34

Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 12 - Ocak 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD / Hüseyin Nihal ATSIZ

GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! / Alperen KIZIKLI

KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK / Dilek AKILLIOĞLU

NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ GELİYORLAR? / Burçin ÖNER

SAĞLIKTA BİZLERE YALAN SÖYLEDİNİZ, YALAN... / Berat ASA

TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ VE AÇILIM ÇIKMAZI / Sertaç EKEMEN

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA GÜNEŞ ENERJİSİ / Fatma Özge ÖZDEMİR

HASTANE KANTİNİ VE SOĞUYAN UMUTLAR / Ruh Adam’ın Köşesi Yalçın Selim PUSAT

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

1

CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK

KAHRAMANI KÜR ŞAD Hüseyin Nihal ATSIZ, Kopuz Dergisi, 1934, Sayfa: 3

Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk

Kağan sülâlesi arasında şahsî ihtiras ve

entrikalar yüzünden devlet parçalanmak

tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe

Çinin fesadı da karışarak Gök Türk

ülkesinin şark kısımları 630’da Çinin eline

geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler

için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli

Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine

getirdiler. Parça parça Çine dağıtılarak

milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek

siyasetini takip ettiler. Kieli Han esareti

izzetinefsine yediremeyerek kederinden

634 de öldü. Bunun üzerine esir

Türklerden birkaçı da teessürlerinin

şiddetinden intihar ettiler.

Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak

üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk

hükümdar sülâlesinden Kür Şad Türk

devletini yeniden diriltmek için 639’da

gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu

cemiyete girdi. Türk devletini yeniden

kurmak için Çin İmparatorunu öldürmeyi

ve Çin sarayında esir bulunan Türk

prenslerinden Holuku’yu Türkeline Kağan

ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri

gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu

sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin

yapılacağı gece hava bozulduğundan

İmparator Tay-tsung sarayından dışarı

çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına

varılacağından çekinerek geceleyin

İmparatorun muhafızlarına saldırdı. Gayet

kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu.

Türkler azlık olduklarından çekilmeğe

mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına

hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar.

Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve

öldürüldü. Bu işte dahil olamayan Holuku

cenup vilayetlerine sürüldü. Fakat

İmparatorluğun merkezindeki bu hareket

Çinlileri o kadar korkuttu ki Türkleri

Çinlileştirmekten filan vazgeçerek onları

Sarı Irmağının şimaline nakledip yalnız

ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya

mecbur kaldılar. Bu suretle 681”deki Türk

istiklâlinin tohumu atılmış oldu.

Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar

söylüyor.

Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde

birçok kahraman görülmüştür. Bunlardan

bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi

büyük fütuhat yapmış, kimi şanlı bir

müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat

bununla beraber tarih en büyük

kahramanların bile çok defa ufak tefek

kusurlarını kaydetmiştir. Meselâ son

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

2

asırlarımızın kahramanlarından Fatih,

Yavuz ve Kanunî o kadar büyük oldukları

halde ne kadar küçüklükler yapmışlardır.

Şanlı Fatih’in sırf şehvet için yaptığı

ahlaksızlıklar, kahraman Yavuzun şahsî

ikbal için işlediği cinayetler ve büyük

Kanunî’nin kadınlara âlet olarak düştüğü

büyük yanlışlıklar olmasaydı hiç şüphesiz

bizim gözümüzde daha büyük insanlar

olacaklardı. Yine bazı kahramanlar da

gelmiştir ki önceleri büyük yararlılık

gösterip milleti yükselttikleri halde sonları

fenalığa, sefahate dalmışlar ve iyi

namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek

bunu ödemişlerdir. Kapağan Kağan buna

iyi bir örnektir. Kür Şad’a gelince o

bunların hiçbirine benzemez. Kür Şad ne

büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar

koymuş, ne de yoksul milleti zengin

etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan

tarihinin, hiç şüphesiz birinci

kahramanıdır. Tarihin herhangi bir

yaprağına sıkışmış birkaç satırlık

malûmattan Kür Şad’ın büyük rolünü

çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük

şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de

pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini

düşünmek lazımdır.

Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok

kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak

cephesinde, tek başına bir İngiliz süvari

alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde

bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir

millete şan verecek erler bulunur. Fakat

zaman ve mekân şartlarını da nazarı

dikkate alınca bunlardan hiçbirinin Kür

Şad’a yetişemeyeceği teslim olunur.

Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine

dayayınca, birkaç misli düşmanla

çarpışmak, herkes için olmasa bile,

yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi

menfaatini millî menfaatle birleştirerek

mevki ve şeref için kabadayılık edecek

insanlar da çoktur. Fakat ne mevki ne de

şerefi düşünmeden, sırf millet için ve

kendi kanı pahasına başkasını tahta

çıkarmak üzere çekilen kılıcın sahibine

saygı ile baş eğmek lâzımdır. Kür Şad,

Kağan sülâlesindendi. Bu büyük

kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini

Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa

meftun olan Türk milleti de bunu ondan

esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi

feragatin de timsali olan Kür Şad bunu

düşünmedi bile…

40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir

memleketin hükümdarına saldırmak her

kahramanın yapacağı işlerden değildir.

Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei

mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir.

Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs

edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği

40 Türk, cihan tarihinin en büyük

kahramanları olmak hakkını

kazanmışlardır. Onların bu hareketine

çılgınlık diyecek zavallılar bulunabilir.

Çünkü kahramanlıktan nasibi

bulunmayanlar ve hiç olmazsa

kahramanlığı takdir edecek kadar asil

seciyeli olmayanlar için kahramanlık

budalalıktır. Fakat mensup bulunduğu

milleti kurtarmak için hayatını harcayıp

toprağa düşmek, kartal gibi göğe

yükselmek demektir ki zahife gibi yerde

sürünenler bunun manasını anlayamazlar.

Millet yolunda ölen Namık Kemal bir

kahramandır. Şahsiyetini millî varlık

içinde eriten Gök Alp da öyledir.

Türkistan’da millî şuuru uyandırmak için

ölmek kararını veren ve Rus makinelisine

yürüyen Enver Paşa da belki onlardan

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

3

daha büyük bir kahramandır. Fakat

bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir

maksatla ve onunki kadar güç şartlar

içinde olarak çarpışmamışlardır.

Hükümdarlara sokakta suikast yapan

anarşistler görülmüştür. Fakat esir

oldukları memleketin sarayına saldıracak

fedaîler hiçbir yerde çıkmamıştır. Kür

Şad’ın bu hareketi hiçbir netice vermeden

sönseydi bile yine o en büyük kahraman

sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle

torunları olan biz, bugün Türklere edebî

bir şan ve şeref kazandırmış bulunacaktı.

Hâlbuki bu misli görülmeyen kahramanlık

Çinlileri o kadar korkuttu ki onlar Çin’de

esir bulunan bütün Türkleri bir an önce

Türkeline göndermekten başka bir şey

düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki,

Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad’ın

kahramanca saldırışı olmasaydı Çinliler,

tabii, Türkleri Çin’de alıkoyarak

Çinlileştirme siyasetinde muvaffak

olacaklardı. Ve belki de bugün yeryüzünde

büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir

millete ileri atılış gücünü verebilmek için

Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir.

Bu türlü gözünü daldan budaktan

sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile

milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile

en müspet neticeyi almış sayılabilir. Çünkü

bunlar millet için birer örnek ve birer

remiz olurlar.

Büyük geçmişinden ilham alan yüksek

tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler

yapmasını bütün samimiyetimle

alkışlarken, büyük Namık Kemal’le büyük

Gök Alp’ın ruhlarına, kendindeki

büyüklükten yalnız bir parçasını tevarüs

ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı

bir gün yapmalarını, biraz daha yaşlı bir

arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek

tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök

Alp’ın ruhunu pek çok ve Kür Şad’ın

ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu

bir kütleden bunu beklemek hakkımızdır.

Kür Şad 639’da öldü. Beş yıl sonra yani

1939 da, onun ölümünün 1300, yılında

büyük bir Kür Şad günü için şimdiden

hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes

yazılsa ve büyük adına Üniversite

meydanda tek parçalı sade bir taş kırık bir

kılıçtan ibaret bir abide dikilse nasıl olur?

Üniversite bir bilim ocağıdır. Fakat şunu

unutmamalıdır ki bir millette önce

kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler

gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar.

Üniversite bir bilim yeri, Kür Şad’da

ömründe ok ve kılıçtan başka bir şey

kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu

da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım

Orhan Şaik’in dediği gibi:

En yüksek eserler kılıçla ve düşman

kanıyla yazılmış olanlardır.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

4

GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! Alperen KIZIKLI

Kıymetli okuyucu, gönlün aydın olsun!

Eleştirilerimle hiç bir şeyin değişmediğini,

memleketin siyasi gündeminde olanları

benim gördüğüm kadar az çok senin de

gördüğünü fark ettiğim günden bu yana

siyaset meseleleriyle ilgili yazılar yazarak

seninle dertleşmekten vazgeçtim.

Kendi meslek dalımdaki meseleleri sana

anlatmak, gördüklerimden ve

gözlemlediklerimden çıkardıklarımı

seninle paylaşmak derdine düştüm artık.

Çünkü yazdıklarım sürekli bir öfke, bir

endişe, bir gelecek kaygısı taşıyordu.

“Lider ülke Türkiye” diyenlerin, kendi

ülkelerini nasıl peşkeş çektiklerini

yazarak, Uğur Dündar’ın Bally çeken

çocukların bu işi nasıl yaptıklarını madde

madde anlattığı, bir nesile Bally çekmeyi

öğreten “özel” haberleri gibi kendi

okuyucularıma zarar vermekten korktum.

Hem bana ne oluyor? Tıp fakültesinde

okuyan bir doktor adayı gençten çok daha

iyi siyaset meseleleri üzerine analiz ve

yorum yapabilecek memlekette onlarca

insan varken, benim yazdıklarımın ne

ehemmiyeti olacak?

İnsanlar İİBF’lerde, Siyasal Bilgiler

Fakülteleri’nde boşuna mı lisans eğitimi

alıyor, bununla yetinmeyip üzerine boşuna

mı yüksek lisans ve doktora yapıyorlar?

Onlar ellerine neşter veya reçete alıp

doktorluk yapmadıklarına göre, benim de

yazılarımda siyaset meseleleriyle ilgili

akademik bir değerlendirme yapmam hoş

olmayacaktır.

Kısaca son yazılarımdaki halet-i ruhiye

içinde meydana gelen değişiklerin

sebeplerinden sana bahsettiğime göre

dertleşmek istediğim asıl noktaya

geliyorum. Lafı uzatmanın âlemi yok, değil

mi?

Efendim, ben bu aralar minderde oturup

torununa nasihat eden, geçmişin

güzelliğini anlatan dedelerin ninelerin ruh

hali içerisindeyim… “Bizim

çocukluğumuzda, ülkede imkânların

az olduğu zamanlarda insanlar daha

mutluydu.” diye başlayan nice

konuşmalar yapıyorum kendimle.

Başlıyorum anlatmaya çocukluğumu şu

cümlelerle:

Evlerimiz küçüktü, birçoğu da sobalıydı.

Babalarımız doğalgaz faturasıyla

dertlenmez, kömür çok pahalı olmadığı

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

5

için kıt kanaat da olsa alınır, kış gelince

sobalar kurulur, bahar gelince sobaların

kaldırılması şerefine ev temizliği ve halı

yıkama festivalleri yapılırdı.

Sokaklarda çocuklar oyun oynamaktan

başka bir meseleye kafa yormazlardı.

Oturup karşısında saatlerce vakit

geçirebilecekleri bir bilgisayar ekranıyla

henüz tanışmamışlardı. Sapan, topaç,

saklambaç, kör ebe, yakar top ve nice oyun

daha unutulmamış, mahalle arası maçların

yerini henüz pleysteyşın salonlarında

yapılan sanal futbol müsabakaları

almamıştı. Sanal olan her şey henüz o

kadar da kıymetli değildi.

Yazları, bahçelerde semt pazarlarından

hevesle alınan rengârenk civcivler olur

fakat her ne hikmetse hiçbirisi sonbahara

tavuk veya horoz olarak giremez, 1-2 hafta

içinde ölürdü. Çocuk yürekler civcivin

neden sarı değil de kırmızı, yeşil, mor

olduğuna çok kafayı takmazdı ama

civcivini törenle kara toprağa vermeyi

metanetle yapardı.

Sanal bebek diye bir çılgınlığa

kapılmamıştı çocuklar. Hayvanını kendisi

besler ve büyütür, hayvanın ölmesine

sebep de çoğu zaman kendisi olurdu.

Mahalle kavgalarına giden çocuklar da

vardı. Evet, kavga etmek güzel bir şey

değildir, fakat arkadaşı dayak

yerken Tatar Ramazan misali “Ben bu

oyunu bozarım arkadaş!” diyen çocuklar

henüz tükenmemişti.

İnternet kafeler yavaş yavaş açılmaya

başlıyordu. Hiç tanımadığı insanlarla

saatlerce Çet (chat) yapan bir avuç insan

yeni yeni ortaya çıkıyordu. Bir ailenin

evinde bilgisayar varsa zengin sayılmasına

yettiği zamanlardı o zamanlar.

Çoğu ailenin arabası yoktu ama evi olanın

hali vakti yerinde demekti. Parklarda,

bahçelerde arabalar günümüzdeki kadar

çok değildi ve İstanbul hariç hiçbir şehirde

trafik yoğunluğu bir problem haline

gelmemişti.

Dolar 250 bin lira olduğunda ana haber

bültenlerinde yer yerinden oynuyordu.

Asgari ücret 150 milyon lira, ekmek 30 bin

lira olabiliyordu. Altı sıfır hayatımızda her

daim bulunuyor, milyon kelimesi esnaf

tarafından “Melyon” diye telaffuz

edildiğine sık şahit olunuyordu.

Memleket elden gidiyor, ülke bölünüyor,

etnik gruplar özerklik istiyor gibi haberler

gazete ve televizyonlarda rağbet

görmüyordu. Evet, Reha Muhtar’ın

sunduğu ana haber bülteninde ara sıra

bizlere işkence çektiren sorulara maruz

kalıyorduk fakat hiç değilse

izlerken eğleniyorduk.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

6

Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız

oluyordu. Bölücülerin Toros marka polis

arabalarına bindirilip apar topar meclisten

cezaevine götürülmesi kimse tarafından

yadırganmıyordu. Çiller, kendine has

üslubuyla erkek bildiğimiz birçok

siyasetçiden daha mert bir şekilde “ Ne

dokunulmazlığı, başlarım

dokunulmazlıklarına” diyebiliyordu.

Ne olacak bu memleketin hali diyorduk,

lakin “Acaba ülkemiz bölünecek mi?”

diye bir soru aklımızdan dahi geçmiyordu.

Ülkeyi yönetenler daha haysiyetli, ülkesini

peşkeş çekmeyen ve sınır komşularını

bölmek istemeyen insanlardı.

Teröristbaşı yakalanıp yargı huzuruna

çıkarılıyor ve yalvararak mahkemeye ifade

veriyordu. Artık terör örgütünü uzaktan

yönetemiyor, PKK dağda ve şehirde

etkinliğini günden güne kaybediyor,

tükenme noktasına geliyordu.

Askere güle oynaya gidiliyor, anaların

yüreklerini oğlunun şehit düşebilme

ihtimalinin hüznü değil, daha ziyade

vatana millete vazifesini yerine getiriyor

olmasının sevinci kaplıyordu. Erkekler

“Veririm 30.000 lirayı, bastırırım

parayı, niye gideyim askere!” diye bir

düşünceyi kendine yediremiyor, askerlik

yapmamayı bir eksiklik sayıyordu. Adam

gibi askerlik yapmayana kız bile

verilmiyordu.

Memleket feysbukta değil evlerimizde,

kahvelerde ve dost meclislerinde

kurtarılıyordu.

İnsanlar cumartesi ve pazar günlerinde

birbirlerine misafirliğe gidiyordu. Eşin,

dostun ayağı birbirine daha çok

uğruyordu.

Hafta sonunu feysbuk başında geçiren bir

insan türü henüz doğmamıştı. Ya işinde

gücündeydi herkes ya da ailesiyle

dostlarıyla vakit geçirmekteydi.

Bayramlar dışında da büyükler ziyaret

ediliyor, ceplerde az para olmasına

rağmen gönüllerde büyük sevgi ve

muhabbet bulunuyordu.

Bayramlar 10 günlük resmi tatil ilanından

sonra yurtdışında veyahut bir otelde

geçirecek günler olarak değil, eş ile dostla

birlikte geçirilecek günlerdi. Ramazanda

iftar çadırları kuruluyor fakat ekmek

poşetinin üzerine asla herhangi bir parti

amblemi basılmıyordu. İnsanlar birbirine

yardım ediyor, sağ elin neler yaptığından

sol elinin haberi dahi olmuyordu.

Din adamları din adamlıklarını yapıyordu.

Cuma hutbelerinde alttan alta iktidar

partisinin propagandası işlenmiyordu.

Camiler çocuklar için yazları Kuran-ı

Kerim kursu oluyor ve bu kurslar insanları

belli bir gruba dâhil etme amacı

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

7

taşımıyordu. Camiler, cemaatlere adam

toplama yeri haline gelmemişti henüz.

Müslüman riyasız, Müslüman inanan

hakkıyla inanan, seven adam gibi

sevendi.

Kalabalık şehirlerde yalnız değildik,

komşularımızı bilir, onların iyi ve kötü

günlerinde yanında olur, bir tas sıcak

yemeği paylaşırdık. Çocuksanız hele de

evin küçüğüyseniz, konu komşuya yemek

götürmek asli vazifelerinizden bir tanesi

olurdu muhakkak.

Herkes ayağını yorganına göre uzatırdı.

Yastık altında paralar ev alabilmek için

ilmek ilmek biriktirilir, bankaya kredi

almak için başvurmak kimsenin aklına

gelmezdi. İpotek, haciz, kredi borcu,

tebligat gibi hukuki mevzular bizleri çok

da ilgilendirmiyordu.

Şehirler daha yaşanılır, ilişkiler daha

samimi, birlikte hareket etme duygusu

daha güçlü, birlikte olabilmek daha

önemli; insanlık daha temiz idi.

Sokaklarda yüzünüz soğuk çehrelere

çarpmıyor, gözleri ışıldayan daha fazla

insan görüyordunuz.

Başlıkta da dediğim gibi “Gülen çehreler

kalmadı” efendim!

Evet, memlekette insanın ayak bastığı her

yerde gülen çehreler tükendi sanki!

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

8

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

9

“KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE

SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK” Dilek AKILLIOĞLU

Ülkede yaşanan çatışmalar, ölümler,

haberler, büyüklerin dillerindeki

sözcükler, isimler bizlerin gözünden yanlış

veya doğru şekilde yorumlanabilmektedir.

Tıp literatüründe savaş yerine çatışma

sözcüğünün tercih edildiği

gözlenmektedir. Yine Dünya Sağlık Örgütü

(DSÖ) çalışmalarında savaş/çatışma

olgusunu, karmaşık, olağan dışı durumlar

başlığı altında incelemektedir .(1) Buna

göre, karmaşık olağan dışı durumlar,

neden olan olgunun ve yardımların

ağırlıklı olarak politik etmenlere bağlı

olduğu durumlardır. Karmaşık, olağan dışı

durumların başlıca özelliklerinden biri,

genel bir şiddeti içermesidir ve bu

şiddetin, insanlara, çevreye, alt yapıya ve

mülkiyete yönelik olabilmesidir. Şu an

içinde olduğumuz durumların tanımını

savaş olarak isimlendirmek kesin ve doğru

olmayacaktır. Fakat yukarıda tıp

literatüründe, savaş yerine çatışma anlamı

kullanıldığını düşündüğümüz takdirde

çeşitli çatışmalar içinde olduğumuzu

söyleyebiliriz. Artan ekonomik

eşitsizlikler, uluslararası ve içinde artan

gerilimlere neden olmuştur. Bu gerilimler,

hızlı ekonomik değişimler, politik

belirsizlikler ve dünyanın birçok

bölgesindeki şiddetli çatışmalarla

etkileşim içindedir. Endonezya, Balkanlar

ve Kafkaslar medyada yer almış bazı

örneklerdir. BM İnsani İlişkiler Ofisinin

(UN-OCHA) Mayıs 1999 verilerine göre ise,

1.8 milyar kişi bu gerilimlerden

etkilenmektedir. Bunların çoğunu da

kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.(2)

UNICEF özellikle savaş mağduru çocuklara

yönelik olarak, kimsesiz kalan çocuklara

sahip çıkılması; askere alınan çocukların

sivilleştirilmeleri; savaşın zihinlerde

yarattığı etkilerin silinmesi; okul

yaşamının yeniden başlatılması; barış için

eğitim seferberliğinin başlatılması olarak

beş temel strateji belirlemiştir.(3)

Çatışmaları çocukların psikolojinden

değerlendirecek olursak, bunu onların

zevkle beyinlerinde çizdikleri resimlerden

örnek vererek yapabiliriz; kırları, çiçekleri

veya hayallerini, ailelerini, evine çizen

çocuğun kafasında oluşan fotoğraf

bambaşka olacaktır. Buna devamla olacak

olan ise, hayatı boyunca hissedeceği

öğrenilmiş yalnızlık duygusu, reaptik

depresyondur. İkilemler, belirsizlikler,

huzursuzluklar hayatla ilgili, içinde

yaşadığı toplumla ilgili düşüncelerini

etkileyecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi

onlar hayatlarının ilk dönemlerini fotoğraf

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

10

albümü haline getiriler. Çekilen kareler…

Cümlelerin içinden seçilen sözcükler...

Aileler, onların farkında olmadığını

düşündüklerinde onların hayatı

çözümlüyor olmaları...

Savaş daha fazla çocuğa dokunur ve daha

az tedavi edilir. Savaşla birlikte norm ve

değerleri altüst olmuş bir toplumda

büyümek kendini birçok yolla gösteren

arızalara neden olur. Savaşın yarattığı

ahlaki çöküntüden tavır ve değerler de

etkilenir. Çocukların savaş gibi bir olay

karşısında anlamlandırmalarının daha

yüzeysel olması nedeniyle bu olayla başa

çıkabilme yetileri de değişkenlik gösterir.

Çocuk beyni ile hissedip

düşündüğümüzde, hani herkesin dilinde

çocukların öldürmesi savaş değil cinayet

olur türünden cümleler vardır; 19 Ocak’ı

20 Ocak’a bağlayan gecede ve diğer

yaşamının devamında bir çocuğun gözüyle

savaşı yaşamak nedir? Kara Ocak

(Azerbaycan Türkçesiyle: Qara Yanvar)

Kara Cumartesi veya 20 Ocak faciası, 1990

Ocağında 19′unu 20′sine bağlayan gece

Sovyet Ordusu’nun Bakü’ye girmesiyle

gerçekleştirilen katliamda yaşadığı

toprakta, bahçesinde oynadığı evinde,

annesinin babasının yanında uyuyan bir

çocuğun tanıklık ettiği çatışmadan

bahsetmek istiyorum sizlere; hani UNICEF

“savaşın zihinlerde yarattığı etkilerin

silinmesi; okul yaşamının yeniden

başlatılması; barış için eğitim

seferberliğinin başlatılması olarak beş

temel strateji belirlemiştir.” İlkesini

belirlemiştir ya; bu facia sonrasında

ilkenin bu çocuklara ne kadar fayda

sağladığını kendime soruyorum. Hürriyet

şiirlerini okuduğum, büyüdüğüm

toprakları düşünüyorum o çocuğun

gözünden.

KAYNAKLAR

(1) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) (Galli

G.;1997)

(2) (WHO/EHA-1998) BM İnsani İlişkiler

Ofisi (UN-OCHA)

(3) (UNİCEF-1996)

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

11

NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ

GELİYORLAR? Burçin ÖNER

Ulusalcılık ve milliyetçi camiada algılanan

ve de algılanması gereken ulusalcılık

kavramı ile ilgili bir yazı yazacağım,

doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Sadece dost

meclislerinde yaptığımız hasbihallerde bu

konu hakkındaki fikirlerimi beyan

ederdim ve çok da üzerine düşmezdim.

Ancak son zamanlarda karşılaştığım bir

takım yorumlar beni bu konu üzerinde

daha da derin düşünmeye itti ve ben de

düşündüklerimi sadece ufak tefek görüşler

olarak değil de kalıcılığı olacak bir yazı

haline getirmeye karar verdim.

Esasen bugün belki de yalnızca ulusalcı

olmayanların değil; aynı zamanda

ulusalcıların da farkında olmadığı bir

gerçek var. O da ulusalcılığın siyasi

anlamdan çok ekonomik bir anlam

taşmasıdır. KORKMAZ, bu ayrımı şöyle

açıklamaktadır: ”Ekonomik anlamda,

bugünkü küreselleşme sürecinde ülkenin

ulusal çıkarlarını savunan bir yaklaşımdır.

Sağ veya sol bir sistem değildir. Piyasa

ekonomisine veya devletçiliğe aynı

mesafededir. Bu anlamda önyargı yoktur.

Önemli olan ülkenin ve toplumun refah ve

zenginliğidir. Siyasi anlamda Atatürk

milliyetçiliği ulusçulukla/ulusalcılıkla aynı

anlamdadır.”

İlk olarak ekonomik açıdan bir inceleme

yapmak binanın temelini sağlamlaştırmak

açısından daha verimli olacaktır

kanaatindeyim.

Bilindiği gibi Türkiye’de 1968-1980

dönemlerini incelediğimizde ekonomik

anlamda belki de tek tez, Komünizm

taraftarlarına aitti. Hatta o dönemde de

keza, bu dönemde de herkes buna böyle

inanır. Tabi ki bizi ilgilendiren, milliyetçi

camianın düşündükleri… Maalesef,

milliyetçiliğin bir ekonomik modeli yoktu.

Ancak, milliyetçiler bu noktada bir duruş

sergilemişlerdir. Ne olması gerektiği

konusunda bir fikir oluşturamasalar da ne

olmaması gerektiğini gayet iyi bilmişlerdir.

Örneğin; ekonomi, Kapitalist olmamalıydı,

Komünist olmamalıydı. Fakat muhakkak ki

geliştirilmesi gereken bir milli ekonomi

doktrinine ihtiyaç vardı.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ, bir yazısında

özellikle sosyal bilimlere (İstatistik, Kalite,

Sosyoloji, Ekonomi vb.) katkısı önemli

düzeyde olan Vilfredo Pareto’nun şu

sözünü kullanmıştır: “Ekonomide

doktrinler yoktur; ekonomi bilenlerle

bilmeyenler vardır.” Buradan doğruluğu ya

da yanlışlığı tartışılacak olan şu çıkarımı

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

12

yapabiliriz: Milliyetçiler, Pareto’nun

ifadesine göre ekonomiyi bilmeyen bir

gruptur. Yalnız, burada şu gerçeği de

belirtmemiz; hatalı bir yorum yapmamız

açısından önem arz etmektedir.

Milliyetçilik, ekonomik temelli bir ideoloji

değildir. Dolayısıyla bir ekonomik doktrin

geliştirmeye de ihtiyaç duymaz. Bununla

birlikte, eğer amaç, Türk milletinin bekası

ve güçlenmesi ise –ki tam da böyledir-

ekonomiyi bilmek ve doğru kullanmak çok

önemlidir. Çünkü ekonominin bir milletin

güçlenmesi için gerekliliği su götürmez bir

gerçektir. Zira bir milletin bekası da

güçlülüğü ile doğru orantılıdır.

Bu düşünceyi biraz daha derinleştirelim.

Yine ÖKSÜZ, bilimler arasında çok önemli

bir sıralama ve bu bilimlerin ilgi alanları

arasında basit bir orantı kurmuştur. Der ki;

“Fizik birkaç taneciği incelerken; Fizik gibi

birkaç taneciği değil, çok sayıda taneciğin

bir biriyle ilişkisini inceleyen kimya; kimya

ve fiziğin birlikte çözmeye çalıştığı biyoloji

ve tıp; biyolojinin en karmaşık

konularından psikoloji ve milyarlarca

psikolojinin karşılıklı etkileşmesiyle ortaya

çıkan toplum bilimi. Ekonomi de toplum

biliminin bir alt dalı sayılabilir. Her bir

dalın gelişmişlik seviyesini sıralarsak, az

önceki sıranın tersini buluruz. Tabiatı

açıklama, olacakları önceden tahmin

açısından en başarılı bilim fizik, en

başarısızları da sosyoloji ve ekonomidir.”

Son cümlelerini dönemlerinin (20. Yy.

sonları) en ünlü ekonomicilerinin sorulan

ekonomik soruların neredeyse tamamına

“Bilmiyorum” cevabını verdikleri

örneklerle kanıtlamaktadır. Belki de bu

sebeple kendilerinden 100-150 sene önce

tek ve kesin çözümü bulduklarını iddia

eden Karl Marx ve diğerlerine olan ilgi

canlanmıştır.

Bilindiği gibi bu düşüncelerin yeniden

canlanmasıyla bir komünist dünya

kuruldu. Ekonomiye dayandığını iddia

eden fakat temelde maddeye dayalı, dinin

bir afyon olduğunu savunan bir dünya…

Fakat yaklaşık 80 küsur yılın sonunda,

Sovyetler Birliği'nden Çin'e,

Arnavutluk'tan Küba'ya tek bir komünist

ülkenin refaha kavuşamadığı görüldü ve

birer birer bu düzen çöktü. Hem de savaş

ya da kültürel bir erozyonla değil

ekonomileri ile çöktü. Açıkçası ben bunun

sebebini inanmadıkları, afyon olarak kabul

ettikleri o dinin sahibinin eşsiz eseri

olarak değerlendiriyorum. Kur’an-ı

Kerim’in Hacc Sûresi’nin 48. Ayeti de

bunun kanıtı olsa gerek… Ayette şöyle

buyrulmaktadır: “Zulmedip dururlarken

kendilerine mühlet verdiğim nice memleket

halkı vardı ki sonunda onları

yakalayıvermiştim. Dönüş ancak banadır.”

Evet. O dönemlerde ekonomiye dair fikir

sahibi iki kutuptan biri olan komünizm

maceraları bu şekilde son bulmuştur. Peki,

komünizmin bilimsel, gerçek, mutlak

doğru olduğu tezinin tam karşısında ne

vardı? ABD, dolayısıyla da “Emperyalizm”.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

13

Dünyayı paylaşmayı beceremeyen

zihniyetlerin ego tatmini için kıyasıya

yarış yaptıkları bu düzenin içinde en güzel

tavrı yine milliyetçiler almıştı. Bazen

eleştirmekten, kimi zaman da

gülümsemekten kendimi alamadığım

uranlarımız burada da imdadımıza

yetişiyordu. Ancak şunu da göz ardı

etmemek gerekir ki döneminin halkla

ilişkileri açısından değerlendirildiğinde

sloganların hiç de azımsanamayacak kadar

büyük yeri ve değeri vardı. Bizim

eleştirilerimiz, sadece günümüzde de

bunları kullanarak kendilerini ispatlamaya

çalışan kurşun asker milliyetçileredir.

Peki, bahsi geçen ekonomik tavırlara karşı

milliyetçilerin aldığı etkili ve korumacı

tavır neydi? “Ne ABD, ne Rusya ne de Çin.

Her şey Türk’e göre, Türk tarafından, Türk

için…”

Oldukça önemli, savunulan değerlere karşı

kalkan oluşturacak bir urandan

bahsediyoruz. Ancak, ABD’nin, Rusya’nın

uyguladığı ekonomik modelleri

benimsemediğimizi belirttiğimiz bu

söylem içinde geçen ‘Türk için’

vurgusunun içini doldurmak adına ne(ler)

yapmalıyız?

Milliyetçiler, bunun için bir takım arayışlar

içinde olmuşturlar. Örneğin; Karma

ekonomi modeline yakın bir görüşü

savunmuşlardı. Daha sonra bazı

ekonomistlerimiz, herkesin gelirlerinin

%10’unu devlete vereceği ve devletin de

bunu milletine hizmet olarak

dönüştüreceği bir sistem geliştirmişlerdi.

Fakat bu da çok tutarlı bir model

olmamıştı. Belki de faydalarından çok

zararları olacaktı.

Öyleyse yapılması gereken neydi?

Sorusuna bir cevap aramaktansa

Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir

kavramın olmadığı doğrusunu

benimsemek daha akılcı olacaktır.

Bahsetsek bahsetsek, milliyetçiliğin

ekonomiden beklentisinden

bahsedebiliriz. Bu beklentiler, milletin

bekâsı için daha verimli bir üretim, dünya

piyasaları ile yüksek rekabet edebilme

yetisi, mutlu bir toplum ve güçlü bir milli

devlet olabilir.

ÖKSÜZ, makalelerinden birinde şunu öne

sürmektedir: “Her şeyi bilmiyoruz ama bazı

şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha

ulaşacağımız, yapmadığımızda

fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi

biliyoruz:

1. Sahipliğin üretime müthiş etkisini;

2. Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme

gücünü”

Burada, mülkiyet yerine sahiplik ifadesini

kullanması “sahip çıkma/olma” kavramını

hatırlatması açısındandır ve bir nevi akıl

kontrolü olarak algılanabilir. Tıpkı, aileye

sahip çıkma, vatana sahip çıkma gibi…

Ancak sahiplik kavramına iki noktada

sınırlama getirmiştir. “Birincisi Sahip, sahip

olunanı dilediği gibi tasarlar, üzerinde

dilediği gibi riske girebilir. Yaptığı doğruysa

bunun meyvelerinden yararlanır; yanlışsa

zararı sineye çeker. Başarılının büyümesi

kadar başarısızın batması da ekonominin

tamamı için yararlıdır. Ancak, sahip, sahip

olduğu şeyler üzerinde tasarruf yaparken

başkalarının sahip olduğu şeyleri riske

sokamaz, onlara zarar veremez. İkincisi

Herkesin ve ekonominin tamamının

yararlanacağı açık olan hallerde sahiplik

sınırlanabilir. Ancak hem birinci hem de

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

14

ikinci maddenin şartlarının önceden

kanunlarla belirtilmiş olması gerekir.”

Piyasayı incelediğimizde ise şunları

görüyoruz: Hangi ürünün (mal veya

hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça

satılacağının en sağlıklı belirleyicisi

serbest piyasadır. Piyasanın, ülke

ekonomisini en üst verim düzeyine

çıkardığı matematik modellerle ispat

edilebilmektedir. Burada bahsedilen ‘en

üst’ kavramı, serbest piyasanın ekonomiyi

ulaştırdığı azami verim noktasında, güç

kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı

birimlerin lehine bir sonuç elde

edebilirsiniz, anlamını taşımaktadır. Fakat

böyle bir tutum, ekonominin tümünü,

dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime

mahkûm eder.

Bu noktada milliyetçiler olarak bizlerin

yukarıda bahsedilen iki maddeyi

sorgulamamız gerekmektedir. “Ben

bunlara karşıyım” derken, ekonominin her

an batmaya mahkûm olduğu gerçeğini

kabul etmeli; “karşı değilim” derken de

kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya

refahını da sabote eden kontrolsüz risk

saldırganlığına açılmadığımızdan da emin

olmalıyız.

Bu açıklamalardan hareketle söyleyebiliriz

ki milliyetçiler ekonomik anlamda

Liberalizm’den yana olmalıdırlar. Ne

tamamen devletleşmek ne de tamamen

özelleşmek… Hatta bunu Öksüz’ün şöyle

bir hatırası ile de pekiştirebiliriz: “Yılmaz

Öztuna’dan dinlediğime göre: Sene 1952.

Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami

Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail

Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç,

Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve

Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl

dünyanın bir numaralı devleti yaptığını

anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız

gerektiği konusunda fikir birliğine

varıyorlar.”

Yalnız, burada karıştırılmaması gereken

nokta şudur: Bahsi geçen Liberalizm

kabulü, sadece ekonomi için geçerlidir.

Ekonomi dışındaki Liberalizm algısı,

apayrı bir tartışma konusudur.

Gelelim ekonomi haricindeki algılarımıza,

aynılarımıza ve farklarımıza…

Fahri ATASOY, Milliyetçilik, Ulusalcılık,

Dindarlık başlıklı yazısında ulusalcılığı şu

şekilde tanımlamıştır:” Türkiye’de marjinal

bazı kişilerin dışında ırkçılık ve kafatasçılık

hastalığına kapılan olmamıştır. Buna

ulusalcılar da dâhildir. Ulusalcıların

kendilerini milliyetçilikten farklı

tanımlamalarının psikolojik ve tarihsel

sebepleri vardır. Osmanlı döneminde

başlayan Batılılaşma hareketinin bir

yansıması olarak yeni kurulan Türkiye

Cumhuriyeti devleti içinde modern bir ulus

yaratmak kaygısı bugünkü ulusalcılığın

temelini oluşturmuştur. En büyük hatası

milletin tarihi ve kültürel derinliğini

görmezden gelmesi olmuştur. Bunun genel

değerlendirmesini ayrıca yapmak gerekir.”

Selcan TAŞÇI’nın yaptığı başka bir

açıklamaya göre ise ulusalcılık; ulusal milli

egemenlik ilkesine sahip çıkmaktır;

ulusalcıların amacı da ülke içindeki halkı

dili, dini, ırkı, mezhebi ne olursa olsun bir

araya getirmek, ulusu korumaktır.

Görüldüğü gibi ulusalcılık kavramı

Cumhuriyet ile hemen hemen aynı

yaştadır ve Milliyetçilikten temel olarak bu

noktada ayrılmaktadır. Çünkü milliyetçilik

sınırlarını yalnızca başbakanın(!) söylediği

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

15

gibi 814.578 km2’den ibaret saymaz,

yalnızca Misak-ı Milli (gerçi burada Musul

ve Kerkük faktörünü de göz ardı etmiş

oluyoruz.) ile kısıtlamaz kendini;

Türkiye’nin dışında da ilgilenilmesi

gereken öz kardeşlerin olduğunu

unutmadan hareket eder.

Ulusalcılık, sol bir gelenekten gelmiş

olmasına rağmen özellikle AB sürecinde

Türkiye’nin milli çıkarlarını tartışmasız

düşünen bir fikir yapısına sahiptirler.

Yukarıda bahsedilenin yanında başka

ayrılıklarımız yok mudur? Elbette vardır.

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, bu farkları şu

şekilde maddelemektedir:

1) Ulusalcılık akımını savunan çevrelerin

tarihsel/ideolojik kökeninin merkez

soldan marksizme kadar uzanan geniş

bir yelpazeye konumlanmış olduğu

görülür. Oysa Türk milliyetçiliğinin ve

Ülkücü Hareketin kökeninde sol yoktur.

Türk milliyetçiliği fikri kökenini Bilge

Kağana ve modern ideolojik kökenini

Gaspıralı’ya dayandıran bir düşünce

sistemidir. Toplumsal kökende ise Türk

milliyetçiliğinin kaynakları sağ diye

tanımlanabilecek zeminden

kaynaklanmaktadır.

2) Ulusalcılık yaklaşımının tarih anlayışı

çok dardır. Türk tarihinin İslam öncesi

dönemini önemsemez, Osmanlı tarihini

ise dışlar. Ulusalcılık Türk tarihini sanki

İstiklal Harbi ve Cumhuriyet ile

başlatır. İstiklal Savaşı ulusalcılar için

sanki tarihsel bir travmadır.

Türk milliyetçileri ise Türk tarihini

olanca bütünlüğü içinde kavrarlar.

İslam öncesi tarihimize de İslam

sonrası tarihimize de sahip çıkarlar.

Türk milletinin İslam dini ile

şereflenmeden önce de tek tanrı

düşüncesine inandığını bilirler. Arvasi

Hocanın ifadesi ile “Türkler, Kur’an’da

bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat

Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu

konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir

nokta yoktur.” Türk İstiklal Savaşı,

Türk milliyetçileri için bir travma değil,

5000 senelik Türk tarihi içinde bir

ikinci Ergenekon’dur.

3) Ulusalcılar, İstiklal Harbimizin önderi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tarihsel

bağlamından kopararak sanki bir

başlangıç ve sonuç imiş gibi ele alırlar.

Türk milliyetçileri ise Mustafa Kemal

Atatürk’ü, Allah’ın Türk milletine bir

lütfu olarak görürler. Ancak Gazi

Paşa’yı tarihsel süreklilik içerisinde

Türk tarihinin başı veya sonu değil, çok

önemli bir parçası olarak

değerlendirirler.

4) Ulusalcıların din anlayışı

pozitivist/laikçi bir zemine oturur.

Genellikle dinin sosyal yaşamdaki

rolünü küçümseyen bir yaklaşımı temsil

ederler. Din ile ilişkileri henüz sağlıklı

olarak tanımlanmamıştır. Bir yandan

misyonerlik faaliyetlerine sert tepki

gösterirler öte yandan Kuran

Kurslarından rahatsızlık duyarlar.

Oysa Türk milliyetçileri/Ülkücüler

İslam dinini Türk milletinin ayrılmaz

bir parçası, karakterini oluşturan en

önemli etkenlerden birisi olarak

görürler. Türk milliyetçileri için İslam

dini pozitivist/laikçi gözle bakılabilecek

ve sosyal yaşamdan dışlanabilecek bir

olgu değil, uygarlığımızın, “bizi biz

yapan” başat unsurlardan birisidir.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

16

Türk milliyetçileri Türk-İslam

ülkücüleridir.

5) Ulusalcılar çağdaşlaşmayı batı tarzı

yaşam olarak görürler. Türk

milliyetçileri ise çağdaşlaşmayı Türk-

İslam uygarlığı içinde gelişme,

zenginleşme, üretimin artması, çağı

şekillendiren bir özgünlüğü üretebilme

olarak görürler.

6) Ulusalcılarda tepeden inmeci, halka

rağmen bir yaklaşım hakimdir. Türk

milliyetçileri/Ülkücü Hareket ise

tabandan, halkın içinden gelen ve

halkla birlikte bir yaklaşımı temsil

etmektedir.

7) Ulusalcılar açısından nihai hedef

Türkiye Cumhuriyetinin gelişmiş,

demokratik ve zengin bir milli-üniter

devlet olarak Batı dünyasının bir

parçası olarak yaşamasıdır.

Ulusalcıların büyük projeleri yoktur.

Türk milliyetçileri/Ülkücü Hareket için

ise nihai hedef Türk birliğidir. (Bana

göre buradaki Türk Birliği’nden kasıt,

kan bağı olan Türkler ve kendini kan

bağı varmışçasına Türk hissedenler

için tanımlanan bir birlikteliktir.)

8) Ulusalcılar, tarihin mağlup ettiği bir

ideolojik zeminin takipçileridir. Türk

milliyetçileri/ülkücüler ise tarihin

HAKLI ÇIKARDIĞI bir düşüncenin

takipçileridir. Ülkücüler, komünizm

yıkılacak demişlerdir. Ülkücüler Türk

ülkeleri bağımsızlığa kavuşacak

demişlerdir. Ve ülkücüler haklı

çıkmışlardır. Tarih ülkücüleri nasıl

haklı çıkardı ise gelecek de öyle haklı

çıkaracaktır.

Tüm bunlara rağmen Ulusalcılar ile

Milliyetçiler arasında özellikle de büyük

bir buhran içinde nefes almaya çalıştığımız

şu son günlerde, devletimizin ve

milletimizin refah ve mutluluğunun

yeniden, daha da artan bir şekilde

sağlanması, memleketi Atatürk’ün ifadesi

ile ‘muhasır medeniyetler seviyesine

çıkarma’ ortak amacı doğrultusunda çok

önemli bir ortak nokta bulunmaktadır. Bu,

içinden geçtiğimiz ve milletimiz ve

ülkemizin bütünlüğünün emperyalist

saldırılar ve iç ihanet odaklarının ortak

saldırısı altında olduğu bir dönemde, yani

dahili ve harici bedhahlarımıza karşı

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk

milletinin varlığı konusunda Türk

milliyetçilerinin ve Ulusalcıların aynı

fikirde olmalarıdır. Yalnızca bu bile

hasımlığı bir kenara bırakıp ortak

noktalarımız üzerinden bir mutabakat

sağlamak için yeterlidir. Elbette her

konuda aynı düşün(e)meyiz,

düşünmemeliyiz de zaten. Çünkü fikir

çeşmelerimizin pınarları, beslendiğimiz

odaklar farklıdır. Ancak, günümüzde bir

öyle bir böyle söylemler içinde bulunan,

tabir-i caizse ‘kendini arayan adam’ rolüne

bürünmüş nice insanların, bir yandan

zinayı suç olmaktan kaldırıp öte yandan da

millete din satanların, tek millet-tek

devlet-tek bayrak diyerek dillerini bu

necip millete yüreklerini ezeli ebedi

meçhul başka milletlere(!)

verenlerin/adayanların olduğu bir

dönemde dostu düşmanı iyi ayırt etmek

gerekir. En azından Başbuğ’un ‘Sol'un

ihanete varan davranışları yüzünden sağ ile

olan kavgamızı erteledik.’ sözünü

Efendimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in

‘Yaşadığınız zamana uyum gösterin’ hadis-

i şerifi ile sentez etmeyi becerebilmeliyiz.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

17

Ayrıca, farkındalık yaşamamız gereken şu

tespiti de belirtmeliyiz:1970’li yıllar, solu

milliyetçilikten; sağı da inkılapçılıktan

uzaklaştırmıştır. 1980 ihtilali ve SSCB’nin

yıkılması tüm zihinlerde bir aydınlanma

yaratmış olmalı ki o zamanlar unutulanlar

ya da arka plana itilen kavramlar

zihinlerde yeniden canlanmaya başladı.

Elbette ki eski alışkanlıklar bir günde

terkedilemez; birilerinin deyimiyle bu

devrim olur ki devrim de silahla

yapılabilecek bir eylemdir. Belki de bu eski

alışkanlıklar sebebiyle ulusalcılar

kendilerini ‘milliyetçi’ olarak

tanımlayamayıp kendilerine yeni bir

kimlik aramışlardır. Esasen kendilerine ne

dedikleri de beni de -öyle zannediyorum

ki- benim gibi düşünen pek çok kişiyi de

ilgilendirmemektedir. Aslolan, ‘Kimin için

çaba sarf ediliyor?’ sorusuna verilen

cevaptır. İnanıyorum ki bu cevap “Türk

Milleti” olacaktır. Dünyadaki tüm Türk

kardeşlerimizin derdiyle dertlenemeseler

bile bir yerden başlamak gerektiğinin

farkında olmaları bile onlara boş değil de

“HOŞGELDİNİZ” demek için yeterlidir.

Atasoy’un deyimiyle ‘Milliyetçilik milletin

bütünü için ortak kaygılar ve sorumluluklar

üstlenmektir. Milliyetçiler bu anlamda

ulusalcıları da, dindarları da, farklı

toplumsal kesimleri de kucaklamak

durumundadır. Özellikle Türk milliyetçileri

bu basireti her zaman göstermiştir.’

Sözlerimi Haberiniz.com internet sitesinde

Afşin SELİM Beyefendi’nin Prof. Dr.

İskender ÖKSÜZ Hocamızla yaptığı bir

röportajın bir bölümü ile sonlandırmak

istiyorum.

“A.S. : Bu ülkede Milliyetçiliğin çeşitli

fraksiyonları olduğu kanısında mısınız? Ve

ayrıca, Ulusalcılık diye bir akım söz

konusu… Hatta bu akımın Milliyetçiliğin

metafiziğini zedelediği belirtiliyor. Bu

konuda neler söyleyeceksiniz?

İ.Ö. : İnsanlar aynı anda iç içe mensup

oldukları toplum birimlerinden milleti

tercih ediyorlarsa milliyetçidirler.

Milliyetçiler, her konuda tıpa tıp aynı

şeyleri düşünmek zorunda değillerdir.

Bence ulusalcılar da bal gibi Türk

Milliyetçisidir. Ancak, eski sol alışkanlıkla

‘millet’ demekten gocunuyorlar; ‘ulus’

diyorlar. Bu yönlerinin de zaman içinde

tedavi olacağı kanaatindeyim. Şu anda

milletin ve milliyetin kendisine, yani bir

anlamda fiziğine saldırılırken

metafiziğinden ne kastedildiğini

bilmiyorum. Fiziğini kurtaralım önce olur

mu?”

KAYNAKLAR

İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin

Ekonomisi, 04.07.2010

İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin Ekonomisi

Ekonominin Milliyetçisi, 18.02.2008

Esfender KORKMAZ, Ulusalcılığı Doğru

Tercüme Etmeliyiz, Yeniçağ Gazetesi,

22.04.2011

Fahri ATASOY, Milliyetçilik Ulusalcılık

Dindarlık, Türk Yurdu Dergisi, 23.11.2009

Selcan TAŞÇI, Şaibeli Ulusalcılık, Yeniçağ

Gazetesi, 07.03.2008

Ümit ÖZDAĞ, Milliyetçilik ve Ulusalcılık

Arasındaki Farklar, Yeniçağ Gazetesi,

24.02.2011

İskender ÖKSÜZ, Milliyetçilik

Nasyonalizm ve Ulusalcılık, 30.06.2006

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

18

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

19

SAĞLIKTA BİZLERE YALAN

SÖYLEDİNİZ, YALAN... Berat ASA

Sayın Sağlık Bakanı bu güne kadar

poliklinik önlerinde sıra olmaması ile

yapılan ameliyat sayıları ile övündü

sürekli. Hiç bir zaman koruyucu

hekimlikle ilgili bir kampanyada

övünürken kendilerini nedense ekranlarda

göremedik. Gördüğümüz zamanlarda ise

obezite gibi insanların kişisel olarak

alabileceği önlemlerde gördük, işittik.

Bunları yaparken de insanların gözlerinin

içine bakarak yalanlar söylediler. Acil

hastalardan para almayacağız, kendilerine

hiç bir sorgulama yapılmayacaktır dediler,

arkasına başbakanlık genelgesi yayınlayıp,

belli kriterlere uymayan hastaların

faturalarını ödemeyeceklerini söylediler.

Çıktılar fark almayacağız dediler,

hastanelerde alınan paraları eczanelere

kaydırdılar. Hem de “güncellenmiş”

fiyatlarla…

Çıktılar yeni hastaneler yapacağız, devasa

şehir hastanelerimiz olacak dediler,

arazileri kamulaştırdılar. Sonra bu

arazileri İTALYA BAŞBAKANI

BERLİSKONİ’ye ve EMİNE ERDOĞAN’IN

ORTAĞI OLDUĞU MEDİKAL PARK SAĞLIK

GRUBUNA Yap-İşlet-Devret modeli ile

peşkeş çektiler.

Çıktılar, şiddet yok sadece farkındalık arttı

dediler ama gelin görün ki kendi

istatistikleri bile kendilerini yalanladı, son

yıllarda olayları %200, %300 arttığı

görüldü. Doktorlar öldürüldü, hemşireler

yerlerde sürüklendi…

Çıktılar, sağlık personeli mutludur dediler.

Anketler yapıldı sağlık personelinin %68′i

şu an imkânım olsa iş değiştirirdim demesi

ile sarsıldılar…

Çıktılar, yönetimleri daha iyi hale

getireceğiz, bunun için Kamu Hastane

birliklerini kuruyoruz dediler ama ilk

icraat olarak işlerini iyi bilen 7000

personelin tayinini bir gecede çıkardılar.

Çıktılar, personel eksiğimiz var dediler,

lâkin ellerinde olanları yönetemediler.

Bilgisayar başına hemşire koydular,

santral memuru olarak sağlık memurlarını

kullandılar…

Hekimleri itibarsızlaştırdılar, paragöz ilan

ettiler.

Sağlık personelini itibarsızlaştırdılar, el işi

yapan teyzeler topluluğu ilan ettiler.

Hizmetlileri yok sayıp yıllarca görevde

yükselme sınavı yapmayıp, insanların

maddi kayıplarına sebep oldular.

Gereksiz yetki devirleri yapıp bir meslek

kolunu çevre sağlığı teknisyenliğini

öldürdüler… Kısacası mutsuz bir toplum

yarattıkları gibi ona hizmet edenleri de

mutsuzlaştırdılar…

Yaşasın mutsuz Türkiye, yaşasın mutsuz

çalışanlar!

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

20

TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ

VE AÇILIM ÇIKMAZI Sertaç EKEMEN

Açılımı Irish Republican Army olan ve

yüzyıllardan beri iç içe geçmiş İrlandalı ve

İngilizlerin arasında bir etnik savaş

çıkarma fikrinde örgütlenen İrlanda

Cumhuriyet Ordususun temel mücadele

başlangıcı, dünyadaki milliyetçi fikriyatın

doğuşundan çok daha öte bir durumdadır.

1200’lü yıllarda İrlanda ana adasını işgale

girişen Anglosakson hegemonya bütün

adada hâkimiyet kurması ve İngiliz kralı

Henry’nin biraz politik biraz şahsi

hayatının gerekliliğinden İngiltere

içerisinde bir Millet-Mezhep kurgulayıp

Katolikliği Ada Avrupası’ndan men etme

girişimi ile Katolik İrlanda Ulusal

bağımsızlık hareketi ortaya çıkar. Dikkat

edilecek olunursa eğer, İrlanda’da vuku

bulmuş olan bu etnisite sorunsalı

başlangıç ve gelişim safhaları nezdinde

Bölücü Kürt hareketi ile aynı temelde

olmayacaktır. PKK kuruluşundan

gelişimine kadar sınıf siyasetinde

temellenmiştir ve toplum içerisinde var

olan sosyolojik somut bir sorunsalı değil,

Marksist terminolojiden hayat bulmuş bir

bölücülük güdecektir.

IRA ‘Irish Republican Army’ gün geçtikçe

Katolik toplumsal soyutlamasının yarattığı

problemler içerisinde hayat bulmuştur.

Katoliklerin devlet memuru olamaması ve

sürekli bir Protestan asimilasyonuna

maruz kalıp İrlandalı kimliğinin

İngilizlerce soyutlanmaya çalışılması,

IRA’nın İrlanda toplumu içinde

yükselişinin temel nedenleri arasındadır.

Pekâla, ortaya çıkan bu durum 1. Dünya

savaşı öncesi güneş batmayan

imparatorluğun anakarada tekbir millet

gütmesi anlayışının bir göstergesidir. Bu

tarihsel yok sayma güdüsü ve bunun

ötesinde var olan İrlandalı kavramını

toplumsal yönetimden uzak tutmaya

çalışma gayesi, PKK’yı oluşturan tarihsel

süreç içerisinde gözlemlenememektedir.

Osmanlı döneminde, Kürtçe konuşan

halkın Müslüm bireyler içerisine dâhil

olması ve herhangi yerel bazdaki devlet

örgütlenmesi dışında bırakılmaması,

IRA’nın ve PKK’nın aynı tarihsel koşullar

içerisinde çerçevelenmediğini bizlere

göstermektedir. Osmanlı Devletinde bir

Kürt asimilasyonunun gerçekleşmediğini

ve tarihsel olarak bu etnisiteye sistematik

bir sindirme girişiminin olmadığını Birinci

Dünya Savaşının ardından kurulan Kürt

Teali Cemiyetinden anlayabilmekteyiz.

IRA’yı ortaya çıkaran ve sağlıklı bir

mücadele gütmesinin sebeplerinden bir

diğeri de genel bir halk kitlesi yaratmayı

başarmış olmalarıdır. IRA Birinci Dünya

Savaşından sonra ilk kez ortaya çıkmasıyla

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

21

beraber, topyekûn bir biçimde İrlanda

toplumundan destek görmüştür. Özellikle

büyük İrlanda kıtlığının baş göstermesine

müteakip, Merkezi İngiliz yönetiminin bu

hususa dayalı bir yaptırım ve yardım

uygulamaması ve İrlanda’nın bu buhran

dönemini Amerika İrlandalı Diasporadan

aldığı yardımla atlatması İrlanda

toplumunun Merkez’e olan sağduyusunu

kaybetmesine neden olmuştur. Burada

önemli olan İrlanda ile Kuzey İrlanda’nın

bir bütün içerisinde hareket edip Büyük

İrlanda bağımsızlığını 1920’li yıllarda

beraber sağlamış olmasıdır. PKK terörüne

baktığımızda ise bir bütün olarak Anadolu

ve Mezopotamya’da hiçbir zaman

Kurmançi ve Zaza toplumundan tam

destek görememiştir. PKK ile mücadele

içerisinde IRA modelinde bir politikanın

yaratacağı en büyük yanılgılardan bir

tanesi; genel halk kitlesinden destek

bulabilmiş olan bir oluşuma karşı, tabanda

desteğini genele indirgeyememiş olan bir

örgüte uygulanacak benzer bir mücadele

mekanizmasıdır.

IRA ile PKK’nın analizi yapılırken, göz ardı

edilmemesi gereken koşullardan biri de

bölgelerin içerisinde bulunan coğrafi

koşullarının birbirine olan

uyumsuzluğudur. PKK hareketi, 1978

yılında kurulmasının ardından şehir

gerillacılığı hareketinde başarılı olamayıp,

12 Eylül darbesinin ardından kadrolarını

yerleşim dışına çekip dağda militanlığa

başlamıştır. Bunun yanında IRA, şehir

savaşı teziyle hareket edip

mücadelesindeki başarıyı şehir teröründe

gerçekleştirmiştir. Britanya hükümetinin

ilk dönem sonrası, ‘IRA Kuzey İrlanda

Bağımsızlık Mücadelesiyle’ müzakere

masasının içine oturmasının sebebi de bu

durumda gizlidir. Fakat PKK daha

öncesinde girişmiş olduğu şehir

savaşımında başarılı olamamış ve dağ

militarizminde yoğunlaşıp kent

merkezlerinden kendini soyutlamıştır.

Metropollerde olan bu durum bölgesel

terörde de kendini gösterememiştir.

Nitekim Güneydoğu Anadolu bölgesinde

şehir merkezlerinde terör olayları

gözlenmemekte bölge halkı terörü kent

merkezlerine sokmamaktadır.

IRA’nın mücadelesini topyekûn bir hale

getirebilmesinin en büyük

göstergelerinden birisi, 10.00.000 nüfusun

içerisinde vermiş olduğu 325.000 kişilik

kayıp bilançosudur. Buna karşın PKK

hiçbir zaman yaratmak istediği büyük halk

isyanını ‘serhildan’ gerçekleştirememiştir.

12.000.000’luk bir topluma hitap ettiğinin

iddiasına bağlı olarak 15.000 civarında

kayıp vermesi bu duruma en bariz

örnektir.

Büyük Britanya’nın, IRA ile yapmış olduğu

müzakerenin aslında IRA’dan ziyade

Kuzey İrlanda topluluğu ile yaptığı

yukarıdaki örnekler ile karşımıza çıkar.

Buna alternatif Türkiye’de uygulanıyor

olan benzer müzakere ‘açılım’ modelinin,

sadece bölücü bir örgütlenme ile sınırlı

kalması sorunlar zincirini beraberinde

getirecektir. Türkiye’deki bu açılım

sığlığının genel bir halkı kapsayıcı nitelik

kazandırılması Anadolu iç istikrarını

baltalayacak ve ileriki vadede kimlik

kargaşasının bir patlaması olarak reel iç

savaş ortamına sebebiyet verecektir.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

22

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA

GÜNEŞ ENERJİSİ Fatma Özge ÖZDEMİR

Enerji, bugün sahip olduğumuz

medeniyetin temel taşlarından birini

oluşturmaktadır. Kalkınmanın ve

gelişmişliğin bir göstergesidir. Son

dönemdeki enerji ihtiyacımızın fazla

olması ve bu fazlalığın sebep olduğu

kirlilik, çevre tahribatına sebep olarak geri

dönüşümü zor olan tabiat facialarına yol

açmaktadır. Yenilenebilir enerji, doğanın

kendi dengesi içinde, bir sonraki gün aynen

mevcut olabilen enerji kaynağıdır. İnsan

müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde

oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal

enerji kaynakları denilmektedir.

Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve

tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi

bir mevcut rezerv azalması söz konusu

olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en

değerli kaynakları potansiyel olarak

yenilenebilir enerji kaynaklarıdır.

Yenilenemeyen enerji kaynaklarının

zaman içinde tamamen tükenmesi bizleri

daha çok yenilenebilir enerji kaynaklarına

sevk edecektir. Yenilenebilir enerji

kaynaklarından en popüler olanı güneş

enerjisidir. Ayrıca, güneş enerjisi

yenilenebilir enerji kaynakları arasında

geliştirilmeyi bekleyen bir doğal hazinedir.

Dünyanın en önemli enerji kaynağı

güneştir. Güneşin ışınım enerjisi, yer ve

atmosfer sistemindeki fiziksel oluşumları

etkileyen başlıca enerji kaynağıdır. Rüzgâr,

deniz dalgası, okyanusta sıcaklık farkı ve

biyokütle enerjileri, güneş enerjisinin

değişim geçirmiş yenilenebilir enerji

kaynaklarıdır. Yapılan araştırmalara göre

fosil yakıtların da biyokütle niteliğindeki

metaryallerde birikmiş güneş enerji

sistemi olarak kabul edilmektedir.

Güneşin ışınım enerjisi, yer ve atmosfer

sistemindeki fiziksel oluşumları etkileyen

başlıca enerji kaynağıdır. Dünyadan

ortalama 1.496x108 km. uzaklıkta,

1.392x108 km. çapında ve 1.99x1030 kg.

kütlesinde sıcak bir gaz küresi olan

güneşin yüzey sıcaklığı yaklaşık 6.000 °K

olup, iç bölgesindeki sıcaklığın 8x106 °K ile

40x106 °K arasında değiştiği tahmin

edilmektedir. Sürekli bir füzyon reaktörü

olan güneşin enerji kaynağı, hidrojenin

helyuma dönüşmesi esnasında saniyede 4

milyon ton kütle enerjiye dönüşerek,

yaklaşık 3.5x1026 değerindeki enerjinin

ışınım şeklinde uzaya yayılmasıdır. Güneş

enerjisi geniş bir coğrafi yayılıma sahiptir.

Ülkemiz coğrafi olarak 36-42° kuzey

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

23

enlemleri arasında bulunarak, güneş

kuşağı içine girmiştir.

Bölgelerimize göre güneş enerjisi

potansiyelinin dağılımını incelersek yıllık

ortalama güneş ışınım şiddetinin Güney

Doğu Anadolu Bölgesi’nde 1491.2 kWh/m²,

Akdeniz Bölgesi’nde 1452.7 kWh/m², İç

Anadolu Bölgesi’nde 1432.6 kWh/m², Ege

Bölgesi’nde 1406.6 kWh/m², Doğu Anadolu

Bölgesi’nde 1398.4 kWh/m², Marmara

Bölgesi’nde 1144.2 kWh/m² olduğu

gözlenmektedir. Yıllık ortalama güneş

ışınım şiddetinin en düşük (1086.3

kWh/m²) olduğu bölgemiz ise Karadeniz

Bölgesi’dir.(1)

Güneşlenme süreleri dikkate alındığında

Güney Anadolu Bölgesi’nin yılda 3015.8

saat ile en zengin bölgemiz olduğu

görülmektedir. Akdeniz Bölgesi’nde 2923.2

saat, Ege Bölgesi’nde 2726.1 saat, İç

Anadolu Bölgesi’nde 2711.5 saat

güneşlenme süresi görülürken, Doğu

Anadolu Bölgesi’nde 2692.5 saat, Marmara

Bölgesi’nde 2525.7 saat, Karadeniz

Bölgesi’nde ise 1965.9 saat olarak

saptanmıştır.(1)

Güneş enerjisinin dünyaya gelen küçük bir

bölümü dahi insanlığın mevcut

gereksinimden kat kat fazlasını

karşılamaktadır. Ülkemizin yıllık

güneşlenme süresi yıllık 26-40 saat

(günlük toplam 7.2 saat) ortalama toplam

ışınım şiddeti ise, 1311 kWh/m2 yıl (

günlük toplam 3,6 kWh/m2 ) olarak tespit

edilmiştir. Verilerden gördüğümüz

kadarıyla, yenilenebilir enerji

kaynaklarına yönelmeli ve bu konuda

devlet desteğini de alarak daha fazla güneş

enerjisinden faydalanmalıyız. Ülkemiz

güneş enerjisi kuşağında olmasına rağmen

sahip olduğu potansiyeli yeterli derecede

kullanamamaktadır. Yurdumuzun en fazla

güneş enerjisi alan bölgesi Güneydoğu

Anadolu Bölgesi olup, bunu Akdeniz

Bölgesi izlemektedir.

Yeryüzüne her yıl düşen güneş ışınım

enerjisi, fosil yakıtların verdiği enerjinin

yaklaşık 160 katı kadardır. Ayrıca,

yeryüzünde bulunan fosil, nükleer ve

hidroelektrik tesislerinin bir yılda

üreteceği enerjiden, güneş enerjisi 15.000

kat daha fazladır. Bu bakımdan güneş

enerjisinin kullanımı zor değildir. Sadece

güneş ışınlarının kullanılabilir enerji

türüne dönüştürülüp, depolanması

maliyetlidir.

Her alternatif enerji kaynağında olduğu

gibi güneş enerjisinin de avantaj ve

dezavantajları vardır.

Güneş enerjisinin avantajlarını

sıralayacak olursak;

Bol ve tükenmeyen yenilenebilir enerji

kaynağıdır,

Temizdir, çevreyi kirletici, duman, gaz,

karbon monoksit, kükürt ve

radyasyon vb atıkları yoktur,

Yerel uygulamalar için elverişlidir.

Enerjiye ihtiyaç duyulan, hemen her

yerde güneş enerjisinden yararlanmak

mümkündür. Bir çakmağın, bir saatin,

bir hesap makinesinin veya bir deniz

fenerinin, bir orman gözetleme

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

24

kulesinin enerji ihtiyacı yerinde güneş

enerjisiyle rahatlıkla karşılanabilir.

Dışa bağımlı olmadığından,

doğabilecek ekonomik bunalımlardan

bağımsızdır,

Birçok uygulamasında karmaşık

teknolojilere gerek

duyulmamaktadır.(2)

Güneş enerjisinin dezavantajları ise;

Birim yüzeye gelen güneş ışınımı az

olduğundan geniş toplayıcı yüzeylere

ihtiyaç vardır,

Sürekli olmadığından ısı depolama

gerekmekte olup, depolama imkânları

ise yüksek maliyetli ve sınırlıdır,

Enerji ihtiyacının çok olduğu kış

aylarında güneş ışınımı az, geceleri ise

hiç yoktur,

Güneş ışınımından faydalanılan

sistemlerin, güneş ışığını sürekli

alabilmesi için çevrenin açık olması,

gölgelenmemesi gerekmektedir,

Güneş ışınımından yararlanılan birçok

sistem yüksek ilk yatırım maliyetleri

nedeniyle uzun amortisman

sürelerine sahiptir.(2)

Güneş enerjisi sistemleri ‘’Termodinamik

Sistemler’’ ve ‘’Fotovoltaik Sistemler’’

olarak ikiye ayrılmaktadır. Termodinamik

sistemler; ‘’Pasif Güneş Sistemleri’’ ve

‘’Aktif Güneş Sistemleri’’ olarak ikiye

ayrılmaktadır.

PASİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ

Pasif güneş sistemleri, güneş enerjisi

sistemlerini kullanımı için geliştirilen en

eski sistemlerdir. Başlıca binaların ısıtma,

soğutma ve dizayn gibi işlemlerinde

kullanılmaktadırlar. Tarımda da kullanılan

sistem, zirai ürünlerin kurutulmasında ve

seraları ısıtmada kullanılan ekonomik bir

çözümdür.

Pasif güneş sistemleri fonksiyonlarına

göre:

Direk Toplama,

Termal Depolama,

Güneş Uzayı

olarak 3’e ayrılmaktadır.

Direk Toplayıcı: Bu sistemlerde, güneş

enerjisi kuzey yarım küre için, güneye

bakan yönde düşey bir pencere yardımıyla

toplanır. Toplanan ısı yüzey tarafından

emilerek, gece kullanılır. Güneş ışınlarının

daha fazla düştüğü yerlerde faydalanılması

gereken bir sistemdir. Şehir

planlamasında ve inşaat sektöründe göz

önünde bulundurulması gereken önemli

bir faktördür.

TERMAL DEPOLAMA: Bu sistemlerde

güneye bakan bir pencerenin arkasına

yerleştirilen ısı kolektörü vazifesi gören

bir duvar vardır. bu sistem ekstrem

koşullardan fazla etkilenmemekle beraber,

soğuk kışların yaşandığı iklim şartlarında

uygulanması daha ekonomik olmaktadır.

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

25

GÜNEŞ UZAYI: Bu sisteme direk toplayan

ve termal depolama sistemlerinin bir

kombinasyonu gibidir. Evin güneye bakan

penceresi ile duvarı arasında bir sera

sisteminin kurulmasıyla gerçekleştirilir.

Pasif güneş sistemlerinin kullanımında en

önemli özellik binaların inşasında

pencerelerin güneye bakıyor olması ve

güneş alan merkezlerde evoporasyon,

rüzgâr yönü, sıcaklık şiddeti ve nem

hesapları yapılarak sistem performansı

göz önüne alınmalıdır.

AKTİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ

Güneş radyasyonunu ısıya dönüştüren

sistemlere aktif güneş sistemleri

denilmektedir. Pek çok uygulama alanında

etkili olup, farklı sıcaklıkta bulunabilme

özelliğine sahiptirler. En basit güneş

kolektörleriyle >100 Watt enerji elde

edilebilirken, güneş güç istasyonlarıyla

>100 Megawatt enerji elde

edilebilmektedir. Aktif sistemlerde ısıtma,

soğutma amaçlı kullanılmanın yanında

elektrik üretiminde de büyük pay

sahibidirler.

Aktif güneş sistemleri fonksiyonlarına

göre;

Termal Stasyoner (durağan)

Sistemler,

Termal Güneş Tarayıcı Sistemler

olarak 2’ye ayrılmaktadır.

TERMAL STASYONER (DURAĞAN)

SİSTEMLER: Bu sistemlerde güneş enerjisi

stasyoner bir toplayıcı (kollektör) ile

toplanır, daha sonra ısıya dönüştürülerek

bir akışkana transfer edilir. Bunlar

kollektör tiplerine göre sınıflandırılır.

Bunlar; flat-plate kollektör (Düz plakalı

kollektörler), tubular kollektör (Boru

şeklindeki kollektörler), concentrating

kollektör , solar ponds (güneş

havuzları)’dır. Bu tip kolektörler en yaygın

olarak kullanılan ve teknik olarak en

gelişmiş kolektörlerdir.

FOTOVOLTAİK SİSTEMLER

Bu sistemlerdeki voltaik toplayıcılarda,

güneş enerjisini doğrudan elektrik

enerjisine dönüştürmek için Cd S ya da

silikon maddelerinden güneş pili imal

edilir bu maddeler üzerine gelen güneş

ışınları anında elektrik enerjisine

dönüştürülerek kullanılır. Bu sistemlerde

güneş izleme düzeni ile her an mümkün

olan en yüksek güneş enerjisinden

yararlanılır. Güneş izleme düzeni pahalı

olduğundan bu tip toplayıcılardan, izleme

düzeni olmadan da yararlanılmaktadır.

Ülkemizde güneş enerjisi kullanımında

kaynak anlamında bir sorun olmamakla

beraber elektrik üretiminde uygulanacak

yöntem açısından bazı bölgesel farklılıklar

bulunmaktadır. Fotovoltaik sistemler ile

bulutlu veya açık her türlü hava

şartlarında elektrik üretilebilirken,

yoğunlaştırıcı sistemlerde (termik ve

mekanik dönüşüm) direk ışınım, yani açık

hava, gerekli olmaktadır. Bu nedenle,

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

26

termik ve mekanik dönüşümlü üreteçler

için Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz

bölgelerinin tercih edilmesi gerekirken,

fotovoltaik üreteçler için Doğu Karadeniz

Bölgesi dışındaki tüm bölgeler uygun

olmaktadır.(3)

SONUÇ VE ÖNERİLER

Ülkemiz güneş enerjisi potansiyeli

bakımından iyi durumda olmasına rağmen

ne yazık ki bu potansiyeli yeterince etkin

ve yaygın kullanamamaktadır. Bunun

sebebi olarak kurumlar arası

koordinasyon eksikliği ve şimdiye kadar

devletin bu konuda bir teşvik

uygulamamış olması gösterilebilir.

Avantajlarının yanında dezavantajlarının

maliyetli olması ve devlet desteğinin

sadece sıcak su üzerine uygulanması,

güneş enerjisinin diğer alanlardaki

uygulamalarını kısıtlamış ve gelişimine

engel olmuştur. Güneş enerjisi

malzemelerinin elde edilmesi dışa bağımlı

bir politika izlediği için, normal

maliyetinin çok üzerinde bir fiyata denk

gelmektedir. Bu durum güneş enerjisi

sisteminin yurdumuzda kullanımını

engellemektedir. Şimdiye kadar ki

deneyimlerimizden yola çıkarak, güneş

enerjisi projelerini dışa bağımlı bir

politikadan kurtarmak ve yeni iş

istihdamları sağlamak adına, belirli bir

düzen çerçevesinde bağımsız bir üst

koordinasyon kurulu kurularak, gerekli

kanuni düzenlemelerin getirilmesi

gereklidir. İlk yatırım giderleri yüksek

olan, ancak yakıt masraflarının olmaması

nedeniyle işletme masrafları bulunmayan

çevre ile uyumlu, güneş kaynaklı enerji

üretim sistemlerinin gerçekleştirilmesi

için gerekli uzun vadeli finansman imkânı

sağlandığında bu teknolojiler gelişecek ve

enerji darboğazlarının konuşulduğu

ülkemizde bu kaynaktan en üst seviyede

faydalanmanın yolu açılmış olacaktır.

Güneş enerjisini kullanırken

yaygınlaştırmak adına:

Üniversitelerin mimarlık, mühendislik,

şehir planlaması bölümlerinde

zorunlu ders olarak güneş mimarisini

içeren dersler okutulmalıdır.

Yurdun çeşitli yerlerinde güneş

mimarisinin kullanımını teşvik edecek

örnek konutlar yapılmalıdır.

Kitle iletişim araçları kullanılarak,

tanıtım filmleri çekilmeli ve el

broşürleri bastırılarak halk

bilinçlendirilmelidir.

Okullarda çocukları bilinçlendirecek

seminerler verilmelidir.

Yeni yerleşim bölgesindeki konutlarda

güneş mimarisi kullanımını sağlayacak

yasal düzenlemeler getirilmelidir.

Güneş enerjisi sistemlerinin

kullanıldığı ev ve iş yerlerine vergi

indirimi uygulanmalıdır.

Güneş enerjisi için teşvik primleri

verilmeli ve primlerle yapılan

uygulamalar devlet gözetiminde

incelenmelidir.

Güneş enerjisi uygulamaları ile

standartlar gözden geçirilmeli ve

ihtiyaç duyulan alanlarda yenilenmeye

gidilmelidir.

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

27

Güneş enerjisiyle çalışan insansız hava

aracı

Güneş enerjisi pişirim sobası

KAYNAKLAR

(1) http://www.belgeler.com/blg/a7y

/gne-enerjisi-potansiyeli-ve-

uygulamalar

(2) http://www.dektmk.org.tr/pdf/en

erji_kongresi_11/81.pdf

(3) http://www.yildiz.edu.tr/~tanriov

/RG6.pdf

(4) Tsoutsos, T. vd. “Environmental

Impacts From The Solar Energy

Technologies”,Energy Policy, 33,

289-296, 2005.

(5) Binark, A. K. “Ülkemizdeki Güneş

Enerjisi Uygulamaları için

Öneriler”, Mimar ve Mühendis

Dergisi, Sayı: 33, Nisan-Mayıs-

Haziran, 80-82, 2004.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

28

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

29

HASTANE KANTİNİ VE

SOĞUYAN UMUTLAR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT

Havasız sayılabilecek, tavanı basık bir

kantin, Ankara’nın iyi denilen

hastanelerinden birisinin kantini. Havanın

soğuk olduğunu hatırlatırcasına, dışarısı

gibi soğuk, metal, gri renkli masalar, cam

kenarındaki masaların birinde ben, elimde

kalem, önümde kâğıt ve bir bardak demli

çay. Çevremde ise umutla bekleyen,

umudu bekleyen insanlar. Gecenin

mahmurluğu çökmüş yüzlerine, yorgunlar,

yılgınlar daha doğrusu, besbelli.

Diğer tarafta ise...

Diğer tarafta ise umutla bekleyenlere

karşıymışçasına, iyi ve kötü her olayı

kanıksamış bir kantinci. Artık hiç tepki

vermiyor, ne ölene üzülüyor ne doğana

seviniyor. Ona kızmanız için

söylemiyorum yanlış anlamayın, o da

haklı. Çünkü buradakilerden kat be kat

daha fazla yaşamış umudu, buradakilerden

kat be kat daha fazla görmüş umutsuzluğu,

umutsuzluktan yıkılan kişileri. O yüzden

kızamıyorum ona.

İçeri giren ve çay, poğaca vs alıp çıkan

insanlar... Kim bilir, ne hastalıkla /

hastalılarla uğraşıyor yakınları, hastanenin

o ilaç kokulu bilmem kaçıncı kattaki

odasında. Aslında bir şey yemek istemiyor

canları lakin ne yapsınlar, vakit

geçirebilmenin derdinde onlar da. Bazıları

çıkmıyor kantinden dışarı, oturuyorlar boş

bir masaya, ellerini çenelerine dayıyor ve

boş boş bakıyorlar duvara. Kafalarında ise

cevabı olmayan, karşılığını bulamadıkları,

belki de karşılığını hiç bulmak

istemedikleri, iç sıkıntılarını daha da

arttırmaktan başka bir işe yaramayan

onlarca soru.

Sorularla boğuşurken unutuyorlar

çaylarını.

Unutuyorlar çaylarını, soğuyor çay. Sonra

nedense akıllarına geliyor ve bir yudum

alıyorlar çaylarından. Çayın soğumuş

olmasına tepkilerini yüzlerini

buluşturarak veriyorlar.

En azından birkaç saniye o soğumuş çayla

meşgul oluyor zihinleri.

Sonra tekrar sabitliyorlar bakışlarını

duvara.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

30

Ve daha da soğuyor çay.

Tıpkı onların umutları gibi

Tıpkı Ankara’nın havası gibi.

Ve An Gelir Aldanır İnsan

Ve an gelir aldanır insan, “ben” demeye

başlar: “Ben yaptım, ben ettim, benim

sayemde…” Unutur aciz bir kul olduğunu,

Allah yerine koymaya(!) başlar kendini.

“Küçük dağları ben yarattım” edasıyla

basmaya başlar artık toprağa, haddini

aşarak, haddinin sınırlarını bilmeyerek.

Ve an gelir aldanır insan, ”Bunların hepsi

benim” demeye başlar. Unutur düne kadar

hiçbir şeyinin olmadığını ve unutur büyük

bir imtihandan geçmekte olduğunu. “Bu

malların hepsi benim. Ben çalıştım, ben

kazandım” demeye başlar. “Ben, ben, ben,

ben...”

Ve an gelir aldanır insan, “Sağ elin

verdiğini sol el görmeyecek” düsturunu

unutur. Büyük bir kibre düşmüş

olduğundan, zekâtını verirken bile “Ben

veriyorum” demeye başlar. Bir süre sonra

öyle bir noktaya gelir ki geldiği noktada

“vereni” unutmuş, kendisini “verenin”

yerine koymuştur artık.

“Ve iyi biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız

birer imtihan aracından başka bir şey

değildir.” (Enfal Suresi-28.Ayet)

Ve an gelir imtihanı kaybettiğinin farkına

varır insan ama artık çok geçtir. Ne o

benim dediği malları ne de o çok sevdiği

yakınları vardır etrafında. Başladığı yere,

benliğine, geri dönmüştür.

Ve bundan sonra beynini kemirecek o soru

gelir aklına: ”Ben nerede yanlış yaptım?”

Aldanmamak dileğiyle.

Saygı ve dua ile…

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.