48

Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

Embed Size (px)

DESCRIPTION

http://www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 1 - Şubat 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI / Fatma ORAKÇI

AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR SOYKIRIM: SREBRENİTSA / Alperen KIZIKLI

OĞUZ BELDESİ AHISKA / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE

ÇEÇENYA / Serhat ÇAKIR

DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI: ‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ / Sertaç EKEMEN

NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA / Elif Kumru PAKSOY

IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK / Metehan ÇAĞRI

RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU

ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP / Recep BAYRAM

ÜRETİM ve TÜKETİMDE MİLLÎ OLMAK / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK

BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKÇI

Kapak T. : M. Bahattin DOĞANAY - Logo: Merve SUKAŞ - Redaksiyon: Taha DOĞANAY

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

1

ASRIN VAHŞETİ: HOCALI SOYKIRIMI Fatma ORAKÇI

Kanayan Yara: Hocalı

Hocalı, stratejik olarak Karabağ dağ

silsilesinde Ağdam - Şuşa, Eskeran -

Hankendi yollarının üzerindedir.

Hankendi’den 10 km uzaklıkta,

Hankendi’nin güneydoğusundadır. Yukarı

(Dağlık) Karabağ Bölgesinin en önemli

tepelerinden birinde olan Hocalı Köyü,

stratejik olarak Ermenistan Silahlı

Kuvvetleri için askeri bir hedef niteliğinde

idi. Hankendi ile Ağdam’ı bağlayan

güzergâhta bulunan köy, tek havaalanı için

üs konumunda idi. 936 km karelik alana

sahip olan Hocalı’da 2605 aile barınmakta

ve 11365 kişi yaşamaktaydı.

Hocalı Soykırımının Zemini

Asrın en acımasız soykırımını

gerçekleştiren Ermeniler; iddia etikleri

1915’te yaşanılanların öcünü, Hocalı

Türklerini katlederek alacaklardır.

Ermenilerin kini, Karabağ’ın 7 Temmuz

1923’te Azerbaycan’a bağlanması ile

başlamıştır. Problemler de bundan sonra

zuhur eder. Sosyal hayata zuhur eden bu

sorunların üstünün kapatılması da

Ermenilerin kininin yıllar sonra dışa

vurumun tablosudur.

1887’nin 18 Kasım’ında Fransa’da

Aganbekyan’ın “Dağlık Karabağ

Ermenilerindir ve bu topraklar

Ermenistan’a ilhak edilmelidir”

şeklindeki açık beyanatı Azerbaycan

Türkleri ile Ermeniler arasında

sürtünmeyi hızlandırır.

1988’de Dağlık Karabağ’da konuşlanan

Ermeniler; mitinglerde Karabağ’ın

Ermenistan’ın bir toprağı, bir uzvu olduğu

yönünde bir söylem atarlar ortaya.

“Karabağ Komitesi” adlı komitede cem

eden Ermeniler, Dağlık Karabağ’ın

Ermenistan’a bağlanması ve bunun

resmen tanınması amacıyla bürokratik

faaliyet başlatırlar. Bu komite tarafından

oluşturulan silahlı gruplar Karabağ’a

yerleştirilir ve 25 Temmuz 1990’da

Gorbaçov, SSR Kanunları haricinde silahlı

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

2

grupların kurulmasını yasaklayan ve

silahların saklanması halinde silahlara el

konulmasını hedefleyen bir kanun

yayımlar. Bu kanun doğrultusunda

Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde av

silahları da dâhil olmak üzere silahlar

toplatılır. Dağlık Karabağ Bölgesinde ise

bu uygulamada Rus askerleri

görevlendirilir.

Karabağ olayları başlayana dek

Azerbaycan Türkleri 78 köyde yaşamakta

iken olayların akabinde sadece 5-10 Azeri

köyü kalır. 1990’ın Ağustos ve Eylül

aylarında Ermenilerin saldırıları doğrudan

Azerbaycan Türklerine yöneliktir. Yollar

kesilir, otobüsler basılır, birçok köy enkaza

dönüştürülür ve tamamen haritadan

silinme noktasına getirilir. Bütün bu

vakalar, katliamın sadece arifesidir

aslında...

Soykırıma Adım Adım

1991’in Ekim ayında Hocalı Köyü ablukada

idi. 30 Ekim’de kara yolu ulaşıma

kapatılmış ve tek ulaşım vasıtası olan

helikopter de vurulup 40 kişi

öldürülmüştür. 2 Ocak’tan itibaren

elektrikler kesilmiş ve şubatın yarısından

itibaren Hocalı; Ermenistan Silahlı

Birliklerinin ablukasına alınmış ve her gün

toplarla, ağır makineli silahlarla işgal

edilmiştir. 26 Şubat 1992’de asrın en

vahşi, en kanlı, en acımasız soykırımı

neticesinde Hocalı Köyü tamamen

katledilmiştir. Maalesef ki katliam

sürecinde Hocalı, Azerbaycan Silahlı

Kuvvetlerinin korunmasında değildir.

Savunmasız bir çocuğun anasız kalmış

tablosunu hatırlatan bu çaresizlik

içerisinde sadece 150 kişide hafif silahlar

bulunmaktadır. Korunmasız Hocalıların

cesetlerinin uzun süre alınamaması da

durumun ne ölçüde vahim olduğunu

göstermektedir.

Ermenistan’ın silahlı kuvvetleri önce

Hocalı’yı üç taraftan kuşatmıştır.

Helikopter ve ağır silahlar vasıtası ile köyü

bombardımana tutmuş ve bununla da

yetinmeyip köye girerek katliama karadan

devam etmişlerdir.

Katliam Neticesindeki Zayiatlar

Ermenistan Silahlı Kuvvetleri 1992’de 25

Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gecede, açık

denizlere inme ütopyası doğrultusunca

Ermenileri kullanan Rusların motorize

alayının iğvası ile Azerbaycan resmi

rakamlarına göre Hocalı Türklerinden 613

kişi hunharca katledilmiştir. Maktullerin

63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’i ihtiyardır. 8

aile bütün fertleriyle katledilmiş ve 25

çocuk yetim bırakılmıştır. 130 çocuk ise

ebeveynlerinden birisini kaybetmiş, 487

kişi yaralanmıştır. Yaralıların 76 tanesi

çocuktur. 1275 kişi rehin alınmış, 150

kayıp insandan haber alınamamıştır.

Ermeniler, katlettikleri Hocalı Türklerinin

gözlerini oymuş; kafataslarının derisini

soymuş; hamile olanların karınlarını

yırtmış ve delmişlerdir. Şehitlerin

birçoğunun cesedini yakan Ermeniler

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

3

Hocalıların iç organlarını dışarı çıkarmakla

yetinmeyerek birçok insanı diri diri

toprağa gömmüşlerdir. Hocalı’nın da

içerisinde bulunduğu bölgenin ormanları

tahrip edilmiş; okullar, çocuk yuvaları,

kütüphaneler, tarihi eser ve müzeler,

hastaneler, poliklinik ve sağlık ocakları

işgal edilmiştir.

Hukuki Bazda Hocalı Soykırımı

Hocalı katliamı 9 Aralık 1948’de Birleşmiş

Milletler tarafından kabul edilen ve 12

Ocak 1951’de yürürlüğe giren BM’nin

Soykırım Suçunun Önlenmesine ve

Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi 2.

maddesinde yer alan “milli, etnik, ırki

veya dini bir grubu kısmen veya

tamamen imha etme” biçiminde

tanımlanan “Jenosit/Soykırım” kavramı ile

tamamen örtüşmektedir.

Ayrıca Hocalı soykırımı, uluslararası

hukukta saygın bir yeri olan Nürnberg

Mahkemesi kuruluş senedinde ve

mahkeme kararında kabul edilen Uluslar

Arası Hukuk İlkeleri metninin 6. ilkesinin

2. Bendinin C. fırkasında tanımlanmış

insanlığa karşı işlenen suçlar (Crimes

against humanity) kapsamında da ele

alınmalıdır.

Soykırım Tanıkları

“Moskovskie Novosti” (Moskova

Haberleri) gazetesinin muhabiri, bu facia

esnasında Hocalı’da bulunan gazeteci Yuri

Pompeyev gördüklerini bir cümle ile şöyle

özetler: “Hocalı’da, sadece cesetler

kalmıştı.”

Soykırım mağdurlarının anlattıkları tüyler

ürperticidir. Esir alınmış mağdurlardan

Seriyye Talibova başlarından geçenleri

söyle anlatıyor: “Ermeniler bizi bir

Ermeni mezarlığına getirdiler. Ahıska

Türklerinden dört genci ve üç

Azerbaycan Türk’ünü bir zamanlar

Türkiye Türkleriyle savaşmış bir

Ermeni’nin mezarı üstünde kurban

kestiler. Ermeni askerleri ve eşkıyaları;

çocukları, anne ve babalarının gözleri

önünde işkence ile öldürdüler. Sonra

cesetleri kepçe ile dereye döktüler.

Bununla da yetinmeyen Ermeniler, iki

genci getirdiler ve onların gözlerini

tornavida ile deldiler.”

Valeh Hüseynov adlı soykırım mağduru

da şöyle söylemektedir: “Esir düştüm.

Bütün esirlere işkenceler verdiler.

Benim bütün tırnaklarımı çıkardılar,

parmaklarımı kırdılar, dişlerimin

hepsini kerpetenle çektiler. Amcamı,

çocuklarını, bütün neslini öldürdüler,

vahşicesine işkencelerle. Ermeniler,

yakaladıkları insanların başını kesip

‘Türk’ diyerek alay ediyorlardı.’’

Rusyalı savaş muhabiri Yuri Romanov;

Hocalı’da gördüğü vahşet sahnelerini

anlatan bir kitabında, Ermeniler

tarafından altı yaşındaki bir kızın

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

4

gözlerinde sigara söndürülerek kör

edildiğini yazıyordu.

Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı

olan Ermenistan Cumhurbaşkanı barbar

zihniyetli, insan müsveddesi Serj

Sarkisyan; bir gazetecinin sorusu üzerine

Hocalı Soykırımı ile ilgili şu cevabı

vermiştir: “Hocalı’ya kadar

Azerbaycanlılar... Bizim sivillere

saldıramayacağımızı düşünüyordu;

fakat Hocalı’da biz bu kalıbı kırdık.”

Batı Basınında Hocalı Soykırımı

Krua l’ Eveneman Dergisi (Paris), 25 Şubat

1992: Ermeniler, Hocalı’ya saldırmıştır.

Bütün dünya, vahşice öldürülmüş cesetlere

şahit oldu. Azeriler binlerin öldüğünden

bahsediyor.

Sunday Times Gazetesi (Londra), 1 Mart

1992: Ermeni askerleri binlerce aileyi yok

etmiştir.

Times Gazetesi (Londra), 4 Mart 1992:

Birçok insan çirkin hale getirilmiş, masum

kızın sadece kafası kalmış.

Le Mond Gazetesi (Paris), 14 Mart 1992:

Ağdam’da bulunan basın mensupları,

Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocuklar

arasında kafa derisi soyulmuş, tırnakları

çıkarılmış üç kişi görmüşler. Bu, Azerilerin

propagandası değil; bir gerçektir.

İzvestiya Gazetesi (Moskova), 13 Mart

1992: Binbaşı Leonid Kravets: “Ben kendim

tepede yüze yakın ceset gördüm. Bir erkek

çocuğunun kafası yoktu. Her tarafa

işkenceyle öldürülmüş bayan, çocuk ve

yaşlılar vardı.”

R. Patrik, İngiliz muhabiri (Olay yerinde

bulunmuş): “Hocalı’daki vahşiliklere, dünya

kamuoyunda hiçbir şekilde hak

kazandırılamaz!”

Nie Gazetesi (Bulgaristan), Violeta

Parvanova: “Hocalı, insanlığın faciasıdır.”

Human Rights Watch: “Hocalı katliamını

Karabağ’ın işgalinden bu yana cereyan

eden en kapsamlı sivil kırımı olarak

nitelendirilmiştir.”

Hocalı katliamına tanık olan ve daha sonra

Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci, “Haçın

Hatırı İçin” isimli kitabında (s.62-63)

vahşeti şöyle anlatıyor: “…Gafan denen ve

ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni

grup, Hocalı’nın 1 km batısında bir yere

2 Mart günü yüz Azeri ölüsünü getirip

yığdı. Son kamyonda on yaşında bir kız

çocuğu gördüm. Başından ve elinden

yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa,

açlığa ve yaralarına rağmen hala

yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu.

Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O

sırada bir asker onu tutuğu gibi öteki

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

5

cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm

cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta

olan ölü bedenler arasından bir çığlık

işitim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey

yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar

‘Haç’ın hatırı için savaşa devam etiler.”

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

6

AVRUPA’NIN GÖZÜ ÖNÜNDE BİR

SOYKIRIM: SREBRENİTSA Alperen KIZIKLI

“Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde

eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve

ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal

yere saldırmadık. Oysa onlar bunların

tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü

önünde; Batı medeniyeti adına..”

Aliya İzzetbegoviç

Batı’nın geçmişi; vahşet, katliam,

soykırımlarla dolu ve neredeyse tüm

insanlık suçlarının özet bir tarihçesidir. Bu

tarih sürecinde sadece insanların

canlarına, mallarına kastetmekle

yetinilmemiş, maneviyatlarına,

ahlâklarına, insanlıklarına da yönelmiş

büyük bir tecavüz gerçekleştirilmiştir.

Nitekim dünyaya en çok zarar veren

büyük harplerin, soykırımların ve

katliamların tamamına yakınında Batılı

ülkelerin imzası vardır.

İşte bu Batı kaynaklı soykırımlardan birisi

de İkinci Dünya Harbi sonrasında yaşanan

en büyük soykırım niteliğinde olan

Srebrenitsa soykırımıdır. Srebrenitsa

soykırımına değinmeden önce soykırımın

mimarı olan Sırpların yakın tarihini kısaca

ele alalım.

Sırpların Türklere ve Müslümanlara

Karşı Olan Nefretinin Tarihi Kökenleri

Sırbistan, Sultan I. Murat öncülüğündeki

Osmanlı ordusu ile Sırp kumandan

Lazar’ın ordusu arasında 28 Haziran

1389’da yapılan Kosova Savaşı ile Osmanlı

hâkimiyetine girmiştir. Savaş sonunda bir

Sırp, Müslüman olmak istediğini söylemiş

ve I. Murat’ın elini öpmek istemiştir.

I.Murat’ın elini öpmek için eğildiğinde

padişahı hançerlemiş ve onu şehit etmiştir.

I. Kosova Muharebesi, Sırp milliyetçiliğinin

miladı olarak tarihe geçmiştir ve Sırplar,

bugün dahi bu savaşı oldukça

önemsemektedirler. Yüzyıllar boyunca

dinmeyen bir nefreti bu tarih ile

beslemişlerdir. Sırp edebiyatında ‘Camileri

yakın yıkın. Türkleşmiş olanları imha

edin.’ ifadeleri sıklıkla işlenmiştir.

1683 Viyana bozgunu ile Sırpların bu

nefreti eyleme dönüşmüştür. Istraga

Poturica (Türkleşmiş olanların imhası)

adını verdikleri eylemleri neticesinde

1702’de Karadağ’ın başkenti Çetine’de ilk

Müslüman Boşnak kanı dökülmüştür.

‘Adriatik’ten İran’a kadar Müslüman

kalmayacak.’ sloganı 1990’lı yıllarda

popüler bir Sırp sloganı olarak sürekli

halka işlenmiştir. Bu işlenen nefret,

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

7

Sırpların sistemli bir şekilde Müslüman

Boşnakları katletmelerine neden olmuştur.

Balkanlarda Osmanlı Sükûnetinin

Bozulması

Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya

başladığı dönemlerde Avrupa’da

bağımsızlık akımlarıyla birlikte

Balkanlar’da isyanlar baş göstermiştir. Bu

isyanlardan biri olan Sırp isyanı, 1878

Berlin Antlaşması ile meyvelerini

toplamıştır.

93 Harbi’nden sonra imzalanan

Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması

Rusya’yı, Balkanlar da hâkim devlet haline

getirmiştir. Ayastefanos’un ağır

maddelerini geri çevirmek için uğraşan

Osmanlı Devleti, Berlin’de Rusya, İngiltere,

Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve

İtalya’nın katıldığı kongrede imzalanan

antlaşma sonucu kendisine bağlı olan

Bulgaristan, Romanya, Karadağ ve

Sırbistan’ın birer prenslik olmasını kabul

etmiştir. Aynı zamanda Doğu Rumeli

vilayeti kurulmuş, Bosna Hersek imtiyazlı

bir yönetim haline getirilmiş, Kıbrıs

Sancağı İngiltere’ye kiralanmış, Niş

Sancağı Sırbistan’a verilmiş ve daha birçok

Balkan toprağı masa başında

kaybedilmiştir. Ayestefanos

Antlaşması’ndan daha feci bir durum

ortaya çıkmıştır.

Müslümanlara Karşı Haçlı

Saldırılarının Tarihçesi

Hıristiyan dünyasının, İslam’ı yok etmek

ve Müslümanların elinde bulunan

zenginlikleri ele geçirmek amacıyla

hazırladıkları ordular, 1095 – 1270 yılları

arasında ona yakın saldırı

gerçekleştirmiştir. 1095’te sefere başlayan

Birinci Haçlı Orduları, 1099’da Kudüs’e

girmiş ve kısa sürede yetmiş bin insanı

katletmiştir.

Haçlı zihniyeti yalnızca 11. yüzyılda

kalmamış, çağlar aşarak günümüze kadar

ulaşmıştır. Bu zihniyetin tezahürü olarak

medeniyetin beşiği(!) olarak nitelendirilen

Avrupa’nın tam ortasında, Bosna-

Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinden 14

Aralık 1995 tarihine kadar soykırım

yapılmıştır.

Bosna’da Sırp Mezalimi ve Srebrenitsa

Soykırımı

1992 yılında Yugoslavya Federal

Cumhuriyeti’nin parçalanmasıyla

birlikte Bosna–Hersek, AB tarafından

egemen devlet olarak tanındı.

Yugoslavya’nın parçalanmasını fırsat bilen

ve Büyük Sırbistan hayalini

gerçekleştirmek isteyen Sırplar, gözlerini

Bosnalıların yaşadığı topraklara diktiler.

Sırp mezalimi, 4-5 Nisan 1992’de

Bosna’nın Sırplar tarafından kuşatılması

ile başladı. Sırplar, tanklarla, toplarla,

makineli silahlarla adeta çelikten bir halka

oluşturdular. Amaçları 500 yıllık Türk

hâkimiyetinin intikamını almaktı.

Savaşa engel olmak için BM tarafından

bölgeye konulan silah ambargosu yalnızca

Boşnaklara uygulandı. Direnen Bosna

halkı silahsız, yiyeceksiz, susuz ve

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

8

Avrupa’nın göbeğinde yalnızdılar.

Soykırıma karşı savunmasızdılar.

Ambargo yüzünden Boşnaklar 1993’te 800

metre uzunluğunda bir tünel inşa eti.

Havaalanından Saraybosna’ya kadar

uzanan bu tünelle silah, ilaç, yaralı ve

yiyecek taşınıyordu.

Bosna’daki dağların her birinde Sırpların

ölüm makineleri vardı ve Srebrenitsa

çocukları her gün ölüyordu. Sırplar, tek bir

bomba atışıyla okul bahçesinde oyun

oynayan 105 masum çocuğu yok

edebiliyordu.

Srebrenitsa, Bosna Hersek’in içinde gerek

askeri, gerek stratejik gerekse ekonomik

açıdan önemli bir yerleşim yeriydi. Ayrıca

silahsızlandırılmış Müslüman nüfusun en

yoğun olduğu şehirdi. Bu nedenle

Mladiç’in emriyle Srebrenitsa’ya doğru

Tanjarz kırsal bölgesinden hareket eden

Sırp ordusu, 11 Temmuz 1995’te 10.000

Bosnalıyı esir aldı.

Mladiç, katliamı başlatmadan hemen önce

hayâsızca kameraların karşısına geçmiş:

“İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri

Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp

bayramı arifesindeyken bu şehri Sırp

milletine armağan ediyoruz. Nihayet,

yeniçerilere karşı ayaklanmasından

sonra bu toprakta Türklerden intikam

almamızın vakti geldi.” demiştir.

Srebrenitsa’da 1995’in Temmuzunda boş

fabrikalar, ormanlar, sokaklar ve caddeler

kısacası akla gelen her yer cesetlerle

doldu. Srebrenitsa’da 11 Temmuz’da

insanlık yoktu, vicdan yoktu. Yaşlılara,

hamile kadınlara, savunmasız bebeklere

sıkılan kahpe kurşunlar vardı.

NATO ve BM’nin ihaneti ve olaylara göz

yumması ile 11 Temmuz 1995’te

Srebrenitsa’da Sırp güçler, her yaştan 8

bin Müslüman Boşnak’ı Hollandalı barış

gücü askerlerine rağmen katletti.

Savaş sırasında, öldürülen 8 bin Müslüman

Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından

güvenli(!) ilan edilmiş olan bölgedeki toplu

mezarlara Sırplar tarafından gömüldüler.

Toplu mezarların üzerleri Sırplar

tarafından hemen çimlerle

yeşillendiriliyor, böylelikle toplu

mezarların uydudan fark edilmesinin

önüne geçiliyordu. Sağ kalan Bosnalılar

sevdiklerinin mezarlarına ulaşamıyordu.

Bosnalılar savaş sonrasında hep mavi

kelebekleri takip etiler. Biliyorlardı ki; o

kelebekler tek bir çiçeğin üzerine

konuyordu ve o çiçek sadece Bosna’daki

toplu mezarların üzerinde çıkıyordu. Bu

çiçeklerin adına “Ölüm Çiçekleri”

deniyordu. Bosna’da “Ölüm Çiçekleri”

sayesinde 300 toplu mezar bulundu.* (Bu

paragraf, TRT’nin yayınladığı “Mavi

Kelebeğin İzinde” adlı belgeselden

alınmıştır.)

Son Söz

Bosna’da ve Srebrenitsa’da vahşetin doruk

noktaya çıktığı soykırımlar bize Haçlı

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

9

ruhunun ölmediğini ve ölmeyeceğini

tekrardan göstermiştir.

Srebrenitsa Soykırımı’na neden olan her

milleti lanetliyoruz ve ölenlere yüce

Allah’tan rahmet diliyoruz. Türk milleti

olarak Bosna halkının acısını paylaşıyoruz.

Türk milleti Bosnalıların her zaman

yanında olacaktır.

Saraybosna Hastanesi’nde 19 Ekim 2003

günü vefat eden, Bosna’nın Atatürk’ü Aliya

İzzetbegoviç’i rahmetle anıyorum ve

yazımı onun şu sözleri ile bitirmek

istiyorum.

“Bize yapılan soykırımı unutursak bunu

bir daha yaşamaya mecburuz, size asla

intikam peşinden koşun demiyorum

ama yapılanları da asla unutmayın!”

“Her şeye kadir olan Allah’a ant olsun ki

köle olmayacağız.”

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

10

OĞUZ BELDESİ AHISKA Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU - Yasin ULUDERE

Eski Oğuzlar beldesi Ahıska, Gürcüce “Yeni

Kale” anlamına gelen “Ahal-Tsihen” in

Türkçe şeklidir. Dede Korkut Kitabı’nda

“Ak-Sıka” (Ak-Kale), 481 yılında “Akesga”

adıyla anılır. Ahıska Türkleri, Anadolu

Türklüğünün ayrılmaz bir parçasıdır.

Bugünkü Gürcistan sınırları içerisinde

bulunan ve bir Osmanlı toprağı olan

Ahıska, Türkiye’nin kuzeydoğusunda

bulunan Ardahan ilimizle sınır olup

Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıktadır.

Posof Çayı’nın iki yakasında yer alan şehir,

karayolu ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye

bağlıdır. Ayrıca batıda Türkiye sınırının

çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu,

Ahıska’yı doğudan Tiflis’e bağlar.

Ahıska’nın 200 kadar köyü vardır. Bugün

sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve

çevresinde nüfus oldukça seyrektir. 1944

sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya

kendi isteğiyle gelenler dışında nüfus

hareketi olmamıştır. Bölgeye iskân

edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi,

kasabalara da sadece Ermeniler

yerleşmiştir. Buralarda resmî kişilerden

başka Gürcü varlığından söz edilemez.

Eski Oğuz beldesi olan Ahıska, 1268

yılından başlayarak Ortodoks

Kıpçak/Kuman Türklerinden Atabekler

Hanedanı tarafından yönetildi. Çıldır

Savaşı’nda Ahıska bölgesi, Osmanlı

idaresine geçti ve burada Ahıska şehri

merkez olmak üzere Çıldır (Ahıska)

Beylerbeyliği (Eyaleti) kuruldu. Ahıska

Eyaleti, 250 yıl boyunca Osmanlı

idaresinde kaldı (1578-1829).

Anadolu’nun bir parçasını oluşturan

Ahıska; halkı, milli kimliği, manevi

değerleri, tarihi ve kültürüyle Türkiye’ye

bağlı kaldı. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda

Ahıska’ya gittiğinde bölgede taş bir

kale, kale içinde bin tane ev, eski bir

cami, pek çok han, hamam ve medrese

bulunduğunu tespit etmiştir. Ama bu

eserlerden hiçbiri, Kızıl Komünist

yönetimin vahşi politikaları sebebiyle

günümüze intikal etmemiştir.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

11

1828 yılında Rusların idaresine girinceye

dek tam 250 yıl Osmanlının serhat şehri

olarak kalan Ahıska, Türkiye sınırlarından

kopunca bu bölgede yaşayan Serhat

Türklerinin kötü talihi de işlemeye başladı.

28 Ağustos’ta Ahıska’yı kuşatan ve toplarla

saldıran Ruslar her yeri ateşe vererek

evleri yakmaya başladı. Rusların eline

geçmek istemeyen Ahıska kadınları, yanan

binalara dalarak canlı canlı yanmayı tercih

etiler. Ahıska Türklerinin bu kahramanca

mücadelesini sindiremeyen Ruslar camide

toplanan yüzlerce insanı diri diri yakarak

çoluk çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri

Türkleri acımasızca öldürdüler.

Yağmalanan Ahıska, 28 Ağustos 1828

sabahı Rusların eline geçti. Yağmalama ve

katliamda Gürcü asıllı Rus kumandanı

Çavçavadze, Ruslarla birlikte oldu ve

Gürcüler bu kanlı saldırıda aktif olarak

Rusların safında yer aldı.

14 Eylül 1829 tarihinde Ruslarla

imzalanan Edirne Antlaşması gereğince -

savaş tazminatı yerine- Ahıska ve

Ahılkelek Ruslara verilerek Kars ve

Ardahan’dan itibaren diğer topraklar

Osmanlılara bırakıldı. Böylece Ahıska’nın

karanlık devri de başlamış oldu. Ahıska ve

çevresinin Çarlık Rusyası işgalinde geçen

doksan yıllık hayatı, zulümlerle doludur.

Bu baskı ve zulümler 25 Şubat 1921’de

Sovyetler Birliği’ne katılan Sovyet

Gürcistan’ı döneminde de devam eti.

Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile

karşı karşıya kaldı. Ahıska Türkleri, Türk

ve Müslüman olarak yaşamanın bedelini

ağır ödediler. Bu baskı, Stalin zamanında

en yüksek noktaya çıkmıştır.

Ahıska Türklerinin sürgün edilme

düşüncesi, Rus yöneticiler tarafından 10-

15 yıl öncesinden planlanmaya

başlanmıştır. 1921 yılından sonra

komünist Sovyet yönetimi, Abhaz, Asetin

ve Acarlara özerk cumhuriyet kurma hakkı

tanırken Ahıska Türklerine bu hakkı

tanımaması; 1930’lu yıllarda halkın lideri

durumunda olan binlerce aydın ve din

adamının çeşitli düzmece suçlarla

tutuklanıp öldürülmesi veya sürülmesi,

hapse atılması; masum insanlar için suçlar

icat edilerek bu insanların Türkçülük,

Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı ile

suçlanması, birçok Türk’ün soyadının

değiştirilmesi, 1940 yılına kadar diğer

özerk cumhuriyetlerden orduya asker

alındığı halde, Ahıskalılardan asker

alınmayıp Rus-Alman Harbi’nde 40 bin

civarında Ahıskalının Alman cephesine

gönderilmesi ve geri kalan kadın ve

ihtiyarlara da demiryolu yaptırılması gibi

olay ve uygulamalar daha önceden

hazırlanmış sürgün planının gerçekliğini

göstermektedir.

Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen

sürgünün belgeleri bugün artık sır

değildir. “Devlet Savunma Komitesi”nin

31 Temmuz 1944 tarihli gizli kaydıyla

kaleme alınan kararının altında Gürcü

diktatör Stalin’in imzası bulunmaktadır.

Acımasız Stalin rejimi, Devlet Savunma

Komitesi kararına dayanarak sınır

güvenliği gerekçesiyle 110 bini aşkın

Türk’ü, Ahıska’nın 209 köyünden alarak

yük trenleriyle Orta Asya’ya sürmüştür.

II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere

alınmayan Ahıska Türklerinin 40 bini,

savaş başlayınca askere alınarak Alman

cephesine sevk edildi. 1944 yılında

Borcom’dan Vale’ye döşenen 70

kilometrelik demiryolu yapımında

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

12

çalıştırılan binlerce kadın, çocuk ve yaşlı

Ahıskalı, kötü şartlar sebebiyle hayatını

kaybetmiştir. 13 Kasım 1944 yılında

“Komünist İmecesi” uygulamasıyla yollar,

köprüler gibi tesisler, daha başlarına

geleceklerden haberi olmayan halka tamir

ettirilmiştir. 14 Kasım 1944 gecesi saat

12.00’de daha önce sınıra takviye amacıyla

yerleştirilmiş olan on binlerce Rus askeri,

silahlarıyla Türklerin evlerine girmişler,

dört saat içerisinde kamyonlara

doldurulan mazlum ve çaresiz Türk

insanını demir yoluna getirmişlerdir. Diğer

taraftan yüzlerce Ahıskalı aile ise, her türlü

riski göze alarak Rus askerleriyle

çarpışmış, onlarca şehit verme pahasına

Türkiye’ye geçmeyi başarmıştır. Bu aileler

halen Ağrı, Muş, Kırıkhan, İnegöl, Bursa,

Ankara, İstanbul ve diğer yerleşim

birimlerinde yaşamaktadırlar.

Şu anda Türkiye’de yaşayan, ömrünün

neredeyse tamamını sürgünde geçiren 74

yaşındaki Ahıska Türkü Mustafa

Hacıoğlu hem Türkiye hem de hür dünya

için ibretlik, bir o kadar da dramatik olan

sürgünü kendi ifadeleriyle şöyle dile

getirmektedir: “Gece Rus askerleri

köyümüzün evlerini kontrol altına

aldılar ve iki saat içinde toplanmamızı

emrettiler. Küfür, tüfek ve dipçiklerle,

silah zoruyla tren istasyonunda

topladılar. Sayısı 220’ye yakın Türk ve

Müslüman Ahıska köyünden, 100-120

bin civarındaki Ahıska Türkü kara kış

gününde yük trenlerine bindirildi. Her

vagona 8-10 aile yani yaklaşık 40-50 kişi

koyunlar gibi dolduruluyor, kapılar

kilitleniyordu. Yer gök Allah Allah

haykırışlarıyla inliyor, ağlama, sızlama

ve hıçkırık sesleri kulakları sağır

ediyordu. Vagonlar Hazar Denizi’ne

yaklaşmaya başlayınca bizi denize

dökeceklerini sandık. Üç gün sonra

vagonlar tekrar Urallar Bölgesi’ne

hareket etmeye başladı. Ural Dağları’nın

soğuk havası birçok insanımızın

hayatına mâl oldu. Sibirya’nın bembeyaz

karı onların kefeni ve mezarı oldu.

Vagonlar hayvan vagonları olduğu için

ısıtma sistemi yoktu. Tuvaletsiz, susuz,

dışarıda -15, -20 derece soğukta, bir

buçuk ay bir yolculuk yapıldı. Rus

askerleri her istasyonda vagonları

açarak açlıktan, soğuktan ve hastalıktan

ölenleri trenlerden dışarı atıyorlardı.

Tren kapıları günde bir kez açılıyordu.

Utandıkları için erkeklerin gözleri

önünde tuvalet ihtiyaçlarını yapamayan

kadınlardan idrar keseleri patlayarak

ölenler vardı. Bir buçuk ay süren

yolculuk sonunda sağ kalanları Sibirya,

Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a

dağıttılar. Bu ağır şartlarda, açlıktan ve

soğuktan, 17 bini çocuk olmak üzere 50

binden fazla insan vefat etmiştir.

Köylerine döndüklerinde ailelerini

bulamayan savaştan dönen gaziler

onların sürgüne gönderildiklerini

öğrenince Orta Asya yollarına düştüler.”

14 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin

değil, insanlık tarihinin de kara

sayfasıdır.1944 yılında Ahıska’dan

sürülen Ahıska Türkleri Orta Asya ve

Kazakistan Çölleri’ne yerleştirildi.

Sovyet Rejimi’nde sürgün hayatı geçiren

Ahıskalılar hep dışlandılar, üçüncü sınıf

statüsünde yaşam mücadelesi verdiler.

Bütün baskılara, haksızlıklara rağmen

Ahıska Türkleri dil, din, kültür ve

geleneklerini bırakmadılar. Nerede

yaşarlarsa yaşasınlar asimile olmadılar ve

Türklüklerini, örf-adetlerini ve

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

13

geleneklerini korudular. Türk olduklarını

her yerde duyurmak için pasaportlarında

Millet yazıldığı yere “TÜRK” diye

yazdırdılar. Ahıskalılar hariç eski SSCB’de

Türk diye resmen kabul edilen başka

millet yoktur.

KGB’nin gizli çalışmaları sonucu

Özbekistan’a sürülen Ahıska Türkleri ile

Özbekler arasında düşmanlık başlatıldı.

Ahıskalılar tehdit edilmeye başlandı. İşten

çıkarıldılar ve sevilmeyen bir toplum

haline getirildiler. Halkın yoğun olduğu

yerlerde “Türklere ölüm” pankartlarını

asmaya başladılar. (KGB eğitimsiz, cahil

Özbekleri Ahıska Türklerine karşı

kışkırtıyordu.) 14-20 yaşındaki gençlere

uyuşturucu ve bol miktarda alkol verildi.

Ahıskalıların evlerine kırmızı işaretler

konuldu ve bu evlerin yakılması, karşılık

verenlerin öldürülmesi emri verildi.

1989 Nisanında Özbekistan’ın Kuvazay

kasabasında başlayan bir pazar kavgası,

günden güne büyüyerek Ahıska

Türklerinin yeni bir felâketine sebep oldu.

Özbeklerle Ahıska Türkleri arasında

cereyan eden kardeş kavgasında maalesef

çok kan döküldü. Binden fazla ev yakılıp

yıkıldı. Binlerce kadına, çocuğa ve yaşlıya

işkenceler yapıldı. Ahıska Türkleri,

yeniden vatana dönme yahut yeni vatan

arama yoluna koyuldular. 45 sene

sürüldükleri Özbekistan’da kurdukları

yaşantıları boşa gitti. Evleri yakılıp

yağmalandı, mal, mülk, bağ, bahçe, her

şeylerini kaybettiler. Canlarını kurtaran

Ahıskalılar kendilerine bir yuva, bir ev

edinmek için Özbekistan’ı da terk etmek

zorunda kalmışlardır. Fergana olayları

olarak adlandırılan bu zulüm ve sürgün

dünya basınında geniş yankılar yapmıştır.

Alman Der Spiegel dergisinde “Her yer

yanıyor!” başlığı kullanılmıştır.

O günleri 1944 sürgününde Özbekistan’a

yerleşen Mustafa Hacıoğlu şöyle

anlatmaktadır:

“Özbekistan’da Fergana Olayları çıktı.

1990 yılında evlerimizi tek tek yakmaya

başladılar. Ve yine sürgüne mecbur

edildik. Canımızı zor kurtardık. Zorla

Azerbaycan’a sığındık. Azerbaycan’da

17 yıl çiftçilik yaparak Türkiye’ye

gelebilecek parayı biriktirdik. 2005

yılında Türkiye’ye gelip yerleştim.

Yıllardır bugünleri bekliyordum. Türk

bayrağının altında, Türk toprağına

düştüm ya, ölsem de artık gam yemem.

Ömrümün 70 yılı sürgün, baskı, zulüm

ve ölüm korkusu ile geçti. Ben oralarda

insanlık nedir görmedim. Türkiye’ye

gelince insan olduğumuzu fark ettik. 74

yaşındayım. Türkiye’de geçmeyen 70

yılını saymıyorum. Ve onun için ben

daha 4 yaşındayım. Herkesten bu

ülkenin, bu bayrağın kıymetini

bilmelerini istiyorum. Hainlik yapan

bölücüleri gördükçe çok üzülüyorum.

Yaşadıklarımızın binde birini yaşasalar

bu ülkeye dört elle sarılırlar.”

Komünist Parti´nin XX. Kongresinden

sonra Stalin’in sürgün etiği Karaçay,

Balkar, Çeçen, İnguş ve Kalmuk gibi

Kafkasya halkları, ana yurtlarına dönme

izni aldılar. Kırım Türkleri ile Ahıska

Türklerine dönüş izni çıkmadığı gibi

eski vatanlarını ziyaret etmeleri de

yasaklandı. Ellerinden alınan malları

da iade edilmedi.

Bugün yarım milyon civarındaki Ahıska

Türkü, Azerbaycan, Kazakistan,

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

14

Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve

Kuzey Kafkas ülkelerinde darmadağınık

bir hâlde hayat mücadelesi

vermektedir.1990’lardan itibaren

Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız

bir devlet olan Gürcistan, sudan sebeplerle

Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne

müsaade etmemektedir. Türkiye

Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından

çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve

İskânına Dair Kanun gereğince bir grup

insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir.

Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık

görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için

gereken diplomatik çabalar ısrarla

sürdürülmeli, Gürcistan’la ciddî

görüşmeler yapılmalı, Türk Milleti’nin bir

parçası olan Ahıska Türklerinin

sorunlarının çözüme kavuşması için acilen

siyasi ve ekonomik tedbirler alınmalıdır.

02.07.1992 tarihli ve 3835 sayılı ‘Ahıska

Türklerinin Türkiye’ye Kabulü ve

İskânına Dair Kanun’ TBMM’de tekrar

gündeme getirilmeli, büyük sorumluluk

duygusu ile kanun incelenmeli ve karara

bağlanmalıdır. Devletimiz kardeşlik

ödevini yapmak duygusu ile her türlü

destek ve savunma girişimlerinde

bulunmalıdır. Ülkemizin büyük bir dünya

devleti olarak Ahıska Türklerine yapacağı

destek, en az Rusların Ermenilere sahip

çıktıkları kadar onlara sahip çıkmaktır.

Eğer devletimiz bunları gerçekleştirirse

Müslüman ve Türk oldukları için zulme ve

haksızlığa uğrayan Ahıska Türklerinin

çilesine son verilmiş olur.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

15

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

16

ÇEÇENYA Serhat ÇAKIR

Çeçenistan, yüzyıllardır hürriyetleri için

savaşanların, esarettense ölmeyi tercih

edenlerin kendilerinden kat kat fazla olan

Ruslara karşı bir avuç insanla kahramanca

savaşanların, “Hep ölecek kadar yaşlı,

hep savaşarak kadar genciz” diyenlerin

Şamiller’in, Dudayevler’in, Basayevlerin

ülkesi. Coğrafyasındaki petroller ve

bulunduğu stratejik konum itibariyle

yüzyıllardır Rus zulmüne maruz

kalmışlardır.

1817-1864 tarihleri arasında

Çarlık,1920’de Kızıl Ordu, 1944’de Stalin

tarafından soykırım hareketine

uğramışlardır. Stalin, 750 bin kişiyi

Sibirya’ya ve Orta Asya steplerine sürgüne

göndermiş ve bu sürgündekiler ancak

1956’da 400 bin kişi olarak

dönebilmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin

çökmesiyle bağımsızlık ümitleri artmış ve

1991 de bağımsızlıkla birlikte bir kez daha

savaşı göze almışlardır. Rusya’nın sarhoş

Devlet Başkanı Yeltsin, Çeçenistan’a savaş

açmış ve Kafkasya’da yeni bir sayfa

açılmış, kan ve gözyaşı ile yazılmaya

başlanmıştır. Çeçenler bir kez daha ateşle

imtihan edilmenin ıstırabı içerisinde

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

17

mücadelelerini kısıtlı imkânlara rağmen

sürdürmeye çalışmışlarıdır. 180 milyon

Rusya’ya karşı, 1 milyonluk nüfuslarıyla

kafa tutarak cesaretlerini bir kez daha

kanıtlamışlardır. Ruslar, 300 bin kişilik

orduları ile Çeçenleri vahşice katletmeye

başlamışlar, savaş kurallarını ve ahlakını

ihlal ederek kimyasal silah kullanıp, çocuk

yuvalarını ve hastanelerini bombalamış,

esir kamplarında insanları ölümle baş başa

bırakmışlardır. Sözüm ona insan hakları

gibi kullanılmaya başlandı.(Terimden

öteye gidememiştir) Dünya Çeçenlere

karşı yapılan zulme seyirci kalmış ve

onları kaderleri ile baş başa bırakmıştır.

Çeçenler bir kez daha esaretin zincirlerini

kırmış, hürriyetin bedelini bir kez daha

ödeyerek Rusları 1996 yılında

topraklarından kovmayı başarmışlardır.

300 bin kişilik Rus ordusu Çeçenistan’dan

çekilirken arkasında 120 bin şehit

yüzlerce yaralı ve harap olmuş bir ülke

bırakmışlardır. Cevher Dudayev şehit

edilmiş, yerine Şamil Basayev geçmiştir.

Daha sonra Putin, soykırım hareketlerini

devam ettirmiştir. Ruslar tek bir Çeçen

kalmayana kadar soykırımlarını devam

ettireceklerini, Çeçenler ise, tek bir Çeçen

kalmayana dek hürriyetlerini

savunacaklarını bir kez daha

göstermişlerdir. Günümüzde dahi Rus

zulmü sürmekte ve insan haklarının

savunucusu olan Avrupa yine “üç

maymun”u oynamaktadır. İnsan hakları

demişken şunları ifade etmeden geçmemiz

gerekir: Çeçenya’da insanlar ölürken Türk

yurtlarında ve Ortadoğu’da insanlar

katledilirken “insan hakları” nerede?

Müslüman olmayan birinin burnu dahi

kanasa dünya kamuoyunu karıştıran,

küstahça ondan bundan hesap soranlar,

niçin bunlara sessiz kalıyor? Doğrusu

anlayabilmek mümkün değil! Burada

katledilen masumlar ya insan yerine

konmuyor ya da gerçekten bunların hiçbir

şeyden haberi yok. Ve yahut da haberleri

var da Müslüman kanı dökülmesinden

zevk mi alıyorlar? Anlayabilmek mümkün

değil!

Bunların yanında bir de bize bunları (ABD,

Rusya, AB) örnek alanlar var. Onlar gibi

olmak isteyenler var! Bu kişiler ABD’nin,

İngiltere’nin Irak’ta, Rusya’nın (Lenin,

Stalin ve sonrasında gelenlerin) Orta

Asya’da ve Çeçenya’da yaptıklarını

görmüyorlar mı? AB ülkelerinin çoğunun

PKK’ya ve Ermenilere karşı olan aşırı

sempatilerini niye görmüyorlar? Yoksa

görüp de anlamak mı istemiyorlar?

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

18

Biz ne kadar kendimize Avrupa Devleti

sıfatını takarsak takalım onlar için her

zaman diğeriyiz. Bunu beynimize

nakşetmemiz gerekir.

Asıl konumuza geri dönersek Çeçenistan

dedik ya gerçekten büyük bir milletin

yurdu…

21. yy yalnız kurtların dağlarında

bağımsızlık çığlıkları atığı “Ya istiklal, ya

ölüm” naralarının yükseldiği kutlu ülke.

Dualarımız sizinle... Allah(c.c) yardımcıları

olsun.

“Yüz yıl köle olarak yaşamaktansa, bir

gün şerefi ve başı dik gezmeyi tercih

ederim.”

Cevher Dudayev

“Özgürlüğün nasıl elde edilebileceğini

Kafkas Dağları’ndan ibretle öğrenin.

Hür yaşamak isteyenlerin nelere

muktedir olduğunu görün.

Ey milletler!

Onlardan ders alın!“

Karl Marx

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

19

DOĞU TÜRKİSTAN SOYKIRIMI:

‘UYGUR TÜRKLERİNİN KIYIMI’ Sertaç EKEMEN

Öncelikle, tanımsal olarak doğru bir ifade

kullanıldığımızı ifade etmemiz gerekir.

Eğer bir ırka, etnik kökene, dini inanış

veyahut mezhebe yönelik bir grubun, bir

grup üzerindeki sonucu ölümle biten her

türlü kaotik olaylara katliam denir. Ancak

bu katliamlar devlet eliyle açıktan veya

dolaylı olarak sistematik ve istikrarlı

biçimde devam etmekteyse bu tanıma

soykırım denir.

Bölgenin adı her ne kadar Sincan-Uygur

Özerk Bölgesi olarak geçse de bu 1950 den

sonra Çin Totaliter rejiminin kullandığı bir

isim olup bölgenin ismi tarihten beri gelen

ve bölge insanın kullandığı şekli ile Doğu

Türkistan ismidir.

1912 yılında 5000 yıllık Çin monarşisinin,

milliyetçiler tarafından yıkılıp hemen

akabinde çıkan 2. Dünya Savaşının

çıkması, savaş sonunda Japon

hegemonyasından kurtulur kurtulmaz,

çıkan iç savaşın ardından, 1949 yılındaki

büyük yürüyüşün daha önce hiç

denenmemiş, köylü-komünist devrimi

gerçekleşmiş, bu da istikrarlı olan

topraklarda bir Anomie’nin doğmasına

neden olmuştur.

Milliyetçi-batılı bir demokrasi fikrini

savunan Çan Kay Şek‘e karşı Stalin’in

desteği ile mağlup eden Mao Ze-Dung

kendi fikirleri çerçevesinde sanayisi

olmayan bir devlete, bir işçi diktatörlüğü

kurmaya çalışmıştır. Stalin’in ölümü

ardından hem ideolojik hem de ekonomik

kimi çıkmaza düşmüşledir. İşte Çin’in

Doğu Türkistan Türklerine yaptığı

eziyetler bu dönemden itibaren

yoğunlaşmıştır.

1912 yılında Cumhuriyetin ilanından

sonra 1930 yılında gelen bir dizi

ayaklanmalarının sonunda 1. Doğu

Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulur.

Fakat bu devlet, Çin ordusu tarafından

yıkıldıysa da Sovyet müttefiklerinin diktesi

ile 1944-1949 yılları arasında 2. Doğu

Türkistan İslam Cumhuriyeti adıyla bir

özerk cumhuriyet kurulmuştur. 1949

yılında Mao’nun nihai zaferiyle bu yönetim

fes edilerek bölgede yoğun bir baskıcı

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

20

rejim başlayacaktır. Bu tarihten itibaren

Çin Komünist Partisi diktatörlüğü bölgede

bir asimilasyon politikası gütmeye

başlamıştır.

Devrimden önce Çin’de yaşayan tüm

ulusların kendi kaderini tayin hakkını

kabul etiğini beyan eden Mao Zedung

Ordusunun Pekinde kazanmış olduğu

zafer neticesinde yapmış olduğu

açıklamasında ‘Sincan iki bin yıldır

Çin’in ayrılmaz bir parçasıdır, bu

nedenle Sincan’a federal bir yönetim

vermenin hiçbir manası yoktur. Bu talep

tarihe ve sosyalist ideolojiye ihanet

anlamına gelir’ diyerek 1944 de

özerkliğini tanıdığı Doğu Türkistan’ı

emperyalist politikalarına hedef

göstermektedir.

Yeni kurulan Çin Hükümeti ile siyasal

gelecek hususunda toplantıya giden Özerk

Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti önde

gelen siyasetçilerinin uçakları esrarengiz

bir biçimde düşmüştür. Mao’nun Doğu

Türkistan topraklarını bir Çin kolonisi

gibi görmesi bölge halkını istismar etmeye

yönelik politikalara sebebiyet vermiş,

özellikle Türk halkının kültürel

değerlerine yoğun bir saldırı politikası

başlamıştır.

İlk olarak, dini eğitim veren kurumlar

yasaklanmış, kimi din adamları gözaltına

alınıp ibadet alanlarına Mao ve fikirlerini

lanse edilen imgeler asılmış ve halktan

bunlara saygı göstermelerini bir nevi ‘bu

figürlerinin karşısında secde etmeleri

istenmiştir’. Bölgedeki halka yönelik,

birçok kişi halkı rejime karşı kışkırtmak

buna bağlı olarak, Türkçü ya da İslamcı

oldukları gerekçesiyle ya sürgün

edilmekte ya da idam edilmekteydiler,

toplu sürgünler ise asimilasyonun bir

diğer yüzüydü.

Yurtlarından çeşitli bahanelerle sürülen

Türklerin bir kısmı, zorlu iklim şartları

nedeni ile yolda hayatlarını kaybetti.

1949-1952 yılları arasında 2.800.000,

1952-1957 yılları arasında 3.509.000,

1958-1960 yılları arasında 6.700.000,

1961-1965 yılları arasında 13.300.000,

Toplamda 26.309.000 Uygur Türkü

soykırıma maruz kalarak hayatını

kaybettiği, Uygur Türkleri ve Uygur

Türklerinin, anası olarak kabul edilen

Rabia Kader, bizlere ifade etmektedir.

‘Çinin jeopolitik konumunun ve

yönetiminin içine kapalılığının yanı sıra

yüksek ölçekli nüfusu bu kıyımlar

karşısında dünyanın habersiz

kalmasına ve Çin hükümetinin

rakamlarla oynamasına kolaylık

sağlamıştır.’ Bunun dışında bölgeyi

Hanlaştırmak adına, Çin’in orta kısmından,

Filistin’deki Yahudi yerleşimciler gibi,

birçok Han ‘Çin de yaşayan ve nüfusun

%92 sini kapsayan ve dünya

literatüründe, Çinli diye geçen grup’

buraya yerleştirilmeye ve bu duruma bağlı

olarak etnik çatışmalara sebebiyet

vermiştir. Bu çatışmaları fırsat bilen Çin

hükümeti, kolluk güçlerini bölgeye

yollamış ve bölgedeki bağımsızlık

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

21

hareketlerini, etnik gerilimleri bahane

ederek baskıcı bir yıldırma politikasını

yasal zemine çekmeye çalışmıştır.

Çin’in olimpiyat oyunlarını fırsat bilen ve

mağduriyetini dünya kamuoyuna

duyurmaya çalışan Uygur Türk’ü

aktivistler, bu amaçları neticesinde tekrar

bölgede gerilimin artmasına sebebiyet

vermiş, tahammülsüz Çin yönetimi

bölgede tekrar baskıcı politikalara

girişmiştir. 3 Temmuz 2009 tarihinde 5

Temmuz 2009 da Urumçi’de başlayan

ayaklanma Çin silahlı kuvvetlerinin

müdahalesi ile kanlı bir şekilde bastırılmış

5 Temmuz ve akabinde ki günlerde

binlerce Doğu Türkistanlı Uygur Türk’ü

şehit olmuş veya tutuklanmıştır. Çin Halk

Cumhuriyeti olayların ardından bu

olayların sorumlularının mutlaka

yakalanarak cezalandırılacağını açıkladı ve

olaylardan sorumlu tuttuğu birçok Uygur

Türk’ünü sözde mahkemelerle

yargılayarak idama mahkûm eti.

Singapur Doğu Asya Enstitüsü’nden Çinli

siyaset uzmanı Bo Zhiyue, “Çin, eninde

sonunda güç kullanmak zorundaydı.

Eğer bu olmazsa, olaylar kartopunun

çığa dönüşmesi gibi artardı. Bunu her

hükümet yapardı.” yorumunu yaparak

bölgedeki katliamları doğrulayıp kendi

görüşleri çerçevesinde zulmü

legalleştirmeye çalışmıştı. 3 bin kişilik bir

Uygur topluluğu üzerine makineli

tüfeklerle ateş açtı. Olayların Sincan’ın

öteki büyük kentleri Kaçgar ve Aksu’ya

sıçradığı belirtilmişti. Bugün bile

hâlihazırda, Çin Halk Cumhuriyeti birlikte

Kaçgar ve Aksu gibi önemli bir

merkezlerde teyakkuz halinde bir tavır

takınıp şehir merkezlerinde zırhlı

birlikleri aracılığıyla hem psikolojik bir

baskı hem de bölge halkına bir gözdağı

vermektedir.

1933 yılında Muhammet Ali Tevfik (Tohtu

Hacı) tarafından yazılan, aynı yıl Doğu

Türkistan İslâm Cumhuriyetinin

kuruluşunda devlet töreni ile okunan ve

Doğu Türkistanlılarca ulusal marş

olarak kabul edilen Kurtuluş Marşı

şöyledir:

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

22

NEHRİN ÖTE YANI: BATI TRAKYA Elif Kumru PAKSOY

Batı Trakya Bölgesi Yunanistan’ın

kuzeydoğusundaki uç bölgesi olup; doğuda

Meriç nehri batıda Karasu nehri kuzeyde

Rodop dağları güneyde ise Ege denizi

tarafından çevrelenen bölgedir. Bugün

Batı Trakya’ da yaşayan Türk nüfusunun

140-150 bin civarında olduğu

sanılmaktadır. Bu rakam 1923’de Lozan

Antlaşması sırasında açıklanan rakam ile

birlikte düşünüldüğünde (129.120)

oldukça azdır.

Yunanistan’ın bölge üzerinde yaptığı

sistemli çalışmalar nüfus artış hızı %2,4

olsa da Türk nüfusunun artmasını önlemiş,

insanları göçlere zorlamış, haklarını

ellerinden almıştır.

Bölgedeki Türk nüfusunu “kabul

edilebilir” düzeyde tutmak için birçok

yola başvuran Yunanistan Vatandaşlık

Kanunu’nun 19.maddesi ile insan

haklarına temelden aykırı olan bir

vatandaşlık anlayışı getirmiştir. Madde

şöyledir: “Yunan olmayan kökenden bir

kişi geri dönme niyeti olmaksızın

Yunanistan’dan ayrılırsa, bu kişinin

Yunan vatandaşlığını yitirdiğine

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

23

hükmedilebilir. Bu hüküm, yurtdışında

doğmuş ve oturmakta olan Yunan

olmayan etnik kökenli kişilere de

uygulanır. Ana-babasından ikisi birden

veya hayata olanı vatandaşlığını

yitirmiş olan reşit olmayan çocuklardan

yurt dışında yaşayanlar da

vatandaşlığını yitirmiş olarak ilan

edilebilir. Vatandaşlık Konseyinin aynı

yönde alacağı karara dayanarak bu

konuda İçişleri Bakanı hüküm verir.” Bu

şekilde 60.000 Türk vatandaşlıktan

çıkarılmıştır. Madde 1955-1998 yılları

arasında yürürlükte kalmıştır. Ancak

1998’de yürürlükten kalktığında ise artık

geri dönüş yoktur.

Uygulanan politikalar sadece bununla

sınırlı kalmamıştır. Kendilerini Türk sayan

Türkçe konuşan bu topluluğun milli

kimliği yok sayılarak dini kimliği ön plana

çıkarılmış “Müslümanca” konuştukları

öne sürülmüştür. Bu şekilde Türkiye ile

olan bağlar zayıflatılmak istenmiştir. Milli

kimliğin göz ardı edilmesiyle birlikte

azınlık grubunun Türkler, Pomaklar ve

Çingenelerden oluşmuş homojen olmayan

bir grup olduğu öne sürülmüştür.

Çoğunlukla Pomakların yaşadığı

Gümülcine’nin kuzeyindeki Bulgaristan

sınırında bulunan bölge “yasak bölge” ilan

edilmiş, köylere giriş ve çıkış belgeye tabi

tutulmuş, bölge neredeyse karantina altına

alınmıştır. Yasak ’95 yılında kaldırıldığında

59 yıldır birbirinden habersiz yaşayan iki

grup çoktan oluşmuştur bile.

1927’de ortaya kurulan İskeçe Türk birliği,

1928’de kurulan Gümülcine Türk Gençler

Birliği ve 1936’da kurulan Batı Trakya

Türk Öğretmenler Birliği bu politikalara

karşılık yürüttüğü çalışmalarla bölgedeki

birliğin tamamen dağılmasının önüne

geçmiş, toplumun bütünleşmesinde büyük

rol oynamıştır.

Ancak bu derneklerin aleyhlerinde yapılan

çalışmalar da sonuç vermiş; 1988 yılında

Yunanistan yüksek mahkemesi “Batı

Trakya’da Türk olmadığı” gerekçesiyle

derneklerin adında “Türk” ibaresinin

kullanılmasının yasaklanmasına ve daha

sonra derneklerin” zararlı faaliyet

gösterdikleri” gerekçesiyle kapatılmasına

dair kararları onamıştır.

Sadece derneklerdeki değil anadilde

eğitim hakkı doğrultusunda açılmış olan,

Türkçe eğitim veren, masrafları Batı

Trakya Türklerinin kendilerince

karşılanan Türk okullarının da adından

Türk ibaresi çıkarılmış, Yunan kökenli

öğretmenler bu okullara atanmıştır.

Türk gençlerinin eğitim ve iş olanakları

kısıtlanmış üniversite yolunun önüne

aşılması zor engeller konuşmuştur.

Vatandaşlıktan çıkarılan, milli kimliği yok

sayılan, yasak bölgede yaşamaya zorlanan

batı Trakya Türklerinin karşılaştığı

sıkıntılar sadece bunlardan ibaret değildir.

1920 yıllarda Batı Trakya’daki menkul-

gayrimenkul malların %86’sının Türklere

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

24

ait olduğu bilinmektedir. Bugün ise bu

oran %20’lerdedir. Yunan kökenli

Yunanistan vatandaşları bu bölgede mal

alımına teşvik, kamulaştırma ve el

koymalarla birlikte Türkler malvarlıklarını

kaybetmiş ve göçe zorlanmışlardır.

Dini kimliğiyle anılmasına rağmen Batı

Trakya Türkleri dinlerini

yaşayamamaktadırlar. Müftülerin seçimle

iş başına gelmesi gerekirken Yunanistan

seçimleri iptal ederek müftü atama

yetkisini kendinde görmektedir.

Müftülükler azınlık grubunun en önemli

kurumları olmakla birlikte, Osmanlı’dan

kalan vakıfların malvarlıklarının yönetimi

konusu da üstlenmektedirler. Bu

makamların azınlıkların isteği dışında,

seçilen değil atanan kişilerin elinde olması

büyük bir sorun teşkil etmektedir.

Yunanistan uluslararası antlaşmalarla

kabul etiği, İnsan Hakları Sözleşmesiyle

varlığını tanıdığı birçok hakkı gasp

etmiş, insanların insan gibi yaşama

hakkını ellerinden almıştır. Bugün Batı

Trakya Türkleri karşılaştıkları bu

sorunlara yönelik hukuk mücadelesini

sürdürmektedirler.

Türk-Yunan ilişkilerinin merkezi Kıbrıs-

AB-Adalar üçgeni olmaktan sıyrılıp, Batı

Trakya meselesinin de çözüme

ulaştırılması için çaba sarf edilmelidir.

Kaynakça:

M. Murat HATİPOĞLU- Batı Trakya Türk

Azınlığının Sorunlarına Tarihsel ve Güncel

Yaklaşımlar

Prof. Dr. Ata ATUN- Batı Trakya’daki Planlı

Türk Soykırımı

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

25

IRAK’TA TÜRKMEN OLMAK METEHAN ÇAĞRI

Irak Türkmenleri, Türkmeneli diye

adlandırılan Irak’ın kuzeybatısından

güneydoğusuna doğru uzanan, Araplarla

Kürtler arasındaki bölgededirler.

“Türkmenler çizilen bu sınırda Musul

şehrinin batısında Telafer ilçesi ve

civarındaki köylerden başlayarak doğu ve

güneydoğuya doğru, Musul, Erbil,

Altunköprü, Kerkük, Tazehurmatu, Kifi,

Karetepe, Kızılarbat, Hanakin, Mendeli,

Bedre ve Şahraban bölgelerinde

yaşamaktadırlar.” [1]

Bin yılı aşkın bir süredir Irak’ta yaşayan

Türkmenler, 900 yıla yakın bir süre

bölgede yönetici konumundadır.

İngilizlerin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte

siyaset arenasında ve devlet yönetiminde

arka plana itilmişlerdir. İngiliz işgalinden

sonra Türkmenler, Irak’taki yönetimlerce

baskı görmüş ve bir tehdit olarak

algılanmıştır.

1958 yılında Bağdat’ta yayınlanan “The

Iraqi Revolution 14th July Celebrations

Commitee” adlı kaynakta ve 1987’de

Londra’da Inquiry Dergisi’nde yayınlanan

“The Forgoten Minority: The Turkomans

of Iraq” adlı makalede Irak’ ta 567.000

Türkmen’in yaşadığı belirtilmiştir.

Günümüzde ise bu rakamın 2 milyon ile 3

milyon arasında olduğu

belirtilmektedir.[2]

Irak genelinde 1920’lerden bu yana

Türkmenleri asimile etmek ve yaşadıkları

bölgeleri Araplaştırmak, kimi zaman da

Kürtleştirmek amacıyla çeşitli yöntemlere

başvurulmuştur. Açık yerlerde Türkçe

konuşmak yasaklanmış ve hata

telefonda kendi ailesiyle konuşanları

cezalandırmak gibi insan haklarına

aykırı kararlar alınmış ve

uygulanmıştır. Yüzlerce Türkmen köy ve

kasabası çeşitli bahanelerle yıkılmış,

Türkmen halkı başka bölgelere göç etmeye

zorlanmış, Irak’ın güneyinde yüz binlerce

Arap’ın Türkmen bölgelerine yerleşmesi

için kendilerine karşılıksız arazi

dağıtılmıştır.

Saddam Hüseyin döneminde zirve

noktaya ulaşan asimilasyon daha geriye

gittiğimizde İngiliz işgali ile başladığı

görülmektedir. 1920’de Telafer’de

yaşanan Kaçakaç Katliamı, 1924’te

yaşanan Levi katliamı İngiliz zulmünün

açık örneğidir. İngiliz boyunduruğundan

kurtulduktan sonra da Arap yönetiminde

Türkmenler zulüm görmeye ve

katledilmeye devam edilmiştir. 1946

yılında yaşanan Gavurbağı katliamı acı

bir örnektir. Haklarını aramak isteyen

Türkmen işçiler zalimce ezilmiş, dönemin

güvenlik güçleri tarafından saldırıya

uğrayıp katledilmişlerdir.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

26

1959 yılı ise Irak Türkmenlerinin

yüreğinde kanayan ayrı bir yara olmuştur.

“Türkmenlere yönelik katliamlar, Molla

Mustafa Barzani’nin Rusya’dan Irak’a

döndüğünde Türkmenlerin çoğunlukta

yaşadığı Kerkük bölgesini ziyaret etiği

sırada meydana gelmiştir.”[3] Silahsız ve

sadece cumhuriyetin ilanının birinci

yıldönümünü kutlamaya çıkmış bulunan

Türkmenler, otomatik silahlarla taranarak

dağıtılmıştır. Kerkük katliamı tam 3 gün

3 gece sürmüştür. Evlerinden alınan bazı

Türkmen ileri gelenleri, ailelerinin gözleri

önünde makineli tüfeklerle şehit

edilmiştir. Daha sonra ise ayaklarına ipler

takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak

sokak sürüklenmiştir. Aynı zamanda

komünist ve Kürt saldırganlar biryanda da

Türkmenlere ait birçok mağaza ve dükkânı

yağmalamış talan etmişlerdir.

Kerkük Katliamı’nda kimlikleri tespit

edilebilenler;

Ata Hayrullah/Albay

İhsan Hayrullah/Yarbay Tabib

Selahatin Avcı/İş Adamı

Mehmet Avcı/Memur

Nihat Muhtar/Öğretmen

Cihat Muhtar/Öğrenci

Emel Muhtar/Öğrenci

Kasım Nefçi/Çiflik Sahibi

Ali Nefçi/Serbest Meslek

Osman Hıdır/Kahve Sahibi

Cihat Fahrettin/Öğrenci

Zübeyir İzzet/Kahve Sahibi

Şakir Zeynel/Kahve Sahibi

Gani Nakip/Memur

Kemal Abdussamet/Mühendis

Fatih Yunus/Teknisyen

Cuma Kanber/Teknisyen

Enver Abbas/Öğrenci

Kazım Bektaş/Öğrenci

Hacı Necim/Serbest Meslek

Hasip Ali/İşçi

Nuretin Aziz/İşçi

İbrahim Ramazan/Tamirci

Adil Abdulmecit/İşçi

Abdulhalik İsmail/Öğrenci

Abdullah Beyatlı/Teknisyen

Selahatin Kayacı/İşçi

Abbas Kadir/Öğrenci

İbrahim Hamza/Kasap

Halil Türkmen/Serbest Meslek

Salah Köprülü/Polis.

Altun Köprü Katliamı

Hem peşmerge hem de Saddam zulmünün

yaşandığı şehirdir Altunköprü. 1.Körfez

savaşından dolayı yaşanan otorite

boşluğundan faydalanan peşmergeler

Kerkük’ü işgal etmiş ve ilk olarak nüfus

müdürlüğü olmak üzere şehri yakıp

yıkmış ve talan etmiştir. Bir hafa süren

yağma ve talan olaylarından sonra

Saddam’a bağlı askeri güçler yol üzerinde

bulunan Türkmen beldelerini ateşe

tutarak Kerkük’e girmiştir. Peşmerge

güçlerinin kaçması ve şehri terk

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

27

etmesinden sonra Saddam kuvvetleri

geçtiği her Türkmen beldesini top ateşine

tutmuş ve yakıp yıkmıştır. Peşmerge

kuvvetlerini yakalayamamanın acısını

Türkmenlerden çıkaran birlikler

Altunköprü’de Türkmen katliamını

başlamış ve şehri yakıp yıkmıştır. İçlerinde

çocuk ve yaşlılarında bulunduğu yüz’e

yakın Türkmen evlerinden zorla

çıkartılmış ve kurşuna dizilerek

katledilmiştir.

Amerikan İşgali, Asimilasyon ve

Katliamlar

Nisan 2003 tarihinde Irak askerlerinin

şehri boşaltması üzerine Kürt peşmerge

güçleri Kerkük’e saldırmıştır. Türkmen

şehrine girmekle kalmayıp, şehirdeki,

başta tapu ve nüfus daireleri olmak üzere

resmi daireleri, hastane, işyeri, evleri, özel

araçları yağma ve talan etmişlerdir. İşgal

öncesinde 830 bin olan Kerkük’ün nüfusu,

bugün Irak’ın kuzeyinden, Türkiye, İran ve

Suriye’den getirilip yerleştirilen Kürt

unsurlar sayesinde 1,5 milyonu aşmıştır.

Şehirde biryandan asimilasyon devam

ederken bir yandan da yaşanan saldırılar

sonucu binlerce Türkmen katledilmiştir.

Önemli Türkmen şehirlerinden biride

Telafer’dir. Şehir nüfusunun tamamı

Türkmenlerden oluşmaktadır. Şehre

sinema ve trafik lambası sistemi dahi

Türkmenleri cezalandırmak için yıllarca

kurulmamıştır. 400 bin Türkmen’in

yaşadığı şehirde durum Saddam

rejiminden sonrada değişmemiş hata

ağırlaşmıştır. Telafer’de Terör, ABD ve

Irak güçlerinin operasyonları nedeni ile

hayatını kaybedenlerin sayısı 2800

civarındadır.

Telafer’de kan gövdeyi götürürken Türk

Dış İşleri Bakanlığı’nın yaptığı ‘masum

Iraklıların öldürülmesinden üzüntü

duyuyoruz’ açıklaması ise ayrı bir

etkisizlik ürünü olarak tarihe geçmiştir.

Irak’ta Türkmenlere yönelik katliamlar

arterken Başbakan Erdoğan’ın

gündeminde ise Türkmen katliamları

değil, Talabani ile görüşme vardır.[4]

Musul’da da durum diğer Türkmen

kentlerinden farksızdır. Türkmenler

birçok baskı ve zulme maruz kalarak göç

ettirilmek istenmiştir. Ayrıca birçok

Türkmen liderde suikasta uğramıştır.

Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telafer ve

adını sayamadığımız nice Türkmen şehri,

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

28

beldesi ve köyünde ne yazık ki durum

aynıdır. Peşmerge lideri Mesut Barzani

başta olmak üzere Irak Devlet başkanı

Celal Talabani’nin uyguladığı politikalar

yüz yıl önce İngiliz işgali ile başlayan ve

Saddam yönetiminde katlanarak artan

Amerikan işgali ile zirve yapan baskı

zulüm asimilasyon politikalarından

farksızdır. Irak’ın Kuzey’inin asıl söz sahibi

Türkmenler yok sayılmakta, asimile

edilmekte ve her şeyden daha vahimi

katliamlara tabi tutulmaktadır.

Yıllardır süren asimilasyon ve katliama

karşı Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin

sessiz kalması, soydaşlarının yok

edilmesini izlemesi sizce de düşündürücü

değil midir?

Kaynaklar

1. Güçlü Demirci, “Irak Türklerinin

Demografik Yapısı”, Türkler C. XX, Yeni

Türkiye Yayınları, s-614

2. htp://www.minorityrights.org/5750

/iraq/turkomans.html

3. Hakkı Öznur, Cahşların Savaşı Kuzey

Irak Hareket ve Musul ve Kerkük Meseleleri

s-825

4. Ümit Özdağ – Telefar/Bir Türkmen

Kenti’nin ABD Ordusu ve Peşmergelere

Karşı Direnişi Fark Yayınları s.279

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

29

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

30

RÖPORTAJ: SADİ SOMUNCUOĞLU M. Bahattin DOĞANAY - Serhat ÇAKIR - Metehan ÇAĞRI - Aybike Gökçen ŞİMŞEK

1940 yılında Aksaray'da doğdu. 1962 yılında Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nden mezun oldu. 1957-58’den itibaren Türk Ocakları'nın faaliyetlerine katıldı. Çeşitli devlet memuriyetlerinde bulundu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde Organizasyon ve Metot ile İdarecilik kurs ve eğitimi gördü.

1967 yılında aktif siyasete atıldı. MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yaptı. 1969 yılında MHP Genel İdare Kurulu'na seçildi ve 12 Mart 1971'e kadar gençliğin eğitim ve teşkilatlanması işlerini yürüttü. 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar MHP' Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin yayınında görev aldı. 1977 yılında Niğde Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Demirel'in Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı olarak görev yaptı.

1980 darbesi sonrasında tutuklandı. MHP davasında idamla yargılandı. 2 yıl tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. 1980-1995 yıllarında siyasetten ayrıldı. Türk Ocakları Genel Merkez Heyeti üyeliği ve Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu.

1995 seçimlerinde ANAP Aksaray Milletvekili seçildi. 1.5 yıl sonra MHP'ye katıldı, Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. 1999 seçimlerinde tekrar MHP' den Aksaray Milletvekili seçildi. 57. Hükümette Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Cumhurbaşkanlığına aday olduğu için Mayıs 2000'de bu görevinden azledildi. 9 kitap yazdı. Aktif siyaseti bıraktıktan sonra Milli Düşünce Merkezi’nin kurdu ve halen başkanlığını yapmakta.

GENCAY DERGİSİ olarak Sadi Bey ile Türkiye’nin dış politikası, Avrupa Birliği, Ortadoğu

ve Türk Dünyası üzerinde sohbet etik. Bize gösterdiği ilgi dolayısıyla kendisine en derin

teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

31

Türkiye’nin yıllardır Avrupa Birliği’ne

dahil olma çabası Türkiye’ye kazanç mı

sağlamakta aksine Türkiye’ye zaman

mı kaybettirmektedir?

Türkiye gibi bir ülke Avrupa Birliği

projesinin santimetrekaresinde bile yeri

olmayan bir ülkedir. Bu yüzden daha da

geç olmadan Türkiye bunun farkına

varmalıdır. Avrupa Birliği, Hıristiyan-

Avrupa medeniyetini medyana getirmiş

ülkelerin siyasi birliğini inşa için

düşünülmüş bir projedir. Bir tarafa Rusya

sahası nüfusu, gücü itibariyle öbür tarafa

ABD arasında bir medeniyeti temsil eden

ülkelerin ezilmemesi dünyadaki her

gelişmeden daha büyük bir pay alabilmesi

için birleşik devletlere gitme ihtiyacı

duyuldu. Fakat Türkiye nedense gözü kara

bir şekilde ne pahasına olursa olsun

buraya girmeye çalıştı o yüzden çok zarar

gördü. “AB Bitmeyen Yol” kitabımda bu

konu üzerinde durdum. Türkiye diye bir

ülkeye orda yer yok. Çünkü o kendilerinin

o havzada yaşayan medeniyeti temsil eden

birleşme projesidir. Türkiye gözünü

karartır her şeyiyle razı olacak gibi bir

ısrarla devam ederse önüne Sevr’ den

daha ağır şartlar konur. Türkiye de ki

insanlar bu durumdan etkileniyor. Bu

ikiyüzlülük olur mu?

Türkiye’ye yapılan haksızlıklar nedir, diye

bir öfkelenme başlıyor Türkiye de. AB’de

zaten bin yıldan beri meydana gelen üstü

örtülü bir öfke vardır. Bu da bunu tetikler

ve neticede düşman kamplar kurulur iki

tarafa buradan zarar görür. Türkiye

açısından bakacak olursak, AB’nin gelişmiş

ülkeler topluluğu olmasının yanı sıra

yaşlanan nüfusu itibariyle ve son

zamanlarda üyelerinden Yunanistan’ın

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

32

ekonomik krize girmesi bu durumda dahi

AB’nin elinden herhangi bir şey gelmemesi

gibi nedenler AB’nin gücünün azaldığını,

AB’ye girmenin Türkiye açısından gelecek

vaat etmediğini gösteriyor. Bu bakımdan

Türkiye bu sevdadan vazgeçmeli. Batı da

ciddi bilim ve eser sahibi devlet adamları

Türkiye konusunda: “Türkiye gibi büyük

bir geçmişi temsil eden bir ülke daha fazla

aldatılmamalı, istismar edilmemeli, bunun

sonucunda Avrupa da çok zarar görür”

şeklinde bir açıklamada yapmışlardır.

Onun için Türkiye’ye AB projesinde size

yer yok diye açıkça bir şekilde

belirtilmelidir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri

nasıl olmalı? Türkiye AB’ye güvenmeli

midir?

İlk olarak güven konusunu ele alırsak;

Avrupa tarafından Türkiye’ye karşı büyük

bir düşmanlık söz konusu özellikle

2001’den bu yana. Bu düşmanlık sadece

siyasilerde değil, bizim Avrupa birlikçiler,

ezberciler, şartlanmış olan aydın kemsin

siyasetçilerinde mevcuttur. Onlar

görmüyorlar ki yıllardır Batı ülkelerinde ki

partiler seçimlerde Türkiye düşmanlığı

yaparak oy topluyorlar. Türkiye’ye karşı

olan bu husumet halka da yayılıyor.

Demokratik ülkelerde siyaset, halkın

eğilimleri ve taleplerinden etkilenir ve bu

gidiş çok tehlikelidir. Fransa’nın Ermeni

soykırımı kabulü kararı AB ülkelerine de

yayılacak gibi görünüyor. Zaten AB’nin bir

kararı çerçevesinde Fransa bu kararı aldı.

2013’de diğer ülkeler ırkçılık ve

soykırımla mücadele konusunda hem iç

mevzuatlarını uygun hale getireceklerini

hem de AB üye ülkeleri ortak mevzuatın

içine alacağı yada çıkaracağını belirtiği için

Fransa buna dayanarak karar aldığını

iddia ediyor. Yani karşımızda böyle bir

tehdit, tehlike vardır ama bu tabi ki bu

kadar açık bir şekilde dile getirilmiyor. Bu

durum da AB’ye karşı herhangi bir güven

düşünülemez o yüzden AB ile

ilişkilerimizde ticarete önem vermeliyiz.

AB ve Türkiye taraf olarak tercihli ticaret

anlaşması yaparlar. Tercihli ticaret

anlaşması ise hangi mal ürün ve

mamullerde, hizmet sektörü gibi

ekonomik durumlarda tarafların avantajlı

olduğu kısımlar belirlenir o alanda bir

gümrük birliği kurulur. Bu durumda da

Avrupa, Türklerin iç işlerine ve diğer

ülkelerle ticaretine karışamaz. Türkiye

menfaatleri doğrultusunda büyümesini,

gelişmesini sağlayabilir. AB’de Türkiye

pazarını kaybetmemiş olur. Balkanlar da

ve Orta Doğu’da yüklenecekleri misyonu

da Türkiye’nin dostluğuyla pekiştirebilir

ve misyonunu yürütebilir. Devletler arası

ilişkiler tarafların menfaatlerini

gözetmiyorsa bir yerde tıkanıklık oluşur

ve devletlerin zarar görmesi

kaçınılmazdır.

Türkiye, AB’ye dahil olmak yerine

Rusya tarafından başlatılan Avrasya

Birliği’ne dahil olabilir mi?

Avrasya Birliği, Rusya’nın eski Sovyetler

Birliği sahasında yeniden hakimiyet

sağlama projesidir. Türklerin böyle bir

proje içinde yer almaları hiçbir yarar

sağlamaz. Orta Asya’nın kuşatılmış

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

33

olmasından dolayı, Ruslar çok avantajlıdır.

Bu yüzden Türkiye Rusya’ya ve kısmen

Çin’e yaklaşmaya başladı. O bakımdan

Rusya ile olan ilişkilerde bizim günübirlik

siyaset değil, istikrarlı, güven veren, hedefi

tutarlı olan bir siyaset gütmeliyiz.

Siyasetin özünde de biz sizinle iyi

komşuyuz esasına dayanan, karşılıklı

menfaat gözeten işbirliği gerekir. Bu

mesaja dayalı olarak Rusya ile işbirliği

yapmamız bizim için çok yararlı olur

çünkü Türkiye’nin ekonomik bakımdan

faaliyet göstereceği çok fazla alan vardır

Rusya’da.

Genel olarak değerlendirecek olursak

Türkiye’nin dış politikasında nasıl bir

yol izleniyor?

Türkiye, yönünü Afrika’ya yönlendirmiş

bulunmakta bu hedef Türkiye’nin

imkanları dahilinde gerçekleştirebileceği

bir şey dahi olsa bile yararına sonuç

gösterecek bir proje değildir. Afrika’da

siyasi bir istikrarın söz konusu olmadığı

gibi ticari açıdan da Suriye’den de daha az

bir ticari gelir elde edilir. Afrika’da ki

yapılan girişimler gelecek vaat etmiyor

aksine bunlar hem zamanımızı hem de

kaynaklarımızı ziyan etmektedir. İyi

ilişkiler farklı diplomatik yollar ile

kurulabilir. Afrika’da ki kaynaklara ulaşma

imkanımız nelerdir, diye bir göz

atığımızda, önlem alınacak bir durum söz

konusu değildir. Türkiye açısından Afrika

stratejik bir öneme sahip olmaz. Zaten Çin,

Afrika da büyük çapta hakimiyet

sağlamıştır. ABD, AB sıkıntıya düşünce

Libya’da gördüğümüz gibi vahşiyane

usullerle petrollerine, doğal gazlarına

hücum etmişlerdir. Türkiye’de artık

Libya’dan bahseden de kalmadı. Libya’da

ki o hadiseler başladığında Türkiye de

nerdeyse her gün gündemdeydi. Şimdi ise

yetkililerimiz bu konuyu açmıyor bile.

Libya’da ki kaynakları paylaştılar, orayı da

bölecekler, Türkiye’yi de kullanmış oldular

ve buda orda ki insanların vicdanların da

izler bırakacaktır.

Peki Türk Dünyası’nın Türk dış

politikasında ki payı nedir?

Türkiye’nin dış politikası Türk

dünyasından uzaklaşmış durumdadır.

Türk Cumhuriyetleri gelip bir ilişki

kurmazlarsa herhangi bir atağa

geçilmiyor, ortak nokta ile ilgili müzakere

de yapılmıyor. Buna kardeş Azerbaycan da

dahildir. Kültürel açıdan devletlerarası bir

iletişim söz konusudur. Fakat taraflar

arasında siyasi zemin üzerinde uygun bir

ilişki söz konusu değildir. Türkiye bu

konuda ki hedefleri belirlerken imkanlar

dahilinde gerçekçilikten ayrılmadan,

yapabilecekleri öncelikli hale getirmelidir.

Bu hedefleri gerçekleştirmek kısa

zamanda halledilecek türden değildir,

bunu yarım asırlık bir hedef gibi görmekte

yarar vardır.

Zaman boyutu göz önüne alınmadan

programsız bir girişimde bulunulursa

istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Eğer

Türkler dünyada var olacaksa Batı Türk’ü

ile Doğu Türk’ü ile mutlaka birleşeceği,

yardımlaşacağı bir entegrasyonu

hedeflemelidir.

Türkiye’nin Orta Doğu’da ki

gelişmelere yaklaşımını nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Gündemden takip edecek olursak;

Cezayir’in bağımsızlığında Fransa’yı

destekledik, oylama da hala o bizim için

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

34

baş kakıncıdır. Halbuki Türkiye orda orada

haklıydı çünkü biz 1952’de NATO’ya

girdik. NATO güvenlik paktıdır ve Fransa

da NATO’nun üyesidir. NATO’nun birinci

ilkesi üye ülkelerinin toprak bütünlüğünü

savunma esasına dayanıyor. Cezayir aynen

Paris gibi Fransa toprağı sayılıyordu bu

yüzden hukuki açıdan sömürge ülkesi

değildir. Türkiye mecburen NATO üyesi

olduğu için çekimser oy kullandı ama

Cezayir kurtuluş hareketi yürüten

gruplara hem silah hem para yardımı

yapıldı el altından.

Filistin-İsrail meselesinde de Türkiye

dengeli bir siyaset gütmüştür. Ne İsrail ile

bir çatışmaya girdi ne de Filistinlilerin

haklarının, isteklerinin karşısına geçti.

Filistin kurtuluş örgütü Türkiye’de ki 1980

öncesi komünist hareketlerin eğitim

kampı olarak çalıştı daha sonra da PKK’nın

eğitim kampı olarak çalıştı. Bunların hepsi

Türkiye’nin aleyhine gelişmeler ama hiç

kimse bunları dile getirmedi.

Birleşmiş milletler de ne zaman Kıbrıs

meselesi oylanmışsa Arap camiası bir defa

olsun bizim lehimize oy kullanmadı.

Bunlar Türkiye de hiç anlatılmıyor. Eğer

anlatılmıyorsa kamuoyu baskısı onlara da

yansır. Türkiye suçlandı her zaman tek

tarafı olarak. Bildiğimiz gibi birinci dünya

harbinde Arapların önemli bir kısmı İngiliz

kuvvetlerinin yanında bize karşı savaş

açtılar ama biz buna rağmen bunları

mevzu etmedik zamanla unutmaya

başladık yine de belli bir kırgınlık olsa da

bunun dile getirmeden iyi ilişkiler içinde

olduk. Atatürk zamanın da, Bağdat paktı

gibi çeşitli paktlarla yine kardeşliği tesis

etmeye çalıştık. Latin Amerika ülkelerine

de Afrika’ya olan bakış açısıyla bakamayız.

Ortadoğu devletleriyle ilişkilerimizde özel

sektörden yararlanmalıyız.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

35

ÜLKÜ AĞABEY’E MEKTUP RECEP BAYRAM

Muhterem Ülkü Ağabeyim,

İçinde bulunduğumuz zor şartlardan ve

bunlara karşı da elimizden bir şey

gelmemesinden dolayı size böyle bir sitem

mektubunu yazma ihtiyacı duydum. Sizin

de bu kısık ama haklı sesimize kulak

vererek, bize Türk Milletine hizmet

yolunda gerekli yönlendirmeyi

yapacağınızı umarak şimdiden size olan

bağlılığımı bildiriyor, saygılarımı

sunuyorum.

Saygıdeğer Ağabeyim,

Türk Milliyetçileri, senin yolunun

ciddiyetini ve sorumluluğunu unutmuş bir

şekilde kendi elleriyle karanlığa

düşmektedir.

Dernek, vakıf, enstitü, siyasi parti gibi

kuruluşlarla her geçen gün yeni

yapılanmalar türemekte ve bunlarla yeni

bir çıkış veya aydınlanmanın olabileceğini

düşünen kişiler, aslında yeni bölünmelerin

temelini atıklarının farkına

varamamaktadırlar. Çünkü her teşebbüs

kendinden öncekileri, ya inkâr etmekte ya

da kendilerinin onlardan olmadığını

savunmaktadır. Her kuruluş ya siyasi bir

hedef gütmekte ya da varlığını

sürdürebilmek için siyasetin

menfaatlerine uşak olmaktadır.

Kendilerini davanın karargâhı gibi

tanıtmakta, sosyal medya aracılığı ile

birlerini bin gibi göstermektedirler.

Bu kuruluşların getirdiği rüzgârdan

faydalanarak, kahraman edalarıyla,

popüler ve insanların nefislerini okşayan

söylemlerle birçok da kurtarıcı türedi

içimizde. Bunlar, küskünleri

barıştıracağım, halk beni istiyor, Türk

Milliyetçileri iktidar olacak gibi

sloganlarla seçim afişlerinde boy boy

görüntü veren, diğer siyasetçileri

çobanlık bile yapamaz diyerek hor

gören ama geçmişlerine bakıldığında

bir ekip çalışmasına dahi imza

atamamış sadece akademik

unvanlarının itibarına gizlenen veya

aile büyüklerinin isimleri üzerinden

prim yapmaya çalışan kişilerdi. Laf

cambazlığı, alkışlar ve televizyon merakı

ne yazık ki bu menfaatperestlerin

gözlerine perde indirmiş ve sadece

hayallerine odaklanmalarına sebep

olmuştur. İşin bundan da kötü yanı şu ki

bu kişiler olmadan sanki hiçbir şeyin

olamayacağı kanısı, insanlarımız

tarafından kabul edilmiş ve bu kişiler,

gerekeni düşünüyor ve yapıyorlar rahatlığı

camiamızı miskinlik atmosferine

sokmuştur.

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

36

Ağabeyim,

Senin yolunda olanlara Ülkücü diyoruz

ama senin ezeli ve ebedi bir gücün

olduğunu unutanlar oldu ki Ülkücünün

eskisi ya da farklıları ortaya çıktı.

Ülkücülük, 1980 öncesi olayların içinde

slogan atmış, gözaltına alınmışların fasa

fisosu oldu. Röntgencilik yaparak, gizli

kameralarla edepsizlikleri daha da

ahlaksızca afişe etmek oldu. Sohbetler

sırasında “biz bedel ödedik” diyerek

aradan sıvışmak oldu. Mafya ve çete

suçlamalarında külhanbeyi gibi avaz avaz

bağırıp, meydan okuma oldu. Kavgadan

uzak durmak bahanesiyle kuruluşları

vasıfsızlaştırmak, sokakların hâkimiyetini

kaybetmek oldu. Türkçülük Bayramı’nı

Milliyetçilik Günü olarak kutlamak oldu.

Senin yolunda yol gösterici büyüklere

saygısızca yapılan muameleler oldu.

Siyaset arenasına çıkanların para ve

egoyla sınanması oldu. Kültürümüzü

tanımadan lisanslı, cahil aydınlar oldu.

Meclis televizyonunda günün anlam ve

önemini belirten Salı Siyaseti oldu. Oldu!

Oldu! Oldu!

Hakikaten Ülkücülük ne idi?

Ağabey, siz Atila ile Roma’yı

kuşatmıştınız. Kür Şad’ın kulağına ihtilal

fikrini siz fısıldamıştınız Atı, cihan

hâkimiyeti için ehil etmiştiniz. Demiri

işleyip insanlığa medeniyet getirmiştiniz.

Oğuz Ata’yla nesilleri sürmüştünüz.

Satuk Buğra Han’ı İslam’la

tanıştırmıştınız. Uluğbey’le fezaya

bakmıştınız. Hoca Ahmet Yesevi ile Ocak

yakmıştınız. Dedem Korkut ile boy

boylayıp, soy soylamıştınız. Sultan

Alparslan ile Bizans’a yürümüş,

Nizamülmülk ile ders vermiştiniz. Osman

Bey Gazi ile rüyalar görmüştünüz. Sultan

Mehmet’e Rasulullah’ın Nişanı’nı verip,

Fatih yapmıştınız. Yavuz Selim Han ile

Kutsal Topraklara yüz sürmüştünüz.

Mevlana ile raks etmiş, Hacı Bektaş ile

“Edep”, Yunus ile “Allah” demiştiniz.

Çanakkale’de Kınalı Kuzu, Enver Paşam

ile Çeğen Tepesi’nde Şehadet olmuştunuz.

Başbuğ Atatürk’e yol gösterici,

devletlerimizin kuruluş felsefesi

olmuştunuz. Ağabey, siz hep vardınız ve

her zaman da yaşananların baş

aktörüydünüz.

Milliyetçi Hareketi de kurarken o vefalı

kahramanları, siz Türk Ocakları’nda

buluşturmamış mıydınız? Devletin fark

edemediği düşmanı siz, kahraman

Ülkücülerle def etmemiş miydiniz? Sovyet

Rusya’ya çelme takıp, kardeş Türklere

bağımsızlık mutluluğunu siz yaşatmamış

mıydınız?

Bütün bunlara rağmen, Ülkü Ağabeyim,

şimdi neredesiniz?

İş adamlarımız, yaptığımız faaliyetlere

reklam vermiyorlar, destek olanlar kim

olduklarının duyulmasını istemiyorlar.

Üniversiteli arkadaşlar, KPSS için

çalışmalarımıza katılmamayı daha doğru

buluyorlar. Memurlar telefon numaralarını

dahi listemize kaydettirmiyorlar.

Anlayacağınız, iktidar sahipleri herkesi

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

37

sindirmiş durumda ki bize de burada

düşen rol Cüzzamlı Hastalar, gördüğümüz

muamele açıkçası bu.

Bir etkinlik düzenlemek, artık büyük iş

oldu. Toplantı salonlarını doldurmak için

liste yazıp, alternatiflere göre birini yazıp

diğerini silerek, önemsiz kişilere önceden

haber vermeyip son anda meydana gelen

boşluklara göre yedekten adam seçmek

alenen işlenir oldu. Sorduğunuzda

Anadolu’yu adım adım gezip milleti

teşkilatlandıralım diyenler, Ankara’da bir

otobüs tutmaktan aciz oldu. Aslında doğru

olan herkesin arabasının olmasıymış.

Kendileri saltanat kayığında dünyaya

gelmişlerle dava yürütüyoruz, Ağabeyim.

Toplantılarda liyakat kavramı varmış,

yokmuş kimsenin umuruna değil. Tek

layık olan kişi, kendince toplantıda

kimlerin olup, kimlerin olmayacağına

karar verdikten sonra ilk durumun aksi

olsa ne olur? Anladığım kadarıyla bu tip

kişiler ölümlü değil, her şey kendileri ve

onların istedikleri kişilerle oluyor. Yeni

yetişecek kişilere ihtiyaç yok. Çünkü 3597

yılının Temmuz ayında yine bu kişiler iş

başında olacaklar. M.Ö. 796 yılında

oldukları gibi.

Hakikaten Ağabey, ölümsüz olan siz değil

miydiniz, bunlara ne oluyor?

Kıymetli Ağabeyim,

İzninizle bu mektubu, Gencay

Dergisi’nde okuyuculara sunacağım.

Gencay da nerden çıktı, diye, soracak

olursanız, peşinen söyleyeyim. Bizim

kurtuluş umudumuz ya da camiamızı

bölecek bir başka kolumuz(!). Dediğim gibi

biz de ne gördüysek onu yapıyoruz.

Yeni bir şey olacak olsa, aman icat

çıkarmayın mantığı ile yıldırılıyoruz ama

inanın açık olup olmadığını bilmesek de

umut kapısının varlığına inanıyoruz. Bu

kapıyı bulmak ve senin yoluna gerçekten

ulaştığımız gün için bize kapıları açmakta

yönlendirici olmanızı umut ederek,

kıyamete kadar Türk’ün ebedi varlığına

ışık olacağınızı bilerek, sizi saygı ve

hürmetlerimle selamlıyorum.

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

38

ÜRETİM ve TÜKETİMDE

MİLLÎ OLMAK Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Millî demek; millet için, millete göre, millet

tarafından demektir. Bu, bütün dünya

milletleri için geçerli olan bir kavramdır.

Bu sözün bizim milletimizin için

uyarlanmış hali de şu şekildedir. Türk

milleti için, Türk milletine göre, Türk

milleti tarafından.

Yurtdışından örnek vermek gerekirse, NSA

(National Security Agency - Millî Güvenlik

Ajansı), NQF (National Quality Forum -

Millî Kalite Forumu), NBA (National

Basketball Association - Millî Basketbol

Birliği), NSF (National Science Foundation

- Millî Bilim Vakfı), NASA (National

Aeronautics and Space Administration -

Millî Havacılık ve Uzay Dairesi)...

Bu örneklerin isimlerinden de belli olacağı

üzere Amerika’ya ait olan kurum ve

kuruluşlar. Neredeyse her şey için Millî ile

başlayan bir kuruluşları var. İşin tılsımı da

burada, bir şey ancak millî olursa bizim

olur. Tıpkı onların millîsinin, onların

olduğu gibi...

MİLLÎ OLMANIN ÖNEMİ

Tarih 20 Temmuz 1974...

Türk ordusu, canice katledilen

kardeşlerini kurtarmak üzere Kıbrıs’a gitti.

Bir süre devam eden Kıbrıs Barış Harekâtı,

başarılı bir şekilde tamamlandı. Yalnız, bu

süre zarfında dünyanın sözde müttefik

olduğumuz büyük devletleri bize karşı

durdu. Hem bu harekât, hem de o zamanki

haşhaş ekimi meselesi yüzünden

Türkiye’ye ambargo uyguladılar.

Kendileriyle pek de dost olarak

ayrılmadığımız Kaddafi, o zaman yalnız

kalan bize çeşitli yardımlarda bulundu.

İlk zamanlar dönemin başbakanı Ecevit

kahraman olarak karşılanırken, zaman

ilerledikçe benzin, tüp gaz, şeker, yağ gibi

temel tüketim maddeleri için sıraya giren

insanlar fikir değiştirmeye başladılar.

Çünkü Türkiye tam bir kuyruklar ülkesi

olmuştu.

Ancak bu ambargo ile Millî olmanın önemi

bir kez daha ağır şartlar altında anlaşılmış,

bu durum bazı müspet gelişmelere de

sebep olmuştur. Kısa adı ASELSAN olan

Askerî Elektronik Sanayii kuruluşumuz

1975 yılında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin

haberleşme cihaz ihtiyaçlarının

karşılanması amacıyla kurulmuştur. Daha

sonra bu bağlamda 1976 yılında Petlas

Lastik Sanayi A.Ş, lastik ihtiyacının

karşılanması amacıyla kurulmuştur.

1978’de silah ambargosu sona erse de,

bizde bu alandaki gelişmeler durmamış,

eksik olduğumuz bazı alanlarda yeni

kuruluşlarımız kurulmuştur. 1982 yılında

kurulan kısa adı HAVELSAN olan Hava

Elektronik Sanayii kuruluşumuz

bunlardan biridir.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

39

KIBRIS MESELESİNİN ÖNCESİ

Kıbrıs’ta Türklere yapılan katliamlar 1963

yılı Aralık ayında oldukça fazlalaşınca,

Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması’na taraf

devlet olarak sahip bulunduğu haklarını

kullanarak 1964’te Kıbrıs’a çıkarma

yaparak müdahalede bulunmaya karar

verilmiştir. Bu amaçla Kıbrıs’a Türk

askerinin çıkması için 7 Haziran tarihi

planlanmıştır.

Fakat 5 Haziran 1964’te ABD başkanı

Johnson’dan zehir zemberek bir mektup

gelir. Mektuptaki şu bölüme özellikle

dikkatinizi çekmek istiyorum.

“Türkiye ile ABD arasında mevcut 12

Temmuz 1947 tarihli yardım

antlaşmasının 4. Maddesine göre, Türkiye,

ABD’nin vermiş olduğu silahları Kıbrıs’a

müdahalede kullanamaz. Çünkü bu

silahlar Türkiye’ye savunma amacı ile

verilmiştir.”

Herhalde bu örneklerimiz millî olmanın

önemini anlamak için yeterli olmuştur.

MİLLÎ OLANI GELİŞTİRMEK İÇİN NE

YAPMALI

Teşvikler verilmeli, destekler verilmeli, bu

amaçlı kararlar verilmeli vb... Bu tip,

üretime yönelik önerilerde zaten bir

sıkıntı yok. Ama ben farklı bir şeyden

bahsedeceğim.

Bu mesele ile ilgili, ben ve arkadaşım

kimya mühendisi Alper Göçmenoğlu, bir

sistem geliştirilmesi konusunda biraz kafa

yorduk. Menşei Etiketleri isimli bu sistem,

özet olarak şu şekilde anlatılabilir.

Biliyorsunuz artık satılan dayanıklı

tüketim ürünlerinin neredeyse hepsinde

enerji etiketleri var. Üzerinde ürünün

belirli nitelikleri yer alıyor ve tükettiği

enerji miktarı belirtiliyor. Bu verilere göre

ürüne de bir enerji sınıfı veriliyor. B sınıfı,

A sınıfı, A+ sınıfı, A++ sınıfı gibi. Bizim

insanlarımız da kıvrak zekâlarıyla bu

meseleyi hemen kavramış durumdadırlar.

Bir ürün alırken insanlarımızın büyük bir

oranı enerji yakış değerine oldukça dikkat

etmektedir.

İşte, yukarıda anlattığımız enerji etiketleri

gibi bir de menşei etiketleri olmalıdır. Bu

menşei etiketlerinde, alacağınız o ürünün

üretiminin ne kadar aşaması hangi ülkede

gerçekleşti, kullanılan parçaların veya

hammaddelerin ne kadarı hangi ülkeden

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

40

kullanılmakta, üretimde kullanılan

enerjinin kaynağı neredendir, bunları

görebileceksiniz.

MENŞEİ ETİKETLERİ BİZE NE SAĞLAR?

Eğer böyle bir sistem kurulursa, yerli

üreticiye büyük bir destek olacak, bir millî

kalkınma sağlanması için büyük bir adım

atılmış olacaktır. İnsanlarımız tıpkı enerji

etiketlerinde A+++ arar hale geldiği gibi,

yerli üretim oranının en yüksek olduğu

ürünleri arayacaktır. Böylece üretici

firmalar hammaddelerini kendi

ülkemizden kullanacak, fabrikalarını kendi

ülkemizde kuracak, yatırımlarını kendi

ülkemizde yapacaklardır. Bu sayede yerli

fabrikalar daha çok çalışacak, daha çok işçi

çalıştıracak, daha çok ar-ge yapacak, daha

çok patent alacak, daha çok bilgi üretecek

ve dışa bağımlılığımız bir hayli azalacaktır.

Tıpkı A+ ürünlerin tüketiciler tarafından

talep edilmesi sonucunda üreticilerin A+

ürünler üretme yarışına girdiği gibi, yerli

üretim oranı yüksek olan ürünler talep

gördükçe üreticiler yerli hammaddeye,

işçiye ve enerjiye yönelecektir.

PEKİ, ŞİRKET SAHİBİNİN TÜRK OLUP

OLMAMASI AYNI BİLGİYİ SAĞLAMAZ

MI?

Hayır, sağlamaz. Örneğin, Mercedes-Benz

bir Alman şirketidir. Bu marka kamyonlar

ilimiz Aksaray’da üretilmektedir. Başka bir

örnek, Unilever isimli Hollanda ve

İngiltere kökenli çokuluslu bir şirket

olabilir. Dondurmadan çaya, margarine,

çamaşır deterjanından sabuna, diş

macununa kadar birçok farklı ürün üreten

bu şirketin ülkemizde, Çorlu, Çayırova,

Gebze ve Rize’de olmak üzere toplam 7

tane fabrikası bulunmaktadır.

Bu durumun tam tersi de mevcuttur. Türk

sahipli bir şirketin yurtdışında

fabrikasının olması şeklinde. Yani, bir

şirketin sahibinin Türk olup olmaması,

bize yukarıda anlattığımız bilgileri

sağlamaz. Ürünün hammaddesinin ne

kadar yerli olduğu, üretimin nerede

yapıldığı bilgileri bu sahiplik bilgisi ile elde

edilemez.

SONUÇ

Yazımızın başında örnekleriyle ortaya

koyduk ki, eğer üretimde ve teknolojide

millî olamamışsanız, bu alanlarda

başkalarının eline bakar durumda iseniz,

onların istemediği şeyler yapamıyorsunuz.

Yani hür değilsiniz.

Bir süredir bir Millî Araba projesi

konuşulmakta olduğunu ve biraz mesafe

de kat edildiğini biliyoruz. Zaten öncesinde

de Kuş Serisi ismi ile TOFAŞ, satın alınmış

lisanslarla yerli üretim yapıyordu. Şimdi

mesele, yerli malını, yabancı rakipleri ile

her alanda yarışabilir hale getirmektir. Bu

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

41

yapılabilirse eğer büyük bir başarı

olacaktır.

Bu işin etiketlerle yapılmak istenmesinin

sebebi ise, yerli malının takibinin millete

emanet edilmesi gereğidir. Yani, insanlar

eğer görebilirlerse yerliyi yabancıyı, kendi

ürünlerine sahip çıkabilecektir. Ama hangi

ürünün ne kadarı yerli ne kadarı yabancı

bunu bilemezse, nasıl kendi ülkesinin

ürününe sahip çıkabilir?

Anlattığımız bu menşei etiketleri sistemi

bir gün gerçekleştirilebilirse eğer, yerli

üretime, yerli hammaddeye, yerli

fabrikaya ve yerli enerjiye büyük ölçüde

yardımcı olunabilir. Böylece dış ticaret

açığının da önüne geçebilmek için iyi bir

fırsat yakalanabilir. Daha da önemlisi bilgi

satın alan değil, daha çok bilgi satabilen bir

ülke haline gelebiliriz.

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

42

KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK

Mahrem ve Münzevi, adını muhteşem

naatı Yağmur ile ölümsüzleştiren

Nurullah Genç’in tüm şiirlerini topladığı

kitaptır.

Usta şairin kelimelerinden dünyanıza

açılan pencereden kendinize göz

kırpacağınız nadide bir

eser.

Bir güvercin kalbinden kevser ırmağı

akar

Her yalnızlık, mahrem bir yıldızın

zindanıdır

Geceye tutunanlar güneşe memnû bakar

Mutluluk, bir seyyahın o münzevi ânıdır..

Yusuf Akçura bu kitapta, Türkçülük

akımının gelişmesini, fikri oluşumuna

etki eden faktörlerin tarihi gelişimi

içinde değerlendirmektedir. Cemil

Meriç’in “Kamus namustur” sözü ile dile

getirdiği düşüncenin önemini, Türk

dilinin yabancı kelimelerden

arındırılarak bütün Türk diyarlarında

rahatlıkla konuşulup anlaşılabilecek

sade bir dil oluşturulabilmesi için, ortak

bir lügat oluşturulmasının değerine

vurgu yapılan eserde dil konusunda

yapılan hizmetler dile getirilmektedir.

Türkçülük, Yusuf Akçura’nın deyimi ile

“Bütün Türklük” ülküsüne hizmet etmiş

olan Türk dünyasının ilim ve fikir

adamlarına ait bir panoramadır.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

43

BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKÇI

“Türk dili, dillerin en

zenginlerindendir; yeter ki bu dil

bilinçle işlensin.”

Mustafa Kemal Atatürk

Etimoloji, bir dilin söz varlığındaki

ögelerin köke kadar inilerek analiz

edildiği bilimdir. Konuyu biraz açmak

gerekirse bir kelime kökünün yahut

ekinin ilk ortaya çıkışı, tarihi gelişimi ve

hangi dillerde ne şekilde yayıldığı,

geliştiği yönünde tahlil edilmesidir.

Türkçe karşılığı ‘Köken Bilgisi’ olan bu

bilime, Türk dili açısından değinmeye

çalışacağım. Türk lehçelerinin ilk

etimolojik sözlüğü olarak anabileceğimiz

en önemli çalışma Marti Räsänen’in

1969 yılında yayımlanan “Türk

Dillerinin Etimoloji Sözlüğü Üzerine Bir

Deneme” başlıklı çalışmasıdır.

Karşılaştırmalı olarak ise 1978 yılında

yayımlanan Hermann Vambéry’nin

“Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik

Sözlüğü”dür. S.Nişanyan, İsmet Zeki

Eyuboğlu, Hasan Eren ve Tuncer

Gülensoy da etimoloji sözlükleri

hazırlamış ve yayımlamışlardır.

Bu bölümde birkaç kelimenin kök ve

kökenine değinmeye çalışacağım.

Denememe ‘’Köken’’ kelimesinden

başlamak istiyorum.

1- Köken: Kavun, karpuz, kabak gibi

bitkilerin toprak üstünde yayılan dalları.

Köken > kök-en

Kök: Dip, esas, temel.

Kök: İsim tabanı

-en: İsimden isim yapım eki (Pek işlek

bir ek değildir.)

2- Saygı: Hürmet, ihtiram.

Saygı > sa-y-gı

sa- : Saymak, söylemek

-y- : Fiilden fiil yapım eki

-gı : Fiilden isim yapım eki

3- Nesne : Belli bir ağırlığı, hacmi, rengi

olan madde; her türlü cansız varlık, şey.

Nesne< ne i-se ne < ne er-se ne

Ne : İsim tabanı (Zamir)

er-/i- : fiil tabanı

se: Şart kipi eki

4- Niçin: Bir olayın, durumun sebebini

ya da amacını sormak için kullanılır.

Niçin< ne için< ne üçün< ne uç-u-n

Ne: İsim tabanı

Uç : Sebep.

uç : İsim tabanı

-u-: Yardımcı ses

-n : Vasıta hali eki

5- Gece< kiç+e / kiç-e

• Kiç: Geç,zaman, uzun süre.

kiç: İsim tabanı

+e: ek edat (Enklitik)

• Kiç-: Gitmek, uzaklaşmak, öteye

dönmek vb.

kiç- : Fiil tabanı

-e : Zarfiil eki

Anlaşılacağı üzere ‘’ Gece’’ kelimesi iki

şekilde de tahlil edilebilir fakat kabul

görülen ilk tahlil denemesidir.

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

44

6- Ölüm : Vefat, mevt.

Ölüm> öl-ü-m

Öl-: Yaşamaz olmak, can vermek.

öl- : Fiil tabanı

-ü- : Yardımcı ses

-m : Fiilden isim yapım eki

7- Bağlama: Bağ veya başka bir nesle ile

tutturmak, düğümlemek.

Bağlama> ba-ğ-la-ma

Ba-: Bağlama işlemi.

ba-: Fiil tabanı

-ğ: Fiilden isim yapım eki

-la-: İsimden fiil yapım eki

-ma: İsimfiil eki

8- Eleştiri: Bir insanı, bir eseri, bir

konuyu hatalarını ve doğrularını bulup

gösterme maksadı ile inceleme, tenkit.

Eleştiri> el-e-ş-tir-i

El: Kolun bilekten parmak uçlarına

kadar olan, tutmaya, iş yapmaya yarayan

bölümü.

el: İsim tabanı

-e- : İsimden fiil yapım eki

-ş- : Fiilden fiil yapım eki (İşteşlik)

-tir- :Fiilden fiil yapım eki

-i: Fiilden isim yapım eki

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 01 - Şubat 2012

GENCAY

45

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ

İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZ’DEN BASILI OLARAK TEMİN

EDEBİLİRSİNİZ.

millidusunce.org