40

Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 5 Sayı 52 – Mayıs 2016

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİK / Nami Cem İYİGÜN

HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI / Mahmut Esad KIRAÇ

TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI NEVRUZ / Açelya OĞUZ

ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ? / Çağhan SARI

19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI / Emre ECE

GALİP AĞABEY / Aslıhan KAYA

SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ/ Dilek AKILLIOĞLU

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE KURT / Hilal CEZAYİRLİ

BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

GEZİ KÖŞESİ: BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… / Burçin ÖNER

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

1

TÜRKLER İÇİN MİLLİ BİR PRENSİP

OLARAK LAİKLİK

Nami Cem İYİGÜN

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Üniversitesi

Rektörlüğü’nde İslam Ülkeleri

Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nce

düzenlenen “Yeni Türkiye ve Yeni

Anayasa” başlıklı konferansta konuşan

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın

“Laiklik yeni anayasada olmamalıdır.

Zaten bunun bir tarifi de yok. İsteyen

istediği gibi yorumluyor. Böyle bir şey

olmamalı” şeklindeki sözleri kamuoyunda

şok etkisi yarattı. Kahraman, aslında çok

önemli bir konu olan laiklik konusunun

Türkiye’nin gündemine yerleşmesine ve

laiklik üzerinde konuşulmasına zemin

hazırlayarak iyi bir iş yaptı. Zira yeni bir

anayasa yazmaktan ve yeni bir Türkiye

kurmaktan bahsedilen şu günlerde

“anayasada olmamalı” denilen laikliğin ne

olduğu ve nasıl tarihi köklere sahip

bulunduğu her zamankinden daha çok iyi

bilinmek ve anlatılmak zorundadır.

“Laik” Kelimesi

Laiklik, en genel tanımıyla devlet

yönetiminde herhangi bir dinin/mezhebin

referans alınmaması ve devletin

dinler/mezhepler karşısında tarafsız

olması prensibidir. Dilimize Fransızcadan

(“laique”) giren kelime, Fransızcaya da

Latinceden (“laicus”) gelmiştir. Latincede

“laicus”, “din adamları dışında kalan halk”

anlamındaydı ve Roma döneminde din

adamlarına “Clerici” denirken din adamı

olmayanlara “Laici” denirdi. Laiklik

teriminin İngilizce karşılığı “Secularity”

olup, o da Latince kökenlidir ve

Hıristiyanlık literatüründe “ahiret öncesi

dönem / dünyevi çağ” anlamına gelen

“saeculum” kelimesinden köken aldığı

düşünülmektedir.

1789 Fransız İhtilali’nden önce Fransa’da

kralın yanında LesEtats-Generaux adlı bir

danışma meclisi vardı ve mecliste üç sınıf

temsil ediliyordu. Klasik Avrupa

cemiyetindeki kuvvet dengelerinin

belirlediği bu üç sınıfın birincisi ruhbanlar,

ikincisi toprak sahibi asiller ve üçüncüsü

de “lai” denilen reaya sınıfıydı. Dolayısıyla

“laik (laique)” demek, ruhbana ve asile

değil, düz halka ait olan demekti.

Fransa’da 1789 ihtilalini gerçekleştirenler

üçüncü sınıfı oluşturan “lai”lerdi ve

merkezdeki kralı devirip birinci sınıf olan

ruhban ile ikinci sınıf olan asilleri bertaraf

etmek suretiyle halk egemenliğine giden

yolda ilk adımı atmışlardı. Böylece Katolik

ülkelerde “laiklik” kelimesi, egemenliğin

ruhban sınıfından halk adına geri alınması

anlamında kavramlaştı. Protestan

ülkelerde ruhban sınıfının hâkimiyeti daha

önce kırıldığı için oralarda aynı kavram

başka bir kelime ile “dünyevi/dünyaya ait”

anlamındaki “seküler (secular)”

kelimesiyle karşılanmıştı.

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

2

İslam Âleminde Laiklik

İslam’da özel seçilmiş ve Tanrı ile halk

arasında aracılık yapan bir azınlık mevcut

olmadığı için Müslümanların sultasından

kurtulacakları bir ruhban sınıfı da yoktu.

Tanrı indinde tek ölçünün takva olduğu ve

Tanrı’nın herkese şah damarından daha

yakın bulunduğu bu anlayışta bir bakıma

herkes “lai” idi. Dolayısıyla İslam

dünyasında laiklik diye bir kavram ve

problem de olmamalıydı. Fakat yüzyıllar

geçtikçe İslam âlemi içerisinde de ruhban

gibi davranmak isteyen ve siyasi

egemenliğe el koymak için Tanrı adına

konuştuğunu iddia eden kişi ve kurumlar

türedi. Bununla paralel olarak farklı İslam

yorumlarının türemesi, mezheplerin

doğuşu, merkeziyetçi İslam devletlerinin

ortaya çıkışı ve devletin farklı din, mezhep

ve tarikatlara mensup tebaasını uyum

içerisinde yaşatabilme mecburiyetinin

hâsıl oluşu ile birlikte İslam dünyasında da

bir laiklik ihtiyaç ve problemi baş

gösterecekti.

Bugün nüfusunun çoğunluğu Müslüman

olan tam 45 bağımsız ülkeden sadece 19’u

İslam’ı resmi din olarak kabul etmemek

bağlamında laik uygulamaya sahipken

bunların da sadece 11 tanesinin

anayasasında açıkça “bu devlet bir

laik/seküler/dünyevi devlettir” ifadesi yer

alıyor. Laiklik ilkesini anayasasında

güvence altına almış 11 Müslüman ülkenin

yarısından fazlasını ise altı bağımsız Türk

cumhuriyetinin (Türkiye, Azerbaycan,

Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan,

Kırgızistan) meydana getirmekte olduğu

görülüyor. Buraya dünyanın tanımadığı

KKTC’yi de eklemek mümkün ki, o

durumda anayasal laiklik ilkesini

benimseyen Müslüman ülke sayısı 12’ye

ve bunların Türk olanlarının sayısı da 7’ye

yükseliyor. Ayrıca anayasasına laikliği

koyan ve laik hukuk sistemini benimseyen

tarihteki ilk Müslüman ülkenin de yine bir

Türk ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti

olduğu biliniyor. Mevcut tablo, laiklik

prensibinin Türk halkları arasında diğer

Müslüman toplumlara nazaran daha kolay

benimsendiği gerçeğini gözler önüne

seriyor ve Türklerin din ile devlet işlerini

birbirinden ayırıp tüm inanç gruplarına

eşit mesafede durabilmek konusundaki

becerilerinin ortak tarihlerinden miras

aldıkları bir karakteristikleri olduğuna

işaret ediyor.

Kadim Türk Devletlerinde Boy Sistemi,

Kut, Ülüş ve Laiklik

Çok parçalı ve hiyerarşik bir yapıya sahip

olan eski Türk toplum yapısı, “oguş”

denilen aileler, akraba ailelerden oluşan

“urug”lar, uruglar birliğinin oluşturduğu

“boy”lar ve akraba boyların husule

getirdiği boy birlikleri olan “ulus”lardan

meydana geliyordu. Boyların nüfusu

arttıkça yeni boylar ortaya çıkıyor, yeni

boylar ötekiler kadar nüfusa veya siyasi

güce ulaştıklarında kendi adları ile

anılmaya başlıyor ve tek bir boyun

bünyesinden türemiş olan muahhar boylar

ulusları teşkil ediyorlardı. Bütün ulusların

toplamı ise “budun”u, diğer deyişle

“millet”i oluşturuyordu. Milletin ve

devletin başında “İl (illi/devletlü) Kağan”,

yurdun coğrafi yönden taksim edilmiş

idari bölümlerinin başında İl Kağan

tarafından görevlendirilen beylerbeyi

diyebileceğimiz prensler olan “Tegin”ler

yahut “Şad”lar ve Tegin yahut Şadların

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

3

altında da sorumlu oldukları bölgelerin

“boy beyleri” bulunuyordu.

Türk boylarının başında bulunan beyler iç

dayanışmayı muhafaza etmek, hak ve

adaleti düzenlemek ve gerektiğinde silahla

boyun menfaatlerini korumakla görevli

idiler. Buna göre boy siyasi mahiyette bir

birlik olup, belli bir arazisi ve savaş gücü

bulunan, mülkü ve hayvan sürüleri ile

öteki zümrelerden ayrılan bir topluluktu.

Fakat şunu önemle belirtmek gerekir ki,

eski Türklerde görülen bu örgütlenme

biçimi yapısal manada Orta Çağ

Avrupa’sının feodal düzeninden çok

farklıdır. Aristokrasinin yaşam şansı

bulamadığı Türk göçebe sistemi içerisinde

devleti yöneten hanedanın

mensuplarından başka irsi imtiyaza malik

bir zümreye rastlanmaz, boy beylerinin

toplumun idaresi ve hizmetinden sorumlu

olmak dışında herhangi bir ayrıcalıkları

bulunmazdı. Moğollar, Romalılar,

Yunanlılar ve Cahiliye devri Araplarındaki

benzer kuruluşların başındaki sorumlu

kişilerden farklı olarak Türk boy beyleri,

siyasi yetkilerinin yanı sıra dini reislik

fonksiyonuna sahip değillerdi.

Bütün boy ve ulusların üstünde ve devleti

temsil eden bir de hâkim sülale/hanedan

olur ve o da genellikle devlete adını

verirdi. Komün tarzında idare söz konusu

olduğundan, topluluklar dağınık bir

biçimde, fakat hükümdar sülalenin

emrinde yaşarlardı. Devlet, kanunlar ve

yönetim gücü tümüyle hükümdar

sülalesinin eli altında bulunurdu.

Hükümdar, yönetimi sürdürebilmek için

gerekli olan askeri veya polisiye güçleri

ayniyat olarak aldığı ekonomik değerle

beslerdi. Devleti yöneten hükümdara

bütün bu mutlak yetki ve becerilerinin

Tanrı tarafından “kut” olarak verildiğine

ve bu ulûhiyet ya da nurun sonraki

hükümdarlara da intikal edeceğine

inanılırdı. Tanrı kişiye kut verir,

hükümdarlık talih ve kısmetini takdir

eder, hükümdar olan kişi ise Tanrı’dan

aldığı yetkiyi Tanrı adına değil, kendi

adına kullanırdı. Yani egemenlik bir kere

gökten alındıktan sonra artık dünyevileşir

ve Türk hakanının kılıç hakkına

dönüşürdü.

Hâkim sülale veraset hukuku bakımından

aile hukukundan ayrılmazdı. Bu durum bir

bakıma çok başlılığı doğurmuştu. Bir Türk

ailesinde babanın ölümü üzerine mallar

nasıl çocukları arasında paylaşılıyorsa,

devlet veraset hukuku aile hukukundan

ayrı değerlendirilmediği için kağan ölünce

de devlet oğulları arasında

paylaştırılıyordu. Memaliğin hâkim sülale

mensuplarının ortak mülkü sayıldığı bu

siyasi yapıda ülüş, yani paylaşım, devletin

belli bölümlerinin belli şehzadelere tahsis

edilmesi ile oluyordu. Güneşin doğduğu

yön olan doğu yönü Türklerde kutsal

sayıldığı için İmparatorluğun da doğu

tarafı batı tarafından üstün kabul

ediliyordu. Devletin batı kanadı, ülüş

prensibine göre ailenin daha genç üyeleri

tarafından idare ediliyordu. Ülüş bu

dönemde sadece memaliğin paylaşılmasını

kapsamaz, siyaset ile ruhaniyat arasındaki

ilişkilerin bir çeşit paylaşım içinde

yürütülmesini de sağlardı. Bu yönetim

modelinde siyasetin üstünlüğü tanınmakla

beraber, ruhaniyatın siyaset içinde

kendine özgü bir şekilde yer aldığı

görülürdü. Hâkimiyetin paylaşılması

prensibine dayanan bu anlayış, siyaset ile

ruhaniyatın birbirinin işlerine

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

4

karışmaması şeklinde çifte bir hâkimiyet

alanı ve bir tür laiklik yaratmıştı.

Hakikaten de hiçbir geleneksel

bozkır/Türk devletinde bir dinin tek

devlet dini ilan edilerek bütün devlet

işlerinin bu dinin esaslarına göre tanzim

edilmesi söz konusu olmamış ve

çoğunluğun dinine mensup olmayan

kitleye de tüm hak ve özgürlükleri teslim

edilmişti. Hukuk da dine değil, tamamen

seküler bir gelenekler/adetler hukuku

diyebileceğimiz Türk töresine dayanmıştı.

Mesela Göktürk ve Uygur iktidarları

zamanında Gök Tanrıcı, Şamanist, Budist,

Manihaist, Zerdüşt, Hıristiyan diye ayrım

yapılmaksızın tüm cemaatlere ibadet ve

ayin serbestîsi getirilmişti. Özellikle Uygur

ülkesinde Manihaizm, Budizm,

Hıristiyanlık ve Gök Tanrı dinine bağlı

insanlar yan yana yaşamışlar, Yahudi,

Müslüman ve Zerdüşt tüccarlar sokak ve

meydanlardan daima serbestçe vaaz

ederek geçebilmişlerdi. Türk-Moğol kağanı

Cengiz Kağan’ın ünlü yasalarının birinci

maddesi “hiçbirini diğerine tercih

etmeksizin bütün dinlere hürmeti”

emretmiş, sonraki yüzyıllarda Cengiz’in

mirasçılığına soyunacak olan Müslüman

Emir Timur’un ordusunda dahi putlarını

yanlarında taşıyan pagan askerler ve

ikonlarını çadırlarının kapısına asmakta

özgür olan Hıristiyanlar bulunmuştu.

Müslüman Türk Devletlerinde Örfi

Hukuk, İnanç Gruplarına Serbesti ve

Laiklik

900’lü-1000’li yıllardan itibaren İslam

medeniyet dairesi içerisinde

değerlendirilmeye başlanan Türkler,

anayurtlarında kurdukları ilk Türk-İslam

devleti olan Karahanlı devletinde İslamiyet

öncesi devlet ve hukuk düzenlerini aynen

devam ettirmiş, hükümdarlarına “Han” ve

karar organlarına “Kurultay” demişlerdir.

Karahanlı Devleti bazı terimsel

değişiklikler dışında Hun, Göktürk ve

Uygur gibi bozkır illerinin devamı

mahiyetinde olup, İslam hukuku ve

anlayışından ziyade Türk töresine göre

idare edilen ve hükümdarın meşruiyetini

eskiden olduğu gibi yine Gök’ten kut

yoluyla aldığı bir devlet olmuştur.

1070’lerde Karahanlı kentlerinden

Kaşgar’da yazıldığı bilinen ünlü siyaset

kitabı Kutadgu Bilig’de de bu husus

belirtilmekte; Şeriat ya da Hilafet gibi

İslam devletinin temel unsurlarından,

Kuran’dan, hadisten ve dini-hukuki İslam

müesseselerinden bahsedilmeyen eserde

ahalinin bir İslam cemiyetinden ziyade

Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı

görülmekte; meşruiyet ise eski Türklerin

“kut” ve “töre” telakkilerine

dayandırılmaktadır.

Yerel bir Türk-İslam devleti durumundaki

Gazneliler’de işleyiş bir miktar değişmiş,

hükümdarlığı Hilafet makamınca tasdik

edilen ve Halifeden çeşitli lakaplar alan

Gazneli Mahmud “Sultan” unvanı ile tevcih

edilen ilk Türk hükümdarı olmuştur. Fakat

Büyük Selçuklularda iş yeniden değişmiş,

Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey

Abbasi halifesi ile din işlerinin halife

tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine

karışmaması gerektiğinde anlaşarak

hilafet makamının yetki ve görev alanını

sınırlandırmış ve devlet işleriyle bağını

neredeyse tamamen koparmıştır. Tuğrul

hem din işleriyle devlet işlerini ayırmış,

hem de halifenin muhatabı olarak vezirini

göstermiştir. Hatta cumhuriyetin kurucusu

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

5

Atatürk 1922’de saltanatla hilafeti

ayırırken, Tuğrul’un 1050’li yıllarda bunu

yaptığını Nutuk’ta belirtmiş, ‘İşte biz

aynen böyle yapıyoruz’ diyerek, bu

yaptığında Selçuklu Sultanı Tuğrul’u

izlediği örneğini tüm dünyaya ilan

etmiştir.

Bir İslam devleti mahiyeti taşımakla ve

özellikle hilafet makamını Araplardan

devraldıktan sonra bu mahiyeti

güçlenmekle birlikte klasik bir teokrasi

olmayan Osmanlılarda da şer’i hukukla

birlikte örfi hukuk yürürlükte kalmıştır.

Osmanlıların kendilerine mağlup olmuş

milletlere dini-milli varlıklarını koruma

imkânı vermiş ve onlara gerek sosyal,

gerekse dini alanda özerklik tanımış

oldukları bilinmektedir. Bir takım

kanunnameler düzenlenerek örfi hukuka

ağırlık verilmesi, başta padişahlar olmak

üzere vezirlerin ve diğer yöneticilerin

siyasi, idari, hukuki ve sosyal problemleri

halletmek için çok serbest ve pragmatik

hareket etmeleri, genellikle şer’i

hükümleri görmezlikten gelmeleri, Kur’an

ve sünnette açıkça ortaya konan hadları

(ukubat, ceza hukuku) uygulamamaları,

mesela alenen içki içildiği halde içki

içenlere ceza verilmemesi Osmanlı

hukukunun laik nitelikler içerdiğini

göstermektedir. Bu tür nitelikler ve

eğilimler Lale devrinden başlayarak

Islahat hareketleri, Tanzimat Fermanı,

Islahat Fermanı, Birinci ve İkinci

Meşrutiyet Dönemlerinde daha belirgin

hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de

varması gereken noktaya varmıştır.

Sonuç

Bir çeşit laiklik uygulamasına tarihleri

boyunca sahip oldukları anlaşılan Türkler,

bu milli ilke ile cumhuriyetler çağında ilk

defa tanışmamışlardır ve şimdiden sonra

vazgeçecek de değillerdir. Zira laiklik,

Türklerin tarihten alışık oldukları bir

temel ilke olmasının yanı sıra millet

olabilmenin ve bu topraklarda bir arada

yaşamaya devam edebilmenin de olmazsa

olmaz şartıdır. İnançlı ile inançsızı, Sünni

ile Alevi’yi, Müslüman ile gayrimüslimi, şu

tarikat mensubu ile bu cemaat üyesini ya

da o felsefeyi savunan ile öbür felsefeye

inananı bir millet bilinci ile yekvücut

kılmanın yolu, laiklik prensibini hukuken

ve pratik olarak benimsemekten geçer.

Laiklik dinsizlik değil, bilakis din ve vicdan

hürriyetinin, bilim toplumu olmanın ve

hukuk karşısındaki eşitliğin teminatıdır.

Kaynakça:

• İyigün (N.C.), “Türklerin Etnik, Kültürel ve Tarihi

Kökleri”, Papillon Yayınları, 2012

• Kafesoğlu (İ.), “Türk Milli Kültürü”, Ötüken

Neşriyat, 1997

• Kuru (A.T.), “Secularismand State Policies

Toward Religion: The United States, France and

Turkey”, Cambridge University Press, 2009

• Öksüz (İ.), “Millet ve Milliyetçilik”, Panama

Yayınları, 2016

• Togan (İ.), “Bugünü Anlamak İçin Orta Asya

Tarihine Bir Bakış”, Bağımsızlıklarının 20. Yılında

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Atatürk Kültür

Merkezi Yayınları, 2012

• Türk Cumhuriyetleri Anayasaları, Türkpa

Yayınları, 2012

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

6

HARF İNKILÂBI VE TARTIŞMALARI Mahmut Esat KIRAÇ

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra M.

Kemal’in gerçekleştirdiği devrimler

arasında en çok konuşulan ve tartışılan

devrimlerden birisi mutlaka harf

devrimidir. Tabi bu tartışmalar

cumhuriyetle birlikte değil cumhuriyetten

evvel de gündemde bulunmaktaydı.

Günümüzde baktığımızda ise halen

tartışmaları sürmektedir ve bana göre de

daima bu konu gündemde kalacaktır.

Harf devriminin tartışmalarına

değinmeden önce bu tartışmaların niçin

olduğunu görmek amacıyla Osmanlıca’nın

özelliklerinden ve neden devrim yapmak

istenildiğinden bahsedelim. Öncelikle

Arap alfabesine baktığımızda bir harfin

başta, ortada ve sonda yazılışına göre şekil

değiştirmesi öğrenilmesini de

zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan Arap

alfabesini kullanan toplumlarda okuma

yazma bilenlerin sayısı, nüfusa nazaran

çok az kalmıştır. Bu yüzden Müslüman

Türkler ve İranlılar, zaman içerisinde

ibadet gayesiyle öğrendikleri Arapça’nın

kendine has bazı özelliklerini, kendi dilleri

için elverişli hale getirmeye çalışmışlardır.

Zamanla Arapça ve Farsça kelime ve

deyimlerin dilimize girmesiyle birlikte, dil

kurallarımızda da Arapça ve Farsça’nın

tesirleri görülmeye başlamıştır. Bu iki

dilden zincirleme sözcük takımları ile

gramer ve imla kurallarının girmesiyle de,

adeta Osmanlıca denilen yeni bir dil ortaya

çıkmıştır.

Pekâlâ, bu Osmanlıca denilen dilin

Cumhuriyet kurulduğu tarihteki sayısal

verilerine bakalım : ‘’ 13 Milyon nüfus, 153

ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var.

Halkın sadece %7’si okur – yazar, bu oran

kadınlarda %1 bile değil.’’

Yeni yazı ve imla gibi konular ilk defa

Tanzimat döneminde Tanzimat

Fermanında dile getirilmiştir. Fermanın

öğretim ile ilgili kısmında şu görüşlere yer

verilmektedir:

‘’İstanbul ve taşrada açılan okullarda iyi

yetişen öğrenci sayısı azdır. Bunun başlıca

nedeni de öğretim yöntemlerinin

yetersizliğidir. Gerçekten çocuklar

öğretime mahalle mektebinde başlayınca,

6-7 yıl Arap harflerini öğrenmeye

çalıştıkları halde, harekesiz yani ünlü

işaretleri olmayan bir mektubu doğru

dürüst okuyamamaktadırlar. Daha da

kötüsü; onları okutan öğretmenler de

aşağı yukarı aynı durumdadırlar. Bunlar

mahalle mektebinden sonra herkese açık

olan sivil okullara gidince pek de

anlamadan Arapça dil bilgisi öğrenmeye

başlarlar. İçlerinden ancak yetenekli

olanlar, zamanla kendi dillerinin gramer

yapısını Arapça’ya uygulamak yoluyla

Osmanlıca’yı okuyup yazmayı

başarabilirler. Ancak bu arada çoğu

yetenekli olmayan öğrenciler, iki satırlık

bir tezkereyi doğru yazmakta bile zorluk

çekmektedirler. Kendi dillerinin alfabesini

ve gramerini bilmediklerinden Türkçe

sözcükleri dahi kendilerine göre çeşitli

biçimde ve genellikle yanlış yazarlar.’’

Bu ifadelerden sonra ise Osmanlıca’yı

Arapça yoluyla öğrenmek yerine,

birincisini yazım ve dil yönünden iyice

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

7

kavradıktan sonra, Arapça’ya geçmenin

daha faydalı olacağı vurgulanmıştır.

Islahat dönemine geldiğimizde ise Islahat

Fermanında geçen gayrı müslim

azınlıklara kendi okullarını kurma ve

eğitimde bağımsızlık gibi bir takım haklar

tanıyan bu ferman aracılığıyla gayrı

müslimler arasında da olsa Latin harflerini

bilen ve onunla okuyup yazan kişilerin

sayısının artması ve böylelikle Latin

harflerinin yaygınlaşmasını sağlaması

açısından önemlidir.

Tanzimat ve Islahat dönemlerinde

harflerle ilgili ilk münferit çalışma Ahmet

Cevdet Paşa tarafından yapılmış ve

Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan farklı bir

dil olduğunu belirtmiştir. Arap harfleri ile

gösterilemeyen sesleri göstermek

amacıyla yeni bir yazı aramak gerektiğini

de belirtmiştir. Daha sonra ise bu konuda

Münif Paşa’nın tespitleri mühimdir. Münif

Paşa meseleyi ilk defa sözlü olarak beyan

etmiş ve tartışılmasını sağlamıştır. Münif

Paşa, hareke olmadığı için bir kelime

çeşitli biçimlerde okunabilmekte, Arapça

ve Farsça kelimelerin fazlalığı okuma

yazmayı zorlaştırmakta, büyük harf

olmadığı için özel isimler ayırt

edilememekte ve harflerimizin basıma

uygun olmamasından dolayı değiştirilmesi

gerektiğini belirtmiştir. Paşa’nın bu

fikirlerinden 1 sene sonra Azerbaycanlı

Şair Mirza Feth-Ali Ahundzade, Türk

dünyasında imla birliğini sağlamak için

görüşlerini açıklamıştır. 1869 senesine

geldiğimizde ise tartışmalar daha da

büyümüş Londra’da sürgünde olan Genç

Türklerin yayınladığı Hürriyet gazetesinde

çıkan bir makale Türk eğitim sistemini

şiddetle yermiştir. Görüşe göre; Ermeni,

Rum ve Yahudi çocukları altı ayda okuma

ve bir yılda yazmayı öğrenirlerken,

Müslüman çocuklar yıllarca eğitim

gördükleri halde bir gazete dahi

okumaktan aciz kalıyorlardı. Kusur ise

eğitim sisteminde bulunmuştu. İran’ın

İstanbul Elçisi Melkum Han da tartışmaya

katılarak, Müslüman eğitim sisteminin

eksik ve yetersiz olduğunu ve bunların

sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu

belirtmiştir.

Aynı gazetede Melkum Han’a cevaben

Namık Kemal; ‘’Ülkemizdeki hastalıkların

sebebinin cehalet olduğunu kabul etmiş,

fakat bütün kabahatin alfabenin

yetersizliğinden olduğuna katılmamıştır.

İcmalen İngiliz yazısının Türkçe kadar

düzensiz ve muğlak olduğunu dile

getirmiş, fakat yine de İngiltere ve

Amerika’da cehaletin az olduğunu

vurgulamıştır. Bununla birlikte, fonetik bir

yazı kullanan İspanyolların ise, İngiliz ve

Amerikan eğitim düzeyinin çok altında

kaldıkları görüşünü savunmuştur. Ayrıca

Kemal’e göre Kur’anı okuyabilmek elzem

olduğu ve doğru yazabilmek için

Arapça’nın sarfını olsun bilmek lazım

geldiği için Türkçe için başka harf tertibi,

abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Çünkü harf değişikliği İslam ülkeleri ve

Müslüman halk ile aramızdaki irtibattır.

Yazı birliği kalkarsa İslam birliği de

kalkacağı için karşı çıkmaktadır.

Terakki gazetesinde Hayrettin Bey’in,

Maarif-i Umumiye başlıklı yazısında

Kur’an Arap harfleriyle yazıldığı için, bu

harflerin Türkler arasında kutsal bir

değeri olduğunu belirterek, bu sebeple

Türklerin bu harflerden vazgeçmek

istemeyeceklerini vurgulamıştır. Bu

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

8

harfler değiştirilmedikçe de ilerlemenin

mümkün olmayacağını belirtmiştir.

Ebuzziya Tevfik Bey de cevabi yazısında;

‘’Maarifin ilerlemesi harfleri değiştirmekle

değil, öğretim sistemini değiştirmekle

mümkün olur. Keramet Frenklerin

harflerinde değil, sistemindedir. Bütün

dünyayı aydınlatan bilgi ışığı bizim

kullandığımız harflerden doğmuştur.

Harfler değiştirilirse, bu ana kadar yazılan

kitapları anlayan kalmaz. Bin yıllık eserleri

yeniden yazmak gerekir ki, bu da mümkün

değildir. Kur’an için başka, diğer ilimler

için başka harf kullanılır mı? Bu, bir dili

beceremeyen adama iki dil öğretmeye

benzer.’’ Diyerek ifade etmiştir.

I. Meşrutiyet Devri’ne geldiğimizde baskıcı

yönetimden dolayı harf devrime üzerine

pek yorum yapılamadığını göstermektedir.

Padişah 2.Abdülhamit tartışmalara izin

vermemiş oldukça zorlaştırmıştır.

II. Meşrutiyet Dönemi’nde ise Türkçülük

fikir akımının öncülerinden Ziya Gökalp ve

arkadaşları Arap alfabesini savunmaya

devam etmişlerdir. Hatta en başta Ziya

Gökalp olmak üzere bu fikri

benimseyenler, Arap alfabesinin

korunmasını ve kullanılmaya devam

edilmesini istemişlerdir.

Bu düşüncelerinin gerekçesini de şöyle

açıklamışlardır: Arap alfabesi Rusya

Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasında

birleştirici bir bağdır. Rusya Türklerinin

hepsi Arap yazısını kullanmaktadırlar.

Dolayısıyla bütün Türkleri bir kültür

dairesi içinde toplayabilmek için, Arap

alfabesi vazgeçilmez bir kültür aracı

durumundadır. Hele Latin harfleri

benimsenecek olursa, Türkiye Türkleriyle

Rusya Türkleri arasındaki bağlar

zayıflayacak ve hatta kopacaktır. Bu

sebeple Arap harfleri kullanılmaya devam

etmelidir.

II. Meşrutiyet döneminde harf inkılâbı ile

ilgili görüşleri 3 grupta toplayabiliriz

bunlar:

1. Alfabede ıslahata gerek yoktur. Yani

aynen mevcut haliyle kullanılmalıdır.

2. Arap alfabesi atılarak yerine Latin

alfabesi kabul edilmelidir.

3. Latin alfabesinin alınmasına gerek

yoktur Arap alfabesi ıslah edilerek sorun

çözülebilir. Yani alfabemiz tam olarak

dilimizin ihtiyaçlarını

karşılayamamaktadır.

Arap alfabesinin hiçbir değişikliğe

uğratılmadan mevcut haliyle

kullanılmasını savunan görüşler

kapsamında ilk olarak Şeyhülislamlığın

konuyla ilgili bir fetvasını örnek

verebiliriz. Bu dönemde Arnavutluk’ta

Latin harflerinin kabul edilmesi üzerine,

oradaki bazı Müslümanlar, Arnavutça’nın

Latin harfleriyle yazılmasının şeriata

uygun olup olmadığı konusunda

Şeyhülislama başvurarak, bu konuda bir

fetva istemişlerdir. Bunun üzerine

Şeyhülislam tarafından yayınlanan

fetvada; şeriatın Latin harflerinin

kabulüne ve bunlarla İslam okullarında

eğitim – öğretim yapılmasına asla cevaz

vermeyeceği belirtildikten sonra, Arap

harflerinin kullanılmakta olan şeklinden

başka biçimlerde yazılmasının dahi

mümkün olmadığı, kesin bir şekilde ifade

edilmiştir.

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

9

Latin alfabesinin kabul edilmesini

isteyenler ise başlıca olarak;

1. Yazımız güç öğreniliyor.

2. İmlamız takarrür etmiyor.

3. Yabancılar harflerin güçlüğünden dolayı

dilimizi öğrenmeye rağbet etmiyorlar.

4. Az çok tahsil edenlerimiz bile bir

makaleyi yanlışsız okuyamıyorlar.

Diyerek belirtmişlerdir. Önderliğini

Abdullah Cevdet’in yaptığı bu grupta,

Hüseyin Cahit Yalçın, Kılıçzade Hasan

Hakkı Bey, Giritli Ahmet Saki Bey gibi

devrin tanınmış düşünür ve yazarları

bulunmaktaydı.

Harflerde ıslahat yapılmasını isteyenler

arasında ise Harbiye Nazırı Enver Paşa

bulunmaktaydı. Harflerin ayrı yazılmasını

istiyor hatta ordu içerisinde harflerin ayrı

yazılması ile ilgili bir yazışma başlatıyor.

Alfabede ordu içerisinde ilk fiili ıslahatı bu

açıdan Enver Paşa yapıyor. Yazısına ise

Ordu Elifbası, Enver Paşa Yazısı gibi

isimler veriliyor.

Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise

henüz ilan edilmeden 17 Şubat – 4 Mart

1923 tarihleri arasında İzmir’de toplanan

İzmir İktisat Kongresinde gündeme

gelmiştir. İşçi delegelerden İzmirli Nazmi

ve iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin

kabulüne dair bir önerge verilmiştir.

Ancak kongre başkanı Kazım Karabekir

tarafından tepkiyle karşılanmış ve genel

kurulda okutulmadan dahi reddedilmiştir.

Daha sonra Karabekir konuyla ilgili olarak

Hâkimiyeti Milliye gazetesinde verdiği

demeçte;

“…Bu kabul edildiği gün memleket

hercümerce girer. Her şeyde sarf-ı nazar

bizim kütüphanelerimizi dolduran

mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve

binlerce cilt asarımız bu lisanda yazılmış

iken büsbütün başka bir şekilde olan bu

hilafını kabul ettiğimiz gün en büyük

felaket de derhal bütün Avrupa’nın eline

güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar

İslam âlemine karşı diyeceklerdir ki;

Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve

Hıristiyan olmuşlardır. Sonra bütün İslam

âlemi üzerimize hücum ettirir ve kendi

aramızda birbirimizi yeriz…” diyerek

fikrini belirtmiştir. Kılıçzade Hakkı ise

Kazım Karabekir’e şöyle cevap vermiştir;

“Ne gariptir ki yüksek tahsil görmüş, çok

zeki bir Kazım Karabekir Paşa Latin

harflerinin kabulü arzusunu takbih ediyor

ve buna sebep olarak, hulasaten âlemi

İslam ne der? Diyor! Evet alemi İslam ne

der, işte bu kabus!! Diyerek ağır ifadeler

kullanmıştır.

Harfler konusu meclis kürsüsünde ilk defa

24 Şubat 1924 günü Şükrü Saraçoğlu

tarafından dile getirilmiştir.

Saraçoğlu bu konuşmasında;

“Benim kanaatimce bu büyük derdin en

vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap

harfi diyecek olursam burada acaba benim

fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı?

Efendiler! Bunun yegâne kabahati

harflerdir. Hacımızın, hocamızın,

amirimizin, memurumuzun gayretine,

yıllardan, asırlardan beri yapılan bunca

fedakârlıklara rağmen halkımızın yüzde

ikisi veya üçü okumuştur. Arap harfleri

Türk lisanını yazmaya müsait değildir.’’

Demiştir.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

10

Durum böyle olunca birçok fikir adamı ve

yazar da bu tartışmaya dâhil olmuş;

Halit Ziya: Memleketin resmi ve ilmi

hayatında Latin harflerinin yeri yoktur.

Necip Asım: Taraftar değilim çünkü 30

asırlık kütüphanemize veda etmemiz

gerekecek.

Hüseyin Suat: Daha kolay değil daha zor

olacak 3 kat daha fazla vakit kaybedeceğiz.

Diyerek Latin harflerine karşı olduklarını

belirtmişlerdir.

Yine 1926 yılında konuyla ilgili yazılar

yazan ünlü tarihçiler Fuat Köprülü ve Zeki

Velidi Togan da Latin harflerini kabul

etmenin sakıncalarına değinmişlerdir.

Fuat Köprülü yazısında: ‘’ Latin harflerinin

kabulüne taraftar olanlar zannediyorlar ki

garp medeniyetine bu suretle daha çabuk

ve daha kolay temessül edebiliriz. Hâlbuki

garp medeniyetine temessül harflerimizin

tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil

olamaz.’’ Görüşünü savunurken, Zeki

Velidi Togan da;

‘’Sureti katiyyede bilmeliyiz ki Latin

harflerinin lisanımıza tatbiki imkânsız ve

muzurdur’’ diyerek son derece sert ve katı

bir tutum almıştır.

M. Kemal bütün bu tartışmaları sükûnetle

takip etmiştir. Yine uygulamayla ilgili Falih

Rıfkı’ya üyelerin süre olarak ne

düşündüklerini sormuştu. Falih Rıfkı; ‘’

Beş yıl diyen var, on beş diyen var.

Düşündüklerine göre birkaç yıl, okullarda

her iki yazı birden öğretilecek, gazetelerde

yan yana basılacaktır.’’ Demiştir. Atatürk

bu görüşlere şiddetle karşı çıkarak ‘’Bu ya

üç ayda olur, ya hiç olmaz.’’ Demiştir.

Tarih 1 Kasım 1928’i gösterdiğinde ise

mecliste yapılan oylama sonucunda harf

devrimi kabul edilmiştir. Harf devrimi

kabul edildikten sonra yapılan

istatistiklere bakacak olursak yeni

alfabeye karşı olanların görüşlerinde haklı

ya da haksız olduklarını daha net

görebiliriz. Harf devriminden önce ve harf

devriminden sonraki istatistikler aşağıdaki

gibidir;

Bu dönemde Türkiye’de 1927 sayımına

göre okur-yazar olması gereken yaş

grubundaki insanların sayısı 10,5 milyon

kadardı ve bunun ancak 1 milyonu okuma

yazma bilmekteydi. Bu durum, okuma-

yazma bilenlerin oranının yaklaşık %11

dolaylarında olduğunu göstermektedir. Bu

şevk ve ivme neticesinde yalnızca 1928-

1929 ders yılında yaklaşık bir milyon

civarında kişi kurslara devam etmiş ve

600.000 kadın ve erkek bitirme belgesi

almıştır. Bu sayı millet mektepleri örgütü

içinde erkekler için 33.560, kadınlar için

de 12.853 olmak üzere toplam 47.828 A

dershanesinin açıldığı 1928-1935 yılları

arası itibariyle, 1.350.000’in üzerine

çıkmıştır. 8 yıl sonra 1935’te okuma

yazma bilenlerin sayısı 2,5 milyona

yaklaşmıştır. Bu ise, okuma yazma

bilenlerin oranında %150’lik bir artış

olduğunu göstermektedir. Öte yandan Harf

İnkılâbıyla, Arap harfleriyle okuma-yazma

bilenlerin de bilmeyenler durumuna

düştükleri göz önünde bulundurulursa

sekiz yılda yaklaşık 3,5 milyon insana

okuma yazma öğretildiği, başka bir deyişle

nüfusun ¼’ünün okur-yazar yapıldığı

ortadadır. İşte Türkiye’de genel nüfusta

okuma yazma oranının 1927’de %11’den

1935’te %20’ye yükselmesinde başlıca

rolü de Millet Mektepleri oynamıştır.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

11

İstatistikler böyle iken harf inkılâbından

evvel aleyhte olan söylemleri

değerlendirdiğimizde hatta bugün

‘’Dedemin mezar taşını okuyamıyorum’’

‘’Bir gecede cahil bırakıldık’’ diyenlere

sanırım verilecek başka cevap yoktur.

Yukarıdaki istatistiklere baktığımız zaman

Osmanlı halkı da kendi dedesinin mezar

taşını okuyamıyormuş üstelik onlar bir

gecede cahil kalmamışlar her gece cahil

uyuyup cahil uyanmışlar…

Ayrıca bu inkılâba karşı çıkan kişilere

baktığımızda görmemiz gereken en önemli

ayrıntılardan biri ise M. Kemal’in nasıl bir

lider olduğudur. Çünkü karşı çıkan

kişilerin çok kademeli, üst düzey hatta

alanlarında en iyi insanlar olmalarına

rağmen harf inkılâbının gerekliliğini

görememeleri M. Kemal’in gerçek bir deha

ve ileri görüşlü olduğunun en büyük

göstergelerindendir.

Esenle Kalın!

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

12

TÜRK’ÜN VE TÜRKLÜĞÜN BAYRAMI

NEVRUZ Açelya OĞUZ

Ser Baharın ilk günü yaşamın başladığı ilk

gün olarak kabul edilir. Bugün çeşitli

etkinliklerle kutlanmaktadır. Bu güne

diğer Türk devletlerinde çeşitli adlar

verilmektedir. “Azerbaycan'da Novruz,

Kazakistan'da Nawrız, Kırgızistan'da

Nooruz (Нооруз),Kuzey Kıbrıs Türk

Cumhuriyeti'nde Mart Dokuzu, Kırım

Türklerinde Navrez, Batı Trakya

Türkleri'nde Mevris adları ile anılır.”

(Vikipedia) Bütün Türk devletlerinde

kutlanan bu bayram Türklerin geleneksel

bahar bayramıdır. Nevrûz Farsça bir

sözcüktür. Nev, yeni, rûz, gün, nevrûz, yeni

gün demektir. (Rayman 2014: 10) Nevruz

bayramının yeni gün olarak adlandırılma

sebebi de budur.

Türk kültürünün imgeleri incelendiğinde

imgelerin tabiatla özdeş olduğu

görülmektedir. Türk kültürünün renk

algısı, tabiatın ruhu olduğu düşüncesi,

adlandırmaları, insanı tabiatla özdeş kabul

etme, tabiatı ana olarak vasıflandırma bu

algının yorumlanmasıdır. Bozkır kültürü

dört mevsimi yaşamaktadır. Tabiattan

karnını doyuran, geçimini sağlayan Türk

insanı bu özellikleriyle doğayı “tabiat ana”

ifadesiyle vasıflandırır, onu doğurgan ve

besleyen olma özelliğiyle anaya benzetir.

Doğanın çocukları yazın kış için besin

biriktirip kışın biriktirilen besinle

yaşamını sürdürmek zorundadır. Kışlık

besin bahar gelinceye kadar yetmezse bir

aile aç kalabilmektedir. O halde baharın

gelmesi açlıktan kurtulmayı, yaşamayı,

yeniden doğuşu ifade etmektedir. Yaşamı

simgeleyen bu bayramlar büyük bir

coşkuyla kutlanmaktadır. Kendini tabiatla

özdeş kılan Türk, doğada rastladığı sarı,

yeşil, mavi, kırmızı gibi renkleri

kullanmaktadır. Bütün Türk devletlerinin

ortak ritüel renklerinin ana ekseni bu

renklerdir. O halde bütün Türk

devletlerinde kullanılan bu renkleri bahar

rengi olarak addetmek mümkündür.

Türkler günümüzde çok geniş bir

coğrafyaya yayılıp farklı devletler

kurmuşlardır. Bütün Türk devletlerinde

kullanılan bu ritüel renkleri herhangi bir

partizan temayüllerin veya yaşa dışı

örgütlerin simgesi olamaz. Bu bahar

renkleri sadece Türkler arasında değil

Afrika yerlileri tarafından da sıkça

kullanılmaktadır. Bu geleneklerin binlerce

yıllık olduğunu düşündüğümüzde

Altaylardan Afrika’ya bir etkileşimin

olduğunu iddia etmek tekdüze bir

yaklaşımdır. Bu benzerliğin sebebi “İnsan

ruhunun her yerde bir ve aynı” olmasıyla

açıklanabilmektedir. Bütün dünyada bahar

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

13

aynı renklerde oluşur. Gökyüzü mavi,

çimen yeşil, çiçekler sarı ve kırmızıdır.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, daha

sonra tarım toplumuna geçen bütün

toplumların tabiatla tanışık olması, tabiat

karşında mücadelesi benzer şekildedir. O

halde uzak kıtalarda yaşayan insanların

benzer renkleri kullanmaları olağandır.

Bahar bayramlarında sıklıkla kullanılan

bir başka renk turkuazdır. Turkuaz, Türk

kelimesi ve +ivaz ekinin birleşmesiyle

oluşmaktadır. Gökyüzünü, Gök Tengri’yi,

ululuğu simgelediği için hem Türk

bayraklarında hem de şenliklerde

kullanılmaktadır. Gök bayrağın, nazar

boncuğunun maviliği da aynı sebeple

alakalıdır. O halde turkuazı Türklüğün

rengi olarak adlandırılabilir.

Renk imgesinin dışında Nevruz’da yapılan

pratikler de bir başka inceleme alanıdır.

Nevruz günü akan su kenarında piknik

yapılır. Akan su yenilenmeyi,

temizlenmeyi, arınmayı ifade etmektedir.

“Akan su kir tutmaz.” düşüncesi bu

kutlama pratiğiyle aynı paraleldedir.

Nevruz’dan bir gün önce bahar temizliği

yapılmaktadır. Bu bahar temizliği evi kışın

kasvetli havasından arındırmak için

yapılmaktadır. Bu davranışın kökeni ise

evdeki kötü ruhları kovup ev iyelerini

mutlu etmektir. Yine Nevruz’dan bir gün

önce evin köşelerine yiyecek koyulup ağzı

açık bırakılır. Yine bu da ev üyelerini

doyurmakla ilgilidir. Yumurtalar çeşitli

renge boyanır. Özellikle Erzurum – Kars

coğrafyasında yeni gelinlere gelin olarak

vasıflandırıldıkları ilk Nevruzlarında bir

sepet gönderilir. Bu sepette boyanmış

yumurtalar, yemişler, seme, şekerler

koyulmaktadır.

Bu gelenek gelinin soyu yürüsün, mutlu

olsun, evi bol ve bereketli olsun diye

yapılmaktadır. Özellikle Kars’a yerleşmiş

Azerbaycan Türkleri tarafından bu gelenek

günümüzde de devam etmektedir. Bu

sepette çimlendirilen seme ise tabiatın

canlılığına ifade ederek tabiat ruhuna

duyulan sevginin nişanesi olarak sepete

koyulmaktadır. Bu köken bilgisi yöre

Türklerinin bilgisel alt yapısında

olmamakla birlikte pratik olarak

uygulanmaktadır. Kars’ta yaşayan Türkler

bu geleneği şu şekilde aktarmaktadır.

“Tabağa bir sıra buğday koyulur. Üzerine

buğday dökülüp ikinci kat pamuk serilir.

Sonra bu pamuklar ıslatılıp güneş alan bir

yere koyulur. Aradan iki gün geçtikten

sonra üzerindeki ikinci kat pamuk

kaldırılır. Bu buğday başakları bir hafta

içinde uzar. Bu yeşillik tabiatın

yeşermesini ifade eder.” (Bulut 08.05.16

18.45) Bu uygulamaların benzerin

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

14

Kazakistan’da da görülmektedir.

Nevruz’da gençler toplanarak ateşin

üzerinden atlarlar. Ateş kültü Türk

geleneklerinde temizlenmeyi ve arınmayı

sembolize eder.

Nevruz’a dair bilinmesi gereken başka bir

önemli husus halk ağzında bu bayramın

nasıl başladığıdır. Nevruzun destani alt

yapısı incelemeye değerdir. Bu bahar

bayramı sadece mevsimsel bir etkinlik

değildir. Türklerin Ergenekon destanında

geçen demir dağı eriterek Ergenekon

ovasından çıkıp tekrar dış dünyaya

karışmasını sembolize etmektedir.

Ergenekon destanı Türk’e ikinci olarak

bahşedilen “küllerinden yeniden doğma”

motifi ekseninde coşkuyla kutlanmasıdır.

Yeniden dirilme, Türk’ün bağımsızlığı ve

var oluş mücadelesini ifade ettiği için

bütün Türk devletlerinde büyük bir

coşkuyla kutlanmaktadır.

Sonuç

Nevruz, ritüelleri, kullanılan renkleri,

amacı bütün Türk devletlerinde ortaktır.

Bulunduğu bölgenin fiziksel özellikleriyle

uygulama farklılıkları gösterse de menşei

aynıdır. Bahar bayramı olan Nevruz,

Türk’ün demir dağı eritip tekrar turanı

dünyaya yaymak için yaptıkları girişimleri

anlatmaktadır. Ateşten atmala geleneği

ateşin kutsal, temizleyici özelliğinin yanı

sıra demir dağı erittikleri ateşi de

sembolize etmektedir. Çok geniş bir Türk

coğrafyasında kutlanan, Türklerin binlerce

yıllık geçmişini yansıtan bu bayram hiçbir

siyasi görüşe, gruba ait olamaz. Nevruz,

Türklerin binlerce yıldır kutladıkları

sevginin, bir arada olmanın nişanesidir.

Kaynakça

• RAYMAN, Hayrettin; Nevrûz ve Türk Kültüründe

renkler, Yıl: 2014, Sayı:53

• www.vikipedia.com

Kaynak Kişi

• Burcu Bulut (Kars’ta yaşayıp Nevruz kutlamaları

yapan Azerî Türk’ü) 08.05.2016 / 20.42

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

15

ANAVATANLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN

MISINIZ?

Çağhan SARI

Türk siyasetinde yirmi dört saatin uzun

süre olduğu tespitini ilk dile getiren

dokuzuncu cumhurbaşkanımızdır.

Şüphesiz basın arşivine girsek benzeri bir

cümleyi Türkiye'nin ilk elli senesinde aktif

rol almış İnönü'den yahut Türk siyasetinin

nüktedan isimlerinden Kasım Gülek, İhsan

Sabri Çağlayangil'den de görebiliriz.

Gündemin süratle değiştiği, medyanın bir

zamanlar yönlendirdiği siyaset

kurumunun hızına olanca teknolojik

imkâna rağmen anca yetiştiği bu evrede

açılan bir kapıdan yine tarih koridoruna

uzanacağız. Gencay'ın bu sayısında sizlerle

ANAP'ın 1991'de genel başkanlık

değişimine uzanırken esas maksadımız

tarih ekseninde bilgi nakletmek değil

sadece dönemi hatırlatmaktır. Evvela bu

ayki yazımızın konusunu belirleyen

hadiseyi vurgulamamız gerekiyor ama

yazının kaleme alındığı tarih henüz 9

Mayıs olduğu için buna değinemiyoruz.

Bildiğiniz üzere Cumhurbaşkanı, ülke

politikaları bağlamındaki bir

anlaşmazlıktan çok öte, son kertede parti

içerisindeki yapılanma ve parti yönetimi

ile ilgili meseleler sonunda -öncesinde

elbette ülke politikalarındaki ayrım da var-

Başbakan ile yolları ayırma kararı aldı.

Anayasa'da izah edilen hususların sınırları

dışına çıkılıp çıkılmadığı bambaşka bir

yazı konusu ama Başbakan'ın istifa süreci

ve iktidar partisinin yeni genel başkanını

seçme sürecinin başladığı şu günlerde

tarih son sözü söyleyecektir. Şimdi ANAP'lı

yıllara dönelim.

1983 yılında kuruluşun ardından girdiği 6

Kasım seçimleri ile iktidar olan Anavatan

Partisi, lideri Özal'ın deyimi ile dört eğilimi

birleştirme iddiasındaydı. 1980 öncesi

siyasilerinin yasaklı olması nedeniyle

merkez sağda oluşan boşluğu iyi

değerlendiren Özal, 1987 yılında siyasi

yasakların kaldırılmasını oylayan

referandumun sonuçları açıklanmadan

erken seçim kararını açıklamıştı.

Referandum sonucu yasaklar kalktı ve eski

liderler, pek de eskimediklerini

gösterircesine tekrar seçim meydanlarına

döndüler. 1987 seçimlerinde ciddi oy

kaybına rağmen, seçim sistemindeki bazı

uygulamaların avantajıyla bir kez daha tek

başına iktidar olan Özal, 1989 yerel

seçimlerindeki sert düşüşten sonra

karşısına beliren cumhurbaşkanlığı şansını

tepmedi ve ciddi eleştirilere rağmen

ANAP'ın oylarıyla Cumhurbaşkanı oldu.

Cumhurbaşkanlığı yemin törenine

giderken dönemin TBMM Başkanı Yıldırım

Akbulut'a Başbakanlık müjdesini veren

Özal, kendisinden sonraki dönemde

ANAP'ın dümenine geçecek ismi de

belirliyordu.

Yıldırım Akbulut Başbakan olduktan kısa

bir süre sonra Özal'la ilişkilerindeki ahenk

kaybolmaya başladı. Özal'ın gündelik

sorunlara dâhil olması, basındaki

görüntüsünü arka plana almaması ikilinin

ilk aylarında esaslı bir mesele olmadı.

Ancak Körfez Savaşı'nda ciddi kırılmalar

başladı. Özal'ın haftada bir kaç kez ABD

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

16

Devlet Başkanı ile telefon diplomasisi

gerçekleştirmesi, CNN kanalına bağlanarak

demeç vermesi, icranın başı Başbakan mı

Cumhurbaşkanı mı sorularını akla getirdi.

Özal'ın Körfez harekâtına dâhil olmayı

istemesi, Başbakan Akbulut'un tarafsız

kalınmasındaki ısrarı sadece bir hükümet

krizini doğurmadı. Özal'ın aksi görüşünde

olan Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa

etti ve cumhuriyet tarihinde istifa eden ilk

genelkurmay başkanı oldu. Irak'a hava

saldırısı başladığı gece, Londra'dan kalkan

B52 ağır bombardıman uçaklarına hava

koridoru açılması talebi Türkiye'ye

iletildiğinde Özal, bir koridor açılıp

uçakların buradan geçmesini istedi ama

icranın başı Akbulut buna mani oldu ve

gelen talebi reddetti. Körfez Savaşı

boyunca zıt düşen ikilinin bir başka ayrı

düştüğü yer de Paris Şartı görüşmelerinde

oldu. 19-21 Kasım 1990 tarihlerinde

düzenlenen görüşmelerde Türkiye'nin

kimin temsil edeceği meselesi,

görüşmelere her iki ismin de katılmak

istemesinden ortaya çıktı. Neticede hem

Akbulut hem Özal görüşmelerde

bulundular ama imzalar gerektiğinde

Türkiye adına imzayı Özal koydu. Özal,

Akbulut ile yolun sonuna geldiği

düşüncesinde iken ailesinden de geldiği

iddia edilen telkinlerle 1991 ANAP

Kongresi'nde Mesut Yılmaz'ın önünü açma

kararı aldı. Akbulut'a herhangi bir destek

vermedi, ailesinden bazı isimler ise Mesut

Yılmaz ile beraber görüntü vererek,

Özal'ın sempatisinin Yılmaz'a yönelik

olduğu mesajının çıkmasını sağladı.

Gerçekleşen kongrede Mesut Yılmaz

ANAP'ın üçüncü genel başkanı olurken

Akbulut, kısa bir süre sonra ANAP'tan

istifa etti.

Tarihin bir cilvesi midir bilinmez ama

Mesut Yılmaz ve Özal'ın da yolun başında

birlikte olan yıldızları, Başbakan ve

Cumhurbaşkanı unvanları altında

barışmadı. Mesut Yılmaz, parti içerisinde

kendi teşkilatlanmasına hız verirken,

aileden ''nankör'' diye anılacaktı. Özal, 17

Nisan 1993'te ani vefatıyla ebediyete

intikal etmeden önce cumhurbaşkanlığını

bırakarak yeni bir parti kurma

hazırlıklarına giriştiği iddiası da yıllarca

dillendirildi.

ANAP içerisinde eski ve yeni lider

anlaşmazlığında tabi ki Çankaya'ya

çıkanın, icrada kalmak istemesinin

yanında muhalefetin ciddi kıskacının da

etkisi bulunmaktaydı. Nitekim Mesut

Yılmaz yönetiminde 1991 seçimlerine

giren ANAP ancak üçüncü olabilmiş, 1980

öncesinin siyaset figürleri kaybettikleri

mevzilere dönmüş, Demirel'in DYP'si

%27'lik bir oyla seçimlerin kazananı

olmuştu. Özal, bugün birçok ilkle

anılmakta iken Cumhurbaşkanı olduktan

sonra kendi partisinin genel başkanıyla

kavga eden ilk isim olma payesini de

kazanmış oldu. ANAP, ilerleyen dönemde

DYP ile ciddi bir program farkı olmaksızın,

aynı siyasetin dilini konuştuğu halde, bir

birleşimin önünü açmayacak ve 1990'ların

koalisyonlar dönemi olmasında başlıca

sorumlu kurumlardan biri olacaktı.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

17

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

18

19 MAYIS KİMLİK ARAYIŞIMIZDI

Emre ECE

19 Mayıs 1919’da, Samsun’da bir ateş

yakılmış, Türk milleti, esaret altında

yaşayarak, dilini, kültürünü, başka

milletlerin boyunduruğu altında ezdirmek

istemediğini, tüm dünyaya haykırmıştı.

Mustafa Kemal Atatürk ve silah

arkadaşları, arkalarına sadece milletin

gücünü ve kararlılığını alarak, dev güçlerin

başlarını, Sakarya’da, Antep’te,

Çanakkale’de, Kars’ta, İzmir’de, yurdun

dört bir tarafında ezerek, yerli işbirlikçileri

ifşa ederek, milli mutabakat etrafında

buluşmuşlardı.

Anadolu’daki herkes dünyaya geldiğinde

gözünü bu gerçeklere açıyor ve bu

gerçeklere gözünü yumdukça, oradan

oraya savrularak, krizlerle, kavgalarla

karşılaşıyor, kutuplaşıyor, yalnız kalıyor.

Yaşanan tüm siyasi krizler, ama bu taraf,

ama o taraf mühim değil, hep bu gerçeği

göz ardı etmemizden kaynaklı: “Biz bir

millet olmalıyız ve bu topraklar üzerinde

mezhep yahut etnik köken bakılmaksızın,

birbirimize muhtacız.”

Bu muhtaçlığı, hümanizm sosuyla bulayıp,

milli harsı göz ardı ettiğimizde, başka

sıkıntılar ortaya çıkıyor. Örneğin, elinde

silah olan terörist gruba “Bizim de

hatalarımız var, gelin sizi dinleyeceğiz,

anlaşacağız.” dediğinizde, tonlarca

patlayıcıyı, şehirlerinize kadar taşıyıp,

vatandaşlarınızdan vergi alıp, mahkemeler

kurup, egemenliğinizi elinden

çalabiliyorlar. Teröristlerle yapılacak

“anlaşmalar”, aslında “vazgeçişler”,

Kurtuluş Savaşı’ndan, Malazgirt’e ve hatta

çok daha öncesine kadar dünya

sahnesinde boy göstermiş özlerimize

ihanettir. Nesline vefalı olmayanın, milli

duygulardan uzak kalıp egemenliğini

paylaşanın, zamanın seyri içinde millet

olamayanların ya da millet olma özelliğini

yitirenlerin sonu bellidir; vahşilere yem

olmak.

Arapların Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de yem

olması, Lübnan’ın parça parça kavrulması,

Pakistan’ın başının beladan kurtulmaması,

tek bir millet olamamasındandır,

Afrika'daki, tepe ardındaki insanların

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

19

dilini anlamayan, etnik toplulukların

sömürülmesi de.

Farsların, Rusların, Çinlilerin,

Amerikalıların ve Avrupa'daki milletlerin,

önceki örneklerin tam tersi olarak, güçlü

olmasının kaynağı millet olabilmeleridir.

Kurucu etnik köken etrafında perçinlenip,

diğer çeşitli kültürleri de harmanlayan

milletler, farklı farklı siyasi devirleri

geçirseler de nihayetinde bölgelerinde

süper güç oldular.

Türkler ise Osmanlı Devleti’nin çöküş

döneminde, önce gayrimüslimlerin daha

sonra da Müslüman diye güvendiğimiz

halkların hançerini yedikten sonra, Gazi

Atatürk'ün önderliğinde, istiklalimizi,

kimliğimizi inşa ederek, Anadolu’da tek

millet olabildi, bizi biz yapan şeyleri

reformlar ile koruma altına aldı.

Fakat tehlike çanları yeniden bizim için

çalıyor. Uzunca süredir, ayrılıkçı Kürt

terörü ile kimliğimizi, Karunlaşan ve

Firavunlaşan İslamcı hareket ile de

ahlakımızı ve hoşgörümüzü kaybediyoruz.

Kuruluş felsefemize ve değerlerimizden

uzaklaştıkça savruluyoruz. Meselenin,

AKP, CHP, MHP ve hatta HDP meselesi

olmadığını, meselenin kimliğimizi ve "Biz

kimiz?" in cevabını doğru vermek

olduğunu anlamamız gerekiyor.

“Biz kimiz?” sorusunun cevabını, "Türk"

olarak veren kitleler pes etmiş değiller,

umutla, bakabiliyorlar geleceğe, Bozkurt

bakışlı, sarkık bıyıklı yiğitler ayrılıkçı

terörün başını ezerken, Türk

entelektüelleri, gençleri, “Samsun’dan”

yakılacak ateşin dumanını gözlüyorlar.

Özgüven tazeleyip, koordineli hareket

edecek, kaybedilen kaleleri bir bir ele

geçirmek için mücadeleye koyulacaklar ve

Anadolu’nun her bir metrekaresinde,

devletin, milletiyle bir olmasına imkân

sağlayacaklar.

Yetki ve makam sahipleri gibi, “İktidar

olma imkânımız yok” demeyip, iktidar

olmak için kendilerinde yeterli gücü

görüyorlar. Meydanları doldurarak, koltuk

sahiplerini rahatsız edecek ülküye sahip

çıkıyorlar. Bir gün gelecek, padişaha

rağmen, padişahın onurunu kurtarmak

için mücadele eden Milli Mücadeleciler

gibi, 2000’lerin İttihatçıları da,

milletlerinin geleceklerini, ayrılıkçıların ve

çıkarcıların elinden kurtaracaklar. Aksi

halde, tarih sahnesinde silik bir insan

yığını olarak kaybolup gideceğiz.

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

20

GALİP AĞABEY Aslıhan KAYA

“Burada belki inandığım her şeyi

söyleyemeyeceğim ama inanmadığım hiçbir

şeyi söylemeyeceğim.”

İşte böyle giriş yapar Galip Ağabey

çalışmaya başladığı her gazetede yazdığı

ilk yazısına. Hep sevgiyle devam eder. "En

büyük eksiğimiz hala birbirimizi yeterince

sevmeyi öğrenememiş olmamızdır."

diyerek bir nevi ülkücünün yol haritasını

çizer Galip Ağabeyimiz.

Galip Erdem, Fındıklı ilçesinde "Ofluoğlu",

adı ile tanınan bir aileye mensuptur.

Babası, Rasim Bey, annesi ise Zekiye

Hanımdır. Ailenin tek çocuğu olan Galip

Erdem, İlkokulu Fındıklı 11 Mart

İlkokulu’nda bitirir. Babasının memuriyeti

dolayısıyla, Ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi

farklı illerde tamamlar. Babası Rasim

Erdem Narman nahiye müdürlüğüne tayin

edilince, Galip Erdem de Erzurum da lise

tahsiline başlar ve 1949 yılında bu liseden

mezun olur. 8 Kasım 1951'de yedek subay

olarak askerlik görevine başlayan Galip

Erdem, 31 Ekim 1952'de teğmen

rütbesiyle bu görevini tamamlar. 27 Nisan

1953 tarihinde PTT Genel Müdürlüğü

Ankara Yenişehir Merkezi'nde ilk

memuriyetine adımını atan Galip Erdem, 7

Temmuz 1954 ‘de memuriyetten istifa

ederek Maliye Bakanlığı Milli Emlâk Genel

Müdürlüğünde tekrar memuriyete başlar.

6 Ocak 1955 tarihinde bu görevinden de

ayrılır ve daha sonra da İETT idaresinde

takip memuru olarak işe başlar. Ertesi yıl

bu görevinden de ayrılarak GİMA TAŞ'a

girer. Buradaki çalışması da 16 ay kadar

sürer ve bu arada Ankara Üniversitesi

Hukuk Fakültesi'nden mezun olur.

Galip Erdem, Demokrat Parti'nin son

dönemlerinde, 23 Kasım 1959'da

Bayındırlık Bakanlığı'nda kısa süre Tevfik

İleri'nin müşavirliğini yapar.

Tercüman Gazetesi, Yeni İstanbul Gazetesi,

Zafer Gazetesi, Sabah Gazetesi, Bizim

Anadolu Gazetesi, Ortadoğu Gazetesi gibi

birçok gazetede fıkra yazarlığı yapar.

15 Ağustos 1989'da Namık Kemal Zeybek

'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı

APK Başkanlığı'nda uzman olarak görev

yapar. 12 Mart 1997'de Çarşamba gecesi

saat 22.10 da Ankara Gazi Hastanesi’nde

vefat eder. Cenazesi Cebeci Asri

Mezarlığı’na defnedilir.

Galip Erdem’in hayatı yukarıda anlattığım

kişidir. Lakin bizler için Galip Ağabey’i

anlatmak bu kadar kolay değil.

Sıkıntılar başı bucağı sardı mı insanın gözü

çevresinde dayanacağı vefalı bir omuz arar

hem teselli bulmak hem ümitle yarınlara

bakabilmek için. 12 Eylül dönemi…

Milliyetçiliğin, mühim dar zamanlarından

biri… Büyük çilelerin çekildiği, büyük

imtihanların yaşandığı bu zor dönemde

vefa ve samimiyetiyle Galip Erdem, Galip

ağabey olur. Bilhassa Milliyetçi gençliği

hayatın zor şartlarına, tuzaklarına karşı

uyarmayı kendine vazife bilmiş Galip

Ağabey 12 Eylül döneminde Mamak’ta

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

21

görülen meşhur “MHP ve Ülkücü

Kuruluşlar Davası”nın avukatlığını

üstlenen kişidir.

Suçsuz yere ipe çekilen, zindanlarda belki

aylarca akla hayale sığmayacak

işkencelere maruz kalan Milliyetçilerin,

bisiklet pompasıyla akciğerlerine hava

pompalanan, bir binanın bilmem kaçıncı

katından atılarak katledilen gençlerin,

tıpkı Ağabeyleri gibi eğilmeyen, yiğit, mert,

koca yürekli binlerce vatan aşığının

Ağabeyliğini yapan kişidir.

Çağırıldığı “Türk Milliyetçiliğinin

Meseleleri” isimli konferansta kürsüye

çıkıp “Türk milliyetçiliğinin tek meselesi

Türk milliyetçileridir.” Deyip inen kişidir.

“Gün gelir; ecel hükmünü icra eder;

ülkücü, dünyasını değiştirir. “Kalabalık”

O'na acır; daha iyi yaşamış olmasını,

temenni eder. Hâlbuki O, inançları

uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları

için ömrü boyunca, “kalabalığa” acımıştır.”

Tespitini yapıp kalabalığa acıma

duygusunu bizlere işleyen kişidir.

Kızıl ellerden çıkma kara damga

“faşistliğin” komünist olmayanların ortak

sıfatı sayıldığını, Faşist Mussolini

Antalya’ya göz diktiği vakit Türk

milliyetçilerinin ne yaptığını, kana susamış

Stalin’in vatanımızdan parçalar istediğinde

ise her bir sosyalistin nasıl sustuğunu

anlatmayı bize öğreten kişidir.

“Suçlamalar” kitaplarıyla milliyetçilere

yöneltilmiş neredeyse tüm eleştiri ve

hakaretlere bir Türk Beyefendisi üslubu ile

sayfalarca şamar indirip davasını atılan

çamurlardan temizlemiş dava adamıdır.

Daha 15 yaşında “Turan’ı kurtarmaya

gidiyorum!” diye çıkıp Doğu Beyazıt’ta

jandarmalara yakalanıp “Esir Türkleri

kurtaracağım” diye bağıran Türk evladıdır.

İnsanlığın düşmanı Kenan Evren’e sayfalar

dolusu mektup yazıp “İçeriye aldığın bu

gençlerin fikri babası benim, onlar benim.

Onların aldığı bütün fikirler hakkında ben

konferans verdim, seminer verdim, ayrıca

yazdım, onlar okudular. Onlar içerde de

ben niye dışarıdayım? Beni de içeriye al!”

diyen vefalı Ağabeyimizdir. Bizler

inandıklarımıza göre ve inandıklarımız

için yaşayıp kendimizi kurtardıktan sonra

kalabalığa el uzatacak Türk gençleriyiz.

Galip Ağabey’in en çok kullandığı kelime

idi “Sevgi”. Ağabey’den öğrendik ki

karşılıksız sevmeliydik, hasetsiz tertemiz

kucaklaşmalıydık ve almadan vermeliydik

her şeyi, sevgiyi. İnanıyorsak çekmeliydik

çileyi gocunmadan, feda etmeyi ve feda

edilmeyi göze alarak inanmalıydık ve en

önemlisi birbirini sevmeyen, her fırsatta

birbirini yumruklamaya yer arayan artık

bir millet sayılamayacaklarını, Türk

milletini sevmek ülküsünde birleşirken en

çok da birbirimizi sevmemiz lazım

geldiğini her seferinde ifade etmiş fikir

adamıdır.

“Sevenlerin hürriyeti yoktur. Türk’ü

sevenler ve Türk’ü öğrenmek isteyenler,

unutmayın, mademki tek vücudun

hücreleriyiz; birbirimizi sevmeye yalnız

mecbur değil, hatta mahkûmuz."

Önce sevelim birbirimizi, lütfen sevelim.

Sonra kalabalığı sevelim. Karşılıksız,

hasetsiz, makamsız, şöhretsiz, beş parasız

sevelim…

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

22

SULTAN MURAT – PİAGET/ SOYUT

İŞLEMLER DÖNEMİ – SEVGİ Dilek AKILLIOĞLU

İnsan denen varlık kadar değişik başka tür

daha yoktur. Yaradılış, düşünceleri,

doğruları, duyguları ile özgüldür.

Topluluklar oluşturmasına rağmen tane

tanedir, diğeri diğerinden başkadır. Bu

tasarımlar tamamı onun gelişimi ile

ilgilidir. Gelişim ise bir kavram veya tasarı

olarak 19. Yüzyılın başlarında Batı

Avrupalı düşünürler tarafından sürekli

ilerleme olarak anlam kazanmaya

başlamıştır. Gelişim anlayışı örtük bir

kavram olduğu için birden fazla alanda

düşünürlere kaynak olmuştur. Çocuklar

için zihinsel gelişim, Darwin için evrim

teorisi olarak ve daha birçok alanın temel

taşı haline gelmiştir. Bu seferlik çocuğun

gelişimi olarak bizi daha çok

ilgilendirmektedir.

Gelişim süreci dediğimiz şey keşfetme ile

başlamaktadır. Bunu bilişsel beceri olarak

ifade edersek insanoğlu bilgi depolamayı,

bu bilgileri kullanmayı, tutarlı şekilde

elinde tutmayı bilişsel yeteneğinin

gelişmesiyle yapar. Bilişsel gelişim ile

alakalı düşünceler, varsayımlar

incelendiğinde ise Piaget, Bruner ve

Vygosty’nun çocuğun çevresindeki

dünyayı, değişik yaşlarda nasıl ve niçin

gördüğü, algıladığını belirtmeye

çalıştıkları görülür. (Senemoğlu,2007) Bu

yazıda çocuklar ve onların bilişsel

gelişimleri hakkında ilk deneyimlerini

kendi evlatları üzerinde yapan İsviçreli

psikolog, ruh bilimcisi, felsefeci Jean

Piaget’in çalışmaları üzerinden

gidilecektir. Piaget bilişsel evreler için

birçok araştırma yapmıştır. “Zekâ ve

insan”, “Çocuklarla çalışırken Gözden

geçirilmiş klinik yöntem’’ adını verdiği yarı

yapılandırılmış bir araştırma gibi

yöntemler geliştirmiştir. (Bacanlı, 2011:

83).

Piaget’in çocuk gelişimi üzerine yaptığı

analizlere göre bir çocuk doğumundan

yetişkinliğine kadar birçok evreden geçer

ve bu evreler birbirinin zinciridir. Piaget

evrelerin yer aldığı bu gelişim dönemlerini

4 ana başlığa ayırmıştır. Ona göre tüm

çocukların bu gelişim aşamalarından

sırasıyla geçmesi gerekmektedir. Yani bir

gelişim dönemi atlanarak diğerine

geçilemez. Dönemler arasında öncelikli

olarak duyusal motor ve işlem öncesi

dönemi tamamladıktan sonra somut

işlemler dönemi ve daha sonra da soyut

işlemler dönemi tamamlanır.

Psikoloğa göre bu gelişim dönemlerinin

kapsadığı yaş sınırı ve genel özelliklerine

bakacak olursak çocuklar somut işlemler

dönemine 7 yaşında girmekte, nesne ve

olaylara dönük mantıksal

düşünebilmektedirler. Sayı, kütle, ağırlık

gibi kavramları edinmektedir. Nesneleri

farklı özelliklerine göre

çeşitlendirebilmektedir. Düşünceleri

yetişkinlere benzemeye başlar, olgu ve

olaylar arasında bağ kurabilirler.

Dönemin ayırt edici özelliği bunları somut

duyu organları ile yapmasıdır. İşlemleri

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

23

obje, olay, kişi üzerinden yapmaktadırlar.

Yani çocuk somut işlemler döneminde

yaptığı tüm düşünceleri nesneler

üzerinden somutlaştırarak edinmektedir.

11 yaşına geldiğinde ise değişkenleri

birleştirip ayırmaya başlamaktadır.

Varsayımsal, geleceğe dönük ve ideolojik

sorunlarla ilgilenmeye başlar. Doğal olarak

da ergen benmerkezciliği gelişir. Soyut

düşünmeyi bu yaşından itibaren edinmeye

başlamaktadır. Soyut döneme gelen çocuk

artık yetişkinin dünyayı gördüğü gibi

görme yolunda ilk adımlarını atmaya

başlamaktadır. Daha güçlü ve yeni bilişsel

becerileri gelişir, soyut kavramlar

anlaşılır, soyut düşünce analiz edilir,

sentezlenir ve değerlendirilir. Problemler

mantıksal olarak çözülür, düşünce daha

bilimsel olur. Tabi bu bilişsel alanlar

gelişirken bir taraftan da kişilik yapısı

oluşur, ahlak anlayışında temel

değişiklikler belirir. Çocuğun bu çağdaki

en anahtar özelliği de birden fazla seçenek

ortaya koyup, olasılık anlayışını

geliştirmesidir. Ergenliğe geçiş döneminde

daha vurgulu olan soyut dönem onun

benmerkezci düşünce yapısının şekil

almasına da neden olmaktadır. Birey artık

çocukken düşündüğü büyük neden böyle

saçma davranıyor ki savından sıyrılıp

büyük olmaya başladığını hisseder.

Benmerkezci düşünceden dolayı da birey;

herkesin ona baktığını, onu gözlemlediğini

zanneder ve sürekli kendini sahnede

hisseder. Piaget soyut işlemler döneminde

kimliğe ilişkin ilgiler sayesinde bireyin

kültürel, toplumsal, sosyal bağlarını

ördüğünü söylemektedir.

Soyut işlem dönemini betimlerken açık

örneklere başvurursak şunlar söylenebilir;

Ortalama 11 yaş ve üstünü kapsar. Piaget

çocuğun 12 yaşında bu döneme geçiş

yaptığını ergenlik bitene dek sürdüğünü

belirtir. Bireyler analizlerini sentezler

(Wade ve Tavris, 1990; Woolfik,1993).

Çocukluk çağında, somut düşünürken

sadece şimdiki zamana odaklanabilir ve

şimdiki an da yaşayarak adım atabilir

birey. Fakat soyut işlem düşüncesi ile

varsayımsal olarak geçmiş ve geleceğin

sorunsalları ile ilgilenmeye başlar.

Örneğin, küçük bir çocuk dama oyununu

öğrenirken sadece şu an ki adımını

düşünürken, soyut düşünce döneminde

beş altı adım sonrasını ya da rakibin

önceki hamlelerini düşünerek hareket

eder. Artık gerçek nesnelere uyan

işaretlerle kendini sınırlamaz. Sevgi,

nefret, kin, acıma, zaman, öfke gibi

kavramları etkili halde kullanmaya başlar.

Kişinin bu dönemde evrende bir konum

bulma isteği yaşadığı kültürel, sosyal

dokuyla da birleştiğinde yaşam biçimi

ortaya çıkar. Yani bilişsel gelişiminin

getirileri tamamlanmaya başlar. Bir

bakıma dünyaya adım atan insanın çevreyi

anlamlandırmaya çalıştığı evredir. Yani

keşif çabalarıdır. Keşfe başladıktan sonra

çocuğun dünyasını zihinsel olarak

gezmeye başlaması olarak da

adlandırabiliriz. Büyüdükçe sosyal

olmasını, daha önceleri tamamen

benmerkezci tavrının giderek

sosyalleşmesi, onun duygu-düşünce-

yaşam yelpazesinin gelişmesidir. Yetişkine

ulaşmaya başladığı fakat aldığı kararlar ile

yetişkinle eş değer olmadığı çağdır.

Yetişkin benzeri düşünür desek hatalı

olmayacaktır. Soyutu düşünme somut

dokunabilir soyutlamaları kullanarak

işlemleri uygulama gücünü geliştirir.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

24

Başka deyişle düşünceler hakkında

düşünür duygular hakkında duygulanır.

Sevgi denilen soyut kavramın insanın

içine ne biçimde yerleştiğini

gözlemlediğim Sultan Murat eserinde ise

küçük Murat, yaşadığı dönem itibari de

acı, ayrı kalma, hasret gibi soyut

kavramları hayatına erkenden almıştır.

Cengiz Aytmatov’un bu yapıtında küçük

bir çocuğun sevgi ile aşk ile karşılaşması

satırlara dökülmüştür. Yukarıda değinilen

ve Piaget’in bahsettiği gibi çocuk geleceği,

bedenindeki heyecanı, yaşamın değişen

geçişlerini fark etmeye başlamıştır.

Murat’ın uğrunda okulu terk etmek

zorunda kaldığı olayları 1943 yılında

yaşamaya başlamıştır. Eğitimini bırakıp

köyün yetişkin erkeklerinin yerine

getirmeleri gereken sorumluluklarını

omuzlarına almıştır. Hikâye de babası

uzaklarda savaştadır, atını ve kardeşini

Murat’a bırakmıştır. Murat bu dönemde

Mırzagül’ü tanımıştır. Mırzagül önceleri

onun için sınıfındaki herhangi bir kızdır.

Ve fakat daha sonları tuhaf bir düşünce

olarak kabul ettiği bu kızın dikkatini

çekme çabaları, onu sürekli görme arzusu

ile tanışmıştır. Kafasında nitelendirmeye

çalıştığı duyguyu, hayatına alma çalışması

bir çocuğun Piaget’in söylediği gibi soyut

dönemi nasıl içselleştirdiğini

göstermektedir.

Küçük Murat sevgiyi sadece annesine,

babasına ve kardeşine karşı duyduğu o

bağlılık hissi sanmaktadır. Acıları,

korkuları savaşla birlikte anlamaya

başlamıştır. Bunları düşünmenin ona nasıl

acı verdiğini okuldan ayrılıp tarları ekime

hazırlamaya başladığından beri biliyordur.

Ama işte tam bu anlarda bazen onu mutlu

eden, hayal âlemlerinde yüzdüren

düşünceleri olmaktadır. Bunları kitapta

şöyle tarif etmektedir; “ Yavaş yavaş

kaynayarak bir gözeden çıkan ve tatlı tatlı

akan derecik gibiydi bu düşünceler. Onu

hep aynı isme götürüyordu. Önceden

varmadığı bu düşüncelere gitmek için

artık uğraşmıyordu. Kendi kendine biten

otlar gibi doğuyor, onu Mırzagül’e

götürüyor, mutlu ediyorlardı. Onu

düşündükçe bir şeyler yapmak, durmadan

çalışmak, hiçbir felaketten korkmamak,

hiçbir şeye yılmamak gibi coşkuya

kapılıyordu. O günlerde içinde bulunduğu

bu duruma ne ad vereceğini bilmiyordu.

Hele ki onu gördüğünde kelimeleri seçerek

konuşmaya çalışmak, damağının kuruyup

dilinin tutulması, geleceği sürekli

planlamaya çalışması ona pek tuhaf

gelmiş, gülmüştü.”

Murat’ın bu ve bu gibi kendinde anlamaya

çalıştığı benzer satırlar onun çocukluktaki

somut işlemlerin ve sonuçlarından sıyrılıp,

bu soyut durumları bir yerler koymaya

çalıştığını göstermektedir. Muhtemel

yaşayış için uyaranların farklı yanlarını

görmeye, sınıflamaya başlamıştır. Aşk ve

sevgi de bu sınıflamada en başta tanıştığı

nesneden ayrılma bilgisi olmuştur.

Murat’ın evreni işte bu kendi algıları

neticesinde bu şekilde anlamlanmaya

başlamıştır. Geçmişten getirdiği somut

bilişsel ve duyuşsal birikimi kullanmaya

Mırzagül sayesinde başlamıştır. Elde ettiği

deneyimleri kullanmıştır. Çevresinde

bulunan uyarıcılar babasının özlemi gibi

onu gerçek yaşamın duygularını anlamaya

itmiştir. Kitabı okurken onun bir türlü

adını koyamadığı bu süreci fark

edeceksiniz. Murat kendini bir yere

koymaya çabalarken yine kendi içindeki

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

25

değerlerle, babasının, annesinin,

öğretmenin değerler bütünüyle sonuca

ulaşmıştır. Ben kitabı okurken Murat’tan

çok onun çocukça duygularıyla yine çocuk

gelişimi açısından soyut kavramların

olduğu dünyaya nasıl adım attığını

okudum.

Kitaptaki betimlemeler bu ayrılmayı yeni

dünyayı küçücük bir oğlan çocuğunun

dilinden o kadar nadide biçimde

anlatmıştır ki soyut olan bu kavramı bir

tablonun ya da bir fanusun içinde

görebildiğinizi hissedersiniz. Murat’ın

Mırzagül’ü tarif edişi onun için kullandığı

kelimeler, yansımalar bir çocuğun nasıl

sevgiyi edinebildiğini Piaget’in dönemine

ne denli yumuşak ve bir o kadar da şaşkın

halde giriş yaptığını görmenizi sağlar.

Öğrenme döneminde bazı kavramların

tanımlanası gerekmektedir. Tanımlayarak

çocuğun kafasında yer edinebilir.

Oluşabilir. Yani yaşaması gerekmektedir

ki, o öğrenmeyi edinmiş olabilsin. Tıpkı

Murat’ta olduğu gibi sevgi denen

duygunun bir kolu olan aşkı, soyut

düşünce arzusunu kendi kendine

anlamlandırarak öğrenir, edinir. Aslında

bu anlattıklarımın diğer tasviri şu olabilir:

Herhangi bir durumda çocuklar anlamaya

çalışırken var olan kavramlarını

kullanırlar, ama baktılar bu kavramlar

hissedilene yeterli olmuyor, dengesizlik

yaşarlar. O zaman kavramlarında

değişiklikler yaparlar uygun düşünceyi

dengelerler. Murat da Mırzagül için kitapta

bunu yapmıştır. Onun için

düşündüklerinin neden farklı olduğunu

anlamaya çalışmış, çevresel uyarıcıları

düzenleme yeteneği gelişmiştir.

Etrafındaki büyüklerin düşüncelerini

anlamakta zorlanan Murat sevgiyi

ismindeki ufak, etkileyici bir kızda tanımış,

hisleri benlikte oturtmayı başarmıştır.

Yetişkinlerin gördüklerini görebilmeye

başlamıştır. Piaget’in deyişi ile gerekli bir

sonraki dönemine adım atmıştır. Ayrıca

belirtmek gerekir ki romandan kültürel

dokular verilirken Murat, Mırzagül’e karşı

olan duygularını bu kültürel dokudan

besleyerek de anlamlandırmıştır yani,

tıpkı soyut gelişimde bahsedilen çevredeki

etkilerin kişiliğe alınması gibi. Kıza karşı

koruma hissi, onu ve onunla ilgili

düşünceleri gizli tutma aynı zamanda

onunda bu bulut misali görünen ama

tutulamayan şeyin varlığından haberdar

etme güdüsünü hem sorguladığını hem de

vazgeçmeden sürekli istediğini görmüştür.

Sorumluluk almasıyla Murat liderlik, bir

işte başarılı olma gibi şeylerin Mırzagül’ün

dikkatini çekme, ön planda bulunmak gibi

durumları beslediğini bunların ona güven

güçlü olma istenci verdiğini fark etmiştir.

Murat rekabet, endişe, kaybetme korkusu

hislerinde güzel betimleri okumamızı

sağlamıştır.

Sonuç olarak Piaget çocuğun ayırt etme

dünyasını kurma gücünü ergenlik çağının

karmaşasını bilimsel dille eserleriyle

anlatırken Aytmatov’un Murat’ı da

çocuğun kişiliğinin nasıl büyüdüğünü

kendi hayatıyla okuyucuya sunmuştur.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

26

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ VE BİLGE

KURT Hilal CEZAYİRLİ

Elif Banu’ya…

Hayat dediğin nedir ki keşfetmedikten

sonra? İşte orada koca bir orman nehirleri,

çağlayanları, sarp kayalıkları, yabani

orkideleriyle beni bekliyor, keşfetmem

için. Her zaman yürüdüğüm patikadan üç

beş adımcık içeri giriversem olacak!

Dokunabileceğim, koklayabileceğim,

tadabileceğim, görüp duyabileceğim.

Tanrının bana verdiği bu güzel hayatı tüm

duyularımla hissederek doyasıya

yaşayabileceğim. Yeniden nefes

alabileceğim, yeniden doğacağım adeta. Bu

kadar yakınında olup da o patikadan dışarı

çıkamamak beni çıldırtıyor. Bu patika,

babamın bizim için yaptırdığı bu kısa ve

güvenli, bu konforlu, bu aydınlatılmış, bu

şirin patika beni boğuyor…

Büyükannemin evi ormanın diğer ucunda...

Oraya yüzlerce kez gittim ormanın

kıyısındaki patikamızı kullanarak. Ama

hep aileden birileri vardı yanımda. Kazık

kadar oldum, hala aileden birileriyle gidip

geliyorum büyükanneme. Ormanla ilgili

söylentiler ve tehlikeler ailemi korkutuyor

çünkü. Bizim, ormanın biraz dışında

güvenli, büyük, güzel bir evimiz var. İçinde

harika atlar olan bir ahırımız,

tavşanlarımız ve tavuklarımız var.

Kardeşimle benim için devasa

ağaçlarımızın üzerine kondurulmuş birer

ağaç evi ve aynı ağaçların dallarına kurulu

salıncaklarımız da var. Bu asırlık ağaçlar

bizim köklerimizi temsil ediyor, onlara

hem aitiz hem de sahibiz. Ormancılıkla

geçinmeye çalışan yoksul halkımız

düşünüldüğünde çok şanslıyız aslında.

Örneğin benim babam geçinmek için değil

spor olsun diye avlanıyor ormanda. Ancak

benim onunla birlikte avlanmam yasak

çünkü kendisi bu zevki yüzünden sayısız

tehlikeler atlatmış zamanında. Bu nedenle

bana, sevgili kızına uygun gördüğü hayat

tehlikeli orman maceraları içermiyor ne

yazık ki. Bu güzel, bu sağlıklı, bu steril, bu

güvenli, bu öldürücü hayatta öyle günlerim

oluyor ki ellerim, ayaklarım, gözlerim ve

kalbim benim değilmiş gibi hissediyorum.

Bahçemizdeki ağaçlar eski büyük

ormandan kalma. Ellerimizi, çamaşırımızı,

bulaşığımızı ormandan çıkıp bahçemize

ulaşan nehrin suyuyla yıkıyoruz, ormanın

içindeki dağdan gelen billur ve serin suları

içiyoruz kana kana. Bahçemizde

tozlaşmayla birbirinden güzel orman

çiçekleri açıyor, orman yemişlerinin her

türlüsünü tadıyoruz doya doya. Ama bütün

bunlar doğrudan ormanın içine girmenin,

o ihtişamı, o güzelliği yaşamanın tadını

vermiyor ki insana. Acaba bu nehrin

kaynağı neresi? Ormanda bizim bahçede

olmayan çiçekler, ağaçlar ya da farklı

hayvanlar var mı? İnsan merak ediyor.

Hayvan demişken, ormandaki kurt

efsanesini buralarda bilmeyen yoktur.

Eminim siz de duymuşsunuzdur. Hani şu

kötü, çocukları kandırıp yiyen hain kurt...

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

27

Kimi zaman, yaz gecelerinde pencerem

açık yatarken uzaklardan gelen, belli

belirsiz bir uluma duyar gibi olurum.

Çocukken bu sesten ürker, hemen

pencereyi kapatırdım. Ama artık bu bir

oyun gibi oldu benim için. Sanki Kurtla

annem ve babam duymadan sohbet

ediyorum. Onu hiç görmedim ama sanki o

beni tanıyor, çok merak ettiğim ormana

gitmem için beni cesaretlendiriyor…

Babam birkaç günlüğüne ava gitti. Bugün

de aksi gibi hem kardeşimin ateşi var hem

de büyükannem her zamanki gibi rahatsız.

Annem şu an mutfakta bir yandan

kardeşime çorba yapıyor, bir yandan da

büyükannemin sevdiği kurabiyeleri

pişiriyor. Benim görevim kardeşimin

başındaki ıslak havluyu değiştirmek ve

kusarsa anneme haber vermek.

Anlayabileceğiniz gibi durumum pek iç

açıcı değil. Of, annem çağırıyor! Beni biraz

bekler misiniz? Hemen gelirim.

Bilin bakalım ne oldu? Ben, biraz sonra,

TEK BAŞIMA büyükanneme kurabiye

götüreceğim! Evet, yanlış duymadınız, tek

başıma! Şimdilik hoşçakalın. Dönüşte size

olan biteni anlatacağım, söz!

Tekrar merhaba. Uzun zaman oldu,

farkındayım. Ama size olanları

anlattığımda neden bu kadar uzun süre

ortalarda görünmediğimi anlayacak ve

bana hak vereceksiniz eminim. Başıma

öyle ilginç şeyler geldi ki! Sizi daha fazla

meraklandırmadan hemen anlatayım bari.

Bazılarınız belki şimdi yazacaklarıma

inanmayacak ama önemli değil. Bunların

hepsi gerçekten oldu, bana inansanız da

inanmasanız da…

O gün kurabiye sepetimi alıp yola çıktım.

Annem binlerce defa patikadan

ayrılmamamı, pelerinimin kapüşonunu

gözlerime kadar indirip, başım önde hızlı

adımlarla büyükanneme gidip aynı şekilde

hızlıca geri gelmemi tembih etmişti.

Esasında o gün içimde büyük bir heyecan

vardı ama bunu ilk defa tek başına yola

çıkacak olmama veriyor, daha büyük bir

olay olmasını beklemiyordum. Hatta yolun

büyük bölümünde de anormal bir durumla

karşılaşmadım. Ancak büyükannemin

evine giden patikada son dönemece

yaklaşırken O’nun sesini duyar gibi oldum.

Durmamam gerektiğini biliyordum ama

içimdeki ses karşı konulmaz şekilde bana

durmamı söylüyordu. Durdum… O sırada

güçlü bir rüzgâr pelerinimin kapüşonunu

açtı. Artık etrafı çok net bir biçimde

görebiliyordum. Yıllardır defalarca

yürüdüğüm bu patikada bir gün olsun

başımı kaldırıp ormana bakmamış

olduğumu o an fark ettim. Belki sorun

ormana gitmemi yasaklayan ailemde değil

de patikada yürürken aslında ormanın tam

içinde olduğunu fark edemeyen, gözlerini

yerden bir an olsun kaldırmaya cesaret

etmemiş olan bendeydi. Tam bunları

düşünürken sağ tarafımda onun nefesini

hissettim. Garip ama hiç korkmadım!

Sonra korkmadığım için kendimden

korktum. “Acaba bir şeyler yanlış mı

gidiyor? Korkmam gerekirdi!” diye

düşündüm.

“Niçin korkman gereksin ki? Bu yola neden

çıktığını, ne istediğini gayet iyi biliyorsun!”

“Evet, tabii ki biliyorum. Büyükanneme

kurabiye götürmek istiyorum. Bu yüzden

yola çıktım. Sen kurt musun? Ben seninle

mi konuşuyorum?”

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

28

“Evet. Ta kendisi. Bendeniz Kurt. Nasıl

anlattıkları kadar korkunç muyum?”

“Pek sayılmaz ama yine de seni pek

tanımıyorum. Belki beni kandırmak için

böyle masum duruyorsundur. Amacın beni

ve büyükannemi yemektir belki...”

“Seni kandıran ben değilim güzelim. Esas

sen kendini kandırıyorsun. Bu yola çıktın

çünkü ormanı ve beni merak ediyordun.

Buna düşünce gücü deriz. Bir şeyi

yeterince istersen bütün evren senin için

seferber olur ve gerekli kapılar açılır.

Aslında tek başına çıktığın bu yolculuğu

bilinçaltında planlayan sensin. Geceleri

konuştuklarımızı hatırla. Onlar gerçekti.

Şimdi söyle bana, yaşlı ve hasta

büyükannen, dişleri olmayan o zavallı

kadıncağız bu kurabiyeleri nasıl yesin?

Hmm?.. Bir kez olsun annenin ona neden

kurabiye gönderdiğini sorgula küçük kız!

Hasta ve yaşlı büyükannenin o yağlı

kurabiyeleri yiyerek iyileşeceğini

düşünecek kadar hayalperest biri mi senin

annen? Peki ya büyükannen? Neden sizinle

birlikte o koca evde yaşamıyor da

ormanda yaşamayı tercih ediyor dersin?

Orman bu kadar tehlikeliyse o yalnız ve

yaşlı kadın bunca yıl ormanda nasıl tek

başına hayatta kalabildi? Diyelim ki şansı

yaver gitti, peki, sence büyükannen

ormanın gerçek güzelliklerini asla

göremeyecek kadar korkak bir torun

olmanı ve ona asla yiyemeyeceği yağlı

kurabiyeler getirmeni mi isterdi yoksa

yüreğinin sesini dinleyip ormanı

keşfetmeni mi tercih ederdi? İşleyeceğine

inanmadığın bir çarkın dişlisi olmaya

çalışmaktansa kendin ol küçük kız. Hayatta

en büyük tehlike yüreğinin sesine

kulaklarını tıkamaktır unutma. Eğer

istersen sana ormanda rehberlik

yapabilirim. Ya da seni sonsuza dek rahat

bırakabilirim. Seçim senin.”

Bunları söyledikten sonra cevabımı

beklemeden hızla uzaklaştı. Bana

söyledikleri karşısında kendimi tam bir

ahmak gibi hissetmiştim. Bunca yıldır

böyle bilinçsizce yaşamış olmak, bu

gerçekleri hiç sorgulamamış olmak beni

rencide etmişti. Kurt’a değil kendime

kızgındım. Ama ne peşinden gitmeyi

gururuma yedirebiliyordum ne de orda

öylece durup bana korkak denmesine

gönlüm razıydı. O sırada daha önce hiç

görmediğim bir çiçek gözüme takıldı. Onu

almak üzere patikadan çıkıp biraz

yürüdüm. Sonra bir başkasını, bir

başkasını derken patikadan epeyce

uzaklaşmışım. Çağıl çağıl çağıl bir su

sesiyle kendime geldim. Bulunduğum

yerin biraz aşağısında gürül gürül akan bir

nehir vardı. Bu, bir kolu bizim bahçeye

ulaşan büyük nehir olmalıydı. Bir anda

kaynağını bulma hevesi düştü içime. Ama

sarp kayalıklardan aşağı inmek için

cesaret gerekiyordu.

O an Kurt’un nefesini yeniden hissettim.

Onu göremiyordum ama onun beni bir

şekilde gördüğüne emindim. Büyük bir

cesaretle nehir yatağına doğru inmeye

başladım. Birkaç kez düştüm, canım çok

acıdı ama direndim. Sonunda nehir

yatağına varmıştım. Artık yokuş yukarı

tırmanmam ve kaynağı keşfetmem

gerekiyordu. Yol uzun ve zor, orman

ıssızdı ama kurdun nefesinin her an yanı

başımda olduğunu hissetmek bana tuhaf

bir güven duygusu veriyordu. Ara sıra

dinlenmek için biraz durduğumda o güne

kadar hiç görmediğim birçok farklı hayvan

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

29

ve bitki görüyor, o ana kadar hiç

tatmadığım meyveleri tadıyordum. Elimi

bazen bir yaban meyvesine uzattığımda

kurdun çeşitli hilelerle (önüme bir taş

veya kütük yuvarlamak gibi) beni

onlardan uzak tuttuğunu fark ediyordum.

Bazı meyveleri yememe ses çıkarmıyordu.

Böylece birbirimizi hissedip anlıyor ve hiç

konuşmasak da birlikte yola devam

ediyorduk. Arada yine türlü oyunlarla beni

yüksek bir tepeye çıkarıp etrafı kuş bakışı

görmemi, araziyi anlamamı ve yön tayini

yapmamı sağlıyordu.

Bu uzun, tehlikeli ve bir o kadar keyifli

yolculuktan sonra nihayet nehrin kaynağı

olan şelaleyi görmeyi başarmıştım.

Öylesine mutluydum ki büyükannemin

evini hiç bulamayacağım ve bir orman

çocuğu olarak hayatımı sürdürmek

zorunda kalacağım gerçeği bile beni eskisi

kadar korkutup üzmüyordu. Uzunca bir

süre, bir taşın üstüne oturup şelaleyi

izledim. Kendimi onun bir parçası gibi

hissediyordum. Küçük bir kızın

hissedebileceğinden çok daha güçlü, çok

daha güvendeydim. Yuvamdaydım,

biliyordum.

Neden sonra havanın karamaya

başladığını fark edip geceyi

geçirebileceğim bir ağaç kovuğu bulmak

üzere ayağa kalktım. Kurt’a bakındım,

yoktu. İçimde onu hissetmeye çalıştım ve

ayaklarımın beni götürdüğü yöne doğru

yürümeye başladım. İlerledikçe yolun ve

ağaçların garip bir biçimde bana tanıdık

gelmeye başladığını fark ediyordum. En

sonunda karşıma çıkan manzara büyük bir

şaşkınlık yaşamama neden oldu. Epey

uzun ve dolambaçlı bir yoldan da olsa

sonunda büyükannemin evine varmıştım!

Koşarak kapıya ulaştım.

İçeri girdiğimde her şey olması gerektiği

gibiydi. Büyükannem yatağındaydı.

Yorganını kafasına çekmişti. Bizi hep böyle

karşılar. Çünkü o yaşlı ve hastadır.

Yataktan hiç çıkamaz. Biz de

kurabiyelerini bırakır ve çok fazla

oyalanmadan eve döneriz. O nedenle yüzü

gerçekte nasıldır pek bilmem. O gün de her

zaman olduğu gibi sessizce yaklaştım ve

dedim ki:

“Büyükanne ben geldim. Biliyorum

geciktim. Bugün yaşadıklarımı anlatsam

eminim bana çok kızarsın ama öylesine

güzel ve heyecan verici bir gün geçirdim

ki!”

“Biraz daha yaklaş kızım, seni

duyamıyorum. Lambayı da yak ki seni

görebileyim” dedi. Onun evine ilk kez gece

vakti geliyordum. Yanına gittim ve

başucundaki gaz lambasını yakmaya

uğraştım. Ona ilk kez bu kadar

yaklaşmıştım ve gördüğüm şey beni çok

şaşırtmıştı:

“Aaa… Büyükanne, kulakların ne kadar

büyükmüş senin!”

“Seni dinlemeye hazırım da ondan”

“Gözlerin de çok büyükmüş!”

“Gerçekte kim olduğunu görmeye hazırım

da ondan”

“Peki ya ağzın? Böyle büyük ağız olur mu

hiç?”

“Sana anlatacak çok şeyim var da ondan”

dedi ve yorganı açtı.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

30

“Sen büyükanne değilsin! Sen kurtsun!

Söyle çabuk, büyükannem nerede? Yedin

mi onu? Sana neden güvendim sanki ne

aptal kızım ben!” diyerek ağlamaya

başladım. Çığlık çığlığa bağırıp

tepiniyordum. O sırada babam avdan

dönüyormuş ve büyükannenin evinde bir

şeylerin ters gittiğini anlamış. Hemen

büyükannemin evine koşmuş. Beni o halde

görünce Kurt’a döndü ve “Ona gerçeği

anlattın mı?” diye sordu. Kurt “henüz

değil” diye yanıtladı. Şaşırmıştım. “Neler

oluyor burada? Siz tanışıyor musunuz?”

dedim. Babam Kurt’a döndü ve dedi ki

“Kurt, ağzındaki baklayı artık

çıkarabilirsin. Bize yıllarca yardım ettin. O

yüzden bu açıklamayı ona senin yapmanı

istiyorum”. Ve Kurt olan biteni anlatmaya

başladı.

Meğer bütün bunlar bir sınavdan

ibaretmiş. Bir çocuğun ruhunun gerçekten

ormana ait olup olmadığı böyle

anlaşılırmış. Önce bir kurt hikâyesi

anlatılır, ormanın tekinsizliğinden

bahsedilir ve çocuklara mümkün

olduğunca ormandan uzak durmaları

tavsiye edilirmiş. Sadece ormanın gerçek

çocukları yüreğinde duyduğu çağrıya karşı

koyamaz ve her şeyi göze alarak ormana

girermiş. Kurttan korkmak yerine

yüreğinde onun rehberliğini hissedip sarp

kayaları aşan, şelaleyi bulup tüm ormanın,

dağın ve suyun ruhlarıyla bütünleşebilen

çocuk cesaretini ve kişiliğini ispatlamış

olur, bir ad almaya hak kazanırmış.

Evet, hepinizin bildiği gibi bana da

“Kırmızı Başlıklı Kız” adını verdiler. Babam

bilge Kurt’un yıllardır bu ormanda olan

biten her şeyi bildiğini, onun aslında

hepimizin büyüğü olduğunu, ruhlarımızın

ona derin bir bağ ile bağlanmış olduğunu

ve yüreğinin sesini dinleyip kendi özgür

seçimlerini yapan, sorumluluk almaktan

korkmayan ve inandıkları uğruna emek

harcayan herkesin bu ormanda güvende

olacağını söyledi.

Dediğim gibi ben bugün artık farklı biri

gibi hissediyorum kendimi. Sizler, sevgili

arkadaşlarım! Umarım içinizdeki bilge

kurtla iletişiminiz hiçbir zaman kopmaz.

Unutmayın ki her mutluluk bir cesaret ve

sorumluluk karşılığında bize verilir. En

mükemmel haliniz, kendiniz olabildiğiniz

zaman ortaya çıkar. Bilge kurt içinizde ve

size rehberlik etmeye hep hazır. En derin

köklerinizi, nehirlerinizin kaynağını,

aslında parçası olduğunuz o muhteşem

ormanı bir gün sizin de keşfedebilmeniz

dileğiyle…

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

31

BİR MEVSİM DÖNÜMÜNDE AYILDIM Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Önce senin yalnızlığınla çarpıldım

Sonra uzak iklimlerden buğdaylar

Çarptı başıma o günün akşamında

Bir mevsim dönümünde ayıldım da

Kafamda busen ve ilkçe raylar

Bir Mekkî kuyusuna, Bedevi şamına

Yatak ucunda ölü günlerden sayıldım

Beni idama geren yastığım ve yaylar

Kandım bir şafak vakti şamanına

Şamandan öncesiydi hülyadaydım

Etrafımda bin yıldızlı akşam ve aylar

Vakitli yuhumdan bin akşam namına

Hiç doğmamış gibiydim uyandırıldım

Göz diplerimde Eylül Ekim gibi aylar

Çağrıldım uyuşmuş hakan fermanına

Bir ses işitildi sanki zindan gibi yıldım

Sesten titredi beynimin içindeki aktif

faylar

Bırakıldım işte yalnızlığımın akşamına

Yalnızlıktan, akşamdan usanıp yıldım

Hâlâ başımda öter buğdaylar, raylar

Şaman beni terk etti Bedevi yaşamına

Önce senin yalnızlığınla çarpıldım

Sonra uzak iklimlerden

Buğdaylar çarptı başıma

O günün akşamına

Bir mevsim dönümünde ayıldım

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

32

- GEZİ KÖŞESİ -

BEDRİN ASLANLARI’NA VEFA İLE… Burçin ÖNER

Milli Düşünce Merkezi Gencay Grubu’nun

“Ok’un Yönünü Sen Belirle!” sloganı ile

başlattıkları 2015-2016 eğitim/etkinlik

programlarının açılış etkinliği, bugün

özgürce nefes almamızı borçlu olduğumuz

ulu önderin ebedî istirahatgahının,

Mağusa’ya “Gazi”lik unvanı kazandıran

komutan Oğuz KALELİOĞLU’nun heyecan

verici anlatımı eşliğinde 14 Kasım 2015

günü yapılan ziyaret olmuştu.

“Karanlıktan aydınlığa çıkan duaya

Bismillah!” demek için çıktığımız bu uzun

soluklu yolculuğun bu seneki son durağı

Çanakkale ve Bursa oldu. 13-15 Mayıs

2016 tarihlerinde gerçekleştirilen gezi

kapsamında 44 Gencay, Çanakkale ve

Bursa illerimize doğru yola çıktı.

14 Mayıs sabahı varılan Çanakkale’de

yapılan kahvaltı sonrasında Çanakkale

Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan kılavuzu

Erol DEMİRAĞ Beyefendi eşliğinde

eskiden çalılık olan ve ecdadın asil kanı ile

sulanmasıyla yemyeşil bir hâl alan,

memleketimizin gözünün nuru, elinin

emeği, yüreğinin sızısı olan şehitlikler

gezimize başladık.

Feribotla karşıya geçerken tüyleri diken

diken eden ilk manzara, Gelibolu

yarımadasından Eceabat’a doğru uzanan

yamaçtaki “Dur yolcu!” yazısı oldu.

Sonrasında savaş süresince önemli bir rol

oynayan, denizde bir set anlamına gelen

Seddülbahir ve denizde bir kilit manasına

gelen Kilitbahir kalelerinin tarihi geçmişi

ile mest olduk. Devamında dilimize

Fransızca’dan geçen ve “bonet” denilen

tepeciklerin savaşta cephaneye gelebilecek

zararların önüne geçilmesinde oynadıkları

rolü dinledik. Hikâyesi dillere destan olan

Seyit Onbaşı’nın heykeli yanında durmak

bile insanın göğsünü kabartırken içine

gururla karışık bir ürperti veriyordu.

Gelibolu yarımadasında dolaşırken Akif’in

“Bastığın yeri toprak diyerek geçme, tanı /

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı”

dizelerini aklınızdan bir an olsun

çıkartmak mümkün değil. Zira siz

aklınızdan çıkartsanız yere basarken

titreyen ayaklarınız buna izin vermez. Bu

tarifsiz duygularla ilerlerken karşınıza bir

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

33

“Meçhul Asker” kabri gelirse aklınızdan

geçecek cümleler olsa olsa şunlar olur:

“Türbesi yakışmış bu kut’lu tepeye / Yattığı

toprak belli, tuttuğu bayrak belli / Kim

demiş meçhul asker diye?”

Başınızı biraz çevirdiğinizde bütün

ihtişamı ile sizi selamlayan Çanakkale

Şehitlik Abidesi ile karşılaşırsınız. O “çakı”

gibi verilen selama kayıtsız kalmak ne

mümkün? Yürek çarpıntısı içinde bir

“hazır ol!”a geçiş anı… Devamı mı?

Boğazlarınız patlayana kadar okuduğunuz

bir “andımız” olur; “Varlığım, Türk

varlığına armağan olsun!”

Okyanuslar aşıp gelerek “savaştaki

zarafeti” gören ve bu vatanın kucağında

yatma şerefine nail olan Anzak

askerlerinin çıkartma yaptığı Arıburnu’na

takılıyor gözlerimiz. Gerimizde düşmana

teslim olan bir hain; “Hain Tepe” ve sadece

80 kahraman askeri ile aman vermeden

çarpışan “Cesaret Tepe”… Ne büyük bir

heybetle dalgaların sürüklediği o garip

askerlerin istirahatgahlarına bakıyorlar.

Bakmıyorlar; adeta onların da nöbetini

tutuyorlar; taş atana ekmek atar gibi…

İlerliyoruz. İnsan bütün anlamlı sayıları

unutulabilir değil mi? Yıl dönümleri,

yaşlar, sınav puanları, mülakat sonuçları,

her şey… Bütün bunların içinde, hepsinin

içinde biri unutulmamalıdır. Unutursak,

kalbimiz kurusun deriz ya işte tam da

öyle… Unutursak, kalbimiz kurur. 57

sayısı… Aslında basit bir sıra sayı

sıfatından bahsediyoruz. Kim der ki

Türk’ün şanlı tarihinin, alnı apak

sayfalarından birinde yerini alacak! 57.

Alay… Anzak çıkartmasını durdurmak için

destek kuvvet olarak gönderilen 57. Alay,

Conkbayırı’na ulaşıp ulu atanın verdiği

“ölüm emri” ile birlikte taarruza geçmiş ve

kısa sürede mevcudunun üçte ikisini

kaybetmiştir. Bir destek grubu haline

gelen alay, sonraları Filistin ve Sina

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

34

Cepheleri’ne gönderilmiş; burada büyük

katkılar sunmuş olmasının yanında büyük

de kayıplar vererek 260 kişilik bir

mevcuda düşmüştür. Kalan mevcut da

İngilizler tarafından esir edilmiştir.

Gözünü çevirdiğin, adımını attığın her

yerde varlıklarını hissettiren ve hâlâ

“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli

Türkleriz” naraları atan bu kahramanların

anısına o günden beri Türk ordusunda 57.

Alay bulunmamaktadır. Şanları yürüsün!..

Son durak, Conkbayırı… Anafartalar’ın

kudretli komutanının “Karşılıklı siperler

arasındaki mesafe sekiz, on metre, yani

ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin

hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci

siperdekiler onların yerine geliyor, fakat ne

kadar imrenilecek bir soğuk kanlılık ve

tevekkülle biliyor musunuz?.. Öleni görüyor,

üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor ve en

ufak bir çekinme bile göstermiyor.

Sarsılmak yok… Okuma bilenler Kuran’ı

Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye

hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i

Şahadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk

askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret

ve tebrike değer bir örnektir. Emin

olmalısınız ki Çanakkale muharebesini

kazandıran bu yüksek ruhtur." Sözlerine

mazhar olan askerin kanını döktüğü,

canını verdiği ama bir karışından bile

vazgeçmediği Conkbayırı… O ruh ki

Çanakkale’yi geçilmez kılıyor, o ruh ki

Mustafa Kemal’i ufacık bir saat suretine

bürünüp de koruyor ve o ruh ki milli

mücadelenin tohumlarını yüreklere

serpiyor.

Sami Paşazade Sezai’nin dediği gibi:

“Çanakkale müdafaası, üç mucizeler

muharebesidir. Hali kurtardı; maziye

hamaset ve azametini iade etti;

vatanımızı bir vatan-ı ebedi yaptı.”

Peşi sıra yaşadığımız duygu yoğunluğunun

tezahürünü beyaz sayfalara döküyoruz;

geçmişin şanını yüreğinde taşıyan,

bugünün vatan bekçilerine (Mardin

Nusaybin’de görev yapan asker ve

polislerimize) saygı ile…

“Siz bizim için biz sizin için

Her şey uğruna ölünen bu vatan için

Sen üzülme sakın; rahat olsun için

Bizim bütün dualarımız sizin için…”

Biraz daha geriye gidiyoruz. Kuruluş’a…

Bursa’ya… “Ey şanlı mazi!.. Biz seni

biliriz.” demek için de yolda bir bilgi

yarışması düzenliyoruz; Çanakkale’de

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

35

şehidini makberden peygamber kucağına

uğurlayan, Bursa’nın Yunan ayağının

altında ezilmesine sızlanan Akif’in “Bülbül”

feryadını ta içimizde hissederek. Orhan

Gazi’ye gidiyoruz ahd-e vefa nasıl olur

yerinde görmek için; verilen söz nasıl

tutulur, bir evlat babasının vasiyetini nasıl

yerine getirir… Gök delinmişçesine

yağmur indiriyor yeryüzüne; sanki Orhan

Atamız’a, kolumuzdan tutup “babamın

huzuruna edeple çıkın, benim vefamla

gidin yanına” diye tembihlemesi için

zaman kazandırıyor.

Osman Gazi’miz… Tüm kudretiyle

karşımızda… Ötelerden sesini işitiyoruz,

sanki yanı başımızda gibi: “(…) Bir kimse

sana Allah’ın buyurmadığı sözü söylese sen

onu kabul etme. Eğer bilmezsen Allah ilmini

bilene sor. Bir de sana itaat edenleri hoş tut.

Bir de nökerlerine daima ihsan et ki senin

ihsanın onun hâlinin tuzağıdır.”

Dönüyoruz, bir emanet… Uluca… Usulca…

Usulünce… Hat sanatının, mimarinin ve

bilimin estetikle buluştuğu, adeta iç içe

geçip meşk ettiği uhrevî bir ortamdayız,

Ulu Camii’de… Pirimizin pirini anıyoruz,

Somuncubaba’yı… “Sırrımızı açık ettin

evlat; gayrı bize buradan gitmek düşer”

diye hayıflanmaları kulaklarımızda…

Kısa ama akıllarda yer eden, gönülleri

dolduran bir iki saat geçiriyoruz, Bursa’da.

Üzerimizde İskender kokusu,

damaklarımızda kestane şekeri tadı ile

ayrılıyoruz.

Şarkıların türkülere, türkülerin marşlara

ve şiirlere karıştığı bir yolculuk ile

Ankara’mıza dönüyoruz.

Atiden maziye bir vefa gezisiydi bu. Günün

sonunda heybemizde kalan şu oldu:

“Avuçlarından umut içtiğimiz adamlar

var bizim… Atiye doğru adım atarken

gözlerimizin ışıl ışıl parlaması ondan

sebeptir.”

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

36

millikanal.com

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 52 - Mayıs 2016

GENCAY

Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını

millikitap.com adresinden indirebilirsiniz.