Upload
gencay-dergisi
View
235
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 52 – Mayıs 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİK / Nami Cem İYİGÜN
HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI / Mahmut Esad KIRAÇ
TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI NEVRUZ / Açelya OĞUZ
ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ? / Çağhan SARI
19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI / Emre ECE
GALİP AĞABEY / Aslıhan KAYA
SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ/ Dilek AKILLIOĞLU
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE KURT / Hilal CEZAYİRLİ
BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
GEZİ KÖŞESİ: BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… / Burçin ÖNER
GENCAY
1
TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP
OLARAK LAİKLİK
Nami Cem İYİGÜN
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Üniversitesi
Rektörlüğü’nde İslam Ülkeleri
Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nce
düzenlenen “Yeni Türkiye ve Yeni
Anayasa” başlıklı konferansta konuşan
TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın
“Laiklik yeni anayasada olmamalıdır.
Zaten bunun bir tarifi de yok. İsteyen
istediği gibi yorumluyor. Böyle bir şey
olmamalı” şeklindeki sözleri kamuoyunda
şok etkisi yarattı. Kahraman, aslında çok
önemli bir konu olan laiklik konusunun
Türkiye’nin gündemine yerleşmesine ve
laiklik üzerinde konuşulmasına zemin
hazırlayarak iyi bir iş yaptı. Zira yeni bir
anayasa yazmaktan ve yeni bir Türkiye
kurmaktan bahsedilen şu günlerde
“anayasada olmamalı” denilen laikliğin ne
olduğu ve nasıl tarihi köklere sahip
bulunduğu her zamankinden daha çok iyi
bilinmek ve anlatılmak zorundadır.
“Laik” Kelimesi
Laiklik, en genel tanımıyla devlet
yönetiminde herhangi bir dinin/mezhebin
referans alınmaması ve devletin
dinler/mezhepler karşısında tarafsız
olması prensibidir. Dilimize Fransızcadan
(“laique”) giren kelime, Fransızcaya da
Latinceden (“laicus”) gelmiştir. Latincede
“laicus”, “din adamları dışında kalan halk”
anlamındaydı ve Roma döneminde din
adamlarına “Clerici” denirken din adamı
olmayanlara “Laici” denirdi. Laiklik
teriminin İngilizce karşılığı “Secularity”
olup, o da Latince kökenlidir ve
Hıristiyanlık literatüründe “ahiret öncesi
dönem / dünyevi çağ” anlamına gelen
“saeculum” kelimesinden köken aldığı
düşünülmektedir.
1789 Fransız İhtilali’nden önce Fransa’da
kralın yanında LesEtats-Generaux adlı bir
danışma meclisi vardı ve mecliste üç sınıf
temsil ediliyordu. Klasik Avrupa
cemiyetindeki kuvvet dengelerinin
belirlediği bu üç sınıfın birincisi ruhbanlar,
ikincisi toprak sahibi asiller ve üçüncüsü
de “lai” denilen reaya sınıfıydı. Dolayısıyla
“laik (laique)” demek, ruhbana ve asile
değil, düz halka ait olan demekti.
Fransa’da 1789 ihtilalini gerçekleştirenler
üçüncü sınıfı oluşturan “lai”lerdi ve
merkezdeki kralı devirip birinci sınıf olan
ruhban ile ikinci sınıf olan asilleri bertaraf
etmek suretiyle halk egemenliğine giden
yolda ilk adımı atmışlardı. Böylece Katolik
ülkelerde “laiklik” kelimesi, egemenliğin
ruhban sınıfından halk adına geri alınması
anlamında kavramlaştı. Protestan
ülkelerde ruhban sınıfının hâkimiyeti daha
önce kırıldığı için oralarda aynı kavram
başka bir kelime ile “dünyevi/dünyaya ait”
anlamındaki “seküler (secular)”
kelimesiyle karşılanmıştı.
GENCAY
2
İslam Âleminde Laiklik
İslam’da özel seçilmiş ve Tanrı ile halk
arasında aracılık yapan bir azınlık mevcut
olmadığı için Müslümanların sultasından
kurtulacakları bir ruhban sınıfı da yoktu.
Tanrı indinde tek ölçünün takva olduğu ve
Tanrı’nın herkese şah damarından daha
yakın bulunduğu bu anlayışta bir bakıma
herkes “lai” idi. Dolayısıyla İslam
dünyasında laiklik diye bir kavram ve
problem de olmamalıydı. Fakat yüzyıllar
geçtikçe İslam âlemi içerisinde de ruhban
gibi davranmak isteyen ve siyasi
egemenliğe el koymak için Tanrı adına
konuştuğunu iddia eden kişi ve kurumlar
türedi. Bununla paralel olarak farklı İslam
yorumlarının türemesi, mezheplerin
doğuşu, merkeziyetçi İslam devletlerinin
ortaya çıkışı ve devletin farklı din, mezhep
ve tarikatlara mensup tebaasını uyum
içerisinde yaşatabilme mecburiyetinin
hâsıl oluşu ile birlikte İslam dünyasında da
bir laiklik ihtiyaç ve problemi baş
gösterecekti.
Bugün nüfusunun çoğunluğu Müslüman
olan tam 45 bağımsız ülkeden sadece 19’u
İslam’ı resmi din olarak kabul etmemek
bağlamında laik uygulamaya sahipken
bunların da sadece 11 tanesinin
anayasasında açıkça “bu devlet bir
laik/seküler/dünyevi devlettir” ifadesi yer
alıyor. Laiklik ilkesini anayasasında
güvence altına almış 11 Müslüman ülkenin
yarısından fazlasını ise altı bağımsız Türk
cumhuriyetinin (Türkiye, Azerbaycan,
Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan,
Kırgızistan) meydana getirmekte olduğu
görülüyor. Buraya dünyanın tanımadığı
KKTC’yi de eklemek mümkün ki, o
durumda anayasal laiklik ilkesini
benimseyen Müslüman ülke sayısı 12’ye
ve bunların Türk olanlarının sayısı da 7’ye
yükseliyor. Ayrıca anayasasına laikliği
koyan ve laik hukuk sistemini benimseyen
tarihteki ilk Müslüman ülkenin de yine bir
Türk ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti
olduğu biliniyor. Mevcut tablo, laiklik
prensibinin Türk halkları arasında diğer
Müslüman toplumlara nazaran daha kolay
benimsendiği gerçeğini gözler önüne
seriyor ve Türklerin din ile devlet işlerini
birbirinden ayırıp tüm inanç gruplarına
eşit mesafede durabilmek konusundaki
becerilerinin ortak tarihlerinden miras
aldıkları bir karakteristikleri olduğuna
işaret ediyor.
Kadim Türk Devletlerinde Boy Sistemi,
Kut, Ülüş ve Laiklik
Çok parçalı ve hiyerarşik bir yapıya sahip
olan eski Türk toplum yapısı, “oguş”
denilen aileler, akraba ailelerden oluşan
“urug”lar, uruglar birliğinin oluşturduğu
“boy”lar ve akraba boyların husule
getirdiği boy birlikleri olan “ulus”lardan
meydana geliyordu. Boyların nüfusu
arttıkça yeni boylar ortaya çıkıyor, yeni
boylar ötekiler kadar nüfusa veya siyasi
güce ulaştıklarında kendi adları ile
anılmaya başlıyor ve tek bir boyun
bünyesinden türemiş olan muahhar boylar
ulusları teşkil ediyorlardı. Bütün ulusların
toplamı ise “budun”u, diğer deyişle
“millet”i oluşturuyordu. Milletin ve
devletin başında “İl (illi/devletlü) Kağan”,
yurdun coğrafi yönden taksim edilmiş
idari bölümlerinin başında İl Kağan
tarafından görevlendirilen beylerbeyi
diyebileceğimiz prensler olan “Tegin”ler
yahut “Şad”lar ve Tegin yahut Şadların
GENCAY
3
altında da sorumlu oldukları bölgelerin
“boy beyleri” bulunuyordu.
Türk boylarının başında bulunan beyler iç
dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve
adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahla
boyun menfaatlerini korumakla görevli
idiler. Buna göre boy siyasi mahiyette bir
birlik olup, belli bir arazisi ve savaş gücü
bulunan, mülkü ve hayvan sürüleri ile
öteki zümrelerden ayrılan bir topluluktu.
Fakat şunu önemle belirtmek gerekir ki,
eski Türklerde görülen bu örgütlenme
biçimi yapısal manada Orta Çağ
Avrupa’sının feodal düzeninden çok
farklıdır. Aristokrasinin yaşam şansı
bulamadığı Türk göçebe sistemi içerisinde
devleti yöneten hanedanın
mensuplarından başka irsi imtiyaza malik
bir zümreye rastlanmaz, boy beylerinin
toplumun idaresi ve hizmetinden sorumlu
olmak dışında herhangi bir ayrıcalıkları
bulunmazdı. Moğollar, Romalılar,
Yunanlılar ve Cahiliye devri Araplarındaki
benzer kuruluşların başındaki sorumlu
kişilerden farklı olarak Türk boy beyleri,
siyasi yetkilerinin yanı sıra dini reislik
fonksiyonuna sahip değillerdi.
Bütün boy ve ulusların üstünde ve devleti
temsil eden bir de hâkim sülale/hanedan
olur ve o da genellikle devlete adını
verirdi. Komün tarzında idare söz konusu
olduğundan, topluluklar dağınık bir
biçimde, fakat hükümdar sülalenin
emrinde yaşarlardı. Devlet, kanunlar ve
yönetim gücü tümüyle hükümdar
sülalesinin eli altında bulunurdu.
Hükümdar, yönetimi sürdürebilmek için
gerekli olan askeri veya polisiye güçleri
ayniyat olarak aldığı ekonomik değerle
beslerdi. Devleti yöneten hükümdara
bütün bu mutlak yetki ve becerilerinin
Tanrı tarafından “kut” olarak verildiğine
ve bu ulûhiyet ya da nurun sonraki
hükümdarlara da intikal edeceğine
inanılırdı. Tanrı kişiye kut verir,
hükümdarlık talih ve kısmetini takdir
eder, hükümdar olan kişi ise Tanrı’dan
aldığı yetkiyi Tanrı adına değil, kendi
adına kullanırdı. Yani egemenlik bir kere
gökten alındıktan sonra artık dünyevileşir
ve Türk hakanının kılıç hakkına
dönüşürdü.
Hâkim sülale veraset hukuku bakımından
aile hukukundan ayrılmazdı. Bu durum bir
bakıma çok başlılığı doğurmuştu. Bir Türk
ailesinde babanın ölümü üzerine mallar
nasıl çocukları arasında paylaşılıyorsa,
devlet veraset hukuku aile hukukundan
ayrı değerlendirilmediği için kağan ölünce
de devlet oğulları arasında
paylaştırılıyordu. Memaliğin hâkim sülale
mensuplarının ortak mülkü sayıldığı bu
siyasi yapıda ülüş, yani paylaşım, devletin
belli bölümlerinin belli şehzadelere tahsis
edilmesi ile oluyordu. Güneşin doğduğu
yön olan doğu yönü Türklerde kutsal
sayıldığı için İmparatorluğun da doğu
tarafı batı tarafından üstün kabul
ediliyordu. Devletin batı kanadı, ülüş
prensibine göre ailenin daha genç üyeleri
tarafından idare ediliyordu. Ülüş bu
dönemde sadece memaliğin paylaşılmasını
kapsamaz, siyaset ile ruhaniyat arasındaki
ilişkilerin bir çeşit paylaşım içinde
yürütülmesini de sağlardı. Bu yönetim
modelinde siyasetin üstünlüğü tanınmakla
beraber, ruhaniyatın siyaset içinde
kendine özgü bir şekilde yer aldığı
görülürdü. Hâkimiyetin paylaşılması
prensibine dayanan bu anlayış, siyaset ile
ruhaniyatın birbirinin işlerine
GENCAY
4
karışmaması şeklinde çifte bir hâkimiyet
alanı ve bir tür laiklik yaratmıştı.
Hakikaten de hiçbir geleneksel
bozkır/Türk devletinde bir dinin tek
devlet dini ilan edilerek bütün devlet
işlerinin bu dinin esaslarına göre tanzim
edilmesi söz konusu olmamış ve
çoğunluğun dinine mensup olmayan
kitleye de tüm hak ve özgürlükleri teslim
edilmişti. Hukuk da dine değil, tamamen
seküler bir gelenekler/adetler hukuku
diyebileceğimiz Türk töresine dayanmıştı.
Mesela Göktürk ve Uygur iktidarları
zamanında Gök Tanrıcı, Şamanist, Budist,
Manihaist, Zerdüşt, Hıristiyan diye ayrım
yapılmaksızın tüm cemaatlere ibadet ve
ayin serbestîsi getirilmişti. Özellikle Uygur
ülkesinde Manihaizm, Budizm,
Hıristiyanlık ve Gök Tanrı dinine bağlı
insanlar yan yana yaşamışlar, Yahudi,
Müslüman ve Zerdüşt tüccarlar sokak ve
meydanlardan daima serbestçe vaaz
ederek geçebilmişlerdi. Türk-Moğol kağanı
Cengiz Kağan’ın ünlü yasalarının birinci
maddesi “hiçbirini diğerine tercih
etmeksizin bütün dinlere hürmeti”
emretmiş, sonraki yüzyıllarda Cengiz’in
mirasçılığına soyunacak olan Müslüman
Emir Timur’un ordusunda dahi putlarını
yanlarında taşıyan pagan askerler ve
ikonlarını çadırlarının kapısına asmakta
özgür olan Hıristiyanlar bulunmuştu.
Müslüman Türk Devletlerinde Örfi
Hukuk, İnanç Gruplarına Serbesti ve
Laiklik
900’lü-1000’li yıllardan itibaren İslam
medeniyet dairesi içerisinde
değerlendirilmeye başlanan Türkler,
anayurtlarında kurdukları ilk Türk-İslam
devleti olan Karahanlı devletinde İslamiyet
öncesi devlet ve hukuk düzenlerini aynen
devam ettirmiş, hükümdarlarına “Han” ve
karar organlarına “Kurultay” demişlerdir.
Karahanlı Devleti bazı terimsel
değişiklikler dışında Hun, Göktürk ve
Uygur gibi bozkır illerinin devamı
mahiyetinde olup, İslam hukuku ve
anlayışından ziyade Türk töresine göre
idare edilen ve hükümdarın meşruiyetini
eskiden olduğu gibi yine Gök’ten kut
yoluyla aldığı bir devlet olmuştur.
1070’lerde Karahanlı kentlerinden
Kaşgar’da yazıldığı bilinen ünlü siyaset
kitabı Kutadgu Bilig’de de bu husus
belirtilmekte; Şeriat ya da Hilafet gibi
İslam devletinin temel unsurlarından,
Kuran’dan, hadisten ve dini-hukuki İslam
müesseselerinden bahsedilmeyen eserde
ahalinin bir İslam cemiyetinden ziyade
Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı
görülmekte; meşruiyet ise eski Türklerin
“kut” ve “töre” telakkilerine
dayandırılmaktadır.
Yerel bir Türk-İslam devleti durumundaki
Gazneliler’de işleyiş bir miktar değişmiş,
hükümdarlığı Hilafet makamınca tasdik
edilen ve Halifeden çeşitli lakaplar alan
Gazneli Mahmud “Sultan” unvanı ile tevcih
edilen ilk Türk hükümdarı olmuştur. Fakat
Büyük Selçuklularda iş yeniden değişmiş,
Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey
Abbasi halifesi ile din işlerinin halife
tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine
karışmaması gerektiğinde anlaşarak
hilafet makamının yetki ve görev alanını
sınırlandırmış ve devlet işleriyle bağını
neredeyse tamamen koparmıştır. Tuğrul
hem din işleriyle devlet işlerini ayırmış,
hem de halifenin muhatabı olarak vezirini
göstermiştir. Hatta cumhuriyetin kurucusu
GENCAY
5
Atatürk 1922’de saltanatla hilafeti
ayırırken, Tuğrul’un 1050’li yıllarda bunu
yaptığını Nutuk’ta belirtmiş, ‘İşte biz
aynen böyle yapıyoruz’ diyerek, bu
yaptığında Selçuklu Sultanı Tuğrul’u
izlediği örneğini tüm dünyaya ilan
etmiştir.
Bir İslam devleti mahiyeti taşımakla ve
özellikle hilafet makamını Araplardan
devraldıktan sonra bu mahiyeti
güçlenmekle birlikte klasik bir teokrasi
olmayan Osmanlılarda da şer’i hukukla
birlikte örfi hukuk yürürlükte kalmıştır.
Osmanlıların kendilerine mağlup olmuş
milletlere dini-milli varlıklarını koruma
imkânı vermiş ve onlara gerek sosyal,
gerekse dini alanda özerklik tanımış
oldukları bilinmektedir. Bir takım
kanunnameler düzenlenerek örfi hukuka
ağırlık verilmesi, başta padişahlar olmak
üzere vezirlerin ve diğer yöneticilerin
siyasi, idari, hukuki ve sosyal problemleri
halletmek için çok serbest ve pragmatik
hareket etmeleri, genellikle şer’i
hükümleri görmezlikten gelmeleri, Kur’an
ve sünnette açıkça ortaya konan hadları
(ukubat, ceza hukuku) uygulamamaları,
mesela alenen içki içildiği halde içki
içenlere ceza verilmemesi Osmanlı
hukukunun laik nitelikler içerdiğini
göstermektedir. Bu tür nitelikler ve
eğilimler Lale devrinden başlayarak
Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı,
Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci
Meşrutiyet Dönemlerinde daha belirgin
hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de
varması gereken noktaya varmıştır.
Sonuç
Bir çeşit laiklik uygulamasına tarihleri
boyunca sahip oldukları anlaşılan Türkler,
bu milli ilke ile cumhuriyetler çağında ilk
defa tanışmamışlardır ve şimdiden sonra
vazgeçecek de değillerdir. Zira laiklik,
Türklerin tarihten alışık oldukları bir
temel ilke olmasının yanı sıra millet
olabilmenin ve bu topraklarda bir arada
yaşamaya devam edebilmenin de olmazsa
olmaz şartıdır. İnançlı ile inançsızı, Sünni
ile Alevi’yi, Müslüman ile gayrimüslimi, şu
tarikat mensubu ile bu cemaat üyesini ya
da o felsefeyi savunan ile öbür felsefeye
inananı bir millet bilinci ile yekvücut
kılmanın yolu, laiklik prensibini hukuken
ve pratik olarak benimsemekten geçer.
Laiklik dinsizlik değil, bilakis din ve vicdan
hürriyetinin, bilim toplumu olmanın ve
hukuk karşısındaki eşitliğin teminatıdır.
Kaynakça:
• İyigün (N.C.), “Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi
Kökleri”, Papillon Yayınları, 2012
• Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken
Neşriyat, 1997
• Kuru (A.T.), “Secularismand State Policies
Toward Religion: The United States, France and
Turkey”, Cambridge University Press, 2009
• Öksüz (İ.), “Millet ve Milliyetçilik”, Panama
Yayınları, 2016
• Togan (İ.), “Bugünü Anlamak İçin Orta Asya
Tarihine Bir Bakış”, Bağımsızlıklarının 20. Yılında
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Atatürk Kültür
Merkezi Yayınları, 2012
• Türk Cumhuriyetleri Anayasaları, Türkpa
Yayınları, 2012
GENCAY
6
HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI Mahmut Esat KIRAÇ
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra M.
Kemal’in gerçekleştirdiği devrimler
arasında en çok konuşulan ve tartışılan
devrimlerden birisi mutlaka harf
devrimidir. Tabi bu tartışmalar
cumhuriyetle birlikte değil cumhuriyetten
evvel de gündemde bulunmaktaydı.
Günümüzde baktığımızda ise halen
tartışmaları sürmektedir ve bana göre de
daima bu konu gündemde kalacaktır.
Harf devriminin tartışmalarına
değinmeden önce bu tartışmaların niçin
olduğunu görmek amacıyla Osmanlıca’nın
özelliklerinden ve neden devrim yapmak
istenildiğinden bahsedelim. Öncelikle
Arap alfabesine baktığımızda bir harfin
başta, ortada ve sonda yazılışına göre şekil
değiştirmesi öğrenilmesini de
zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan Arap
alfabesini kullanan toplumlarda okuma
yazma bilenlerin sayısı, nüfusa nazaran
çok az kalmıştır. Bu yüzden Müslüman
Türkler ve İranlılar, zaman içerisinde
ibadet gayesiyle öğrendikleri Arapça’nın
kendine has bazı özelliklerini, kendi dilleri
için elverişli hale getirmeye çalışmışlardır.
Zamanla Arapça ve Farsça kelime ve
deyimlerin dilimize girmesiyle birlikte, dil
kurallarımızda da Arapça ve Farsça’nın
tesirleri görülmeye başlamıştır. Bu iki
dilden zincirleme sözcük takımları ile
gramer ve imla kurallarının girmesiyle de,
adeta Osmanlıca denilen yeni bir dil ortaya
çıkmıştır.
Pekâlâ, bu Osmanlıca denilen dilin
Cumhuriyet kurulduğu tarihteki sayısal
verilerine bakalım : ‘’ 13 Milyon nüfus, 153
ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var.
Halkın sadece %7’si okur – yazar, bu oran
kadınlarda %1 bile değil.’’
Yeni yazı ve imla gibi konular ilk defa
Tanzimat döneminde Tanzimat
Fermanında dile getirilmiştir. Fermanın
öğretim ile ilgili kısmında şu görüşlere yer
verilmektedir:
‘’İstanbul ve taşrada açılan okullarda iyi
yetişen öğrenci sayısı azdır. Bunun başlıca
nedeni de öğretim yöntemlerinin
yetersizliğidir. Gerçekten çocuklar
öğretime mahalle mektebinde başlayınca,
6-7 yıl Arap harflerini öğrenmeye
çalıştıkları halde, harekesiz yani ünlü
işaretleri olmayan bir mektubu doğru
dürüst okuyamamaktadırlar. Daha da
kötüsü; onları okutan öğretmenler de
aşağı yukarı aynı durumdadırlar. Bunlar
mahalle mektebinden sonra herkese açık
olan sivil okullara gidince pek de
anlamadan Arapça dil bilgisi öğrenmeye
başlarlar. İçlerinden ancak yetenekli
olanlar, zamanla kendi dillerinin gramer
yapısını Arapça’ya uygulamak yoluyla
Osmanlıca’yı okuyup yazmayı
başarabilirler. Ancak bu arada çoğu
yetenekli olmayan öğrenciler, iki satırlık
bir tezkereyi doğru yazmakta bile zorluk
çekmektedirler. Kendi dillerinin alfabesini
ve gramerini bilmediklerinden Türkçe
sözcükleri dahi kendilerine göre çeşitli
biçimde ve genellikle yanlış yazarlar.’’
Bu ifadelerden sonra ise Osmanlıca’yı
Arapça yoluyla öğrenmek yerine,
birincisini yazım ve dil yönünden iyice
GENCAY
7
kavradıktan sonra, Arapça’ya geçmenin
daha faydalı olacağı vurgulanmıştır.
Islahat dönemine geldiğimizde ise Islahat
Fermanında geçen gayrı müslim
azınlıklara kendi okullarını kurma ve
eğitimde bağımsızlık gibi bir takım haklar
tanıyan bu ferman aracılığıyla gayrı
müslimler arasında da olsa Latin harflerini
bilen ve onunla okuyup yazan kişilerin
sayısının artması ve böylelikle Latin
harflerinin yaygınlaşmasını sağlaması
açısından önemlidir.
Tanzimat ve Islahat dönemlerinde
harflerle ilgili ilk münferit çalışma Ahmet
Cevdet Paşa tarafından yapılmış ve
Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan farklı bir
dil olduğunu belirtmiştir. Arap harfleri ile
gösterilemeyen sesleri göstermek
amacıyla yeni bir yazı aramak gerektiğini
de belirtmiştir. Daha sonra ise bu konuda
Münif Paşa’nın tespitleri mühimdir. Münif
Paşa meseleyi ilk defa sözlü olarak beyan
etmiş ve tartışılmasını sağlamıştır. Münif
Paşa, hareke olmadığı için bir kelime
çeşitli biçimlerde okunabilmekte, Arapça
ve Farsça kelimelerin fazlalığı okuma
yazmayı zorlaştırmakta, büyük harf
olmadığı için özel isimler ayırt
edilememekte ve harflerimizin basıma
uygun olmamasından dolayı değiştirilmesi
gerektiğini belirtmiştir. Paşa’nın bu
fikirlerinden 1 sene sonra Azerbaycanlı
Şair Mirza Feth-Ali Ahundzade, Türk
dünyasında imla birliğini sağlamak için
görüşlerini açıklamıştır. 1869 senesine
geldiğimizde ise tartışmalar daha da
büyümüş Londra’da sürgünde olan Genç
Türklerin yayınladığı Hürriyet gazetesinde
çıkan bir makale Türk eğitim sistemini
şiddetle yermiştir. Görüşe göre; Ermeni,
Rum ve Yahudi çocukları altı ayda okuma
ve bir yılda yazmayı öğrenirlerken,
Müslüman çocuklar yıllarca eğitim
gördükleri halde bir gazete dahi
okumaktan aciz kalıyorlardı. Kusur ise
eğitim sisteminde bulunmuştu. İran’ın
İstanbul Elçisi Melkum Han da tartışmaya
katılarak, Müslüman eğitim sisteminin
eksik ve yetersiz olduğunu ve bunların
sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu
belirtmiştir.
Aynı gazetede Melkum Han’a cevaben
Namık Kemal; ‘’Ülkemizdeki hastalıkların
sebebinin cehalet olduğunu kabul etmiş,
fakat bütün kabahatin alfabenin
yetersizliğinden olduğuna katılmamıştır.
İcmalen İngiliz yazısının Türkçe kadar
düzensiz ve muğlak olduğunu dile
getirmiş, fakat yine de İngiltere ve
Amerika’da cehaletin az olduğunu
vurgulamıştır. Bununla birlikte, fonetik bir
yazı kullanan İspanyolların ise, İngiliz ve
Amerikan eğitim düzeyinin çok altında
kaldıkları görüşünü savunmuştur. Ayrıca
Kemal’e göre Kur’anı okuyabilmek elzem
olduğu ve doğru yazabilmek için
Arapça’nın sarfını olsun bilmek lazım
geldiği için Türkçe için başka harf tertibi,
abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Çünkü harf değişikliği İslam ülkeleri ve
Müslüman halk ile aramızdaki irtibattır.
Yazı birliği kalkarsa İslam birliği de
kalkacağı için karşı çıkmaktadır.
Terakki gazetesinde Hayrettin Bey’in,
Maarif-i Umumiye başlıklı yazısında
Kur’an Arap harfleriyle yazıldığı için, bu
harflerin Türkler arasında kutsal bir
değeri olduğunu belirterek, bu sebeple
Türklerin bu harflerden vazgeçmek
istemeyeceklerini vurgulamıştır. Bu
GENCAY
8
harfler değiştirilmedikçe de ilerlemenin
mümkün olmayacağını belirtmiştir.
Ebuzziya Tevfik Bey de cevabi yazısında;
‘’Maarifin ilerlemesi harfleri değiştirmekle
değil, öğretim sistemini değiştirmekle
mümkün olur. Keramet Frenklerin
harflerinde değil, sistemindedir. Bütün
dünyayı aydınlatan bilgi ışığı bizim
kullandığımız harflerden doğmuştur.
Harfler değiştirilirse, bu ana kadar yazılan
kitapları anlayan kalmaz. Bin yıllık eserleri
yeniden yazmak gerekir ki, bu da mümkün
değildir. Kur’an için başka, diğer ilimler
için başka harf kullanılır mı? Bu, bir dili
beceremeyen adama iki dil öğretmeye
benzer.’’ Diyerek ifade etmiştir.
I. Meşrutiyet Devri’ne geldiğimizde baskıcı
yönetimden dolayı harf devrime üzerine
pek yorum yapılamadığını göstermektedir.
Padişah 2.Abdülhamit tartışmalara izin
vermemiş oldukça zorlaştırmıştır.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde ise Türkçülük
fikir akımının öncülerinden Ziya Gökalp ve
arkadaşları Arap alfabesini savunmaya
devam etmişlerdir. Hatta en başta Ziya
Gökalp olmak üzere bu fikri
benimseyenler, Arap alfabesinin
korunmasını ve kullanılmaya devam
edilmesini istemişlerdir.
Bu düşüncelerinin gerekçesini de şöyle
açıklamışlardır: Arap alfabesi Rusya
Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasında
birleştirici bir bağdır. Rusya Türklerinin
hepsi Arap yazısını kullanmaktadırlar.
Dolayısıyla bütün Türkleri bir kültür
dairesi içinde toplayabilmek için, Arap
alfabesi vazgeçilmez bir kültür aracı
durumundadır. Hele Latin harfleri
benimsenecek olursa, Türkiye Türkleriyle
Rusya Türkleri arasındaki bağlar
zayıflayacak ve hatta kopacaktır. Bu
sebeple Arap harfleri kullanılmaya devam
etmelidir.
II. Meşrutiyet döneminde harf inkılâbı ile
ilgili görüşleri 3 grupta toplayabiliriz
bunlar:
1. Alfabede ıslahata gerek yoktur. Yani
aynen mevcut haliyle kullanılmalıdır.
2. Arap alfabesi atılarak yerine Latin
alfabesi kabul edilmelidir.
3. Latin alfabesinin alınmasına gerek
yoktur Arap alfabesi ıslah edilerek sorun
çözülebilir. Yani alfabemiz tam olarak
dilimizin ihtiyaçlarını
karşılayamamaktadır.
Arap alfabesinin hiçbir değişikliğe
uğratılmadan mevcut haliyle
kullanılmasını savunan görüşler
kapsamında ilk olarak Şeyhülislamlığın
konuyla ilgili bir fetvasını örnek
verebiliriz. Bu dönemde Arnavutluk’ta
Latin harflerinin kabul edilmesi üzerine,
oradaki bazı Müslümanlar, Arnavutça’nın
Latin harfleriyle yazılmasının şeriata
uygun olup olmadığı konusunda
Şeyhülislama başvurarak, bu konuda bir
fetva istemişlerdir. Bunun üzerine
Şeyhülislam tarafından yayınlanan
fetvada; şeriatın Latin harflerinin
kabulüne ve bunlarla İslam okullarında
eğitim – öğretim yapılmasına asla cevaz
vermeyeceği belirtildikten sonra, Arap
harflerinin kullanılmakta olan şeklinden
başka biçimlerde yazılmasının dahi
mümkün olmadığı, kesin bir şekilde ifade
edilmiştir.
GENCAY
9
Latin alfabesinin kabul edilmesini
isteyenler ise başlıca olarak;
1. Yazımız güç öğreniliyor.
2. İmlamız takarrür etmiyor.
3. Yabancılar harflerin güçlüğünden dolayı
dilimizi öğrenmeye rağbet etmiyorlar.
4. Az çok tahsil edenlerimiz bile bir
makaleyi yanlışsız okuyamıyorlar.
Diyerek belirtmişlerdir. Önderliğini
Abdullah Cevdet’in yaptığı bu grupta,
Hüseyin Cahit Yalçın, Kılıçzade Hasan
Hakkı Bey, Giritli Ahmet Saki Bey gibi
devrin tanınmış düşünür ve yazarları
bulunmaktaydı.
Harflerde ıslahat yapılmasını isteyenler
arasında ise Harbiye Nazırı Enver Paşa
bulunmaktaydı. Harflerin ayrı yazılmasını
istiyor hatta ordu içerisinde harflerin ayrı
yazılması ile ilgili bir yazışma başlatıyor.
Alfabede ordu içerisinde ilk fiili ıslahatı bu
açıdan Enver Paşa yapıyor. Yazısına ise
Ordu Elifbası, Enver Paşa Yazısı gibi
isimler veriliyor.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise
henüz ilan edilmeden 17 Şubat – 4 Mart
1923 tarihleri arasında İzmir’de toplanan
İzmir İktisat Kongresinde gündeme
gelmiştir. İşçi delegelerden İzmirli Nazmi
ve iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin
kabulüne dair bir önerge verilmiştir.
Ancak kongre başkanı Kazım Karabekir
tarafından tepkiyle karşılanmış ve genel
kurulda okutulmadan dahi reddedilmiştir.
Daha sonra Karabekir konuyla ilgili olarak
Hâkimiyeti Milliye gazetesinde verdiği
demeçte;
“…Bu kabul edildiği gün memleket
hercümerce girer. Her şeyde sarf-ı nazar
bizim kütüphanelerimizi dolduran
mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve
binlerce cilt asarımız bu lisanda yazılmış
iken büsbütün başka bir şekilde olan bu
hilafını kabul ettiğimiz gün en büyük
felaket de derhal bütün Avrupa’nın eline
güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar
İslam âlemine karşı diyeceklerdir ki;
Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve
Hıristiyan olmuşlardır. Sonra bütün İslam
âlemi üzerimize hücum ettirir ve kendi
aramızda birbirimizi yeriz…” diyerek
fikrini belirtmiştir. Kılıçzade Hakkı ise
Kazım Karabekir’e şöyle cevap vermiştir;
“Ne gariptir ki yüksek tahsil görmüş, çok
zeki bir Kazım Karabekir Paşa Latin
harflerinin kabulü arzusunu takbih ediyor
ve buna sebep olarak, hulasaten âlemi
İslam ne der? Diyor! Evet alemi İslam ne
der, işte bu kabus!! Diyerek ağır ifadeler
kullanmıştır.
Harfler konusu meclis kürsüsünde ilk defa
24 Şubat 1924 günü Şükrü Saraçoğlu
tarafından dile getirilmiştir.
Saraçoğlu bu konuşmasında;
“Benim kanaatimce bu büyük derdin en
vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap
harfi diyecek olursam burada acaba benim
fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı?
Efendiler! Bunun yegâne kabahati
harflerdir. Hacımızın, hocamızın,
amirimizin, memurumuzun gayretine,
yıllardan, asırlardan beri yapılan bunca
fedakârlıklara rağmen halkımızın yüzde
ikisi veya üçü okumuştur. Arap harfleri
Türk lisanını yazmaya müsait değildir.’’
Demiştir.
GENCAY
10
Durum böyle olunca birçok fikir adamı ve
yazar da bu tartışmaya dâhil olmuş;
Halit Ziya: Memleketin resmi ve ilmi
hayatında Latin harflerinin yeri yoktur.
Necip Asım: Taraftar değilim çünkü 30
asırlık kütüphanemize veda etmemiz
gerekecek.
Hüseyin Suat: Daha kolay değil daha zor
olacak 3 kat daha fazla vakit kaybedeceğiz.
Diyerek Latin harflerine karşı olduklarını
belirtmişlerdir.
Yine 1926 yılında konuyla ilgili yazılar
yazan ünlü tarihçiler Fuat Köprülü ve Zeki
Velidi Togan da Latin harflerini kabul
etmenin sakıncalarına değinmişlerdir.
Fuat Köprülü yazısında: ‘’ Latin harflerinin
kabulüne taraftar olanlar zannediyorlar ki
garp medeniyetine bu suretle daha çabuk
ve daha kolay temessül edebiliriz. Hâlbuki
garp medeniyetine temessül harflerimizin
tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil
olamaz.’’ Görüşünü savunurken, Zeki
Velidi Togan da;
‘’Sureti katiyyede bilmeliyiz ki Latin
harflerinin lisanımıza tatbiki imkânsız ve
muzurdur’’ diyerek son derece sert ve katı
bir tutum almıştır.
M. Kemal bütün bu tartışmaları sükûnetle
takip etmiştir. Yine uygulamayla ilgili Falih
Rıfkı’ya üyelerin süre olarak ne
düşündüklerini sormuştu. Falih Rıfkı; ‘’
Beş yıl diyen var, on beş diyen var.
Düşündüklerine göre birkaç yıl, okullarda
her iki yazı birden öğretilecek, gazetelerde
yan yana basılacaktır.’’ Demiştir. Atatürk
bu görüşlere şiddetle karşı çıkarak ‘’Bu ya
üç ayda olur, ya hiç olmaz.’’ Demiştir.
Tarih 1 Kasım 1928’i gösterdiğinde ise
mecliste yapılan oylama sonucunda harf
devrimi kabul edilmiştir. Harf devrimi
kabul edildikten sonra yapılan
istatistiklere bakacak olursak yeni
alfabeye karşı olanların görüşlerinde haklı
ya da haksız olduklarını daha net
görebiliriz. Harf devriminden önce ve harf
devriminden sonraki istatistikler aşağıdaki
gibidir;
Bu dönemde Türkiye’de 1927 sayımına
göre okur-yazar olması gereken yaş
grubundaki insanların sayısı 10,5 milyon
kadardı ve bunun ancak 1 milyonu okuma
yazma bilmekteydi. Bu durum, okuma-
yazma bilenlerin oranının yaklaşık %11
dolaylarında olduğunu göstermektedir. Bu
şevk ve ivme neticesinde yalnızca 1928-
1929 ders yılında yaklaşık bir milyon
civarında kişi kurslara devam etmiş ve
600.000 kadın ve erkek bitirme belgesi
almıştır. Bu sayı millet mektepleri örgütü
içinde erkekler için 33.560, kadınlar için
de 12.853 olmak üzere toplam 47.828 A
dershanesinin açıldığı 1928-1935 yılları
arası itibariyle, 1.350.000’in üzerine
çıkmıştır. 8 yıl sonra 1935’te okuma
yazma bilenlerin sayısı 2,5 milyona
yaklaşmıştır. Bu ise, okuma yazma
bilenlerin oranında %150’lik bir artış
olduğunu göstermektedir. Öte yandan Harf
İnkılâbıyla, Arap harfleriyle okuma-yazma
bilenlerin de bilmeyenler durumuna
düştükleri göz önünde bulundurulursa
sekiz yılda yaklaşık 3,5 milyon insana
okuma yazma öğretildiği, başka bir deyişle
nüfusun ¼’ünün okur-yazar yapıldığı
ortadadır. İşte Türkiye’de genel nüfusta
okuma yazma oranının 1927’de %11’den
1935’te %20’ye yükselmesinde başlıca
rolü de Millet Mektepleri oynamıştır.
GENCAY
11
İstatistikler böyle iken harf inkılâbından
evvel aleyhte olan söylemleri
değerlendirdiğimizde hatta bugün
‘’Dedemin mezar taşını okuyamıyorum’’
‘’Bir gecede cahil bırakıldık’’ diyenlere
sanırım verilecek başka cevap yoktur.
Yukarıdaki istatistiklere baktığımız zaman
Osmanlı halkı da kendi dedesinin mezar
taşını okuyamıyormuş üstelik onlar bir
gecede cahil kalmamışlar her gece cahil
uyuyup cahil uyanmışlar…
Ayrıca bu inkılâba karşı çıkan kişilere
baktığımızda görmemiz gereken en önemli
ayrıntılardan biri ise M. Kemal’in nasıl bir
lider olduğudur. Çünkü karşı çıkan
kişilerin çok kademeli, üst düzey hatta
alanlarında en iyi insanlar olmalarına
rağmen harf inkılâbının gerekliliğini
görememeleri M. Kemal’in gerçek bir deha
ve ileri görüşlü olduğunun en büyük
göstergelerindendir.
Esenle Kalın!
GENCAY
12
TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI
NEVRUZ Açelya OĞUZ
Ser Baharın ilk günü yaşamın başladığı ilk
gün olarak kabul edilir. Bugün çeşitli
etkinliklerle kutlanmaktadır. Bu güne
diğer Türk devletlerinde çeşitli adlar
verilmektedir. “Azerbaycan'da Novruz,
Kazakistan'da Nawrız, Kırgızistan'da
Nooruz (Нооруз),Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti'nde Mart Dokuzu, Kırım
Türklerinde Navrez, Batı Trakya
Türkleri'nde Mevris adları ile anılır.”
(Vikipedia) Bütün Türk devletlerinde
kutlanan bu bayram Türklerin geleneksel
bahar bayramıdır. Nevrûz Farsça bir
sözcüktür. Nev, yeni, rûz, gün, nevrûz, yeni
gün demektir. (Rayman 2014: 10) Nevruz
bayramının yeni gün olarak adlandırılma
sebebi de budur.
Türk kültürünün imgeleri incelendiğinde
imgelerin tabiatla özdeş olduğu
görülmektedir. Türk kültürünün renk
algısı, tabiatın ruhu olduğu düşüncesi,
adlandırmaları, insanı tabiatla özdeş kabul
etme, tabiatı ana olarak vasıflandırma bu
algının yorumlanmasıdır. Bozkır kültürü
dört mevsimi yaşamaktadır. Tabiattan
karnını doyuran, geçimini sağlayan Türk
insanı bu özellikleriyle doğayı “tabiat ana”
ifadesiyle vasıflandırır, onu doğurgan ve
besleyen olma özelliğiyle anaya benzetir.
Doğanın çocukları yazın kış için besin
biriktirip kışın biriktirilen besinle
yaşamını sürdürmek zorundadır. Kışlık
besin bahar gelinceye kadar yetmezse bir
aile aç kalabilmektedir. O halde baharın
gelmesi açlıktan kurtulmayı, yaşamayı,
yeniden doğuşu ifade etmektedir. Yaşamı
simgeleyen bu bayramlar büyük bir
coşkuyla kutlanmaktadır. Kendini tabiatla
özdeş kılan Türk, doğada rastladığı sarı,
yeşil, mavi, kırmızı gibi renkleri
kullanmaktadır. Bütün Türk devletlerinin
ortak ritüel renklerinin ana ekseni bu
renklerdir. O halde bütün Türk
devletlerinde kullanılan bu renkleri bahar
rengi olarak addetmek mümkündür.
Türkler günümüzde çok geniş bir
coğrafyaya yayılıp farklı devletler
kurmuşlardır. Bütün Türk devletlerinde
kullanılan bu ritüel renkleri herhangi bir
partizan temayüllerin veya yaşa dışı
örgütlerin simgesi olamaz. Bu bahar
renkleri sadece Türkler arasında değil
Afrika yerlileri tarafından da sıkça
kullanılmaktadır. Bu geleneklerin binlerce
yıllık olduğunu düşündüğümüzde
Altaylardan Afrika’ya bir etkileşimin
olduğunu iddia etmek tekdüze bir
yaklaşımdır. Bu benzerliğin sebebi “İnsan
ruhunun her yerde bir ve aynı” olmasıyla
açıklanabilmektedir. Bütün dünyada bahar
GENCAY
13
aynı renklerde oluşur. Gökyüzü mavi,
çimen yeşil, çiçekler sarı ve kırmızıdır.
Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, daha
sonra tarım toplumuna geçen bütün
toplumların tabiatla tanışık olması, tabiat
karşında mücadelesi benzer şekildedir. O
halde uzak kıtalarda yaşayan insanların
benzer renkleri kullanmaları olağandır.
Bahar bayramlarında sıklıkla kullanılan
bir başka renk turkuazdır. Turkuaz, Türk
kelimesi ve +ivaz ekinin birleşmesiyle
oluşmaktadır. Gökyüzünü, Gök Tengri’yi,
ululuğu simgelediği için hem Türk
bayraklarında hem de şenliklerde
kullanılmaktadır. Gök bayrağın, nazar
boncuğunun maviliği da aynı sebeple
alakalıdır. O halde turkuazı Türklüğün
rengi olarak adlandırılabilir.
Renk imgesinin dışında Nevruz’da yapılan
pratikler de bir başka inceleme alanıdır.
Nevruz günü akan su kenarında piknik
yapılır. Akan su yenilenmeyi,
temizlenmeyi, arınmayı ifade etmektedir.
“Akan su kir tutmaz.” düşüncesi bu
kutlama pratiğiyle aynı paraleldedir.
Nevruz’dan bir gün önce bahar temizliği
yapılmaktadır. Bu bahar temizliği evi kışın
kasvetli havasından arındırmak için
yapılmaktadır. Bu davranışın kökeni ise
evdeki kötü ruhları kovup ev iyelerini
mutlu etmektir. Yine Nevruz’dan bir gün
önce evin köşelerine yiyecek koyulup ağzı
açık bırakılır. Yine bu da ev üyelerini
doyurmakla ilgilidir. Yumurtalar çeşitli
renge boyanır. Özellikle Erzurum – Kars
coğrafyasında yeni gelinlere gelin olarak
vasıflandırıldıkları ilk Nevruzlarında bir
sepet gönderilir. Bu sepette boyanmış
yumurtalar, yemişler, seme, şekerler
koyulmaktadır.
Bu gelenek gelinin soyu yürüsün, mutlu
olsun, evi bol ve bereketli olsun diye
yapılmaktadır. Özellikle Kars’a yerleşmiş
Azerbaycan Türkleri tarafından bu gelenek
günümüzde de devam etmektedir. Bu
sepette çimlendirilen seme ise tabiatın
canlılığına ifade ederek tabiat ruhuna
duyulan sevginin nişanesi olarak sepete
koyulmaktadır. Bu köken bilgisi yöre
Türklerinin bilgisel alt yapısında
olmamakla birlikte pratik olarak
uygulanmaktadır. Kars’ta yaşayan Türkler
bu geleneği şu şekilde aktarmaktadır.
“Tabağa bir sıra buğday koyulur. Üzerine
buğday dökülüp ikinci kat pamuk serilir.
Sonra bu pamuklar ıslatılıp güneş alan bir
yere koyulur. Aradan iki gün geçtikten
sonra üzerindeki ikinci kat pamuk
kaldırılır. Bu buğday başakları bir hafta
içinde uzar. Bu yeşillik tabiatın
yeşermesini ifade eder.” (Bulut 08.05.16
18.45) Bu uygulamaların benzerin
GENCAY
14
Kazakistan’da da görülmektedir.
Nevruz’da gençler toplanarak ateşin
üzerinden atlarlar. Ateş kültü Türk
geleneklerinde temizlenmeyi ve arınmayı
sembolize eder.
Nevruz’a dair bilinmesi gereken başka bir
önemli husus halk ağzında bu bayramın
nasıl başladığıdır. Nevruzun destani alt
yapısı incelemeye değerdir. Bu bahar
bayramı sadece mevsimsel bir etkinlik
değildir. Türklerin Ergenekon destanında
geçen demir dağı eriterek Ergenekon
ovasından çıkıp tekrar dış dünyaya
karışmasını sembolize etmektedir.
Ergenekon destanı Türk’e ikinci olarak
bahşedilen “küllerinden yeniden doğma”
motifi ekseninde coşkuyla kutlanmasıdır.
Yeniden dirilme, Türk’ün bağımsızlığı ve
var oluş mücadelesini ifade ettiği için
bütün Türk devletlerinde büyük bir
coşkuyla kutlanmaktadır.
Sonuç
Nevruz, ritüelleri, kullanılan renkleri,
amacı bütün Türk devletlerinde ortaktır.
Bulunduğu bölgenin fiziksel özellikleriyle
uygulama farklılıkları gösterse de menşei
aynıdır. Bahar bayramı olan Nevruz,
Türk’ün demir dağı eritip tekrar turanı
dünyaya yaymak için yaptıkları girişimleri
anlatmaktadır. Ateşten atmala geleneği
ateşin kutsal, temizleyici özelliğinin yanı
sıra demir dağı erittikleri ateşi de
sembolize etmektedir. Çok geniş bir Türk
coğrafyasında kutlanan, Türklerin binlerce
yıllık geçmişini yansıtan bu bayram hiçbir
siyasi görüşe, gruba ait olamaz. Nevruz,
Türklerin binlerce yıldır kutladıkları
sevginin, bir arada olmanın nişanesidir.
Kaynakça
• RAYMAN, Hayrettin; Nevrûz ve Türk Kültüründe
renkler, Yıl: 2014, Sayı:53
• www.vikipedia.com
Kaynak Kişi
• Burcu Bulut (Kars’ta yaşayıp Nevruz kutlamaları
yapan Azerî Türk’ü) 08.05.2016 / 20.42
GENCAY
15
ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN
MISINIZ?
Çağhan SARI
Türk siyasetinde yirmi dört saatin uzun
süre olduğu tespitini ilk dile getiren
dokuzuncu cumhurbaşkanımızdır.
Şüphesiz basın arşivine girsek benzeri bir
cümleyi Türkiye'nin ilk elli senesinde aktif
rol almış İnönü'den yahut Türk siyasetinin
nüktedan isimlerinden Kasım Gülek, İhsan
Sabri Çağlayangil'den de görebiliriz.
Gündemin süratle değiştiği, medyanın bir
zamanlar yönlendirdiği siyaset
kurumunun hızına olanca teknolojik
imkâna rağmen anca yetiştiği bu evrede
açılan bir kapıdan yine tarih koridoruna
uzanacağız. Gencay'ın bu sayısında sizlerle
ANAP'ın 1991'de genel başkanlık
değişimine uzanırken esas maksadımız
tarih ekseninde bilgi nakletmek değil
sadece dönemi hatırlatmaktır. Evvela bu
ayki yazımızın konusunu belirleyen
hadiseyi vurgulamamız gerekiyor ama
yazının kaleme alındığı tarih henüz 9
Mayıs olduğu için buna değinemiyoruz.
Bildiğiniz üzere Cumhurbaşkanı, ülke
politikaları bağlamındaki bir
anlaşmazlıktan çok öte, son kertede parti
içerisindeki yapılanma ve parti yönetimi
ile ilgili meseleler sonunda -öncesinde
elbette ülke politikalarındaki ayrım da var-
Başbakan ile yolları ayırma kararı aldı.
Anayasa'da izah edilen hususların sınırları
dışına çıkılıp çıkılmadığı bambaşka bir
yazı konusu ama Başbakan'ın istifa süreci
ve iktidar partisinin yeni genel başkanını
seçme sürecinin başladığı şu günlerde
tarih son sözü söyleyecektir. Şimdi ANAP'lı
yıllara dönelim.
1983 yılında kuruluşun ardından girdiği 6
Kasım seçimleri ile iktidar olan Anavatan
Partisi, lideri Özal'ın deyimi ile dört eğilimi
birleştirme iddiasındaydı. 1980 öncesi
siyasilerinin yasaklı olması nedeniyle
merkez sağda oluşan boşluğu iyi
değerlendiren Özal, 1987 yılında siyasi
yasakların kaldırılmasını oylayan
referandumun sonuçları açıklanmadan
erken seçim kararını açıklamıştı.
Referandum sonucu yasaklar kalktı ve eski
liderler, pek de eskimediklerini
gösterircesine tekrar seçim meydanlarına
döndüler. 1987 seçimlerinde ciddi oy
kaybına rağmen, seçim sistemindeki bazı
uygulamaların avantajıyla bir kez daha tek
başına iktidar olan Özal, 1989 yerel
seçimlerindeki sert düşüşten sonra
karşısına beliren cumhurbaşkanlığı şansını
tepmedi ve ciddi eleştirilere rağmen
ANAP'ın oylarıyla Cumhurbaşkanı oldu.
Cumhurbaşkanlığı yemin törenine
giderken dönemin TBMM Başkanı Yıldırım
Akbulut'a Başbakanlık müjdesini veren
Özal, kendisinden sonraki dönemde
ANAP'ın dümenine geçecek ismi de
belirliyordu.
Yıldırım Akbulut Başbakan olduktan kısa
bir süre sonra Özal'la ilişkilerindeki ahenk
kaybolmaya başladı. Özal'ın gündelik
sorunlara dâhil olması, basındaki
görüntüsünü arka plana almaması ikilinin
ilk aylarında esaslı bir mesele olmadı.
Ancak Körfez Savaşı'nda ciddi kırılmalar
başladı. Özal'ın haftada bir kaç kez ABD
GENCAY
16
Devlet Başkanı ile telefon diplomasisi
gerçekleştirmesi, CNN kanalına bağlanarak
demeç vermesi, icranın başı Başbakan mı
Cumhurbaşkanı mı sorularını akla getirdi.
Özal'ın Körfez harekâtına dâhil olmayı
istemesi, Başbakan Akbulut'un tarafsız
kalınmasındaki ısrarı sadece bir hükümet
krizini doğurmadı. Özal'ın aksi görüşünde
olan Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa
etti ve cumhuriyet tarihinde istifa eden ilk
genelkurmay başkanı oldu. Irak'a hava
saldırısı başladığı gece, Londra'dan kalkan
B52 ağır bombardıman uçaklarına hava
koridoru açılması talebi Türkiye'ye
iletildiğinde Özal, bir koridor açılıp
uçakların buradan geçmesini istedi ama
icranın başı Akbulut buna mani oldu ve
gelen talebi reddetti. Körfez Savaşı
boyunca zıt düşen ikilinin bir başka ayrı
düştüğü yer de Paris Şartı görüşmelerinde
oldu. 19-21 Kasım 1990 tarihlerinde
düzenlenen görüşmelerde Türkiye'nin
kimin temsil edeceği meselesi,
görüşmelere her iki ismin de katılmak
istemesinden ortaya çıktı. Neticede hem
Akbulut hem Özal görüşmelerde
bulundular ama imzalar gerektiğinde
Türkiye adına imzayı Özal koydu. Özal,
Akbulut ile yolun sonuna geldiği
düşüncesinde iken ailesinden de geldiği
iddia edilen telkinlerle 1991 ANAP
Kongresi'nde Mesut Yılmaz'ın önünü açma
kararı aldı. Akbulut'a herhangi bir destek
vermedi, ailesinden bazı isimler ise Mesut
Yılmaz ile beraber görüntü vererek,
Özal'ın sempatisinin Yılmaz'a yönelik
olduğu mesajının çıkmasını sağladı.
Gerçekleşen kongrede Mesut Yılmaz
ANAP'ın üçüncü genel başkanı olurken
Akbulut, kısa bir süre sonra ANAP'tan
istifa etti.
Tarihin bir cilvesi midir bilinmez ama
Mesut Yılmaz ve Özal'ın da yolun başında
birlikte olan yıldızları, Başbakan ve
Cumhurbaşkanı unvanları altında
barışmadı. Mesut Yılmaz, parti içerisinde
kendi teşkilatlanmasına hız verirken,
aileden ''nankör'' diye anılacaktı. Özal, 17
Nisan 1993'te ani vefatıyla ebediyete
intikal etmeden önce cumhurbaşkanlığını
bırakarak yeni bir parti kurma
hazırlıklarına giriştiği iddiası da yıllarca
dillendirildi.
ANAP içerisinde eski ve yeni lider
anlaşmazlığında tabi ki Çankaya'ya
çıkanın, icrada kalmak istemesinin
yanında muhalefetin ciddi kıskacının da
etkisi bulunmaktaydı. Nitekim Mesut
Yılmaz yönetiminde 1991 seçimlerine
giren ANAP ancak üçüncü olabilmiş, 1980
öncesinin siyaset figürleri kaybettikleri
mevzilere dönmüş, Demirel'in DYP'si
%27'lik bir oyla seçimlerin kazananı
olmuştu. Özal, bugün birçok ilkle
anılmakta iken Cumhurbaşkanı olduktan
sonra kendi partisinin genel başkanıyla
kavga eden ilk isim olma payesini de
kazanmış oldu. ANAP, ilerleyen dönemde
DYP ile ciddi bir program farkı olmaksızın,
aynı siyasetin dilini konuştuğu halde, bir
birleşimin önünü açmayacak ve 1990'ların
koalisyonlar dönemi olmasında başlıca
sorumlu kurumlardan biri olacaktı.
GENCAY
17
GENCAY
18
19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI
Emre ECE
19 Mayıs 1919’da, Samsun’da bir ateş
yakılmış, Türk milleti, esaret altında
yaşayarak, dilini, kültürünü, başka
milletlerin boyunduruğu altında ezdirmek
istemediğini, tüm dünyaya haykırmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk ve silah
arkadaşları, arkalarına sadece milletin
gücünü ve kararlılığını alarak, dev güçlerin
başlarını, Sakarya’da, Antep’te,
Çanakkale’de, Kars’ta, İzmir’de, yurdun
dört bir tarafında ezerek, yerli işbirlikçileri
ifşa ederek, milli mutabakat etrafında
buluşmuşlardı.
Anadolu’daki herkes dünyaya geldiğinde
gözünü bu gerçeklere açıyor ve bu
gerçeklere gözünü yumdukça, oradan
oraya savrularak, krizlerle, kavgalarla
karşılaşıyor, kutuplaşıyor, yalnız kalıyor.
Yaşanan tüm siyasi krizler, ama bu taraf,
ama o taraf mühim değil, hep bu gerçeği
göz ardı etmemizden kaynaklı: “Biz bir
millet olmalıyız ve bu topraklar üzerinde
mezhep yahut etnik köken bakılmaksızın,
birbirimize muhtacız.”
Bu muhtaçlığı, hümanizm sosuyla bulayıp,
milli harsı göz ardı ettiğimizde, başka
sıkıntılar ortaya çıkıyor. Örneğin, elinde
silah olan terörist gruba “Bizim de
hatalarımız var, gelin sizi dinleyeceğiz,
anlaşacağız.” dediğinizde, tonlarca
patlayıcıyı, şehirlerinize kadar taşıyıp,
vatandaşlarınızdan vergi alıp, mahkemeler
kurup, egemenliğinizi elinden
çalabiliyorlar. Teröristlerle yapılacak
“anlaşmalar”, aslında “vazgeçişler”,
Kurtuluş Savaşı’ndan, Malazgirt’e ve hatta
çok daha öncesine kadar dünya
sahnesinde boy göstermiş özlerimize
ihanettir. Nesline vefalı olmayanın, milli
duygulardan uzak kalıp egemenliğini
paylaşanın, zamanın seyri içinde millet
olamayanların ya da millet olma özelliğini
yitirenlerin sonu bellidir; vahşilere yem
olmak.
Arapların Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de yem
olması, Lübnan’ın parça parça kavrulması,
Pakistan’ın başının beladan kurtulmaması,
tek bir millet olamamasındandır,
Afrika'daki, tepe ardındaki insanların
GENCAY
19
dilini anlamayan, etnik toplulukların
sömürülmesi de.
Farsların, Rusların, Çinlilerin,
Amerikalıların ve Avrupa'daki milletlerin,
önceki örneklerin tam tersi olarak, güçlü
olmasının kaynağı millet olabilmeleridir.
Kurucu etnik köken etrafında perçinlenip,
diğer çeşitli kültürleri de harmanlayan
milletler, farklı farklı siyasi devirleri
geçirseler de nihayetinde bölgelerinde
süper güç oldular.
Türkler ise Osmanlı Devleti’nin çöküş
döneminde, önce gayrimüslimlerin daha
sonra da Müslüman diye güvendiğimiz
halkların hançerini yedikten sonra, Gazi
Atatürk'ün önderliğinde, istiklalimizi,
kimliğimizi inşa ederek, Anadolu’da tek
millet olabildi, bizi biz yapan şeyleri
reformlar ile koruma altına aldı.
Fakat tehlike çanları yeniden bizim için
çalıyor. Uzunca süredir, ayrılıkçı Kürt
terörü ile kimliğimizi, Karunlaşan ve
Firavunlaşan İslamcı hareket ile de
ahlakımızı ve hoşgörümüzü kaybediyoruz.
Kuruluş felsefemize ve değerlerimizden
uzaklaştıkça savruluyoruz. Meselenin,
AKP, CHP, MHP ve hatta HDP meselesi
olmadığını, meselenin kimliğimizi ve "Biz
kimiz?" in cevabını doğru vermek
olduğunu anlamamız gerekiyor.
“Biz kimiz?” sorusunun cevabını, "Türk"
olarak veren kitleler pes etmiş değiller,
umutla, bakabiliyorlar geleceğe, Bozkurt
bakışlı, sarkık bıyıklı yiğitler ayrılıkçı
terörün başını ezerken, Türk
entelektüelleri, gençleri, “Samsun’dan”
yakılacak ateşin dumanını gözlüyorlar.
Özgüven tazeleyip, koordineli hareket
edecek, kaybedilen kaleleri bir bir ele
geçirmek için mücadeleye koyulacaklar ve
Anadolu’nun her bir metrekaresinde,
devletin, milletiyle bir olmasına imkân
sağlayacaklar.
Yetki ve makam sahipleri gibi, “İktidar
olma imkânımız yok” demeyip, iktidar
olmak için kendilerinde yeterli gücü
görüyorlar. Meydanları doldurarak, koltuk
sahiplerini rahatsız edecek ülküye sahip
çıkıyorlar. Bir gün gelecek, padişaha
rağmen, padişahın onurunu kurtarmak
için mücadele eden Milli Mücadeleciler
gibi, 2000’lerin İttihatçıları da,
milletlerinin geleceklerini, ayrılıkçıların ve
çıkarcıların elinden kurtaracaklar. Aksi
halde, tarih sahnesinde silik bir insan
yığını olarak kaybolup gideceğiz.
GENCAY
20
GALİP AĞABEY Aslıhan KAYA
“Burada belki inandığım her şeyi
söyleyemeyeceğim ama inanmadığım hiçbir
şeyi söylemeyeceğim.”
İşte böyle giriş yapar Galip Ağabey
çalışmaya başladığı her gazetede yazdığı
ilk yazısına. Hep sevgiyle devam eder. "En
büyük eksiğimiz hala birbirimizi yeterince
sevmeyi öğrenememiş olmamızdır."
diyerek bir nevi ülkücünün yol haritasını
çizer Galip Ağabeyimiz.
Galip Erdem, Fındıklı ilçesinde "Ofluoğlu",
adı ile tanınan bir aileye mensuptur.
Babası, Rasim Bey, annesi ise Zekiye
Hanımdır. Ailenin tek çocuğu olan Galip
Erdem, İlkokulu Fındıklı 11 Mart
İlkokulu’nda bitirir. Babasının memuriyeti
dolayısıyla, Ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi
farklı illerde tamamlar. Babası Rasim
Erdem Narman nahiye müdürlüğüne tayin
edilince, Galip Erdem de Erzurum da lise
tahsiline başlar ve 1949 yılında bu liseden
mezun olur. 8 Kasım 1951'de yedek subay
olarak askerlik görevine başlayan Galip
Erdem, 31 Ekim 1952'de teğmen
rütbesiyle bu görevini tamamlar. 27 Nisan
1953 tarihinde PTT Genel Müdürlüğü
Ankara Yenişehir Merkezi'nde ilk
memuriyetine adımını atan Galip Erdem, 7
Temmuz 1954 ‘de memuriyetten istifa
ederek Maliye Bakanlığı Milli Emlâk Genel
Müdürlüğünde tekrar memuriyete başlar.
6 Ocak 1955 tarihinde bu görevinden de
ayrılır ve daha sonra da İETT idaresinde
takip memuru olarak işe başlar. Ertesi yıl
bu görevinden de ayrılarak GİMA TAŞ'a
girer. Buradaki çalışması da 16 ay kadar
sürer ve bu arada Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'nden mezun olur.
Galip Erdem, Demokrat Parti'nin son
dönemlerinde, 23 Kasım 1959'da
Bayındırlık Bakanlığı'nda kısa süre Tevfik
İleri'nin müşavirliğini yapar.
Tercüman Gazetesi, Yeni İstanbul Gazetesi,
Zafer Gazetesi, Sabah Gazetesi, Bizim
Anadolu Gazetesi, Ortadoğu Gazetesi gibi
birçok gazetede fıkra yazarlığı yapar.
15 Ağustos 1989'da Namık Kemal Zeybek
'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı
APK Başkanlığı'nda uzman olarak görev
yapar. 12 Mart 1997'de Çarşamba gecesi
saat 22.10 da Ankara Gazi Hastanesi’nde
vefat eder. Cenazesi Cebeci Asri
Mezarlığı’na defnedilir.
Galip Erdem’in hayatı yukarıda anlattığım
kişidir. Lakin bizler için Galip Ağabey’i
anlatmak bu kadar kolay değil.
Sıkıntılar başı bucağı sardı mı insanın gözü
çevresinde dayanacağı vefalı bir omuz arar
hem teselli bulmak hem ümitle yarınlara
bakabilmek için. 12 Eylül dönemi…
Milliyetçiliğin, mühim dar zamanlarından
biri… Büyük çilelerin çekildiği, büyük
imtihanların yaşandığı bu zor dönemde
vefa ve samimiyetiyle Galip Erdem, Galip
ağabey olur. Bilhassa Milliyetçi gençliği
hayatın zor şartlarına, tuzaklarına karşı
uyarmayı kendine vazife bilmiş Galip
Ağabey 12 Eylül döneminde Mamak’ta
GENCAY
21
görülen meşhur “MHP ve Ülkücü
Kuruluşlar Davası”nın avukatlığını
üstlenen kişidir.
Suçsuz yere ipe çekilen, zindanlarda belki
aylarca akla hayale sığmayacak
işkencelere maruz kalan Milliyetçilerin,
bisiklet pompasıyla akciğerlerine hava
pompalanan, bir binanın bilmem kaçıncı
katından atılarak katledilen gençlerin,
tıpkı Ağabeyleri gibi eğilmeyen, yiğit, mert,
koca yürekli binlerce vatan aşığının
Ağabeyliğini yapan kişidir.
Çağırıldığı “Türk Milliyetçiliğinin
Meseleleri” isimli konferansta kürsüye
çıkıp “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi
Türk milliyetçileridir.” Deyip inen kişidir.
“Gün gelir; ecel hükmünü icra eder;
ülkücü, dünyasını değiştirir. “Kalabalık”
O'na acır; daha iyi yaşamış olmasını,
temenni eder. Hâlbuki O, inançları
uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları
için ömrü boyunca, “kalabalığa” acımıştır.”
Tespitini yapıp kalabalığa acıma
duygusunu bizlere işleyen kişidir.
Kızıl ellerden çıkma kara damga
“faşistliğin” komünist olmayanların ortak
sıfatı sayıldığını, Faşist Mussolini
Antalya’ya göz diktiği vakit Türk
milliyetçilerinin ne yaptığını, kana susamış
Stalin’in vatanımızdan parçalar istediğinde
ise her bir sosyalistin nasıl sustuğunu
anlatmayı bize öğreten kişidir.
“Suçlamalar” kitaplarıyla milliyetçilere
yöneltilmiş neredeyse tüm eleştiri ve
hakaretlere bir Türk Beyefendisi üslubu ile
sayfalarca şamar indirip davasını atılan
çamurlardan temizlemiş dava adamıdır.
Daha 15 yaşında “Turan’ı kurtarmaya
gidiyorum!” diye çıkıp Doğu Beyazıt’ta
jandarmalara yakalanıp “Esir Türkleri
kurtaracağım” diye bağıran Türk evladıdır.
İnsanlığın düşmanı Kenan Evren’e sayfalar
dolusu mektup yazıp “İçeriye aldığın bu
gençlerin fikri babası benim, onlar benim.
Onların aldığı bütün fikirler hakkında ben
konferans verdim, seminer verdim, ayrıca
yazdım, onlar okudular. Onlar içerde de
ben niye dışarıdayım? Beni de içeriye al!”
diyen vefalı Ağabeyimizdir. Bizler
inandıklarımıza göre ve inandıklarımız
için yaşayıp kendimizi kurtardıktan sonra
kalabalığa el uzatacak Türk gençleriyiz.
Galip Ağabey’in en çok kullandığı kelime
idi “Sevgi”. Ağabey’den öğrendik ki
karşılıksız sevmeliydik, hasetsiz tertemiz
kucaklaşmalıydık ve almadan vermeliydik
her şeyi, sevgiyi. İnanıyorsak çekmeliydik
çileyi gocunmadan, feda etmeyi ve feda
edilmeyi göze alarak inanmalıydık ve en
önemlisi birbirini sevmeyen, her fırsatta
birbirini yumruklamaya yer arayan artık
bir millet sayılamayacaklarını, Türk
milletini sevmek ülküsünde birleşirken en
çok da birbirimizi sevmemiz lazım
geldiğini her seferinde ifade etmiş fikir
adamıdır.
“Sevenlerin hürriyeti yoktur. Türk’ü
sevenler ve Türk’ü öğrenmek isteyenler,
unutmayın, mademki tek vücudun
hücreleriyiz; birbirimizi sevmeye yalnız
mecbur değil, hatta mahkûmuz."
Önce sevelim birbirimizi, lütfen sevelim.
Sonra kalabalığı sevelim. Karşılıksız,
hasetsiz, makamsız, şöhretsiz, beş parasız
sevelim…
GENCAY
22
SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT
İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ Dilek AKILLIOĞLU
İnsan denen varlık kadar değişik başka tür
daha yoktur. Yaradılış, düşünceleri,
doğruları, duyguları ile özgüldür.
Topluluklar oluşturmasına rağmen tane
tanedir, diğeri diğerinden başkadır. Bu
tasarımlar tamamı onun gelişimi ile
ilgilidir. Gelişim ise bir kavram veya tasarı
olarak 19. Yüzyılın başlarında Batı
Avrupalı düşünürler tarafından sürekli
ilerleme olarak anlam kazanmaya
başlamıştır. Gelişim anlayışı örtük bir
kavram olduğu için birden fazla alanda
düşünürlere kaynak olmuştur. Çocuklar
için zihinsel gelişim, Darwin için evrim
teorisi olarak ve daha birçok alanın temel
taşı haline gelmiştir. Bu seferlik çocuğun
gelişimi olarak bizi daha çok
ilgilendirmektedir.
Gelişim süreci dediğimiz şey keşfetme ile
başlamaktadır. Bunu bilişsel beceri olarak
ifade edersek insanoğlu bilgi depolamayı,
bu bilgileri kullanmayı, tutarlı şekilde
elinde tutmayı bilişsel yeteneğinin
gelişmesiyle yapar. Bilişsel gelişim ile
alakalı düşünceler, varsayımlar
incelendiğinde ise Piaget, Bruner ve
Vygosty’nun çocuğun çevresindeki
dünyayı, değişik yaşlarda nasıl ve niçin
gördüğü, algıladığını belirtmeye
çalıştıkları görülür. (Senemoğlu,2007) Bu
yazıda çocuklar ve onların bilişsel
gelişimleri hakkında ilk deneyimlerini
kendi evlatları üzerinde yapan İsviçreli
psikolog, ruh bilimcisi, felsefeci Jean
Piaget’in çalışmaları üzerinden
gidilecektir. Piaget bilişsel evreler için
birçok araştırma yapmıştır. “Zekâ ve
insan”, “Çocuklarla çalışırken Gözden
geçirilmiş klinik yöntem’’ adını verdiği yarı
yapılandırılmış bir araştırma gibi
yöntemler geliştirmiştir. (Bacanlı, 2011:
83).
Piaget’in çocuk gelişimi üzerine yaptığı
analizlere göre bir çocuk doğumundan
yetişkinliğine kadar birçok evreden geçer
ve bu evreler birbirinin zinciridir. Piaget
evrelerin yer aldığı bu gelişim dönemlerini
4 ana başlığa ayırmıştır. Ona göre tüm
çocukların bu gelişim aşamalarından
sırasıyla geçmesi gerekmektedir. Yani bir
gelişim dönemi atlanarak diğerine
geçilemez. Dönemler arasında öncelikli
olarak duyusal motor ve işlem öncesi
dönemi tamamladıktan sonra somut
işlemler dönemi ve daha sonra da soyut
işlemler dönemi tamamlanır.
Psikoloğa göre bu gelişim dönemlerinin
kapsadığı yaş sınırı ve genel özelliklerine
bakacak olursak çocuklar somut işlemler
dönemine 7 yaşında girmekte, nesne ve
olaylara dönük mantıksal
düşünebilmektedirler. Sayı, kütle, ağırlık
gibi kavramları edinmektedir. Nesneleri
farklı özelliklerine göre
çeşitlendirebilmektedir. Düşünceleri
yetişkinlere benzemeye başlar, olgu ve
olaylar arasında bağ kurabilirler.
Dönemin ayırt edici özelliği bunları somut
duyu organları ile yapmasıdır. İşlemleri
GENCAY
23
obje, olay, kişi üzerinden yapmaktadırlar.
Yani çocuk somut işlemler döneminde
yaptığı tüm düşünceleri nesneler
üzerinden somutlaştırarak edinmektedir.
11 yaşına geldiğinde ise değişkenleri
birleştirip ayırmaya başlamaktadır.
Varsayımsal, geleceğe dönük ve ideolojik
sorunlarla ilgilenmeye başlar. Doğal olarak
da ergen benmerkezciliği gelişir. Soyut
düşünmeyi bu yaşından itibaren edinmeye
başlamaktadır. Soyut döneme gelen çocuk
artık yetişkinin dünyayı gördüğü gibi
görme yolunda ilk adımlarını atmaya
başlamaktadır. Daha güçlü ve yeni bilişsel
becerileri gelişir, soyut kavramlar
anlaşılır, soyut düşünce analiz edilir,
sentezlenir ve değerlendirilir. Problemler
mantıksal olarak çözülür, düşünce daha
bilimsel olur. Tabi bu bilişsel alanlar
gelişirken bir taraftan da kişilik yapısı
oluşur, ahlak anlayışında temel
değişiklikler belirir. Çocuğun bu çağdaki
en anahtar özelliği de birden fazla seçenek
ortaya koyup, olasılık anlayışını
geliştirmesidir. Ergenliğe geçiş döneminde
daha vurgulu olan soyut dönem onun
benmerkezci düşünce yapısının şekil
almasına da neden olmaktadır. Birey artık
çocukken düşündüğü büyük neden böyle
saçma davranıyor ki savından sıyrılıp
büyük olmaya başladığını hisseder.
Benmerkezci düşünceden dolayı da birey;
herkesin ona baktığını, onu gözlemlediğini
zanneder ve sürekli kendini sahnede
hisseder. Piaget soyut işlemler döneminde
kimliğe ilişkin ilgiler sayesinde bireyin
kültürel, toplumsal, sosyal bağlarını
ördüğünü söylemektedir.
Soyut işlem dönemini betimlerken açık
örneklere başvurursak şunlar söylenebilir;
Ortalama 11 yaş ve üstünü kapsar. Piaget
çocuğun 12 yaşında bu döneme geçiş
yaptığını ergenlik bitene dek sürdüğünü
belirtir. Bireyler analizlerini sentezler
(Wade ve Tavris, 1990; Woolfik,1993).
Çocukluk çağında, somut düşünürken
sadece şimdiki zamana odaklanabilir ve
şimdiki an da yaşayarak adım atabilir
birey. Fakat soyut işlem düşüncesi ile
varsayımsal olarak geçmiş ve geleceğin
sorunsalları ile ilgilenmeye başlar.
Örneğin, küçük bir çocuk dama oyununu
öğrenirken sadece şu an ki adımını
düşünürken, soyut düşünce döneminde
beş altı adım sonrasını ya da rakibin
önceki hamlelerini düşünerek hareket
eder. Artık gerçek nesnelere uyan
işaretlerle kendini sınırlamaz. Sevgi,
nefret, kin, acıma, zaman, öfke gibi
kavramları etkili halde kullanmaya başlar.
Kişinin bu dönemde evrende bir konum
bulma isteği yaşadığı kültürel, sosyal
dokuyla da birleştiğinde yaşam biçimi
ortaya çıkar. Yani bilişsel gelişiminin
getirileri tamamlanmaya başlar. Bir
bakıma dünyaya adım atan insanın çevreyi
anlamlandırmaya çalıştığı evredir. Yani
keşif çabalarıdır. Keşfe başladıktan sonra
çocuğun dünyasını zihinsel olarak
gezmeye başlaması olarak da
adlandırabiliriz. Büyüdükçe sosyal
olmasını, daha önceleri tamamen
benmerkezci tavrının giderek
sosyalleşmesi, onun duygu-düşünce-
yaşam yelpazesinin gelişmesidir. Yetişkine
ulaşmaya başladığı fakat aldığı kararlar ile
yetişkinle eş değer olmadığı çağdır.
Yetişkin benzeri düşünür desek hatalı
olmayacaktır. Soyutu düşünme somut
dokunabilir soyutlamaları kullanarak
işlemleri uygulama gücünü geliştirir.
GENCAY
24
Başka deyişle düşünceler hakkında
düşünür duygular hakkında duygulanır.
Sevgi denilen soyut kavramın insanın
içine ne biçimde yerleştiğini
gözlemlediğim Sultan Murat eserinde ise
küçük Murat, yaşadığı dönem itibari de
acı, ayrı kalma, hasret gibi soyut
kavramları hayatına erkenden almıştır.
Cengiz Aytmatov’un bu yapıtında küçük
bir çocuğun sevgi ile aşk ile karşılaşması
satırlara dökülmüştür. Yukarıda değinilen
ve Piaget’in bahsettiği gibi çocuk geleceği,
bedenindeki heyecanı, yaşamın değişen
geçişlerini fark etmeye başlamıştır.
Murat’ın uğrunda okulu terk etmek
zorunda kaldığı olayları 1943 yılında
yaşamaya başlamıştır. Eğitimini bırakıp
köyün yetişkin erkeklerinin yerine
getirmeleri gereken sorumluluklarını
omuzlarına almıştır. Hikâye de babası
uzaklarda savaştadır, atını ve kardeşini
Murat’a bırakmıştır. Murat bu dönemde
Mırzagül’ü tanımıştır. Mırzagül önceleri
onun için sınıfındaki herhangi bir kızdır.
Ve fakat daha sonları tuhaf bir düşünce
olarak kabul ettiği bu kızın dikkatini
çekme çabaları, onu sürekli görme arzusu
ile tanışmıştır. Kafasında nitelendirmeye
çalıştığı duyguyu, hayatına alma çalışması
bir çocuğun Piaget’in söylediği gibi soyut
dönemi nasıl içselleştirdiğini
göstermektedir.
Küçük Murat sevgiyi sadece annesine,
babasına ve kardeşine karşı duyduğu o
bağlılık hissi sanmaktadır. Acıları,
korkuları savaşla birlikte anlamaya
başlamıştır. Bunları düşünmenin ona nasıl
acı verdiğini okuldan ayrılıp tarları ekime
hazırlamaya başladığından beri biliyordur.
Ama işte tam bu anlarda bazen onu mutlu
eden, hayal âlemlerinde yüzdüren
düşünceleri olmaktadır. Bunları kitapta
şöyle tarif etmektedir; “ Yavaş yavaş
kaynayarak bir gözeden çıkan ve tatlı tatlı
akan derecik gibiydi bu düşünceler. Onu
hep aynı isme götürüyordu. Önceden
varmadığı bu düşüncelere gitmek için
artık uğraşmıyordu. Kendi kendine biten
otlar gibi doğuyor, onu Mırzagül’e
götürüyor, mutlu ediyorlardı. Onu
düşündükçe bir şeyler yapmak, durmadan
çalışmak, hiçbir felaketten korkmamak,
hiçbir şeye yılmamak gibi coşkuya
kapılıyordu. O günlerde içinde bulunduğu
bu duruma ne ad vereceğini bilmiyordu.
Hele ki onu gördüğünde kelimeleri seçerek
konuşmaya çalışmak, damağının kuruyup
dilinin tutulması, geleceği sürekli
planlamaya çalışması ona pek tuhaf
gelmiş, gülmüştü.”
Murat’ın bu ve bu gibi kendinde anlamaya
çalıştığı benzer satırlar onun çocukluktaki
somut işlemlerin ve sonuçlarından sıyrılıp,
bu soyut durumları bir yerler koymaya
çalıştığını göstermektedir. Muhtemel
yaşayış için uyaranların farklı yanlarını
görmeye, sınıflamaya başlamıştır. Aşk ve
sevgi de bu sınıflamada en başta tanıştığı
nesneden ayrılma bilgisi olmuştur.
Murat’ın evreni işte bu kendi algıları
neticesinde bu şekilde anlamlanmaya
başlamıştır. Geçmişten getirdiği somut
bilişsel ve duyuşsal birikimi kullanmaya
Mırzagül sayesinde başlamıştır. Elde ettiği
deneyimleri kullanmıştır. Çevresinde
bulunan uyarıcılar babasının özlemi gibi
onu gerçek yaşamın duygularını anlamaya
itmiştir. Kitabı okurken onun bir türlü
adını koyamadığı bu süreci fark
edeceksiniz. Murat kendini bir yere
koymaya çabalarken yine kendi içindeki
GENCAY
25
değerlerle, babasının, annesinin,
öğretmenin değerler bütünüyle sonuca
ulaşmıştır. Ben kitabı okurken Murat’tan
çok onun çocukça duygularıyla yine çocuk
gelişimi açısından soyut kavramların
olduğu dünyaya nasıl adım attığını
okudum.
Kitaptaki betimlemeler bu ayrılmayı yeni
dünyayı küçücük bir oğlan çocuğunun
dilinden o kadar nadide biçimde
anlatmıştır ki soyut olan bu kavramı bir
tablonun ya da bir fanusun içinde
görebildiğinizi hissedersiniz. Murat’ın
Mırzagül’ü tarif edişi onun için kullandığı
kelimeler, yansımalar bir çocuğun nasıl
sevgiyi edinebildiğini Piaget’in dönemine
ne denli yumuşak ve bir o kadar da şaşkın
halde giriş yaptığını görmenizi sağlar.
Öğrenme döneminde bazı kavramların
tanımlanası gerekmektedir. Tanımlayarak
çocuğun kafasında yer edinebilir.
Oluşabilir. Yani yaşaması gerekmektedir
ki, o öğrenmeyi edinmiş olabilsin. Tıpkı
Murat’ta olduğu gibi sevgi denen
duygunun bir kolu olan aşkı, soyut
düşünce arzusunu kendi kendine
anlamlandırarak öğrenir, edinir. Aslında
bu anlattıklarımın diğer tasviri şu olabilir:
Herhangi bir durumda çocuklar anlamaya
çalışırken var olan kavramlarını
kullanırlar, ama baktılar bu kavramlar
hissedilene yeterli olmuyor, dengesizlik
yaşarlar. O zaman kavramlarında
değişiklikler yaparlar uygun düşünceyi
dengelerler. Murat da Mırzagül için kitapta
bunu yapmıştır. Onun için
düşündüklerinin neden farklı olduğunu
anlamaya çalışmış, çevresel uyarıcıları
düzenleme yeteneği gelişmiştir.
Etrafındaki büyüklerin düşüncelerini
anlamakta zorlanan Murat sevgiyi
ismindeki ufak, etkileyici bir kızda tanımış,
hisleri benlikte oturtmayı başarmıştır.
Yetişkinlerin gördüklerini görebilmeye
başlamıştır. Piaget’in deyişi ile gerekli bir
sonraki dönemine adım atmıştır. Ayrıca
belirtmek gerekir ki romandan kültürel
dokular verilirken Murat, Mırzagül’e karşı
olan duygularını bu kültürel dokudan
besleyerek de anlamlandırmıştır yani,
tıpkı soyut gelişimde bahsedilen çevredeki
etkilerin kişiliğe alınması gibi. Kıza karşı
koruma hissi, onu ve onunla ilgili
düşünceleri gizli tutma aynı zamanda
onunda bu bulut misali görünen ama
tutulamayan şeyin varlığından haberdar
etme güdüsünü hem sorguladığını hem de
vazgeçmeden sürekli istediğini görmüştür.
Sorumluluk almasıyla Murat liderlik, bir
işte başarılı olma gibi şeylerin Mırzagül’ün
dikkatini çekme, ön planda bulunmak gibi
durumları beslediğini bunların ona güven
güçlü olma istenci verdiğini fark etmiştir.
Murat rekabet, endişe, kaybetme korkusu
hislerinde güzel betimleri okumamızı
sağlamıştır.
Sonuç olarak Piaget çocuğun ayırt etme
dünyasını kurma gücünü ergenlik çağının
karmaşasını bilimsel dille eserleriyle
anlatırken Aytmatov’un Murat’ı da
çocuğun kişiliğinin nasıl büyüdüğünü
kendi hayatıyla okuyucuya sunmuştur.
GENCAY
26
KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE
KURT Hilal CEZAYİRLİ
Elif Banu’ya…
Hayat dediğin nedir ki keşfetmedikten
sonra? İşte orada koca bir orman nehirleri,
çağlayanları, sarp kayalıkları, yabani
orkideleriyle beni bekliyor, keşfetmem
için. Her zaman yürüdüğüm patikadan üç
beş adımcık içeri giriversem olacak!
Dokunabileceğim, koklayabileceğim,
tadabileceğim, görüp duyabileceğim.
Tanrının bana verdiği bu güzel hayatı tüm
duyularımla hissederek doyasıya
yaşayabileceğim. Yeniden nefes
alabileceğim, yeniden doğacağım adeta. Bu
kadar yakınında olup da o patikadan dışarı
çıkamamak beni çıldırtıyor. Bu patika,
babamın bizim için yaptırdığı bu kısa ve
güvenli, bu konforlu, bu aydınlatılmış, bu
şirin patika beni boğuyor…
Büyükannemin evi ormanın diğer ucunda...
Oraya yüzlerce kez gittim ormanın
kıyısındaki patikamızı kullanarak. Ama
hep aileden birileri vardı yanımda. Kazık
kadar oldum, hala aileden birileriyle gidip
geliyorum büyükanneme. Ormanla ilgili
söylentiler ve tehlikeler ailemi korkutuyor
çünkü. Bizim, ormanın biraz dışında
güvenli, büyük, güzel bir evimiz var. İçinde
harika atlar olan bir ahırımız,
tavşanlarımız ve tavuklarımız var.
Kardeşimle benim için devasa
ağaçlarımızın üzerine kondurulmuş birer
ağaç evi ve aynı ağaçların dallarına kurulu
salıncaklarımız da var. Bu asırlık ağaçlar
bizim köklerimizi temsil ediyor, onlara
hem aitiz hem de sahibiz. Ormancılıkla
geçinmeye çalışan yoksul halkımız
düşünüldüğünde çok şanslıyız aslında.
Örneğin benim babam geçinmek için değil
spor olsun diye avlanıyor ormanda. Ancak
benim onunla birlikte avlanmam yasak
çünkü kendisi bu zevki yüzünden sayısız
tehlikeler atlatmış zamanında. Bu nedenle
bana, sevgili kızına uygun gördüğü hayat
tehlikeli orman maceraları içermiyor ne
yazık ki. Bu güzel, bu sağlıklı, bu steril, bu
güvenli, bu öldürücü hayatta öyle günlerim
oluyor ki ellerim, ayaklarım, gözlerim ve
kalbim benim değilmiş gibi hissediyorum.
Bahçemizdeki ağaçlar eski büyük
ormandan kalma. Ellerimizi, çamaşırımızı,
bulaşığımızı ormandan çıkıp bahçemize
ulaşan nehrin suyuyla yıkıyoruz, ormanın
içindeki dağdan gelen billur ve serin suları
içiyoruz kana kana. Bahçemizde
tozlaşmayla birbirinden güzel orman
çiçekleri açıyor, orman yemişlerinin her
türlüsünü tadıyoruz doya doya. Ama bütün
bunlar doğrudan ormanın içine girmenin,
o ihtişamı, o güzelliği yaşamanın tadını
vermiyor ki insana. Acaba bu nehrin
kaynağı neresi? Ormanda bizim bahçede
olmayan çiçekler, ağaçlar ya da farklı
hayvanlar var mı? İnsan merak ediyor.
Hayvan demişken, ormandaki kurt
efsanesini buralarda bilmeyen yoktur.
Eminim siz de duymuşsunuzdur. Hani şu
kötü, çocukları kandırıp yiyen hain kurt...
GENCAY
27
Kimi zaman, yaz gecelerinde pencerem
açık yatarken uzaklardan gelen, belli
belirsiz bir uluma duyar gibi olurum.
Çocukken bu sesten ürker, hemen
pencereyi kapatırdım. Ama artık bu bir
oyun gibi oldu benim için. Sanki Kurtla
annem ve babam duymadan sohbet
ediyorum. Onu hiç görmedim ama sanki o
beni tanıyor, çok merak ettiğim ormana
gitmem için beni cesaretlendiriyor…
Babam birkaç günlüğüne ava gitti. Bugün
de aksi gibi hem kardeşimin ateşi var hem
de büyükannem her zamanki gibi rahatsız.
Annem şu an mutfakta bir yandan
kardeşime çorba yapıyor, bir yandan da
büyükannemin sevdiği kurabiyeleri
pişiriyor. Benim görevim kardeşimin
başındaki ıslak havluyu değiştirmek ve
kusarsa anneme haber vermek.
Anlayabileceğiniz gibi durumum pek iç
açıcı değil. Of, annem çağırıyor! Beni biraz
bekler misiniz? Hemen gelirim.
Bilin bakalım ne oldu? Ben, biraz sonra,
TEK BAŞIMA büyükanneme kurabiye
götüreceğim! Evet, yanlış duymadınız, tek
başıma! Şimdilik hoşçakalın. Dönüşte size
olan biteni anlatacağım, söz!
Tekrar merhaba. Uzun zaman oldu,
farkındayım. Ama size olanları
anlattığımda neden bu kadar uzun süre
ortalarda görünmediğimi anlayacak ve
bana hak vereceksiniz eminim. Başıma
öyle ilginç şeyler geldi ki! Sizi daha fazla
meraklandırmadan hemen anlatayım bari.
Bazılarınız belki şimdi yazacaklarıma
inanmayacak ama önemli değil. Bunların
hepsi gerçekten oldu, bana inansanız da
inanmasanız da…
O gün kurabiye sepetimi alıp yola çıktım.
Annem binlerce defa patikadan
ayrılmamamı, pelerinimin kapüşonunu
gözlerime kadar indirip, başım önde hızlı
adımlarla büyükanneme gidip aynı şekilde
hızlıca geri gelmemi tembih etmişti.
Esasında o gün içimde büyük bir heyecan
vardı ama bunu ilk defa tek başına yola
çıkacak olmama veriyor, daha büyük bir
olay olmasını beklemiyordum. Hatta yolun
büyük bölümünde de anormal bir durumla
karşılaşmadım. Ancak büyükannemin
evine giden patikada son dönemece
yaklaşırken O’nun sesini duyar gibi oldum.
Durmamam gerektiğini biliyordum ama
içimdeki ses karşı konulmaz şekilde bana
durmamı söylüyordu. Durdum… O sırada
güçlü bir rüzgâr pelerinimin kapüşonunu
açtı. Artık etrafı çok net bir biçimde
görebiliyordum. Yıllardır defalarca
yürüdüğüm bu patikada bir gün olsun
başımı kaldırıp ormana bakmamış
olduğumu o an fark ettim. Belki sorun
ormana gitmemi yasaklayan ailemde değil
de patikada yürürken aslında ormanın tam
içinde olduğunu fark edemeyen, gözlerini
yerden bir an olsun kaldırmaya cesaret
etmemiş olan bendeydi. Tam bunları
düşünürken sağ tarafımda onun nefesini
hissettim. Garip ama hiç korkmadım!
Sonra korkmadığım için kendimden
korktum. “Acaba bir şeyler yanlış mı
gidiyor? Korkmam gerekirdi!” diye
düşündüm.
“Niçin korkman gereksin ki? Bu yola neden
çıktığını, ne istediğini gayet iyi biliyorsun!”
“Evet, tabii ki biliyorum. Büyükanneme
kurabiye götürmek istiyorum. Bu yüzden
yola çıktım. Sen kurt musun? Ben seninle
mi konuşuyorum?”
GENCAY
28
“Evet. Ta kendisi. Bendeniz Kurt. Nasıl
anlattıkları kadar korkunç muyum?”
“Pek sayılmaz ama yine de seni pek
tanımıyorum. Belki beni kandırmak için
böyle masum duruyorsundur. Amacın beni
ve büyükannemi yemektir belki...”
“Seni kandıran ben değilim güzelim. Esas
sen kendini kandırıyorsun. Bu yola çıktın
çünkü ormanı ve beni merak ediyordun.
Buna düşünce gücü deriz. Bir şeyi
yeterince istersen bütün evren senin için
seferber olur ve gerekli kapılar açılır.
Aslında tek başına çıktığın bu yolculuğu
bilinçaltında planlayan sensin. Geceleri
konuştuklarımızı hatırla. Onlar gerçekti.
Şimdi söyle bana, yaşlı ve hasta
büyükannen, dişleri olmayan o zavallı
kadıncağız bu kurabiyeleri nasıl yesin?
Hmm?.. Bir kez olsun annenin ona neden
kurabiye gönderdiğini sorgula küçük kız!
Hasta ve yaşlı büyükannenin o yağlı
kurabiyeleri yiyerek iyileşeceğini
düşünecek kadar hayalperest biri mi senin
annen? Peki ya büyükannen? Neden sizinle
birlikte o koca evde yaşamıyor da
ormanda yaşamayı tercih ediyor dersin?
Orman bu kadar tehlikeliyse o yalnız ve
yaşlı kadın bunca yıl ormanda nasıl tek
başına hayatta kalabildi? Diyelim ki şansı
yaver gitti, peki, sence büyükannen
ormanın gerçek güzelliklerini asla
göremeyecek kadar korkak bir torun
olmanı ve ona asla yiyemeyeceği yağlı
kurabiyeler getirmeni mi isterdi yoksa
yüreğinin sesini dinleyip ormanı
keşfetmeni mi tercih ederdi? İşleyeceğine
inanmadığın bir çarkın dişlisi olmaya
çalışmaktansa kendin ol küçük kız. Hayatta
en büyük tehlike yüreğinin sesine
kulaklarını tıkamaktır unutma. Eğer
istersen sana ormanda rehberlik
yapabilirim. Ya da seni sonsuza dek rahat
bırakabilirim. Seçim senin.”
Bunları söyledikten sonra cevabımı
beklemeden hızla uzaklaştı. Bana
söyledikleri karşısında kendimi tam bir
ahmak gibi hissetmiştim. Bunca yıldır
böyle bilinçsizce yaşamış olmak, bu
gerçekleri hiç sorgulamamış olmak beni
rencide etmişti. Kurt’a değil kendime
kızgındım. Ama ne peşinden gitmeyi
gururuma yedirebiliyordum ne de orda
öylece durup bana korkak denmesine
gönlüm razıydı. O sırada daha önce hiç
görmediğim bir çiçek gözüme takıldı. Onu
almak üzere patikadan çıkıp biraz
yürüdüm. Sonra bir başkasını, bir
başkasını derken patikadan epeyce
uzaklaşmışım. Çağıl çağıl çağıl bir su
sesiyle kendime geldim. Bulunduğum
yerin biraz aşağısında gürül gürül akan bir
nehir vardı. Bu, bir kolu bizim bahçeye
ulaşan büyük nehir olmalıydı. Bir anda
kaynağını bulma hevesi düştü içime. Ama
sarp kayalıklardan aşağı inmek için
cesaret gerekiyordu.
O an Kurt’un nefesini yeniden hissettim.
Onu göremiyordum ama onun beni bir
şekilde gördüğüne emindim. Büyük bir
cesaretle nehir yatağına doğru inmeye
başladım. Birkaç kez düştüm, canım çok
acıdı ama direndim. Sonunda nehir
yatağına varmıştım. Artık yokuş yukarı
tırmanmam ve kaynağı keşfetmem
gerekiyordu. Yol uzun ve zor, orman
ıssızdı ama kurdun nefesinin her an yanı
başımda olduğunu hissetmek bana tuhaf
bir güven duygusu veriyordu. Ara sıra
dinlenmek için biraz durduğumda o güne
kadar hiç görmediğim birçok farklı hayvan
GENCAY
29
ve bitki görüyor, o ana kadar hiç
tatmadığım meyveleri tadıyordum. Elimi
bazen bir yaban meyvesine uzattığımda
kurdun çeşitli hilelerle (önüme bir taş
veya kütük yuvarlamak gibi) beni
onlardan uzak tuttuğunu fark ediyordum.
Bazı meyveleri yememe ses çıkarmıyordu.
Böylece birbirimizi hissedip anlıyor ve hiç
konuşmasak da birlikte yola devam
ediyorduk. Arada yine türlü oyunlarla beni
yüksek bir tepeye çıkarıp etrafı kuş bakışı
görmemi, araziyi anlamamı ve yön tayini
yapmamı sağlıyordu.
Bu uzun, tehlikeli ve bir o kadar keyifli
yolculuktan sonra nihayet nehrin kaynağı
olan şelaleyi görmeyi başarmıştım.
Öylesine mutluydum ki büyükannemin
evini hiç bulamayacağım ve bir orman
çocuğu olarak hayatımı sürdürmek
zorunda kalacağım gerçeği bile beni eskisi
kadar korkutup üzmüyordu. Uzunca bir
süre, bir taşın üstüne oturup şelaleyi
izledim. Kendimi onun bir parçası gibi
hissediyordum. Küçük bir kızın
hissedebileceğinden çok daha güçlü, çok
daha güvendeydim. Yuvamdaydım,
biliyordum.
Neden sonra havanın karamaya
başladığını fark edip geceyi
geçirebileceğim bir ağaç kovuğu bulmak
üzere ayağa kalktım. Kurt’a bakındım,
yoktu. İçimde onu hissetmeye çalıştım ve
ayaklarımın beni götürdüğü yöne doğru
yürümeye başladım. İlerledikçe yolun ve
ağaçların garip bir biçimde bana tanıdık
gelmeye başladığını fark ediyordum. En
sonunda karşıma çıkan manzara büyük bir
şaşkınlık yaşamama neden oldu. Epey
uzun ve dolambaçlı bir yoldan da olsa
sonunda büyükannemin evine varmıştım!
Koşarak kapıya ulaştım.
İçeri girdiğimde her şey olması gerektiği
gibiydi. Büyükannem yatağındaydı.
Yorganını kafasına çekmişti. Bizi hep böyle
karşılar. Çünkü o yaşlı ve hastadır.
Yataktan hiç çıkamaz. Biz de
kurabiyelerini bırakır ve çok fazla
oyalanmadan eve döneriz. O nedenle yüzü
gerçekte nasıldır pek bilmem. O gün de her
zaman olduğu gibi sessizce yaklaştım ve
dedim ki:
“Büyükanne ben geldim. Biliyorum
geciktim. Bugün yaşadıklarımı anlatsam
eminim bana çok kızarsın ama öylesine
güzel ve heyecan verici bir gün geçirdim
ki!”
“Biraz daha yaklaş kızım, seni
duyamıyorum. Lambayı da yak ki seni
görebileyim” dedi. Onun evine ilk kez gece
vakti geliyordum. Yanına gittim ve
başucundaki gaz lambasını yakmaya
uğraştım. Ona ilk kez bu kadar
yaklaşmıştım ve gördüğüm şey beni çok
şaşırtmıştı:
“Aaa… Büyükanne, kulakların ne kadar
büyükmüş senin!”
“Seni dinlemeye hazırım da ondan”
“Gözlerin de çok büyükmüş!”
“Gerçekte kim olduğunu görmeye hazırım
da ondan”
“Peki ya ağzın? Böyle büyük ağız olur mu
hiç?”
“Sana anlatacak çok şeyim var da ondan”
dedi ve yorganı açtı.
GENCAY
30
“Sen büyükanne değilsin! Sen kurtsun!
Söyle çabuk, büyükannem nerede? Yedin
mi onu? Sana neden güvendim sanki ne
aptal kızım ben!” diyerek ağlamaya
başladım. Çığlık çığlığa bağırıp
tepiniyordum. O sırada babam avdan
dönüyormuş ve büyükannenin evinde bir
şeylerin ters gittiğini anlamış. Hemen
büyükannemin evine koşmuş. Beni o halde
görünce Kurt’a döndü ve “Ona gerçeği
anlattın mı?” diye sordu. Kurt “henüz
değil” diye yanıtladı. Şaşırmıştım. “Neler
oluyor burada? Siz tanışıyor musunuz?”
dedim. Babam Kurt’a döndü ve dedi ki
“Kurt, ağzındaki baklayı artık
çıkarabilirsin. Bize yıllarca yardım ettin. O
yüzden bu açıklamayı ona senin yapmanı
istiyorum”. Ve Kurt olan biteni anlatmaya
başladı.
Meğer bütün bunlar bir sınavdan
ibaretmiş. Bir çocuğun ruhunun gerçekten
ormana ait olup olmadığı böyle
anlaşılırmış. Önce bir kurt hikâyesi
anlatılır, ormanın tekinsizliğinden
bahsedilir ve çocuklara mümkün
olduğunca ormandan uzak durmaları
tavsiye edilirmiş. Sadece ormanın gerçek
çocukları yüreğinde duyduğu çağrıya karşı
koyamaz ve her şeyi göze alarak ormana
girermiş. Kurttan korkmak yerine
yüreğinde onun rehberliğini hissedip sarp
kayaları aşan, şelaleyi bulup tüm ormanın,
dağın ve suyun ruhlarıyla bütünleşebilen
çocuk cesaretini ve kişiliğini ispatlamış
olur, bir ad almaya hak kazanırmış.
Evet, hepinizin bildiği gibi bana da
“Kırmızı Başlıklı Kız” adını verdiler. Babam
bilge Kurt’un yıllardır bu ormanda olan
biten her şeyi bildiğini, onun aslında
hepimizin büyüğü olduğunu, ruhlarımızın
ona derin bir bağ ile bağlanmış olduğunu
ve yüreğinin sesini dinleyip kendi özgür
seçimlerini yapan, sorumluluk almaktan
korkmayan ve inandıkları uğruna emek
harcayan herkesin bu ormanda güvende
olacağını söyledi.
Dediğim gibi ben bugün artık farklı biri
gibi hissediyorum kendimi. Sizler, sevgili
arkadaşlarım! Umarım içinizdeki bilge
kurtla iletişiminiz hiçbir zaman kopmaz.
Unutmayın ki her mutluluk bir cesaret ve
sorumluluk karşılığında bize verilir. En
mükemmel haliniz, kendiniz olabildiğiniz
zaman ortaya çıkar. Bilge kurt içinizde ve
size rehberlik etmeye hep hazır. En derin
köklerinizi, nehirlerinizin kaynağını,
aslında parçası olduğunuz o muhteşem
ormanı bir gün sizin de keşfedebilmeniz
dileğiyle…
GENCAY
31
BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
Önce senin yalnızlığınla çarpıldım
Sonra uzak iklimlerden buğdaylar
Çarptı başıma o günün akşamında
Bir mevsim dönümünde ayıldım da
Kafamda busen ve ilkçe raylar
Bir Mekkî kuyusuna, Bedevi şamına
Yatak ucunda ölü günlerden sayıldım
Beni idama geren yastığım ve yaylar
Kandım bir şafak vakti şamanına
Şamandan öncesiydi hülyadaydım
Etrafımda bin yıldızlı akşam ve aylar
Vakitli yuhumdan bin akşam namına
Hiç doğmamış gibiydim uyandırıldım
Göz diplerimde Eylül Ekim gibi aylar
Çağrıldım uyuşmuş hakan fermanına
Bir ses işitildi sanki zindan gibi yıldım
Sesten titredi beynimin içindeki aktif
faylar
Bırakıldım işte yalnızlığımın akşamına
Yalnızlıktan, akşamdan usanıp yıldım
Hâlâ başımda öter buğdaylar, raylar
Şaman beni terk etti Bedevi yaşamına
Önce senin yalnızlığınla çarpıldım
Sonra uzak iklimlerden
Buğdaylar çarptı başıma
O günün akşamına
Bir mevsim dönümünde ayıldım
GENCAY
32
- GEZİ KÖŞESİ -
BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… Burçin ÖNER
Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu’nun
“Ok’un Yönünü Sen Belirle!” sloganı ile
başlattıkları 2015-2016 eğitim/etkinlik
programlarının açılış etkinliği, bugün
özgürce nefes almamızı borçlu olduğumuz
ulu önderin ebedî istirahatgahının,
Mağusa’ya “Gazi”lik unvanı kazandıran
komutan Oğuz KALELİOĞLU’nun heyecan
verici anlatımı eşliğinde 14 Kasım 2015
günü yapılan ziyaret olmuştu.
“Karanlıktan aydınlığa çıkan duaya
Bismillah!” demek için çıktığımız bu uzun
soluklu yolculuğun bu seneki son durağı
Çanakkale ve Bursa oldu. 13-15 Mayıs
2016 tarihlerinde gerçekleştirilen gezi
kapsamında 44 Gencay, Çanakkale ve
Bursa illerimize doğru yola çıktı.
14 Mayıs sabahı varılan Çanakkale’de
yapılan kahvaltı sonrasında Çanakkale
Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan kılavuzu
Erol DEMİRAĞ Beyefendi eşliğinde
eskiden çalılık olan ve ecdadın asil kanı ile
sulanmasıyla yemyeşil bir hâl alan,
memleketimizin gözünün nuru, elinin
emeği, yüreğinin sızısı olan şehitlikler
gezimize başladık.
Feribotla karşıya geçerken tüyleri diken
diken eden ilk manzara, Gelibolu
yarımadasından Eceabat’a doğru uzanan
yamaçtaki “Dur yolcu!” yazısı oldu.
Sonrasında savaş süresince önemli bir rol
oynayan, denizde bir set anlamına gelen
Seddülbahir ve denizde bir kilit manasına
gelen Kilitbahir kalelerinin tarihi geçmişi
ile mest olduk. Devamında dilimize
Fransızca’dan geçen ve “bonet” denilen
tepeciklerin savaşta cephaneye gelebilecek
zararların önüne geçilmesinde oynadıkları
rolü dinledik. Hikâyesi dillere destan olan
Seyit Onbaşı’nın heykeli yanında durmak
bile insanın göğsünü kabartırken içine
gururla karışık bir ürperti veriyordu.
Gelibolu yarımadasında dolaşırken Akif’in
“Bastığın yeri toprak diyerek geçme, tanı /
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı”
dizelerini aklınızdan bir an olsun
çıkartmak mümkün değil. Zira siz
aklınızdan çıkartsanız yere basarken
titreyen ayaklarınız buna izin vermez. Bu
tarifsiz duygularla ilerlerken karşınıza bir
GENCAY
33
“Meçhul Asker” kabri gelirse aklınızdan
geçecek cümleler olsa olsa şunlar olur:
“Türbesi yakışmış bu kut’lu tepeye / Yattığı
toprak belli, tuttuğu bayrak belli / Kim
demiş meçhul asker diye?”
Başınızı biraz çevirdiğinizde bütün
ihtişamı ile sizi selamlayan Çanakkale
Şehitlik Abidesi ile karşılaşırsınız. O “çakı”
gibi verilen selama kayıtsız kalmak ne
mümkün? Yürek çarpıntısı içinde bir
“hazır ol!”a geçiş anı… Devamı mı?
Boğazlarınız patlayana kadar okuduğunuz
bir “andımız” olur; “Varlığım, Türk
varlığına armağan olsun!”
Okyanuslar aşıp gelerek “savaştaki
zarafeti” gören ve bu vatanın kucağında
yatma şerefine nail olan Anzak
askerlerinin çıkartma yaptığı Arıburnu’na
takılıyor gözlerimiz. Gerimizde düşmana
teslim olan bir hain; “Hain Tepe” ve sadece
80 kahraman askeri ile aman vermeden
çarpışan “Cesaret Tepe”… Ne büyük bir
heybetle dalgaların sürüklediği o garip
askerlerin istirahatgahlarına bakıyorlar.
Bakmıyorlar; adeta onların da nöbetini
tutuyorlar; taş atana ekmek atar gibi…
İlerliyoruz. İnsan bütün anlamlı sayıları
unutulabilir değil mi? Yıl dönümleri,
yaşlar, sınav puanları, mülakat sonuçları,
her şey… Bütün bunların içinde, hepsinin
içinde biri unutulmamalıdır. Unutursak,
kalbimiz kurusun deriz ya işte tam da
öyle… Unutursak, kalbimiz kurur. 57
sayısı… Aslında basit bir sıra sayı
sıfatından bahsediyoruz. Kim der ki
Türk’ün şanlı tarihinin, alnı apak
sayfalarından birinde yerini alacak! 57.
Alay… Anzak çıkartmasını durdurmak için
destek kuvvet olarak gönderilen 57. Alay,
Conkbayırı’na ulaşıp ulu atanın verdiği
“ölüm emri” ile birlikte taarruza geçmiş ve
kısa sürede mevcudunun üçte ikisini
kaybetmiştir. Bir destek grubu haline
gelen alay, sonraları Filistin ve Sina
GENCAY
34
Cepheleri’ne gönderilmiş; burada büyük
katkılar sunmuş olmasının yanında büyük
de kayıplar vererek 260 kişilik bir
mevcuda düşmüştür. Kalan mevcut da
İngilizler tarafından esir edilmiştir.
Gözünü çevirdiğin, adımını attığın her
yerde varlıklarını hissettiren ve hâlâ
“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli
Türkleriz” naraları atan bu kahramanların
anısına o günden beri Türk ordusunda 57.
Alay bulunmamaktadır. Şanları yürüsün!..
Son durak, Conkbayırı… Anafartalar’ın
kudretli komutanının “Karşılıklı siperler
arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani
ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin
hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci
siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne
kadar imrenilecek bir soğuk kanlılık ve
tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor,
üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en
ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı
Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye
hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i
Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk
askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret
ve tebrike değer bir örnektir. Emin
olmalısınız ki Çanakkale muharebesini
kazandıran bu yüksek ruhtur." Sözlerine
mazhar olan askerin kanını döktüğü,
canını verdiği ama bir karışından bile
vazgeçmediği Conkbayırı… O ruh ki
Çanakkale’yi geçilmez kılıyor, o ruh ki
Mustafa Kemal’i ufacık bir saat suretine
bürünüp de koruyor ve o ruh ki milli
mücadelenin tohumlarını yüreklere
serpiyor.
Sami Paşazade Sezai’nin dediği gibi:
“Çanakkale müdafaası, üç mucizeler
muharebesidir. Hali kurtardı; maziye
hamaset ve azametini iade etti;
vatanımızı bir vatan-ı ebedi yaptı.”
Peşi sıra yaşadığımız duygu yoğunluğunun
tezahürünü beyaz sayfalara döküyoruz;
geçmişin şanını yüreğinde taşıyan,
bugünün vatan bekçilerine (Mardin
Nusaybin’de görev yapan asker ve
polislerimize) saygı ile…
“Siz bizim için biz sizin için
Her şey uğruna ölünen bu vatan için
Sen üzülme sakın; rahat olsun için
Bizim bütün dualarımız sizin için…”
Biraz daha geriye gidiyoruz. Kuruluş’a…
Bursa’ya… “Ey şanlı mazi!.. Biz seni
biliriz.” demek için de yolda bir bilgi
yarışması düzenliyoruz; Çanakkale’de
GENCAY
35
şehidini makberden peygamber kucağına
uğurlayan, Bursa’nın Yunan ayağının
altında ezilmesine sızlanan Akif’in “Bülbül”
feryadını ta içimizde hissederek. Orhan
Gazi’ye gidiyoruz ahd-e vefa nasıl olur
yerinde görmek için; verilen söz nasıl
tutulur, bir evlat babasının vasiyetini nasıl
yerine getirir… Gök delinmişçesine
yağmur indiriyor yeryüzüne; sanki Orhan
Atamız’a, kolumuzdan tutup “babamın
huzuruna edeple çıkın, benim vefamla
gidin yanına” diye tembihlemesi için
zaman kazandırıyor.
Osman Gazi’miz… Tüm kudretiyle
karşımızda… Ötelerden sesini işitiyoruz,
sanki yanı başımızda gibi: “(…) Bir kimse
sana Allah’ın buyurmadığı sözü söylese sen
onu kabul etme. Eğer bilmezsen Allah ilmini
bilene sor. Bir de sana itaat edenleri hoş tut.
Bir de nökerlerine daima ihsan et ki senin
ihsanın onun hâlinin tuzağıdır.”
Dönüyoruz, bir emanet… Uluca… Usulca…
Usulünce… Hat sanatının, mimarinin ve
bilimin estetikle buluştuğu, adeta iç içe
geçip meşk ettiği uhrevî bir ortamdayız,
Ulu Camii’de… Pirimizin pirini anıyoruz,
Somuncubaba’yı… “Sırrımızı açık ettin
evlat; gayrı bize buradan gitmek düşer”
diye hayıflanmaları kulaklarımızda…
Kısa ama akıllarda yer eden, gönülleri
dolduran bir iki saat geçiriyoruz, Bursa’da.
Üzerimizde İskender kokusu,
damaklarımızda kestane şekeri tadı ile
ayrılıyoruz.
Şarkıların türkülere, türkülerin marşlara
ve şiirlere karıştığı bir yolculuk ile
Ankara’mıza dönüyoruz.
Atiden maziye bir vefa gezisiydi bu. Günün
sonunda heybemizde kalan şu oldu:
“Avuçlarından umut içtiğimiz adamlar
var bizim… Atiye doğru adım atarken
gözlerimizin ışıl ışıl parlaması ondan
sebeptir.”
GENCAY
36
millikanal.com
GENCAY
Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını
millikitap.com adresinden indirebilirsiniz.