60

Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 15 - Nisan 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TC’Lİ MEKTUP / Veysel Gökberk MANGA

AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI / Halil Hakan ERÇELEBİ

BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE YANSIZLIK SORUNU / Kürşat Kemal ÇETİNKAYA

DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGAN- ÜZERİNE / Berat ASA

HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL / Emre SEVİNÇ

KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM / Sadi SOMUNCUOĞLU

KARANLIKTA UYANAN BİRİ / Yahya Kemal BEYATLI

ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ / Abdullah KILAVUZ

KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK ÇIKMAZI / M. Bahadırhan DİNÇASLAN

TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK / Emre ECE

ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE / Mehmet SÜRÜBAŞI

BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” / Dilek AKILLIOĞLU

ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI / Mehmet UÇAK

RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ / Yunus Emre UYAR

RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

1

TC’Lİ MEKTUP Veysel Gökberk MANGA

Anlayışlı, vatan, milletsever arkadaşım,

kardeşim;

İnsan iki ayaklı bir varlıktır. Bugün,

herkesin bildiği bu hakikati tekrar

mecburiyetine düşmüş bulunuyorum.

Hattâ üzerine biraz daha konuşacağım.

Sokağa çıktığını farzet. Meselâ sen,

Tanrı’nın sana doğuştan verdiği sıhhatini

peşine takıp keyifle ve sokaklara, kaldırım

taşlarına meydan okuyarak yürürken

karşından tekerlekli sandalyeyle gelen bir

insanı görüyorsun. Görülmemesi gereken,

ayıp bir şey görmüş gibi yahut başka bir

ihtimal, sıhhatinden utanarak başını öte

taraflardan birine çeviriyorsun. Hattâ

bazen başını hangi öte tarafa çevireceğini

kestiremeyerek bir sağa, bir sola

bakınıyor, her seferinde gözünü o

insandan daha süratli kaçırarak kendine

taraflardan taraf beğeniyorsun. Sana tek

ayaklılık, ayakların sağlıklı şekilde yere

basamaması, utanılacak bir şeymiş gibi

geliyor. İnkâr etme.

***

Benim bildiğim üç tip hıyar var:

1- Normal hıyar,

2- Acur,

3- Kornişon.

Benim bildiğim üç tip “anayasadan Türk

adı çıksın”cı grup var:

1- Dünyanın hiçbir yerinde bir etnik

kimliğin adının anayasada geçmediğini,

bunun için Türk adının da anayasadan

kaldırılmasının bir zorunluluk olduğunu

söyleyenler…

Tespit: Türk adının ilk Türk anayasalarına

ne şekilde girdiğini, Türk’ün nasıl

tanımlandığını kimleri kapsadığını

biliyorsun. Ancak bu ad, senin sandığın

kadar da muhayyel bir ad değildir.

Fransa’ya vatandaşlık bağıyla bağlı olan

herkesin Fransız olduğu gibi, Türkiye’ye

vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes

Türk’tür, buna itirazım yok. Fakat Türk ve

Türklük, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti

Devleti’nin etrafını çeviren çelik tellerle

hudutlandırılamaz. Tarihte Türk Milleti

gibi bir millet bulmak, her açıdan-tarihte

yaptıkları bakımından da, bugün tarihteki

adıyla devletler kurmuş olması

bakımından da-çok zordur. Özetle, o

malzeme-i cacığa özenle anlatman gereken

şudur: Türk, bir etnik kimliği ifade eden

bir ad değildir.

2- Bu tip beynelmilel iddialara hiç

bulaşmamakla birlikte, anayasada Türk

demenin Türk olmayanları rencide

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

2

edeceğini, Türk adının anayasadan, asıl bu

sebepten çıkarılması gerektiğini

söyleyenler…

Öneri: Hangi Türk olmayanları? Bunu

söylemiyorlar. Papua Yeni Gineliler mi

alınıyormuş, Burkina Fasolular mı

kızıyormuş, Mançuryalılar mı rencide

oluyormuş? Yoksa…

3- Anayasadan Türk adının çıkarılmasını

olmuş bitmiş gördüklerinden, bunun da

yetmeyeceğini, hattâ bayrağın adının,

devletin adının değiştirilmesini teklif

edenler…

Tehdit: Allah aşkına kafamızı

karıştırmayın sayın dangalaklar. Önce bize

Türk olmayın dediniz. Türkiyeli olacaktık.

Bu sefer de Türkiye adını kaldırarak bizi

bir kimlik bunalımına sokuyor, kafamızı

karıştırıyorsunuz.

Siz, acemi emperyalistler, emperyalizmin

usûllerini “içselleştirememiş”

emperyalistler, bakın, uyarıyorum, biraz

daha üstümüze gelirseniz, Allah korusun,

Türkiyeliliği falan da bir kenara bırakıp

devletin adını “Türk Cumhuriyeti” olarak

değiştirmek için uğraşmaya başlayacağız.

Siz de ağababalarınızdan, bizi alıştıra

alıştıra ilerleyemediğiniz için azarlar

yiyecek, belki, talih bu ya, deliklere

süpürüleceksiniz.

***

Vatansever kardeşim, arkadaşım;

Ne demiştim ilk başta: İnsan iki ayaklıdır.

Bu ayakların birisi maddî, birisi manevîdir.

Şimdi, Batılı ağabeylerimizin en son

projesi olarak, devlet kurumlarından TC

ibâresinin yavaş yavaş kaldırıldığına şahit

oluyoruz.

Bu TC, Takunyalılar Cemiyeti mânâsına

gelmez. Türk Milleti’nin sahip olduğu

kurumlardan, sahibi Türk Milleti olan

Türkiye Cumhuriyeti’nin adı kaldırılıyor.

***

Sosyal medyada, benim kıymet verdiğim

bir hareket başladı. İnsanlar isimlerinin

başlarına, çok basit bir hesap ayarı

değişikliğine giderek TC koyuyorlar. Eh, bu

da bir şey. Ancak yetmez. Benim buna

söyleyebileceğim tek şey budur: “Yetmez

ama evet!”

Bu hareket, hiçbir şey yapmadan ellerini

Allah’a açıp yardım dilenmek gibi bir

şeydir.

Dua, hiçbir şey yapmadan elleri havaya

açarak yakarmak, namaz hiçbir şey

yapmadan günde beş vakit kırk rekât yatıp

kalkmak değildir. Dinin o kısmını, duasını,

namazını inkâr etmiyorum. Fakat duanın,

namazın, ibâdetin ön şartları vardır.

Allah’a yakarmak için önce, yakaracağın

konuda çaba göstermek, bir şeyler yapmak

zorundasın. Aksi hâlde Allah seni

duymazlıktan gelir. Zaten hiçbir ön

çalışma yapmadan dua etmek, bir

öğrencinin hiç çalışmadığı bir sınavdan

tam not almayı hayâl etmesinden

farksızdır. Ellerini, istediğini vermesi için

Allah’a açmadan önce çalışmak, çalışmak,

çalışmak zorundasın.

Yani, bu herif ne demek istiyor, diyeceksin.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

3

Bence, sosyal medyadan ismini değiştirip

kendini bir devlet kurumu hâline sokman

bir şeydir; ama yeterli bir şey değildir.

Bundan fazla olarak, bulunduğun şehirde

hangi devlet kurumunun eski tabelaları

kaldırılıp yerine “TC”siz tabelalar

getirildiyse onun önüne kalabalıklarla

gidip sesini çıkartacaksın. Bu sesi kısmaya

çalışanlar olacak, seni susturmak için

ellerinden geleni yapacaklar,

yılmayacaksın. Onlar birinin ağzını

kapattıkça, yerine iki yeni kişi koyup

bağırmaya devam edeceksin. Basını

rahatsız edeceksin, taciz edeceksin.

Hareketini gazetelere, televizyonlara

çıkarmaları için onları zorlayacaksın.

Tepkini milletin görecek. Hak, güçle, zorla

alınır. Mustafa Kemal’in bize hitâbesinde

belirttiği gibi, “cebren” alınır. Memleketin

bazı yerleri “cebren” işgâl altındadır. Bunu

anlayacaksın, anlatacaksın.

Yapmazsan ne mi olur? Baştan beri

diyorum ya, insan iki ayaklıdır.

Yapmazsan, manevî tarafını tatmin etmiş

olursun. Maddî taraf ise eksik kalır,

topallar, tökezler, kaybedersin. Mağlup

yaşar, mağlup ölürsün.

Ölünce her şey bitmez. Öbür tarafta iki

görevli, biri sağını, biri solunu alırlar,

sorarlar:

-Allah’ın ordusu olan bir milletin ferdiydin.

Milletin için ne yaptın?

-Dua ettim.

-Dua ettin; fakat ne yaptın?

-Dua ettim diyorum ya.

Ve sağdaki soldakine döner:

-Yaz, hiçbir şey yapmamış. Yeri belli.

Makedonya Bölünmez Bir Bütündür

“Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyarıdır,

Evlâd-ı fâtihâna onun yadigârıdır.

Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o;

Yalnız bizimdi, çehre ve ruhîyle bizdi o.”

Bizde Üsküp dendiğinde akla, Yıldırım

Bayazıd Han’dan çok Yahya Kemal gelir.

Sanki Üsküp, hiçbir zaman fethedilmemiş

veya kaybedilmemiştir, hep bizimdir.

Şehrin alınışını ve elden çıkışını

önemsemeyip Üsküp’ü bizde yazdıklarıyla

ebed müddet yaşatacak olan Yahya

Kemal’i, en çok sevdiği şehir İstanbul

kadar Üsküp’le de bir, bütün saymamız

bundandır.

Yakın zamanda Makedonyalı bir ağabey ile

sohbet ettik. Dünyanın herhangi bir

yerinde bir araya gelen iki Türk gibi biz de

önce günlük meşgaleleri konuştuk,

ardından kadîm alışkanlık ve genetik

kodun karşı konulmaz emri üzere

“memleket meseleleri” konuşmaya

başladık.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

4

Ağzını aradım, bizim başbakanın dışarıdan

nasıl göründüğünü sordum. İyi

görünüyormuş, yakışıklı adammış falan…

Davos Olayı, çeşitli dış siyaset hamleleri ve

nihayet, teröristlerin sözde silah

bırakmasıyla İsrail’in bizden “OBAMA’nın

isteğiyle,” aslında bir siyaset değişikliği

nedeniyle özür dilemesi, yurtdışındaki

itibarımızı artırıyormuş. Memnun oldum.

“Ama,” dedi, “buradan işler biraz farklı

gözüküyor.”

Teröristlerin zafer kutlaması ağabeyi de

rahatsız etmiş. Tahminimde yanılmadım.

Orada çıkan gazetelerde ve haber

sitelerinde teröristbaşı aponun

açıklamaları da yer almış. “Terör

örgütünün başı, silah bıraktıklarını

açıkladı.” demişler. Ancak Diyarbakır

rezaletinden bahseden olmamış.

Teröristleri güya silah bırakan Türkiye,

yurtdışında “muzaffer bir ülke” gibi

gösteriliyormuş.

“Bizde de Kürtler var.” dedi, şaşırdım.

Hakikaten şaşırdım. “Kürtler mi?” diye

birkaç kez sorarak teyit ettirdim. “Evet.”

dedi. Oraya kadar gitmişler. Nasıl

olduğunu sordum, anlatmaya başladı.

Olduğu gibi veriyorum.

Makedonya’da birkaç yıldan beri

üniversitelerde Türk öğrenciler için

kontenjan açılmış. Türkiye’den öğrenciler

oraya gitmeye başlamışlar. En çok “Aya

Kiril ve Metody Üniversitesi”ne

gidiyorlarmış. Tabiî bu kontenjandan

Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı

Kürtler de yararlanmış. Buraya kadar

sıkıntı yok.

Aya Kiril ve Metody Üniversitesi’nde,

Psikoloji Bölümü’nde bir Makedon Hoca,

öğrencilerini tanımak için tek tek, çeşitli

sorular soruyormuş. Bir öğrencisine nereli

olduğunu sormuş, “Kürdistan” cevabı

almış. “Öyle bir ülke yok, nerelisin?” demiş,

yine aynı cevabı almış. Israr, birkaç kez

daha aynı sorunun tekrarı ve hep aynı

cevap: “Kürdistan.” Ve öğrenci eklemiş:

“Siz tarih bilmiyorsunuz, yanlış tarih

biliyorsunuz.” Makedon Hoca en sonunda,

tartışmanın büyümesini istemediği için

konuyu kapatmış.

Bu olay münferit, bu Kürtçülerin sayısı da

o kadar az değilmiş. “Biz 30 diyelim, sayıyı

tam bilmiyorum ama en az 30 varlar.”

diyor. Bunların düzenli olarak gittikleri bir

kebapçı varmış. Kebapçı bir Türk. Türkçe

yayın yapan kanalları, hâliyle açıp

izliyormuş. Bunlar yüksek sesle Kürtçe

konuşurken Türkçe kanaldan rahatsız

olduklarından, televizyonu

kapattırıyorlarmış.

Bir gün bunlardan bir tanesi kebapçıdan

çıkmış, bir taksiye binmiş. Ya inerken, ya

binerken, burasını çok iyi hatırlamıyor,

ağabeyimin tatlı ifadesiyle söylüyorum,

öğrencinin dikkatsizliği yüzünden “otobüs,

taksinin kapıyı toparlamış.” Makedon

taksici zararı ödemesi gerektiğini, olayın

müsebbibinin o olduğunu bu Kürtçüye

anlatmaya çalışırken meraklı Arnavutlar

toplanmışlar. İlk önce öğrenciyi

sıkıştırmışlar. Bu, hiçbir yerde “Türk’üm”

demeyen, geldiği yeri “Kürdistan” olarak

gösteren herif Arnavutların Türkleri

sevdiğini bildiği için, gayet bozuk

Türkçesiyle zar zor cümle kurabilmiş ve

“Ben Türk’üm.” demiş Arnavutlara.

Arnavutların da zaten Makedonlarla

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

5

meseleleri varmış, taksiciyi güç kullanarak

yollamışlar. Olan zavallı taksiciye olmuş.

Ağabeyin bir akrabası toplu taşıma

aracında arkadaşlarıyla giderken 30-40

yaşlarında bir Kürt bunların Türkçe

konuştuğunu duymuş ve lâf atmış. Orada

tartışmaya başlamışlar. Kürt, “Ben

Kürt’üm.” dedikten sonra, Arnavutların

sıkça kullandığı bir ezberi tekrarlamış: “Siz

tarih bilmiyorsunuz. Burada Türk yok, siz

Çingene’siniz. Arnavutlara haksızlık

ediyor, onların hakkını yiyorsunuz.” Tabiî

bunların hepsini Türkçe-ona göre

Çingenece-söylemiş, orası apayrı mevzu.

18-19 yaşlarındaki Türk, Arnavut ağzıyla

konuşan Kürtçüye “İn aşağıya da sana

Türk’ü göstereyim.” demiş, öteki

inememiş.

Bir de oralarda, Kumbaracı Emin Bey’in

Arnavutluğu meselesi tartışılıyormuş.

Emin Bey ailesi, maddî sıkıntılardan dolayı

konaklarını satmak zorunda kalmışlar.

Osmanlı’dan ayrılan bütün devletlerin

ortak derdi olan millî tarih yaratma

zorunluluğu kapsamında, Emin Bey’i

Arnavut ilân etmişler. Emin Bey’in

neslinden bir arkadaşı varmış ağabeyimin;

bunlar, Emin Bey’in nesli, “Biz Türk’üz.”

demek maksadıyla konağa gitmişler.

Konağı alanlar bizimkilere “Hayır, siz

Arnavut’sunuz.” demiş. Hayrete düşen aile,

hiç bilmedikleri Arnavutluklarına delil

isteyince onlara, İstanbul’dan gelen bir

belge göstermişler. Belgede “Arnavutlara

yardım edin.” yazıyormuş. Bu da galiba

İstanbul’un, Arnavutları elde tutabilmek

için güttüğü, Müslüman Arnavutlara

yardım siyaseti imiş.

Daha neler neler konuştuk: Bir Taş Köprü

varmış Osmanlı zamanından kalan, onun

bir parçasını olduğu gibi kaldırmışlar.

TİKA ve Türk siyasetçiler oradaki

Türklerle el ele vermiş, parçayı geri, yerli

yerine koymak zorunda kalmışlar. Fakat

tahrip edilmiş, sararmış vaziyette… Şimdi

de köprüye çeşitli yerlerinden zarar

veriyorlarmış ki, “yıkıldı” diyebilsinler.

Köprünün yanında bir cami varmış,

yıkmışlar. Bir sürü şey…

Bütün bunların içinde beni en çok, oraya

gidip kendisini Kürdistanlı olarak gösteren

Kürtçüler alâkadar etti. Türkiye

Cumhuriyeti Devleti’nin, Üsküp’ün

duyduğu bu vakalardan haberi yok mu?

Varsa, acz içinde mi? Yahut hükûmet ne

düşünüyor? Parası olan her Türkiye

Cumhuriyeti Devleti vatandaşı yurtdışına

giderek devlet aleyhinde faaliyetlerde

bulunabilir mi? Yoksa devletimizin başka

plânları mı var? Bunları bilmek istiyorum.

Ve büyük bir teessürle, Yahya Kemal’i

daha iyi anlıyorum:

“Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün

niçin

Üsküp bizim değil? Bunu duydum için

için.”

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

6

AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI Halil Hakan ERÇELEBİ

Aydın tarafsız olabilir mi?

Bunun yanıtı elbette meçhul mum ışığında

konuşanlarca…

Daha kendisi aydınlanmamışken kendisine

“aydın” sıfatı takılan ve bu takılan sıfattan

geçinen güruhların şunun bilincinde

olması gerekir…

”Bir aydının fikirleri arkasındaki cesaretli

duruşu onun ne derece aydınlanmış

olduğunu gösterir halk bazında.

Çünkü bu bir kişiliktir, bir duruştur;

hayâsızca akan yolsuzluk deryasında… ”

İnsanlar ben tarafsızım deyip de kaçmayı

daha kolay buldukları için görüşlerinin

biricik kaldığı o kalabalık ortamlarda;

tarafsızlık isminde bir olguyu kabul

edebilirler her durumda.

Aslına bakacak olursak böyle bir kaçış yolu

yoktur hiçbir mekânda.

İnsanı insan yapan diğer varlıklardan

ayıran en büyük özelliği düşünebilmek ise;

muhakkak bir fikri, seçtiği ya da ilerlediği

bir çizgisi vardır o çok şeritli yolda.

Tabii; Kimisi sağdan gider kimisi soldan

ama bir ideolojisi vardır her durumda.

Kendisini aydın diye nitelendiren

kesimlerin genellikle gazetelerin herhangi

birinde kendisine köşe kapmak yarışına

girdiği şu konjektürde;

Gazetecilerden misal vermek daha uygun

olacaktır sanıyorum bu duruma;

Gazetecinin de bir taraflılığı mevcuttur

bazıları kabullenmek istemese de.

Tabii ki bu durumun ortaya çıkmasında

birçok neden yatmakta.

Örneğin: Gazetecinin yazıp çizdiği

görüşlerinin; yüksek yerlerdeki insanlara

dokunması ya da idrak yolları tıkalı

yolsuzluk peşinde koşan varlıkların önüne

aynı idrak yollarını tıkayan o taş kadar

engel koymasından, engellenme ve hatta

hayat kaygısına düştüğü için gazeteci

aslında sahip olup da sahip değilmiş gibi

davranmak zorunda bırakıldığından;

kendini bu yöntemle korumak durumunda

kalması…

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

7

Kimisi buna “Suskunluk Sarmalı” demekte

Kimisi de “Sessizlik Kuramı.”

Naçizane ben ise buna ” Korkunun Ayak

Sesleri” adını vermeyi daha yerinde

buluyorum.

Çünkü korkunun ecele bir faydasının

olmayacağı düşüncesini taşıyorum ve

fikirlerin, ideallerin önüne ket vurmak

sureti ile sırf bireysel menfaatleri uğruna

toplumu aydınlatmak ile kendisini

vazifelendiren kişi ve kurumların,

aydınlatmadan uzak mum ışığında

konuşmalarını büyük bir öfke ile kınıyor

ve bundan duyduğum

memnuniyetsizliğimi belirtmekte fayda

görerek bu satırları kaleme alıyorum…

Tüm bunların yanında;

Şu geçirdiğimiz zor zamanlarda bu ülkenin

aydınlatılmaya ihtiyacı olduğunu

düşünüyorum...

Bu aydınlanmayı, gerçekleştirecek

olanların da öncelikle bunu gerçekten

yapabileceklerine ve bireysellikten uzak

topluma yönelik bir aydınlanma hareketi

içerisinde olacaklarına samimi bir şekilde

inanmaları ve kalemlerini, ifadelerini bu

samimiyete dayanarak kullanmaları

gerektiğine inanıyorum.

Son olarak şunu net bir şekilde ifade

etmek istiyorum;

Bu ülkenin mum ışığıyla aydınlanmış

aydınlara ihtiyacı yoktur vesselam…

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

8

BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE

YANSIZLIK SORUNU Kürşat Kemal ÇETİNKAYA

Modern devlet, birçok farklı işlevi

bünyesinde toplayan, yurttaşlarının

yaşamları üzerinde doğrudan tasarrufta

bulanabilen, sosyal yaşama nüfuz

edebilen; toplumu yönlendirme,

düzenleme ve ona müdahale etme

imkânına sahip bir iktidar

örgütlenmesidir. Modern devletler, bu

süreçlerin tümünü kitlesel olarak

örgütlenmiş merkezi bürokrasiler

aracılığıyla işletirler. Modern devletin

zorunlu olarak bürokratik örgütlenmesi ile

demokratik idealler arasında birtakım

gerilimlerin ortaya çıktığı görülür. Bu

gerilimlerin temelinde, araçsal aklın

hâkimiyeti doğrultusundaki bürokrasinin,

modern toplumun özellikleri açısından

alternatifsiz kalması vardır. Mesleki

uzmanlık bilgisi ve kurumsal ideoloji gibi

iki güç kaynağı etrafında bir iktidar

biçimine dönüşen bürokrasiyle,

demokrasinin işleyebilmek için bu

bürokrasiye mahkûm olması, birçok

ikileme yol açmıştır.

Bu ikilemlerden bir tanesi bürokrasi-

siyaset ilişkisinin bir sonucu olan

yansızlık sorunudur.

Parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde

bürokrasi-siyaset ilişkisi, özünde kamu

görevlileriyle siyasetçilerin üstünlük

savaşı olarak tanımlanabilir. Siyasetçi

halkın oylarıyla seçilmiş olmaktan ve halkı

temsil etmekten dolayı belirgin bir güç ve

üstünlüğe sahiptir. Siyasetçi bu gücü

kullanarak bürokrasi üzerinde sınırsız bir

yetkiye sahip olduğunu, yönetim aygıtının

kendi içindeki ussal işleyişine şu ya da bu

ölçüde müdahale edebilme yetkisine sahip

olduğunu düşünebilmektedir. Kamu

görevlilerinin arkasında ise halkın oyları

gibi bir güç yoktur. Ancak elinde uzmanlık

bilgisinden ve yönetim içindeki

deneyiminden kaynaklanan öyle büyük bir

güç vardır ki, o da bu gücünü kullanarak

kimi zaman siyasal tercih konusu olan

alanlarda kendi ağırlığını kullanarak

politikacının alanına girebilmektedir.

Dolayısıyla bu ilişkinin özünün, bürokrasi

ile siyaset arasında üstünlük kurma,

egemen olma savaşı olduğunu rahatlıkla

belirtebiliriz. Bu durum ise beraberinde

yansızlık sorununu getirir. Hem siyasetçi

hem bürokrat yansız bir yönetim

sergilemeyebilir. Aradaki dengenin

sağlanması için ülkeler yansızlık sorununa

çözüm aramışlardır. Bu noktada ise

karşımıza iki uç örnek çıkmaktadır: ABD

ve İngiltere

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

9

Geleneksel olarak ABD ülke yapısında ve

yönetim paradigmasında sadece

bürokratlara değil, devlete de duyulan bir

güvensizlik ve kuşku hâkimdir. Bu

doğrultuda ABD’de 1880’e kadar

uygulanan ‘spoils system‘ adı verilen

sistem, sadece parlamentonun değil

bürokrasinin de temsili bir niteliğe

büründürülmesini öngören bir sistemdi.

1880-1920 yılları arasında bir geçiş

dönemi yaşanmış ve hem yanlı hem yansız

sistem birlikte kullanılmıştır. Bugün ise

ABD’deki sistem, üst düzey yönetici

pozisyonlarının siyasal atama ile

doldurulmasını, belli bir düzeyin altındaki

kamu görevlilerinin de yeterlilik ilkesine

göre göreve getirilmelerini ve kariyer

sistemi çerçevesinde çalıştırılmalarını

öngörmektedir. Bu sistemin temel çıkış

noktası teknik yeterliliği yüksek, halkın

tercihlerine politikacılar aracılığı ile ulaşan

ve bu tercihlere saygı duyan bir

bürokrasiyi oluşturmaktır.

Yansızlık konusunda diğer bir örnek

İngiltere’dir. İngiltere’de bürokrasi-siyaset

ilişkisinde tam bir yansızlık olduğunu

söyleyebiliriz. Zira üst düzey bürokratların

hükümetle ilişkisi kesin birtakım kurallara

bağlanmış ve bu kurallar da geleneklerle

desteklenmiştir. Bu yolla hem

politikacıların bürokrasiye keyfi

müdahalesi engellenmiş hem de

bürokrasinin hükümet programlarını

baltalayıcı ve engelleyici yaklaşımlarının

önüne geçilmiştir. İngiltere’deki

bürokrasi-siyaset ilişkisini daha iyi

kavrayabilmek için 1985’de kabine

sekreteri tarafından kamu yönetimin başı

sıfatıyla yayınlanan genelgeye göz atmak

yararlı olacaktır. Genelgeye göre;

TAC, o dönem görevde olan hükümeti

ifade ediyor)

arlamentoya

karşı sorumlu olan Majesteleri’nin

bakanının önerileri doğrultusunda

kullanılır.

bir anayasal kimliğe sahip değildir;

hükümetin sorumlu olduğu kamu

hizmetlerini hayata geçirmek için vardır.

mayan

bir kariyer servisidir.

i, sorunlara inandığı

çözümleri önerirken hiçbir korkuya

kapılmadan hareket edebilirler.

İngiltere’de, bu katı kurallara rağmen

zaman zaman bürokratların

üstünlüğünden ve egemenliğinden

bahsedilir.

Türkiye’deki bürokrasi-siyaset ilişkisine

baktığımızda ise bürokratların

tarafsızlığının sağlanması amacıyla pek

çok yasal güvencenin kamu görevlilerine

tanınmış olduğunu görmekteyiz. Yasalarla,

memurların politikacılar tarafından keyfi

olarak görevden uzaklaştırılmaları, yer

değiştirilmeleri önlenmeye çalışılmıştır.

Buna ek olarak yargısal denetimler de

getirilmiştir. Ancak tüm bu önlemlere

rağmen uygulamada farklılıklar söz

konusu olabilmektedir. Bir yandan

siyasetçiler bürokratlar üzerinde

egemenlik kurmaya, onları kendi yanlarına

çekmeye çalışırken diğer yandan da

bürokratların kendilerine yakın bir siyasal

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

10

parti iktidara geldiğinde büyük bir

savurganlık yaptıkları gözlemlenmektedir.

Ayrıca siyasal iktidar değişip yeni bir parti

iktidara geldiğinde, eski iktidar

döneminde çalışan bürokratların, yeni

iktidar politikalarını engellediği,

baltaladığı görülmektedir. Bu durumda

siyasetçi de bu bürokratlarla çalışmak

istememektedir; yasal boşlukları

değerlendirerek ve elindeki gücü

kullanarak bürokrasiyi himayesi altına

almaya çalışmaktadır.

Bürokrasi-siyaset ilişkisindeki tüm bu

girift süreçler yönetim mekanizmasının

görece olarak ciddi manada kamu yararı

gözeten ve objektif bir işleyişe sahip

olamadığını gösterir. Bürokrat ile siyasetçi

arasındaki kuşku ve güven sorunu da

devlet ile vatandaş arasında güven

bunalımının oluşmasına yol açar. Kamusal

politikaların işleyişinde yansızlık ilkesinin

yeterince işletilemediğini gören vatandaş

devlete karşı olan güvenini kaybeder.

Dolayısıyla kamusal işlerini halletmek için

‘ tanıdık kişi, aracı kişi veya kurum’ yoluna

gitmektedir ki bu da küçük-büyük

yolsuzlukların önünü açmaktadır. Bunun

sonucunda devlet de vatandaşına kuşku ile

bakmaya başlar ve bunu önlemek için

içinden çıkılmaz birtakım düzenlemeler

yaparak bu düzenlemelerin işleyip

işlemediğini denetlemek için denetim

mekanizmaları oluşturur. Ancak aşırı

denetim ve kurallar beraberinde

denetimsizliği ve keyfiliği getirir.

Denetimsizlik ve keyfilik ise yolsuzluğa

uygun bir ortam oluşturmakta ve

güvensizliği sürekli hale getirmektedir.

Sonuç olarak bürokrasi-siyaset

ilişkisindeki yansızlık sorunu gerek devlet-

vatandaş gerekse siyasetçi-bürokrat

arasında ironik sonuçlar doğurmaktadır.

Çözüm için yasalar önemlidir; ama yeterli

değildir. Bu durumda hem politikacıların

bürokratları kendi yandaşı haline

getirmemeleri hem de bürokratların

kamusal hizmetlerin sunulmasında parti

bağlılığına son vermeleri, yansız bir

biçimde görevlerini yasaların öngördüğü

şekliyle yapmaları gerekir.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

11

DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGAN-

ÜZERİNE Berat ASA

Kitabın ilk bölümünde sanatçı belgesel

çekimlerinin arka planını anlatıyor bizlere.

Satırlar o kadar yürekten ve samimiyetle

yazılmış ki kendinizi ekibin bir parçası

olarak görmeye başlıyorsunuz. Biz de

sanatçının bu kurgusuna kapılıp ilk

bölümünün tanıtımını bir sohbet şeklinde

yapmak istedik. Kendimiz satırlardan

sorular oluşturup, sanatçının metinleri ile

cevaplandırdık; “Efendim, kaya

resimlerine olan yolculuğunuz ne zaman

ve nerede başladı?” , “2005 yılının

Temmuz ayında başladık, ilk seferimiz

Saymalıtaş’a idi.” “Yolculuğunuzu ve

gördüğünüz tablo karşısında

hissettiklerinizi bizlerle paylaşır mısınız?”

"Yukarıda da dediğimiz gibi seferimiz bir

temmuz ayındaydı. Temmuz ayındaydık

ama dağlarda hala kar vardı. Beraber

olduğum 3 yoldaşımla kurt sürülerinin

uluşmaları ve tepemizde gezinen

kartallarla ulaşmıştık Saymalıtaş’a. Taşları

incelemeye başladığımızda birçok soru

belirdi aklımda kim, neden, niçin yapmıştı

bu resimleri buraya. Hayatımın geri kalanı

da hep bu soruların cevabını aramakla

geçti.

Tabi cevapları bulmak öyle kolay olmadı.

Bulana kadar 150,000 km yol kat etmiştik.

Yeter mi diye kendi kendimize sorarken

2008 yılı nisan ayında yetmediğini anladık

"2008 yılının nisan ayında ne olmuş ki

yetmediğini anladınız?” Hayatımızın

vazgeçilmez bir parçası olan zaman zaman

aramalar yaparım. İşte yaptığım bu

aramaların birinde;

‘Heyyyyyyy Güdül’lüler uyanınnnn… Biz

beş bin yıldır Anadolu’dayız…’ diye uzayıp

giden bir veri ile karşılaştım. Bunu yazan

Ankara Güdül Salihler Köyü’nden Cemil

Söylemezoğlu’ydu. Karlı Dağlardaki Sır

Belgeseli’nden sonra buna benzer çok

mesaj gelmişti. Hemen hemen hepsine

ulaştım. Cemil’e ulaşmak içinde Salihler

köyüne gittim. Ankara’da bir kamu

kuruluşunda çalışan Cemil köyde değildi.

Tabi Cemil’le irtibatı kesmedik. Sözleştik.

O gün geldiğinde de Cemil’in yanına

Salihler Köyü’ne gittik. Köye ulaştığımızda

saat 11:00 sularıydı. Kahvede bir çay içimi

vakit geçirdikten sonra hemen Cemil

Söylemezoğlu ve Osman Temiz ile birlikte

yollara düştük. Coğrafya çok çetindi ancak

kaya yazıtlarının olduğu yere

vardığımızda, öylece kala kaldım. Sanki

Anadolu’nun ortasında değil de, Asya’nın

ortasında bir yerde sonsuz bir

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

12

bozkırdaydım. Deliklikaya ve hemen

aşağılarda Gölgelidere’de yer alan resimler

Orta-Asya’nın derinliklerindekilerle

birebir aynıydı.”

“Bu kısa zamanda gördüklerinizin yeni bir

belgesel müjdelediğini hissettiniz mi?”

“Evet, ilk gördüğüm anda hissetmiştim.

Aklımda bir planlamaya yapmaya

başlamıştım.”

“Peki ya sonra?”

“Sonrasında 2008 yılının ekim ayında

Cemil yeni bir alan daha bulduğunun

müjdesini verdi. Kasım ayının ilk

günlerinde, İstanbul’dan arkadaşım Yusuf

Yılmaz Araç’la yola çıktık. Sakarya’da ise

bize Cengiz Albayrak katılmıştı. Aziz ve

Reis. Yusuf bir Aziz idi, Cengiz ise bir Reis.

11 yaşından beri hiç ayrılmamıştık. Yol

boyunca sohbet ettik, eski günleri yad

ettik. Salihler köyüne ulaştığımızda ise geç

kalmıştık. Köyde biraz sohbetten sonra

Beypazarı’na döndük. Belgesel çalışmamız

bittiğinde, buradan ayrılırken bende

evimden ayrılıyormuş hissi uyandıran

Selam Otel’lede tanışmış olduk bu geç

kalma sayesinde.

Ertesi gün sabahın erken saatlerinde köye

ulaştık. Önce, Deliklikaya ve

Gölgelidere’deki resimlere gittik. Kaya

resim alanlarının bir sırrı da şudur, insan

her gittiğinde farklı bir şeyler bulur.

Coğrafya, resimler, yazılı panonun hemen

karşısında ki yer alan kurganlarla artık bir

fotoğraf oluşturmuştum zihnimde.”

“Bir fotoğraf oluşmasından bahsettiniz.

Anladığım kadarı ile bu fotoğrafın temel

objesini de bu gezi sırasında buldunuz.

Yanlış anlamamışım değil mi?”

“Evet, doğru algılamışsınız. Bu gezi

sırasında gördüğümüz bir pano bile başlı

başına bir belge niteliğinde idi. Üzerinde

birçok dönem katmanı vardı. Erken dönem

şekillerinden, geç döneme kadar şekiller

barındırıyordu. Dediğim gibi sadece bu

pano bile Türklerin resimden damgaya,

damgadan yazıya nasıl geçtiklerinin bir

kanıtı idi.”

“Peki, bu çalışmanızı kitap ya da

belgeselden önce yayınladınız mı?”

“Evet, gezdiğimiz alanlardan elde ettiğim

görselleri ve şahsi tespitlerimi 2009 yılının

Nisan ayında yayınlanan Atlas dergisinde

yayınladım.”

“Bu yayınınızdan sonra bize bir dönüş

oldu mu?”

“Hayır olmadı. Biz yayını yaparken

zannettik ki birileri bizi arar bu alanları

sorar ve bu alanı koruma altına alır. Ancak

hiç de umduğumuz gibi olmadı. Hiç bir

yerden bir geri dönüş alamadık.”

“Yine bir kırılma anı ile karşı karşıyayız

sanırım?”

“Evet dediğiniz gibi umudum kırılmıştı.

Hayatı akışına bırakmıştım. Benim canım

sıkılmıştı ama Atlas dergisinde ki konu ile

Cemil’in morali yerine gelmiş, bölgede

arayışlarına devam etmişti. 2009 yılının

temmuz ayında dağdan beni arayan Cemil;

‘Hocam ölecektim, kendimi dağdaki

davarların sulandığı arka zor attım ama

buldum’ diye heyecanla beni aradı ve

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

13

yeniden yollara düştük. Yanımda yine

Yusuf Yılmaz Araç vardı. Ama diğer

seferden farklı olarak bu sefer daha planlı

hareket ettik.

Beypazarı’nda Dr. Cengiz Saltaoğlu ile

buluştuk. Kendisi bir tıp doktoru olmasına

rağmen eski Türk yazıtlarına gönlünü

kaptırmış bir isimdi. İlkokul yıllarından

itibaren bu işe gönül vermiş bir isim. Hatta

sizinle onunla ilgili ilginç bir detayı

paylaşmak isterim. Liseden arkadaşı olan

Fatih Turan’dan dinlemiştim.

Bizim doktor lise yıllarında zorlandığı

derslerde Runik Türk Alfabesi ile kopyalar

hazırlarmış. Yabancı kelimelere karşılıklar

bulur, bunları TDK’ya yollarmış. TDK’dan

teşekkür mektubu bile almışlığı var ama

mektup lisedeki müdürünün eline geçince

fırçayı yemiş ‘bu işlerle uğraşacağınıza

derslerinize çalışın’ diye.

Tabi biz Cemil’in peşinde Deliklikaya,

Yandaklıdere ve Gölgelidere’ye giderken

farkında olmadan baya bir yol kat etmiştik.

Yusuf’un serzenişleri bu kat ettiğimiz

yolun ve havanın sıcaklığının farkına

varmamızı sağladı;

‘Azizzzz…. Burası bozkır ama ben bu

bozkırı sevmedim bu bozkırı, Allah için

gölgelenecek tek bir ağaç olmaz bile olmaz

mı…Ben keşiften vazgeçtim’ diye feryat

ediyordu. Doktor, fotoğraflarını gördüğü

ve okumalar yaptığı alanın canlısını görme

heyecanı içinde hiç ses çıkarmadan

yürüyordu.”

“Coğrafya engebeli bir yerdi anladığımız

kadarı ile hocam?”

“Sadece engebeli olsa iyi. Burası el

değmemiş bir bozkır. Öyle ki kavuzlaşmış

otlar paçalarımızdan girip gömlek

yakamızdan çıkıyordu. Haliyle de Yusuf’un

söylenmeleri eksik kalmıyordu;

‘Aziz, bu nasıl bozkır, sağlam yerimiz

kalmayacak…’ ”

“Bu gezinizde en çok dikkatiniz çeken ne

oldu hocam?”

“Yılanlıkaya gerçekten Cemil’in

heyecanlandığı kadar vardı. Üstelik burada

gördüğümüz resimler öyle geç döneme ait

falanda değillerdi. Tarihlendirirsek

M.Ö.3000′li yıllara götürmek mümkündü.

Resimleri gördüğümüz alanın üst

kısmında yer alan düzlükte ise

kurganlar,’oyuk’ adı ile dikilen işaret

taşlarını görünce kimsede yorgunluk falan

kalmamıştı.”

“Bu zamana kadar anlattıklarınız geniş bir

zaman dilimini içeriyor hocam.”

“Evet, sabırla beklediğimiz uzun zaman

dilimleri geçirdik. Yine bu zaman

dilimlerinin birinin sonunda 2009 yılının

aralık ayında Cemil’den yeni bir haber

alıyoruz;

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

14

‘Hocam inanamayacaksınız, bütün

alanların hepsinden çok daha fazla, büyük

resimler ve yazılar var. Ayrıca sizin kurgan

dediğiniz taş yığmalar var sayılamayacak

kadar…’

Bu çağrının üzerine düşünülecek bir şey

kalmamıştı. Yeri az çok tahmin

edebiliyordum. Yıkılanlıkaya’nın biraz

daha batı kısmında kurganların ucundan

görülen derin bir boğaz vardı. Tahminen

Cemil orada bulmuştu aradıklarımızı. Artık

belgesel kafamda şekillenmişti.”

“Ve motor mu dediniz hocam?”

“Hayır, tam aksine beklemeye başladık. Kış

şartlarında sahada çalışmamız günlerin

kısalığından ve ışığın yetersizliğinden pek

verimli olmayacaktı. O yüzden baharı

bekledik.

Baharın gelişi ile beraber Yusuf Yılmaz

Araç ve Sinan Yaka ile yola çıktık.

Sinan Yaka, Kuruluş, Kurtuluş ve

Abdülhamid düşerken gibi dev projelere

imza atmış başarılı bir yapımcıdır. Kendisi

bu kadar başarılı çalışmalara imza

atmasına rağmen alana olan heyecanını

anlatmaya sanırım kelimeler

yetmeyecektir.

Geç saatte Beypazarı’na ulaşmıştık.

Dr.Cengiz Saltaoğlu ile sabah kahvaltıda

buluştuk. Ama bu sefer ekibe Ankara’dan

misafirlerimizde eklenecekti, Gazi

Üniversitesi Arkeoloji bölüm başkanı

Doç.Dr.S.Yücel Şenyurt,Öğr.Gör.Atakan

Akçay ve arkeolog Yunus Ekim.

Alanda yaptığımız ön keşif çalışması

sırasında gördükleri panolar ve kurganlar

arkeoloji ekibini hayretler içinde bıraktı.

İlk başta literatürde olmadığından

reddetseler de sonraları görüşleri olumlu

yönde değişti ve bu değişimle onları

Ankara’ya doğru yolcu ettik.

Daha önceki çalışmalarımdan edindiğim

en önemli tecrübe bana saha

çalışmalarında zamana karşı yarışın

olduğudur. Bunu göz önüne alıp sabah

daha gün doğmadan yollara düşüyoruz

artık. Asmalı yataktaki alana varmak için

bir buçuk saatlik traktör yolculuğunun

ardından iki saat daha yürüyüş yapmamız

gerekiyor. Bu uzun seferin ardından Kağan

Panosu adını verdiğimiz panoya

ulaşıyoruz.

Panoya ulaştığımızda Yusuf bir kuytuda

derin bir uykuya dalıyor, doktor dikkatle

panoyu incelemeye başlıyor, Sinan’la ben

ise çekimler üzerinde muhabbete

başlıyoruz. Bu sohbetimiz esnasında ise

ışık saatlerini not alıyor, ulaşım açısından

kamp kuracağımız yeri belirliyorduk.”

“Peki ya çekim günleri hocam?”

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

15

“Yoğun ve koşturma ile özetlemek

mümkün. Alanda birçok akademisyeni

ağırlıyoruz. Hepsi ilk şaşkınlıkları

gizlemekte zorlanıyorlar. Onların alanla

ilgili görüşlerini sizlere ‘danışmanların

görüşleri’ diye ayrı bir bölümde anlattım.

Bazen her şey bizim planladığımız gibi

giderken bazen saatlerce ışığı beklemek

zorunda kalıyoruz. Tabi zaman zaman

yağan yağmur işlerimizi aksatıyor ama bu

zorlu alanda çekimlerimizi on sekiz günde

bitiriyoruz.”

“18 günde böyle bir alanın çekiminde ekip

çalışmasının rolü büyüktür sanırım hoca?”

“Ekipte çalışan herkesle adeta birbirine

kenetlenmiş zincir gibiydi. Birini

çıkarsanız belgeselin büyüsü bozulur gider

ve bu başarılı çalışmayı gün yüzüne

çıkaramazdık. Burada isimleri zikretmek

isterim;

TRT İstanbul televizyonunun dekor

ekibinde bulunan ve tam bir “zihni sinir”

olan Faris alanda bizim yanımızda olmasa

da hazırlık aşamasında yaptıkları ile

alanda işimizi çok kolaylaştırdı. Veysel

Baban ve Kamil Kontilavoğlu’nun alandaki

çalışmaları ise beni kendilerine hayran

bırakıyordu. Müthiş bir iş disiplini ile

çalıştılar. Yerel kılavuzlarımız Osman

Özdemir ve Osman Temiz ise bizlerin

adeta alanda ki eli kolu oluyordu. Kimi

zaman geçtiğimiz yerlerde yok olan çoban

patikalarını onların yürüyüşleri ile

buluyoruz. Bilal dayı köyden bize merkep

ile yemek servisi yapıyor. Onun

getirdikleri ile dağın başında kendimize

beş yıldızlı sofraları kuruyoruz. Danışman

ekibimizde yer alan hocalarımızın bizlere

olan yardımlarını ise ömrümüz boyunca

unutamayız. Büyük özveri gösterdiler. Bir

keresinde alandan dönerken kameranın

çekim ayağını Taşağıl hocanın elinde

görmüştüm. Böyle bir ekip ile başarıya

ulaşamamak imkânsızdı.”

“Tehlikeli bir durumla hiç karşı karşıya

kaldınız mı peki?”

“06 Haziran günü yaptığımız çekimler

sıranda müthiş bir yağmur başladı.

Yıldırımların ardı arkası kesilmiyordu.

Hemen üzerimizdeki metal eşyaları

bırakıp üçgen bir dua yerinde beklemeye

başladık. Yapabileceğimiz başka bir şey

yoktu, kendimizi Allah’a emanet etmekten

başka.”

Özetlemek gerekirse 18 günlük alanda

yaşanılan bunlardı. Başlangıçta da dediğim

gibi yukarıda yer alan soru cevap

kısımlarına bizim en ufak bir kurgusal

katkımız olmadı. Tamamen kitaptan

aldığımız metinlerle gerçekleştirdik bu

oto-söyleşiyi.

Söyleşiyi okurken aklınıza “sanatçı neden

böyle zahmetli bir işe katlanıyor?” diye bir

soru gelebilir. Onun cevabının da yine

kendi satırları ile verilim;

“3 Mayıs Türkçüler gününü hep beraber

kutladık” diyordu sanatçı bölümün en

başında. İçinde yanan alevin kaynağını bu

cümle gizliyordu.

Ve alandan ayrılma zamanı geldiğinde;

“Kayı damgalı panoyu ellerimle sevdim. Bu

damgayı buraya kazıyan atalarıma dua

ettim.” diyordu…

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

16

HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY

İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL Emre SEVİNÇ

Sevgim- millete!

Vurgunluğum- İstiklale ve adalete! İtaatim-

hocalarıma!

Borcum- dostlarıma ve meslektaşlarıma!

Nefretim- yalancılara ve yüzsüzleredir!..

ELÇİBEY

Azerbaycan Azatlık Hareketi’nde büyük rol

oynamış, Azerbaycan kadınlarına önderlik

yapmış, Elçibey’in azatlık hareketindeki en

büyük yardımcılarından Hanım

Halilova’nın‘’Ebulfez Elçibey İle

Bağımsızlığa Giden Yol’’ adlı kitabı Töre-

Devlet Yayınlarından çıktı.

Tanıyanlar veya televizyondan izleyenler

bilir ki Hanım hocamızın konuştuğu

ortamda herkes pür dikkat ona yönelir,

kulaklar bir şey duymaz, gözler görmez

olur. Hocamız güzel Türkçesiyle olayları

yaşayarak anlatır, dinleyiciler kendilerini

adeta olayın içinde zannederler. Hitabette

bu denli güçlü olan Hanım Halilova yazma

konusunda da ne kadar yetenekli, ne kadar

içten olduğunu bu kitabında göstermiş.

Okuduğunuzda göreceksiniz; kitap sizi

içine alacak ve bitene kadar bırakmayacak.

Kâh ağlamayla, kâh gülmeyle ama hep

özlemle geçen bu kitabı okumaya

kıyamayacaksınız. Bitmesin diye yavaş

yavaş okuyacak, sayfaları yavaşça

çevireceksiniz. Ancak elinizden

düşüremeyeceğiniz bu kitap kısa sürede

bitecek.

Kitap genel anlamda Azerbaycan Azatlık

Hareketi ve Elçibey ile Hanım Halilova’nın

yaşamı üzerine kurulmuş olsa da 20. yy.

Azerbaycan tarihi ve Azerbaycan-Türkiye

ilişkilerinden birçok kesiti de okuyucuya

sunuyor. Kitabın sonunda da Sadi

Somuncuoğlu, Ahmet Bican Ercilasun,

Sevgi Kafalı gibi büyüklerimizin Elçibey ve

Azerbaycan hakkındaki yazıları mevcut.

Yine kitabın son sayfalarında Elçibey ile

ilgili birçok resim de sergilenmiş.

Büyük özgürlükçü, büyük demokrat

Elçibey’in ölmeden önce ‘’Tarihi

yaşayanların anlatması ve yazması en

doğrusudur. Tarihe yanlış not

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

17

düşülmemesi için yaptığımız mücadeleyi

anlat.’’ diyerek vasiyet ettiği bu kitap,

Hanım Halilova tarafından çeşitli konu

başlıkları halinde nakış nakış işlenmiş ve

akıcı bir hal almış. Ben de bu kitaptan

kendimce önemli bulduğum ve not aldığım

bazı olayları, bazı kesitleri sizlere

sıralamak istiyorum.

Kitapta aşağıda sunacağım türden birçok

önemli konuya değinilmiş olsa da ben,

kitabın telif haklarına ve heyecanına saygı

dolayısıyla notlarımın çok az bir kısmını

sunacağım.

-Elçibey’in doğumu sırasında doğduğu köy

olan Keleki’ye bir kurt geliyor ve ulumaya

başlıyor. Kurdu vurmak isteyen köylüleri

Elçibey’in babası ‘’Dokunmayın bu bir

elçidir.’’diyerek engelliyor. (s.40)

-‘’Türkiye’mi gördüm bundan sonra

ölebilirim.’’ Hanım Halilova uçakla

Yemen’e eşi Rafik İsmayılov’un yanına

giderken uçak sürpriz bir şekilde

Ankara’ya iniş yapar. Hanım Halilova ilk

defa gördüğü ve sadece yarım saat kaldığı

Türkiye’yi anlatırken gözyaşlarınızı

tutamayacaksınız.(s.51-55)

-Azerbaycan’ın ilk Cumhurbaşkanı

Mehmet Emin Resulzade’nin Stalin’i

ölümden kurtarması: Stalin, Bolşevik

hareketine yeni katıldığı yıllarda Bakü’de,

neft yani petrol kuyusuna atılıyor. O

yılarda kuyular derin değil, 5-10 metrelik

çukurlar; ama zararlı gazlarla dolu. Uzun

zaman solunduğunda ölüme yol açıyor.

Bunu duyan Resulzade ve arkadaşları,

gidip Stalin’i kurtarıyorlar; çünkü her iki

taraf da sosyal demokrat. Böylece Stalin’in

Resulzade’ye bir can borcu oluyor.(S.80)

-‘’Elimizde çekiç Lenin heykelini

kırıyorduk.’’ Karabağ’da Ermenilerin

Türkleri öldürmeye başlaması üzerine

Azerbaycan halkı Lenin Meydanı’nda

toplanır. Hanım Halilova o günleri şöyle

anlatıyor: Öncülük ettiğim kadınlarımızla

gece vakti olunca elimizde çekiçlerle

Lenin’in heykelini parçalamaya

çalışıyorduk. Tabii Ruslara görünmeden

bunu yapıyorduk. Görseler hiçbirimizi sağ

bırakmazlardı. Heykeli çekiçlerle

parçalayıp kopan parçaları, torbalarla çöpe

atıyorduk. Zaten Sovyetler dağılmak

üzereyken de bu heykel ve bütün heykelleri

yok edildi. 16 Kasım’dan 5 Aralık’a kadar

gece gündüz, bu meydan hareketi

sürdü.(S.134)

-‘’Kızım Gönül bebeği Sezen’i bırakıp

yürüyüşe geldi.’’ 20 Ocak’ta Rusların

tanklarla Bakü’ye girerek yaptığı katliam

sonrasında Hanım Halilova’nın

önderliğinde başlayan ve büyük bir halk

hareketine neden olan kadın yürüyüşüne

Hanım Halilova’nın kızı Gönül

İsmayılov’da evde bir bebeği olmasına

rağmen katılıyor. Bu anlar da kitapta şöyle

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

18

anlatılıyor: Kızım Gönül, Türk kadınları

olarak yürüyüş yaptığımızı duyunca yeni

doğmuş bebeği Sezen’i kayınvalidesine

bırakıp gelmiş.‘’Gönül, ikimiz birden

ölmeyelim, sen git. Daha yeni bebeğin oldu

senin;’’ dedim. Dinlemedi beni.’’Ben de Türk

kadınıyım. Senin kızınım. Hiçbir kuvvet beni

buradan gönderemez;’’dedi. Zaten bu

harekâtta çocuklarım beni çok yordu.

Çünkü ne zaman ortalık karışsa bir de

bakardım, içlerinden biri çıkıp gitmiş;

yürüyüşe ya da protestolara

katılıyorlar.(S.161)

- ‘’Alparslan Türkeş’e bozkurt

işaretinin doğrusunu

gösterdim.’’ Alparslan Türkeş 3 Mayıs

1992’de Azatlık Meydanındadır ve onu

görmeye bir milyon insan gelir. Bu

insanlar hep bir ağızdan ‘’Azatlık’’ diye

bağırarak bozkurt işareti yapmaktadır.

Türkeş bu işaretin ne anlama geldiğini

sorar. O da şöyle anlatmıştır: Mitingde

herkes bozkurt işareti yapıyor; ‘’Azatlık’’

diye bağırıyordu. Alparslan Türkeş,

Elçibey’e bu işaretin ne olduğunu sordu.

Elçibey de kendisine: ‘’Bu bize

Göktürklerden kalma bozkurt

işaretidir;’’dedi. Rusların simgesi ayı,

Fransızların simgesi horoz, İngilizlerin

aslandır. Türklerin simgesi de bozkurttur.

Bozkurt, Ergenokon’dan çıkışta bize yol

göstermiştir. Buna göre özgürlük

mücadelesi veren insanlar bir gün, bir yol

göstericinin kendilerini kurtaracağını ümit

etmektedirler. Alparslan Türkeş, mitingde

yapılan bozkurt işaretini çok beğendi ve

kendisi de yapmaya çalıştı. Fakat metalci

gençlerin kullandığı işareti yaptı. Ben

‘’Sayın başbuğum bu yanlıştır, bunu

metalciler yapıyor’’dedim. Gülümsedi.

Elimle doğru bozkurt işaretini yapıp ‘’Bu

kurdun kulakları, şu da yüzüdür:’’ deyip

onun parmaklarında şekli gösterdim. Beni

kucakladı.(S.218)

-Hanım Halilova Petrol Bakan

Yardımcısını’nı pataklıyor: Moraller

bozuk, artık iş bitmiş, gidiyoruz. Bunlara

dedim ki:’’ Ayıp olmadı mı? Elçibey gibi bir

adamı koruyamadınız. Halka inmediniz. Sizi

halk getirmişti, şimdi de halk yıkıyor.’’

Sonra da makam mevki peşine düştüklerini

ve bazı kişilerin rüşvet aldıklarını söyledim.

Petrol Bakan Yardımcısı ‘’Kim alıyor?’’ diye

bağırdı. Ben de ‘’Sen alıyorsun!’’ diye

karşılık verdim. Gerçekten de rüşvet

alıyordu. Bana hakaret edince bu adamı

orada, iyice dövdüm; Fehmi Hacıyev ve Arif

Rahimov, Taşkın Bey’i elimden zor

aldılar. (S.329)

Elçibey:’’Ben Peygamberimden daha çok

yaşamak istemiyorum.’’ Elçibey

hastalığının ağırlaşması üzerine

Türkiye’ye getirilir ve Ankara Hastanesine

kaldırılır. Doktorların ameliyat olması

gerektiğini söylemesi üzerine

Elçibey; ‘’Ben Peygamberimden daha çok

yaşamak istemiyorum.’’ Diyerek ameliyatı

reddeder. (s.373) Elçibey kısa bir süre

sonra 22 Ağustos 2000 günü aramızdan

ayrılır. Mekânı cennet olsun…

Kitapta Mehmet Emin Resulzade’nin

1918’de yaktığı bağımsızlık ateşinden,

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

19

Çırpınırdı Karadeniz’in yazılış hikâyesine,

Elçibey’in sönen bu ateşi tekrar yakışından

ona Rus desteğiyle yapılan darbeye, Hanım

Halilova’nın 1990 Ocak’taki

kahramanlığından, Ermenilere karşı

kurduğu Kadın Taburu’na Azerbaycan’ın

geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşadığı birçok

önemli olayı bu kitapta ayrıntılarıyla

bulacaksınız.

. . .

Elçibey; daha küçük yaşlardan itibaren

azatlık ateşini kalbinde yakmış ve bu ateş

o büyüdükçe büyümüş. Doğduğu köy olan

Keleki’de ona ‘’Millet’’ lakabı

takılmış. Daha 9. sınıftayken Mir Cafer

Bağırov’u savunduğu için öğretmenler

odasına çağırılıp düşüncelerinden

vazgeçmesi istenmiş. 1957 yılında

Azerbaycan Devlet Üniversite’si Arap Dili

ve Edebiyatı bölümüne girmiş. Bu bölüme

girmekteki asıl amacı Arap ülkelerinden

birine gidip Türkiye ve 1918 yılında

bağımsızlığını kazanan Azerbaycan

hakkında bilgi toplamakmış. Üniversite

yıllarında içindeki azatlık ateşini birçok

arkadaşıyla paylaşmış ve onlarla birlikte

bu uğurda mücadeleye söz vermiş.

Üniversitede Elçibey ve dava

arkadaşlarının 41 numaralı odası; ışıkları

hiç sönmeyen bir odaymış ki Rafik Bey’in

anlattığına göre Azerbaycan’ın bağımsızlık

tohumları da bu odada atılmış. Elçibey

1963’te Mısır’a mütercim olarak gitmiş.

Burada Türk tarihi, Azerbaycan tarihi ve

dünya düzeni hakkında araştırmalar

yapmış, Zeki Velidi Togan gibi insanlarla

tanışmış. Mısır’dan döndükten sonra da

hoca olduğu Azerbaycan Devlet

Üniversitesi’nde hocaları ve öğrencileri

gruplar halinde teşkilatlandırmış, onları

da bu davaya dâhil etmiştir.

1974 yılına gelindiğinde KGB Elçibey’i

tutuklamış. Suçu ise milliyetçilik imiş.

Cezası taş ocaklarında çalışmak olmuş.

Hücresi ise adi suçluların olduğu bir

hücreymiş. Aslında KGB’nin amacı bu

mahkûmlara Elçibey’i öldürtmektir. Ancak

Elçibey o mahkûmlar üzerinde o kadar

tesirli olmuş ki onlara milliyetçiliği

öğretmiş ve sevdirmiş. Mahkûmlar da ona

topladıkları taşlardan özel bir oda

yapmışlar ve onun yapacağı işleri

üstlenmişlerdir.

1976 itibariyle hapisten tahliye olduktan

sonra Elçibey, kalbindeki ateşi Azerbaycan

halkına dağıtmaya başlar. O ateş öyle

büyüyecektir ki küçük bir kalpte başlayan

bu kıvılcım gün gelecek tüm Azerbaycan’a

yayılacak ve Azerbaycan’ı tam bağımsız

yapacaktır.

1980’li yılların sonuna doğru Elçibey,

Azerbaycan halkınca sevilmiş ve

benimsenmiş bir şekilde Azerbaycan Halk

Cephesi’nin başına geçmiş. SSCB’nin

dağılmasından sonra Azerbaycan bağımsız

bir devlet olmuş ancak ülkedeki Rus

yanlısı yönetim devam etmiş. Tam

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

20

bağımsızlığı sağlamak ise 15 Mayıs 1992

gününe nasip olacaktır. O gün yapılan ve

birçok Azerbaycanlının katıldığı yürüyüş

parlamentoya kadar sürmüş. Melehat

Nasibova’nın parlamentoya astığı

Azerbaycan bayrağı bağımsız

Azerbaycan’ın nişanesi olmuştur.

Azerbaycan, Elçibey’in önderliğinde

aydınların ve halkın kararlı duruşu

sayesinde tek bir mermi atılmadan, başka

devletlerden yardım alınmadan tamamen

sivil bir devrim yapmayı başarmıştır.

Parlamentonun ele geçirilmesinden sonra

Elçibey, yapılan seçimde Azerbaycan

cumhurbaşkanı seçilmiştir.

Cumhurbaşkanlığı döneminde de birçok

önemli yeniliğe imza atmasına rağmen

Rusların desteğiyle isyan eden -Ahmet

Bican Ercilasun’un değimiyle- Süret denen

bir suratsızın darbesine maruz kalmış,

cumhurbaşkanı olduğu, elindeki askeri

gücü kullanıp darbecilere karşı

gelebileceği halde Azerbaycan’da kardeş

kanı dökülmesin, milletimin kanı akmasın

diyerek memleketi Keleki’ye gitmiştir. Bu

gelişmeden sonra cumhurbaşkanlığı

Haydar Aliyev’e geçmiştir.

Elçibey’in küçük yaşlarda kalbinde

oluşturduğu o azatlık ateşi bugün

dünyanın dört bir yanında Türklerin

kalbini ısıtmakta, bazılarının da hayallerini

süslemektedir.

Hanım Halilova da Ocak 1990’da yaptığı

kahramanlık başta olmak üzere

Azerbaycanlı kardeşlerimizin SSCB ve

Ermenilere karşı verdiği mücadelede

büyük rol oynamıştır. Hayatı Azerbaycan

ve Türklük’e hizmet ile geçen, bağımsızlık

uğruna ailesini, canını hiçe sayan hocamız

ve dava arkadaşlarına bugün-başta

Azerbaycan’da yaşayanlar olmak üzere-

Türk âlemi çok şey borçludur.

O kendisine vasiyet edilen bu kitabı

okuyucuya sunmuş, Elçibey’in son isteğini

de yerine getirmiştir. Bu kitapta esaretin

ne derece zor, özgürlüğün ne derece

vazgeçilmez olduğunu bir kez daha

göreceksiniz.

Esir Türklerin tez elden azatlığı dileğiyle…

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

21

KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM Sadi SOMUNCUOĞLU

Dünya şartları; bloklaşmalar ve silâh

dengeleri, askerî müdahale yoluyla ülkeler

üzerinde hâkimiyet kurulmasına imkân

bırakmamıştır. Hâkimiyet ve üstünlük

arzusunu gerçekleştirmek için askerî

müdahalenin yerini, kültür ve ideolojiler

aldı. Milletler birbirlerini ne kadar

tanırlarsa, birbirleriyle ne kadar

münasebetlere geçerlerse, rekabet de o

nisbette artarak şiddetlenir. Kültür ve

ideoloji yoluyla hâkimiyet kurulmasına

«Yeni emperyalizm» denilmektedir.

Milletlerin üstünlüklerini kültür ve ideoloji

yoluyla kurma gayretleri; kelimelere,

terimlere ve kıymet hükümlerine verilen

manaları tahrip etti. Günlük hayatta

kullanılan kelimelerden, ilmî ve siyasî

terimlere kadar her mefhuma; isteklere ve

kültürlere göre farklı izahlar getirildi.

Köklü ve berrak bir millî kültüre sahip

olmayanlar, yabancı propagandaların

etkisiyle; tercihinin ne olduğunu bilemez,

kendi milletinin bir ferdi gibi düşünemez

duruma getirildi. Bu vasıftaki insanlardan

meydana gelen bir topluluğa, sesi daha

fazla çıkan propaganda merkezleri

hükmetmeye başladı. Toplumda, kelime ve

kavram anarşisi böylece yerleşti. Bunlar

her ülkenin kendini aydın sayan zümreleri

arasında peydahlandı. Biz bu duruma

getirilmiş kimselere «Koloni tipi aydınlar»

diyoruz. Milli toplumdan koparılmışlardır.

Düşüncelerinin dünyayı, hatta kâinatı

kapsadığını sanan bu gurupla herhangi bir

meseleyi görüşmek, tartışmak mümkün

değildir. İler tutar hiçbir tarafı

bulunmayan koloni tipi aydınlarının,

kendilerine sorarsanız, insanî ölçüler

içinde düşündüklerini söylerler. İnsanı

bilmeden insani düşünmek, ne hoş değil

mi? Zaten bütün halleriyle, «Zan»lara

dayandıklarını görürsünüz. Yanlarında

kıyamet kopsa, küçümserler. Büyüklüğün

ifadesinin, aydın insan olmanın icabının

böyle davranmayı gerektirdiğini sanırlar.

Milletlerine yapılan suikastlara karşı

duyarlılıklarını kaybetmişlerdir. Büyüklük

duygusuna dayanan bir kademeleşmeleri

vardır. Aslında, bunu tam tersiyle kabul

etmek en doğrusudur. Her türlü

emperyalizmin köprüleri bunlardır.

Emperyalizm nedir? Her ideolojinin

anlayışına göre verilecek cevap değişir.

Meselâ: Marksist-Leninist görüşe göre;

Emperyalizm, sistemle ilgili bir hastalıktır.

Kapitalizmin son merhalesinden

emperyalizm doğar. Kapitalistler,

memleketleri dâhilinde işçi sınıfını

sömürerek ülkenin bütün imkânlarını ele

geçirirler. Bu safhadan sonra, geri kalmış

dış memleketlere yönelirler. Onlar

üzerinde bir hâkimiyet kurarlar.

Kapitalizm; geri kalmış ülkelerin, kapitalist

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

22

ülkede sömürülen işçilerle işbirliği

yaparak isyan etmeleri sonucu yıkılacak;

yerine sosyalizm ve komünizm

kurulacaktır. Böylece emperyalizm de son

bulacaktır. Bu tarihî gelişme, kapitalist

tatbikatın kaçınılmaz bir neticesidir.

Marksistler böyle söylemelerine rağmen,

yeryüzünün büyük emperyalisti kendileri

oldular. Bugünkü dünyamızda, askerî işgal

yoluyla (Klâsik emperyalizm) diğer

memleketleri sömürenler komünistlerdir.

Kapitalist ülkeler, dünya şartlarındaki

değişmeleri görerek, askerî işgalleri

kaldırmışlar ve yeni bir biçimde

emperyalizmi devam ettirmeye

başlamışlardır. Ama buna karşılık Rusya

ve Çin, pek çok milletlerin vatanlarını

işgalleri altında tutmaya devam

etmektedirler. Marksist iddialar, bizzat bu

rejimle idare edilen ülkelerdeki

uygulamalarla tekzip edinmiş, yanlışlığı

ortaya konmuştur.

Türk Milliyetçiliğinin anlayışına göre,

emperyalizm kuvvetten doğar. Bir sistem

meselesi değildir. Nitekim emperyalizmi

kaldırmak iddiasında bulunan marksistler

başta olmak üzere, çeşitli felsefelere göre

idare edilen güçlü ülkeler en geniş

anlamıyla, emperyalisttirler. O halde

emperyalizmin kaynağı kuvvettir. Kuvvetli

olan bir devlet, zayıf olanlar üzerinde,

hâkimiyet kurar. Bu bir kanundur. Kuvvet

dengeleri, hangi bölgelerde ve milletler

arasında bozuluyorsa, orada kuvvet

kaymaları vardır. Bu sosyal bir hadisedir.

Emperyalizmle mücadele; yeni yeni

maceraların peşinde koşarak; silahlı,

bombalı tedhiş olayları çıkararak, her

sabah emperyalistlere ve emperyalizme

küfrederek yapılmaz. Şiddet ve tedhiş

yoluyla belki emperyalist ülkenin biri

kovulur ama onun yerine başka bir

emperyalist oturur. Yenisinin, eskisinden

insaflı olduğunu söylemek de mümkün

değildir. Emperyalizm sosyal bir olaydır,

geldiği ülkede vazifesini yapar.

Emperyalizmle mücadele, kuvvet

dengesini lehimize değiştirmekle mümkün

olur. Kısaca; kültürde, medeniyette, ilimde,

teknikte en ileri milletler seviyesine

ulaşmakla emperyalizmden kurtulunur.

Bu iş; Türk Milliyetçiliği ülküsüne bağlı bir

kadronun dünya siyasetinden haberli ve

uyanık mücadelesiyle siyasi tercihi ele

alarak, başarılabilir. Tarihinden gelen

hedefi, iddiası ve tutarlı bir hayat görüşü

olmayan; gündelik olayların dümen

suyunda menfaat arayan çıkarcı

zihniyetteki grupların memlekete ve

millete verebileceği tek şey. Felâket ve

sefalettir. Yukarda ifade edildiği gibi

«Koloni tipi aydın» yabancı emperyalizmin

köprüsüdür.

BOZKURT DERGİSİ 1973 NİSAN SAYI 7

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

23

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

24

KARANLIKTA UYANAN BİRİ Yahya Kemal BEYATLI

Editör Notu: Bu makale; son yıllarda

ülkemizde yaşanan etnik unsurlar

üzerinden yapılan bölücülüğün nerelere

varabileceğini göstermesi açısından

dergimize iktibas edilmiştir. Temennimiz,

tarihin tekerrür etmemesidir.

****

Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu

genç Rumeli’yi fetheden ilk Türklerin

torunlarındandı. Humbaracızâdeler adıyla

anılan ailesi Fatih devrinde Üsküp

toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir

meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan

dalları vermiş eski bir aileydi. Üsküp

şehrinin ortasında akan Serava kenarında

köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden

kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi

İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu

askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsa

Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını

fethetmiş bir beyin evkafına mütevelliydi.

Konağının herhangi penceresinden baksa

bu cedlerin cami, medrese ve

imaretlerinin kurşunlu kubbelerini

görürdü.

Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki

çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir

Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı

bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle

konuşur, o türlü esvaplar giyer, o

devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı

göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen

ayaklarında uzun kırmızı yemeniler,

ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz

çubuklar, omuzlarında cepkenler,

bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında

çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve

bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.

Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu

ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naimâ

Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış

zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı,

fermeneli, gençliğin atılganlığıyla bıçak ve

tüfek oyunu oynar, tambura çalar ve türkü

söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı

andırırdı; kadınları kırmızı canfesten

şalvar ve bürümcük gömlek giyerler,

boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler

takarlar, ellerinin ve ayaklarının

parmaklarını kınasız bırakmazlardı.

Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir

mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya

yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya

Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da

Üsküp’te; ulemâ henüz bu bahsi

halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları

hep cengâverdiler. Türbelerinin

duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı

kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar,

kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı

Baba’nın başı ucunda düşman zindanından

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

25

taşıdığı bukağılar vardı. Kale içinde yatan

Cafer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla

örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman

topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne

düşürülen gülleleri daha havadayken elma

tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar,

kabrinin etrafına gülleden bir duvar

örermiş. Gazi Baba, etrafında binlerce gazi

ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gazi

Baba semti bir mum şehrâyini hâlinde

görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi

Kosova Meydan Muharebesinin yolu

üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir

evliyasını sayamayacağım.

Tanzimat bu şehrin yanına bir hükûmet

konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine,

zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler

ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey

kanından olmayan biri bey unvanını

takınmaktan utanırdı. Üsküplüler bey

unvanını fuzûlî takınan İstanbullu

memurlara inadına efendi derlerdi.

İstanbul’un fethinde kanını döktükten

sonra Haliç kenarında “Üsküplü”

mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk

mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir

medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler,

münşîler yetiştirmiş, Selâtin camilerine

benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle,

bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş.

Maamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade

bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazzâzları,

bezzâzları, haffâfları, hallâçları, bakırcıları,

kuyumcuları, silâhçılarıyla olduğu gibi

duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa

ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri

eskisi gibiydi.

Üsküp o kadar eski ve o kadar Türk’tü ki

İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni

kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları

alafranga telakkî ederdi. Balık suyu idrak

etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak

etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi

kendine sadece Müslüman diyordu.

Maamafih yanında kardeş unsur olan

Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli’nin

son senelerinde yâr ü ağyârca itibarda

idiler. Sultan Ahdülhamid Arnavutları

seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını

sayıyordu. O zaman milletin bu gözde

oğulları Üsküp’te gerek hükûmetten,

gerekse halktan, Avrupalıların gördüğü

imtiyazlı muameleyi görürlerdi;

İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi,

Üsküplüler de Arnavutluk’a özenmeye

başladılar; bu dağlı kavmin siyasî

itibarından başka kisvesi, silâhı, lehçesi de

cazibeliydi. Cahil İstanbullu da Üsküp’ü bir

Arnavut şehri zannediyordu; hâlâ da öyle

zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi

güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel

Üsküp halkı belediye reisini, Vali Hâfız

Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir

ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci

hocalarından İdris Hoca’nın peşine

takılarak Sultan Murad Camiine

kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş,

Üsküp’ü Arnavutluk’un merkezi sandığı

için -sonraları sadrazam olan- Hakkı Bey’i,

Mahmud Esad Efendi’yi ve daha birkaç

Bâbıâli siyasîsini heyet hâlinde

göndermişti. Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş,

padişah nâmına, eşrafı davet etmiş,

nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki,

bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça

bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya

çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut

olmadıklarının farkına varmış ve derhâl

hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavut

zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye

kovmuş.

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

26

Üsküplüler Arnavut olmadıklarına

yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı devletler

Üsküp’ü Arnavut görmek ve göstermekte

menfaattardılar; zaten biz de öyle

biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu

gibi burada da leylî ve neharî bir idadî

mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar,

Karadağlılar meccanî tahsil görürlerdi. Bir

Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu.

Arnavutlar, bugünkü felâketlerini

hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere,

kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle

bakarlardı.

Arnavutluk’un ikbâli gitgide Arnavut

milliyet nazariyesini doğurdu: Yeni

Arnavut elifbâsı, siyah kartallı bayrak,

büyük Arnavut devletinin hudutları alttan

alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız

Arnavutları değil, Kosova’da beş asırdan

beri yerleşmiş fatih Türklerin çocuklarını

da sardı.

Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının

çocukları Arnavut Başkım kulüplerine

yazıldılar, kendi kanlarına sövmenin

lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin

ateşini düşman yakmıştı, İstanbul da bu

ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu

hep bildiğimiz sergüzeşti burada

açmayalım.

Rumeli faciasından sonra Türk devletinin

çekilişine yâr ağladı, hatta zaman zaman

ağyâr da teessüf ediyor; bunu hep

biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı

yananlardan bir gençle görüştüm.

Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki:

“Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en

hâlis unsuru Türk’müş!…” Bunu nasıl

anladığını sordum. Cevap verdi: “Son on üç

senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk

hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar

hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar,

lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu

münasebetle daha ziyade ortaya çıktı.

Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün

esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavut

kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde

destandı. İslâmda asil unsur varsa

Arnavut’tu. Arnavut cesurdu, hürdü,

azimkârdı, Nuh der peygamber demezdi

cinsi, dini, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda

pervâsızca can verirdi. Türk hâkimiyeti

devrinde Arnavut’un bütün bu destan olan

meziyetlerine sonraları Avrupalılar da

daha ziyade revnak verdiler, dediler ki:

Arnavut Asya’dan değil Avrupa’dandır,

Turanlı değil Arya’dır. Türk’ü Avrupa’da

tutan Arnavut’tur. Avrupalılar böyle bir

sıfatla Arnavutları pehpehlediler. Sarayın

gözdesi, milletin gözbebeği olan

Arnavutlar medeniyetin bu iltifatlarıyla da

mest oldular.

Türk idaresi zamanında Arnavut Başkım

cereyanı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın

an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan

unsurlarından nice kimse kendilerini

Arnavut Başkım cereyanına bıraktılar.

Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar

mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç

sene mahkûmlar için yaman bir imtihan

devriymiş. Türkler hâkimiyetleri

zamanındaki tevazulu vaziyetlerini

mahkûmiyetlerinde de muhafaza ettiler,

yalnız devrin değişişi Arnavutları pek

ziyade söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında

yaşayabilmek için bir cemaat tesânüdü

göstermek lâzım geliyordu. Arnavut

kardeşlerimiz yazık ki, bu kadarcık bir

tesânüdü bile göstermediler. Son intihabât

iyi bir mihenkti. Türkler kırbaç, sopa,

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

27

dipçik altında kalan en ücra köylerde bile

azimlerinden şaşmadılar, re’ylerini yine

Müslüman kutusuna attılar.

Arnavutlar bilakis dağıldılar, hâkimlerinin

millî rekabeti karşısında derlenip

toplanamadılar, son çareleri olan re’ylerini

millî muarızları düşmanları olan fırkalara

verdiler. Bu küçük bir misal. Lâkin böyle

küçük misaller çok. Zaman geçtikçe

meydana çıkıyor ki o tumturaktan,

alâyişten, böbürlenmekten âzâde yaşayan

Türk milliyeti demirden bir kitleymiş.

Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş.

Arnavut’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metin

bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış.

Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan

netice ispat etti ki Türk bu devletin

Müslüman unsurlarını birleştirmek için

Allah tarafından bir mevhibe imiş. O

giderse Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil

yavrusuna dönerlermiş. Bugün Arnavutlar

ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare

şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir

zaman Türk idaresinde ferdî kabiliyetle o

kadar büyük adamlar yetiştiren bu unsur,

kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavutluk’ta

âciz, Sırbistan’daysa irade-i cüz’iyesine

bile sahip değil. Onüç senede Türk’ün

büyük bir millet olduğunu anladık, zaman

geçtikçe daha ziyade anlayacağız

zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkta

uyandık…” dedi.

(Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”,

Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921)

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

28

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

29

ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA

ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ Abdullah KILAVUZ

Kâh tabutluklarda ölüme terk edilen

mahkum, kâh bin dokuz yüz altmış askeri

darbesini radyodan ilan eden kudretli

albay, kâh askeri mahkemelerde idamı

istenen bir siyasetçi, kâh evlatlarım dediği

gençlerin binlercesini kendi elleriyle

toprağa veren acılı baba, kâh Kâbe

duvarına sırt vermiş bir mümin, kâh

Çankaya yokuşunda zulme direnen bir

mücadele adamı, kâh mücadeleye baş

koyduğu kardeşlerin cenaze namazlarında

gözü yaşlı yiğit, kâh Meclis çatısını titreten

hatip, kâh ideolojik fikriyata şerh düşen

bir kâtip, kâh kefeni boynunda mücahit,

kâh milleti yolunda akıncı beyi…

Seksen senelik çileli bir ömür…

Sergüzeşti tersten okuyalım bir de: Yüz elli

üç sene önce dedelerin kavgaya

tutuşmasaydı toprak meselesi yüzünden

bir başka aileyle Kayseri’nin Pınarbaşı

ilçesinde Başbuğum…

Sultan Abdülaziz ferman buyurmasaydı

Kıbrıs’a sürgününüze; Lefkoşa’da

doğmasaydın bir yirmi beş kasım

gündüzünde; Hüsnü Bey, Selahattin Bey,

Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey,

Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz

Kaymak gibi Türklük gurur ve faziletiyle

yoğrulmuş hocaların tedrisatından

geçmeseydin; Osman Zeki Bey sana

“Alparslan’a layık bir Türk ol” diyerek Ali

Arslan olan ismini değiştirmeseydi;

Kıbrıs’ın mevcut durumuna bakarak içinde

fırtınalar kopmasaydı ne olurdu diye

düşünüyorum bazen ister istemez. Sonra

iki cihan güneşinin sözü geliyor aklıma: “

Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu

yapar..”

Sebepler dairesini genişleterek, bizleri

seninle aynı fikrin idrak sınırları

çerçevesinde olsa dâhi buluşturana bin

şükür…

Bizler bir tek kelamından nasiplenemesek

bile dünya gözüyle, sana olan sevgisini

mukaddes örtülerle bezeyerek en mahrem

sadakat sandukalarında çeyizlemiş, iman

ettiği gibi ölümden münezzeh olarak

dirilip, sana sonsuzlukta kavuşacağı

günleri beklemekte olan evlatlarınız.

Bizler omzundaki tek bir yükü bile

hafifletemedik şu dâr-ı dünyada… Lâkin

Bahçelievler’de başları önünde, dilinde

dualarla yanı başına gelen yokuşa her

tırmanışında Çankaya rüzgârına saçlarını

teslim eden ve her kabrinin önünde diz

çöküşünde ana karnındaki ikizini

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

30

kaybetmiş garipler gibi hüzünlere gark

olan kardeşleriniz.

Bizler, senin hatıran vardır diyerek

dolanırken Ankara’nın dört bir köşesinde,

her çakıl taşına belki ayağın değmiştir

diyerek, elimizle kaldırarak bir kenara

koyan arkadaşlarınız.

Bizler, seni görmeden sevip, sana seni

duymadan inanmış, seni görmese bile

söylediklerine amentüye iman edercesine

bağlanmış, ismini öğrendiğimiz günden bu

yanadır ki, senin emrinde olmakla

gururlanmış askerleriniz.

Bizler, senin yolunda sabit, senin sözünde

sadık, senin imanında kabil, senin

istikametin üstüne dosdoğru ve senin

emanetinin sahipçisi ülküdaşlarınız.

“Aşk, ulu orta söylenmeyen / Ve dava,

dönülmeyen şey demekti.” der şair..

Bizler aşkımızı aşikâr ettik, affet. Lakin

and olsun ki dönmedik davamızdan.

Sağ elimize güneşi, sol elimize ayı verseler,

yine de dönmeyeceğiz. Söz verdiğimiz

gibi…

Rahat uyu Başbuğum.

Kabrin nur olsun.

Çağrı

Herkes başka hülyada, elden düşmüş emanet

Geriye yürümek ile koyun koyuna hıyanet

Uykuda iman dolu yürekler, can çekişiyor cesaret

Nerede nöbetini terk eden erler? Safların neden seyrek?

Erkektir ki, omuz verdiği yiğide nispette erkek!

Yetmedi mi bunca yıl uyku, diril artık külünden,

Miskinlik yaraşmaz sana, tut ülkü’nün elinden,

Yeni bir tekbir ile sök şu pası dilinden

Yükselmesi gereken sesin neden böyle titrek?

Erkektir ki, gökleri titretebildiği nispette erkek!

Sen Bedir’in tohumusun, Sakarya’nın meyvası

Sen Alparslan’ın kılıcısın, Peygamber’in asası

Sen Özmen’in ruhusun, Başbuğumun rüyası,

Göster cihâna kendini, karşımda durma böyle ürkek!

Erkektir ki, başı dik durabildiği nispette erkek!

Ya göç git bu dünyadan, ya da devşir artık kendi özüne

Tarihin yapraklarında kaybol, kulak ver atan sözüne

Şimdi kaldırmazsan yumruğunu, yarın bakamazsın yüzüne

Duysun namert düzen, kahpe felek; haykır insanlara tek tek!

Erkektir ki, sağ yumruğunu kaldırabildiği nispette

erkek

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

31

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

32

KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK

ÇIKMAZI M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Türkler, tarihin en geniş coğrafyaya

yayılmış ve bu vesileyle en çok katmanlı,

girift ve anlaşılması güç kültür havzasını

yaratmış milleti olmakla, hem büyük bir

avantaja, hem de maalesef sorunlara gebe

bir dezavantaja sahiptir. Ki zaten, büyük

bir millet olmak, indirgemeci ya da

yüzeysel kafanın anlayacağı gibi

“tartışılmasız, nicel olarak üstün” bir millet

olmak değildir, kolektif hafıza ve bilincin

derinliklerinde, üstünlüğün

yakalanmasına elverişli bir kültürel doku

yaratacak potansiyeli haiz olmaktır. Ve bu

potansiyele sahip olmak, bu potansiyelin

mutlaka “kinetik”e dönüşüp, işleyeceğinin

teminatını sunmaz; potansiyel işlenirken,

eyleme dökülürken tutulacak yol ve

benimsenecek fikri çerçeve, Nazi

Almanyası mı, Sovyet Rusya mı, yoksa Jean

Paul Roux’un anlattığı Hazar Kağanlığı mı

olacağınızı belirler. Öyleyse Türkiye’nin

sorunu, bu büyük potansiyeli gayr-ı

ihtiyari ve belki çoğu zaman gayr-ı şuuri

taşımak ve mutlaka kendisini zahire

yansıtacak olan bu potansiyelin yöntemsiz

ve çoğu zaman ajite çıkış arayışlarında,

Attila İlhanvari bir soruyla “hangi yol?”

sorusunun cevabını aramak ızdırabıdır.

Tarihçilerin çoğunun üzerinde ittifak

ettikleri bir konu var, Türklerde yönetim

anlayışı “meritokrasi” yani “liyakate

dayalı” yönteme çok yakındır.

Söz gelimi, mitolojilerdeki “demircinin

hükümdar olması” motifi orta Asya

kaynaklıdır ve tarihçiler bunu, “Orta Asyalı

göçebe toplumlarda hükümdar olmak

genelde babanızdan aldığınız ve layık

olduğunuzu kanıtlama ihtiyacı

duymayacağınız bir mirasla mümkün

değildir, kendinizi kanıtlamanız gerekir.

Ve demircinin ululanması esasında, liyakat

ve yeteneğin ululanmasıdır.” şeklinde

yorumlarlar.

Ve çoğu zaman yazıp çizdiğim gibi

cumhuriyet, Türkçü fikrin tecrübelerinin

üzerine bina edilmiştir. Eksik ve yanlışları

varsa, Türkçülerin eksik ve yanlışlarıdır,

kazanımları da, Türkçülerin bu ülkeye

kazandırdıklarıdır.

Yazılarımda değindiğim “veraset çizgisi”ne

göre, Türkçüler, kendi kazanımları olan

cumhuriyeti benimseyip, hatalarından

ders çıkarıp, daha iyi, daha güzel ve daha

doğruya taşıyacakları yere; elimdir ki, bu

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

33

konuda akıllı ve etraflı bir fikir ve eylem

örgüsünden uzaktırlar.

Oysa cumhuriyet, bir dönem işimize

yaradıysa da, dünyanın ve ülkemizin

koşullarının değişmesi nedeniyle işe

yararlığını kaybetmiş ve hatta zarar

vermeye başlamış “Orta Asya – Bizans”

sentezine bir başkaldırış, “meritokrasi”ye,

Türkçüler eliyle bir yeniden dönüştür; en

azından, başlangıçtır. Eğer Türkçüler, bu

kazanımı bir takım akılsızlar ve

yozlaşmışların eline bırakmayıp, veraseti

devam ettirseler idi, cumhuriyet, “Orta

Asya – Modernizm” sentezi özelliğini

muhafaza edecek ve bütün yazılarımda

özlediğimi söylediğim “Türk

Aydınlanması”nı yarım bırakmadan

tamamlayacak ve ardından, bunun ötesine

ve yukarısına da geçecekti.

Ki, bir zaman önce yazdığım “Halkçılık”

yazımda bahsettiğim üzre, Türkçüler

halkçıdır, ve cumhuriyetin tesisi, birkaç

yüzyıl boyunca aşağılanmış ve

sömürülmüş Türk halkına, “artık benim

dediğim olacak” deme şansı vermiştir;

eğer gelişmeye ve büyümeye devam etse

idi, Cumhuriyet, Türkmen’in sesi olacaktı.

“Öç alırız ilk fırsatı bulanda” diyen

Dadaloğlu’nun öcünü alacaktı cumhuriyet

Derviş Paşalardan; halkına sırt çevirmiş

“idare ehli”nden; ancak maalesef, yeni bir

“elitist” kadroya terk edilmiş ve

Osmanlı’ya rahmet okutan bir başka

tiranlığa dönüşmüştür.

Türkçüler, “titreyip kendine dön”mezlerse,

Dadaloğlu’nun bir ara, en acı bilgelikle

öngördüğü “kalır gayrı bizim burada

ölümüz” kehaneti gerçekleşecektir. Yazık,

Türkçülüğünü romantizmin ötesine

götüremeyene ve lanet olsun,

Türkçülüğünü bu engin ve derin veraset

çizgisinde değil de, küçük aklının, bozuk

psikolojisinin, dar bakışının içinde

konumlandırana!

Ki, bu veraset çizgisi, Türkçülerin

omuzlarına, sadece Türkiye Türkleri’nin

ya da Dünya Türklüğünün değil, Türk

kültür havzasının etki alanı içinde bulunan

bütün millet ve etnik grupların da

istikbalinin sorumluluğunu yüklüyor.

Öncelikle, uzun bir zaman önce ettiğim lafı

tekrar edeyim:

“…Türkçüler, Hun federasyonlarından

Göktürk imparatorluğuna, Uygur

medeniyetinden Osmanlı’ya kadar bütün

rejim ve zihniyet çeşit ve değişimlerini

inceler, onların üstün yanlarını anar ve

över, hatalarından ders çıkarır, geleceğe

bakar. Bizler, geçmişe takılı kalmış

obsesifler ya da bugünden nefret eden

sosyopatlar değiliz. Bizler, aldığımız her

nefesi -son nefes de dahil- uğruna almayı

göze aldığımız bir ırkın, Türk ırkının,

beyniyiz, düşüncesinin sözcüsüyüz. ”

Şimdi ise, öncelikle, kültür havzası

meselesinden ne anlıyorum, onu

aydınlatmak gerekir. Benim gözümde Türk

Milliyetçiliği, özetle ve kısaca şunu iddia

eder: Türk Milleti, tarihsel süreçte

geçirdiği evrimle, diğer dünya milletlerine

nazaran bazı “milli” özelliklerini bileyerek

daha keskin bir hale sokmuş, bozkırlı özü

ve şehirli-kozmopolit tecrübesiyle, bütün

milletleri, kişiliksizleştirici kapitalist

evrimin yozlaştırıcılığına bulaşmadan

kucaklayabilecek ve onlara sevk ve

idareden sorumlu bir üst-yapı

oluşturabilecek tarihi mirası ile kültürel

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

34

potansiyeli üstün bir konuma gelmiştir.

Milliyetçilik fikri, Türk Milliyetçileri

sayesinde Türk Milleti’nin önce tarihi

mirasıyla barışması ülküsünü

gerçekleştirip, ardından çağın ve mekanın

şartlarına göre Türk’ün bilimsel ve

kültürel birikimini artırdığında, Türk

Milleti, düne, bugüne ve yarına hitap

edebilen bir anlayış ve ufuk ile dünya

milletlerine öncülük edecektir.

Yani Türk milliyetçileri, sadece

Türkiye’nin ya da Türk dünyasının değil,

Türk kültür havzasının da talibi ve müdafii

ve aynı zamanda “ilgilisi”dirler.

Bu kültür havzasını oluşturmak ise, tarihin

satranç tahtasında çok az “millet”e nasip

olmuştur. Bunu irdelemeye geçmeden

önce, etnik kimlikler ve topluluklar

tasnifini kendi sosyolojik anlayışıma göre

nasıl yapıyorum, onu söylemeliyim.

Gökalp, Durkheim’dan etkilenerek böyle

bir tasnife girişmişse de, büyük ölçüde

yetersiz kalmıştır. Ardından gelen

sosyologlar, kendilerince toplumsal tabaka

ve hiyerarşiyi şematize etmişlerdir ancak,

ben bu tasnifin bütünü ile değil, “millet

nedir, ulus nedir?” gibi sorularla dimağını

meşgul eden bir milliyetçi olarak, şu an

bizi ilgilendiren kadarını kendimce tasnif

etmeye çalışacağım. (Burada kullanacağım

kelimeleri tarihsel ya da sözlük

anlamlarıyla değil, kendimce yüklediğim

anlamlarında kullanıyorum.)

Buna göre, “boy”, en alttaki milli segment

grubudur. Ki, var olmasını sadece, kimi

kültürel nişlerde hala “boy”un, zayıf da

olsa varlığını sürdürüyor olmasına

borçludur ki, yakın bir gelecekte “boy”,

ancak bir tarihi hatıra, bir tarihi olgu

olarak hatırlanacaktır.

Temel grup ise, “ulus”tur. Ulus, devlet

teşekkülü oluşturabilmiş, boy

farklılıklarını mümkün olduğunca

homojenize ederek, yerel davranış kodu

farklılıkları baki olmakla birlikte, bir arada

ve aynı çatı altında yaşama sebebiyle

hakkında bir “asgari müşterek” çıkarımı

yapılabilecek etnik topluluktur. “Ulus”,

görece geç evrimleşmiştir, ve “millet ve

milliyetçilik Fransız İhtilali akabinde

türedi” diyen kafa, bu hataya bu yüzden

düşmektedir: Fransız İhtilali, bu “ulus”un,

özgün ve özel biçimiyle ortaya çıkmasına

vesile olmuştur. Yani olan, bir nevi, “millet

kavramının evrimi, yeni bir ifade ve oluş

tarzı”dır. (Millet Kavramının Evrimi için

internette bulunabilecek aynı başlıklı

yazıma bakılabilir.)

Tarihsel olarak aynı kökten gelen ancak

coğrafi zorunluluklar ve farklı devlet

çatıları sebebiyle farklılaşmış ulusların

oluşturduğu şemsiye ise, “uruk”tur. Uruk

altında uluslar görece sağlam bir

homojenliğe sahip olduklarından, ulusun

üzerinde, “millet”in altında bir sınıf teşkili

kaçınılmazdır. Buna göre, sözgelimi

Türkiye ile Azerbaycan ulusları, aynı

uruktandır.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

35

Uruğun üstünde ise, “millet” yer alır;

tanımını uzunca “Millet Kavramının

Evrimi” isimli yazımda yapmaya

çalıştığımdan, buraya sadece, “millet,

dilsel, kültürel ve soya dayalı bağların biri,

birçoğu ya da hepsinin zayıf ya da güçlü

bağlamasıyla bir ortak tarihi sürece ancak

farklı seyirlere sahip uruklar

topluluğudur” demekle yetineceğim. Buna

göre, Türkiye – Azerbaycan, Özbekistan-

Doğu Türkistan uluslarının oluşturduğu

urukların birleşerek oluşturduğu küme,

“millet”tir.

Bu tasnif şüphesiz ki, Türk bakışından

yapılan “etnosentrik” bir tasniftir ve zaten

ben sosyolojik tasniflerin bütün zaman ve

mekanlarda, bütün kültürler için geçerli

tasnifler yapabileceğine inanmıyorum.

Yukarıdaki hiyerarşik tasnifin yatay

düzleminde, bir de bağımsız bir grup var

ki, onun adına “kavim” diyeceğim. Buna

göre kavim, boy safhasının hala güçlü

izlerinin olduğu ancak boyların bir şekilde

“akraba” ya da “kökendaş” olduklarının

üst-bilinçte ya da alt-bilinçte farkında

oldukları, ve-fakat bir devlet teşekkülü ve

bu teşekkülün homojenleştirici,

Gramsci’nin “hegemonya” tabir ettiği itki

gücünden tarih boyunca mahrum

kaldıkları için, uluslaşamamış etnik

grupların sınıfıdır. Buna göre, Çerkesler,

Kürtler, hatta devletlere sahip olmuş

olsalar dahi Araplar, bu gruba örnek

verilebilir.

Etnik toplulukların bir şekilde “millet”

basamağına ulaşması, hep bir

homojenleşme ve bir alt grubun,

diğerlerine cebir, kendiliğinden etkileme,

dini bir aygıt olarak kullanarak bünyesine

katma gibi “araçlar” (öyleyse İslamcıların

düştüğü hata budur: Din, ancak bir araçtır;

“kimlik”in oluşmasında pay sahibi değil, en

fazla “katalizör”dür. ) sayesinde kendi

kimliğini “üst-kimlik” haline getirip diğer

“akraba”larına ihraç etmesi ile olur. Bu

“millet”in tanımı da, mutlaka, zeitgeist’a

göre değişir ki, dediğimiz gibi son değişim

Fransız İhtilali akabinde Avrupa ve

çevresinde yaşanmıştır. Misalen, Altaylı

etnik grupların ilk birleşmesi Hun

federasyonları zamanında olup, bu

birleşme homojenleşmeyi artırmış ve o

mirasın üzerine kurulan Göktürk

devletinde, Türkler ilk defa “millet”

basamağına ulaşmışlar, ardından gelen

Hazar Kağanlığı’nın yıkılması ile, bu

“millet” olma hali bir “de jure” özelliğe

dönüşmüş, o çağdan bu çağa, ancak

uruklar ya da ulusların etkin olduğu Türk

millet grubu içinde alt birlikler teşekkülü

halinde Türk kültürü aktarılagelmiştir.

Milliyetçilerin yapmaya çalıştığı şey ise, bu

“de jure” millet olma halinin, tekrar “de

facto” olmasını sağlamaktır.

İşte burada, kültür havzası devreye girer.

Kavim adını vererek terim anlamıyla tasnif

ettiğimiz etnik topluluklar, coğrafi ve

tarihi şartların izin verememesi nedeniyle

“etkileşim”in dışında kaldıklarından,

devletleşen ve dolayısıyla etkileşime,

dolayısıyla ticaret ve etkin üretime izin

veren yapılara eklemlenmeye çalışırlar. Bu

yüzden, eskiden kozmopolitliğin, şimdi ise

kapitalizmin kurallarınca işleyen bu

“eklemlenerek oluşan şemsiye”

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

36

mekanizması, doğru yorumlanmadan,

yüzeysel ve indirgemeci bir bakışla,

geçmiş “kozmopolit düzen”in yeniden

ihyası ile sağlanabilir fikri, günümüz yeni-

Osmanlıcıları ve Türkiyelicilerinin aklına

gelmektedir.

Milliyetçiler ise, “milliyetçilik” adı altında,

sebeplerini başka yazılarımda irdelediğim

şekilde, “ulusçuluk” ya da “devletçilik”

yapmaktadırlar. Bu sebeple, bu doğal

“kültür havzası” dinamiğinin, yeni-

Osmanlıcılık ya da Türkiyelicilik adı

altında, meselenin özüne inmeden, bu

coğrafyada oluşmuş kültür havzasının

“birleştirici, derleyici, regüle edici” başat

unsuru olmuş “Türk”ü, “bilmem kaç etnik

gruptan sadece ve herhangi biri”

konumuna indirgeyici bir bakışla

manipüle edilmesine etkin bir muhalefet

ortaya koyamamaktadırlar.

Öyleyse Türk milliyetçileri, Türk

milliyetçiliği yaparken, şunu hatırlamalı:

Osmanlı’nın çöküşü ile Türk’e isyan eden

kavimler, esasında, isyan etmekte haklı

idiler. Zira bizler, yükseldiğimiz konum

itibarı ile, onların bu “etkileşim” ve

eklemlenme sürecini sevk ve idare

etmekle mükelleftik, ancak kendimizi

içinde bulduğumuz dekadans ve

dejenerasyon, bizi bunu yapabilmekten

alıkoydu ve maalesef bu, kültür

havzamızdaki kavimlerin bize isyanı, ve

İlber Ortaylı’nın “bizim milliyetçiliğimiz

hep savunmadadır” dediği gibi,

reaksiyoner bir Türk milliyetçiliği

doğuşuna sebep oldu. Türk, tekrar

kendisini o konuma yükseltirse, önce

Osmanlı zamanında eriştiği kültür

havzasına tekrar (ancak Osmanlı’nın

yöntemiyle değil. Zira artık, dünya aynı

dünya değil.) hakim olacak, ardından Türk

Milleti’ni tekrar fiilen millet haline getirip,

kültür havzasının sınırlarını Mançurya’dan

İtalya’ya çizecektir.

Demek ki Türk, potansiyelinin

manipülasyonu üzerine kurulmuş

“vatandaş bağına dayalı milliyetçilik” (ki

ulusalcılık da deniyor), “Türkiyelilik” gibi

kavramlardan uzak durarak, “kültür

havzası milliyetçiliği” yapmalıdır ki o

zaman, Kürt meselesi de, söz gelimi

Ermeni, Rum, vb. meseleleri de, çözüme

ulaşacaktır. Türk’ü, Türkiye

cumhuriyetinin tarihi mirasına sahip başat

unsur değil de, bu ülkedeki etnik

gruplardan herhangi biri konumuna

indirip, “Osmanlıcılık”, “Türkiyelilik” gibi

süslü fakat tehlikeli hayallerle Türkiye’yi

bir etnik çorbaya, ardından kimliksiz,

kişiliksiz, dolayısıyla üretkenliğini, karşı

koyabilirliğini kaybetmiş, mankurt bir

tüketim toplumuna, üstelik kendisi ruhunu

yitirse dahi, kabuğunda yaşayan tarihi

mirası ile Ortadoğu’yu kontrol etme

imkânına sahip olduğu için, Amerikan

emperyalizminin bekçi köpeğine

çevirmeye çalışan bu kafaya karşı, Türk

milliyetçilerinin tutacağı en iyi yolun bu

olduğunu düşünüyorum.

Ezen bolsun karındaş kalık.

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

37

TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN

KURTULMAK Emre ECE

Türkler’de milliyetçilik anlayışı, Osmanlı

devletinin yıkılma evresinde toprağa

tohumu atılmış ve Ziya Gökalp, Yusuf

Akçura, Zeki Velidi Togan, Mehmet Akif

Ersoy gibi aydınların katkılarıyla

topraktan gövdesini çıkartmıştır.

İmparatorluğun yıkıldığını gören Türk

aydınları mandacılığı kabul etmenin

veyahut milli mücadeleyi bırakmanın Türk

milletine getireceği zararı hesap edip Türk

merkezli bir devlet kurma fikrini ortaya

attılar. Bilindiği üzere Mustafa Kemal

önderliğinde yeni bir Türk devleti, Türkiye

kuruldu. Bu süreçte doğan Türk

milliyetçiliği tepkisel değil, aksiyoner yani

tarihe ve olaylara yön veren bir hareketti.

Doğuşu sırasında fikir üreten, millete yön

veren bu fikir akımı, Nihal Atsız ve bazı

diğer Türkçüler etrafında cereyan eden ve

faşizmi karşısına alan 3 Mayıs 1944

olaylarında da aksiyonerdi ve fakat yıllar

geçtikçe tepkisel bir harekete dönüştü.

Bunda ülkemizin bir Moskof iline

dönüştürülmeye çalıştırılmasına mani

olmak için yürütülen komünizmle

mücadele hareketinin etkisi büyük. O

zamanlarda milletin öz değerlerine sahip

çıkmak isteyen bir hareket, şimdilerde

gençlerin zihninde bir anti hareket olarak

algılanıyor. 80’lerde Milliyetçi-Ülkücü

olmak deyince zihinlerde anti-komünizm

beliriyor. Aslında tam tanımıyla öz

değerlere sahip çıkıp, onu gelecek

saldırılara karşı muhafaza etmekti

Milliyetçi olmak. Düşünün ki

üniversitenizin kapısına şu slogan

yazılıyor: “Muhammed’in Piçleri Giremez.”.

Buna karşı mücadele elbette ki tepkisel

olacaktır. Ama bu tepkisel mücadele

hareketinizi dönüştürmemeli dahası tepki

gösterilecek bir durum olmadığında

hareketsiz kalmamalısınız. Gündemde

oluşan maddelere ne diyeceğim diye

düşünmek yerine, bugün gündeme hangi

konu başlığını sokmalıyım diye

düşünmelisiniz.

O zamanlar Komünizm fırtınasına karşı set

olmaya çalışan Milliyetçiliğin, şimdiki azılı

düşmanı, dış destekli ve Kürt merkezli

bölücülük fikri. Bu yeni mücadelede

özellikle son 8 yıldır, tepkisellik ve

aksiyonerlik seçiminin en önemli

zamanındayız. Milliyetçiler tepkisellikten

kurtulamadığı için bölücülük karşısında

mevzi kaybetmeye devam ediyor. Bir kaç

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

38

örnekle bu mücadelede tepkiselliğin bize

bir şey getirmediğine bakalım.

Milliyetçiler şehit cenazelerinde boy

gösterip slogan atmakla suçlanıyor. Şehit

kanı üzerinden siyaset yapıyorlar deniyor.

Bu eleştiriyi kabul etmek elbette mümkün

değil fakat tepkiselliğin bize kattığı ne var?

Bunu düşünmek lazım. Yani cenazede

slogan atılsa terörle mücadeleye ne katkı

sağlanacak ya da toplumda hangi uyanış

gerçekleşecek? Bir şey katmayacak zira

bunu her cenazede yapıyoruz. Şehit

cenazesinde slogan atmak tepkisel bir

milliyetçiliktir ama sınır boyundaki askere

destek olmak için bir etkinlikte bulunmak

aksiyoner bir milliyetçiliktir. Yahut terör

suçlarının cezasının artırılması için yazılar

yazmak, etkinlikler düzenlemek aksiyoner

bir milliyetçiliktir. İdamın geri getirilmesi

için referandum talep etmek aksiyoner bir

milliyetçiliktir.

Yakınlarda demokratik özerklik ilan

etmişti DTK (Demokratik Toplum

Kongresi) adı altındaki yapı. Bu ülkede

şaşkınlıkla karşılandı ve milliyetçiler

hazırlıksız yakalandığı bu süreci yine

ürettiği argümanlarla tepkisel karşıladı.

Hâlbuki bu ilan tahmin ediliyordu ama

milliyetçiler yine olay patlak verdikten

sonra tepkisel yazılar yazıp halkı

“uyandırmaya” çalıştı. Kısacası yine

tepkisel milliyetçilik yaptılar. Demokratik

özerklik adı altındaki bölünme adımlarına

karşı durabilecek cepheyi bir araya

getirmek ve bunu millete ilan etmek

aksiyoner bir milliyetçilikti vefakat

yapılmadı. Tepkiyle karşıladığımız

DTK’nın bu ilanını milletimizin büyük bir

kısmı duymadan gündemden düştü.

DTK’nın çirkin yüzünü millete göstermeye

yetecek hamle de karavana olmuş oldu.

Örneklerden de görüleceği üzere yaşanan

süreçlere tepki vermenin yanında

gündemde yer bulamadığımızı, gündemi

değiştiremediğimizi kabul etmemiz

gerekiyor. Bu öz eleştiri, hataların

düzeltilmesi için ilk adımdır. Biz neden

aksiyoner olamıyoruz ve sadece yaşanan

süreçleri sadece eleştirmekle yetiniyoruz?

Bu soruları daha çok sormalı ve çözümler

aramalıyız ki bizim belirleyeceğimiz bir

gündemimiz olsun. Aksiyoner bir

hareketin sonunda atacağımız manşetleri

söylemenin şimdilik lüzumu yok.

Tanrı yolundaki Türk’ü korusun ve

yüceltsin.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

39

ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE Mehmet SÜRÜBAŞI

Şimdi (Daha çocuk yaşta bu vatan için

Çanakkale’de yiğitçe çarpışan, aslan

yürekli çocuklara ithaf olunur…)

Gökyüzünü uğursuz bir siyahlık kaplamış,

Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan

düşman zırhlılarından atılan toplar

siperlerin etrafını delik deşik etmiş,

yamaçlardaki küçük ağaçlıklardan göğe

dumanlar yükseliyordu. Etrafta telaş

içerisinde koşuşturan askerlerin seslerine,

yaralı Mehmetçiklerin feryatları karışıyor,

yaralı askerlere yetişemeyen sıhhiyeden

bir çavuş yardım etmeleri için siperlerdeki

askerlere sesleniyordu. Düşman

zırhlılarının taarruzu sırasında darbe alan

toplar onarılmaya çalışılıyor, siperlerin

göçmesiyle içine dolan topraklar

temizlenmeye çalışılıyordu. Havanın

kararmaya başlaması yapılmaya çalışılan

işlerin bitmesine engel teşkil ediyordu.

Henüz 13 yaşında olması sebebiyle boyu

kısaydı, etrafa bakınmak için siperin

içindeki toprak yığıntısının üstüne çıkması

gerekiyordu. Kendini çok yorgun

hissediyor, uykuya dalmamak için arada

bir kendini çimdikliyordu. Zira kaç gündür

devam eden düşman taarruzu sırasında

doğru düzgün bir uyku bile uyuyamamıştı.

Üstü başı çamur içindeydi, arada siperlere

doğru esen rüzgâr gözlerine toprak

taneciklerini doldurmuş, gözleri

yanıyordu. Taşıması için kollarının

kuvvetinin yetmediği, ateş etmesi için de

sipere yaslaması gereken tüfeğine ilişti

gözleri. Namlusundan kabzasına kadar bir

göz gezdirdi tüfeğine. Tüfeğinin boyu ne

kadar da uzundu, kendi boyuyla kıyasladı,

dört karış daha olsa benle aynı boyda

olurdu diye düşünürken, bir yandan da

eline bakarak dört karışını hesap etmeye

çalışıyordu. Tüfeğinin bir kuş gagası gibi

görünen siyah tetiğine götürdü

başparmağını, soğuktu. Tetiğin

soğukluğunu hissederken, diğer eliyle

tüfeğinin kabzasını omuzuna yasladı.

Siperde üstüne bastığı toprak yığıntısının

dağılmaya başladığını hissedip, ayaklarıyla

biraz daha toprak yığdıktan sonra tekrar

yığıntının üstüne çıktı. Şimdi etrafı daha

iyi görebiliyordu. Gözlerini kısarak ufukta

taarruza hazırlanan düşman gemilerinin

ışıklarına baktı, gemilerin bacalarından

çıkan kara dumanlar bütün

uğursuzluğuyla gökyüzüne karışıyordu.

Ne istiyorlar bizden diye düşünürken,

yeni bir soru beliriverdi kafasında: “Biz

onlara ne yaptık ki?”

Aklındaki soruların birini cevaplamadan

diğer bir soru hemen karşısına dikiliyordu.

Annesine söz vermişti, ne olursa olsun

gâvur düşmana karşı savaşacaktı. Hem

babası da bu vatan için savaşmaya

gitmemiş miydi? Babası aklından geçince

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

40

göğsünde bir sıkışma hissetti, içinde tam

olarak tarif edemediği bir yer acıyordu,

gözleri doldu. Babası, o daha küçükken

askere gitmiş ve bir daha geri dönmemişti.

O da gavur düşmana karşı durmak için bizi

bırakıp gitti dedi kendi kendine. Babasının

yüzünü tam hatırlayamıyordu, keşke dedi

keşke babam giderken biraz daha büyük

olsaydım, yüzüne doya doya baksaydım.

Tüm bunları aklından geçirirken karnının

gurultusunu hissetti, acıkmış olduğunun

farkındaydı ama bunu aklına getirmemeye

çalışıyordu. En son yemeği olan buğday

lapasını dün akşam yemiş, onu da yerken

gavur düşman saldırıya geçmiş, yemeğini

yarıda bırakmak durumunda kalmıştı.

Ninesinin yaptığı gözlemeler geldi aklına…

Daha pişmeye başlarken etrafa mis gibi

kokular saçılır, tandırdan çıkınca da elini

yakan gözlemeyi tutmak için olağanüstü

bir çaba harcar, üfleye üfleye yerdi.

Elindeki sıcak gözlemeyi bir sağa bir sola

sallayıp türlü şaklabanlıklar yaparken

annesi “Nimetle şaka olmaz” diye

kendisine kızardı. Annesinin o sözleri

aklına gelince dudağında bir tebessüm

belirdi. Ne iyi kadındı annesi, acaba bütün

anneler bu kadar iyi midir diye düşündü.

Acaba annesi şimdi ne yapıyordu,

kendisini bekliyor muydu? Birden

doğrularak kendine kızdı, tabi ki de

bekliyordur, benim ki de laf diye geçirdi

içinden. Annesi, küçük kardeşi Ayşe,

ninesi, dedesi, köyü, köyün altından akan

küçük dere, koyunlar, ağaçlar gözünün

önünden bir bir geçiyor, her seferinde de

aklına o yerde geçen bir anısı geliyordu.

Bir Mehmetçiğin okuduğu ezan, onu

daldığı hayal aleminden uyandırıverdi,

birden kendisini gerçeğin acımasızlığıyla

kuşatılmış buldu. Başını ezan sesinin

geldiği yöne çevirdi, biraz ilerde sadece

siluetini gördüğü ama yüzünü seçemediği

iri yarı bir asker okuyordu ezanı. Askerin

sesi kulağına ne kadar da güzel geliyordu.

Ezan okuyan askerin sesi, köyündeki

Çoban Ahmet’in sesi gibi güzeldi. Çoban

Ahmet bir yandan koyunları sürerken, bir

yandan da yanık sesiyle türkü söylerdi.

Gâvur düşman taarruzuna ara verdiği

vakit, ezan okuyan askeri bulup, ona

Çoban Ahmet’in söylediği türkülerden

birini söyletmeyi geçirdi içinden. İsmini

bilmediği güzel sesli asker ezan okumayı

bitirmiş, diğer askerler namaz kılmak için

saf tutuyorlardı. Saf tutan askerleri

görünce yüreğinde inanılmaz bir cesaret

hissetti, tüfeğini sımsıkı kavradı, gözleri

parladı, kendi kendine “Gâvur düşmana bu

toprakları çiğnetmeyeceğim” diye söz

verdi. Yüreğinden filizlenen duygular

dudaklarından kelime kelime döküldü ;

“Ne pahasına olursa olsun, geçit

vermeyeceğim!” Derken düşman

zırhlılarından atılan bir top mermisi, ölüm

kusmak için ıslıklar çıkararak siperin

ortasına düştü ve siper gül bahçesine

dönüverdi…

(Dinlerinden, dillerinden,

Türklüğünden mahrum edilmiş, öz

vatanında garip bırakılmış

Türkistan’daki yiğit çocuklara ithaf

olunur…)

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

41

Urumçi sokakları derin bir sessizliğe

gömülmüş, gecenin karanlığından istifade

gözyaşlarını sessizce akıtıyordu. Etrafta

sadece devriye gezen polis araçlarının

ışıkları görülüyor, telsiz sesleri, sokak

başlarındaki polislerin baykuş misali

uğursuz kahkahalarına karışıyordu.

Urumçi’de Türkler’in bulunduğu

semtlerde elektrikler kesildiği için, Uygur

aileleri gaz lambalarıyla idare etmeye

çalışıyordu. Şehrin karanlık

mahallelerinden birinde, mütevazı bir

evin, bir gaz lambasıyla aydınlatılmaya

çalışılan odasında bir çocuk, bir adam ve

bir kadın düşünceliydi. Gaz lambasının

içinde dans eden alevin yarattığı gölgeler

duvarda geziniyordu. Küçük çocuk, gaz

lambasının altında babasının yaralarına

gözyaşları içinde, elleri titreye titreye

pansuman yapan annesini izliyordu.

Babası bir tekstil fabrikasında gece geç

saatlere kadar çalışıyor, emeğinin

karşılığının yarısı bile olmayan bir ücretle

ailesine bakmaya çalışıyordu. Babası

akşamüstü üstü başı kanlar içinde gelmiş,

bunu gören annesi kapıda bayılıvermişti.

Babasının, annesine anlattıklarından

duyduğu kadarıyla fabrikada çalışan

Çinliler, Uygur kadınlarına tacizde

bulunmuş, buna dayanamayan Uygur

erkekleri Çinlileri engellemeye çalışmıştı.

Daha sonra kalabalık bir grup halinde

gelen Çinli işçiler Uygur işçilere demir

çubuklarla saldırmışlardı. Babası yaklaşık

iki saattir düşünceli düşünceli oturuyor,

arada bir ağzından “Allah büyüktür”

cümlesi dökülüyordu. Babasına dikkatle

bakınca yüzünün Taklamakan Çölü gibi

sapsarı olduğunu farketti. Babasının bu

hale getirilmesi çocuğu çok etkilemiş,

akşam yemeği yemesine bile engel

olmuştu. Aslında babası güçlü kuvvetli

biriydi, babasının geniş omuzları küçük

çocuğa hep Tanrı Dağları’nı hatırlatırdı.

Sayıca fazla olsalar gerek diye düşündü

çocuk, yoksa babasını tek bir kişi asla bu

hale getiremezdi.

Saat epey geç olmuştu, annesi küçük

çocuğa dönerek “Muhammed Batur, hadi

geç oldu yat artık” dedi. Çocuk derin bir

uykudan uyanmışçasına silkelendi, gözleri

parladı. Adı Muhammed Batur’du, ona bu

ismi rahmetli dedesi vermişti. Günlük

yaşamında defalarca Muhammed Batur

olarak çağrılmasına rağmen, hiçbir çağırış

onu adını düşünmeye sevk etmemişti.

Dedesi ölmeden önce, onunla iyi vakit

geçirirdi. Dedesi Muhammed Batur’a

hikâyeler anlatır, bu hikâyeleri anlatırken,

adeta gençleşir, heyecanlanır, gözleri

parlar, sanki cenge gidecekmiş gibi

doğrulurdu. Hatta ve hatta dedesi bu

hikâyeleri anlatırken kamburunu bile

doğrultur, elindeki bastonunu heyecanla

yere vururdu. Her hikâyeden sonra,

Muhammed Batur’a döner bunları sakın

unutma deyip, yavaşça tebessüm ederdi.

Ona birçok hikâye anlatmıştı, ama o çoğu

zaman dedesinin anlattıklarını dinler gibi

yapıp az ilerde oynayan çocukları izlerdi.

Sahi dedesi ona neler anlatmıştı?

Gözünü gaz lambasına dikerek

hatırlamaya çalıştı. Dede Korkut

Hikâyeleri diye bir şeyler anlatırdı, Dede

Korkut’u hep dedesinin dedesi olarak

düşünmüş ama bir kez olsun bile Dede

Korkut kim diye merak edip de

sormamıştı. Sonra Kaşgarlı Mahmut’u

anlatmıştı dedesi. Yusuf Has Hacip’i de

anlatmıştı dedesi ona. Çocuk dedesinin

anlattığı kişileri hatırlıyor fakat dedesinin

onlara dair ne anlattığını hatırlamıyordu.

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

42

Bir ara dedesi küçük çocuğa isminin niçin

Muhammed Batur olduğunu anlatmaya

başlamış, sonrasında da Osman Batur diye

birini anlatmıştı. Kendi adı da Batur

olduğu için sadece onun tamamını dikkatle

dinlemişti. Dedesinin Osman Batur’a dair

anlattıklarını düşündü, hikâyenin büyük

bir kısmını en ince ayrıntısına kadar

hatırlıyor fakat sonunu hatırlayamıyordu.

Acaba hikâyenin sonunu babasına sorsa,

bilir miydi? Birkaç kez babasına sormayı

aklından geçirdiyse de her seferinde

kendini tutmayı başardı. Çocuk bütün

bunları düşünürken, annesinin sesiyle,

daldığı düşüncesinden uyandı. Muhammed

Batur, oğlum sen beni deli mi edeceksin

kaç defadır sesleniyorum, geç oldu hadi

yat artık diyordu annesi. Çocuk yavaşça

doğruldu, yatağına doğru yönelmişti ki,

kapı hızlı hızlı birkaç kez vuruldu. Babası

kalkamadığı için kapıya annesinin bakması

gerekiyordu, annesi kapıya doğru

yönelirken çocuk da peşinden gitti. Annesi

bir kaç kez kapıyı vuranlara “kim o” diye

seslenmiş, karşıdan cevap verilmediği gibi

kapı daha hızlı vurulmaya başlamıştı.

Annesi çocuğu arkasına alarak kapıyı açtı,

gelenler Çinli polislerdi, paldır küldür

içeriye dalıp babasını sordular. Cevap bile

beklemeden babasının bulunduğu odaya

yönelmişlerdi bile. Babasını apar topar

dışarı çıkardılar. Annesi engel olmaya

çalışmış fakat onu dinlememişlerdi. Küçük

Batur da Çinli polisin bacağına sarılmış,

bu karşı koymaya sinirlenen polis

Muhammed Batur’a okkalı bir tokat

yapıştırmıştı. Polisler babasını arabaya

bindirirken, ona doya doya baktı,

babasının yüzünü aklına nakşetti. İçinden

gelen garip bir ses, babasını bir daha

göremeyeceğini söylüyordu. Çocuk

karanlık dar sokaklar arasında gözden

kaybolan polis arabasına yaşlı gözlerle

bakarken, dedesinin anlattığı Osman

Batur hikâyesinin sonunu hatırlayıverdi.

Gözyaşları arasında annesinin

duyamayacağı bir ses tonuyla “Osman

Batur öldürülmüştü” dedi…

(Zulmün ve küfrün karanlığı altında

yaşamaya direnen Filistinli çocuklara

ithaf olunur…)

Güneş bütün sıcaklığıyla Gazze’yi

kavururken, insanlar yıkık, virane

sokakların arasında insanlar gruplar

halinde, minaresi uçak bombardımanı

esnasında yıkılmış camiden yükselen ezan

sesine doğru yürüyorlardı. Kubbetüs-

sahra biraz yorgun biraz garip idi ama

muhteşem kubbesinin ihtişamıyla gururla

ayakta duruyor adeta direniyordu.

Gazze’nin köhne sokakları arasında küçük

bir çocuk sıcaktan rahatsız olmuş olacak

ki, yarısı yerle bir olmuş bir evin gölgesine

çömelmiş, elindeki dal parçasıyla yere bir

şeyler çiziyordu. Çizimi bittikten sonra

ayağa kalkıyor büyük bir sanatkâr edasıyla

eserini inceliyor, beğenmediği yerleri

ayağıyla silip tekrar yapmaya

koyuluyordu. Arada bir dinleniyor eliyle

terleyen alnını siliyor, sonra kendince çok

mühim olan işine yöneliyordu. Çocuk son

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

43

kez ayağa kalktı, eserine bakıp olmuş

dercesine kafa salladı sonra elindeki dal

parçasını ortadan ikiye kırarak bir kenara

fırlattı. Çocuğun yüzünden çok büyük bir

işi halletmiş olmanın verdiği mutluluk ve

gurur aynı anda okunuyordu. Az önce

çöktüğü gölgeye tekrar oturdu. Etrafına

bakındı, zira yıkık evler ve virane sokak

onu çok rahatsız ediyordu.

Bombardımanın olduğu geceyi hatırladı,

gözlerinde bir korku beliriverdi.

Bombardımanın ilk anlarında annesi ve

babasıyla birlikte sığınağa girmişler,

sabaha kadar da oradan çıkmamışlardı.

Sabah olduğu zaman, dışarı çıkmışlar hala

dumanlar tüten mahallelerine gözyaşları

içinde bakmışlardı. Yüz metre ilerde

oturan arkadaşı Hüseyinlerin evinin yerle

bir olmuş olduğunu görünce avazı çıktığı

kadar bağırmış, o yöne koşmak istemiş

fakat annesi elini bırakmamıştı. “Niçin”

diye düşündü, arkadaşı Hüseyin onlara ne

yapmıştı? Arkadaşı Hüseyin’i düşündü,

yüzünde bir tebessüm filizleniverdi.

Saçları kısa traşlı, zayıf, esmer bir çocuktu

Hüseyin. Abisinin küçülen kıyafetlerini

giydiği için, hiçbir kıyafeti asla tam

uymazdı. Bütün kıyafetleri ona bol gelirdi.

Pantolonunun paçası yere sürtmesin diye

sık sık pantolonunu yukarı çeker, bir

yandan da gözlerini kısarak gülerdi.

Hüseyin ile eski bakkalın tentesinin

altında oturur, birbirlerine hayallerini

anlatırlardı. Yine birbirlerine hayallerini

anlatırlarken Hüseyin, “Bir gün hepimiz

özgür olacağız” demişti.

Küçük çocuk bunları düşünürken az ileride

birkaç İsrail askeri kendi aralarında

şakalaşıyorlar, arada bir galeyana gelip

sağa sola ateş açıyorlardı. Ahali Cuma

namazında olduğu için sokaklar boştu. Bir

İsrail askeri oturan küçük çocuğu fark etti,

sonra yanındakilere dönüp bir şeyler

söyledi. Aralarında küçük bir tartışma

geçti, sonra bir asker diğer askerlerden

para toplamaya başladı. Bir asker de

sırtındaki çantasını çıkardı, sırtını çocuğa

döndü. Bacaklarını açabildiği kadar açıp,

öne doğru eğildi. Silahını küçük çocuğa

doğrulttu. Birkaç kez ayağa kalkıp,

konumunu iyice tahlil ettikten sonra

belindeki tabancayı çıkararak eğildi,

dikkatlice nişan aldı. Çocuk bütün

bunlardan habersiz, oturduğu yerde

arkadaşı Hüseyin’i düşünüyordu. Bir el

silah sesi, Kubbe-tüs-sahra’nın

maneviyatına, ruhuna tecavüz ederken, bir

kurşun da küçük çocuğa doğru yol almıştı

bile. Küçük çocuk, silah sesinin aniliğiyle

irkilirken göğsünün sol yanında küçük bir

acı hissetti. Sonra karnına doğru yayılan

bir ılıklık olduğunu farketti. Tam elini

göğsüne atacaktı ki Hüseyin’i karşısında

görüverdi. Her zaman kendisine bol

kıyafetler giyen Hüseyin’in üzerinde bu

sefer, tam Hüseyin’in bedenine göre

dikilmiş çok güzel kıyafetler vardı.

Hüseyin ona doğru bakıp gülümsüyor,

“Bir gün hepimiz özgür olacağız” diyordu.

Küçük çocuk Hüseyin’e doğru yöneldi, az

evvel küçük bir acı hissettiği sol yanı artık

acımıyordu. Az evvel bir ağaç dalının

parçasıyla çizdiği güvercin resmine baktı,

gördüklerine inanamadı. Güvercinin göğsü

kıpkırmızı olmuş, kanıyordu...

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

44

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

45

BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” Dilek AKILLIOĞLU

Çocukluk kavramı, birçok insana göre

yaşam zincirinin doğal bir evresi olarak

kabul edilmektedir. Bu evre, insanın en

doğal ve yalın halidir. Yalın halde bulunan

insan, boş bir kaset olarak

nitelendirilebilir. Kasete yüklenecek her

bilgi çocuğa yazılmış hayat haritası özelliği

taşıyacaktır. Bu düşünce felsefe de Tabula

rasa düşüncesi olarak 17. yüzyıl

filozoflarından John Locke tarafından da

öne sürülmüştür. Locke göre ”insan

zihninde doğuştan gelen hiçbir şey

yoktur”. Boş bir levha olan insan zihni

çevresel uyaranlar ile dolacaktır. Yaşam

zincirinin ilk halkası olan çocuk, Locke’nin

üzerinde durduğu yönden bakıldığında

boş bir odadır, bu odayı döşemek, eşyaları

yerleştirmek zaman ve adım adım zihin

yollarının çevre tarafından kullanılması ile

mümkündür. Zihnin bütün öz

niteliklerinden yoksun, hiçbir idesi

olmayan, özel deyimiyle beyaz kâğıt

olduğunu düşünülür ise bu zihin nasıl

donatılacaktır?

Tarih boyu çocuk kavramı, kapsamı, biçimi

ve tarihsel gelişimi açısından farklılıklar

göstermiştir. Bu farklılıklar toplumların

sosyal, kültürel gelişmesine,

örgütlenmesine ve toplumun içindeki

egemenlik koşullarına göre de ele

alınmaktadır. Ortaçağda çocuk ve çocukluk

terimi kullanılmazken çocuklar yetişkinler

gibi kabul edilir, onlar gibi giyinir, kumar

oynar, içki içerlerdi. 1600-1800 yıllardan

sonra çocuk sağlığına, gelişimine,

eğitimine önemin artması ile çocuğun

insan yaşamındaki yeri değişmiştir.

Çocuğun dünyası değişmeye başlamış,

giyim tarzları, oyun ve şarkılar çocuklara

özgü hale gelmiştir. Çocuğun hayatı ile

yetişkinin hayatı ayrılmıştır.

Türk tarihinde çocukluk kavramı ise;

Türklerde toplumun çekirdeği aileden

oluşmaktadır. Türk aile yapısı ile ilgili

olarak ailenin en önemli görevlerinden

birinin beden ve ruh sağlığı açısından

sağlıklı ve başarılı bireyler yetiştirmektir.

Neslin devamını sağlayacak olan, evin

direği rolünü üstlenecek, ailenin birlik ve

dirliğini koruyacak, devamını sağlayacak

yetiştirilen çocuk olarak kabul edilmiştir.

Türk veraset sistemi yani ülkenin

yöneticisinin belirlenmesi de tarihsel

süreç içerisinde bu şekilde olmuş ve

babadan çocuğa geçmiştir. Bu nedenle

gerek sıradan ailelerde, gerekse hükümdar

ailelerinde çocuk büyük bir önem

kazanmıştır. Bu yüzden çocukların anlamı

farklı olmuştur. Çocuklar yiğitlik ve

savaşçılık konusunda yeterli bir hazırlığın

yanında, toplumsal yapıyı düzenleyen

kuralları da öğrenirler. Toplumun her

ferdi adeta çocukların yetiştirilmesi için

yine toplum tarafından görevlendirilmiş

gibidir. Bu eğitim sürecinde milli kültür

değerleri yoğun olarak kullanılmakta bu

değerler içerisinde yer alan

“ocağın kutsallığı ve devamlılığı”

noktasında çocuk ön plana çıkmakta dün

olduğu gibi bu günde değer

kazanmaktadır.

Çocukluk kavramı, yaşamın belirli sürecini

kapsayan insanın tüketici dönemi olarak

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

46

betimlenilse bile çocuk reşit olmayan birer

yurttaştır. Konumuzun girişini her

çocuğun aslında birer yurttaş adayı olduğu

fikri üzerinden şekillendirmeye başlarsak

elimizdeki bu boş levhaya eklenecekler ve

nasıl eklendikleri yer alacaktır. Çocuklar

topluma hazırlanmalı ve yetiştirilmelidir.

Ailenin çocuğun hayatındaki yeri

günümüzde mutlak ki önemini

korumaktadır. Fakat günümüzde

çocukların küçük yaştan itibaren sosyal

aracı olarak karşılaştıkları diğer iletişim

bağı televizyondur. Televizyonların

çocuklar üzerindeki etkisi, toplumun diğer

kesimlerine oranla çok daha fazladır. Bu

etki televizyonların sadece bilgi

aktarmaları yoluyla olmayıp, daha ziyade

belli davranış modelleri sunmaları

suretiyle cereyan etmektedir. Bu tipler

özellikle çocuklar için büyük bir taklit

kaynağı olan modellerdir. Kişiliğinin

oturduğu bu dönemde çocuk için model

olan kişi veya olgular oldukça önemli bir

işleve sahiptir.

Eğitimde taklit becerisi temel öğretme

biçimidir. Fakat bilinçsiz şekilde çocukta

özenti tipleri örnek alma davranışa aracı

olan televizyon programları, onların

yaratıcı olmalarını, yeteneklerini ortaya

çıkarmalarında ciddi sorunlara sebep

olmaktadır. Televizyondaki taklit kaynağı

tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin

toplumun kültürel değerlerini

yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem

arz etmektedir. Çizgi filmlerdeki

kahramanlar onlar için birer hayal ürünü

olmaktan ziyade zihinlerindeki yaşam

biçimin tamamını oluşturmaktadır.

Televizyon, çizgi filmler ile çocuklar

hayatın içindeki parçaları anladıklarını,

dünyayı tanıdıklarını kabul ederler.

Çocuklar ekranda seyrettiği o kahramanı

model olarak kabul edecektir.” Model

kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve

duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit

etmeye çalıştığı kimseleri ifade

etmektedir.(1)” Çocuk model olarak aldığı

kişilerin yaşam biçimlerine göre dünyasını

şekillendirecektir. Burada aile ve TV

yapımcılarına düşen görevler ise

çocuklarının hayal dünyasında etkili

olacak programların yapımında

göstermeleri gereken hassasiyettir. TV

programlarının yayın politikaları, kültürel

değerler ön planda olacak şekilde

planlanmalıdır. Düşsel ve kurgusal olan

çizgi filmler hayal gücünü harekete

geçirecek toplumun ahlaki, sosyolojik

yaşamına uygun nitelikte olmalıdır.

Televizyon ve çocuk, iletişimindeki en

önemli konu, toplum değerlerini koruyan,

anlatan yerleştiren kavramların iyi

işlenmesidir. Bu konuda Türk toplumunun

kimliğini koruyabilecek, kendi kültür,

sanat, tarih ve diline sahip çıkacak

mesajların verildiği yayın stratejileri ile

ancak mümkün olabilir.

KAYNAK

(1): Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı,

23. Basım, Özgür Yay. İstanbul 1998, s.100.

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

47

ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ

BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI ÜZERİNE Mehmet UÇAK

Tağut, kök itibari ile Arapça’ dır. ‘’ Haddini

aşan mahlûk ‘’ anlamını taşır.

“Şer’i manası ise; Allah’ın koyduğu

ölçüler dışında ölçüler koyan, insanı

Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah ve

Rasulüne tabi olmayı engelleyendir. Bu

insi ve cinni şeytan, nefis, hayvan, ağaç,

para, taş, kadın, mezar olabileceği gibi;

Allah’ın hükümleri dışında hükümler

koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği

seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim

adamı veya Allah’ın kitabın dan

kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve

düşünce (ideoloji) de olabilir.”

Günümüz tağutlarından bahsedelim.

Söylemleriyle insanları yanlış yollara sevk

edenler, bilerek-bilmeden yanlış

anlaşılmaya sebep olarak olumsuz

sonuçların ortaya çıkmasına en büyük

etken olanlar, BDP vekilleri, tağutlar…

İnsanın Tanrısallaşma süreci, hiçbir zaman

bu kadar alevlenmemiştir. Öcalan ve BDP

vekilleri, kendilerini Kürt halkının ilahı

olarak görmeye başlamışlardır. İdeolojik

ve sosyolojik bağlamda yaptıkları

açılımlar, Kürtlerin zihinlerini yıkama

sürecinde başarılı olmuştur. Allah’ın

mukaddes kitabında yazmayanları, hâk

olmayanları hakmış gibi göstermişlerdir.

Kan dökmek, can almak gibi konularda

Tanrısallaşma eğiliminde olan bu grup,

Kürt- Türk düşmanlığı yaratmakta çok

başarılı bir harekâtın öncüleri olmuşlardır.

‘’Allah, hüküm koymada kendisine ortak

kabul etmez.‘’ [Kehf:26] İlah, bu böyle

buyurur. Oysa onlar, kendilerince hüküm

koymaktan geri kalmazlar. Bilindiği üzere

sebepsiz yere kan dökmenin dinde yeri

yoktur. Fakat onlar sözde özgürlük

mücadelelerinde kan dökmeyi düstur

edinmişlerdir.

‘’Hüküm vermek yalnızca Allah’a

mahsustur. ‘’ [Yusuf: 40] Oysa onlar, kendi

doğrularını yaratarak hüküm verirler.

Bölücü kararlarla ülke topraklarında

yaşayan insanların sosyal ve beşerî hakları

üzerinde hüküm verip olumsuz sonuçların

ortaya çıkmasının baş mümessilidirler.

‘’İman edenler, Allah yolunda savaşırlar.

İnkâr edenlerde tağut yolunda savaşırlar.

O halde siz şeytanın dostlarına karşı

savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.‘’

[4/Nisâ-76] Allah, tağut yolunda

savaşmayı emreder. İnan bir insan,

tağutun ne olduğunu bilerek tağutlarla

mücadele etmek zorundadır. İdeolojik

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

48

olarak insanlara Tanrısallık taslayanlara

karşı mücadele vermek, ilahi bir

zorunluluktur. Bu tür insanların

faaliyetlerine karşı susmak, mücadele

etmemek Allah’ın emirlerini hiçe

saymaktır.

‘’Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk

sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim

tağutu tanımayıp, Allah’ a inanırsa,

kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa

yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir,

hakkıyla bilendir. ‘’ [2/ Bakara-256] Ayet

üzerinden bir çağrı: Yüce Allah, mukaddes

kitabında iyi-kötü olgusunun birbirinden

keskin bir şekilde ayrıldığını

göstermektedir. Tağut’un ne olduğunu

açıklamıştır. Bu bağlamda, Kürtçü

ideolojinin faaliyetleri ve söylemleri göz

önünde bulundurulduğunda bu ideolojiyi

ve önderlerini tağutlukla itham edebilir,

tağuta karşı dinin gerektirdiği şekilde

mücadele edebiliriz.

Dinî bir olgu olan -Tağut- kavramı

üzerinden gündem değerlendirmesi

yapmanın daha uygun olacağı konusunda

aldığım telkin[ Sağ olsun, kıymetli bir

büyüğümün tavsiyedir.] doğrultusunda

mukaddes kitabımızdan alıntılarla devam

ettik.

Buradaki asıl sorun şudur: Siyasî

bağlamda tağutluk kavramı ile

nitelendirilen kimseler kimlerdir? Vicdan

süzgecinden geçirdiğimiz zaman, aslında

çok dürüst ve nitelikli olarak

nitelendirdiğimiz insanları da tağut

kavramıyla bağdaştırabilir miyiz?

Mühim sorunun mühim bir cevabı vardır

elbet. Örneğin, Türk milliyetçisi bir gencin,

Devlet Bahçeli’nin fevrî bir çıkışından

ötürü ülke vatandaşlarını ayrımcılığa

götürebilecek bir durumda gönül verdiği

lidere tağut yakıştırmasını yapabilir

miydi? Refleksel olarak, bizzat benimde

yaptığım gibi bir BDP Nevruz mitingini

protesto etmeye giden insanları bir yiğit

olarak gösteriş ve karşı tarafı da aşağılar

tavırlarla yansıtma eğilimi de aslında bir

tağutluk mudur? Ülke milli birliğini ve

bütünlüğünü korumak amacıyla yapılan

faaliyetlerin birçoğu bilinçli/bilinçsiz

acaba tağutluk alâmeti olabilir mi?

Görüldüğü üzere, mühim sorulara mühim

cevaplar aranırken cevap verilmekten

ziyade yeni sorularla karşılaşılmıştır.

Mevzu, çok daha fazla sorularla

genişletilebilecek derecede önemlidir.

Lâkin bu soruların devamı okuyucuya

bırakılmış, okuyucunun vicdan

süzgecinden geçirilmek için sıraya

sokulmuştur.

Bölücü faaliyetlere tarafsız ve

düşündürücü bir şekilde bakıldığında,

vicdanımız bize aslında ağzımızdan

çıkanlara katılmadığımızı gösterecektir.

Çoğu zaman, fevrî çıkışlarımızı aslında

kendi kendimize çürüttüğümüz olmuştur,

olacaktır. Bu mühim meselede

irdelendiğinde yine aynı sonuca ulaşılacağı

şüphesiz kaçınılmaz bir gerçektir.

Din, insanî ve vicdanî her olguyu

kapsayan, her hadiseyi açıklığa kavuşturan

bir gerçekliktir. İslâm dini, fani hayatın her

alanında[ Sosyal, siyasal, beşeri, …] bize

yol gösterici bir rehberdir. Bu bağlamda

günümüz popüler gündeminde yaşanan

Kürtçülük - Türkçülük - Ümmetçilik -

Radikalcilik gibi hususlarda dinin kıstas

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

49

olarak alıp, uygulamalıyız. Çoğumuz, gerek

internet siteleri gerekse basılı yayınları

takip ederek haberi okur, köşe yazarlarını

itinayla takip ederiz. Önde giden

yazarların fikirlerinden esinlenir onları

fikir babamız yaparız. Fakat çok az insan

dışında iyi-kötü ayrımını, insanî olanı,

insanî olanı fark edebilen yoktur.

Birilerinin güdümünde, aslında size ait

olmayan fikirlerle yola çıkarsınız,

çoğumuzun yaptığı gibi. Onların izinden

gideriz, onların dedikleriyle konuşuruz.

Oysa insan temelde saf ve temizdir,

doğarken iyi olarak doğmuştur. Özümüzde

doğruluk, iyilik, vicdan gibi olgular

mevcuttur. Özgür oluşumuzda bunlara

eklendiğinde aydınlanma sürecinin siyasal

hayattan sosyal hayata birçok olayda vuku

bulması gerekmektedir, son günlerde

yaşanan olaylarda buna dâhildir.

Esenlikler dilerim.

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

50

RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ Yunus Emre UYAR

Her fikriyatın ihtiyaç duyduğu çok yönlü

besin kaynaklarına sahip olmak

hususunda yurdun önde gelen akımı olan

Türkçülük, bu özelliğini büyük ölçüde

kendisine ilim, fikir ve sanat mahsulleri

vermekte yarışan bir aydın kitlesine

borçludur. Türk milliyetçiliğine ve tabi

doğrudan Türk milletine hizmette

yarışanların en azimlilerinden olan Nihal

ATSIZ, her şeyden evvel akademik kişiliği

sayesinde Türk düşüncesinin en verimli

eserlerinin müelliflerinden olmuştur.

Türkçülük ve doğrudan Türk milleti,

ihtiyacı olan ilmin önemli bir kısmını onun

sürgünlerle geçen ömrüne rağmen ortaya

koyabildiği on yedi akademik eserle, fikri

bugün sekiz ciltte toplanabilen çeşitli

dergilerde sürgünlere, hapis cezalarına

maruz kalmak pahasına yayınladığı

makalelerle ATSIZ’da bulmuştur. Bir süre

sonra bir hareket haline gelen

milliyetçiliğin anarşi dönemindeki

psikolojiyle belki de en çok ihtiyaç

duyduğu romantik yönü ise önemli

kaynaklarını yine ATSIZ’da, onun

romanlarında ve şiirlerinde bulmuştur.

Fetret devrinin çağdaş bir tahlili

mahiyetindeki Deli Kurt, Köktürk çağının

bir tarihçi gözüyle izlenip bir sanatçı eliyle

ortaya konduğu Bozkurtların Ölümü ve

Bozkurtlar Diriliyor, kapitalist düzenin her

gün onlarca Türk gencinin maneviyatına

kastettiği ve bir maneviyat aşığı olan aydın

için elem verici olan gidişata “dur” demek

mahiyetindeki Ruh Adam, yurdu tehdit

eden faşizme karşı “Şehitlerden elli milyon

bekçisi olan / Aşılmaz bir kayadır bu ebedi

vatan…” diye haykıran Davetiye… Türk

soyuna olan bağlılığı ve kurulu düzene

karşı “susmaz” şahsiyeti nedeniyle çektiği

hapis cezası onda son eserini tamamlamak

için güç bırakmamıştı. İlmi çalışmalarını

sürdürecek yeterliliği de kalmamıştı. Her

şeyden evvel bir bilim adamının ilmi

çalışmalarının, bir şairin şiirlerinin,

mütefekkirin makalelerinin ve romancının

romanlarının önüne böylesine kirli siyasi

bir set çıkmamış olsaydı hiç kuşkusuz

evvela Türk milleti ve umumi manada

insanlık âlemi onun kaleminden yeni

eserler kazanmış olacaktı. Kaybeden hiçbir

zaman Nihal ATSIZ olmamıştır. Kaybeden

ilim, fikir ve sanat dünyası olmuştur. İşin

en talihsiz yanı kültür dünyasından bir

yıldızı zorla söküp almak cüretini

göstererek insanlık âlemine bu kaybı

yaşatanın Türk devleti olmasıdır.

Sözü edilen çok yönlü özellikleriyle ATSIZ

birçok araştırmacıya konu olmuş, eserleri

türlü bakış açılarıyla tahlillere tabi

tutulmuş, hala da tutulmaktadır. Onu

anlamak kolay iş değildir. Nitekim büyük

eserler çift katmanlıdır. Üstte kalan

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

51

katman, yani yüzeysel olan avama hitap

eden ve yalnız onlarca anlaşılabilecek olan

kısım, derinlikli olan alt tabaka ise ilmi

gözlere mahsus olan kısımdır. Onun

eserlerinin ve doğrudan fikriyatının

derinliklerine inmek hiç kuşkusuz uzun

yıllar alacaksa da üzerindeki her bir tahlil

bu yolda bir adım sayılmalıdır.

Hangi yönden bakılırsa bakılsın Ruh Adam

bir hikmetler yumağı görünümündedir.

Onda her renkten milletin kendisine

çıkaracağı dersler sanat sihriyle teşekkül

etmiş bir örüntü halindedir. Bunlardan

zihni gücün yettiği ölçüde dersler

çıkarmak tahliller yapmak çabası eserden

üst düzeyde fayda sağlamanın birkaç aciz

adımı olacaktır. Sözü edilen sihirli örüntü

İrfan Yayınevi’nin tanıtımında şu ifadelerle

nitelenmeye çalışılmıştır: Müellifin tarihi

romanlarını okumuş olanlar, tarihi bir

roman gibi başlayan bu eserin öyle

olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe

kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde

bulacaklardır.

Burada sözü edilen hikmetler yumağından

çıkarılması gereken derslerden yalnızca

biri ele alınacaktır. O da peşinen

söylenmelidir: “inancın önemi”. İnanç

mefhumunun önemi okura ana

kahramanın başından geçen bir aşk

hadisesiyle anlatılır. Mehmet AYDIN’ın

“Bön okuyucu” olarak nitelediği okur tipi

tarafından tabi olarak “iradesizlik

numunesi izletildiği, gayri meşru ilişki

propagandası yapıldığı, ailenin temeline

dinamit koymaya çalışıldığı” gibi

yorumlara tabi tutulacak olan eserin

sembolleri çözüldüğünde bu iddiaların

aksine baştan sona kadar adeta “inanç”

propagandası yaptığı görülecektir. Bu da

umumi fikriyatı her şeyin önüne

maneviyatı koyan ATSIZ’ı tanıyanlar için

pek şaşırtıcı olmayacak, onun

makalelerinde işlediği fikirlerin roman

bünyesindeki bir uzantısı görülecektir.

İptida romandaki kahramanların

yüklendiği manayı görebilmek için her

birinin sembolize ettiği kavramları kısaca

sıralamakta fayda vardır. Ana kahraman

Selim Pusat’ın eşi Ayşe, fedakârlığıyla

gelenekli Türk ailesini, Güntülü babası

hakkında bilgi olmamasıyla soysuz ve

yalnızca şekilde kalan madde güzelliğini,

Leyla bir hanedan mensubu olmasıyla

maneviyata intikal edebilen soylu

güzelliği, Şeref en yakın arkadaşı Pusat’ın

gidişatına olağan dışı müdahaleleriyle

şerefi, Yek hiçbir milliyete mensup

olmadığını söylemesiyle de kendini ele

veren kötülük odağı şeytanı temsil eder.

İnanç hissesini almak için de Selim

Pusat’ın daha ayrıntılı anlatılması gerekir.

Selim Pusat ilk bölümlerde okura müthiş

bir irade abidesi şeklinde sunulur.

İlerleyen sayfalarda asıl değişim bu

özelliği üzerinden olacaktır. Bunu ana

kahramana verilen askerlik mesleğiyle

pekiştiren yazar yer yer kurguladığı

diyaloglarla bunu iyice hissettirir. Asker

olmak Pusat ile bütünleştirilir ve onun

karakterinin ana hatlarını belirler.

Hepsinden önemlisi askerlik mesleği Selim

Pusat’ın bir inancı olarak gösterilir. Onun

şahsiyetini belirleyen başat amil

olmasından, ruh dengesinin bozulma

sebebinin ondan uzak kalmak olmasına

kadar türlü vakalar okuyucuya bunu

hissettirmek üzere düzenlenmiştir.

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

52

Ana kahramanın romanın başındaki bu

ideal şahsiyetinin acıklı bir çözülmeye

maruz kalması en kısa ifadesiyle gayri

ahlaki bir hal almasıyla gösterilir. Bu hal

evli ve çocuk sahibi olan Pusat’ın aynı

zamanda kendisinden yaşça epey küçük iki

bayana âşık olması şeklinde özetlenebilir.

Bir süre dirense ve kabullenmek istemese

de nihayetinde bu duyguya teslim olur. O

artık iki noktası pozitif bir aşk üçgeni

içinde hapis kalmıştır. Artık en başındaki o

çelik iradeden eser kalmamıştır. Bu durum

hadiselerin umumunda yer işgal eden aşk

üçgeninde kendisini gösterdiği gibi

Pusat’ın Yek’e ve onun yönlendirmelerine

olan sorgusuz sualsiz uyumunda da

sezdirilir.

Bu yazı yalnızca Selim Pusat karakterinde

ve yasak aşk hadisesiyle “irade yitimini”

anlatan kesiti ele almaktadır. Burada

düşünülmesi gereken ana karakterdeki

devrim niteliğindeki bu ruhi değişmenin

temelindeki sebeptir. O da belirtildiği

üzere yazarın inançla bağlandığı askerlik

mesleğinden uzaklaştırılmasıdır.

Ele alınan kesitin aynı zamanda romanın

genel hatlarını da özetleyici nitelikte

olması iletileri arasındaki ön sıradaki

yerini gösterir. Öyle ki yazar bu iletinin

romanın geneline yaymak suretiyle

okumayı bitirip kitabın kapağını kapatan

okurun aklında kalan en genel ve belirgin

fikir olmasını istemiş ve büyük ölçüde

başarmıştır. Bu da romanın verdiği en

genel fikrin “inancın önemi” olduğunu

gösterir bir delildir. Romanın en işlevli

sembollerinden biri olan askerlik mesleği

yukarıda sözü edilen özellikleriyle

doğrudan Selim Pusat’ın bir inancı olarak

“inanç” kavramını karşılamak üzere

kullanılmıştır. İnançtan

kopuşun/koparılışın en belirgin neticesi

ise yine ana kahramanın içine düştüğü

gayri ahlaki vaziyettir. İleti açıktır: İnanç

ahlak için koruyucu bir kalkan olması

nedeniyle insanın en değerli varlığıdır.

Onu her nevi olumsuzluktan koruyacak

olan evvela odur.

Kısa bir fikir egzersiziyle inancı temsil

eden askerlik yerine ülkü de konulacak

olursa doğrudan akıllara gelen yazarın

“Bir toplumdan ülküyü kaldırın onların

hayvanlaştığını göreceksiniz.” sözüdür.

Nihal ATSIZ’ın ülküsünü inancı olarak

görmesi de hatıra getirilirse bu sözünün

romanda adeta propagandası yapılan

“inanç” için de söylenmesinin yazarın

fikriyatıyla gayet uyumlu olacağı

düşünülebilir.

Sonuç olarak, sözü edildiği üzere

makalelerinde inancı her şeyin üstünde

tutan değerli aydının Ruh Adam romanının

da genel hatlarını bu mefhumun önemi

üzerine bina etmiş olması tabi

karşılanmalıdır. O, bu romandaki Selim

Pusat’ın ahlaki çözülüşünü inançtan uzak

kalmak olarak göstermek suretiyle

cemiyette görülen her nevi buhranın

sebebinin doğrudan maneviyattan

ayrılmak olduğu iletisini vermiştir. İletiyi

alanlar almıştır. Umulan odur ki; dincilik

çığırtkanlığı yapmadığı, dini duyguları

sömürerek çok satmayı denemediği, dini

kullanma yarışındaki siyasi partilerden

birinde makam edinebilme gayesiyle sarih

şair kılığına girmediği için Nihal ATSIZ’a

iman noktasında tehlikeli ithamlarda

bulunmak bu tahlil denemesinden sonra

bir kez daha düşünülmesi gereken bir iş

olacaktır.

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

53

RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT

PARA

Yıllar önce, üniversite üçüncü sınıfa

başlayacağım yıl. Okulun açılmasına bir

hafta falan var. İşler kötüydü o ara.

Babamın cebinde bana verebilecek

miktarda para yoktu. Annem endişeliydi.

Ben ise maddi konuları dert etmediğim

için her zamanki gibi “Allah denk getirir”

diyordum.

İlçe kaymakamlığı öğrencilere yardımda

bulunuyordu o zamanlar. Ben de

başvurmuştum lakin pek de ümidim yoktu.

Neyse, sabah telefon geldi. “Başvurunuz

onaylandı, kaymakamlığa gelip alın”

Ceketimi alıp evden çıkarken dedim ki

anneme: “Elli Türk Lirası falandır zaten.

Otobüs biletimi alayım, üstüyle de kontör

alırım.”

Gittim kaymakamlığa. Bana bir kâğıt

verdiler, dosya kâğıdının üçte biri

büyüklüğünde, dikdörtgen şeklinde.

Kâğıdı veren abi “Z… Bankasından

alabilirsin paranı” dedi. Yazan rakama

bakmadım Allah var. Bankaya gidip kâğıdı

görevliye verdim. Beş dakika bekledim

beklemedim, banka görevlisi, elli, yüz, yüz

elli derken tam tamına dört yüz Türk

Lirası saydı önüme. O kadar şaşırdım ki

şaşkınlığımı kelimelere dökmem imkânsız

sanırım.

-Abi bu ne?

-Yalan mı söylüyoruz oğlum. Dört yüz lira

yazıyor. İnanmıyorsan al bak.

-Yok, abi estağfurullah. Sana

inanmadığımdan değil. Şaşırdım sadece.

Parayı aldım. “Çok şükür” diyerek çıktım

bankadan. Dedim ki kendime: “Hadi

bakalım Burhan Efendi bu sefer de yırttın”

Keramet ehli biri değilim yanlış

anlaşılmasın. Öyle bir iddiam da yok zaten.

Anlatma sebebime gelince. Çevremde bir

takım arkadaşlar/ arkadaşlarım var.

Bunlar bana bir şey ısmarlatınca ya da bir

şeyi benim üzerime “yıkınca“ dünyanın en

mutlu(!) insanı oluyorlar ne hikmetse.

Esnaflık yaptığımdan olsa gerek anlıyorum

onların bakışlarını. “İyi bunu da yıktım.

Kardayım yine.”

Bilenler bilir. Öyle çaymış, yemekmiş,

bilmem neymiş çok sorun değil benim için.

Benim için maddi şeyler sorun değil zaten.

Devletin atfettiği maddi değer olmasa

sadece bir kâğıt parçası olacak “para

denen nesne” için çok da paralamam

kendimi. Böyle yapanlara da kızmıyorum

hani. Beni saf ya da enayi yerine

koyduklarını sandıkları için, para denen

şeye bu kadar tamah ettikleri için onlara

acıyorum sadece. Benim hayat düsturum

belli: “Kişi Allah’tan başka kimseye muhtaç

olmadığına inanırsa, Allah da onu

kendinden başka kimseye muhtaç

etmezmiş”

Page 57: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

54

Ben sırtımı Allah’a dayadım. O yüzden de

çok sorun yaşamıyorum, özellikle de

maddi konularda. Tavsiyem, siz de öyle

yapın. Çok daha mutlu olacağınıza eminim.

BELKİ

Belki “bundan adam olmaz ” dedirttik çoğu

zaman. Ve belki de adam olamadık

gerçekten, kim bilir?

Hep sabırsız kişilerle muhatap olduk. Hep

bir yarış içinde geçti ömrümüz. “Hadi şunu

da yap, bak şu eksik kaldı, hadi şunu da

hallet. Bak akranların geçti seni sen hala

yerinde sayıyorsun” laflarına maruz kaldık

sürekli. “Yahu bir durun, azıcık nefes

alalım, zorlamayın bizi bu kadar. Ne sizin

istekleriniz biter ne de bu dünyanın işleri”

dedik, dinletemedik.

Hep başkaları gibi olmaya zorlandık.

Dediler “Falanca şöyle iyi, filanca böyle iyi”

Hep o falanca ve filanca olmak için

uğraştık ömrümüz boyunca. Arada esti,

kendimiz olalım dedik, bu sefer de yedik

azarı: “ Sen ne anlarsın. Biz daha iyisini

biliriz”

O kurs senin, bu dershane benim diyerek

koşturduk oradan oraya. Kalmamalıydı

öğrenmediğimiz bilgi ve geride

kalmamalıydık hiç kimseden. Sırf bu

yüzden, yeri geldi “Moralim çok kötü,

konuşacak birine ihtiyacım var” diyen

dostumuzu/ kardeşimizi/ yakınımızı/

komşumuzu/ sevgilimizi/ eşimizi/

anamızı/ babamızı bile es geçtik. Hayır,

şimdi hiç sırası değildi. Morali kötüyse

düzelirdi bir süre sonra elbet. Ama biz

geride kalırsak toparlayamazdık bir daha.

İşimiz oldu, yetinmedik. Daha yukarılarda

olmamız lazımdı. Bayramlarda bizi dört

gözle bekleyenler vardı ama

gitmemeliydik, gidemezdik. “Olsun varsın”

dedik “Bir dahaki bayramda giderim.”

Çalışmamız lazımdı çünkü bizim, başarılı

olmamız lazımdı. Hele az biraz daha

yükselelim bırakacaktık bu işleri. Ondan

sonra da bol bol vakit ayıracaktık bizi

bekleyenlere.

İş, ev, araba derken bitmedi gitti

planlarımız, isteklerimiz, arzularımız. Hep

sahip olduklarımızın daha üstünü istedik,

çok şükür demedik hiç. Çünkü hep eksikti

bir şeylerimiz bize göre. Zaten hiç de

tamam olmamıştı ki bizim sahip

olduklarımız. Onu da alalım, bunu da

yapalım, şunu da getirdik mi tamamdır

dedik ama olmadı. Hiç bitmedi o istekler,

eksikler, ihtiyaçlar.

Ve elli yaşına geldiğimizde hayatımızdaki

her şey istediğimiz gibi olmuştu sonunda.

Güzel manzaralı bir evimiz, iyi bir

arabamız, deniz kenarında bir yazlığımız

ve dolgun maaşlı bir işimiz vardı. Ama

çevremizde bunları paylaşacak kimse

yoktu artık.

Ve belki de gerçekten adam olamadık, kim

bilir?

Page 58: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

55

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 59: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

56

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 60: Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.