanır, yaptığı her işte O’na tevekkül
eder. Yalnız O’ndan korkar. Kul Rabbinden
başkasını görmez. Onun için dünyada O’ndan
başkası yoktur. Mülk yalnız O’nundur.
3. Havâssü’l-Havâssın/Seçkinlerin Seçkini
Olanların Tevekkülü: Tevekkülün bu üçüncü
aşaması ise kişinin hiçlik halindeki tevekkü-
lüdür. Bu aşamada kişi tevekkülden de kaç-
malıdır. Çünkü tevekkül makâmında bulun-
maya da güvenmemek gerekir. Kul tevekkül
ettiği zaman, tevekkülüne bakıp onun kendisi
için yeterli, kendisini âfiyette kılıcı veya koru-
yucu olarak düşünmemelidir.
İmam Gazalî (ö. 505/1111) ise aşkın Nebevî
rûha ulaşmada katedilen tevekkül evrelerini şu
şekilde sıralamaktadır:
1. Tevekkülün en alt aşaması, kendi kendine ye-
ter bir kişilik yanılgısıdır: Kişi, Allah’ı, güve-
nilir, nâzik ve sözünde duran bir avukat gibi
görür; işlerini ona havale eder.
2. Tevekkülün bir sonraki aşamasını tanım-
lamak için Gazali, psikolojik köklerini de
açıklamak amacıyla çocuğun annesiyle
ilişkisi analojisini kullanır: Kişi sadece an-
nesini tanıyan ve ne zaman bir tehlikeyle
karşılaşsa ondan destek alan küçük bir ço-
cuk gibidir.
3. Tevekkülün son ve en yüksek mertebesi
insânî gelişim çemberinin iki ucunu temsil
eden bebek ve ceset analojisi üzerine kurulur.
“Allah’ın huzûrunda ölü yıkayıcının elinde-
ki ölü gibi ol”. Nerede olursa olsun annesinin
gelip onu bulacağını bilen çocuk gibidir. An-
nesinin memesini emmek istemese de annesi
onu emzirecektir. Böylesi biri Allah’ın rahmet
ve inâyetine güvendikçe isteklerinden vaz-
geçer ve istemediğinde istediğinden fazlası-
nı alacağını bilir. Bu ifadelendirmede her tür-
lü isteğin aslında bir sevgi isteği olduğu îmâsı
vardır.10
Tevekkülün en yüksek aşamasına ulaşan sûfî,
algıladığı bütün gerçekleri sorgular, çünkü böylesi
bir gerçeğe dayanmak Allah’tan yüz çevirmektir.
Allah ile kurulan bu kuvvetli nisbet, ancak Allah’ı
gözlenemeyen, adlandırılamayan veya sorgula-
namayan bir öteki olarak bilmekle mümkündür.
Allah erişilmez bir maksûddur ve sûfî arzusunun
erişilmezliğini, nihâyetsizliğini hep göz önünde
tutar.11
Câhidî Ahmed Efendi (ö.1070/1660) de tevek-
külü şu üç mertebede açıklamaktadır:
Birinci mertebe; Cenâb-ı Hakk’a tevekkül et-
mektir. Bu mertebede kişi, mutlaka sebeplere sa-
rılarak tevekkülünü yapmalıdır. Zira avâm için se-
bepler önemlidir.
İkinci mertebe; insanlardan ümit kesip sırf
Allah’a dayanmaktır. Bu mertebede kişinin sebep-
lere sarılmasına gerek yoktur.
Üçüncü mertebe; tevekkülünü görmemektir.
Kişinin Allah’ı Rab, kendini de kul olarak görmesi
ve her şeyi Allah’a havâle etmesidir.12
29
Kasım 201330 31
Dikkat edilirse, ikinci ve üçüncü mertebelerde,
sâlikin tevekkülünün daha farklı olması gerektiği-
ni söylenmektedir. Bu mertebelerde, insanlardan
ümidini tamamen kesilmeli, maddî sebeplere sa-
rılmalar bırakılarak sırf Allah’a tevekkül edilmeli-
dir. Hatta mü’min kendi tevekkülünü bile aşmalı
ve onun da farkında olmamalıdır. Esasen tevek-
kül, bir şuur hâlinin meydana gelmesidir. Ancak
bu şuur hâli, fiilin yerine aslâ geçmemelidir. Kul,
yapması gerekeni mutlakâ yapmalıdır. Çünkü te-
vekkülde fiil ve amel inkârı yoktur. Aksine, sınır-
sız bir kuvvetten beslendiği inancı, kulu fiili terk
etmeye değil, fiilde kararlı ve gayretli olmaya sevk
eder. Böyle bir şuur, insanı ciddi anlamda bir zen-
ginliğe ve atılım gücüne ulaştırır.
Tevekkülün Mârifetullahla Orantılı Bulunması
Hakk’a tevekkül kişinin irfanı kadardır. Kul ne
kadar mârifete sahipse o düzeyde tevekkül sahi-
bi olur. Cenâb-ı Hakk’ı gereğince bilen ve mârifeti
tam olan kulun tevekkülü de tam olur. Tevekkü-
lü tam olan kişi ise, işlerini havâle ettiği Allah’ı gö-
rürken kendini kaybeder ve kendi tevekkülünün
farkında bile olmaz. Tevekkülü zedeleyen her şey
nefisten kaynaklanır. Tevekkülü eksik olan kişiler-
de nefsânî duygular kabarmaya başlar. Tam bir te-
vekkül hâli ile kişi, nefsin tesir halkasından kur-
tulmuş olur.
Kifâyet ve İnâyet Tevekkülü
Kelâbâzî bir başka yerde tevekkülü “kifâyet te-
vekkülü” ve “inâyet tevekkülü” olmak üzere iki kı-
sımda ele alır. “Tevekkül hâriç, her makâmın bir
yüzü bir de arkası yardır. Yani her makâm artar
ve eksilir, ileri ve geri gider. Tevekkülün yüzü var-
dır, fakat geriye dönüşü yoktur.” diyen Sehl b.
Abdullah’ın bu sözünü Kelâbâzî şöyle yorumlar:
“Sehl bu sözü ile kifâyet tevekkülünü değil, inâyet
tevekkülünü kastetmiştir. Bu ise tevekkül için kar-
şılık beklememek mânâsına gelir.” İnâyet tevekkü-
lü Allah’la kul arasında bir sırdır. Yani bu aşamada
tevekkül, tevekkülü terk etmektir. Bu ise mevcut
olmadan evvel insana karşı Allah nasıl ise şimdi
de onlara karşı öyle olmasıdır. Yaratılmadan evvel
kulun Mevlâ’sına rızk meselesinde tevekkül etme-
si söz konusu değildi. Kulun şimdi de o durumda
bulunması hâline tevekkül denir. İnâyet tevekkü-
lünde Allah’a tevekkül etmek için rızkın garanti
edilmesi gibi bir karşılık beklenmez. Bu aşamada
tevekküle sahip insanlar, rızkları garanti edilme-
se bile Allah’a güvenirler, itimat edilecek başka bir
varlık tanımazlar.
Tevekkül-Teslîm-Tefvîz
Tevekkül, teslîm ve tefvîz olmak üzere te-
vekkülün üç merhalesi vardır. Mütevekkil,
Rabbinin va’diyle huzûr bulur. Teslîm sahi-
bi olan, onun ilmiyle iktifâ eder. Tefvîz sahi-
bi de O’nun hükmüne râzı olur. Tevekkülün
başlangıç, teslîmin orta, tefvîzin de nihâyet ol-
duğu söylenmiştir. Aynı şekilde sûfîler, tevek-
külü her mü’minin, teslîmi evliyânın, tefvîzi
de muvahhid mü’minin sıfatı olarak görmüş-
lerdir. Bir başka betimlemeye göre, tevekkül
avâmmın, teslîm havassın, tefvîz havâssü’l-
havâssın sıfatıdır. Bir başka tasnîfe göre ise
tevekkül bütün enbiyânın, teslîm İbrahim’in
(a.s.), tefvîz ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sı-
fatıdır. Ebû Ali Dekkâk ise tevekkül sahibinin
Allah’ın va’dine güvenip huzûr bulduğundan,
teslîm sahibinin hâlini bildiğine kânî olduğu
Allah’ın ilmi ile iktifâ ettiğinden, tefvîz sahibi-
nin ise Allah’ın hükmüne rızâ gösterdiğinden
bahsetmektedir.
1 El-Isfehânî, Ebû Nuaym Ahmed bin Abdillah, Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatü’l-Asfiya, Daru’l-Kutubu’l-İlmiyye, Beyrut 1996:XI/882.
2 Es-Serrâc, Ebu Nasr et-Tusî, El-Luma’, tahk.: Abdulhalim Mahmut ve Abdulbaki Surur, Daru’l-Kutubu’l-Hadise,Kahire 1960:78-79.
3 65/Talâk, 3.4 14/İbrâhîm, 11.5 60/Mümtehine, 4.6 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, M. Ü. İlahiayat Fakültesi Vakfı Yayınla-
rı,1994:167.7 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kasım Abdulkerim, Er-Risaletü’l-Kuşeyriyye fi İlmi’t-Tasavvuf,
haz.: Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı, Darü’-Hayr, Beyrut 1993:163.8 Schimmel, Annemarie, Tasavvufun Boyutları, çev.: Ende Güral, Ankara1999:127.9 Tirmizî, Zühd, 2317,2318; İbnu Mace, Fiten, 3976, İmam Malik, Muvatta, Güzel
Ahlak, 3.10 İmam Gazali, İhya Ulumi’d-Din, Daru’l Cil, Beyrut 1992:VI/137-138.11 Ewing, “Özne, Arzu ve Farkına Varış”, 2000:179-180.12 Câhidî, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi Bölümü, no: 350, vr. 113b.
*Prof. Dr.
Dipnot
BilMeM!..
Gönlümü yalnızca yâre verdim ben,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!..Vuslat deryasına çoktan erdim ben,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Aktı gözyaşlarım, sînem ıslandı,Hüzünlü yüreğim Hakk’a yaslandı,Dünyayı tepince nefsim uslandı,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Hiçbir şey cezbetmez beni dünyada,Aşkım depreşiyor dâim hülyada,Visâle koşuyor rûhum rüyada,Gurbette ağyarın hâlini bilmem!.. Sükûtî’yim, malda-mülkte gözüm yok,Aşk odunda yanan gönlüm zaten tok,Yârin her nazarı zehirli bir ok!Gurbette ağyarın hâlini bilmem!..
Hızır irfan ÖNDer
33Kasım 201332 33
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-
retleri, kağıda, kaleme ve yazıya çok
önem vermiştir. Bazen küçük bir not
parçasını, bazen yeni doğmuş olan beyti, bazen
mektuplarını yazdığı evraklarının çalışma nüs-
halarını bile atmamış, özel arşivinde muhâfaza
etmiştir. Kendisinin kurduğu, 10.000 ciltlik “H.
Hulûsi Ateş Şeyhzâdeoğlu Özel Kitaplığı” bünye-
sinde özel bir bölümde el yazması notları mev-
cuttur. Osmanlıca/Kur’an harfleriyle kaleme alın-
mış bu notların içeriğinin daha iyi anlaşılabilmesi,
Dîvân, Mektûbât ve Hutbeler adlı eserlerde yer
almayan notların gönül dostlarıyla buluşturul-
ması maksadıyla; H. Hamidettin Ateş Efendi’nin
himmet ve gayretleriyle bir proje başlatıldı. Prof.
Dr. Mehmet Akkuş, Prof. Dr. Ali Yılmaz, Doç.
Dr. Zülfikar Güngör ve Yrd. Doç. Dr. Abdulmecit
İslamoğlu’ndan oluşan heyet mahâretiyle bu not-
lar günümüz Türkçesine çevrilmeye başlandı bile.
Proje tamamlandığında, bu yeni notlar inşallah
“Hulûsînâme” adıyla Vakfımız tarafından kitap-
laştırılacaktır.
Bundan böyle yazılarımızda zaman zaman
bu notlardan bahsedeceğiz. Bu yazımızın konu-
su, Peygamberimiz ve sahâbî efendilerimizle ilgi-
li olacak. Artık Hulûsînâme zâhir olmaya, ortaya
çıkmaya başladı.
Rasûlullah (s.a.v.)’ın, Zâhir isimli bir sahâbesi
vardı. Zâhir, çölde yaşardı. Ara sıra Allah
Rasûlüne, çöl çiçek ve meyvelerinden hediyeler
getirir, Peygamberimiz de onu çölde lazım olabi-
lecek hediyelerle sevindirirlerdi. Bazı bedenî ku-
surları olduğu için, toplum içinde bulunmaktan
tedirgin olan ve bu yüzden çölde yaşamayı ter-
cih eden bu sahâbîye, Peygamber Efendimizin
çölden bazı bitkileri toplayıp, Medine pazarında
beraberce pazarlamayı önermesi ilginçtir. Zâhir,
Peygamber Efendimizin zaman zaman şakalaştığı
sahâbelerden biri idi. Onun için Peygamberimiz,
“Zâhir, bizim çölümüz, biz de onun şehriyiz.” bu-
yururlardı.
Ticaretle uğraşan Zâhir, yine bir gün bir şeyler
satmak amacıyla şehre gelmişti. Rasûlullah Efen-
dimiz, o görmeden arkasından gelip, kollarından
tuttuktan sonra gözlerini kapadılar. Zâhir, telaş-
lı bir şekilde:
“Kimsin? Beni bırak.” diyerek geri döndü. Pey-
gamberimiz olduğunu görünce de sevindi ve başı-
nı, Rasûlullah’ın şefkatli sînesine koydu.
Allah Rasûlü şakalarına şu soruyla devam ettiler:
“Bu köleyi kim satın alır?”
Bu soruya Zâhir:
“Pek alıcı bulamazsınız, benim ne değerim ola-
bilir ki?” diye cevap verince, Peygamberimiz şöy-
le buyurdular:
“Sen görünüşte belki öylesin, fakat Allah ka-
tında değeri yüksek, pahası ağır bir kölesin.”
(Ahmed, III, 161.)
Latîf Bir Latîfe
Şimdi “H. Hulûsi Ateş Şeyhzadeoğlu Özel
Kitaplığı”nda bulunan Hulûsi Efendi Hazretleri-
nin el yazması notlarından birkaç parçayı günü-
müz Türkçesine çevirerek okuyalım:
Hulûsînâme
“Zâhİr” Olunca
EdebiyatMusa TEKTAŞ
35Kasım 201334
Cenâb-ı Risâlet-Penâhın Zâhir İsminde Bir Sahâbeye Latîfeleridir
Var idi bir ashâbı hulku zâhir
Bâdiye teştinde ismi Zâhir
(Peygamberimizin yaratılış itibariyle parlak
yüzlü ve ahlâkı meydanda olan, Zâhir isimli bir
ashâbı vardı. Çölde yaşardı.)
Bostan eküben deşti her gâh
Pazara getirip satardı gâh gâh
(Çöl sıcağında bostan eker, tarımla uğraşır,
ürünlerini zaman zaman pazara getirip satardı.)
Hem kasdı bu vechile ticâret
Hem dostunu eylemek ziyâret
(Bu şekilde hem ticaret yapar, geçimini temin
ederdi; hem de dostu olan Allah Rasûlunü ziyaret
etmiş olurdu.)
Bir gün yine ol çerâğ-ı îmân
Pazara getirdi metâ-ı bostan
(Bir gün yine iman ışığı yayan mum olan sahâbî,
bostanında ekip biçtiği ürünlerden pazara getirdi.)
Bir köşeye hayret ile durdu
Satmaya metâını oturdu
(Pazarın bir köşesine merakla durup, satış için
tezgâhının başına oturdu.)
Gördüğü Rasûl Zâhir’dir
Deştin dem dem ki misafiridir
(Rasûlullah onu gördü; onun gördüğü, zaman
zaman çöldeki bahçesine misafir olduğu Zâhir’dir.)
Ol abde kılıp atâ vü ihsân
Tutdu güzel yediyle pinhân
(Peygamberimiz güzel eliyle gizlice onu tuta-
rak bu köleye lütufta ve ikramda bulundu, şaka
yaparak mübarek elleriyle gözlerini kapadı.)
Bakdı göz ucuyla gördüğü yârı
Dâvet gözünü gidip karârı
(Göz ucuyla şöyle bir baktı, gördüğü sevdi-
ği dostu idi. Sevince gark oldu, içi içine sığma-
dı, ihtiyarı elinden gitti.)
Güldü yârını safâya saldı
Derd-i dilini devâya saldı
(O gülünce Peygamberimiz de tebessüm
buyurdu, çok sevindi. Aslında Zâhir, gönlü-
nün yarısına merhemini bulmuştu.)
Yaslandı Rasûl-i Kibriyâ’ya
Sadrını kılıp başına sâye
(O güzel güzeli Rasûlullâh’ın göğsünü
başına gölge edinerek onun mübarek göğsüne
yasladı.)
Bildi ki bu muhabbete atıftır
Sultândan kuluna bir lutuftur
(Bildi ki Rasûlullâh’ın yaptığı bu şaka sev-
ginin tezahürüydü. Bu yakınlaşma sultandan
kuluna bir lütuftu.)
Âşık ile ma’şûk yedile yazar
Kuruldu muhabbet var mı haberdâr
(İki sevenin birbirine yakın olması, kudret
kaleminin yazgısı. Muhabbet pazarı kuruldu,
haberi olan var mı?)
Buyurdu Rasûl ki bu abdi
Kim bir pula alırsa haydi
(Peygamberimiz dedi: “Bu köleyi kim bir
pula satın alır? Haydi gelsin.”)
Hurşîd ki zerreye nâb vermiş
Deryâ ki katreye âb vermiş
(Güneşin parlaklığı bir toz zerresine ber-
raklık, parlaklık kazandırdığı, deryanın da
kendine kavuşan bir damlayı bir parçası kabul
ettiği gibi, Peygamberimiz Zâhir’e şeref bah-
şetti.)
Lutf ile gedâsını der-âğuş
Etmiş kılmayıp ferâmuş
(Lutfedip, kölesini bağrına bastı, onu hatırında
tuttu, bu hadise ile insanların hatırlamasına vesile
oldu. Bu olay onun değerini yüceltti.)
İndimizde Hudâ’nın ahabbısın
Mâdem ki hârlıktı talebin
(Sen kendini bir çöl dikeni gibi değersiz görüyor-
sun, hâlbuki bizim yanımızda Allah’ın en sevdikle-
rindensin.)
Yetmez sana bahâ dünyaca mikdâr
Kim olamaz sana hazînedâr
(Dünya mikdârıca para versler de, o, senin değe-
rine yetmez; kimse senin değerini verip de satın ala-
cak hazîneye sahip değildir.)
Biri aşkı ma’şûku etse pazâr
Alan yine kendidir be-tekrâr
(Biri sevgiyi ve sevdiğini satacak olsa, kendin-
den başkası onu alamaz; tekrar alacak olan yine
kendisidir.)
Bir kul ki seve Hudâ’yı mutlak
Sever anı da Hudâ muhakkak
(Bir kul Allah’ı gerçekten severse muhakkak ki,
Allah da onu sever.)
“Aldatan Bizden Değildir”
Bir gün Peygamber Efendimiz evinin ihtiyaçları-
nı almak üzere Medine pazarına çıkmıştı. Bir buğday
yığını gördü. Buğdaylar pek de güzel görünüyordu.
Buğday yığınına yaklaştı, fiyatını sorup öğrendi. İşte
o sırada bir vahiy geldi ve Peygamber Efendimizden
elini buğdayın içine daldırması istendi. Tuhaf şey!
Dışarıdan kupkuru görünen buğdayın içi ıslaktı. Bu
işte bir hile olduğu ortadaydı. Allah’ın Rasûlü satı-
cıya,
“Niçin buğdayın dışı kuru da içi ıslak?” diye
sordu.
Kendini savunmaya çalışan adam:
“Biraz önce yağmur yağmıştı da, o zaman ıslan-
mış olacak.” dedi.
Peygamber Efendimiz bu bahaneyi doğru bul-
madı ve:
“Madem öyle, herkesin görmesi için ıslak buğ-
dayları üst tarafa koyman gerekmez miydi?” buyur-
du. Adam bu soruya cevap veremedi. Peygamber
Efendimiz ona şu ölümsüz kuralı bildirdi:
“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim,
Îmân 164; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 242.)
YÜZleŞMe
Ufkum, tevbeye aç bir günah kadar kirli,Nefsim, terk kötülüklerin bitpazarında,Sınır ihlâlleriyle hayallerimin masumiyetini,Alıp haraç-mezat satmak ister şeytana.
Biliyorum eski cerahatleri deşmeli,Son pişmanlık krizlerimle yüzleşmeliyim,Sonra aklımı hep rehin alan heva ve heveslerimeVe kör nefsime bir mezar yeri eşmeliyim. Günde beş vakit muştuyla çağrılan bir nehirde,Günahlarımı tevbeyle pirüpak yıkayarak,Hicapla çevirebilsem ufkumu sevgilinin ufkuna, Dirilsem namazla her kötülükten korunarak.
Nasuh tevbem silsin tekerrür eden günahlarımı!Kurtulsun bilinçaltım köhnemiş labirentlerinden!Ve onca şehvetin haramı unutturan sıcaklığından,Ey en Sevgilinin sevgisi sen tut ve çıkar beni!
Mehmet SertpOlAt
Kasım 201336 37
“Ey Sevgili, Elimden Tut”
Hulûsi Efendi Hazretleri bizim kanaatimi-
ze göre, aşağıdaki manzumeyi de pazarda buğ-
day satan bu sahâbînin dilinden nazmetmiştir:
Heyhât emeğim hiçe saldım
Söndü emelim nâ-ümid kaldım
(Yazık bana ki, emeklerim boşa gitti; bütün
emellerim söndü, ümitsizliğe düştüm.)
Bildim ki bî-vefâdan imiş dûn
Olmuşum bu dûnun destinde zebûn
(Bildim ki vefasızlık edenler, alçalır değer-
siz duruma düşermiş. Bu aşağılık hal ile ben
bayağılık tuzağına düşmüşüm.)
Bir hîle ile aklımı almış
Heyhât bana kim yalana salmış
(Akılsızlık ederek hile yapmışım. Ayrıca Al-
lah Rasûlüne yalan söyleme gibi yanlış bir yola
tevessül etmişim.)
Aldanmışım uymuşum hevâya
Bend olmuşum bu dâm-ı mâ-sivâya
(Günah ve kötü fikirlerin eline düşmekle, hevâ ve
hevese uyarak dünyalıkların tuzağına düşmüşüm.)
Ey yâr elimi tutup rehâ kıl
Lutf ile bu derdime bir devâ kıl
(Ey sevgili, elimden tut, beni bu bataklıktan kur-
tar, lutfederek benim bu derdime bir çâre bul.)
Üftâdelerin elini tutmak
Şânına sezâ zârın uğutmak
(Senin şânına yakışan düşkünlerin, yardıma
muhtaç olanların elinden tutmak, onların ağlayışla-
rını, gözyaşlarını dindirmektir.)
Vasl ile dola bî-çâre dil
Andan çıka bu efsâne-i zül
(Bu çâresiz gönül sana kavuşmakla rahata ersin.
Bu benim yanlış davranışım da ondan çıksın ve ibret
için efsane olarak dilden dile anlatılsın.)
Kasım 201338 39
MUHARREMDİRCİHAN AĞLAR
Her Muharrem geldiğinde bir
hüzün çöker yüreğime; gönlü-
me bir darlık gelir. Bilirim tarih
‘keşke’ ile okunmaz; lâkin yine de her Muharrem-
de, ‘Âh keşke tarihimizde bu trajedi olmasaydı.’
demekten kendimi alamam. Kerbelâ, baştan sona
bir trajedidir.
Bir yanda kendini ‘kurban eden bir yüce can
var’. O can ki, şâh-ı şühedâ, cümle şehitlerin
şâhıdır. O cân ki, Peygamber Efendimizin biricik
yâdigârı, pâk Fâtıma’nın cânıdır. O cân ki, şâh-ı
merdân; yiğitlerin, kâmil insanların, gönül adam-
larının, mânâ ve ruh derinliğine ermiş bilgelerin,
ilm-i ledün sırrına mazhar olmuş âriflerin şâhının,
Allah’ın aslanının, Hayber Fâtihinin cânıdır. O
cân ki, bir yiğit, bir er kişi…
Öte yanda iktidârın, mevki ve makâmın, şan
ve şöhretin, mal ve mülkün câzibesine yenik düş-
müş; mânâyı, himmeti, hizmeti, şefkat ve merha-
meti unutmuş bir koca karabulut. Evet, karabu-
lut. Bu karabulutların getirdiği kasırga, sadece
şâh-ı şühedâyı değil, kundakta bir bebek olan Ali
Asgar’a değin o soylu, o pâk, o mâsûm cânların
hepsine kasdetmiştir. Günlerce susuz bırakmış,
aç, bîilaç bırakmış, sonra da hırsını alamayıp, ze-
hirli oklarıyla ve kanlı kılıçlarıyla o mâsûmlara
akla gelmedik eziyetler ederek pek çoğunun kanı-
nı Kerbelâ toprağında akıtmış, bir kısmını da Şam
zindanlarında mahkûm etmiş yahut da köle paza-
rında satmıştır.
Her Muharrem Gözlerim Yaş Dolar
Her Muharrem geldiğinde, bedenim bu-
radadır, ama aklım ve gönlüm Kerbelâ’da;
mahzûnlaşır yüreğim, gözlerim yaş dolar,
‘keşke’li cümleler kurarım… Olmaz; o hâtırayı,
o anı unutmak mümkün değildir. Unutmak
niyetinde de değilim, lâkin tarihten neden
ders almadığımızı, niçin hâlâ o acıların bizi
birleştirmediğini sorar dururum. Evet, niçin?
Zaman ırmağını geriye akıtmak mümkün
değildir, tarihi tersine çeviremeyiz. Bu yüzden
sorulara sığınır, cevaplar ararım. Sorular ve
cevaplar beni âna ve yarına taşır. Bu bakım-
dan Muharrem, benim için, siyasî-sosyal an-
lamda bir muhâsebe ayıdır. Muhâsebe def-
terim, elimden bırakamadığım Kerbelâ şairi
Fuzûlî’nin Hadîkatü’s-Süedâ’sıdır. İlginçtir,
bu defterde rakamlar bulunmaz, her satırın-
da, tarih ve gözyaşı vardır. Bilirim ki, tarihe
gitmeden yarını kuramam. O yüzden okurum,
okurum… Sonra, her cümlesinde, her parag-
rafında, o anı yaşar, ağlarım, ağlarım.
Akar sular gibi aksun ağlasun
Sînesin dağlayıp yansun ağlasun
Aç susuz bu demde kansun ağlasun
Senin âşıkların İmâm-ı Hüseyn
Şeb-i gamda bülbül gibi zâr ile
Siyâhlar bürünsün bu efkâr ile
Pür etsün eşkini hûn-i nâr ile
Senin muhiblerin İmâm-ı Hüseyn
Aklım ve gönlüm Kerbelâ’da… Kerbelâ
mahzûn, ben mahzûn. Bilhassa içinde yaşadı-
ğımız zamanlarda bu mahzûnluk daha da arttı.
Kerbelâ, eskiden hacılarımızın uğrak yerlerin-
den birisiydi. Hacımız önce buraya uğrar, Âl-i
abâ sevgisini tazeler; sonra Harem-i Şerîf’e
giderdi. Âşıkları Kerbelâ toprağını, gözleri-
ne sürme olarak çekerlerdi. Kutsaldı, değer-
liydi bu toprak… Oysa şimdi yollar kapandı;
dosta gidilmez, Şâh-ı Şühedâ ziyâret edilmez
oldu; hüznüm daha da arttı. Dilimde Osman
Kemâlî’nin mersiyesi, gözlerimde yaş.
Muharremdir, kamer mahzûn,
güneş me’yûs kan ağlar
Felek şerkeşte mebhût, hayrete dalmış cihân ağlar
Cefâ-yı şâh-ı mazlûma tahammül etmeyip dağlar
Ezelden gözlerinden âblar olmuş revân ağlar
Kesildi başları bin cevrile bir âşık-ı zârın
Kesen mel’ûnlara la’net edip seyf-i Sinân ağlar.
Yirmi bin kişi birden oklar atdı Şâh-ı Mazlûm’a
Bizi atman diyüp zâlimlere tîr ü kemân ağlar
Cihânın sâhibinden bir içim su kıskanılmış, âh
Fırât ağlar, Murâd ağlar, zemân ü âsumân ağlar
Döküldü hûn-i mazlûmân yere, yer mâteme girdi
Melekler titreyüp inler, felek’de kehkeşân ağlar
O Şâhın derdi etmiş cümle insân oğlunu giryân
Bilenler bilmeyenler hep bu derd ile inan ağlar
Belâ-yı Ehl-i Beyt’in yazmağa imkân mı var, aslâ
Söz ağlar, söyleyen ağlar, kalem ağlar, yazan ağlar
Osman Kemâlî’nin mersiyesi uzar gider. Ama yü-
rekteki sızı, o tarifsiz acı, o hüzün hep orada kalır.
Söz tükendi, kalem sustu. Ne diyelim? Ehl-i Beyt’in
rûhu şâd olsun, onları seven cânların gönülleri şen
olsun, aşk olsun! *Prof. Dr.
KültürBilal KEMİKLİ*
Kasım 201340
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Kİra ve
Kİracı41
Mülkiyet, en
temel in-
san hak-
kıdır. Mal ve mülk sahibi olma
arzusu insanın fıtratında var-
dır. Din, insandaki bu arzuyu
dengelemek ve doğru kullan-
mak için prensipler getirmiştir.
Bu prensiplerin başında mülkün
helal yoldan elde edilmesi gelir.
Mülk sahibi olma bakımından
bütün insanlar aynı seviyede de-
ğildir. Bunda Yüce Allah’ın pek
çok hikmeti vardır. Bir âyet bu
durumu şöyle izah eder: “Rabbi-
nin rahmetini onlar mı paylaş-
tırıyorlar? Asıl onlar arasında,
bu dünya hayatındaki geçimle-
rini paylaştıran ve bir kısmı di-
ğer kısmını istihdâm etsin diye
birbirine farklı oran ve alanlar-
da üstün kılan Biziz. Rabbinin
rahmeti var ya onların birik-
tirdiği her şeyden daha değer-
lidir.”1. Kira ve kiracı ilişkisin-
de de benzer bir durum vardır.
Herkes ev sahibi olmak ister
ancak her zaman imkânlar
buna elvermez. Herkes işini ve
mesleğini kendine ait bir iş ye-
rinde icrâ etmeyi arzular, fakat
şartlar her zaman buna müsa-
it olmaz. Bu sebeple kiracılık
ve kira meselesi sosyal ve eko-
nomik hayatın bir zarûreti ola-
rak karşımıza çıkar. Yüce dini-
miz kira, kiracı ve mal sahibi
arasındaki hakları düzenle-
mek, ilişkilerin bu hak ölçüle-
rine göre yürümesini sağlamak
için prensipler getirmiştir. Bu
prensipler mal sahibinin meş-
ru yoldan elde ettiği mülkün-
den helal kazanç elde etmesi,
kiracının ise çalışma veya ba-
rınma ihtiyacını en güzel bir
şekilde karşılamasını sağlar.
Sözleşmenin Önemi
Kira, kiracı ile mal sahibi ara-
sında yapılan bir sözleşmedir.
Kur’ân’ın emri gereğince Müs-
lümanların yaptıkları sözleşme-
lere bağlı kalmaları ve verdikleri
sözde durmaları imanlarının bir
gereğidir.2 Bu sözleşmede bazen
bir kimse taşınır veya taşınmaz
malının menfaatini başkasına
sunar. Bir dâireyi, bir iş yeri-
ni, bir araziyi, arabayı veya bir
hayvanı başkasına kiralamak
böyledir. Bazen de emeğini
bir başkasına kiralar. Buna “iş
akdi” veya “hizmet sözleşmesi”
denir. Ücret veya maaş karşılı-
ğında işçi veya memur çalıştır-
mak, sanatkâra bir şey sipariş
vermek bu kabîldendir. Kulla-
nırken tüketilen şeyler kira ak-
dinin konusu olamaz. Çünkü
kirada malın kendisinden de-
ğil, menfaatinden yararlanıl-
maktadır. Yani tüketilen mal
değil menfaattir.
Kira ve kiracılık insanlığın öteden
beri başvurduğu bir yoldur. Bu
sebeple Kur’ân ve Sünnet gerekli
şartları taşıyan kira akdini meşru
saymıştır. Kur’ân, boşanan anne-
nin çocuğunu emzirmesi için ki-
ralanabileceğini şöyle ifade eder:
“(Boşadığınız) kadınlar sizin için
(çocuğunuzu) emzirirlerse on-
lara ücretlerini verin ve aranız-
da güzellikle konuşup anlaşın.”3
Bir başka âyette ise geçmiş pey-
gamberlerin şerîatında da kiracı-
lığın meşru kılındığını Hz. Musa
(a.s.)’nın Hz. Şuayb (a.s.)’ın ya-
nında ücretle çalışmasını örnek
vererek anlatır. Hz. Şuayb, se-
kiz veya on yıl Hz. Musa’yı ücret-
le çalıştırmıştır.4 Bu da bir insanın
emeğini kiralamanın câiz olduğu-
nu göstermektedir.
İslâm hukukuna göre kira
sözleşmesinin meşru olabilmesi
için, bu akdi yapmaya ehil
olan kimselerin, baskı altında
kalmadan açık irâde beyânlarını
ortaya koymaları gerekir. Yapıla-
cak iş de meşrû ve helâl olmalı-
dır. Verilecek kiranın mikdârının,
ödeme yerinin ve şeklinin de be-
lirlenmesi şarttır. Kiraya verilen
ev ve dükkânın ne amaçla kullanı-
lacağı da açıklığa kavuşturulmalı-
dır. Manifatura olarak kiralanan
bir dükkân deri tabaklamak için
kullanılamaz. Bir kimsenin kira-
ya verdiği şey kendisine ait ve ge-
rektiğinde kiracıya teslim edilebi-
lecek özellikte olmalıdır.
Emeğin Karşılığı
Emeğin kiralanması bakımın-
dan iki tür kiracı vardır. Bun-
lardan biri, “özel işçi”dir. Özel
“Kira, kiracı ile mal sahibi arasında yapılan bir
sözleşmedir. Kur’ân’ın emri gereğince Müslümanların
yaptıkları sözleşmelere bağlı kalmaları ve verdikleri
sözde durmaları imanlarının bir gereğidir.”
Kasım 201342
işçiler bir anda tek bir iş yapa-
bilen, bir kişi tarafından kira-
lanabilen kimselerdir. Yevmi-
ye ile çalışan inşaat ve bahçe
işçileri, memurlar böyledir.
Bunlar, belirlenen işi yap-
mak üzere kendilerini ha-
zır hale getirince ücreti hak
ederler. Meselâ, inşâat işçisi
belirtilen saatte inşâata gel-
se, ancak işveren malzeme-
yi hazır etmediği için çalışa-
masa yevmiyesini hak eder.
Yine bir tarlayı sulamak için
tutulan işçi, suyun kesilme-
si sebebiyle işini yapamasa
ücretini alma hakkına sahip
olur. Bir de, “ortak işçi” var-
dır. Bu tür işçiler bir anda
birden çok kimseye iş yapa-
bilirler. Terziler, kuru temiz-
lemeciler, ayakkabı tamir-
cileri bu gruba girer. Bunlar
kendilerinden talep edilen işi
bitirmeden ücret alamazlar.
Arazi kiralanmasın-
da, sürenin belirlenmesi,
hangi iş için kullanılacağı-
nın tesbit edilmesi, zirâat
için kullanılacaksa ekilecek
ürünün çeşidinin açıkça
belirtilmesi veya meşrû ve
helâl olmak kaydıyla istediği
ürünü ekme konusunda kira-
cının serbest bırakılması ge-
rekir. Araç ve hayvan kirala-
mada, yükün çeşidi, mikdârı,
kira süresi veya gidilecek me-
safe de belirlenmelidir.
Kiracının ve mal sahibi-
nin bazı durumlarda kira ak-
dini feshetme (bozma) hak-
kı doğar. Kiralanan malda
yararlanmayı engelleyen bir
kusurun meydana gelmesi
durumunda sözleşme feshe-
dilebilir. Meselâ, evin çatısı-
nın yıkılması durumunda mal
sahibi tamiri yapmaz veya bu
konuda kiracıya da yetki ver-
mezse kiracı sözleşmeyi fes-
hedebilir. Kira akdini feshet-
meyi gerektiren meşrû bir
mâzeretin ortaya çıkması du-
rumunda da sözleşme feshe-
dilebilir. Meselâ, ayakkabıcı-
lar çarşısında üç yıllığına bir
dükkân kiralayan kimse daha
sonra iş değiştirerek başka bir
sektöre geçse bu kira sözleş-
mesi feshedilebilir.
Kira sözleşmesi, belirlenen
süre bitince, karşılıklı rızâ ile
(ikâle) ve kiralanan malın telef
olmasıyla sona erer. Kira söz-
leşmesine taraf olan kimselerin
birbirinin hukukuna riayet et-
mesi gerekir. Bunun için kiracı
43
çıkmadan en az bir ay önce çı-
kacağını bildirmelidir. Ânî ge-
lişmeler olursa buna bir şey de-
nemez. Mağdûriyeti önlemek
ve haksızlığı ortadan kaldırmak
için kira sözleşmesine bunun
yazılması gerekir. Hanefî mez-
hebine göre, kiracının veya ki-
raya verenin ölmesiyle de kira
akdi sona erer. Buna göre, bir
kimse bir dükkânı veya evi bir
çocuğun babasından kirala-
sa babanın ölmesiyle kira akdi
sona erer, çocuk isterse akdi ye-
niler isterse yenilemez.
Kira ve kiracılıkta tarafların
temel yükümlülükleri vardır.
Mal sahibinin esas yükümlü-
lüğü, kiraya verdiği malı kulla-
nıma elverişli hale getirmektir.
Tamir gerektirdiği zaman da ta-
mirini ve bakımını yapmaktır.
Buna göre duvarların sıvanma-
sı, kapı ve pencerelerin takıl-
ması, su giderlerinin açık tu-
tulması, yıkılan yerlerin tamir
edilmesi mal sahibinin yapması
gereken şeylerdir. Ancak bun-
ların bozulması kiracının kusu-
ruyla olmuşsa yapmak ve tamir
ettirmek ona aittir. Kiracı ba-
kım ve tamir işlerini kendiliğin-
den yaparsa ev sahibine bağışta
bulunmuş olur. Ancak ev sahi-
binin izni ve onayı ile yaparsa
kiradan düşebilir.
Kiralanan Mal Emânettir
Kiracının temel görevi ise,
kendisine kiralanan malın
emânet olduğunu düşünerek
bu sorumlulukla hareket etme-
sidir. Kendi kusûruyla ve kas-
dıyla meydana gelen hasarla-
rı tazmîn etmek zorundadır.
Meselâ, daha iyisini takmak
için muslukları sökerken kırsa
masrafı kendisi öder.
Tarafların ortak yükümlü-
lüğü “zarar vermemek ve za-
rara uğramamak” prensibi ge-
reğince kirayı makul olarak
ayarlama ve yıllık artışı da in-
saf ölçülerine göre yapmak-
tır. İmkânı olduğu halde za-
manında kirayı ödemeyen kişi,
Hz. Peygamber’in ifadesiyle
zâlimdir. Kirayı ödemeyip baş-
ka şekilde nemalandırdığı pa-
radan elde ettiği kazanç helâl
değildir ve kul hakkıdır. Böy-
le haksızlık yapan kimse mal
sahibine bu farkı ödemek zo-
rundadır. Mal sahibi ölmüş-
se fakirlere sadaka olarak verip
sorumluluğunu hafifletme yo-
luna gitmelidir.
Allah’a isyan sayılacak bir işi
yaptırmak için ücretle adam tu-
tulamaz. Buna göre, haram bir
oyun ve eğlence için erkek veya
kadın kiralamak câiz olmaz.
Yine, haksız yere birisini öldür-
mek, hapsetmek, dövmek veya
daha başka haksız işler yap-
mak üzere adam kiralamak
câiz değildir.
Burada konuyla ilgili çok so-
rulan iki sorunun cevabını kay-
detmek istiyorum:
Bir Müslümanın evini ve
dükkânını haram işler yapacak
kimselere kiralaması câiz midir?
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna
göre dinen meşrû olmayan işle-
ri yapacak olanlara ev ve dükkân
verilemez. Alınan kira da helâl
olmaz. Ebû Hanîfe’nin bu konu-
daki fetvâsı, Müslüman olma-
yanın Müslümanın dükkânını
kilise yapmak veya şarap satmak
için kiralaması konusundadır.
O, Müslümanları küçük düşüre-
cek bir durum yoksa dükkânın
onlara kiraya verileceğine fetvâ
vermiştir. Ancak Müslümanın
şarap satmak için bir Müslüma-
nın dükkânını kiralaması Ebû
Hanîfe’ye göre de câiz değildir.
Çünkü Müslüman şarap sata-
maz. Satarsa veya alırsa o alış-
veriş dînen geçerli olmaz.
Hava Parası Câiz Midir?
Kira akdi bitmeden kiracı iş-
yerini bir başkasına devredip
hava parası alabilir. Kira söz-
leşmesi bittikten sonra mal sa-
hibinin izni olmadan alamaz.
İslâm Fıkıh Akademisi’nin bu
konudaki kararı şöyledir: “Kira
akdi devam ederken kiraladı-
ğı yeri erken tahliye eden kira-
cının, kalan kira süresi karşılı-
ğında yeni kiracıdan veya mal
sahibinden alacağı bedel (hava
parası) câizdir. Buna karşılık
kira süresi sona erdikten sonra,
kiralananda artık gayrimenkul
mâliki hak sahibi olduğundan,
onun muvâfakatı olmadan, ki-
ralananın bir başkasına dev-
redilmesi ve bunun için bedel
alınması câiz olmaz”5.
1 43/Zuhruf, 32.2 5/Mâide, 1.3 65/Talâk, 6.4 28/Kasas, 25-27.5 TDV, İlmihal, II, 446; Hamdi Döndüren, Ticaret
İlmihali, 654.
*Prof. Dr.
Dipnot
Kasım 201344
Sûfî Yaklaşım Ali SEYYAR*
Hırsızların Rehabİlİtasyonunda
45
Geçmiş zamanın sûfîleri, mânevî ve
sosyal sapmalar içinde olanlara tat-
lı dilleriyle uyarma ihtiyacı duyar ve
kendilerine yaptıklarından pişmanlık duyup töv-
be etmelerini tavsiye ederlermiş. Hırsızlık yapan
kişilere de genelde bu çerçevede samîmî bir şekil-
de nasîhat ederler ve onlara bu kötü alışkanlıkla-
rından vazgeçmeleri için maddî ve mânevî yönden
yardımcı olurlarmış. Bu bağlamda bu yazıda bazı
velîlerimizin hırsızların rehabilitasyonlarına yö-
nelik nasıl bir yöntem geliştir-
diklerini göreceğiz.
Hz. Ahmed bin Hadraveyh’in Örnek
Yaklaşımı
Hz. Ahmed bin Hadraveyh’in
evine bir gün bir hırsız girmiş.
Evinde hiçbir şey bulamayan
genç hırsızı fark eden Hz. Ah-
med bin Hadraveyh ona şöyle
demiş: “Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest
al ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey ge-
lir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş
olursun.” Genç, gayr-i ihtiyârî olarak ve belki de
bir şeyler elde etmek ümidiyle onun emrettiği gibi
hareket etmiş. Sabah olunca zengin birisi Hz. Ah-
med bin Hadraveyh’e yüz elli altın getirmiş. Hz.
Ahmed bin Hadraveyh, bu parayı o gence vererek,
“Al bu altınları, senin olsun; Bunlar bu gece kıldı-
ğın namazlar sebebiyle sana mükâfâttır.” demiş.
Genç, şeyhin bu lütuf ve iltifâtı karşısında çok şa-
şırmış ve şöyle demiş: “Yolumu kaybetmiş, bozuk
işlere dalmıştım. Bir gece sâyenizde hayırlı bir iş
yapıp, Allah’a ibadet ettim. Rabbim de bana böy-
le ihsanda bulundu.” diyerek tövbe etmiş ve iyi bir
insan olmuş.
Hz. Ma’rûf-i Kerhî’nin Örnek Yaklaşımı
Bir gün Hz. Ma’rûf-i Kerhî, Dicle kenarı-
na abdest almak için gitmiş. Kur’ân-ı Kerîm ve
seccâdesini namazgâhında bırakmış ve tam o
esnada yaşlı bir kadın gelip, bunları alıp oradan
kaçmaya başlamış. Hz. Ma’rûf-i Kerhî, durumu
fark edince kadının peşinden koşarak, ona ses-
lenmiş: “Hiç Kur’ân okumasını bilen çocuğun
var mı?” Kadın “Hayır.” deyince şeyh, “Madem
öyle, o halde Kur’ân’ı bana bırak, seccâde se-
nin olsun. Ben hakkımı helâl ettim.” demiş. Ka-
dıncağız, bu hiç beklenmedik yaklaşım karşı-
sında mahcup olmuş, başını eğip yere bakmış
ve utancından tek kelime söyleyemeden oradan
ayrılmış.
SÛFÎ YAKLAŞIM
“Bir sosyal sapma türü olan hırsızlık, aslında kişinin
fıtratına ve vicdanına aykırı bir durumdur ve çoğu
zaman gafletin veya bir zarûretin sonucu olarak
işlenmektedir. Böyle olduğu için, hemen her hırsızın
rehabilite edilmesi mümkündür.”
Kasım 201346
Hz. Ahmed er-Rufâî’nin Örnek Yaklaşımı
Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin evine bir gün
bir hırsız girmiş. Evinde çalınacak önemli bir şey
bulamayan hırsız, boş dönmek üzere iken Hz. Ah-
met er-Rufâî ile göz göze gelmiş. Hırsız, şeyh efen-
diyi karşısında görünce korkmuş, şaşkın ve mahcup
olarak ne yapacağını bilmez bir halde iken büyük
velî onu teskîn etmiş. Hırsızın utanmasına fırsat ver-
meden onu eli boş göndermeyeceğini söyleyerek,
ona bir mikdar un hediye etmiş. Daha sonra hırsız-
dan helâllik isteyip onu yolcu etmiş. Hz. Ahmed er-
Rufâî’nin bu şefkatli davranışı karşısında hırsız, de-
rin bir mahcûbiyet içinde yaptıklarından pişmanlık
duymuş. Tövbe eden hırsız, Ahmed er-Rufâî’nin
talebesi olmuş ve hak yoldan hiç ayrılmamış.
Hz. Tâhâ-i Hakkârî’nin Örnek Yaklaşımı
Hz. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, 19. asrın Anadolu
velîlerindendir. Bir gece bir hırsız, evin bitişiğin-
deki ambarına girip, bir çuval un almak istemiş.
Çuvalı doldurmuş, fakat kaldıramamış. Yarıya ka-
dar boşaltmış, yine kaldıramamış. Biraz daha bo-
şaltmış ama ne hikmetse yine kaldırıp götü-
rememiş. O sırada Hz. Seyyid Tâhâ, ambara
gelmiş ve hırsıza “Ne o, çuvalı kaldıramıyor
musun? Dur, sana yardım edeyim.” deyin-
ce, hırsız, donakalmış ve utancından bir şey
diyememiş. Seyyid hazretleri, çuvalı kaldırıp,
hırsızın sırtına verdikten sonra, “Bunu al git,
yalnız bizim adamlarımız seni görmesin, bel-
ki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa,
ambara değil de bizzat bize gel!” buyurmuş.
Bu müşfik ve yardımsever tavır karşısında hır-
sız, tövbe edip, Hz. Seyyid Tâhâ’nın sâdık tale-
belerinden olmuş.
Hz. Ebû Bekir Kettânî’nin Örnek Yaklaşımı
Hz. Ebû Bekir Kettânî, bir gün namaz kılar-
ken, sessizce bir soyguncu yanına yaklaşmış ve
omzundaki abâyı alıp satmak maksadıyla pa-
zara götürmüş. Ancak pazarda eli kurumaya
başlamış. Ona, ‘Sen herhalde haram bir şey
işlemiş olacaksın ki, bu duruma düştün.” de-
mişler. Hırsız, yaptıklarını söyleyince kendisi-
ne şu tavsiyede bulunulmuş: “Bunu alıp der-
hal şeyhin huzuruna git ve şefâatini dile. Duâ
etmesini söyle tâ ki, Hak Teâlâ elini iâde et-
sin.” Bunun üzerine hırsız geri dönmüş ve şey-
hin hâlen namazda olduğunu görmüş. Hırsız,
abâyı şeyhin omzuna koyduktan sonra şeyhin
namazını bitirmesini beklemiş. Hırsız, nama-
zını bitiren şeyhin ayaklarına kapanarak, için-
de bulunduğu durumu yavarıp yakararak an-
latmış. Şeyh efendi, bunun üzerine şöyle bir
niyâzda bulunmuş: “Allah’a yemin ederim ki,
abânın ne götürülmesinden ne de geri geti-
rilmesinden haberim vardır.
İlâhî! O, onu götürmüş ve
geri getirmiş. Sen de ondan
aldığını geri ver!” Bu duâdan
sonra hırsız yine eski sağlığı-
na kavuşmuş.
Hz. Cüneyd-i Bağdâdî’nin Örnek
Yaklaşımı
Naklederler ki, bir gece Cüneyd-i
Bağdâdî’nin evine giren bir hırsız, bir gömlek-
ten başka bir şey bulamamış. Hırsız da o göm-
leği alıp pazarda satmaya karar vermiş. Ertesi
gün Cüneyd-i Bağdâdî’nin pazarda bir işi çık-
mış. Hz. Cüneyd, kendi gömleğini bir tellalın
elinde görmüş. Tellal gömleği satmak istiyor,
ama müşteri de gömleğin gerçekten satıcıya
ait olduğuna dair bir delil göstermesini iste-
miş. Hz. Cüneyd müşterinin yanına varıp, “Bu
47
gömleğin ona ait olduğuna ben şahitlik edi-
yorum,” deyince müşterinin kuşkuları gide-
rilmiş ve gömlek de satılabilmiş. Hz. Cüneyd-i
Bağdâdî’nin bu fedakâr tavrı ile hırsız, cezâ al-
maktan ve toplum içinde mahcup olmaktan
kurtulmuş ve yaptıklarından utanarak ıslâh
olmuştur.
Sonuç
Bir sosyal sapma türü olan hırsızlık, aslında
kişinin fıtratına ve vicdanına aykırı bir durum-
dur ve çoğu zaman gafletin veya bir zarûretin
sonucu olarak işlenmektedir. Böyle olduğu
için, hemen her hırsızın rehabilite edilmesi
mümkündür. Tasavvufî sosyal hizmet anlayı-
şında hırsızlara, teşebbüs esnâsında yakalan-
mış olsalar dahi, insan gibi muâmele edilmesi
esastır. Nitekim sûfîler, olay anında bile hır-
sızlara güzel söz ve iyilikte bulunmuşlardır.
Kendilerine hâricî bir zarar gelmesin diye te-
şebbüslerini gizlemişler, ihtiyaç duydukları
veya sahip olmak istedikleri şeyleri çekinme-
den vermişlerdir. Sûfîler, bu kötü eylerimden
dolayı hırsızlara ne kınayıcı ne de cezâlandırıcı
bir tavır sergilemişlerdir. Bunun yerine sa-
hiplenici ve koruyucu bir yaklaşımda bulun-
muşlardır. Sûfîler, hırsızlıktan tövbe edip,
pişmanlık duyanları affedildikleri gibi hayat-
larında başarılı olmaları için ayrıca kendileri-
ne duâlarda bile bulunmuşlardır. Sûfîlerin bu
müşfik yaklaşımları karşısında birçok hırsız,
bütün diğer günahlarından da vazgeçebilmiş
ve sosyal hayatta hayırlı hizmetlerde buluna-
bilmiştir.
*Prof. Dr.
Kaynaklar
Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri, (Terc.: Süleyman Uludağ), Kabalcı Yayınevi, İstan-bul, 2007. Bursalı, Mustafa Necati, Kâdiriyye Yolunun Başbuğ Velîleri-İstanbul ve Anadolu Erenle-ri, Çelik Yayınevi, İstanbul, t.y.Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, (Terc.: Ali Arslan), C. I.-IV, Merve Yayın, İstanbul, t.y.Hasen Şükri, Şemsü›ş-Şümûs, İstanbul 1302.İmamoğlu, Haluk, “Vakıf Medeniyeti ve Günümüz”, Çerçeve Dergisi, MÜSİAD, Sayı Ocak 2009.İslam Âlimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, Cilt 3, 18, İstanbul, 1985.Tahralı, Mustafa ve Cumhur, Müjgan, Ebu’l-Âlemeyn Seyyid Ahmed er-Rufâî, İs-tanbul, 2008.
“Hz. Ebû Bekir Kettânî, bir gün namaz kılarken,
sessizce bir soyguncu yanına yaklaşmış ve
omzundaki abâyı alıp satmak maksadıyla pazara
götürmüş. Ancak pazarda eli kurumaya başlamış.”
“Hz. Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin evine bir gün bir hırsız girmiş. Evinde çalınacak önemli bir şey bulamayan hırsız, boş dönmek üzere iken Hz. Ahmet er-Rufâî ile göz göze gelmiş. Hırsız, şeyh efendiyi karşısında görünce korkmuş, şaşkın ve mahcup olarak ne yapacağını bilmez bir halde iken büyük velî onu teskîn etmiş. Hırsızın utanmasına fırsat vermeden onu eli boş göndermeyeceğini söyleyerek, ona bir mikdar un hediye etmiş.”
Kasım 201348
Tarihe yön veren büyük devletler ve
medeniyetlerin, dinî, fikrî, ilmî ve
sosyal hareketlerin görünmez mi-
marları konumunda daima eğitimciler yer al-
mıştır. Dünya çapında başarılara imza atarak
adını tarihe yazdıran liderler, komutanlar, mu-
citler ve ilim adamlarının baş terbiyecisi ve akıl
hocası bilginler/öğretmenler olmuştur. Kendi
tarihimiz, medeniyetimiz, varlık ve bekamızın
inşasında da eğitimcilerimiz seçkin bir mevkie
sahiptir. Bu noktada Osmanlı zengin bir labora-
tuardır. Tarihe damgalarını vurarak isimlerini,
başarılarını ve eserlerini ölümsüzleştiren Fatih-
ler, Yavuzlar ve Kanunilerin arkasında hep ho-
caları vardı. İşte Osmanlı tarihinden akseden
birkaç parlak misal:
Padişahın Oğlunu Hizaya Sokmak
Sultan Murad, Şehzade Mehmed’in hocası
Molla Güranî’yi Manisa’ya göndermeden önce
eline sopa tutuşturdu. Eğer Şehzade çalışmaz-
sa sopayla haddini bildirecek, üzerine biriken
tembellik tozlarını silkeleyecekti. Güranî, der-
sine az çalıştığı bir gün Şehzade Mehmed’i so-
payla bir güzel okşadı. Şehzade hemen babası-
na şikâyet etti. Sultan da kızmış gibi yaparak
hocayı ziyaret edeceğini bildiren bir haber yol-
ladı. Bir sultanoğlunu dövemeyeceğinin hesa-
bını soracaktı!
Ertesi gün Sultan Murad hocanın yanına vara-
rak şöyle çıkıştı: “Sen nasıl olur da benim biricik
oğlumu döversin?” Daha sözünü bitirmemişti ki,
Molla Güranî sopayı kaptığı gibi Sultan’ın üzeri-
ne yürüdü. Koca padişah çareyi kaçmakta buldu.
Sonra Şehzade Mehmed’e gelerek onu şöyle kor-
kuttu: “Bu hocanın sopasından kurtulmanın tek
yolu çok çalışmak, aman derslerine iyi çalış!” Ta-
bii, Sultan Murad, Molla Güranî ile anlaşmış-
tı. Manisa’ya gitmeden önce oğlunu, hocasına
ve derslerine mutlaka bağlamak, büyük bir göz-
dağı vererek disiplin altına almak istemişti. Bü-
yük fethe hazırlanmak ve Fatih olmak elbette ko-
lay değildi!
Hocaların Hocasına Saygı
Şehzade Mehmed’i “Fatih” yapan ve
İstanbul’un fethine manevî açıdan hazırlayan
Akşemseddin’den başkası değildi. Fatih’in manevî
olgunluğa ulaşmasını sağlayan bu değerli din bil-
49
Tarihİsmail ÇOLAK
BÜYÜK HOCALARCİHAN PADİŞAHLARINI YETİŞTİREN
“Dünya çapında başarılara imza atarak adını
tarihe yazdıran liderler, komutanlar, mucitler ve
ilim adamlarının baş terbiyecisi ve akıl hocası
bilginler/öğretmenler olmuştur. Kendi tarihimiz,
medeniyetimiz, varlık ve bekamızın inşasında da
eğitimcilerimiz seçkin bir mevkie sahiptir.”
Molla Fenari Camii
Kasım 201350
giniydi. Şehzadeliğinden fethin en zorlu anlarına
değin hep Sultan’ın yanında bulunmuş, en
sıkıntılı zamanlarda azmini kamçılamış ve hedefe
kilitlemişti.
O daha şehzadeliği sırasında talebesini fethe
hazırlamaya başlamıştı. Bir defasında fetihle il-
gili Peygamber Efendimizin hadislerini okuyarak
genç şehzadeye şöyle demişti: “Dertlenme beyim,
günün birinde İstanbul’u alacaksın! Her şeyin be-
lirli bir zamanı vardır; bekle ve sabretmesini bil!
Kutlu fetih Allah’ın izniyle sana nasip olacak!”
Şehzade Mehmed’in hocasına saygı ve sevgisi
ise sonsuzdu. Bir gün veziri Mahmud Paşa’ya şöy-
le demişti: “Bu âlime saygım sonsuzdur. Yanın-
da heyecanlanırım, ellerim titrer. Diğer âlimlerse
benim yanıma gelince heyecandan elleri titrer.”
İstanbul’un fethinden duyduğu mutluluğu ifade
ederken de hocasına verdiği değeri şu sözüyle
taçlandırdı: “Bu sevinç ki ben de görürsünüz, yal-
nız bu kalenin fethine değildir. Akşemseddin gibi
saygın bir bilginin benim zamanımda olduğuna
sevinirim!”
Çiçeklerle Karşılanan Hocalar
Fatih, İstanbul’un fethinden sonra
Edirnekapı’dan şehre girerken kendisine hocala-
rı eşlik ediyordu. Bizans halkı Fatih’i ve ordusu-
nu alkışlıyor, üzerlerine çiçekler atıyordu. O sıra-
da bir Rum kızı, elindeki çiçek demetini padişaha
vermek için harekete geçti. Fakat padişahı tanımı-
yordu. Birisi aksakallı, öteki de genç olan iki kişi
gözüne ilişti. Bu kadar genç birisinin padişah ola-
mayacağını, koca Bizans’ı onun yıkamayacağını
düşündü.
Padişah olduğuna kesin ola-
rak karar verdiği ihtiyara, yani
Molla Gürani’ye çiçek demetini
uzattı. Molla Gürani, büyük bir
saygı içerisinde Fatih’i işaret etti
ve ona yönlendirdi: “Çiçekleri
ona ver kızım, padişah odur!”
Sultan Fatih söze karıştı ve şaş-
kın haldeki Rum kıza, alkışla-
rı ve tebrikleri hak ettiği zafer
anında bile hocalarına saygı ve
sevgiden geri kalmayacağını ta-
rihe geçen şu sözle ifade etti:
“Hocalarım, bu şehrin manevî
fatihleridir. Ben onlar saye-
sinde fethi başardım. Çiçekle-
ri hocama ver!”
Öyleyse Affettik!
Zembilli Ali Cemali Efendi,
doğru bildiğini padişah da olsa
söylemekten çekinmeyen gözde âlimlerden biriy-
di. Özellikle tez parlayan ve sert bir karaktere sa-
hip olan Yavuz Sultan Selim’i çok etkilemiş ve onu
yumuşatmıştı. Bir gün padişahın, birkaç memuru
cezalandıracağını duydu ve hemen saraya koştu.
Toplantıda olmasına rağmen padişahın huzuru-
na çıktı. Yavuz’a çıkıştı ve sert bir biçimde uyardı.
Ancak Yavuz kararlıydı: “Vazifelerini ihmal etti-
ler, cezalarını vermem gerek hocam!” Zembilli ise
kaşlarını çattı ve padişahı hizaya sokacak şu etki-
li konuşmayı yaptı: “Benim şeyhülislamlıktan an-
51
ladığım tek şey var; o da senin ahiretini kollamak!
Hâlbuki sen günaha yürüyorsun. İnan, feci aza-
ba uğrarsın. Benden söylemesi!” Bu etkili sözler
karşısında sakinleşen Yavuz, gerçeği anlamakta
gecikmedi ve hatasını şu sözle düzeltti: “Öyleyse
affettik gitti!”
Hocaya Hürmet ve Saklanan Hatırası
Osmanlı ordusunu Mısır seferi dönüşünde
Adana’da yoğun bir sağanak yağış ve çamur derya-
sı karşıladı. Yağmurun dur-
masıyla birlikte ordu yeniden
yola koyuldu. Yavuz, İbn-i
Kemal Paşazade ile beraber
ilerliyordu. Hocanın atı bir
ara tökezledi. Düşmekten kıl
payı kurtuldu. Fakat atının
ayağından sıçrayan çamur-
lar, padişahın kaftanına (el-
bisesine) sıçradı. Yavuz’un
hiddetinden endişelenen Ke-
mal Paşazade ne yapacağı-
nı şaşırdı. Padişahtan tekrar
tekrar özür diledi.
Hocanın üzgün ve paniğe
kapılmış olduğunu gören bü-
yük sultan, kaftanındaki ça-
murları telaşla temizlemeye
çalışan hizmetkârlarına sesle-
nerek şu emri verdi: “Bırakın temizlemeyin!” Sonra
hocasına dönerek, herkesi hayret ve hayranlığa sevk
eden, Osmanlı’nın ilme ve âlime saygı ve sevgisini
zirveleştiren şu tarihî sözleri söyledi: “Lala, bu kafta-
nımı saklasınlar ve öldüğümde sandukamın üzerine
koysunlar. Ulemanın atının ayağından sıçrayan ça-
mur bizim için büyük nişandır. Bu benim için
en büyük şereftir!”
‘Kuyumcu’ Süleyman’a Bin Değnek Cezası!
Osmanlı’da şehzadelerin bir sanat dalıyla
ilgilenmesi ve el becerisi kazanmasına önem ve-
rilirdi. Şehzade Süleyman için de kuyumculuk
öğrenmesi uygun görüldü. Geleceğin Kanuni’si,
önceleri kuyumculuğu önemsemiyor, hocası-
na ve derslere gereken değeri vermiyordu. Bir
gün hocası dayanamayıp kızdı ve şu yemini
etti: “Bir daha bu mesleği öğrenmemekte inat
edersen, vallahi sana bin değnek vuracağım!”
Şehzade durumu hemen annesi Hafsa Hatun’a
bildirdi ve hocasını şikâyet etti.
Annesi bilginlere, hocalara ve sanatkârlara
çok saygılıydı. Onları daima destekler, hakla-
rını gözetirdi. Hocayı saraya davet etti. Oğlu-
nu bağışlamasını ve hoş
görmesini istedi. Ho-
canın gönlünü almak
için kese kese altın ver-
di. Usta, altınları Şeh-
zade Süleyman’ın ku-
cağına doldurdu. Sonra
da şöyle dedi: “Bu al-
tınları erit. Beş yüz tane
ince tel çubuk haline ge-
tir.” Şehzade Süleyman,
hocasının bu isteğine
bir anlam verememişti.
Altınları eritip beş yüz
tane tel çubuk haline
getirdi. Fakat ne yaparsa
yapsın ustasını bir türlü
memnun edemiyordu.
Bir gün yine hocasından
azar işitti: “Hâlâ doğru
dürüst çalışmıyorsun. Yeminimi yerine getire-
ceğim. Sırtüstü uzan ve ayaklarını bana uzat!”
Süleyman korkudan ne yapacağını bile-
medi. Eli-ayağı titremeye, buram buram ter-
lemeye başladı. Mecburen denileni yaptı ve
ayaklarını uzattı. Kuyumcu beş yüz tane tel
çubuktan yapılan altın değneği iki defa şehza-
denin ayaklarının altına yavaşça vurdu. Böyle-
ce, iki vuruşta bin değnek vurma yeminini ye-
rine getirmiş oldu. O günden sonra Şehzade
Süleyman bir daha ustasının sözünden çıkma-
dı. İşinin ve mesleğinin hakkını hep verdi. Pa-
dişahlığın, komutanlığın, şairliğin yanında bir
de iyi bir kuyumcu oluverip çıktı.
Akşemsettin Türbesi
Kasım 201352
KültürEnbiya YILDIRIM*
FELAKETEİLMİN İNSANI
SÜRÜKLEMESİ
Sınav dünyası olan
dünyada herkes
kendi yolunu ter-
cih etmekte serbesttir. Cennete
giden yol da cehenneme giden
yol da önümüzdedir. İsteyen di-
lediği yola girerek varmak iste-
diği yurda ulaşabilir. Lakin bir
de cennet yoluna girdiğini id-
dia edip cehennemlik işleri yap-
mak gibi garip bir durum vardır.
Böylesi insanlar ateşin yolunda
ilerlemelerine rağmen cennetin
yolunu tuttuklarını iddia eder-
ler. Oysa rotaları doğrudan ce-
hennemedir. Şeytanın iğvâsı ile
nefsin istekleri onu dünyanın
zebûnu yapmış, Allah rızâsını
unutmuş, bildiği hakîkatleri ye-
rine getirmemeyi kanıksamış-
tır; konuşan ama bunları haya-
ta geçirmeyen biri olmuştur. Bu
da bizlere, şeytan örneğinde ol-
duğu gibi, bilmenin her zaman
yeterli olmadığını öğretmiş
oluyor. Çünkü asıl olan sahip
olunan bilgiyle orantılı güzel
bir hayat yaşamaya çalışmak,
mâlûmâtı pratiğe dönüştürmek,
konuşmaktan ziyâde yapmaya
gayret etmektir.
Bu tablo bizlere, insanlara
dinlerini anlatmak durumun-
da olanların mes’ûliyetlerinin
ne kadar fazla olduğunu göster-
mektedir. Çünkü hem konuş-
maları hem de yaşantılarıyla et-
raflarındakiler üzerinde olumlu
veya olumsuz etkiler bırakarak
mü’minlerin doğru veya yanlış
yolda olmalarına sebebiyet ver-
mektedirler. Bu da iz’ân ve şuur
sahibi insanlara büyük bir so-
rumluluk yüklemekte ve söyle-
yip ettiklerine son derece dikkat
etmelerini gerektirmektedir.
Bu yüzden günümüzde üm-
metin önünde konuşan din bil-
ginlerine düşen en büyük so-
rumluluk konuşmalarının
mü’minleri nereye sürüklediği-
ni düşünmeleridir. Çünkü dinî
bir konuda konuşan kimse so-
nuçta Allah ve Rasûlü adına bir
şeyler demiş olmaktadır. Halkın
hem dünya hem de âhiretlerini
kazanmalarını sağlayacak,
istikâmet üzere sâbit-kadem
kalmalarına vesîle olacak şekil-
de konuşmalıdırlar; ayaklarının
kaymasına sebebiyet verecek
şeyler söylemekten kaçınmalı-
dırlar. Bu yüzden konuşmala-
rını ümmet bilinciyle filtreden
geçirerek yapmaları icap eder.
Ayrıca kişi kendince hakîkati
söylüyor olabilir, ancak bunun
dillendirme şekli ve üslûbu da
son derece önemlidir. Bunun
yanında aklına gelen her bir şeyi
konuşmak günah olarak kişiye
yeter. Gerekli araştırmayı yap-
madan, her bir konuda mücte-
hid kesilerek birkaç kitaba ale’l-
usûl göz atarak mü’minlerin
önüne geçip din adına bir şey-
ler söylemek ve ahkâm kesmek
son derece vehâmetli bir iş-
tir. Hâlbuki Allah korkusu taşı-
mak, ümmet bilincini korumak
insanı edep dâiresi içinde tutar
ve söylemleri ile ümmete zarar
vermekten alıkor.
Bu yüzden, dinî ilimler ala-
nında halkı yönlendirecek ka-
“Bizim geleneğimiz bize bildiğiyle amel etmeyenin
âlim sayılmayacağını, fâsık ve sefîh addedileceğini,
insanlar bana saygı göstersin diye çırpınırken ilmini
amele dökmeyenlerin büyük vebâl altına gireceğini,
böylelerinin kıyâmette büyük bir azâba dûçâr
kalacaklarını öğretmiştir.”
53
55Kasım 201354
dar bilgi sahibi olanların en çok
korkmaları gereken husus ne-
fislerinin peşine takılmalarıdır.
Şöhretin onları ardından sürük-
lemesi, kibir ve enâniyete kapı-
larak hassâsiyetlerini kaybetme-
leridir. Böylesi insanlarda şöhret
tam anlamıyla bir âfete dönüşür
ve istikâmetlerini kaybederler.
Sonunda inananların en temel
değerleriyle dalga geçmeye, bel-
ki bilgisiz, ancak samîmî olan-
larla alay etmeye, bir yerlere şi-
rin görünmek için dinin temel
hususlarından ödünler verme-
ye ve bu yolla bazı makamlara
gelmeye gayret ederler. Bir nok-
tadan sonra kendilerini zirvede
gördüklerinden dolayı da temel
kabullerden ve hatta ibadetler-
den de taviz vermeye başlarlar.
Hızlıca akıp giden bu süreçte bir
başkası olup çıkarlar.
Amel Edilen İlim
Günümüzde insanlara
İslâm’ı anlatma durumunda
olan âlimlerin en büyük sorun-
larından biri de çağın getirdi-
ği mânevî hastalıkların fazlaca
etkisinde kalarak anlatmayı bir
iş haline indirgemeleri ve yap-
tıkları hizmetin ruh boyutunu
ihmâl ederek olaya memur zih-
niyetiyle bakmalarıdır. Böyle
olunca da samîmiyet ve ihlâstan
yoksunluk konuşmalara da yan-
sımakta ve beklenen etki ger-
çekleşmemektedir. Çünkü
insanlar dinlediklerinden etki-
lenmemekte ve mânevî çıkınına
bir şey koyamadan konuşanı
dinlemekle yetinmektedirler.
Zira bir şeyler anlatma
durumunda olan üstâd, ken-
di kalbinden dinleyenlerin yü-
reklerine bir yol bulamadığı için
sohbetinin yansıması olmaz.
Dinleyenler dinlediklerinin tesi-
rinde kalmaz. Bir tebliğcinin is-
tese bulamayacağı hazır cemâat
ondan maalesef istifade edemez.
Bu da mâneviyat boşluğunun
hepimizi sardığının en büyük
göstergesi olarak karşımıza di-
kilir. Hoca bir şeyler konuşmak-
tadır, ancak kendisi de dedikle-
rinden etkilenmemektedir. İşin
bu derece vehâmete varmasında
çoğu kez kendisinin de dedikle-
rini yapmamasının elbette etki-
si vardır. Sohbeti için belirlenen
sınırlı vakitte karşıdaki kitleye
bir şeyler anlatmak hedeflenen
tek gâye olunca, söylenenlerin
amele aktarılma boyutu unu-
tulmakta, kürsüden inilince an-
latılanlar konuşulan yerde kal-
maktadır. Hele de dinleyenler,
güzellikleri kendilerine anlatan,
ancak bunu hayatına yansıtma-
yan kimseden bırakın etkilen-
meyi onu ayıplamakta ve anlat-
tıklarını yaşama geçirememiş
olmasını tahkîr etmektedirler.
Görünen manzara ortada bir
boşluk olduğunu göstermek-
tedir. Allah’ın dinini insanlara
öğretme görevini îfâ eden bin-
lerce hocaya rağmen katedilen
mesafenin arzulanan seviye-
de olduğu söylenemez. Gönül-
lerdeki iştiyâk, hizmet etme
aşkı, resmî boyutun ötesine çı-
karak her şeyini dine hibe et-
mek, gönüller kazanmak için
özel zamanından ve uykudan
fedakârlık etmek, sıkıntıların
altına girmek, İslâm davası-
nın çilesini çekmeye talip ol-
mak, anlattıklarını âzamî de-
recede kendi hayatında tatbîk
etmeye gayret etmek gibi iyi
mü’minlerin vasıfları arasında
sayılabilecek özellikler büyük
oranda kitaplarda geçen hu-
suslar olarak kalmıştır. Bir an-
lamda mâzîden bahsediyor gi-
biyiz. Böyle olunca, sonuç da
gördüğümüz gibi olmaktadır.
Amel Eden Âlim
Bizim geleneğimiz bize bil-
diğiyle amel etmeyenin âlim
sayılmayacağını, fâsık ve sefîh
addedileceğini, insanlar bana
saygı göstersin diye çırpınır-
ken ilmini amele dökmeyen-
lerin büyük vebâl altına gire-
ceğini, böylelerinin kıyâmette
büyük bir azâba dûçâr kala-
caklarını öğretmiştir. Nitekim
Hz. Ömer “Bu ümmet için en
çok korktuğum kişi ilim sahibi
münâfıktır” demişti. “Âlim na-
sıl münâfık olur?” diye hayret
edilince de şu cevabı vermiş-
ti: “Kişi lisanıyla âlimdir, an-
cak kalp ve ameliyle cahildir.”.1
Abdullah b. Mes’ûd da şunu
söylemişti: “İlim çok şey bilip
aktarmak değildir. Allah’tan
korkmaktır.”2 Fudayl b. Iyâz
da aynı hususa işaret ederek
bizleri uyarmıştı: “İlim ikidir:
Dilde olan ile kalpte olan ilim.
Kalpte olan ilim faydası olan
ilimdir. Dilde olan ilim ise Al-
lah Teâlâ’nın yarattıklarına bir
delîlidir.”3
İlim amelin davetçisidir.
İnsan bildiğini hayatına
yansıtmak için öğrenmelidir.
Bunu yapmıyor da
etrâfındakilere yapmaları için
anlatıyorsa Allah Rasûlü’ne
tamamen zıt bir yol tutmuş
demektir. Böylesi insanlar
şu soruya cevap vermek zo-
rundadırlar: “Hz. Peygam-
ber insanlardan yapmalarını
istediği halde kendisinin yap-
madığı tek bir şey var mıdır?”
Bu soruya herkes “hayır” ceva-
bı verecektir. Ardından ikin-
ci soru gelecektir: “Allah Teâlâ
Kur’an’ında Rasûlullah’ı güzel
bir örnek olarak takdîm et-
mektedir. Peki biz sahip ol-
duğumuz bilgi kadarıyla onu
kendimize ne kadar örnek alı-
yor ve sahip olduğumuz bilgi-
lerle ne kadar amel ediyoruz?”
Cehennem ateşinin parıltıları-
nı illâ da uzaktan görmeye ge-
rek yok. Allah ve Rasûlü her
şeyi haber vermişler. Bu ne-
denle ilmiyle âmil olmayanla-
rın işi gerçekten de zor olacak-
tır. Rabbimiz ferman ediyor:
“Yapmadığınız şeyi yaptık de-
meniz Allah katında büyük bir
günahtır.”4 “Kendinizi unutup
insanlara iyiliği mi emreder-
siniz?”5
İlme ulaşmak, herkes için,
günümüzde olduğu kadar
hiçbir zaman bu kadar kolay
olmadı. İnsanın kendisini
geliştirmesi eskilere göre çok
daha kolay ve rahat. Bunun
yanında dini öğreten ve
topluma rehberlik edebilecek
durumda olanların sayısı da
her zamankinden daha fazla.
Kişi başına düşen hoca sayısı
muhtemelen herkesi memnun
edecek seviyededir. Ayrıca ile-
tişim imkânları da arttı. Bü-
tün bunlara rağmen bazı şeyler
beklenildiği gibi olmuyorsa,
başta bu satırların yazarı ol-
mak üzere, din alanında çev-
resine bir şeyler anlatma du-
rumunda olanların düşünmesi
gerekir.
Rabbim hepimize anlattık-
larımızı yaşamayı ihsân buyur-
sun; her günü önceki günden
daha güzel olan mü’minlerden
eylesin. Gönlümüze dine hiz-
met aşkını düşürsün de, hiç ol-
mazsa birkaç insanın hayatı-
nı düzeltmesine vesîle olalım.
Yüce rabbimiz zayıf nefisleri-
mizi, belli makamları elde et-
mek için dininden taviz ver-
mekten ve verenlerden de uzak
etsin.
“İlim amelin davetçisidir. İnsan bildiğini hayatına
yansıtmak için öğrenmelidir. Bunu
yapmıyor da etrâfındakilere yapmaları için anlatıyorsa Allah Rasûlü’ne tamamen
zıt bir yol tutmuş demektir.”
1 Kenzu’l-Ummâl, 10/269.2 İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/436.3 Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 2/294.4 61/Saff, 3.5 2/Bakara 44.
*Prof. Dr.
Dipnot
57Kasım 201356
Her türlü bir imkânın bulunduğu
asrımızda insanların eğitimden
mahrum kalması düşünülemez.
Bunun içindir ki, her millet kendi eğitim sistemi-
ni kurmuş, istediği “insan tipi”ni yetiştirme gay-
reti içindedir.
Kendi bünyesine uygun eğitim sistemini ku-
ran milletler yaşamaya, diğerleri ise er ya da geç
yıkılmaya veya yok olmaya
mahkûmdurlar.
Eğitimde esas olan keyfi-
yettir. Kemiyetin pek kıyme-
ti harbiyesi yoktur. Bakınız bu
konuda Prof. Dr. Mümtaz Tur-
han ne söylüyor. “Bugünkü
Türkiye’nin asıl derdi, okuma/
yazma bilenlerin azlığından de-
ğil, münevverlerin iyi yetişmemiş olmasından
kaynaklanmaktadır.” diyerek bu gerçeğe işaret et-
mektedirler. Doğrusuda bu değil midir?
Eğitim uzmanları ve ruh bilimcileri insanların
zekâ yönünden %20’sinin üstün, %60’ının nor-
mal, geriye kalan %20’sinin ise geri zekâlı olduğu-
nu kabul ederler.
Biz bu yazımızda bu tasnife değişik bir açıdan ba-
karak yeni bir yorum getirmeye çalışacağız. Şöyle ki:
İnsanların %20’si fıtraten temiz bireylerdir.
Kolay kolay suç işlemezler. Öbür %20’si ise suç iş-
lemeye meyyaldir. Suç işlemezlerse rahat edemez-
ler. Geriye kalan %60’lık büyük kitle ise suç işle-
meye de, işlememeye de müsaittirler.
Eğer biz, iyi bir eğitim/öğretimle insanların
ekserisini oluşturan %60’lık kitleyi, fıtraten temiz
yaratılmış kişilerin yanına çekersek, %80’lik bir
çoğunluk sağlamış oluruz ki, geriye kalan %20’lik
menfi grup kendiliğinden etkisiz hâle gelir. Yok
eğer yanlış bir eğitim/öğretim sistemi ile, %60’lık
kitleyi suç işlemeye müsâit %20’lik azınlığın ya-
nına itersek, halkın %80’i kötü bireylerden olu-
şur ki o zaman da, cemiyette ne can, ne mal, ne de
nâmus güvenliğinden bahsedilebilir.
Yine yeri gelmişken mânâsı üzerinde pek du-
rulmayan bir atasözümüzden bahsedeceğim. “Ya-
rım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” der.
Bu atasözü ile insanlar için kıymetli olan iki
şeye dikkat çekilmektedir. Bunlardan birisi “can”,
diğeri ise “din” olduğu anlaşılmaktadır.
O halde canımızı teslim ettiğimiz doktor-
larımızın ve mâneviyatımızı teslim ettiğimiz
ilâhiyatçılarımızın çok iyi yetiştirilmesi gerek-
mektedir.
Bu iki sınıfı da yetiştirenin öğretmen olduğu-
na göre en büyük değer eğitimcilere verilmelidir.
‘O halde öğretmen kimdir? Öğretmen; doğum-
dan ölüme kadar hayatı şekillendiren büyük in-
sandır. O Allah’ın insanları yükseltip, alçaltma-
sında kullandığı bir el, bir dil gibidir. Milletlerin
EĞİTİMİN ÖNEMİ ve
ÖĞRETMENİN ROLÜ
“İnsan vardır doğar, büyür ve ölür. Yine insan vardır
doğar, büyür fakat ölmez. Eserleriyle, hizmetleriyle
gönüllerde yaşar. İşte öğretmenin görevi, bu öldüğü
halde ölmeyen insanları yetiştirmektir..”
EğitimHanifi KARA
Kasım 201358
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Büceyr b. Züheyr.
Künyesi : Tespit edilemedi
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Tespit edilemedi
Baba adı : Züheyr b. Ebî Selmâ.
Anne adı : Tespit edilemedi.
Eş(ler)i : Tespit edilemedi.
Akrabaları : “Kasîde-i Bürde” sahibi olan
Ka’b b. Züheyr’in kardeşidir.
Oğulları : Tespit edilemedi.
Kızları : Tespit edilemedi.
Kabilesi : Mudar’ın Müzeyne kolun-
dan.
İslâm’a girişi : H. 8. sene.
Sohbet süresi: 2 sene
Rivayeti : Yok.
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Şairlik
Hicreti : Yok
Savaşları : Mekke Fethi, Hayber, Hu-
neyn ve Taif Seferi
Görevleri : Tespit edilemedi
Fizikî yapı : Tespit edilemedi.
Mizacı : Serinkanlı, akıllı ve kararlı.
Ayrıcalığı : Babası ve kardeşi gibi o da
çok başarılı ve iyi bir şairdi. Kaynaklar onun
bazı şiirlerini nakletmektedir.
Ömrü : Muhtemelen orta yaş.
Ölüm yılı : Tespit edilemedi.
Ölüm yeri : Muhtemelen Medine olmalı.
Ölüm sebebi : Muhtemelen hastalık olma-
lı.
Hakkında : Kardeşi Ka’b ile birlikte Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile görüşmek üzere yola
çıktılar. Ancak Ebrak denilen yere varın-
ca Ka’b orada kalmayı tercik etti. Büceyr ise
Medine’ye varıp Hz. Peygamber (s.a.v.) ile
görüşerek Müslüman oldu. Ardından karde-
şine de tevbe edip gelmesi halinde Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in onu da affedeceğini yazdı.
Önce buna karşı çıkan Ka’b, bir süre son-
ra pişmanlıkla gelip “Kasîde-i Bürde” diye
meşhur olan şiirini, söyleyerek Müslüman
oldu.
Hadisleri : Huneyn’de Büceyr şu şiiri
söylemiştir:
Allah bize ikram etti, dinimizi üstün kıldı,
Ve bizi Rahman’a kulluk yapmakla aziz etti,
Allah onları helak etti ve topluluklarını dağıttı,
Şeytana tapmaları sebebiyle de onları zelil etti.
Kaynaklar: İstîâb, I. 46, 407; İsâbe, I. 269;
Üsd, I. 103; DİA, 480-481; Hâkim, Müsted-
rek, III. 670-674; İbn Kesîr, Sîret, III. 645.
*Prof. Dr.
Büceyr B. Züheyr (r.a)
kader programını onlar çizer. Öğretmenin elinde
madenler saflaşır, som altına ve pırıl pırıl gümüşe
inkılâp eder yahut da etmelidir.
Öğretmenin fert üzerindeki tesiri; anne,
baba ve cemiyetin tesirinden kat be kat üstün-
dür. İyi bir öğretmen saf ve temiz tohumun eki-
cisi ve koruyucusudur. Öğrencilerini iyiye, gü-
zele ve doğruya yöneltmek onun en önemli
görevlerinden biridir. Zira okul hayatî bir labo-
ratuar; dersler onun itici gücü, öğretmen ise bu
laboratuarın üstadıdır.
Okul, bir öğrenme ve öğretme yeri olduğuna
göre; orada hayat ve ötesine ait her şey öğretilme-
lidir. Aslında hayatın kendisi de bir okuldur. An-
cak öğrettiğini çok pahalıya mal eden bir okul...
Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televiz-
yon belki insana bir şeyler öğretebilir, amma
kesinlikle eğitemez.
Her gün ayrı bir sancı ve ıstırapla öğrencisi-
nin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun
dimağında silinmez renkli çizgiler bırakan öğ-
retmen, yeri asla doldurulmaz bir eğitimci-
dir. Onun içindir ki, günümüzde bazı bilgiler
yayın organları vasıtasıyla kolayca verilebil-
se de, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeye-
cek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu
güzel şeyler, ancak siması hakikat gamzeden,
bakışları alabildiğine derin ve öğrencilerine
verebileceği her şeyi gönül süzgecinden ge-
çiren öğretmenler tarafından verilebilir. Zira
öğretmenin elinin girmediği hamurun tadı ve
tuzu yoktur.
Gönül arzu ederdi ki her eğitimci,
Nizâmülmülk’le Alpaslan’ı yan yana görsün.
Daha yirmi bir yaşındayken çağlarla oyna-
yan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleriy-
le Akşemseddin’i, Zembilli Ali Efendi ile Ya-
vuz Sultan Selim’i birbirinden ayırmasın.
Gazalî’nin aydın semasında Uluğ Bey’i unut-
masın. Mevlâna Celâleddini Rumî ile semaâ
kalkarken, laboratuara uğrayıp İbn-i Sina’yı
selâmlamayı da ihmal etmesin...
İnsan vardır doğar, büyür ve ölür. Yine in-
san vardır doğar, büyür fakat ölmez. Eserle-
riyle, hizmetleriyle gönüllerde yaşar. İşte öğ-
retmenin görevi, bu öldüğü halde ölmeyen
insanları yetiştirmektir.
Öğretmen her şeyi bilen kimse değil, bildi-
ğini en güzel şekilde öğretendir. Ancak onun
diğer meslek mensuplarından daha çok şey
bilmesi gerekir. Çünkü o öğreten, diğerleri ise
öğrenendir. “Veren el, alan elden üstündür.”
Ne olur öğretmenim!
Yine senin elinle, gülsün ağlayan millet
Düne düşman eyleme, bana doğruyu öğret...
Neslini yüceltmek için sancı çeken öğret-
menlere binlerce selâm.
59
Kasım 201360
Osmanlı dönemi hattatlarının son temsilcisi Hat-
tat Hamid Aytaç, yıllarca beraber vakit geçirecek-
leri Hattat Hasan Çelebi ile ilk karşılaştıklarında
Çelebi’yi çok yoğun olduğu gerekçesiyle öğrencili-
ğe kabul etmek istemez. Bu anı, “O günkü sevincim,
Hamid Bey’in cevabından sonra hüzne dönüştü.”
diye açıklayan Hattat Hasan Çelebi daha sonra yıl-
larca Hamid Aytaç’la çalışacak ve icazetini de ondan
alacaktır. Hattat Hasan Çelebi’nin öğrencisi Hilal
Kazan hocasının tüm bu anılarını bir kitapta top-
ladı. “Noktalar ve Çizgiler Arasında
Hattat Hasan Çelebi” ismiyle raflar-
da yerini alan kitap İstanbul Ticaret
Odası sponsorluğunda yayınlandı.
Mermi Çekirdeklerinden
Kalem
Kitapta sanatçının hat sana-
tıyla tanışması ta çocukluğundan
başlayarak anlatılıyor. Buna göre
Hattat Hasan Çelebi 1937 yılında
Erzurum’un Oltu ilçesinde ve bugün
dahi hafız yetiştirmesiyle ünlü olan İnci Köyü’nde
dünyaya gelir. Çocukluğundan beri hat sanatına ilgi
duymaktadır. Hatta kâğıtlara o kadar sevgi duyar ki,
kâğıt yokluğunun olduğu o yıllarda sigara kâğıtlarını
köylerindeki Osman Çavuş isimli zattan, her bir si-
gara kâğıdına karşılık bir sure ezberlemek suretiyle
alır. İlkokula devam edemeyen Çelebi bir süre son-
ra hafızlığa başlar, bir yandan da çobanlık yapmak-
tadır. Hat sanatına olan merakı, Kur’an-ı Kerim’i
öğrenmeye başladıkça daha da artar ve ilkyazı de-
nemelerini bu yıllarda yapar. Ne var ki kalem yok-
tur. Fakat buna da bir çözüm bulur ve hayvanla-
rı güderken toprağın iç kısımlarında gördüğü Rus
Harbi’nden kalma mermi çekirdeklerini kullanma-
ya karar verir. Bu kurşunları ateşte erittikten son-
ra ince bir tahtanın üstüne dökerek ilk hat kalemi-
ni elde etmiş olur.
İstanbul Bir Dönüm Noktası
Kitapta Hattat Hasan Çelebi ha-
fızlık eğitimini tamamladıktan son-
ra hep hayallerinde olan İstan-
bul yolunu tuttuğu da anlatılıyor.
İstanbul’da Kur’an ilminin tahsiline
devam eden Çelebi’nin içinde kendi
tabiriyle yanan bir ateş vardır. Fakat
bunu nasıl dışarı çıkaracağını bile-
mez. Kendi kendine yazı denemeleri
olsa da bununla ilgili ilmi nerden ve
nasıl alacağını bilemez bir durumdadır. Hattat Ha-
san Çelebi, bir taş ustası olan Yusuf Usta vesilesiy-
le meşhur Hat Sanatçısı Hamid Aytaç’la tanışsa da
Aytaç çok yoğun olduğunu söyleyerek Çelebi’yi öğ-
renciliğe kabul etmek istemez. Fakat hat sanatçısı
arkadaşı Halim Bey’e yönlendirir. Çelebi birkaç ders
aldığı Halim Bey’in bir trafik kazası neticesinde ve-
NOKTALAR VE ÇİZGİLER ARASINDA
KitapMuharrem AKIN
61
KİTAPLIK
Çocukluk Sırrı
Adem Güneş
Nesil Yayınları
Tel: (212) 551 32 25
Bir Mısrî Şeyhinin
Kaleminden Hazret-i
Niyâzî-i Mısrî
Mustafa Lûtfî Efendi
Revak Kitabevi
Tel: 0216 342 47 97
Mostar Köprüsü
Alhan Altan ARASLI
Akçağ Yayınevi
Tel: 0 312 432 17 98
Hüseyin(ra) Kerbela
Destanı
Asaf Durakovic
Sufi Kitap
Tel: (212) 511 24 24
Aynada Gizlenen Güzel
Mahmut Kaplan
Etkileşim Yayınları
Tel: 212 551 32 25
fat etmesiyle yine hocasız kalır. Bir süre sonra önemli
isimleri araya koyarak Hattat Hamid Aytaç’tan ders al-
maya başlar ve bu beraberlik 1982 yılında usta sanatçı
Hamid Aytaç’ın vefatına kadar sürer. İcazetini de Ha-
mid Aytaç’tan alan Hattat Hasan Çelebi usta sanatçı-
nın vasiyetinde bile bir yer edinir. Öyle ki Hamid Ay-
taç el yazısıyla yazdığı vasiyetinde mezar taşının Yusuf
Usta tarafından yapılmasını, taş üstüne yazının da Ha-
san Çelebi tarafından yazılmasını ister.
Hilal Kazan kitapta, usta sanatçının el yazması
eserlerine, hayatında önemli yer edinmiş isimlerin fo-
toğraflarına ve hususi fotoğraflarına da yer veriyor.
Kitapta Çelebi’nin dünden bugüne sanat yolculu-
ğu aktarılıyor. Askerlik dönüşü; İstanbul Cevri Kalfa
İlkokulu’nda aldığı diplomasının ön ve arka yüzü, ha-
fızlık arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğraflar, İstanbul’a
geldiğinde kaldığı Üçbaş Medresesi, hocalarıyla geçir-
diği günlere dair düşülen notlar, 29 Ağustos 1966 günü
talik meşkine başladığı Kemal Batanay’ın ve Hamid
Aytaç’ın Hasan Çelebi’ye yazdığı ilk meşk dersi bu yol-
culuğun bir parçası olarak kitaptaki yerini alıyor. Ay-
taç, hiçbir öğrencisine meşk yazmadığı için bu eserler,
Çelebi için önemli. Geleneksel sanatlar açısından da
tarihî bir öneme sahip.
Kitapta, “Sülüs-Nesih Yazı Şeceresi” başlığı altında
hazırlanan ikinci bölümde, Hasan Çelebi’yi ünlü hat-
tatlardan Şeyh Hamdullah’a bağlayan şecere çıkarıl-
mış. Yurtiçinde 53, yurtdışında 24 caminin yazılarını
yazan, 6 caminin de yazılarının restorasyonunu ger-
çekleştiren Çelebi’nin, Güney Afrika, Kuveyt, Kazakis-
tan, Tataristan gibi ülkelerdeki camilerde hatları bulu-
nuyor. Savaş Çevik’in ‘Hasan Çelebi’nin Sanatı Üzerine
Bir Deneme’ yazısında hocanın hatları hangi mekânlar
için yazdığına dair kısa bir özet var. Medine’deki Kuba
Mescidi’nin kûfî ve celi sülüs yazıları ile Medine’de
Cuma ve Kıbleteyn Mescidi yazıları da onun. Hatla ya-
kından ilgilenenler belki bilirler ama Medine’ye giden
pek çok Türk, Mescid-i Nebevi yazılarının bir bölümü-
nü Hasan Çelebi’nin yazdığının belki de farkında de-
ğildir. Oraya gitmeden önce ülkemizdeki eserlerin-
den ne kadar haberdarız kim bilir… Sultanahmet,
Beyazıt ve Hırka-i Şerif camileri, Bursa’da Cem Sul-
tan Türbesi, Ankara’da TBMM Camii’ne emek ver-
diğini de belirtelim.
HATTAT HASAN ÇELEBİ
63Kasım 201362
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
“Dilimin sınırları dünyamın
sınırlarıdır.” der Wittgens-
tein. Şu duyarlılığın onda
biri bile bir kültürün kendini koruyabilmesi için
sigorta görevi yapabilirdi. Kültürün taşıyıcısı olan,
anlam dünyamızın işaretlerini taşıyan “dil” konu-
sunda hassasiyetimiz, yerlerde sürünüyor.
Çocukluğumdan beri dil konusunda özel bir
duyarlılığım oldu, ne kadar şükretsem azdır.
Yanlış kullanılan kelimeyi fark etmek, doğrusu-
nu aramak, öğrenmek, iki farklı telaffuz fark et-
mişsem (meyve-meyva gibi) hemen doğrusunu
öğretmenime, bir bilene sormak gibi takıntıla-
rım o zaman gelişti. Allah herkese nasip etsin.
Ama bu duyarlılık bazen yorucu da olabiliyor.
Mesela gazete okurken, televizyon izlerken
bile içinizdeki “dil jandarması” boş durmuyor.
“Aman Allah’ım, nasıl telaffuz ediyor, yok artık,
bu kadarı da olmaz.” diye sürekli yorum yapıp
duruyor. “Kaale almak” yerine “kaileye almak”,
“işten bile değil” (o kadar kolay ki iş bile sayıl-
maz, o derece) yerine “içten bile değil” denebi-
liyor göz göre göre. Hayır, söylerken de düşün-
mez mi insan? “İçten bile değil”miş. Dıştan mı
peki, nedir yani?
Bu ara kulağımı tırmalayan başka bir şey var:
“Egolarım çok yüksek!” Birkaç ünlü kişinin röpor-
tajında üst üste bunu duyunca “hah” dedim, yeni
bir şey daha uydurmuşlar. Hayır, kullanırken ken-
dilerini kültürlü, entelektüel filan zannetmiyorlar
mı? İşte orası çok acıklı.
Ego, Latince “ben” demek. Bilirsiniz,
Freud’un kuramında da id ve süperego arasın-
da denge unsurudur. Yani çocuksu, dürtüsel
tarafımızla vicdanımız (toplumsal-ahlakî ku-
rallar) arasında ortayı bulmaya çalışan, ikisini
dengeli bir şekilde idare etmeye çalışan yanı-
mızdır. Yani her birimizin bir tane egosu var.
İster “ben, kendim” anlamında kullanalım, is-
ter “dengeyi sağlamaya çalışan tarafımız” an-
lamında. Ama el insaf, ego ne zaman çoğul
hale geldi? Bundan hiç haberimiz olmadı. Üs-
telik ayıptır söylemesi, biraz da psikoloji oku-
duğumuz halde…
“Egosu şişkin” diye de kullanılır günlük
dilde, (megaloman anlamında) ama orada
dahi tekildir. Ve böyle meziyet gibi kullanıl-
maz, zira olgunlaşmamışlık, çiğlik belirtisidir.
İlk duyduğumda bireysel bir cehalet olarak
algılamıştım, yazık kimse de uyarmamış diye
düşünerek. Ama aynı kullanımı başka başka
kişilerde, üstelik Hürriyet, Habertürk gibi ga-
zetelerde, röportajcıların ağzından da duyun-
ca anladım ki redaktörler (düzeltmen, musah-
hih) uyuyor. Bakın birkaç örnek:
ÇOK YÜKSEK (!)
EGOLARIM
Kasım 201364
Genç şarkıcı: “Azimliyim, hırslıyım ve egola-
rım çok yüksek”
Genç Oyuncu: “Hiçbir zaman çok yüksek ego-
larım olmadı. İşimde de, kariyerimde de, tipim-
le ilgili de...
Genç sporcu: “Her oyuncunun egosu var. Ego-
su yüksek olmayan iyi basketbolcu azdır. Benim
de egolarım yüksek.”
Soru: “Egolarınız yüksek mi?”
Cevap: “Ben egolarımı törpülemem.”
Bir röportajdan: “Sanat camiasında egolar
yüksek olduğundan, grup olarak ayakta kal-
mak zor mu?”
Normalde dilimizde bu durumu ifade et-
mek için başka kalıplar var: “Kendini beğen-
miş, burnu havada, ukala, kibirli, burnu Kaf
Dağı’nda, küçük dağları o yaratmış” gibi… Na-
sıl, kulağa hoş geliyor mu? Çağrışımları hep
olumsuz değil mi? Hep de üçüncü şahıs için
kullanılır, kimse kendisi için bu ifadeleri kul-
lanmaz. Zira kendini beğenmişlik, etraftakile-
re üstünlük taslamak, kasılmak hem ahlaken
çirkindir, hem de psikolojik açıdan rahatsızlık
belirtisidir. İleri boyutta narsisist kişilik bo-
zukluğuna kadar yolu vardır. Kültürümüz de
bu tutumu çirkin bulduğundan, dilimiz bunu
hep olumsuz kavramlarla tanımlamış. Ama
işte “egolarım yüksek” deyince bunu “özgüve-
nim, özsaygım yüksek” gibi bir anlama çekerek
olumlu bir vasıf gibi kullanıyorlar. Hâlbuki öz-
güvenle narsisizm asla karıştırılmamalı. Nar-
sisizm, “kendimi seviyorum, kendimle barı-
şığım, ben var ya ben, aman da egolarım ne
kadar yüksek” diye bas bas bağırır, ter ter tepi-
nirken, özgüven sakindir, doğaldır, gözümüze
sokmaz o barışıklığını, afişe de etmez.
Şimdilerde bütün o olumsuz çağrışımlı
ifadelerin yerine gelen “egolarım çok yüksek”
kavramı, aslında büyük bir yanılsamanın dile
dökülmüş hali. Çağımız narsisizm çağıdır de-
nir, dildeki bu yanlış kullanımı, narsisizmin
marifet gibi algılanmasının sembolik bir ifa-
desi sayabiliriz.
Dilimizden bir kelimeyi, kavramı, deyimi
çıkarıp yerine yenisini koyduğumuzda, kay-
bolan kavramlarla beraber onlarla taşınan an-
lamlar da kayboluyor. Önceleri utanç verici ve
küçültücü bulunan bir tutum, yalan yanlış ifa-
delerle yeniden tanımlanınca meziyete dönü-
şebiliyor. Bozulan sadece dil değil, dilin ta-
şıyıcısı olduğu kültür, değer yargıları, benlik
kavramı, iyi insan algısı vesaire… Bu insanlar
popüler kültür vasıtasıyla bütün bunları tah-
rip ediyor ve bunu yaparken de övünüyorlar.
“Merd-i kıptî şecaat arzederken sirkatin söy-
ler.” misali. Hiç değilse çocuklarımıza bu has-
sasiyeti aşılasak da bir sonraki kuşağı uyan-
dırsak olmaz mı?
GÜNEŞİN SIRRI Güneşin sırrını diyorumGüneşin sırrını bilir misin çocuk?Sana sormaz ısıtmak için seniCömerttir, alabildiğineYine de herkes hak ettiğini alır ondanEllerinde bir hayat taşır, öldüresiyeIşığın sancısı tutar en karanlık geceleriEn koyu çirkinlikleri eritirEn kuytu köşelere gizlenmişleriEn koyu perdelerin ardını aydınlatır... Yarın yine doğacakBu aydınlık ülkeye güneş çocuk, bekle!
Ellerinde kara meşaleleri bu düzenbazlarınSönecek bir bir inanÇıkacak meydana, yaktıkları ve yıktıklarıSen, hep iyi ol çocuk, hep iyi ol senGüneşin sırrı, senin gibilerde saklı... Yarın yine doğacakBu aydınlık ülkeye güneş çocuk, bekle!
Muhammed Murat GÖZÜBÜYÜK
65
Kasım 201366
AŞKATEŞİ
67
Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş
en büyük aşk ve çile üstâdı Fuzûlî,
Peygamber âşığı bir şairdir. Onda-
ki bu aşk, dîvânı incelendiğinde bâriz bir şekilde
görülebilir. Gazellerinde kafiye harfleri değiştikçe,
çoğunlukla ilk gazeller na’t şeklinde yazılmıştır.
Özellikle, Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in
Kerbelâ’da şehit edilmiş olması, şairin Kerbelâ’yı
mukaddes bir makam gibi telakkî etmesine yol aç-
mıştır. Şiirlerinin birçoğunda Hz. Hüseyin’in şe-
hit edilme hâdisesine telmih vardır. “Hadîkatü’s-
Süedâ” isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir
yer ayırmıştır.
Fuzûlî’nin en meşhur na’ti şüphesiz ki “Su
Kasîdesi” diye meşhur olan Kasîde Der-Na’t-i
Hazret-i Nebevî’sidir. Bu kasîdede Fuzûlî, o zama-
na kadar kullanılmayan “Su” motifini kullanmış-
tır. Su, Fuzûlî’nin şiiri boyunca Peygamber Efen-
dimize hasret, onun Ravza’sına ulaşmak için bin
bir türlü yola başvuran bir insanı temsil etmek-
tedir. Suyun Türk tasavvuf kültüründe önem-
li bir yeri vardır. Zira su, “Anâsır-ı Erbaa”dandır.
Anâsır-ı Erbaa, dört unsur demektir. Bunlar
hava, su, ateş ve topraktır. Bu dört unsur, varlık
âleminin de esasını teşkil eder. Anâsır-ı Erbaa’ın
insanların mizaçlarına da hâkim olduğuna inanı-
lır. Hava soğukluk, su yaşlık, ateş sıcaklık, toprak
kuruluk işaretidir.
Su, Fuzûlî’nin hayatında çok daha farklı bir an-
lam taşımaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
şair, Kerbela topraklarında yaşamış; bu toprak-
ların bütün susuzluğunu, meşakkatini, maddî-mânevî sıkıntısını çekmiş bir insandır.
İnsan, fıtrî olarak sevdiği, ihtiyacını his-
settiği bir şeyi; arzu ettiği bir nesnede kişi-
leştirir. Söz gelişi özellikle klasik edebiyatı-
mızın mânevî dünyasında “sevgili” hep “gül”
ile idealize edilmiştir. Fakat sonraki dönem-
lerde sevgilinin teşbih edildiği noktalar, nes-
neler, kavramlar da değişebilmiştir. Meselâ
Tanzimat döneminde “sevgili” zaman zaman
“vatan”, “hürriyet”, “cumhuriyet” gibi kav-
ramlarla karşılanırken; “sevgili”nin bazen de
“Türkiye”, “İstanbul”… gibi coğrafyalarla tem-
sil edildiğini görürüz.
İşte yukarıda izah ettiğimiz sebeplerden
ötürü, Fuzûlî de çok sevdiği Hz. Muhammed
(s.a.v.)’i su ile anlatmayı hedeflemiştir. Bu şiir
aşağıdaki şâheser beyitle başlıyor:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Beyti daha iyi anlayabilmek için Peygam-
ber Efendimizle Hz. Âişe anamız arasında ge-
çen şu diyaloga kulak verelim:
Hz. Âişe (r. Anhâ) anlatıyor: Ben, “Ey
Allah’ın Rasûlü! Verilmemesi caiz olmayan
şey nedir?” diye sorunca “Su, tuz ve ateş!”
EdebiyatVedat Ali TOK
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Fuzûlî
(Ey göz, gönlümde yanan ateşlere su saçma; çünkü
böyle şiddetle yanan gönül ateşime su hiçbir çare
veremez.)
BANA GÖZleriNiN ŞAvKı vUrUNcA
Bana gözlerinin şavkı vurunca Kapılır bu gönlüm sellere benim. Muhabbet ateşi ruhu sarınca Dağılır yüreğim çöllere benim. Irmak olur çağlar akar giderim Kurulmuş bentleri yıkar giderim. Uğruna her şeyi yakar giderim Savrulur hislerim göklere benim.
Takvimler önüme aylar koyamazYağmurlar geçilmez çaylar koyamazSakiler kanılmaz meyler koyamazBirikir hasretim yıllara benim Engelim dağ olsa bil ki aşarım Hapsolsam göllere durmaz taşarım. Kader mani olsa sanma yaşarım Yayılır bu aşkım dillere benim. Bir ümit ışığı verse sözlerin Canlanır ufkumda eşsiz gözlerin. Bana cevretse de bitmez nazların Kurulur düşlerim yollara benim.
Senin her bakışın candır canıma Ümitkar gülüşün kandır kanıma Azıcık sokulsan şöyle yanıma Dökülür gözyaşım güllere benim.
Mürsel GÜNDOĞDU
Kasım 201368 69
buyurdular. Ben tekrar: “Ey Allah’ın Rasûlü,
evet suyu anladık öyledir, ama tuz ve ateş
niye öyledir?” dedim. Şu cevabı verdiler: “Ey
Humeyrâ! Kim (isteyene) ateş verirse, bu ateşin
pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kaza-
nır! Kim de tuz verirse, o da bu tuzun tatlandır-
dığı her şeyi tasadduk etmiş gibi olur. Kim su bu-
lunan yerde bir Müslümana bir içimlik su içirirse
sanki bir köle âzâd etmiş gibi olur, suyun bulun-
madığı yerde içirirse, onu ihya etmiş gibi olur.”
Su kasidesin bu ilk beytinde bir tezatla buluş-
turuyor şair bizi: Ateş ve su. Ateş şiddetli bir ar-
zunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Buna
göre şair o kadar büyük bir arzu ateşiyle kavrul-
maktadır ki değme sular onu söndüremez. Ateş,
şairin içinde yaşadığı coğrafyanın bir özelliğidir.
Su ise onu ferahlatacak, serinletecek her türlü
çare, derman olarak düşünülebilir.
“Ey göz! Gönlümde yanan ateşlere gözyaşın-
dan su saçma; çünkü böyle tutuşan ateşlere su
fayda etmez.” diyor şair. Gözlerinden akan yaşla-
rı çok şiddetli görüyor belli ki. Çünkü oradan ge-
len su ile bir yangını söndürmeye çalışıyor. Gerçi
yangın da ondan daha şiddetli… Öyle ki gözyaşın-
dan gelecek sular söndürecek gibi değil.
Gönüldeki ateş, aşk ateşidir. Maddî bir ateş de-
ğil. Mecnunca bir sevdaya tutulan âşığın mizacı
da ağlamaktır. Aslında gözyaşı ile gönül ateşi te-
zat gibi görünse de ikisi de aynı duygunun –aşkın-
sonucudur. O yüzden birinin diğerine derman
olacak durumu da söz konusu olamaz; çünkü her
ikisi de aynı menşe’den kaynaklanıyor. Yani çıkış
noktalarında tezat olmadığı için birbiriyle ünsiyet
hâlindeler. Bir başka deyişle ikisi birbirinden der-
man arıyor; ancak ikisi de yardıma muhtaç. Öte
yandan Fuzûlî gözlerine “Su saçma!” emrini veri-
yor ki bu da gönlündeki ateşin sönmesini isteme-
diğine işarettir; çünkü bu ateş Peygamber sevgi-
siyle yanan bir ateştir.
Şiirde anâsır-ı erbaa’da geçen ateş, toprak, su
ve havanın hepsine yer verilmekle beraber, şiir-
de özlenen asıl unsur su; ikinci olarak da havadır.
Buna göre Fuzûlî’nin mizacının “su”ya meyilli ol-
duğu söylenebilir.
Şiirin genelinde hâkim mevsim, bahar ve hâkim
renk de yeşildir. Yeşil, aynı zamanda şairin bütün
özlemlerinin sembolü kabul edilebilir. Beyitte su
ve ateş tezat teşkil eden kelimelerdir. Bu anlamda
“göz” kelimesi de tesadüfen seçilmemiştir. Bu keli-
menin “su kaynağı” olan göz ile ilişkisi vardır.
“Fuzûlî’nin en meşhur na’ti “Su Kasîdesi”, Peygamber Efendimize hasret, onun Ravza’sına ulaşmak için
bin bir türlü yola başvuran bir insanı temsil etmektedir.”
HikâyeRaziye SAĞLAM
Son bir viraj kaldı eve varmaya. Yakın
bir tarihe kadar, sadece yazları geli-
nen bu ev, geçen senelerde anne ve
babasının kışlık evi boşaltmasıyla tamamen yer-
leştikleri hem kışlık hem yazlık olmuştu. Son fakat
en keskin virajı dönerken, bir anda önüne çıkan
maviliğin ışıltısından gözlerini alamadı. Babası-
nın külüstür arabasıyla ağır ağır ve bir o kadar da
sarsılarak geçtikleri bu yolda, o zamanlar da aynı
yerde aynı heyecanı duyardı Derviş.
Kasabaya girmeden önce arabayı deniz kena-
rına çekti. Avucuna kıyıdaki çakıl taşlarının yas-
sı olanlarından alıp, irice bir taşın üzerine otur-
du. Taşların birini işaret parmağı ile başparmağı
arasına sıkıştırıp, bileğini doksan derece kıvırarak
denize fırlattı. Taş denizin üzerinde zıplayan bir
kuş gibi tam beş kez sekti ve “Comb!” diye bir ses
çıkararak suya battı. Derviş taşın sekmesini ke-
yifle izledi. Sanki çocukluğuna dönmüştü ve ar-
kadaşlarına nispet yapıyor gibiydi. Ardından bir
tane daha attı ve sonra bir tane daha.
Ne olduysa birden, duyduğu sevinç yerini hüz-
ne bıraktı. Ne çok şey değişmişti o zamandan bu
yana. Hatta şu son bir ay içinde. Eşinden ayrılmış
tek çocuğunu hâkim annesine vermişti. O da ço-
cuğu alıp ailesinin yanına Samsun’a gitmişti. Der-
viş o sıkıntıyla işinden de ayrıldı. Çok kazanıyor-
du. Belki herkesin gıpta ile baktığı bir işi vardı
ama bir sabah kalktığında çalışmak istemediğini
farketti. Onu uzun bir süre idare edecek kadar bi-
rikmişi de vardı. Şimdi anne ve babasının yanın-
daki huzur ve sükûnete sığınmaya gidiyordu.
Ağır ağır kalktı. Sanki yanında biri varmış gibi
“Hayatları belki, eskisinden daha sıradan ve sıkı-
cıdır. Ne de olsa giderek yaşlanıyorlar ama yaşla-
rının verdiği dinginlik ve huzura ihtiyacım var. Bi-
raz da çocukluğumdaki gibi ilgi görmek istiyorum
galiba.” diye düşündü.
Arabayı tekrar çalıştırıp yola çıktığında, ço-
cukluğunda annesinin kurduğu sofralar geldi gö-
zünün önüne. Ne güzel bazlamalar, ıspanaklı bö-
rekler, mantılar yapardı. Hepsi de çok vakit alan
işlerdi ama nasıl olsa annesinin hep çok vakti
olurdu. Yine yapardı. Çok sevdikleri oğulları gel-
mişti de yapmaz mıydı hiç? Yemekleri düşününce,
birden çok acıktığını hissetti. Arabayı daha hızlı
sürmeye başladı. Bir an önce varmak istiyordu.
Uzaktan ev görününce kalbi hızla çarpma-
ya başladı. Çocuksu bir heyecanla, bu sakin yer-
de yeni bir hayata başlamanın garip çekiciliğine
sürüyor gibiydi. Annesi onu görünce “Kurban ol-
duğum! Nereden çıktın sen?” diyerek hasretle sa-
rılacak, sonra da kurduğu sofrada çeşit çeşit ye-
meklerden yemesi için ısrar edecekti. O sahneyi
yaşıyormuş gibi gülümsedi kendi kendine.
Bahçeye girerken “Arabanın sesini duymuş ol-
malılar. Neden merak edip de çıkmadılar acaba?”
diye söylenerek kapının ipini çekti. Kapı her za-
manki gibi kolayca açılıverdi. Derviş içeri girer-
ken, evin o kendine has yemek kokusuna karışmış
gardenya kokusunu duydu. Annesinin renk renk
gardenyaları olurdu hep ve çok güzel kokarlardı.
Birden burnunun direği sızladı. Bu kokuyla san-
ki çocukluğuna adım atıyor gibiydi. “Anneeee!”
diye seslenerek içeri girdiğinde ise kimse yoktu.
Sırayla odalara baktı. Sofa ile mutfak aynı duru-
yordu ama kiler olarak kullanılan ve yaramazlık
yaptığında kaçıp küplerin arkasına saklandığı oda
çok değişmişti. En azından artık bir kiler değildi
ve daha çok halı atölyesine benziyordu. Sıra sıra bü-
yüklü küçüklü halı tezgâhları ve renk renk ipler var-
dı. Tezgâhların önüne, üzeri yumuşak minderlerle
kaplı tahta sıralar dizilmişti. Tezgâhlarda kimi yarı-
ya kadar dokunmuş, kimi henüz başlamış, kimi ise
bitmeye yakın ipek halılar vardı. Hepsinin de deseni
birbirinden çok farklıydı ve Derviş’in şimdiye kadar
gördüğü halılara hiç benzemiyordu.
Kasım 201370
MİNEL AŞK İLE
GÜLDİYARI
71
eliN Dert GÖrMeSiN
Topluma itimat veren, Emin hâlin dert görmesin.Mümini kardeşçe saran,Şefkat kolun dert görmesin.
Ya hayır söyle ya da sus,Boş konuşmak nefse mahsus,Örnek olsun sözde Yunus,Tatlı dilin dert görmesin.
Hayatta çeksen de zahmet,Vatana gerekir hizmet,Hizmetle çoğalır kıymet,Mahir elin dert görmesin.
Yuvada isteyen huzur,Saygıda eylemez kusur,Edebiyle dâim meşhur,Mutî gelin dert görmesin.
Cihanda hakikî sultan,Başında taşır bir nişan,Tesettür kalkanı kuşan,Nârin telin dert görmesin.
Hüdâ nimet vermiş ferde,Sadaka devadır derde,Cömertlik sırrına er de,Hazır malın dert görmesin.
Yolun hakkı selam vermek,Yoldan zararı gidermek,İnsanlık düşeni görmek,Doğru yolun dert görmesin.
Varoğlu, hayrülhalef ol,Hayırla bul cennete yol,Ol da Rabb’e hakiki kul,Yer’de ölün dert görmesin.
Mehmet Ali vAr
Kasım 201372 73
Derviş gördüklerine bir anlam vermeye çalışır-
ken dış kapının açıldığını duydu. Annesinin sesi
geliyordu.
- Nazife biletler ayrılıverdi di mi? Şunun şura-
sında Türk gününe bir hafta kaldı.
- Sen heç meraklanma Hacer Teyzem. Sana, Haç-
çe Bacıya ve bir de Gülsüm Geline alındı bilet. Sizi
Amerika’da muhtarın yeğeni karşılayıvercek.
- Nazife gel bi daha bakıver şu halıya. Minel Aşk
ile Gül Diyarı bitiverir di mi o zamana kadar.
- Biter ablam sen hiç meraklanma. Minel Aşk ile
Gül Diyarı halının hası oldu
yani. Tam Türk sergisine la-
yık.
- Onların hikâyesi de ya-
zıldı dosyalandı di mi? Aman
gözünü seviyim bir eksik ol-
masın. Nerdeyse bütün dün-
yanın huzuruna çıkcez.
- Hazır ablam hepsi hazır.
CD’leri de yarın hazır olcek.
Derviş şaşkınlık içinde
dinliyordu anasıyla diğer ka-
dının konuşmalarını. Annesi
hangi ara bu kadar sosyal bir
kadın olmuştu. Yoksa görme-
yeli çok uzun zaman olmuş da
farkında mı değildi kendi yoğunluğundan. Annesi-
nin, eskiden halı dokumayı bildiğini duymuştu ama
hocalık yapacak kadar, hatta dünyaca ünlü bir sergi-
ye konacak kadar özgün eserler ortaya çıkarabilece-
ğini hiç tahmin etmiyordu. Üstelik yoğun bir şekilde
bilgisayar kullanıp, dünyanın başka yerlerindeki bu
tür kadın dernekleriyle de görüşüyordu. Hani yol bo-
yunca düşündüğü yemekler, çocuk gibi nazlanacağı
ana kucağı. Babası nerdeydi acaba? Belki hayal ettiği
ilgiyi ondan görebilirdi.
Annesinin “Oğlum! Kurban olduğum. Nereden
çıkıverdin sen?” diye sevinçle bağırmasıyla daldı-
ğı düşüncelerinden ayrıldı. Hasretle kucaklaşırlar-
ken annesi bir yandan da soru yağmuruna tutuyor-
du. Lakin telefonu hiç susmadığı için, Derviş doğru
düzgün anlatamadı hiç bir şeyi. Şaşkınlık içindeydi.
Bir fırsatını bulup
- Babam nerde, diye sorabildi.
- Ankara’da oğlum. Amerika’daki Türk gününe
katılıverecez ya dernek olarak, bazı bürokratik işler
için Meclis’e gidiverdi görüşmeye. Bir kaç vekilde mi
geliverecekmiş ne bizimle. Neyse işte. Eee de baka-
lım. Hangi rüzgâr attı seni buraya. Epeydir unutu-
verdin hayırsız bizi. Biz de dokunmayalım işi çok yo-
ğun diyoruz ama...
Derviş sözünün bölüne-
ceğinden korkarak bir çırpı-
da anlattı olanları ve uzun bir
süre onlarla kalıp başını din-
leyeceğini söyledi.
Son cümleyi söylediğinde,
annesinin gayrı ihtiyari bir
bakışı vardı ki yüzüne, sanki
“Başını dinlemek mi? Bura-
da mı?” demek istiyordu. Ni-
tekim sonraki günlerde daha
iyi anladı bu bakışın nedeni-
ni. Sabah saat dokuzda, kö-
yün cıvıl cıvıl kadınları kızları
eve geliyor, annesinin öğret-
menliğinde, tezgâhların başı-
na geçiyordu. Öğlende yemek
arası verilene kadar bir yandan neşe içinde konuşup
sohbet ediyor bir yandan çok hızlı bir şekilde ça-
lışıyorlardı. Hepsi de orada olmaktan çok mut-
lu görünüyordu. Annesi onlarla ilgilendiği için,
Derviş kahvaltısını kendi hazırlıyor ve o çok yo-
ğun olduğundan bazen de akşam yemeklerini
yapıyordu.
Bugün de annesiyle diğer iki kadını Amerika’ya
uğurlarken kendini, onların döneceği gün nasıl
bir hazırlık yapacağını düşünürken buldu. Kendi
kendine kocaman gülümserken “Garip Derviş! Ne
umdun ne buldun?” diye söylendi.
75Kasım 201374
İnsan Sermayesİ
Eğer 21. yüzyılda bir şehirde yaşıyor-
sanız, sizin toplam değerinizi oluş-
turan birkaç “değer” vardır. Mensup
olduğunuz aile, aldığınız eğitim, giyindiğiniz ve
kullandığınız markalar, arabanızın markası, hatta
oturduğunuz muhit gibi unsurlar toplam değeri-
nizi belirler. Marka değeri ifadesi genellikle firma-
lar için kullanılmakla birlikte birey anlamında da
alanında isim yapmak, ünlü ve/veya unvan sa-
hibi olmak manalarını taşır ki her “iyi marka”nın
büyük paylar aldığı piyasa imkânlarından fayda-
lanmak; iyi gelirler elde etmek anlamına gelen bir
şeydir bu.
“Moda, farklılaşma çabası içinde birbirine ben-
zemektir.” sözünü okuduktan sonra, aslında tüm
benzerliklerin farklı olma çabalarından ileri gel-
diğini fark ettim. Pahalı kıyafetler, kaliteli olma-
sından ziyade, alan sayısını azaltmak ve bu sayede
kendi elitini oluşturmak iddiasıyla bu kadar paha-
lı olması daha mantıklı geliyor artık bana. Etiket
fiyatı 39 TL olan kot ile 199 TL olan kotun aynı
merdiven altı imalathaneden çıktığına da bizzat
şahidim. (Neyse konumuz bu değil.)
Sözü getirmek istediğim nokta, farklı olma ça-
basındaki insanları aşağılamak, iPhone kullanan-
lara taş atmak ve marka giyinenlerle dalga geçmek
değil (ki bu da farklı bir modadır). İnsan tabiatın-
dandır iyi olmak, iyi görünmek, donanımlı olmak,
sevilmek, itibar edilmek gibi istekler… Günümüz
ifadesiyle “marka” olmak. Derdim marka olmak-
la değil; “marka olma”yı alışveriş merkezlerinde,
tatil yöresi ve restoranlarda, kişisel gelişim mer-
kezlerinde ya da güzellik salonlarında aramakla.
Çünkü insan satın aldıklarıyla değil, sahip olduk-
larıyla marka değeri taşıyor.
Güzelliğe sahip olmak, gömlek ile değil, göm-
leğin arkadan yırtılması ile olur. Yürüyüşüyle, du-
ruşuyla, derinliğiyle, ilmiyle ve edebiyle, yeryüzü-
nün en güzel örtüleriyle örtünüyor, sırlanıyor ve
nurlanıyor insan. Üzerinde değil kalbinde taşıdık-
larıyla kendisi bir “değer” oluyor. (Yusuf bir mar-
kadır).
Tam burada; arkadan yırtık gömlekleriyle en
klas “marka”yı giyen, ne giyse harika görünen, yü-
rürken zarafetiyle büyüleyen, hangi kremi kulla-
nıyor bilmem ama yüzü pürüzsüz bir nur gibi gö-
rünen, diksiyon dersi almamış olsa da ağzından
bal damlayan, ilahiyat okumamış olsa da en gö-
nülden sohbetleriyle kalpleri süsleyen, hiç araba
kullanmasa da her zaman birlikte yürüsek deni-
len, işinde bir unvanı olmasa da hem eşi hem ço-
cukları hem de çevresinin eşsiz kahramanı olan
yeryüzünün “En Süper Marka” insanlarına selam
göndermek istiyorum.
İşte tüm bu özelliklerini saydığım insanlar; iyi
görünmek için ne pahalı bir takım elbiseye, ne
gösterişli şallara, ne iyi bir eğitime ne de başka
Kalbİn Hazİnesİ
DenemeMuhammed B. TOPRAK
“Güzelliğe sahip olmak, gömlek ile değil, gömleğin
arkadan yırtılması ile olur. Yürüyüşüyle, duruşuyla,
derinliğiyle, ilmiyle ve edebiyle, yeryüzünün
en güzel örtüleriyle örtünüyor, sırlanıyor ve
nurlanıyor insan.”
SONBAHAr
Esen yele savruluyor yapraklar Anlaşıldı demek geldi sonbahar Örtüsünden çıktı kara topraklar Evvel ilkbahardı oldu sonbahar
Ömür gelir geçer gelmez şakaya İyilik yaparsan kalır bakaya Ölüm denen bilinen şu vakaya Hangi tabip çare buldu sonbahar
Tabiatta hiç neşe yok dön de bak Her şeye bir ömür biçmiş yüce Hak Bu dünya fanıdır ettin mi idrak Bu güzellik kime kaldı sonbahar
Gürkani der nice sırlar gizledin Kış gelince ilkbaharı özledin Tanık oldun çok olaylar gözledin Kim ağladı kimler güldü sonbahar enver GÜrKAN
Kasım 201376
bir dış görünüm unsuruna ihtiyacı olan âhir za-
man dervişleridir. Çünkü iyi görünmek için önce
iyi görmek gerekir.
Kendi elleriyle kalbine tasarlattığı bir marka-
sı vardır dervişin. Yürüyüş şekli, insanlara hita-
beti, alçakgönüllülüğü, cömertliği, sevilmek ka-
dar sevmek de istemesi, hayâsı, sahip olduğu ilmi,
dünya ve ahiret görüşü ile kolay kolay kimsenin
ulaşamayacağı pahada değerlere sahiptir. Ceketi-
nin içinde İtalyan markasını değil, göğüs kafesi-
nin içinde İslâm markasını gururla taşır. Bu öyle
bir markadır ki, eskimez, modası geçmez ve değer
kaybetmez. Renkli şallara da ihtiyacı yoktur bu
markayı kalplerine giydirmiş kadınların. (Dervi-
şe şan da gerekmez süslü şal da). Hiçbir kursta
öğretilemeyecek yürüyüşleri vardır onların. Yü-
rürken toprağı incitmekten korkan kadını dü-
şün. En güzel süs edeptir, diyorlar, öyle değil mi
Zeynep Abla?
Kendine has bir duruşu vardır dervişin. Kolay
kızmaz, gönül kırmaz, Hakk’ı bilir, makama ve un-
vana tamah etmez. Alnı aktır, başı diktir ama gözle-
ri ayakuçlarındadır; onurludur ama kibirli değildir.
Ne giyse yakışır, çünkü kendisi güzeldir. Yusuf’un
hikâyesini anlatmıştım değil mi Seyfullah Abi?
Düşünce dünyamın ilham kaynağı Hazret’in
ifadesi ile;
Coşkun bir sel gibiyiz coşarız seller ile
Gonca bir gül gibiyiz kokarız güller ile
Bir gün toprak oluruz tozarız yeller ile
Nâm u nişânımız yok dervişe şân gerekmez
Yokluk yolcularına başka nişân gerekmez
Kulluk vazifemizdir yokluk şiarımız hem
Kayırmayız özümüz olsak da yahşi yâ kem
Bir güzelin urgunu âşüftesiyiz her dem
Nâm u nişanımız yok dervişe şan gerekmez
Yokluk yolcularına başka nişan gerekmez
Ölümü iç cebinde taşıyan, Hz. Yusuf’un
edep örtüsünü kuşanan, sel gibi coşan ve gül
gibi kokan, yokluk yoluna varını veren, her
canlıya hizmet düsturuyla yaşayan, ehl-i bey-
ti kalbinin saraylarında yaşatan, nâm-u nişa-
na, unvana itibar etmediği için en yüce manevî
makama ve en değerli “marka”ya kavuşan ha-
kikat yolcularına selam olsun… Selam onların
üzerine olsun.
77
“Moda, farklılaşma çabası içinde birbirine benzemektir.” sözünü okuduktan sonra, aslında tüm benzerliklerin farklı olma çabalarından ileri geldiğini fark ettim.”
Kasım 201378
Torosların eteğinde güneşe gülümseyen şe-
hir Mersin, 150 yıllık geçmişi ile Anadolu’nun en
genç kentlerinden biri sayılır. Özellikle Tanzimat
Fermanı’yla her alanda başlatılan yeniden yapılan-
ma ve reformları, ilk önce ve en iyi değerlendiren
Osmanlı kentlerinden biri olmuş ve daha 1886 yılın-
da 12 ülke konsolosluğunun bulunduğu, uluslarara-
sı önemi haiz bir liman kenti haline gelmiştir.
Hızla hayata geçirilen GAP, Ataş Rafinerisi, sa-
hip olduğu geniş hinterlant sayesinde Türkiye’nin
en önemli ve en işlek limanı olan Uluslararası Lima-
nı, Türkiye’nin en büyük Serbest Bölgesi’yle Mersin
burada sayamayacağımız daha birçok özelliğiyle gü-
nümüzde Türkiye’nin en gelişmiş metropol kentle-
rinden biridir.
Mersin’de manevî hayatın en önemli yanı hiç
şüphesiz Tarsus ilçesinde kabr-i şerifi bulunan Hz.
Danyal (a.s.)’dır. Hz. Danyal (a.s.) İsrailoğullarına
gönderilen ve kendisine kitap indirilmeyen peygam-
berlerdendir. II. Babil Kralı Buhtunnsar (M.Ö. 605-
562) zamanında yaşadığı belirtilen Hz. Danyal’dan,
Yahudileri Babil esaretinden ilmi ve kehanetleriyle
kurtarmış peygamber, olarak bahsedilir.
Rivayete göre, Buhtunnasr Kudüs’ü işgal edip
ihtiyarları kılıçtan geçirmiş ve gençlerden bazıları-
nı da esir olarak Babil’e götürmüştür. Esirler içinde
Danyal ( a.s.) da vardır.
Bir gün Buhtunnsar, bir gece yatağından korku
ve dehşet içinde kalkar. Korkulu bir rüya görür, ama
gördüğü rüyayı hatırlayamamaktadır. Bunun üze-
rine adamalarına bu rüyasını tabir etmelerine em-
reder, fakat hiç biri bu rüyayı çözemez. Kral bunun
üzerine üç gün mühlet verir yoksa kendilerini çok
kötü şekilde cezalandıracağını söyler. Bu durumu
esir olarak tutulan Danyal (a.s.) öğrenir ve bu ola-
yı çözeceğini söyler. Kralın yanına götürülür, rüya-
yı tabir eder. Bu günden sonra kral Danyal (a.s.)’a
çok ikramlarda bulunur. Onu sık sık, huzuruna ka-
bul eder ve yapacağı işleri, ona danışır. Kral daha
sonraları Danyal (a.s.)’ı, üstün mevkilere getirir. Hz.
Danyal artık kralın yanında, insanların en şereflisi
ve en sevgilisi olmuştur. Kral Danyal (a.s.) hürmeti-
ne bütün Yahudilerin esaretine son vermiş yeniden
ülkelerine dönmelerine izin vermiştir.
Danyal (a.s.) her nereye gitse, orada bolluk ve
bereket meydana gelirdi. Onun bu mucizesi her ta-
rafa yayılmıştı. O tarihlerde Tarsus bölgesinde baş
gösteren bir kıtlık sebebiyle şehir halkı Danyal (a.s.)
Tarsus’a davet eder. Onun gelmesiyle Tarsus’ta, Çu-
kurova Bölgesi’nde kıtlık, yerini bolluğa bırakır ve
insanlar huzurlu bir şekilde yaşamaya başlarlar. Hz.
Danyal (a.s.) da vefat edene kadar burada kalır. Ve-
fatından sonra da bolluk ve bereketin kaçacağından
korkan Tarsuslular Danyal Peygamberin na’şını sak-
larlar. Hz. Ömer (r.a.) zamanında hicretin 17. yılın-
da, Tarsus’u fetheden Ebu Musa El-Eş’ari (r.a.) ka-
pısı mühürlü bir odada sanduka içerisinde bir na’ş
bulur. Na’şın parmağında, kaşında iki aslan arasında
bir çocuk resmi bulunan bir yüzük vardır. Ebu Musa
El-Eş’ari (r.a.) yüzükle birlikte Hz Ömer (r.a.)’a ha-
ber gönderir. Hz. Ömer, na’şın Danyal (a.s.)’a ait ol-
Örnek Hayat Yusuf HALICI
VELÎLERİMERSİN
79
duğunu an-
lar ve İslâmî
usullere göre cena-
ze namazının kılınma-
sını ve özellikle Yahudiler
tarafından başka yere taşınma-
ması için de cenazenin çok derinle-
re defnini, defnedilen yerin de gizlen-
mesini emreder. Ebu Musa El-Eş’ari, na’şı
daha derine defnettiği gibi üzerini harçla ve as-
faltla kapattırmış ve yerini gizlemek maksadıyla da
Berdan Çayı’nın bir kolunu üzerinden akıttırmıştır.
Osmanlı Dönemi’nde yapılan Makam Camii ile ka-
bir bu caminin altında kalmıştır. Son dönemde de
yapılan çalışmalarla Danyal Peygamberin kabri ca-
minin 10 m kadar aşağısında çıkmıştır. Şimdilerde
cami ve çevresinde restorasyon çalışmaları devam
etmektedir.
Seyyid Alâeddin Ali Semerkandî
Seyyid Alâeddin Ali Semerkandî Hazretleri, Os-
manlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da
yaşamış evliyanın önde gelenlerindendir.
Semerkand’da doğdu. Soyu Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’e kadar ulaştığı için Seyyid’dir. Semerkand,
Buhara, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil
etti ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Alâeddin
el-Buharî’den de icazet aldı. Daha sonra Anadolu’ya
hicret etti.
Seyyid Alâeddin Semerkandî Hazretleri, sene-
nin büyük bir kısmında oruç tutardı. Gecelerini na-
maz kılarak, gündüzleri de talebelerine ders vererek
geçirir onları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırdı.
Nefsini terbiye etmek için çok riyâzet ve mücâhede
eder, nefsinin istediklerini yapmaz ve istemedikle-
rini yapmak için uğraşırdı. Dünyaya hiç meyletmez-
di, haramlardan şiddetle kaçındığı gibi, mübahla-
rın da birçoğunu terkederdi. Rivayete göre Cenab-ı
Hakk’ın kudreti ile tayy-i mekân eder, kısa zaman-
da bir yerden diğer yere giderdi. Hatta sabah na-
mazını Kâbe’de kılıp, güneş doğmadan tekrar evi-
ne döndüğü de rivayetlerde zikredilmektedir.Seyyid
Alâeddin, ileri yaşlarında Mekke-i Mükerreme’de bir
müddet ikametten sonra, Medine-i Münevvere’ye
geldi. Rasûlullah
Efendimize olan aşkı
sebebiyle oradan ayrıla-
madı. Yıllarca türbede hiz-
met etti. Bir gün Peygamber
Efendimizi gördüğünü kendisi
şöyle anlatır:
“İlk zamanlar mağarada kalırdım. Bir
gün Rasûlullah Efendimizi ziyaret etmek
için mağaradan çıktım. Kabr-i şerîflerine va-
rıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz
ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Burada
bana bahşolunan birçok güzellikten sonra Efendi-
miz (s.a.v.), “Var git ümmetimi tarikine, yoluna da-
vet et.” buyurdu. Ben de yoluma girenler için bazı
üstünlükler istedim.”
Ali Semerkandî Hazretlerinin yoluna girenlere;
müridlerinin dünyada namerde muhtaç olmamala-
rı, şeytanın şerrinden emin olmaları, şirkten uzak
olmaları, zalimlerin şerrinden emin olmaları, kaza
ve belâdan emin olmaları, düşmanın hilesinden
muhafaza olmaları, hidayet, doğru yol üzere olma-
ları, yaptıkları amellerin Allahu Teâlâ’nın katında
makbul olup, kıyamet gününde yüzlerine vurulma-
ması, Allahu Teâlâ onlara ibadet ve taatın lezzeti-
ni vermesi, Allahu Teâlâ her gün ve her gece onla-
rın evlerine yetmiş rahmet yağdırması, şehit olarak
vefat etmeleri, son nefesinde kevser şarabını içip,
dünyadan kanmış olarak çıkmaları, cennete kanmış
olarak girmeleri, kabirlerinin cennet bahçelerinden
bir bahçe olması, kabirde Münker ve Nekir’in aza-
bından kurtulmaları, kıyamet gününün sıcağından
kurtulmaları ve Livâ-ul-hamd’ın gölgesinde gölge-
lenmeleri gibi üstünlükler ihsan edilmiştir.
Ali Semerkandî Hazretleri kıymetli eserler ka-
leme aldı. Eserlerinin en önemlisi Bahr-ül-Ulûm
isimli dört ciltlik tefsiridir. Ayrıca Hâşiye alâ Şerhiş-
Şemsiyye, Hâşiye alâ Şerh-il-Metâlî ve Hâşiye alâ
Şerh-il-Mevâkıf adlı eserleri vardır.Ali Semerkandî
Hazretleri 1456 yılında yüz elli yaşlarında iken ve-
fat etti. Türbe, mescid, zaviye ve vakfiyesinden olu-
şan külliye, İçel’e bağlı Gülnar ilçesi Zeyne Kasaba-
sı’ndadır.
FOBİLER
Kasım 201380
Günlük hayatımızda her korkunun bir
sebebi ve açıklaması vardır. Korku,
insan hayatının temel Saiklerinden-
dir. Kendimizi yersiz risklerden koruma vesilesi-
dir. Sevgi kadar hayat verici bir unsurdur. Oysa
fobi korkudan başka bir şeydir. Hayatı korumak
bir yana, yaşayışımızı karartır ve yaşanmaz hale
getirir. Fobide korkunun mantıklı bir açıklaması
yoktur. Fobi sahibi de bunun farkındadır. Yine de
bir şeylerden uzak durmaya,
bir şeyleri yapmaktan kaçın-
maya bakar. Sözgelimi kapalı
yerlerde bulunmak, yüksek bir
yere çıkmak kanını dondurur.
Neredeyse insanlar sayısınca
fobi olsa da, temel üç çeşit fobi
vardır:
“Basit (özgül) fobiler:
En sık görünen fobi şeklidir.
Hemen her zaman tedavi olması gerekmez. Ba-
sit fobilerin konusu köpekler, yılanlar, böcekler
ve fare gibi hayvanlardır. Kan görmek ve yaralan-
mak, kapalı yerlerde bulunmak (klastrofobi), yük-
seklik fobisi (akrofobi) ve uçak seyahatleri de sık
görülen basit fobi temalarıdır.
Sosyal fobiler: Kişi başkalarınca fark edile-
cek büyük bir hata yapacağı, küçük düşeceği ya da
utanç duyacağı gibi endişeler taşır. Toplum içinde
konuşurken kekeleyeceğini, başkalarının önün-
de yemek yerken boğazına kaçacağını düşünür.
Umumi tuvaletleri kullanmamaya çalışır, başka-
larının yanında yazarken veya bir şey verirken el-
lerinin titremesinden kaygılanır. Bundan başka,
çoğu sosyal durumlarda aptalca şeyler söyleme,
sorulara cevap verememe, heyecanlanma kaygıla-
rı da olabilir.
Ağorafobi: Çıkılması zor, kaçmanın güç ol-
duğu özel ortamlarda çarpıntı, boğulma hissi, ter-
leme, titreme, bayılma, çıldırma endişesi, tansi-
yon yükselmesi veya düşmesi, ölüm korkusu gibi
belirtiler ortaya çıkar. Bazen bu gibi belirtiler hiç
beklenmedik biçimde de ortaya çıkabilir. Hastalar
kapalı yerlerde ağır bir sıkıntı duyar, tedirgin ola-
rak bekler, hatta kaçabilirler de. Pazarda bekleye-
mez, toplu taşıma araçlarına binemez, namazlar-
da arka saflarda kalmayı tercih ederler.
Agrafobi zor durumda kalındığında, güven-
liğin kolayca sağlanamayacağı, kendini rahat-
sız hissettiğinde (panik atağı olması durumunda)
81
PsikolojiSefa SAYGILI*
“Fobilerde korkuya üç şekilde yaklaşılır ve bu tepki
biçimleri belirtilerin yok olmasını engeller. Sıkıntının
tekrar gelebileceği veya uyaranla tekrar karşılaşılacağı
beklentisi yeni bir gerilim daha doğurur.”
Kasım 201382
yardımın gelmeyeceği veya mahcup düşeceği du-
rumlarda bulunmaktan korkma olarak tanımla-
nabilir. Bunlar kalabalık yerler yoğun trafik, köp-
rü, asansör vb. gibi durumlardır. Bu hastalar toplu
ulaşım araçlarına binemezler. Bir yolda bekleye-
mezler. Tüneller, köprüler, asansör, kuaför, ber-
ber, diş hekimi koltuğu vb. katlanılması güç yer-
lerdir. Evde yalnız kalamazlar. Bir panik atağının
ardından agorafobi gelişmesi sık izlenen bir du-
rumdur. Bu gözlemlere dayanarak panik atakları
ile agorafobi arasında nedensel bir bağ kurulmak-
tadır. Fobik ortamlarda izlenen belirtiler baş dön-
mesi, derealizasyon, gaita ve idrar kontrol edeme-
me, solunum zorluğu gibi belirtilerdir. 20-30 yaş
arasında kadınlarda daha sıktır.
Genellikle önemli bir hayat olayının ardından
başlar (boşanma, ebeveyn ölümü vb. olabilir).
Daha sık olarak da panik ataklarına karşı öğrenil-
miş bir yanıt olarak gelişir. Anksiyete arttıkça kişi
eve bağlı kalmaya başlar.
Fobiler Yaygın mı?
Normal korku ile fobinin ayrımı güç olduğu
için ve insanlar fobilerini saklamak eğiliminde ol-
duklarından fobilerin ne kadar yaygın olduğunu
kestirmek güçtür. Basit fobiler çocukluk korkuları
ile ilişkilidir. Sosyal fobiler daha çok ergenlik dö-
neminde ortaya çıkar. Agora fobiler ise genellikle
erişkinlik döneminde ortaya çıkar. Sosyal fobi er-
kek ve kadınlar arasında hemen hemen eşit oran-
da görülmekte iken agorafobi kadınlarda daha sık
görülmektedir.
Belirtiler Neler?
Fobilerde görülen belirtileri üç grupta toplaya-
biliriz.
Fizyolojik belirtiler: Kalp atımı hızlanır; ter-
leme, titreme, hızlı nefes alma, adale gerginli-
ği, güçsüzlük, midede huzursuzluk,
bulantı olur. Hasta nefessiz kalabi-
lir. Agorafobide, genelde 15-20 da-
kika kadar süren bu belirtilerin bir
kaçının birlikte olduğu, çıldırma ve
ölüm korkusunun da eşlik ettiği pa-
nik ataklar olabilir.
Davranış belirtileri: En sık görü-
len fobiler “uçma” veya “donma” ol-
duğu yere çakılmak veya büyük bir
hızla uzaklaşmak hissi yaşanır.
Öznel belirtiler: Hastanın sözlü
ifadesi ve davranışlarından çıkarılır.
“Kendimi ölecek gibi hissettim.”, “Az
daha aklımı kaybedecektim.”, “San-
ki ben ben değilmişim gibi hissettim.”
gibi ifadeler verir. Utanma, hayal kı-
rıklığına uğrama, kızma ve korku şek-
linde duygularda olabilir.
Fobilerde korkuya üç şekilde yaklaşılır ve bu tep-
ki biçimleri belirtilerin yok olmasını engeller. Sıkın-
tının tekrar gelebileceği veya uyaranla tekrar karşı-
laşılacağı beklentisi yeni bir gerilim daha doğurur.
“Gene olacağım”, “Kontrolümü kaybedeceğim”,
“Herkes fark edecek” gibi kaygılar kaçınma tepkisi-
ni iyice pekiştirir. Bu sebeple fobiyi hatırlatacak her
şeyden kaçınmaya çalışırlar. Günlük faaliyetleri et-
kileyen fobiler depresyona da yol açabilir. *Prof. Dr.
83
eY ereNler
Ey erenler, ey yarenler Bu yol Allah’ın yoludur Hâk için dostu sevenler Bu yol Allah’ın yoludur
Derdin olsa dağlar gibi Aksa yaşın çağlar gibi İrem olsan bağlar gibi Bu yol Allah’ın yoludur
Sevabına sevap katar Bazen günahını atar Kullar yürür katar katar Bu yol Allah’ın yoludur
Getirin dostu getirin Gelmezse tutup getirin İstikamettir oturun Bu yol Allah’ın yoludur
Rabia’yım yol ararım Hak yola varmak kararım Ahiret gerçek diyarım Bu yol Allah’ın yoludur
rabia BArıŞ
85Kasım 201384
SağlıkAkın DİNDAR Sonbahar geldi, soğuk
kış günleri yaklaş-
tı. Daha karanlık ve
soğuk bir döneme giriyoruz. Ya-
zın aydınlık ve ılık günleri geride
kalırken, fiziksel ve sosyal şartlar
insanların depresif hissetmesine
zemin hazırlıyor. Liv Hospital Kli-
nik Psikoloğu Beril Yardımcı, son-
bahar depresyonundan korunma-
nın 10 altın kuralını anlattı.
1. Odanıza gün doğsun!
Sonbahar depresyonunun be-
lirtilerinden biri sabahları uyan-
mada yaşanan zorluktur. Kişi ye-
terince uyumuş olsa bile yataktan
kalkmak istemez. Yatak odasın-
da zaman ayarlı aydınlatma siste-
mi kurmak ve alarmınız çalmadan
yarım saat önce suni de olsa yata-
ğınızda gün doğumunu hissetmek
uyanmayı kolaylaştırır.
2. Hayatınıza ışık sokun!
Hava serin ve karanlık diye gü-
neş ışığından vazgeçmeyin! Özel-
likle gündüzleri bulutlu bile olsa
dışarı çıkın ve güneş ışığını görün.
Güneş ışığı doğal olarak beynin
duygusal merkezini uyarır ve in-
sanın iyi hissetmesini sağlar. Er-
ken kalkın, perdeleri açın, dışarı
çıkın.
3. Hareket sizi kurtarır!
Soğuk hava terlememek için
özür değildir. Spor merkezinde,
evde veya hatta tercihen dışarıda
kalbiniz 140’ın üzerinde çarpsın!
Sadece kiloyu korumak ve sağlık-
lı kalmak için değil, günlük haya-
tın stresinden uzaklaşmak için de
spora vakit ayırın. İyi bir egzer-
sizin etkisi saatlerce sürer. Gün
içinde daha fazla enerjiniz olur,
metabolizmanız hızlanır, iyi his-
settiren hormonlar salgılanır. Dü-
zenli egzersiz kış uykusuna çekil-
meye meyilli bedene yaşadığını
hissettirir.
4. Şekere dikkat!
Mutluluk, zindelik ve canlılık
hissi veren seretonin hormonu-
nun seviyesi düştüğünde, karbon-
hidratlara ve şekerli gıdaları tü-
ketme isteği artar. Kışın özellikle
de tatlı yeme eğilimi artar. Şeker-
li ve beyaz unlu gıdalara bağımlı-
lık fizyolojik bir gerçektir. Bunlar
bedende uyuşturucular gibi biyo-
kimyasal sistemleri etkiler. Ne ye-
diğiniz nasıl hissettiğinizi ciddi öl-
çüde etkiler.
5. Sosyal hayatı unutmayın!
Arkadaşların, ailenin, iş ar-
kadaşlarının, komşuları önemi-
ni azımsamayın. Her şeyi boş
vermek istediğinizde kim size el
uzatır? Sizi destekleyecek insanla-
rı aklınızda tutun, ihtiyaç duydu-
ğunuzda size cesaretlendirmele-
rine izin verin. Bazen bir telefon,
kahve sohbeti veya e-mail size
canlandırır.
6. Kışa heyecan katın!
Bir şeyi yaşamayı beklemek
insanı motive eder. Sonbahar
ve kış, havaların ısınmasını
beklemek için çok uzundur.
Size heyecan verecek bir haf-
ta sonu gezisi, gece planı veya
spor planları kışınıza renk ka-
tacaktır. Kayak, kızak, kar
yürüyüşü, buz pateni gibi
faaliyetleri heyecanla bekle-
yebilirsiniz.
7. Gevşeyin!
Meşgulsünüz. İş, ders, aile,
arkadaşlar, randevular, bu-
luşmalar meşgul olmaktan
hoşlansanız dahi herkesin sa-
kin kalmaya ihtiyacı vardır.
Bazı sorumluluklara veya da-
vetlere ‘Hayır’ demekten ka-
çınmayın ve birkaç dakika
hiçbir şey yapmadan geçirin.
Bu zamanda dikkatinizi içe
döndürüp ruhsal olarak sa-
kinleşmeye, bedensel olarak
gevşemeye ayırın. Kendinize
yardımcı olacak gevşeme eg-
zersizlerini gündeme alın.
8. Uyku ne fazla ne de az!
İnsanlar soğuk havalarda
doğal olarak daha uzun uyur.
Bu fizyolojik bir ihtiyaçtır ve
buna saygı göstermek gere-
kir. Zamanı iyi kullanarak ve
disiplinli olarak, geceleri 7-8
saat uyumayı hedefleyin. Yat-
ma ve kalkma saatini belli bir
düzene oturtmak, hayata rit-
mini verir ve enerji seviyesi-
ni arttırır. İhtiyacınız olan dü-
zeni bulun. Özellikle de hafta
sonları çok fazla uyumamaya
özen gösterin, bu insanı daha
yorgun düşürebilir.
Sonbahar Depresyonundan Kurtulmanın
8 Yolu
Kasım 201386 87
Gülgiller familyasından, İdrisağacı olarak da bilinen kısa boylu bir çalıdır. Bazen de 8 - 10 m’ye ulaşan ve kışın yaprağını döken ufak bir ağaçtır. Güzel kokulu çiçekleri beyaz renktedir. Yabani kiraz olarak da bilinen küçük, 5- 6 mm büyüklüğündeki meyve-leri olgunlaşınca siyah bir renk alır.
Faydaları;
İdrar ve balgam söktürücüdür. Nefes darlığı ve sıtmaya karşı faydalıdır. Ağrı kesicidir. Vücuda kuvvet verir. Prostat büyümesin-de, şekeri düşürmede faydalıdır. Tonik etkisi vardır. Böbrek sancılarının giderilmesinde ve mide ile bağırsak gazlarının çıkarılma-sında, karın ağrılarında etkilidir. Karaciğer için faydalıdır.
Nasıl Kullanılır?
Meyvelerin içindeki sert kabuklu tohumlar, yaygın biçimde baharat olarak kullanılır. Kurutulduktan sonra öğütülen mahlep to-humları simit, poğaça, kek ve kuru pasta gibi özellikle hamur işlerinde kendine has hoş bir koku vermekte kullanılır. Ayrıca, par-fümeri ve boya sanayinde de kullanılmaktadır.
MahlepGülgiller familyasından, İdrisa-
ğacı olarak da bilinen kısa boylu bir çalıdır. Bazen de 8 - 10 m’ye ulaşan ve kışın yaprağını döken ufak bir ağaçtır. Hoş kokusu ve ne-fis tadı olan bir baharattır. Beyaz renkli çiçekleriyle yabani kiraz ola-rak da bilinen mahlep, 5- 6 mm büyüklüğündeki meyveleri olgun-laşınca siyah bir renk alır. Kuma-rin, silisilik asit ve prusik asit içerir. Mahlep, toz halinde satılır. Meyve-leri buruk ve ekşi lezzetlidir. Mah-lep tohumu elde etmek için olgun meyveleri sıyrılır. Güneşte kurutu-lur. Silindirler arasından geçirilerek çekirdek kırılır ve elenerek çekir-dek tohum kabuğundan alınır. To-humlar öğütülerek toz haline geti-rilerek mahlep elde edilmiş olur.
Faydaları;
İdrar söktürücüdür. Astım, balgam sökücü olarak kullanı-lır. Nefes darlığı ve sıtmaya karşı faydalıdır. Ağrı kesicidir. Vücuda kuvvet verir. Prostat büyümesi-ni önleyici etkiler gösterir. Şeker hastalarının şekeri düşürmesin-de faydalıdır. Tonik etkisi var-dır. Böbrek sancılarında, özellik-le böbreklerdeki taş sancılarının giderilmesinde ve mide de ha-zımsızlıkta, mide ile bağırsak gazlarının çıkarılmasında, karın ağrılarında etkilidir. Karaciğer zayıflığında faydalıdır.
Kan şekerini düşürmek için, aç karnına su ile birlikte gün içinde 2-3 kahve kaşığı mahlep
tozu içilebilir. Vücuda güç ver-mek için, toz mahlep balla ka-rıştırılıp 3 tatlı kaşığı yenilebilir. Mahlep, dut pekmeziyle beraber karıştırılıp yenmeye devam edilir-se şişmanlatır. Raşitizm de mah-lep sütle karıştırılıp içilmeye de-vam edilir.
Nasıl Kullanılır?
Meyvelerin içindeki sert ka-buklu tohumlar, yaygın biçimde baharat olarak kullanılır. Kuru-tulduktan sonra öğütülen mah-lep tohumları simit, poğaça, kek ve kuru pasta gibi özellikle ha-mur işlerinde kendine has hoş bir koku vermekte kullanılır. Ayrıca, parfümeri ve boya sanayinde de kullanılmaktadır.
Şifalı Bitkiler Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
Sarıyer BöreğiMalzemeler
3 adet yufka, 6 çorba kaşığı sıvıyağ
iç Malzemesi
500 gram kıyma 3 çorba kaşığı tereyağı 4 adet orta boy soğan 2 çorba kaşığı sıvıyağ 1 kahve fincanı dolmalık fıstık 1 kahve fincanı kuşüzümü 1 adet küp şeker1 su bardağı soda (Dışı için)Tuz, karabiber
Hazırlanışı
Kıymayı tereyağı ile birlikte tavaya alıp hafifçe kavuruyoruz. Piyazlık doğradığımız kuru soğan-
ları, kıymaya ilave edip kavurmaya devam ediyo-ruz. Daha önce sıvıyağda kavurduğumuz fıstık-lar ile ayıklayıp 10 dakika suda beklettiğimiz kuş üzümlerini de süzüp, kavrulan kıymaya ilave edi-yoruz. 10 dakika kadar kavurup karabiber, bir adet küp şeker ve tuz ilave edip ateşten alıyoruz.
Yufkayı düz bir zemine yayıyoruz, üzerine iki çor-ba kaşığı sıvı yağ sürüp yufkayı ikiye katlıyoruz. Üç parçaya ayırdığımız kıymalı harçtan, yufkanın yuvarlak kısmına koyup rulo şeklinde sarıyoruz.
Tepsiye yağlı kâğıt serip böreği “S” şeklinde tepsi-ye yerleştiriyoruz. Diğer yufkaları da aynı şekilde hazırlıyoruz. Tepsiye dizdiğimiz böreklerin üzer-lerini sodayla ıslatıyoruz. 15 dakika kadar bekle-tip, 180 derecede üzeri kızarana kadar pişiriyo-ruz. Dilimleyip sıcak sıcak servis yapıyoruz.
Afiyet olsun.
Kasım 201388
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
152
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 3
Fiyatı: 8
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Hulûsi Efendi
Dîvân’ında Kardeşlik5610 İlim ve İrfân Medeniyetinin
Son Durağı Darende
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001Akbank TR 7300 0460 0060 8880 0019 0311Teb TR 5900 0320 0000 0000 0651 5222Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
444 36 61(0422) 615 15 54
ABONE İLETİŞİM HATTI
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com
NASİHAT YAYINLARI’NDAN
YENİ ESERLER
ÇIKTIÇIKTI
ÇIKTIÇIKTI
ÇIKTI
ÇIKTI
5. BASKIÇIKTI
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ
BÜYÜK BOY, DERİ CİLT,
ÖZEL BASKI
ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ’NİN DÎVÂN’I VE DİĞER ESERLERİ OKUNDUKÇA, TEMELİNİ ATTIĞI, ŞİMDİ BİR VAKIF MEDENİYETİ OLARAK İNŞÂ EDİLEN ESERLERİ TEMÂŞA EDİLDİKÇE, ONUN İSMİ ÇAĞLARDAN ÇAĞLARA AKTARILACAKTIR. ÖRNEK VE ÖNDER BİR İNSAN OLARAK
HER ZAMAN GÖNÜLLERDE YAŞAYACAKTIR.
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.comNASİHAT YAYINLARI