Upload
gencay-dergisi
View
254
Download
0
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 15 - Nisan 2013 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 15 - Nisan 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TC’Lİ MEKTUP / Veysel Gökberk MANGA
AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI / Halil Hakan ERÇELEBİ
BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE YANSIZLIK SORUNU / Kürşat Kemal ÇETİNKAYA
DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGAN- ÜZERİNE / Berat ASA
HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL / Emre SEVİNÇ
KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM / Sadi SOMUNCUOĞLU
KARANLIKTA UYANAN BİRİ / Yahya Kemal BEYATLI
ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ / Abdullah KILAVUZ
KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK ÇIKMAZI / M. Bahadırhan DİNÇASLAN
TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN KURTULMAK / Emre ECE
ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE / Mehmet SÜRÜBAŞI
BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” / Dilek AKILLIOĞLU
ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI / Mehmet UÇAK
RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ / Yunus Emre UYAR
RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
1
TC’Lİ MEKTUP Veysel Gökberk MANGA
Anlayışlı, vatan, milletsever arkadaşım,
kardeşim;
İnsan iki ayaklı bir varlıktır. Bugün,
herkesin bildiği bu hakikati tekrar
mecburiyetine düşmüş bulunuyorum.
Hattâ üzerine biraz daha konuşacağım.
Sokağa çıktığını farzet. Meselâ sen,
Tanrı’nın sana doğuştan verdiği sıhhatini
peşine takıp keyifle ve sokaklara, kaldırım
taşlarına meydan okuyarak yürürken
karşından tekerlekli sandalyeyle gelen bir
insanı görüyorsun. Görülmemesi gereken,
ayıp bir şey görmüş gibi yahut başka bir
ihtimal, sıhhatinden utanarak başını öte
taraflardan birine çeviriyorsun. Hattâ
bazen başını hangi öte tarafa çevireceğini
kestiremeyerek bir sağa, bir sola
bakınıyor, her seferinde gözünü o
insandan daha süratli kaçırarak kendine
taraflardan taraf beğeniyorsun. Sana tek
ayaklılık, ayakların sağlıklı şekilde yere
basamaması, utanılacak bir şeymiş gibi
geliyor. İnkâr etme.
***
Benim bildiğim üç tip hıyar var:
1- Normal hıyar,
2- Acur,
3- Kornişon.
Benim bildiğim üç tip “anayasadan Türk
adı çıksın”cı grup var:
1- Dünyanın hiçbir yerinde bir etnik
kimliğin adının anayasada geçmediğini,
bunun için Türk adının da anayasadan
kaldırılmasının bir zorunluluk olduğunu
söyleyenler…
Tespit: Türk adının ilk Türk anayasalarına
ne şekilde girdiğini, Türk’ün nasıl
tanımlandığını kimleri kapsadığını
biliyorsun. Ancak bu ad, senin sandığın
kadar da muhayyel bir ad değildir.
Fransa’ya vatandaşlık bağıyla bağlı olan
herkesin Fransız olduğu gibi, Türkiye’ye
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türk’tür, buna itirazım yok. Fakat Türk ve
Türklük, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin etrafını çeviren çelik tellerle
hudutlandırılamaz. Tarihte Türk Milleti
gibi bir millet bulmak, her açıdan-tarihte
yaptıkları bakımından da, bugün tarihteki
adıyla devletler kurmuş olması
bakımından da-çok zordur. Özetle, o
malzeme-i cacığa özenle anlatman gereken
şudur: Türk, bir etnik kimliği ifade eden
bir ad değildir.
2- Bu tip beynelmilel iddialara hiç
bulaşmamakla birlikte, anayasada Türk
demenin Türk olmayanları rencide
GENCAY
2
edeceğini, Türk adının anayasadan, asıl bu
sebepten çıkarılması gerektiğini
söyleyenler…
Öneri: Hangi Türk olmayanları? Bunu
söylemiyorlar. Papua Yeni Gineliler mi
alınıyormuş, Burkina Fasolular mı
kızıyormuş, Mançuryalılar mı rencide
oluyormuş? Yoksa…
3- Anayasadan Türk adının çıkarılmasını
olmuş bitmiş gördüklerinden, bunun da
yetmeyeceğini, hattâ bayrağın adının,
devletin adının değiştirilmesini teklif
edenler…
Tehdit: Allah aşkına kafamızı
karıştırmayın sayın dangalaklar. Önce bize
Türk olmayın dediniz. Türkiyeli olacaktık.
Bu sefer de Türkiye adını kaldırarak bizi
bir kimlik bunalımına sokuyor, kafamızı
karıştırıyorsunuz.
Siz, acemi emperyalistler, emperyalizmin
usûllerini “içselleştirememiş”
emperyalistler, bakın, uyarıyorum, biraz
daha üstümüze gelirseniz, Allah korusun,
Türkiyeliliği falan da bir kenara bırakıp
devletin adını “Türk Cumhuriyeti” olarak
değiştirmek için uğraşmaya başlayacağız.
Siz de ağababalarınızdan, bizi alıştıra
alıştıra ilerleyemediğiniz için azarlar
yiyecek, belki, talih bu ya, deliklere
süpürüleceksiniz.
***
Vatansever kardeşim, arkadaşım;
Ne demiştim ilk başta: İnsan iki ayaklıdır.
Bu ayakların birisi maddî, birisi manevîdir.
Şimdi, Batılı ağabeylerimizin en son
projesi olarak, devlet kurumlarından TC
ibâresinin yavaş yavaş kaldırıldığına şahit
oluyoruz.
Bu TC, Takunyalılar Cemiyeti mânâsına
gelmez. Türk Milleti’nin sahip olduğu
kurumlardan, sahibi Türk Milleti olan
Türkiye Cumhuriyeti’nin adı kaldırılıyor.
***
Sosyal medyada, benim kıymet verdiğim
bir hareket başladı. İnsanlar isimlerinin
başlarına, çok basit bir hesap ayarı
değişikliğine giderek TC koyuyorlar. Eh, bu
da bir şey. Ancak yetmez. Benim buna
söyleyebileceğim tek şey budur: “Yetmez
ama evet!”
Bu hareket, hiçbir şey yapmadan ellerini
Allah’a açıp yardım dilenmek gibi bir
şeydir.
Dua, hiçbir şey yapmadan elleri havaya
açarak yakarmak, namaz hiçbir şey
yapmadan günde beş vakit kırk rekât yatıp
kalkmak değildir. Dinin o kısmını, duasını,
namazını inkâr etmiyorum. Fakat duanın,
namazın, ibâdetin ön şartları vardır.
Allah’a yakarmak için önce, yakaracağın
konuda çaba göstermek, bir şeyler yapmak
zorundasın. Aksi hâlde Allah seni
duymazlıktan gelir. Zaten hiçbir ön
çalışma yapmadan dua etmek, bir
öğrencinin hiç çalışmadığı bir sınavdan
tam not almayı hayâl etmesinden
farksızdır. Ellerini, istediğini vermesi için
Allah’a açmadan önce çalışmak, çalışmak,
çalışmak zorundasın.
Yani, bu herif ne demek istiyor, diyeceksin.
GENCAY
3
Bence, sosyal medyadan ismini değiştirip
kendini bir devlet kurumu hâline sokman
bir şeydir; ama yeterli bir şey değildir.
Bundan fazla olarak, bulunduğun şehirde
hangi devlet kurumunun eski tabelaları
kaldırılıp yerine “TC”siz tabelalar
getirildiyse onun önüne kalabalıklarla
gidip sesini çıkartacaksın. Bu sesi kısmaya
çalışanlar olacak, seni susturmak için
ellerinden geleni yapacaklar,
yılmayacaksın. Onlar birinin ağzını
kapattıkça, yerine iki yeni kişi koyup
bağırmaya devam edeceksin. Basını
rahatsız edeceksin, taciz edeceksin.
Hareketini gazetelere, televizyonlara
çıkarmaları için onları zorlayacaksın.
Tepkini milletin görecek. Hak, güçle, zorla
alınır. Mustafa Kemal’in bize hitâbesinde
belirttiği gibi, “cebren” alınır. Memleketin
bazı yerleri “cebren” işgâl altındadır. Bunu
anlayacaksın, anlatacaksın.
Yapmazsan ne mi olur? Baştan beri
diyorum ya, insan iki ayaklıdır.
Yapmazsan, manevî tarafını tatmin etmiş
olursun. Maddî taraf ise eksik kalır,
topallar, tökezler, kaybedersin. Mağlup
yaşar, mağlup ölürsün.
Ölünce her şey bitmez. Öbür tarafta iki
görevli, biri sağını, biri solunu alırlar,
sorarlar:
-Allah’ın ordusu olan bir milletin ferdiydin.
Milletin için ne yaptın?
-Dua ettim.
-Dua ettin; fakat ne yaptın?
-Dua ettim diyorum ya.
Ve sağdaki soldakine döner:
-Yaz, hiçbir şey yapmamış. Yeri belli.
Makedonya Bölünmez Bir Bütündür
“Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyarıdır,
Evlâd-ı fâtihâna onun yadigârıdır.
Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve ruhîyle bizdi o.”
Bizde Üsküp dendiğinde akla, Yıldırım
Bayazıd Han’dan çok Yahya Kemal gelir.
Sanki Üsküp, hiçbir zaman fethedilmemiş
veya kaybedilmemiştir, hep bizimdir.
Şehrin alınışını ve elden çıkışını
önemsemeyip Üsküp’ü bizde yazdıklarıyla
ebed müddet yaşatacak olan Yahya
Kemal’i, en çok sevdiği şehir İstanbul
kadar Üsküp’le de bir, bütün saymamız
bundandır.
Yakın zamanda Makedonyalı bir ağabey ile
sohbet ettik. Dünyanın herhangi bir
yerinde bir araya gelen iki Türk gibi biz de
önce günlük meşgaleleri konuştuk,
ardından kadîm alışkanlık ve genetik
kodun karşı konulmaz emri üzere
“memleket meseleleri” konuşmaya
başladık.
GENCAY
4
Ağzını aradım, bizim başbakanın dışarıdan
nasıl göründüğünü sordum. İyi
görünüyormuş, yakışıklı adammış falan…
Davos Olayı, çeşitli dış siyaset hamleleri ve
nihayet, teröristlerin sözde silah
bırakmasıyla İsrail’in bizden “OBAMA’nın
isteğiyle,” aslında bir siyaset değişikliği
nedeniyle özür dilemesi, yurtdışındaki
itibarımızı artırıyormuş. Memnun oldum.
“Ama,” dedi, “buradan işler biraz farklı
gözüküyor.”
Teröristlerin zafer kutlaması ağabeyi de
rahatsız etmiş. Tahminimde yanılmadım.
Orada çıkan gazetelerde ve haber
sitelerinde teröristbaşı aponun
açıklamaları da yer almış. “Terör
örgütünün başı, silah bıraktıklarını
açıkladı.” demişler. Ancak Diyarbakır
rezaletinden bahseden olmamış.
Teröristleri güya silah bırakan Türkiye,
yurtdışında “muzaffer bir ülke” gibi
gösteriliyormuş.
“Bizde de Kürtler var.” dedi, şaşırdım.
Hakikaten şaşırdım. “Kürtler mi?” diye
birkaç kez sorarak teyit ettirdim. “Evet.”
dedi. Oraya kadar gitmişler. Nasıl
olduğunu sordum, anlatmaya başladı.
Olduğu gibi veriyorum.
Makedonya’da birkaç yıldan beri
üniversitelerde Türk öğrenciler için
kontenjan açılmış. Türkiye’den öğrenciler
oraya gitmeye başlamışlar. En çok “Aya
Kiril ve Metody Üniversitesi”ne
gidiyorlarmış. Tabiî bu kontenjandan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı
Kürtler de yararlanmış. Buraya kadar
sıkıntı yok.
Aya Kiril ve Metody Üniversitesi’nde,
Psikoloji Bölümü’nde bir Makedon Hoca,
öğrencilerini tanımak için tek tek, çeşitli
sorular soruyormuş. Bir öğrencisine nereli
olduğunu sormuş, “Kürdistan” cevabı
almış. “Öyle bir ülke yok, nerelisin?” demiş,
yine aynı cevabı almış. Israr, birkaç kez
daha aynı sorunun tekrarı ve hep aynı
cevap: “Kürdistan.” Ve öğrenci eklemiş:
“Siz tarih bilmiyorsunuz, yanlış tarih
biliyorsunuz.” Makedon Hoca en sonunda,
tartışmanın büyümesini istemediği için
konuyu kapatmış.
Bu olay münferit, bu Kürtçülerin sayısı da
o kadar az değilmiş. “Biz 30 diyelim, sayıyı
tam bilmiyorum ama en az 30 varlar.”
diyor. Bunların düzenli olarak gittikleri bir
kebapçı varmış. Kebapçı bir Türk. Türkçe
yayın yapan kanalları, hâliyle açıp
izliyormuş. Bunlar yüksek sesle Kürtçe
konuşurken Türkçe kanaldan rahatsız
olduklarından, televizyonu
kapattırıyorlarmış.
Bir gün bunlardan bir tanesi kebapçıdan
çıkmış, bir taksiye binmiş. Ya inerken, ya
binerken, burasını çok iyi hatırlamıyor,
ağabeyimin tatlı ifadesiyle söylüyorum,
öğrencinin dikkatsizliği yüzünden “otobüs,
taksinin kapıyı toparlamış.” Makedon
taksici zararı ödemesi gerektiğini, olayın
müsebbibinin o olduğunu bu Kürtçüye
anlatmaya çalışırken meraklı Arnavutlar
toplanmışlar. İlk önce öğrenciyi
sıkıştırmışlar. Bu, hiçbir yerde “Türk’üm”
demeyen, geldiği yeri “Kürdistan” olarak
gösteren herif Arnavutların Türkleri
sevdiğini bildiği için, gayet bozuk
Türkçesiyle zar zor cümle kurabilmiş ve
“Ben Türk’üm.” demiş Arnavutlara.
Arnavutların da zaten Makedonlarla
GENCAY
5
meseleleri varmış, taksiciyi güç kullanarak
yollamışlar. Olan zavallı taksiciye olmuş.
Ağabeyin bir akrabası toplu taşıma
aracında arkadaşlarıyla giderken 30-40
yaşlarında bir Kürt bunların Türkçe
konuştuğunu duymuş ve lâf atmış. Orada
tartışmaya başlamışlar. Kürt, “Ben
Kürt’üm.” dedikten sonra, Arnavutların
sıkça kullandığı bir ezberi tekrarlamış: “Siz
tarih bilmiyorsunuz. Burada Türk yok, siz
Çingene’siniz. Arnavutlara haksızlık
ediyor, onların hakkını yiyorsunuz.” Tabiî
bunların hepsini Türkçe-ona göre
Çingenece-söylemiş, orası apayrı mevzu.
18-19 yaşlarındaki Türk, Arnavut ağzıyla
konuşan Kürtçüye “İn aşağıya da sana
Türk’ü göstereyim.” demiş, öteki
inememiş.
Bir de oralarda, Kumbaracı Emin Bey’in
Arnavutluğu meselesi tartışılıyormuş.
Emin Bey ailesi, maddî sıkıntılardan dolayı
konaklarını satmak zorunda kalmışlar.
Osmanlı’dan ayrılan bütün devletlerin
ortak derdi olan millî tarih yaratma
zorunluluğu kapsamında, Emin Bey’i
Arnavut ilân etmişler. Emin Bey’in
neslinden bir arkadaşı varmış ağabeyimin;
bunlar, Emin Bey’in nesli, “Biz Türk’üz.”
demek maksadıyla konağa gitmişler.
Konağı alanlar bizimkilere “Hayır, siz
Arnavut’sunuz.” demiş. Hayrete düşen aile,
hiç bilmedikleri Arnavutluklarına delil
isteyince onlara, İstanbul’dan gelen bir
belge göstermişler. Belgede “Arnavutlara
yardım edin.” yazıyormuş. Bu da galiba
İstanbul’un, Arnavutları elde tutabilmek
için güttüğü, Müslüman Arnavutlara
yardım siyaseti imiş.
Daha neler neler konuştuk: Bir Taş Köprü
varmış Osmanlı zamanından kalan, onun
bir parçasını olduğu gibi kaldırmışlar.
TİKA ve Türk siyasetçiler oradaki
Türklerle el ele vermiş, parçayı geri, yerli
yerine koymak zorunda kalmışlar. Fakat
tahrip edilmiş, sararmış vaziyette… Şimdi
de köprüye çeşitli yerlerinden zarar
veriyorlarmış ki, “yıkıldı” diyebilsinler.
Köprünün yanında bir cami varmış,
yıkmışlar. Bir sürü şey…
Bütün bunların içinde beni en çok, oraya
gidip kendisini Kürdistanlı olarak gösteren
Kürtçüler alâkadar etti. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin, Üsküp’ün
duyduğu bu vakalardan haberi yok mu?
Varsa, acz içinde mi? Yahut hükûmet ne
düşünüyor? Parası olan her Türkiye
Cumhuriyeti Devleti vatandaşı yurtdışına
giderek devlet aleyhinde faaliyetlerde
bulunabilir mi? Yoksa devletimizin başka
plânları mı var? Bunları bilmek istiyorum.
Ve büyük bir teessürle, Yahya Kemal’i
daha iyi anlıyorum:
“Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün
niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için
için.”
GENCAY
6
AYDINLARIN MEVCUT TARAFSIZLIĞI Halil Hakan ERÇELEBİ
Aydın tarafsız olabilir mi?
Bunun yanıtı elbette meçhul mum ışığında
konuşanlarca…
Daha kendisi aydınlanmamışken kendisine
“aydın” sıfatı takılan ve bu takılan sıfattan
geçinen güruhların şunun bilincinde
olması gerekir…
”Bir aydının fikirleri arkasındaki cesaretli
duruşu onun ne derece aydınlanmış
olduğunu gösterir halk bazında.
Çünkü bu bir kişiliktir, bir duruştur;
hayâsızca akan yolsuzluk deryasında… ”
İnsanlar ben tarafsızım deyip de kaçmayı
daha kolay buldukları için görüşlerinin
biricik kaldığı o kalabalık ortamlarda;
tarafsızlık isminde bir olguyu kabul
edebilirler her durumda.
Aslına bakacak olursak böyle bir kaçış yolu
yoktur hiçbir mekânda.
İnsanı insan yapan diğer varlıklardan
ayıran en büyük özelliği düşünebilmek ise;
muhakkak bir fikri, seçtiği ya da ilerlediği
bir çizgisi vardır o çok şeritli yolda.
Tabii; Kimisi sağdan gider kimisi soldan
ama bir ideolojisi vardır her durumda.
Kendisini aydın diye nitelendiren
kesimlerin genellikle gazetelerin herhangi
birinde kendisine köşe kapmak yarışına
girdiği şu konjektürde;
Gazetecilerden misal vermek daha uygun
olacaktır sanıyorum bu duruma;
Gazetecinin de bir taraflılığı mevcuttur
bazıları kabullenmek istemese de.
Tabii ki bu durumun ortaya çıkmasında
birçok neden yatmakta.
Örneğin: Gazetecinin yazıp çizdiği
görüşlerinin; yüksek yerlerdeki insanlara
dokunması ya da idrak yolları tıkalı
yolsuzluk peşinde koşan varlıkların önüne
aynı idrak yollarını tıkayan o taş kadar
engel koymasından, engellenme ve hatta
hayat kaygısına düştüğü için gazeteci
aslında sahip olup da sahip değilmiş gibi
davranmak zorunda bırakıldığından;
kendini bu yöntemle korumak durumunda
kalması…
GENCAY
7
Kimisi buna “Suskunluk Sarmalı” demekte
Kimisi de “Sessizlik Kuramı.”
Naçizane ben ise buna ” Korkunun Ayak
Sesleri” adını vermeyi daha yerinde
buluyorum.
Çünkü korkunun ecele bir faydasının
olmayacağı düşüncesini taşıyorum ve
fikirlerin, ideallerin önüne ket vurmak
sureti ile sırf bireysel menfaatleri uğruna
toplumu aydınlatmak ile kendisini
vazifelendiren kişi ve kurumların,
aydınlatmadan uzak mum ışığında
konuşmalarını büyük bir öfke ile kınıyor
ve bundan duyduğum
memnuniyetsizliğimi belirtmekte fayda
görerek bu satırları kaleme alıyorum…
Tüm bunların yanında;
Şu geçirdiğimiz zor zamanlarda bu ülkenin
aydınlatılmaya ihtiyacı olduğunu
düşünüyorum...
Bu aydınlanmayı, gerçekleştirecek
olanların da öncelikle bunu gerçekten
yapabileceklerine ve bireysellikten uzak
topluma yönelik bir aydınlanma hareketi
içerisinde olacaklarına samimi bir şekilde
inanmaları ve kalemlerini, ifadelerini bu
samimiyete dayanarak kullanmaları
gerektiğine inanıyorum.
Son olarak şunu net bir şekilde ifade
etmek istiyorum;
Bu ülkenin mum ışığıyla aydınlanmış
aydınlara ihtiyacı yoktur vesselam…
GENCAY
8
BÜROKRASİ-SİYASET İLİŞKİSİNDE
YANSIZLIK SORUNU Kürşat Kemal ÇETİNKAYA
Modern devlet, birçok farklı işlevi
bünyesinde toplayan, yurttaşlarının
yaşamları üzerinde doğrudan tasarrufta
bulanabilen, sosyal yaşama nüfuz
edebilen; toplumu yönlendirme,
düzenleme ve ona müdahale etme
imkânına sahip bir iktidar
örgütlenmesidir. Modern devletler, bu
süreçlerin tümünü kitlesel olarak
örgütlenmiş merkezi bürokrasiler
aracılığıyla işletirler. Modern devletin
zorunlu olarak bürokratik örgütlenmesi ile
demokratik idealler arasında birtakım
gerilimlerin ortaya çıktığı görülür. Bu
gerilimlerin temelinde, araçsal aklın
hâkimiyeti doğrultusundaki bürokrasinin,
modern toplumun özellikleri açısından
alternatifsiz kalması vardır. Mesleki
uzmanlık bilgisi ve kurumsal ideoloji gibi
iki güç kaynağı etrafında bir iktidar
biçimine dönüşen bürokrasiyle,
demokrasinin işleyebilmek için bu
bürokrasiye mahkûm olması, birçok
ikileme yol açmıştır.
Bu ikilemlerden bir tanesi bürokrasi-
siyaset ilişkisinin bir sonucu olan
yansızlık sorunudur.
Parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde
bürokrasi-siyaset ilişkisi, özünde kamu
görevlileriyle siyasetçilerin üstünlük
savaşı olarak tanımlanabilir. Siyasetçi
halkın oylarıyla seçilmiş olmaktan ve halkı
temsil etmekten dolayı belirgin bir güç ve
üstünlüğe sahiptir. Siyasetçi bu gücü
kullanarak bürokrasi üzerinde sınırsız bir
yetkiye sahip olduğunu, yönetim aygıtının
kendi içindeki ussal işleyişine şu ya da bu
ölçüde müdahale edebilme yetkisine sahip
olduğunu düşünebilmektedir. Kamu
görevlilerinin arkasında ise halkın oyları
gibi bir güç yoktur. Ancak elinde uzmanlık
bilgisinden ve yönetim içindeki
deneyiminden kaynaklanan öyle büyük bir
güç vardır ki, o da bu gücünü kullanarak
kimi zaman siyasal tercih konusu olan
alanlarda kendi ağırlığını kullanarak
politikacının alanına girebilmektedir.
Dolayısıyla bu ilişkinin özünün, bürokrasi
ile siyaset arasında üstünlük kurma,
egemen olma savaşı olduğunu rahatlıkla
belirtebiliriz. Bu durum ise beraberinde
yansızlık sorununu getirir. Hem siyasetçi
hem bürokrat yansız bir yönetim
sergilemeyebilir. Aradaki dengenin
sağlanması için ülkeler yansızlık sorununa
çözüm aramışlardır. Bu noktada ise
karşımıza iki uç örnek çıkmaktadır: ABD
ve İngiltere
GENCAY
9
Geleneksel olarak ABD ülke yapısında ve
yönetim paradigmasında sadece
bürokratlara değil, devlete de duyulan bir
güvensizlik ve kuşku hâkimdir. Bu
doğrultuda ABD’de 1880’e kadar
uygulanan ‘spoils system‘ adı verilen
sistem, sadece parlamentonun değil
bürokrasinin de temsili bir niteliğe
büründürülmesini öngören bir sistemdi.
1880-1920 yılları arasında bir geçiş
dönemi yaşanmış ve hem yanlı hem yansız
sistem birlikte kullanılmıştır. Bugün ise
ABD’deki sistem, üst düzey yönetici
pozisyonlarının siyasal atama ile
doldurulmasını, belli bir düzeyin altındaki
kamu görevlilerinin de yeterlilik ilkesine
göre göreve getirilmelerini ve kariyer
sistemi çerçevesinde çalıştırılmalarını
öngörmektedir. Bu sistemin temel çıkış
noktası teknik yeterliliği yüksek, halkın
tercihlerine politikacılar aracılığı ile ulaşan
ve bu tercihlere saygı duyan bir
bürokrasiyi oluşturmaktır.
Yansızlık konusunda diğer bir örnek
İngiltere’dir. İngiltere’de bürokrasi-siyaset
ilişkisinde tam bir yansızlık olduğunu
söyleyebiliriz. Zira üst düzey bürokratların
hükümetle ilişkisi kesin birtakım kurallara
bağlanmış ve bu kurallar da geleneklerle
desteklenmiştir. Bu yolla hem
politikacıların bürokrasiye keyfi
müdahalesi engellenmiş hem de
bürokrasinin hükümet programlarını
baltalayıcı ve engelleyici yaklaşımlarının
önüne geçilmiştir. İngiltere’deki
bürokrasi-siyaset ilişkisini daha iyi
kavrayabilmek için 1985’de kabine
sekreteri tarafından kamu yönetimin başı
sıfatıyla yayınlanan genelgeye göz atmak
yararlı olacaktır. Genelgeye göre;
TAC, o dönem görevde olan hükümeti
ifade ediyor)
arlamentoya
karşı sorumlu olan Majesteleri’nin
bakanının önerileri doğrultusunda
kullanılır.
bir anayasal kimliğe sahip değildir;
hükümetin sorumlu olduğu kamu
hizmetlerini hayata geçirmek için vardır.
mayan
bir kariyer servisidir.
i, sorunlara inandığı
çözümleri önerirken hiçbir korkuya
kapılmadan hareket edebilirler.
İngiltere’de, bu katı kurallara rağmen
zaman zaman bürokratların
üstünlüğünden ve egemenliğinden
bahsedilir.
Türkiye’deki bürokrasi-siyaset ilişkisine
baktığımızda ise bürokratların
tarafsızlığının sağlanması amacıyla pek
çok yasal güvencenin kamu görevlilerine
tanınmış olduğunu görmekteyiz. Yasalarla,
memurların politikacılar tarafından keyfi
olarak görevden uzaklaştırılmaları, yer
değiştirilmeleri önlenmeye çalışılmıştır.
Buna ek olarak yargısal denetimler de
getirilmiştir. Ancak tüm bu önlemlere
rağmen uygulamada farklılıklar söz
konusu olabilmektedir. Bir yandan
siyasetçiler bürokratlar üzerinde
egemenlik kurmaya, onları kendi yanlarına
çekmeye çalışırken diğer yandan da
bürokratların kendilerine yakın bir siyasal
GENCAY
10
parti iktidara geldiğinde büyük bir
savurganlık yaptıkları gözlemlenmektedir.
Ayrıca siyasal iktidar değişip yeni bir parti
iktidara geldiğinde, eski iktidar
döneminde çalışan bürokratların, yeni
iktidar politikalarını engellediği,
baltaladığı görülmektedir. Bu durumda
siyasetçi de bu bürokratlarla çalışmak
istememektedir; yasal boşlukları
değerlendirerek ve elindeki gücü
kullanarak bürokrasiyi himayesi altına
almaya çalışmaktadır.
Bürokrasi-siyaset ilişkisindeki tüm bu
girift süreçler yönetim mekanizmasının
görece olarak ciddi manada kamu yararı
gözeten ve objektif bir işleyişe sahip
olamadığını gösterir. Bürokrat ile siyasetçi
arasındaki kuşku ve güven sorunu da
devlet ile vatandaş arasında güven
bunalımının oluşmasına yol açar. Kamusal
politikaların işleyişinde yansızlık ilkesinin
yeterince işletilemediğini gören vatandaş
devlete karşı olan güvenini kaybeder.
Dolayısıyla kamusal işlerini halletmek için
‘ tanıdık kişi, aracı kişi veya kurum’ yoluna
gitmektedir ki bu da küçük-büyük
yolsuzlukların önünü açmaktadır. Bunun
sonucunda devlet de vatandaşına kuşku ile
bakmaya başlar ve bunu önlemek için
içinden çıkılmaz birtakım düzenlemeler
yaparak bu düzenlemelerin işleyip
işlemediğini denetlemek için denetim
mekanizmaları oluşturur. Ancak aşırı
denetim ve kurallar beraberinde
denetimsizliği ve keyfiliği getirir.
Denetimsizlik ve keyfilik ise yolsuzluğa
uygun bir ortam oluşturmakta ve
güvensizliği sürekli hale getirmektedir.
Sonuç olarak bürokrasi-siyaset
ilişkisindeki yansızlık sorunu gerek devlet-
vatandaş gerekse siyasetçi-bürokrat
arasında ironik sonuçlar doğurmaktadır.
Çözüm için yasalar önemlidir; ama yeterli
değildir. Bu durumda hem politikacıların
bürokratları kendi yandaşı haline
getirmemeleri hem de bürokratların
kamusal hizmetlerin sunulmasında parti
bağlılığına son vermeleri, yansız bir
biçimde görevlerini yasaların öngördüğü
şekliyle yapmaları gerekir.
GENCAY
11
DAMGALARIN GÖÇÜ -KURGAN-
ÜZERİNE Berat ASA
Kitabın ilk bölümünde sanatçı belgesel
çekimlerinin arka planını anlatıyor bizlere.
Satırlar o kadar yürekten ve samimiyetle
yazılmış ki kendinizi ekibin bir parçası
olarak görmeye başlıyorsunuz. Biz de
sanatçının bu kurgusuna kapılıp ilk
bölümünün tanıtımını bir sohbet şeklinde
yapmak istedik. Kendimiz satırlardan
sorular oluşturup, sanatçının metinleri ile
cevaplandırdık; “Efendim, kaya
resimlerine olan yolculuğunuz ne zaman
ve nerede başladı?” , “2005 yılının
Temmuz ayında başladık, ilk seferimiz
Saymalıtaş’a idi.” “Yolculuğunuzu ve
gördüğünüz tablo karşısında
hissettiklerinizi bizlerle paylaşır mısınız?”
"Yukarıda da dediğimiz gibi seferimiz bir
temmuz ayındaydı. Temmuz ayındaydık
ama dağlarda hala kar vardı. Beraber
olduğum 3 yoldaşımla kurt sürülerinin
uluşmaları ve tepemizde gezinen
kartallarla ulaşmıştık Saymalıtaş’a. Taşları
incelemeye başladığımızda birçok soru
belirdi aklımda kim, neden, niçin yapmıştı
bu resimleri buraya. Hayatımın geri kalanı
da hep bu soruların cevabını aramakla
geçti.
Tabi cevapları bulmak öyle kolay olmadı.
Bulana kadar 150,000 km yol kat etmiştik.
Yeter mi diye kendi kendimize sorarken
2008 yılı nisan ayında yetmediğini anladık
"2008 yılının nisan ayında ne olmuş ki
yetmediğini anladınız?” Hayatımızın
vazgeçilmez bir parçası olan zaman zaman
aramalar yaparım. İşte yaptığım bu
aramaların birinde;
‘Heyyyyyyy Güdül’lüler uyanınnnn… Biz
beş bin yıldır Anadolu’dayız…’ diye uzayıp
giden bir veri ile karşılaştım. Bunu yazan
Ankara Güdül Salihler Köyü’nden Cemil
Söylemezoğlu’ydu. Karlı Dağlardaki Sır
Belgeseli’nden sonra buna benzer çok
mesaj gelmişti. Hemen hemen hepsine
ulaştım. Cemil’e ulaşmak içinde Salihler
köyüne gittim. Ankara’da bir kamu
kuruluşunda çalışan Cemil köyde değildi.
Tabi Cemil’le irtibatı kesmedik. Sözleştik.
O gün geldiğinde de Cemil’in yanına
Salihler Köyü’ne gittik. Köye ulaştığımızda
saat 11:00 sularıydı. Kahvede bir çay içimi
vakit geçirdikten sonra hemen Cemil
Söylemezoğlu ve Osman Temiz ile birlikte
yollara düştük. Coğrafya çok çetindi ancak
kaya yazıtlarının olduğu yere
vardığımızda, öylece kala kaldım. Sanki
Anadolu’nun ortasında değil de, Asya’nın
ortasında bir yerde sonsuz bir
GENCAY
12
bozkırdaydım. Deliklikaya ve hemen
aşağılarda Gölgelidere’de yer alan resimler
Orta-Asya’nın derinliklerindekilerle
birebir aynıydı.”
“Bu kısa zamanda gördüklerinizin yeni bir
belgesel müjdelediğini hissettiniz mi?”
“Evet, ilk gördüğüm anda hissetmiştim.
Aklımda bir planlamaya yapmaya
başlamıştım.”
“Peki ya sonra?”
“Sonrasında 2008 yılının ekim ayında
Cemil yeni bir alan daha bulduğunun
müjdesini verdi. Kasım ayının ilk
günlerinde, İstanbul’dan arkadaşım Yusuf
Yılmaz Araç’la yola çıktık. Sakarya’da ise
bize Cengiz Albayrak katılmıştı. Aziz ve
Reis. Yusuf bir Aziz idi, Cengiz ise bir Reis.
11 yaşından beri hiç ayrılmamıştık. Yol
boyunca sohbet ettik, eski günleri yad
ettik. Salihler köyüne ulaştığımızda ise geç
kalmıştık. Köyde biraz sohbetten sonra
Beypazarı’na döndük. Belgesel çalışmamız
bittiğinde, buradan ayrılırken bende
evimden ayrılıyormuş hissi uyandıran
Selam Otel’lede tanışmış olduk bu geç
kalma sayesinde.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde köye
ulaştık. Önce, Deliklikaya ve
Gölgelidere’deki resimlere gittik. Kaya
resim alanlarının bir sırrı da şudur, insan
her gittiğinde farklı bir şeyler bulur.
Coğrafya, resimler, yazılı panonun hemen
karşısında ki yer alan kurganlarla artık bir
fotoğraf oluşturmuştum zihnimde.”
“Bir fotoğraf oluşmasından bahsettiniz.
Anladığım kadarı ile bu fotoğrafın temel
objesini de bu gezi sırasında buldunuz.
Yanlış anlamamışım değil mi?”
“Evet, doğru algılamışsınız. Bu gezi
sırasında gördüğümüz bir pano bile başlı
başına bir belge niteliğinde idi. Üzerinde
birçok dönem katmanı vardı. Erken dönem
şekillerinden, geç döneme kadar şekiller
barındırıyordu. Dediğim gibi sadece bu
pano bile Türklerin resimden damgaya,
damgadan yazıya nasıl geçtiklerinin bir
kanıtı idi.”
“Peki, bu çalışmanızı kitap ya da
belgeselden önce yayınladınız mı?”
“Evet, gezdiğimiz alanlardan elde ettiğim
görselleri ve şahsi tespitlerimi 2009 yılının
Nisan ayında yayınlanan Atlas dergisinde
yayınladım.”
“Bu yayınınızdan sonra bize bir dönüş
oldu mu?”
“Hayır olmadı. Biz yayını yaparken
zannettik ki birileri bizi arar bu alanları
sorar ve bu alanı koruma altına alır. Ancak
hiç de umduğumuz gibi olmadı. Hiç bir
yerden bir geri dönüş alamadık.”
“Yine bir kırılma anı ile karşı karşıyayız
sanırım?”
“Evet dediğiniz gibi umudum kırılmıştı.
Hayatı akışına bırakmıştım. Benim canım
sıkılmıştı ama Atlas dergisinde ki konu ile
Cemil’in morali yerine gelmiş, bölgede
arayışlarına devam etmişti. 2009 yılının
temmuz ayında dağdan beni arayan Cemil;
‘Hocam ölecektim, kendimi dağdaki
davarların sulandığı arka zor attım ama
buldum’ diye heyecanla beni aradı ve
GENCAY
13
yeniden yollara düştük. Yanımda yine
Yusuf Yılmaz Araç vardı. Ama diğer
seferden farklı olarak bu sefer daha planlı
hareket ettik.
Beypazarı’nda Dr. Cengiz Saltaoğlu ile
buluştuk. Kendisi bir tıp doktoru olmasına
rağmen eski Türk yazıtlarına gönlünü
kaptırmış bir isimdi. İlkokul yıllarından
itibaren bu işe gönül vermiş bir isim. Hatta
sizinle onunla ilgili ilginç bir detayı
paylaşmak isterim. Liseden arkadaşı olan
Fatih Turan’dan dinlemiştim.
Bizim doktor lise yıllarında zorlandığı
derslerde Runik Türk Alfabesi ile kopyalar
hazırlarmış. Yabancı kelimelere karşılıklar
bulur, bunları TDK’ya yollarmış. TDK’dan
teşekkür mektubu bile almışlığı var ama
mektup lisedeki müdürünün eline geçince
fırçayı yemiş ‘bu işlerle uğraşacağınıza
derslerinize çalışın’ diye.
Tabi biz Cemil’in peşinde Deliklikaya,
Yandaklıdere ve Gölgelidere’ye giderken
farkında olmadan baya bir yol kat etmiştik.
Yusuf’un serzenişleri bu kat ettiğimiz
yolun ve havanın sıcaklığının farkına
varmamızı sağladı;
‘Azizzzz…. Burası bozkır ama ben bu
bozkırı sevmedim bu bozkırı, Allah için
gölgelenecek tek bir ağaç olmaz bile olmaz
mı…Ben keşiften vazgeçtim’ diye feryat
ediyordu. Doktor, fotoğraflarını gördüğü
ve okumalar yaptığı alanın canlısını görme
heyecanı içinde hiç ses çıkarmadan
yürüyordu.”
“Coğrafya engebeli bir yerdi anladığımız
kadarı ile hocam?”
“Sadece engebeli olsa iyi. Burası el
değmemiş bir bozkır. Öyle ki kavuzlaşmış
otlar paçalarımızdan girip gömlek
yakamızdan çıkıyordu. Haliyle de Yusuf’un
söylenmeleri eksik kalmıyordu;
‘Aziz, bu nasıl bozkır, sağlam yerimiz
kalmayacak…’ ”
“Bu gezinizde en çok dikkatiniz çeken ne
oldu hocam?”
“Yılanlıkaya gerçekten Cemil’in
heyecanlandığı kadar vardı. Üstelik burada
gördüğümüz resimler öyle geç döneme ait
falanda değillerdi. Tarihlendirirsek
M.Ö.3000′li yıllara götürmek mümkündü.
Resimleri gördüğümüz alanın üst
kısmında yer alan düzlükte ise
kurganlar,’oyuk’ adı ile dikilen işaret
taşlarını görünce kimsede yorgunluk falan
kalmamıştı.”
“Bu zamana kadar anlattıklarınız geniş bir
zaman dilimini içeriyor hocam.”
“Evet, sabırla beklediğimiz uzun zaman
dilimleri geçirdik. Yine bu zaman
dilimlerinin birinin sonunda 2009 yılının
aralık ayında Cemil’den yeni bir haber
alıyoruz;
GENCAY
14
‘Hocam inanamayacaksınız, bütün
alanların hepsinden çok daha fazla, büyük
resimler ve yazılar var. Ayrıca sizin kurgan
dediğiniz taş yığmalar var sayılamayacak
kadar…’
Bu çağrının üzerine düşünülecek bir şey
kalmamıştı. Yeri az çok tahmin
edebiliyordum. Yıkılanlıkaya’nın biraz
daha batı kısmında kurganların ucundan
görülen derin bir boğaz vardı. Tahminen
Cemil orada bulmuştu aradıklarımızı. Artık
belgesel kafamda şekillenmişti.”
“Ve motor mu dediniz hocam?”
“Hayır, tam aksine beklemeye başladık. Kış
şartlarında sahada çalışmamız günlerin
kısalığından ve ışığın yetersizliğinden pek
verimli olmayacaktı. O yüzden baharı
bekledik.
Baharın gelişi ile beraber Yusuf Yılmaz
Araç ve Sinan Yaka ile yola çıktık.
Sinan Yaka, Kuruluş, Kurtuluş ve
Abdülhamid düşerken gibi dev projelere
imza atmış başarılı bir yapımcıdır. Kendisi
bu kadar başarılı çalışmalara imza
atmasına rağmen alana olan heyecanını
anlatmaya sanırım kelimeler
yetmeyecektir.
Geç saatte Beypazarı’na ulaşmıştık.
Dr.Cengiz Saltaoğlu ile sabah kahvaltıda
buluştuk. Ama bu sefer ekibe Ankara’dan
misafirlerimizde eklenecekti, Gazi
Üniversitesi Arkeoloji bölüm başkanı
Doç.Dr.S.Yücel Şenyurt,Öğr.Gör.Atakan
Akçay ve arkeolog Yunus Ekim.
Alanda yaptığımız ön keşif çalışması
sırasında gördükleri panolar ve kurganlar
arkeoloji ekibini hayretler içinde bıraktı.
İlk başta literatürde olmadığından
reddetseler de sonraları görüşleri olumlu
yönde değişti ve bu değişimle onları
Ankara’ya doğru yolcu ettik.
Daha önceki çalışmalarımdan edindiğim
en önemli tecrübe bana saha
çalışmalarında zamana karşı yarışın
olduğudur. Bunu göz önüne alıp sabah
daha gün doğmadan yollara düşüyoruz
artık. Asmalı yataktaki alana varmak için
bir buçuk saatlik traktör yolculuğunun
ardından iki saat daha yürüyüş yapmamız
gerekiyor. Bu uzun seferin ardından Kağan
Panosu adını verdiğimiz panoya
ulaşıyoruz.
Panoya ulaştığımızda Yusuf bir kuytuda
derin bir uykuya dalıyor, doktor dikkatle
panoyu incelemeye başlıyor, Sinan’la ben
ise çekimler üzerinde muhabbete
başlıyoruz. Bu sohbetimiz esnasında ise
ışık saatlerini not alıyor, ulaşım açısından
kamp kuracağımız yeri belirliyorduk.”
“Peki ya çekim günleri hocam?”
GENCAY
15
“Yoğun ve koşturma ile özetlemek
mümkün. Alanda birçok akademisyeni
ağırlıyoruz. Hepsi ilk şaşkınlıkları
gizlemekte zorlanıyorlar. Onların alanla
ilgili görüşlerini sizlere ‘danışmanların
görüşleri’ diye ayrı bir bölümde anlattım.
Bazen her şey bizim planladığımız gibi
giderken bazen saatlerce ışığı beklemek
zorunda kalıyoruz. Tabi zaman zaman
yağan yağmur işlerimizi aksatıyor ama bu
zorlu alanda çekimlerimizi on sekiz günde
bitiriyoruz.”
“18 günde böyle bir alanın çekiminde ekip
çalışmasının rolü büyüktür sanırım hoca?”
“Ekipte çalışan herkesle adeta birbirine
kenetlenmiş zincir gibiydi. Birini
çıkarsanız belgeselin büyüsü bozulur gider
ve bu başarılı çalışmayı gün yüzüne
çıkaramazdık. Burada isimleri zikretmek
isterim;
TRT İstanbul televizyonunun dekor
ekibinde bulunan ve tam bir “zihni sinir”
olan Faris alanda bizim yanımızda olmasa
da hazırlık aşamasında yaptıkları ile
alanda işimizi çok kolaylaştırdı. Veysel
Baban ve Kamil Kontilavoğlu’nun alandaki
çalışmaları ise beni kendilerine hayran
bırakıyordu. Müthiş bir iş disiplini ile
çalıştılar. Yerel kılavuzlarımız Osman
Özdemir ve Osman Temiz ise bizlerin
adeta alanda ki eli kolu oluyordu. Kimi
zaman geçtiğimiz yerlerde yok olan çoban
patikalarını onların yürüyüşleri ile
buluyoruz. Bilal dayı köyden bize merkep
ile yemek servisi yapıyor. Onun
getirdikleri ile dağın başında kendimize
beş yıldızlı sofraları kuruyoruz. Danışman
ekibimizde yer alan hocalarımızın bizlere
olan yardımlarını ise ömrümüz boyunca
unutamayız. Büyük özveri gösterdiler. Bir
keresinde alandan dönerken kameranın
çekim ayağını Taşağıl hocanın elinde
görmüştüm. Böyle bir ekip ile başarıya
ulaşamamak imkânsızdı.”
“Tehlikeli bir durumla hiç karşı karşıya
kaldınız mı peki?”
“06 Haziran günü yaptığımız çekimler
sıranda müthiş bir yağmur başladı.
Yıldırımların ardı arkası kesilmiyordu.
Hemen üzerimizdeki metal eşyaları
bırakıp üçgen bir dua yerinde beklemeye
başladık. Yapabileceğimiz başka bir şey
yoktu, kendimizi Allah’a emanet etmekten
başka.”
Özetlemek gerekirse 18 günlük alanda
yaşanılan bunlardı. Başlangıçta da dediğim
gibi yukarıda yer alan soru cevap
kısımlarına bizim en ufak bir kurgusal
katkımız olmadı. Tamamen kitaptan
aldığımız metinlerle gerçekleştirdik bu
oto-söyleşiyi.
Söyleşiyi okurken aklınıza “sanatçı neden
böyle zahmetli bir işe katlanıyor?” diye bir
soru gelebilir. Onun cevabının da yine
kendi satırları ile verilim;
“3 Mayıs Türkçüler gününü hep beraber
kutladık” diyordu sanatçı bölümün en
başında. İçinde yanan alevin kaynağını bu
cümle gizliyordu.
Ve alandan ayrılma zamanı geldiğinde;
“Kayı damgalı panoyu ellerimle sevdim. Bu
damgayı buraya kazıyan atalarıma dua
ettim.” diyordu…
GENCAY
16
HALİLOVA’NIN SON KİTABI: ELÇİBEY
İLE BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL Emre SEVİNÇ
Sevgim- millete!
Vurgunluğum- İstiklale ve adalete! İtaatim-
hocalarıma!
Borcum- dostlarıma ve meslektaşlarıma!
Nefretim- yalancılara ve yüzsüzleredir!..
ELÇİBEY
Azerbaycan Azatlık Hareketi’nde büyük rol
oynamış, Azerbaycan kadınlarına önderlik
yapmış, Elçibey’in azatlık hareketindeki en
büyük yardımcılarından Hanım
Halilova’nın‘’Ebulfez Elçibey İle
Bağımsızlığa Giden Yol’’ adlı kitabı Töre-
Devlet Yayınlarından çıktı.
Tanıyanlar veya televizyondan izleyenler
bilir ki Hanım hocamızın konuştuğu
ortamda herkes pür dikkat ona yönelir,
kulaklar bir şey duymaz, gözler görmez
olur. Hocamız güzel Türkçesiyle olayları
yaşayarak anlatır, dinleyiciler kendilerini
adeta olayın içinde zannederler. Hitabette
bu denli güçlü olan Hanım Halilova yazma
konusunda da ne kadar yetenekli, ne kadar
içten olduğunu bu kitabında göstermiş.
Okuduğunuzda göreceksiniz; kitap sizi
içine alacak ve bitene kadar bırakmayacak.
Kâh ağlamayla, kâh gülmeyle ama hep
özlemle geçen bu kitabı okumaya
kıyamayacaksınız. Bitmesin diye yavaş
yavaş okuyacak, sayfaları yavaşça
çevireceksiniz. Ancak elinizden
düşüremeyeceğiniz bu kitap kısa sürede
bitecek.
Kitap genel anlamda Azerbaycan Azatlık
Hareketi ve Elçibey ile Hanım Halilova’nın
yaşamı üzerine kurulmuş olsa da 20. yy.
Azerbaycan tarihi ve Azerbaycan-Türkiye
ilişkilerinden birçok kesiti de okuyucuya
sunuyor. Kitabın sonunda da Sadi
Somuncuoğlu, Ahmet Bican Ercilasun,
Sevgi Kafalı gibi büyüklerimizin Elçibey ve
Azerbaycan hakkındaki yazıları mevcut.
Yine kitabın son sayfalarında Elçibey ile
ilgili birçok resim de sergilenmiş.
Büyük özgürlükçü, büyük demokrat
Elçibey’in ölmeden önce ‘’Tarihi
yaşayanların anlatması ve yazması en
doğrusudur. Tarihe yanlış not
GENCAY
17
düşülmemesi için yaptığımız mücadeleyi
anlat.’’ diyerek vasiyet ettiği bu kitap,
Hanım Halilova tarafından çeşitli konu
başlıkları halinde nakış nakış işlenmiş ve
akıcı bir hal almış. Ben de bu kitaptan
kendimce önemli bulduğum ve not aldığım
bazı olayları, bazı kesitleri sizlere
sıralamak istiyorum.
Kitapta aşağıda sunacağım türden birçok
önemli konuya değinilmiş olsa da ben,
kitabın telif haklarına ve heyecanına saygı
dolayısıyla notlarımın çok az bir kısmını
sunacağım.
-Elçibey’in doğumu sırasında doğduğu köy
olan Keleki’ye bir kurt geliyor ve ulumaya
başlıyor. Kurdu vurmak isteyen köylüleri
Elçibey’in babası ‘’Dokunmayın bu bir
elçidir.’’diyerek engelliyor. (s.40)
-‘’Türkiye’mi gördüm bundan sonra
ölebilirim.’’ Hanım Halilova uçakla
Yemen’e eşi Rafik İsmayılov’un yanına
giderken uçak sürpriz bir şekilde
Ankara’ya iniş yapar. Hanım Halilova ilk
defa gördüğü ve sadece yarım saat kaldığı
Türkiye’yi anlatırken gözyaşlarınızı
tutamayacaksınız.(s.51-55)
-Azerbaycan’ın ilk Cumhurbaşkanı
Mehmet Emin Resulzade’nin Stalin’i
ölümden kurtarması: Stalin, Bolşevik
hareketine yeni katıldığı yıllarda Bakü’de,
neft yani petrol kuyusuna atılıyor. O
yılarda kuyular derin değil, 5-10 metrelik
çukurlar; ama zararlı gazlarla dolu. Uzun
zaman solunduğunda ölüme yol açıyor.
Bunu duyan Resulzade ve arkadaşları,
gidip Stalin’i kurtarıyorlar; çünkü her iki
taraf da sosyal demokrat. Böylece Stalin’in
Resulzade’ye bir can borcu oluyor.(S.80)
-‘’Elimizde çekiç Lenin heykelini
kırıyorduk.’’ Karabağ’da Ermenilerin
Türkleri öldürmeye başlaması üzerine
Azerbaycan halkı Lenin Meydanı’nda
toplanır. Hanım Halilova o günleri şöyle
anlatıyor: Öncülük ettiğim kadınlarımızla
gece vakti olunca elimizde çekiçlerle
Lenin’in heykelini parçalamaya
çalışıyorduk. Tabii Ruslara görünmeden
bunu yapıyorduk. Görseler hiçbirimizi sağ
bırakmazlardı. Heykeli çekiçlerle
parçalayıp kopan parçaları, torbalarla çöpe
atıyorduk. Zaten Sovyetler dağılmak
üzereyken de bu heykel ve bütün heykelleri
yok edildi. 16 Kasım’dan 5 Aralık’a kadar
gece gündüz, bu meydan hareketi
sürdü.(S.134)
-‘’Kızım Gönül bebeği Sezen’i bırakıp
yürüyüşe geldi.’’ 20 Ocak’ta Rusların
tanklarla Bakü’ye girerek yaptığı katliam
sonrasında Hanım Halilova’nın
önderliğinde başlayan ve büyük bir halk
hareketine neden olan kadın yürüyüşüne
Hanım Halilova’nın kızı Gönül
İsmayılov’da evde bir bebeği olmasına
rağmen katılıyor. Bu anlar da kitapta şöyle
GENCAY
18
anlatılıyor: Kızım Gönül, Türk kadınları
olarak yürüyüş yaptığımızı duyunca yeni
doğmuş bebeği Sezen’i kayınvalidesine
bırakıp gelmiş.‘’Gönül, ikimiz birden
ölmeyelim, sen git. Daha yeni bebeğin oldu
senin;’’ dedim. Dinlemedi beni.’’Ben de Türk
kadınıyım. Senin kızınım. Hiçbir kuvvet beni
buradan gönderemez;’’dedi. Zaten bu
harekâtta çocuklarım beni çok yordu.
Çünkü ne zaman ortalık karışsa bir de
bakardım, içlerinden biri çıkıp gitmiş;
yürüyüşe ya da protestolara
katılıyorlar.(S.161)
- ‘’Alparslan Türkeş’e bozkurt
işaretinin doğrusunu
gösterdim.’’ Alparslan Türkeş 3 Mayıs
1992’de Azatlık Meydanındadır ve onu
görmeye bir milyon insan gelir. Bu
insanlar hep bir ağızdan ‘’Azatlık’’ diye
bağırarak bozkurt işareti yapmaktadır.
Türkeş bu işaretin ne anlama geldiğini
sorar. O da şöyle anlatmıştır: Mitingde
herkes bozkurt işareti yapıyor; ‘’Azatlık’’
diye bağırıyordu. Alparslan Türkeş,
Elçibey’e bu işaretin ne olduğunu sordu.
Elçibey de kendisine: ‘’Bu bize
Göktürklerden kalma bozkurt
işaretidir;’’dedi. Rusların simgesi ayı,
Fransızların simgesi horoz, İngilizlerin
aslandır. Türklerin simgesi de bozkurttur.
Bozkurt, Ergenokon’dan çıkışta bize yol
göstermiştir. Buna göre özgürlük
mücadelesi veren insanlar bir gün, bir yol
göstericinin kendilerini kurtaracağını ümit
etmektedirler. Alparslan Türkeş, mitingde
yapılan bozkurt işaretini çok beğendi ve
kendisi de yapmaya çalıştı. Fakat metalci
gençlerin kullandığı işareti yaptı. Ben
‘’Sayın başbuğum bu yanlıştır, bunu
metalciler yapıyor’’dedim. Gülümsedi.
Elimle doğru bozkurt işaretini yapıp ‘’Bu
kurdun kulakları, şu da yüzüdür:’’ deyip
onun parmaklarında şekli gösterdim. Beni
kucakladı.(S.218)
-Hanım Halilova Petrol Bakan
Yardımcısını’nı pataklıyor: Moraller
bozuk, artık iş bitmiş, gidiyoruz. Bunlara
dedim ki:’’ Ayıp olmadı mı? Elçibey gibi bir
adamı koruyamadınız. Halka inmediniz. Sizi
halk getirmişti, şimdi de halk yıkıyor.’’
Sonra da makam mevki peşine düştüklerini
ve bazı kişilerin rüşvet aldıklarını söyledim.
Petrol Bakan Yardımcısı ‘’Kim alıyor?’’ diye
bağırdı. Ben de ‘’Sen alıyorsun!’’ diye
karşılık verdim. Gerçekten de rüşvet
alıyordu. Bana hakaret edince bu adamı
orada, iyice dövdüm; Fehmi Hacıyev ve Arif
Rahimov, Taşkın Bey’i elimden zor
aldılar. (S.329)
Elçibey:’’Ben Peygamberimden daha çok
yaşamak istemiyorum.’’ Elçibey
hastalığının ağırlaşması üzerine
Türkiye’ye getirilir ve Ankara Hastanesine
kaldırılır. Doktorların ameliyat olması
gerektiğini söylemesi üzerine
Elçibey; ‘’Ben Peygamberimden daha çok
yaşamak istemiyorum.’’ Diyerek ameliyatı
reddeder. (s.373) Elçibey kısa bir süre
sonra 22 Ağustos 2000 günü aramızdan
ayrılır. Mekânı cennet olsun…
Kitapta Mehmet Emin Resulzade’nin
1918’de yaktığı bağımsızlık ateşinden,
GENCAY
19
Çırpınırdı Karadeniz’in yazılış hikâyesine,
Elçibey’in sönen bu ateşi tekrar yakışından
ona Rus desteğiyle yapılan darbeye, Hanım
Halilova’nın 1990 Ocak’taki
kahramanlığından, Ermenilere karşı
kurduğu Kadın Taburu’na Azerbaycan’ın
geçtiğimiz yüzyıl içerisinde yaşadığı birçok
önemli olayı bu kitapta ayrıntılarıyla
bulacaksınız.
. . .
Elçibey; daha küçük yaşlardan itibaren
azatlık ateşini kalbinde yakmış ve bu ateş
o büyüdükçe büyümüş. Doğduğu köy olan
Keleki’de ona ‘’Millet’’ lakabı
takılmış. Daha 9. sınıftayken Mir Cafer
Bağırov’u savunduğu için öğretmenler
odasına çağırılıp düşüncelerinden
vazgeçmesi istenmiş. 1957 yılında
Azerbaycan Devlet Üniversite’si Arap Dili
ve Edebiyatı bölümüne girmiş. Bu bölüme
girmekteki asıl amacı Arap ülkelerinden
birine gidip Türkiye ve 1918 yılında
bağımsızlığını kazanan Azerbaycan
hakkında bilgi toplamakmış. Üniversite
yıllarında içindeki azatlık ateşini birçok
arkadaşıyla paylaşmış ve onlarla birlikte
bu uğurda mücadeleye söz vermiş.
Üniversitede Elçibey ve dava
arkadaşlarının 41 numaralı odası; ışıkları
hiç sönmeyen bir odaymış ki Rafik Bey’in
anlattığına göre Azerbaycan’ın bağımsızlık
tohumları da bu odada atılmış. Elçibey
1963’te Mısır’a mütercim olarak gitmiş.
Burada Türk tarihi, Azerbaycan tarihi ve
dünya düzeni hakkında araştırmalar
yapmış, Zeki Velidi Togan gibi insanlarla
tanışmış. Mısır’dan döndükten sonra da
hoca olduğu Azerbaycan Devlet
Üniversitesi’nde hocaları ve öğrencileri
gruplar halinde teşkilatlandırmış, onları
da bu davaya dâhil etmiştir.
1974 yılına gelindiğinde KGB Elçibey’i
tutuklamış. Suçu ise milliyetçilik imiş.
Cezası taş ocaklarında çalışmak olmuş.
Hücresi ise adi suçluların olduğu bir
hücreymiş. Aslında KGB’nin amacı bu
mahkûmlara Elçibey’i öldürtmektir. Ancak
Elçibey o mahkûmlar üzerinde o kadar
tesirli olmuş ki onlara milliyetçiliği
öğretmiş ve sevdirmiş. Mahkûmlar da ona
topladıkları taşlardan özel bir oda
yapmışlar ve onun yapacağı işleri
üstlenmişlerdir.
1976 itibariyle hapisten tahliye olduktan
sonra Elçibey, kalbindeki ateşi Azerbaycan
halkına dağıtmaya başlar. O ateş öyle
büyüyecektir ki küçük bir kalpte başlayan
bu kıvılcım gün gelecek tüm Azerbaycan’a
yayılacak ve Azerbaycan’ı tam bağımsız
yapacaktır.
1980’li yılların sonuna doğru Elçibey,
Azerbaycan halkınca sevilmiş ve
benimsenmiş bir şekilde Azerbaycan Halk
Cephesi’nin başına geçmiş. SSCB’nin
dağılmasından sonra Azerbaycan bağımsız
bir devlet olmuş ancak ülkedeki Rus
yanlısı yönetim devam etmiş. Tam
GENCAY
20
bağımsızlığı sağlamak ise 15 Mayıs 1992
gününe nasip olacaktır. O gün yapılan ve
birçok Azerbaycanlının katıldığı yürüyüş
parlamentoya kadar sürmüş. Melehat
Nasibova’nın parlamentoya astığı
Azerbaycan bayrağı bağımsız
Azerbaycan’ın nişanesi olmuştur.
Azerbaycan, Elçibey’in önderliğinde
aydınların ve halkın kararlı duruşu
sayesinde tek bir mermi atılmadan, başka
devletlerden yardım alınmadan tamamen
sivil bir devrim yapmayı başarmıştır.
Parlamentonun ele geçirilmesinden sonra
Elçibey, yapılan seçimde Azerbaycan
cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Cumhurbaşkanlığı döneminde de birçok
önemli yeniliğe imza atmasına rağmen
Rusların desteğiyle isyan eden -Ahmet
Bican Ercilasun’un değimiyle- Süret denen
bir suratsızın darbesine maruz kalmış,
cumhurbaşkanı olduğu, elindeki askeri
gücü kullanıp darbecilere karşı
gelebileceği halde Azerbaycan’da kardeş
kanı dökülmesin, milletimin kanı akmasın
diyerek memleketi Keleki’ye gitmiştir. Bu
gelişmeden sonra cumhurbaşkanlığı
Haydar Aliyev’e geçmiştir.
Elçibey’in küçük yaşlarda kalbinde
oluşturduğu o azatlık ateşi bugün
dünyanın dört bir yanında Türklerin
kalbini ısıtmakta, bazılarının da hayallerini
süslemektedir.
Hanım Halilova da Ocak 1990’da yaptığı
kahramanlık başta olmak üzere
Azerbaycanlı kardeşlerimizin SSCB ve
Ermenilere karşı verdiği mücadelede
büyük rol oynamıştır. Hayatı Azerbaycan
ve Türklük’e hizmet ile geçen, bağımsızlık
uğruna ailesini, canını hiçe sayan hocamız
ve dava arkadaşlarına bugün-başta
Azerbaycan’da yaşayanlar olmak üzere-
Türk âlemi çok şey borçludur.
O kendisine vasiyet edilen bu kitabı
okuyucuya sunmuş, Elçibey’in son isteğini
de yerine getirmiştir. Bu kitapta esaretin
ne derece zor, özgürlüğün ne derece
vazgeçilmez olduğunu bir kez daha
göreceksiniz.
Esir Türklerin tez elden azatlığı dileğiyle…
GENCAY
21
KOLONİ TİPİ AYDIN ve EMPERYALİZM Sadi SOMUNCUOĞLU
Dünya şartları; bloklaşmalar ve silâh
dengeleri, askerî müdahale yoluyla ülkeler
üzerinde hâkimiyet kurulmasına imkân
bırakmamıştır. Hâkimiyet ve üstünlük
arzusunu gerçekleştirmek için askerî
müdahalenin yerini, kültür ve ideolojiler
aldı. Milletler birbirlerini ne kadar
tanırlarsa, birbirleriyle ne kadar
münasebetlere geçerlerse, rekabet de o
nisbette artarak şiddetlenir. Kültür ve
ideoloji yoluyla hâkimiyet kurulmasına
«Yeni emperyalizm» denilmektedir.
Milletlerin üstünlüklerini kültür ve ideoloji
yoluyla kurma gayretleri; kelimelere,
terimlere ve kıymet hükümlerine verilen
manaları tahrip etti. Günlük hayatta
kullanılan kelimelerden, ilmî ve siyasî
terimlere kadar her mefhuma; isteklere ve
kültürlere göre farklı izahlar getirildi.
Köklü ve berrak bir millî kültüre sahip
olmayanlar, yabancı propagandaların
etkisiyle; tercihinin ne olduğunu bilemez,
kendi milletinin bir ferdi gibi düşünemez
duruma getirildi. Bu vasıftaki insanlardan
meydana gelen bir topluluğa, sesi daha
fazla çıkan propaganda merkezleri
hükmetmeye başladı. Toplumda, kelime ve
kavram anarşisi böylece yerleşti. Bunlar
her ülkenin kendini aydın sayan zümreleri
arasında peydahlandı. Biz bu duruma
getirilmiş kimselere «Koloni tipi aydınlar»
diyoruz. Milli toplumdan koparılmışlardır.
Düşüncelerinin dünyayı, hatta kâinatı
kapsadığını sanan bu gurupla herhangi bir
meseleyi görüşmek, tartışmak mümkün
değildir. İler tutar hiçbir tarafı
bulunmayan koloni tipi aydınlarının,
kendilerine sorarsanız, insanî ölçüler
içinde düşündüklerini söylerler. İnsanı
bilmeden insani düşünmek, ne hoş değil
mi? Zaten bütün halleriyle, «Zan»lara
dayandıklarını görürsünüz. Yanlarında
kıyamet kopsa, küçümserler. Büyüklüğün
ifadesinin, aydın insan olmanın icabının
böyle davranmayı gerektirdiğini sanırlar.
Milletlerine yapılan suikastlara karşı
duyarlılıklarını kaybetmişlerdir. Büyüklük
duygusuna dayanan bir kademeleşmeleri
vardır. Aslında, bunu tam tersiyle kabul
etmek en doğrusudur. Her türlü
emperyalizmin köprüleri bunlardır.
Emperyalizm nedir? Her ideolojinin
anlayışına göre verilecek cevap değişir.
Meselâ: Marksist-Leninist görüşe göre;
Emperyalizm, sistemle ilgili bir hastalıktır.
Kapitalizmin son merhalesinden
emperyalizm doğar. Kapitalistler,
memleketleri dâhilinde işçi sınıfını
sömürerek ülkenin bütün imkânlarını ele
geçirirler. Bu safhadan sonra, geri kalmış
dış memleketlere yönelirler. Onlar
üzerinde bir hâkimiyet kurarlar.
Kapitalizm; geri kalmış ülkelerin, kapitalist
GENCAY
22
ülkede sömürülen işçilerle işbirliği
yaparak isyan etmeleri sonucu yıkılacak;
yerine sosyalizm ve komünizm
kurulacaktır. Böylece emperyalizm de son
bulacaktır. Bu tarihî gelişme, kapitalist
tatbikatın kaçınılmaz bir neticesidir.
Marksistler böyle söylemelerine rağmen,
yeryüzünün büyük emperyalisti kendileri
oldular. Bugünkü dünyamızda, askerî işgal
yoluyla (Klâsik emperyalizm) diğer
memleketleri sömürenler komünistlerdir.
Kapitalist ülkeler, dünya şartlarındaki
değişmeleri görerek, askerî işgalleri
kaldırmışlar ve yeni bir biçimde
emperyalizmi devam ettirmeye
başlamışlardır. Ama buna karşılık Rusya
ve Çin, pek çok milletlerin vatanlarını
işgalleri altında tutmaya devam
etmektedirler. Marksist iddialar, bizzat bu
rejimle idare edilen ülkelerdeki
uygulamalarla tekzip edinmiş, yanlışlığı
ortaya konmuştur.
Türk Milliyetçiliğinin anlayışına göre,
emperyalizm kuvvetten doğar. Bir sistem
meselesi değildir. Nitekim emperyalizmi
kaldırmak iddiasında bulunan marksistler
başta olmak üzere, çeşitli felsefelere göre
idare edilen güçlü ülkeler en geniş
anlamıyla, emperyalisttirler. O halde
emperyalizmin kaynağı kuvvettir. Kuvvetli
olan bir devlet, zayıf olanlar üzerinde,
hâkimiyet kurar. Bu bir kanundur. Kuvvet
dengeleri, hangi bölgelerde ve milletler
arasında bozuluyorsa, orada kuvvet
kaymaları vardır. Bu sosyal bir hadisedir.
Emperyalizmle mücadele; yeni yeni
maceraların peşinde koşarak; silahlı,
bombalı tedhiş olayları çıkararak, her
sabah emperyalistlere ve emperyalizme
küfrederek yapılmaz. Şiddet ve tedhiş
yoluyla belki emperyalist ülkenin biri
kovulur ama onun yerine başka bir
emperyalist oturur. Yenisinin, eskisinden
insaflı olduğunu söylemek de mümkün
değildir. Emperyalizm sosyal bir olaydır,
geldiği ülkede vazifesini yapar.
Emperyalizmle mücadele, kuvvet
dengesini lehimize değiştirmekle mümkün
olur. Kısaca; kültürde, medeniyette, ilimde,
teknikte en ileri milletler seviyesine
ulaşmakla emperyalizmden kurtulunur.
Bu iş; Türk Milliyetçiliği ülküsüne bağlı bir
kadronun dünya siyasetinden haberli ve
uyanık mücadelesiyle siyasi tercihi ele
alarak, başarılabilir. Tarihinden gelen
hedefi, iddiası ve tutarlı bir hayat görüşü
olmayan; gündelik olayların dümen
suyunda menfaat arayan çıkarcı
zihniyetteki grupların memlekete ve
millete verebileceği tek şey. Felâket ve
sefalettir. Yukarda ifade edildiği gibi
«Koloni tipi aydın» yabancı emperyalizmin
köprüsüdür.
BOZKURT DERGİSİ 1973 NİSAN SAYI 7
GENCAY
23
GENCAY
24
KARANLIKTA UYANAN BİRİ Yahya Kemal BEYATLI
Editör Notu: Bu makale; son yıllarda
ülkemizde yaşanan etnik unsurlar
üzerinden yapılan bölücülüğün nerelere
varabileceğini göstermesi açısından
dergimize iktibas edilmiştir. Temennimiz,
tarihin tekerrür etmemesidir.
****
Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu
genç Rumeli’yi fetheden ilk Türklerin
torunlarındandı. Humbaracızâdeler adıyla
anılan ailesi Fatih devrinde Üsküp
toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir
meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan
dalları vermiş eski bir aileydi. Üsküp
şehrinin ortasında akan Serava kenarında
köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden
kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi
İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu
askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsa
Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını
fethetmiş bir beyin evkafına mütevelliydi.
Konağının herhangi penceresinden baksa
bu cedlerin cami, medrese ve
imaretlerinin kurşunlu kubbelerini
görürdü.
Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki
çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir
Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı
bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle
konuşur, o türlü esvaplar giyer, o
devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı
göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen
ayaklarında uzun kırmızı yemeniler,
ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz
çubuklar, omuzlarında cepkenler,
bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında
çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve
bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü.
Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu
ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naimâ
Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış
zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı,
fermeneli, gençliğin atılganlığıyla bıçak ve
tüfek oyunu oynar, tambura çalar ve türkü
söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı
andırırdı; kadınları kırmızı canfesten
şalvar ve bürümcük gömlek giyerler,
boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler
takarlar, ellerinin ve ayaklarının
parmaklarını kınasız bırakmazlardı.
Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir
mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya
yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya
Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da
Üsküp’te; ulemâ henüz bu bahsi
halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları
hep cengâverdiler. Türbelerinin
duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı
kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar,
kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı
Baba’nın başı ucunda düşman zindanından
GENCAY
25
taşıdığı bukağılar vardı. Kale içinde yatan
Cafer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla
örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman
topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne
düşürülen gülleleri daha havadayken elma
tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar,
kabrinin etrafına gülleden bir duvar
örermiş. Gazi Baba, etrafında binlerce gazi
ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gazi
Baba semti bir mum şehrâyini hâlinde
görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi
Kosova Meydan Muharebesinin yolu
üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir
evliyasını sayamayacağım.
Tanzimat bu şehrin yanına bir hükûmet
konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine,
zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler
ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey
kanından olmayan biri bey unvanını
takınmaktan utanırdı. Üsküplüler bey
unvanını fuzûlî takınan İstanbullu
memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul’un fethinde kanını döktükten
sonra Haliç kenarında “Üsküplü”
mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk
mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir
medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler,
münşîler yetiştirmiş, Selâtin camilerine
benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle,
bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş.
Maamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade
bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazzâzları,
bezzâzları, haffâfları, hallâçları, bakırcıları,
kuyumcuları, silâhçılarıyla olduğu gibi
duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa
ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri
eskisi gibiydi.
Üsküp o kadar eski ve o kadar Türk’tü ki
İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni
kelimeleri, yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları
alafranga telakkî ederdi. Balık suyu idrak
etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak
etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi
kendine sadece Müslüman diyordu.
Maamafih yanında kardeş unsur olan
Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli’nin
son senelerinde yâr ü ağyârca itibarda
idiler. Sultan Ahdülhamid Arnavutları
seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını
sayıyordu. O zaman milletin bu gözde
oğulları Üsküp’te gerek hükûmetten,
gerekse halktan, Avrupalıların gördüğü
imtiyazlı muameleyi görürlerdi;
İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi,
Üsküplüler de Arnavutluk’a özenmeye
başladılar; bu dağlı kavmin siyasî
itibarından başka kisvesi, silâhı, lehçesi de
cazibeliydi. Cahil İstanbullu da Üsküp’ü bir
Arnavut şehri zannediyordu; hâlâ da öyle
zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi
güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel
Üsküp halkı belediye reisini, Vali Hâfız
Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir
ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci
hocalarından İdris Hoca’nın peşine
takılarak Sultan Murad Camiine
kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş,
Üsküp’ü Arnavutluk’un merkezi sandığı
için -sonraları sadrazam olan- Hakkı Bey’i,
Mahmud Esad Efendi’yi ve daha birkaç
Bâbıâli siyasîsini heyet hâlinde
göndermişti. Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş,
padişah nâmına, eşrafı davet etmiş,
nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki,
bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça
bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya
çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut
olmadıklarının farkına varmış ve derhâl
hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavut
zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye
kovmuş.
GENCAY
26
Üsküplüler Arnavut olmadıklarına
yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı devletler
Üsküp’ü Arnavut görmek ve göstermekte
menfaattardılar; zaten biz de öyle
biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu
gibi burada da leylî ve neharî bir idadî
mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar,
Karadağlılar meccanî tahsil görürlerdi. Bir
Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu.
Arnavutlar, bugünkü felâketlerini
hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere,
kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle
bakarlardı.
Arnavutluk’un ikbâli gitgide Arnavut
milliyet nazariyesini doğurdu: Yeni
Arnavut elifbâsı, siyah kartallı bayrak,
büyük Arnavut devletinin hudutları alttan
alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız
Arnavutları değil, Kosova’da beş asırdan
beri yerleşmiş fatih Türklerin çocuklarını
da sardı.
Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının
çocukları Arnavut Başkım kulüplerine
yazıldılar, kendi kanlarına sövmenin
lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin
ateşini düşman yakmıştı, İstanbul da bu
ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu
hep bildiğimiz sergüzeşti burada
açmayalım.
Rumeli faciasından sonra Türk devletinin
çekilişine yâr ağladı, hatta zaman zaman
ağyâr da teessüf ediyor; bunu hep
biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı
yananlardan bir gençle görüştüm.
Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki:
“Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en
hâlis unsuru Türk’müş!…” Bunu nasıl
anladığını sordum. Cevap verdi: “Son on üç
senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk
hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar
hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar,
lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu
münasebetle daha ziyade ortaya çıktı.
Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün
esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavut
kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde
destandı. İslâmda asil unsur varsa
Arnavut’tu. Arnavut cesurdu, hürdü,
azimkârdı, Nuh der peygamber demezdi
cinsi, dini, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda
pervâsızca can verirdi. Türk hâkimiyeti
devrinde Arnavut’un bütün bu destan olan
meziyetlerine sonraları Avrupalılar da
daha ziyade revnak verdiler, dediler ki:
Arnavut Asya’dan değil Avrupa’dandır,
Turanlı değil Arya’dır. Türk’ü Avrupa’da
tutan Arnavut’tur. Avrupalılar böyle bir
sıfatla Arnavutları pehpehlediler. Sarayın
gözdesi, milletin gözbebeği olan
Arnavutlar medeniyetin bu iltifatlarıyla da
mest oldular.
Türk idaresi zamanında Arnavut Başkım
cereyanı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın
an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan
unsurlarından nice kimse kendilerini
Arnavut Başkım cereyanına bıraktılar.
Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar
mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç
sene mahkûmlar için yaman bir imtihan
devriymiş. Türkler hâkimiyetleri
zamanındaki tevazulu vaziyetlerini
mahkûmiyetlerinde de muhafaza ettiler,
yalnız devrin değişişi Arnavutları pek
ziyade söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında
yaşayabilmek için bir cemaat tesânüdü
göstermek lâzım geliyordu. Arnavut
kardeşlerimiz yazık ki, bu kadarcık bir
tesânüdü bile göstermediler. Son intihabât
iyi bir mihenkti. Türkler kırbaç, sopa,
GENCAY
27
dipçik altında kalan en ücra köylerde bile
azimlerinden şaşmadılar, re’ylerini yine
Müslüman kutusuna attılar.
Arnavutlar bilakis dağıldılar, hâkimlerinin
millî rekabeti karşısında derlenip
toplanamadılar, son çareleri olan re’ylerini
millî muarızları düşmanları olan fırkalara
verdiler. Bu küçük bir misal. Lâkin böyle
küçük misaller çok. Zaman geçtikçe
meydana çıkıyor ki o tumturaktan,
alâyişten, böbürlenmekten âzâde yaşayan
Türk milliyeti demirden bir kitleymiş.
Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş.
Arnavut’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metin
bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış.
Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan
netice ispat etti ki Türk bu devletin
Müslüman unsurlarını birleştirmek için
Allah tarafından bir mevhibe imiş. O
giderse Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil
yavrusuna dönerlermiş. Bugün Arnavutlar
ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare
şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir
zaman Türk idaresinde ferdî kabiliyetle o
kadar büyük adamlar yetiştiren bu unsur,
kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavutluk’ta
âciz, Sırbistan’daysa irade-i cüz’iyesine
bile sahip değil. Onüç senede Türk’ün
büyük bir millet olduğunu anladık, zaman
geçtikçe daha ziyade anlayacağız
zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkta
uyandık…” dedi.
(Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”,
Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921)
GENCAY
28
GENCAY
29
ÜLKÜSÜ ÜLKESİ OLAN BİR DAVA
ADAMI: ALPARSLAN TÜRKEŞ Abdullah KILAVUZ
Kâh tabutluklarda ölüme terk edilen
mahkum, kâh bin dokuz yüz altmış askeri
darbesini radyodan ilan eden kudretli
albay, kâh askeri mahkemelerde idamı
istenen bir siyasetçi, kâh evlatlarım dediği
gençlerin binlercesini kendi elleriyle
toprağa veren acılı baba, kâh Kâbe
duvarına sırt vermiş bir mümin, kâh
Çankaya yokuşunda zulme direnen bir
mücadele adamı, kâh mücadeleye baş
koyduğu kardeşlerin cenaze namazlarında
gözü yaşlı yiğit, kâh Meclis çatısını titreten
hatip, kâh ideolojik fikriyata şerh düşen
bir kâtip, kâh kefeni boynunda mücahit,
kâh milleti yolunda akıncı beyi…
Seksen senelik çileli bir ömür…
Sergüzeşti tersten okuyalım bir de: Yüz elli
üç sene önce dedelerin kavgaya
tutuşmasaydı toprak meselesi yüzünden
bir başka aileyle Kayseri’nin Pınarbaşı
ilçesinde Başbuğum…
Sultan Abdülaziz ferman buyurmasaydı
Kıbrıs’a sürgününüze; Lefkoşa’da
doğmasaydın bir yirmi beş kasım
gündüzünde; Hüsnü Bey, Selahattin Bey,
Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey,
Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz
Kaymak gibi Türklük gurur ve faziletiyle
yoğrulmuş hocaların tedrisatından
geçmeseydin; Osman Zeki Bey sana
“Alparslan’a layık bir Türk ol” diyerek Ali
Arslan olan ismini değiştirmeseydi;
Kıbrıs’ın mevcut durumuna bakarak içinde
fırtınalar kopmasaydı ne olurdu diye
düşünüyorum bazen ister istemez. Sonra
iki cihan güneşinin sözü geliyor aklıma: “
Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu
yapar..”
Sebepler dairesini genişleterek, bizleri
seninle aynı fikrin idrak sınırları
çerçevesinde olsa dâhi buluşturana bin
şükür…
Bizler bir tek kelamından nasiplenemesek
bile dünya gözüyle, sana olan sevgisini
mukaddes örtülerle bezeyerek en mahrem
sadakat sandukalarında çeyizlemiş, iman
ettiği gibi ölümden münezzeh olarak
dirilip, sana sonsuzlukta kavuşacağı
günleri beklemekte olan evlatlarınız.
Bizler omzundaki tek bir yükü bile
hafifletemedik şu dâr-ı dünyada… Lâkin
Bahçelievler’de başları önünde, dilinde
dualarla yanı başına gelen yokuşa her
tırmanışında Çankaya rüzgârına saçlarını
teslim eden ve her kabrinin önünde diz
çöküşünde ana karnındaki ikizini
GENCAY
30
kaybetmiş garipler gibi hüzünlere gark
olan kardeşleriniz.
Bizler, senin hatıran vardır diyerek
dolanırken Ankara’nın dört bir köşesinde,
her çakıl taşına belki ayağın değmiştir
diyerek, elimizle kaldırarak bir kenara
koyan arkadaşlarınız.
Bizler, seni görmeden sevip, sana seni
duymadan inanmış, seni görmese bile
söylediklerine amentüye iman edercesine
bağlanmış, ismini öğrendiğimiz günden bu
yanadır ki, senin emrinde olmakla
gururlanmış askerleriniz.
Bizler, senin yolunda sabit, senin sözünde
sadık, senin imanında kabil, senin
istikametin üstüne dosdoğru ve senin
emanetinin sahipçisi ülküdaşlarınız.
“Aşk, ulu orta söylenmeyen / Ve dava,
dönülmeyen şey demekti.” der şair..
Bizler aşkımızı aşikâr ettik, affet. Lakin
and olsun ki dönmedik davamızdan.
Sağ elimize güneşi, sol elimize ayı verseler,
yine de dönmeyeceğiz. Söz verdiğimiz
gibi…
Rahat uyu Başbuğum.
Kabrin nur olsun.
Çağrı
Herkes başka hülyada, elden düşmüş emanet
Geriye yürümek ile koyun koyuna hıyanet
Uykuda iman dolu yürekler, can çekişiyor cesaret
Nerede nöbetini terk eden erler? Safların neden seyrek?
Erkektir ki, omuz verdiği yiğide nispette erkek!
Yetmedi mi bunca yıl uyku, diril artık külünden,
Miskinlik yaraşmaz sana, tut ülkü’nün elinden,
Yeni bir tekbir ile sök şu pası dilinden
Yükselmesi gereken sesin neden böyle titrek?
Erkektir ki, gökleri titretebildiği nispette erkek!
Sen Bedir’in tohumusun, Sakarya’nın meyvası
Sen Alparslan’ın kılıcısın, Peygamber’in asası
Sen Özmen’in ruhusun, Başbuğumun rüyası,
Göster cihâna kendini, karşımda durma böyle ürkek!
Erkektir ki, başı dik durabildiği nispette erkek!
Ya göç git bu dünyadan, ya da devşir artık kendi özüne
Tarihin yapraklarında kaybol, kulak ver atan sözüne
Şimdi kaldırmazsan yumruğunu, yarın bakamazsın yüzüne
Duysun namert düzen, kahpe felek; haykır insanlara tek tek!
Erkektir ki, sağ yumruğunu kaldırabildiği nispette
erkek
GENCAY
31
GENCAY
32
KÜLTÜR HAVZASI VE TÜRKİYELİLİK
ÇIKMAZI M. Bahadırhan DİNÇASLAN
Türkler, tarihin en geniş coğrafyaya
yayılmış ve bu vesileyle en çok katmanlı,
girift ve anlaşılması güç kültür havzasını
yaratmış milleti olmakla, hem büyük bir
avantaja, hem de maalesef sorunlara gebe
bir dezavantaja sahiptir. Ki zaten, büyük
bir millet olmak, indirgemeci ya da
yüzeysel kafanın anlayacağı gibi
“tartışılmasız, nicel olarak üstün” bir millet
olmak değildir, kolektif hafıza ve bilincin
derinliklerinde, üstünlüğün
yakalanmasına elverişli bir kültürel doku
yaratacak potansiyeli haiz olmaktır. Ve bu
potansiyele sahip olmak, bu potansiyelin
mutlaka “kinetik”e dönüşüp, işleyeceğinin
teminatını sunmaz; potansiyel işlenirken,
eyleme dökülürken tutulacak yol ve
benimsenecek fikri çerçeve, Nazi
Almanyası mı, Sovyet Rusya mı, yoksa Jean
Paul Roux’un anlattığı Hazar Kağanlığı mı
olacağınızı belirler. Öyleyse Türkiye’nin
sorunu, bu büyük potansiyeli gayr-ı
ihtiyari ve belki çoğu zaman gayr-ı şuuri
taşımak ve mutlaka kendisini zahire
yansıtacak olan bu potansiyelin yöntemsiz
ve çoğu zaman ajite çıkış arayışlarında,
Attila İlhanvari bir soruyla “hangi yol?”
sorusunun cevabını aramak ızdırabıdır.
Tarihçilerin çoğunun üzerinde ittifak
ettikleri bir konu var, Türklerde yönetim
anlayışı “meritokrasi” yani “liyakate
dayalı” yönteme çok yakındır.
Söz gelimi, mitolojilerdeki “demircinin
hükümdar olması” motifi orta Asya
kaynaklıdır ve tarihçiler bunu, “Orta Asyalı
göçebe toplumlarda hükümdar olmak
genelde babanızdan aldığınız ve layık
olduğunuzu kanıtlama ihtiyacı
duymayacağınız bir mirasla mümkün
değildir, kendinizi kanıtlamanız gerekir.
Ve demircinin ululanması esasında, liyakat
ve yeteneğin ululanmasıdır.” şeklinde
yorumlarlar.
Ve çoğu zaman yazıp çizdiğim gibi
cumhuriyet, Türkçü fikrin tecrübelerinin
üzerine bina edilmiştir. Eksik ve yanlışları
varsa, Türkçülerin eksik ve yanlışlarıdır,
kazanımları da, Türkçülerin bu ülkeye
kazandırdıklarıdır.
Yazılarımda değindiğim “veraset çizgisi”ne
göre, Türkçüler, kendi kazanımları olan
cumhuriyeti benimseyip, hatalarından
ders çıkarıp, daha iyi, daha güzel ve daha
doğruya taşıyacakları yere; elimdir ki, bu
GENCAY
33
konuda akıllı ve etraflı bir fikir ve eylem
örgüsünden uzaktırlar.
Oysa cumhuriyet, bir dönem işimize
yaradıysa da, dünyanın ve ülkemizin
koşullarının değişmesi nedeniyle işe
yararlığını kaybetmiş ve hatta zarar
vermeye başlamış “Orta Asya – Bizans”
sentezine bir başkaldırış, “meritokrasi”ye,
Türkçüler eliyle bir yeniden dönüştür; en
azından, başlangıçtır. Eğer Türkçüler, bu
kazanımı bir takım akılsızlar ve
yozlaşmışların eline bırakmayıp, veraseti
devam ettirseler idi, cumhuriyet, “Orta
Asya – Modernizm” sentezi özelliğini
muhafaza edecek ve bütün yazılarımda
özlediğimi söylediğim “Türk
Aydınlanması”nı yarım bırakmadan
tamamlayacak ve ardından, bunun ötesine
ve yukarısına da geçecekti.
Ki, bir zaman önce yazdığım “Halkçılık”
yazımda bahsettiğim üzre, Türkçüler
halkçıdır, ve cumhuriyetin tesisi, birkaç
yüzyıl boyunca aşağılanmış ve
sömürülmüş Türk halkına, “artık benim
dediğim olacak” deme şansı vermiştir;
eğer gelişmeye ve büyümeye devam etse
idi, Cumhuriyet, Türkmen’in sesi olacaktı.
“Öç alırız ilk fırsatı bulanda” diyen
Dadaloğlu’nun öcünü alacaktı cumhuriyet
Derviş Paşalardan; halkına sırt çevirmiş
“idare ehli”nden; ancak maalesef, yeni bir
“elitist” kadroya terk edilmiş ve
Osmanlı’ya rahmet okutan bir başka
tiranlığa dönüşmüştür.
Türkçüler, “titreyip kendine dön”mezlerse,
Dadaloğlu’nun bir ara, en acı bilgelikle
öngördüğü “kalır gayrı bizim burada
ölümüz” kehaneti gerçekleşecektir. Yazık,
Türkçülüğünü romantizmin ötesine
götüremeyene ve lanet olsun,
Türkçülüğünü bu engin ve derin veraset
çizgisinde değil de, küçük aklının, bozuk
psikolojisinin, dar bakışının içinde
konumlandırana!
Ki, bu veraset çizgisi, Türkçülerin
omuzlarına, sadece Türkiye Türkleri’nin
ya da Dünya Türklüğünün değil, Türk
kültür havzasının etki alanı içinde bulunan
bütün millet ve etnik grupların da
istikbalinin sorumluluğunu yüklüyor.
Öncelikle, uzun bir zaman önce ettiğim lafı
tekrar edeyim:
“…Türkçüler, Hun federasyonlarından
Göktürk imparatorluğuna, Uygur
medeniyetinden Osmanlı’ya kadar bütün
rejim ve zihniyet çeşit ve değişimlerini
inceler, onların üstün yanlarını anar ve
över, hatalarından ders çıkarır, geleceğe
bakar. Bizler, geçmişe takılı kalmış
obsesifler ya da bugünden nefret eden
sosyopatlar değiliz. Bizler, aldığımız her
nefesi -son nefes de dahil- uğruna almayı
göze aldığımız bir ırkın, Türk ırkının,
beyniyiz, düşüncesinin sözcüsüyüz. ”
Şimdi ise, öncelikle, kültür havzası
meselesinden ne anlıyorum, onu
aydınlatmak gerekir. Benim gözümde Türk
Milliyetçiliği, özetle ve kısaca şunu iddia
eder: Türk Milleti, tarihsel süreçte
geçirdiği evrimle, diğer dünya milletlerine
nazaran bazı “milli” özelliklerini bileyerek
daha keskin bir hale sokmuş, bozkırlı özü
ve şehirli-kozmopolit tecrübesiyle, bütün
milletleri, kişiliksizleştirici kapitalist
evrimin yozlaştırıcılığına bulaşmadan
kucaklayabilecek ve onlara sevk ve
idareden sorumlu bir üst-yapı
oluşturabilecek tarihi mirası ile kültürel
GENCAY
34
potansiyeli üstün bir konuma gelmiştir.
Milliyetçilik fikri, Türk Milliyetçileri
sayesinde Türk Milleti’nin önce tarihi
mirasıyla barışması ülküsünü
gerçekleştirip, ardından çağın ve mekanın
şartlarına göre Türk’ün bilimsel ve
kültürel birikimini artırdığında, Türk
Milleti, düne, bugüne ve yarına hitap
edebilen bir anlayış ve ufuk ile dünya
milletlerine öncülük edecektir.
Yani Türk milliyetçileri, sadece
Türkiye’nin ya da Türk dünyasının değil,
Türk kültür havzasının da talibi ve müdafii
ve aynı zamanda “ilgilisi”dirler.
Bu kültür havzasını oluşturmak ise, tarihin
satranç tahtasında çok az “millet”e nasip
olmuştur. Bunu irdelemeye geçmeden
önce, etnik kimlikler ve topluluklar
tasnifini kendi sosyolojik anlayışıma göre
nasıl yapıyorum, onu söylemeliyim.
Gökalp, Durkheim’dan etkilenerek böyle
bir tasnife girişmişse de, büyük ölçüde
yetersiz kalmıştır. Ardından gelen
sosyologlar, kendilerince toplumsal tabaka
ve hiyerarşiyi şematize etmişlerdir ancak,
ben bu tasnifin bütünü ile değil, “millet
nedir, ulus nedir?” gibi sorularla dimağını
meşgul eden bir milliyetçi olarak, şu an
bizi ilgilendiren kadarını kendimce tasnif
etmeye çalışacağım. (Burada kullanacağım
kelimeleri tarihsel ya da sözlük
anlamlarıyla değil, kendimce yüklediğim
anlamlarında kullanıyorum.)
Buna göre, “boy”, en alttaki milli segment
grubudur. Ki, var olmasını sadece, kimi
kültürel nişlerde hala “boy”un, zayıf da
olsa varlığını sürdürüyor olmasına
borçludur ki, yakın bir gelecekte “boy”,
ancak bir tarihi hatıra, bir tarihi olgu
olarak hatırlanacaktır.
Temel grup ise, “ulus”tur. Ulus, devlet
teşekkülü oluşturabilmiş, boy
farklılıklarını mümkün olduğunca
homojenize ederek, yerel davranış kodu
farklılıkları baki olmakla birlikte, bir arada
ve aynı çatı altında yaşama sebebiyle
hakkında bir “asgari müşterek” çıkarımı
yapılabilecek etnik topluluktur. “Ulus”,
görece geç evrimleşmiştir, ve “millet ve
milliyetçilik Fransız İhtilali akabinde
türedi” diyen kafa, bu hataya bu yüzden
düşmektedir: Fransız İhtilali, bu “ulus”un,
özgün ve özel biçimiyle ortaya çıkmasına
vesile olmuştur. Yani olan, bir nevi, “millet
kavramının evrimi, yeni bir ifade ve oluş
tarzı”dır. (Millet Kavramının Evrimi için
internette bulunabilecek aynı başlıklı
yazıma bakılabilir.)
Tarihsel olarak aynı kökten gelen ancak
coğrafi zorunluluklar ve farklı devlet
çatıları sebebiyle farklılaşmış ulusların
oluşturduğu şemsiye ise, “uruk”tur. Uruk
altında uluslar görece sağlam bir
homojenliğe sahip olduklarından, ulusun
üzerinde, “millet”in altında bir sınıf teşkili
kaçınılmazdır. Buna göre, sözgelimi
Türkiye ile Azerbaycan ulusları, aynı
uruktandır.
GENCAY
35
Uruğun üstünde ise, “millet” yer alır;
tanımını uzunca “Millet Kavramının
Evrimi” isimli yazımda yapmaya
çalıştığımdan, buraya sadece, “millet,
dilsel, kültürel ve soya dayalı bağların biri,
birçoğu ya da hepsinin zayıf ya da güçlü
bağlamasıyla bir ortak tarihi sürece ancak
farklı seyirlere sahip uruklar
topluluğudur” demekle yetineceğim. Buna
göre, Türkiye – Azerbaycan, Özbekistan-
Doğu Türkistan uluslarının oluşturduğu
urukların birleşerek oluşturduğu küme,
“millet”tir.
Bu tasnif şüphesiz ki, Türk bakışından
yapılan “etnosentrik” bir tasniftir ve zaten
ben sosyolojik tasniflerin bütün zaman ve
mekanlarda, bütün kültürler için geçerli
tasnifler yapabileceğine inanmıyorum.
Yukarıdaki hiyerarşik tasnifin yatay
düzleminde, bir de bağımsız bir grup var
ki, onun adına “kavim” diyeceğim. Buna
göre kavim, boy safhasının hala güçlü
izlerinin olduğu ancak boyların bir şekilde
“akraba” ya da “kökendaş” olduklarının
üst-bilinçte ya da alt-bilinçte farkında
oldukları, ve-fakat bir devlet teşekkülü ve
bu teşekkülün homojenleştirici,
Gramsci’nin “hegemonya” tabir ettiği itki
gücünden tarih boyunca mahrum
kaldıkları için, uluslaşamamış etnik
grupların sınıfıdır. Buna göre, Çerkesler,
Kürtler, hatta devletlere sahip olmuş
olsalar dahi Araplar, bu gruba örnek
verilebilir.
Etnik toplulukların bir şekilde “millet”
basamağına ulaşması, hep bir
homojenleşme ve bir alt grubun,
diğerlerine cebir, kendiliğinden etkileme,
dini bir aygıt olarak kullanarak bünyesine
katma gibi “araçlar” (öyleyse İslamcıların
düştüğü hata budur: Din, ancak bir araçtır;
“kimlik”in oluşmasında pay sahibi değil, en
fazla “katalizör”dür. ) sayesinde kendi
kimliğini “üst-kimlik” haline getirip diğer
“akraba”larına ihraç etmesi ile olur. Bu
“millet”in tanımı da, mutlaka, zeitgeist’a
göre değişir ki, dediğimiz gibi son değişim
Fransız İhtilali akabinde Avrupa ve
çevresinde yaşanmıştır. Misalen, Altaylı
etnik grupların ilk birleşmesi Hun
federasyonları zamanında olup, bu
birleşme homojenleşmeyi artırmış ve o
mirasın üzerine kurulan Göktürk
devletinde, Türkler ilk defa “millet”
basamağına ulaşmışlar, ardından gelen
Hazar Kağanlığı’nın yıkılması ile, bu
“millet” olma hali bir “de jure” özelliğe
dönüşmüş, o çağdan bu çağa, ancak
uruklar ya da ulusların etkin olduğu Türk
millet grubu içinde alt birlikler teşekkülü
halinde Türk kültürü aktarılagelmiştir.
Milliyetçilerin yapmaya çalıştığı şey ise, bu
“de jure” millet olma halinin, tekrar “de
facto” olmasını sağlamaktır.
İşte burada, kültür havzası devreye girer.
Kavim adını vererek terim anlamıyla tasnif
ettiğimiz etnik topluluklar, coğrafi ve
tarihi şartların izin verememesi nedeniyle
“etkileşim”in dışında kaldıklarından,
devletleşen ve dolayısıyla etkileşime,
dolayısıyla ticaret ve etkin üretime izin
veren yapılara eklemlenmeye çalışırlar. Bu
yüzden, eskiden kozmopolitliğin, şimdi ise
kapitalizmin kurallarınca işleyen bu
“eklemlenerek oluşan şemsiye”
GENCAY
36
mekanizması, doğru yorumlanmadan,
yüzeysel ve indirgemeci bir bakışla,
geçmiş “kozmopolit düzen”in yeniden
ihyası ile sağlanabilir fikri, günümüz yeni-
Osmanlıcıları ve Türkiyelicilerinin aklına
gelmektedir.
Milliyetçiler ise, “milliyetçilik” adı altında,
sebeplerini başka yazılarımda irdelediğim
şekilde, “ulusçuluk” ya da “devletçilik”
yapmaktadırlar. Bu sebeple, bu doğal
“kültür havzası” dinamiğinin, yeni-
Osmanlıcılık ya da Türkiyelicilik adı
altında, meselenin özüne inmeden, bu
coğrafyada oluşmuş kültür havzasının
“birleştirici, derleyici, regüle edici” başat
unsuru olmuş “Türk”ü, “bilmem kaç etnik
gruptan sadece ve herhangi biri”
konumuna indirgeyici bir bakışla
manipüle edilmesine etkin bir muhalefet
ortaya koyamamaktadırlar.
Öyleyse Türk milliyetçileri, Türk
milliyetçiliği yaparken, şunu hatırlamalı:
Osmanlı’nın çöküşü ile Türk’e isyan eden
kavimler, esasında, isyan etmekte haklı
idiler. Zira bizler, yükseldiğimiz konum
itibarı ile, onların bu “etkileşim” ve
eklemlenme sürecini sevk ve idare
etmekle mükelleftik, ancak kendimizi
içinde bulduğumuz dekadans ve
dejenerasyon, bizi bunu yapabilmekten
alıkoydu ve maalesef bu, kültür
havzamızdaki kavimlerin bize isyanı, ve
İlber Ortaylı’nın “bizim milliyetçiliğimiz
hep savunmadadır” dediği gibi,
reaksiyoner bir Türk milliyetçiliği
doğuşuna sebep oldu. Türk, tekrar
kendisini o konuma yükseltirse, önce
Osmanlı zamanında eriştiği kültür
havzasına tekrar (ancak Osmanlı’nın
yöntemiyle değil. Zira artık, dünya aynı
dünya değil.) hakim olacak, ardından Türk
Milleti’ni tekrar fiilen millet haline getirip,
kültür havzasının sınırlarını Mançurya’dan
İtalya’ya çizecektir.
Demek ki Türk, potansiyelinin
manipülasyonu üzerine kurulmuş
“vatandaş bağına dayalı milliyetçilik” (ki
ulusalcılık da deniyor), “Türkiyelilik” gibi
kavramlardan uzak durarak, “kültür
havzası milliyetçiliği” yapmalıdır ki o
zaman, Kürt meselesi de, söz gelimi
Ermeni, Rum, vb. meseleleri de, çözüme
ulaşacaktır. Türk’ü, Türkiye
cumhuriyetinin tarihi mirasına sahip başat
unsur değil de, bu ülkedeki etnik
gruplardan herhangi biri konumuna
indirip, “Osmanlıcılık”, “Türkiyelilik” gibi
süslü fakat tehlikeli hayallerle Türkiye’yi
bir etnik çorbaya, ardından kimliksiz,
kişiliksiz, dolayısıyla üretkenliğini, karşı
koyabilirliğini kaybetmiş, mankurt bir
tüketim toplumuna, üstelik kendisi ruhunu
yitirse dahi, kabuğunda yaşayan tarihi
mirası ile Ortadoğu’yu kontrol etme
imkânına sahip olduğu için, Amerikan
emperyalizminin bekçi köpeğine
çevirmeye çalışan bu kafaya karşı, Türk
milliyetçilerinin tutacağı en iyi yolun bu
olduğunu düşünüyorum.
Ezen bolsun karındaş kalık.
GENCAY
37
TEPKİSEL MİLLİYETÇİLİKTEN
KURTULMAK Emre ECE
Türkler’de milliyetçilik anlayışı, Osmanlı
devletinin yıkılma evresinde toprağa
tohumu atılmış ve Ziya Gökalp, Yusuf
Akçura, Zeki Velidi Togan, Mehmet Akif
Ersoy gibi aydınların katkılarıyla
topraktan gövdesini çıkartmıştır.
İmparatorluğun yıkıldığını gören Türk
aydınları mandacılığı kabul etmenin
veyahut milli mücadeleyi bırakmanın Türk
milletine getireceği zararı hesap edip Türk
merkezli bir devlet kurma fikrini ortaya
attılar. Bilindiği üzere Mustafa Kemal
önderliğinde yeni bir Türk devleti, Türkiye
kuruldu. Bu süreçte doğan Türk
milliyetçiliği tepkisel değil, aksiyoner yani
tarihe ve olaylara yön veren bir hareketti.
Doğuşu sırasında fikir üreten, millete yön
veren bu fikir akımı, Nihal Atsız ve bazı
diğer Türkçüler etrafında cereyan eden ve
faşizmi karşısına alan 3 Mayıs 1944
olaylarında da aksiyonerdi ve fakat yıllar
geçtikçe tepkisel bir harekete dönüştü.
Bunda ülkemizin bir Moskof iline
dönüştürülmeye çalıştırılmasına mani
olmak için yürütülen komünizmle
mücadele hareketinin etkisi büyük. O
zamanlarda milletin öz değerlerine sahip
çıkmak isteyen bir hareket, şimdilerde
gençlerin zihninde bir anti hareket olarak
algılanıyor. 80’lerde Milliyetçi-Ülkücü
olmak deyince zihinlerde anti-komünizm
beliriyor. Aslında tam tanımıyla öz
değerlere sahip çıkıp, onu gelecek
saldırılara karşı muhafaza etmekti
Milliyetçi olmak. Düşünün ki
üniversitenizin kapısına şu slogan
yazılıyor: “Muhammed’in Piçleri Giremez.”.
Buna karşı mücadele elbette ki tepkisel
olacaktır. Ama bu tepkisel mücadele
hareketinizi dönüştürmemeli dahası tepki
gösterilecek bir durum olmadığında
hareketsiz kalmamalısınız. Gündemde
oluşan maddelere ne diyeceğim diye
düşünmek yerine, bugün gündeme hangi
konu başlığını sokmalıyım diye
düşünmelisiniz.
O zamanlar Komünizm fırtınasına karşı set
olmaya çalışan Milliyetçiliğin, şimdiki azılı
düşmanı, dış destekli ve Kürt merkezli
bölücülük fikri. Bu yeni mücadelede
özellikle son 8 yıldır, tepkisellik ve
aksiyonerlik seçiminin en önemli
zamanındayız. Milliyetçiler tepkisellikten
kurtulamadığı için bölücülük karşısında
mevzi kaybetmeye devam ediyor. Bir kaç
GENCAY
38
örnekle bu mücadelede tepkiselliğin bize
bir şey getirmediğine bakalım.
Milliyetçiler şehit cenazelerinde boy
gösterip slogan atmakla suçlanıyor. Şehit
kanı üzerinden siyaset yapıyorlar deniyor.
Bu eleştiriyi kabul etmek elbette mümkün
değil fakat tepkiselliğin bize kattığı ne var?
Bunu düşünmek lazım. Yani cenazede
slogan atılsa terörle mücadeleye ne katkı
sağlanacak ya da toplumda hangi uyanış
gerçekleşecek? Bir şey katmayacak zira
bunu her cenazede yapıyoruz. Şehit
cenazesinde slogan atmak tepkisel bir
milliyetçiliktir ama sınır boyundaki askere
destek olmak için bir etkinlikte bulunmak
aksiyoner bir milliyetçiliktir. Yahut terör
suçlarının cezasının artırılması için yazılar
yazmak, etkinlikler düzenlemek aksiyoner
bir milliyetçiliktir. İdamın geri getirilmesi
için referandum talep etmek aksiyoner bir
milliyetçiliktir.
Yakınlarda demokratik özerklik ilan
etmişti DTK (Demokratik Toplum
Kongresi) adı altındaki yapı. Bu ülkede
şaşkınlıkla karşılandı ve milliyetçiler
hazırlıksız yakalandığı bu süreci yine
ürettiği argümanlarla tepkisel karşıladı.
Hâlbuki bu ilan tahmin ediliyordu ama
milliyetçiler yine olay patlak verdikten
sonra tepkisel yazılar yazıp halkı
“uyandırmaya” çalıştı. Kısacası yine
tepkisel milliyetçilik yaptılar. Demokratik
özerklik adı altındaki bölünme adımlarına
karşı durabilecek cepheyi bir araya
getirmek ve bunu millete ilan etmek
aksiyoner bir milliyetçilikti vefakat
yapılmadı. Tepkiyle karşıladığımız
DTK’nın bu ilanını milletimizin büyük bir
kısmı duymadan gündemden düştü.
DTK’nın çirkin yüzünü millete göstermeye
yetecek hamle de karavana olmuş oldu.
Örneklerden de görüleceği üzere yaşanan
süreçlere tepki vermenin yanında
gündemde yer bulamadığımızı, gündemi
değiştiremediğimizi kabul etmemiz
gerekiyor. Bu öz eleştiri, hataların
düzeltilmesi için ilk adımdır. Biz neden
aksiyoner olamıyoruz ve sadece yaşanan
süreçleri sadece eleştirmekle yetiniyoruz?
Bu soruları daha çok sormalı ve çözümler
aramalıyız ki bizim belirleyeceğimiz bir
gündemimiz olsun. Aksiyoner bir
hareketin sonunda atacağımız manşetleri
söylemenin şimdilik lüzumu yok.
Tanrı yolundaki Türk’ü korusun ve
yüceltsin.
GENCAY
39
ÜÇ ÇOCUK ÜÇ HİKÂYE Mehmet SÜRÜBAŞI
Şimdi (Daha çocuk yaşta bu vatan için
Çanakkale’de yiğitçe çarpışan, aslan
yürekli çocuklara ithaf olunur…)
Gökyüzünü uğursuz bir siyahlık kaplamış,
Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan
düşman zırhlılarından atılan toplar
siperlerin etrafını delik deşik etmiş,
yamaçlardaki küçük ağaçlıklardan göğe
dumanlar yükseliyordu. Etrafta telaş
içerisinde koşuşturan askerlerin seslerine,
yaralı Mehmetçiklerin feryatları karışıyor,
yaralı askerlere yetişemeyen sıhhiyeden
bir çavuş yardım etmeleri için siperlerdeki
askerlere sesleniyordu. Düşman
zırhlılarının taarruzu sırasında darbe alan
toplar onarılmaya çalışılıyor, siperlerin
göçmesiyle içine dolan topraklar
temizlenmeye çalışılıyordu. Havanın
kararmaya başlaması yapılmaya çalışılan
işlerin bitmesine engel teşkil ediyordu.
Henüz 13 yaşında olması sebebiyle boyu
kısaydı, etrafa bakınmak için siperin
içindeki toprak yığıntısının üstüne çıkması
gerekiyordu. Kendini çok yorgun
hissediyor, uykuya dalmamak için arada
bir kendini çimdikliyordu. Zira kaç gündür
devam eden düşman taarruzu sırasında
doğru düzgün bir uyku bile uyuyamamıştı.
Üstü başı çamur içindeydi, arada siperlere
doğru esen rüzgâr gözlerine toprak
taneciklerini doldurmuş, gözleri
yanıyordu. Taşıması için kollarının
kuvvetinin yetmediği, ateş etmesi için de
sipere yaslaması gereken tüfeğine ilişti
gözleri. Namlusundan kabzasına kadar bir
göz gezdirdi tüfeğine. Tüfeğinin boyu ne
kadar da uzundu, kendi boyuyla kıyasladı,
dört karış daha olsa benle aynı boyda
olurdu diye düşünürken, bir yandan da
eline bakarak dört karışını hesap etmeye
çalışıyordu. Tüfeğinin bir kuş gagası gibi
görünen siyah tetiğine götürdü
başparmağını, soğuktu. Tetiğin
soğukluğunu hissederken, diğer eliyle
tüfeğinin kabzasını omuzuna yasladı.
Siperde üstüne bastığı toprak yığıntısının
dağılmaya başladığını hissedip, ayaklarıyla
biraz daha toprak yığdıktan sonra tekrar
yığıntının üstüne çıktı. Şimdi etrafı daha
iyi görebiliyordu. Gözlerini kısarak ufukta
taarruza hazırlanan düşman gemilerinin
ışıklarına baktı, gemilerin bacalarından
çıkan kara dumanlar bütün
uğursuzluğuyla gökyüzüne karışıyordu.
Ne istiyorlar bizden diye düşünürken,
yeni bir soru beliriverdi kafasında: “Biz
onlara ne yaptık ki?”
Aklındaki soruların birini cevaplamadan
diğer bir soru hemen karşısına dikiliyordu.
Annesine söz vermişti, ne olursa olsun
gâvur düşmana karşı savaşacaktı. Hem
babası da bu vatan için savaşmaya
gitmemiş miydi? Babası aklından geçince
GENCAY
40
göğsünde bir sıkışma hissetti, içinde tam
olarak tarif edemediği bir yer acıyordu,
gözleri doldu. Babası, o daha küçükken
askere gitmiş ve bir daha geri dönmemişti.
O da gavur düşmana karşı durmak için bizi
bırakıp gitti dedi kendi kendine. Babasının
yüzünü tam hatırlayamıyordu, keşke dedi
keşke babam giderken biraz daha büyük
olsaydım, yüzüne doya doya baksaydım.
Tüm bunları aklından geçirirken karnının
gurultusunu hissetti, acıkmış olduğunun
farkındaydı ama bunu aklına getirmemeye
çalışıyordu. En son yemeği olan buğday
lapasını dün akşam yemiş, onu da yerken
gavur düşman saldırıya geçmiş, yemeğini
yarıda bırakmak durumunda kalmıştı.
Ninesinin yaptığı gözlemeler geldi aklına…
Daha pişmeye başlarken etrafa mis gibi
kokular saçılır, tandırdan çıkınca da elini
yakan gözlemeyi tutmak için olağanüstü
bir çaba harcar, üfleye üfleye yerdi.
Elindeki sıcak gözlemeyi bir sağa bir sola
sallayıp türlü şaklabanlıklar yaparken
annesi “Nimetle şaka olmaz” diye
kendisine kızardı. Annesinin o sözleri
aklına gelince dudağında bir tebessüm
belirdi. Ne iyi kadındı annesi, acaba bütün
anneler bu kadar iyi midir diye düşündü.
Acaba annesi şimdi ne yapıyordu,
kendisini bekliyor muydu? Birden
doğrularak kendine kızdı, tabi ki de
bekliyordur, benim ki de laf diye geçirdi
içinden. Annesi, küçük kardeşi Ayşe,
ninesi, dedesi, köyü, köyün altından akan
küçük dere, koyunlar, ağaçlar gözünün
önünden bir bir geçiyor, her seferinde de
aklına o yerde geçen bir anısı geliyordu.
Bir Mehmetçiğin okuduğu ezan, onu
daldığı hayal aleminden uyandırıverdi,
birden kendisini gerçeğin acımasızlığıyla
kuşatılmış buldu. Başını ezan sesinin
geldiği yöne çevirdi, biraz ilerde sadece
siluetini gördüğü ama yüzünü seçemediği
iri yarı bir asker okuyordu ezanı. Askerin
sesi kulağına ne kadar da güzel geliyordu.
Ezan okuyan askerin sesi, köyündeki
Çoban Ahmet’in sesi gibi güzeldi. Çoban
Ahmet bir yandan koyunları sürerken, bir
yandan da yanık sesiyle türkü söylerdi.
Gâvur düşman taarruzuna ara verdiği
vakit, ezan okuyan askeri bulup, ona
Çoban Ahmet’in söylediği türkülerden
birini söyletmeyi geçirdi içinden. İsmini
bilmediği güzel sesli asker ezan okumayı
bitirmiş, diğer askerler namaz kılmak için
saf tutuyorlardı. Saf tutan askerleri
görünce yüreğinde inanılmaz bir cesaret
hissetti, tüfeğini sımsıkı kavradı, gözleri
parladı, kendi kendine “Gâvur düşmana bu
toprakları çiğnetmeyeceğim” diye söz
verdi. Yüreğinden filizlenen duygular
dudaklarından kelime kelime döküldü ;
“Ne pahasına olursa olsun, geçit
vermeyeceğim!” Derken düşman
zırhlılarından atılan bir top mermisi, ölüm
kusmak için ıslıklar çıkararak siperin
ortasına düştü ve siper gül bahçesine
dönüverdi…
(Dinlerinden, dillerinden,
Türklüğünden mahrum edilmiş, öz
vatanında garip bırakılmış
Türkistan’daki yiğit çocuklara ithaf
olunur…)
GENCAY
41
Urumçi sokakları derin bir sessizliğe
gömülmüş, gecenin karanlığından istifade
gözyaşlarını sessizce akıtıyordu. Etrafta
sadece devriye gezen polis araçlarının
ışıkları görülüyor, telsiz sesleri, sokak
başlarındaki polislerin baykuş misali
uğursuz kahkahalarına karışıyordu.
Urumçi’de Türkler’in bulunduğu
semtlerde elektrikler kesildiği için, Uygur
aileleri gaz lambalarıyla idare etmeye
çalışıyordu. Şehrin karanlık
mahallelerinden birinde, mütevazı bir
evin, bir gaz lambasıyla aydınlatılmaya
çalışılan odasında bir çocuk, bir adam ve
bir kadın düşünceliydi. Gaz lambasının
içinde dans eden alevin yarattığı gölgeler
duvarda geziniyordu. Küçük çocuk, gaz
lambasının altında babasının yaralarına
gözyaşları içinde, elleri titreye titreye
pansuman yapan annesini izliyordu.
Babası bir tekstil fabrikasında gece geç
saatlere kadar çalışıyor, emeğinin
karşılığının yarısı bile olmayan bir ücretle
ailesine bakmaya çalışıyordu. Babası
akşamüstü üstü başı kanlar içinde gelmiş,
bunu gören annesi kapıda bayılıvermişti.
Babasının, annesine anlattıklarından
duyduğu kadarıyla fabrikada çalışan
Çinliler, Uygur kadınlarına tacizde
bulunmuş, buna dayanamayan Uygur
erkekleri Çinlileri engellemeye çalışmıştı.
Daha sonra kalabalık bir grup halinde
gelen Çinli işçiler Uygur işçilere demir
çubuklarla saldırmışlardı. Babası yaklaşık
iki saattir düşünceli düşünceli oturuyor,
arada bir ağzından “Allah büyüktür”
cümlesi dökülüyordu. Babasına dikkatle
bakınca yüzünün Taklamakan Çölü gibi
sapsarı olduğunu farketti. Babasının bu
hale getirilmesi çocuğu çok etkilemiş,
akşam yemeği yemesine bile engel
olmuştu. Aslında babası güçlü kuvvetli
biriydi, babasının geniş omuzları küçük
çocuğa hep Tanrı Dağları’nı hatırlatırdı.
Sayıca fazla olsalar gerek diye düşündü
çocuk, yoksa babasını tek bir kişi asla bu
hale getiremezdi.
Saat epey geç olmuştu, annesi küçük
çocuğa dönerek “Muhammed Batur, hadi
geç oldu yat artık” dedi. Çocuk derin bir
uykudan uyanmışçasına silkelendi, gözleri
parladı. Adı Muhammed Batur’du, ona bu
ismi rahmetli dedesi vermişti. Günlük
yaşamında defalarca Muhammed Batur
olarak çağrılmasına rağmen, hiçbir çağırış
onu adını düşünmeye sevk etmemişti.
Dedesi ölmeden önce, onunla iyi vakit
geçirirdi. Dedesi Muhammed Batur’a
hikâyeler anlatır, bu hikâyeleri anlatırken,
adeta gençleşir, heyecanlanır, gözleri
parlar, sanki cenge gidecekmiş gibi
doğrulurdu. Hatta ve hatta dedesi bu
hikâyeleri anlatırken kamburunu bile
doğrultur, elindeki bastonunu heyecanla
yere vururdu. Her hikâyeden sonra,
Muhammed Batur’a döner bunları sakın
unutma deyip, yavaşça tebessüm ederdi.
Ona birçok hikâye anlatmıştı, ama o çoğu
zaman dedesinin anlattıklarını dinler gibi
yapıp az ilerde oynayan çocukları izlerdi.
Sahi dedesi ona neler anlatmıştı?
Gözünü gaz lambasına dikerek
hatırlamaya çalıştı. Dede Korkut
Hikâyeleri diye bir şeyler anlatırdı, Dede
Korkut’u hep dedesinin dedesi olarak
düşünmüş ama bir kez olsun bile Dede
Korkut kim diye merak edip de
sormamıştı. Sonra Kaşgarlı Mahmut’u
anlatmıştı dedesi. Yusuf Has Hacip’i de
anlatmıştı dedesi ona. Çocuk dedesinin
anlattığı kişileri hatırlıyor fakat dedesinin
onlara dair ne anlattığını hatırlamıyordu.
GENCAY
42
Bir ara dedesi küçük çocuğa isminin niçin
Muhammed Batur olduğunu anlatmaya
başlamış, sonrasında da Osman Batur diye
birini anlatmıştı. Kendi adı da Batur
olduğu için sadece onun tamamını dikkatle
dinlemişti. Dedesinin Osman Batur’a dair
anlattıklarını düşündü, hikâyenin büyük
bir kısmını en ince ayrıntısına kadar
hatırlıyor fakat sonunu hatırlayamıyordu.
Acaba hikâyenin sonunu babasına sorsa,
bilir miydi? Birkaç kez babasına sormayı
aklından geçirdiyse de her seferinde
kendini tutmayı başardı. Çocuk bütün
bunları düşünürken, annesinin sesiyle,
daldığı düşüncesinden uyandı. Muhammed
Batur, oğlum sen beni deli mi edeceksin
kaç defadır sesleniyorum, geç oldu hadi
yat artık diyordu annesi. Çocuk yavaşça
doğruldu, yatağına doğru yönelmişti ki,
kapı hızlı hızlı birkaç kez vuruldu. Babası
kalkamadığı için kapıya annesinin bakması
gerekiyordu, annesi kapıya doğru
yönelirken çocuk da peşinden gitti. Annesi
bir kaç kez kapıyı vuranlara “kim o” diye
seslenmiş, karşıdan cevap verilmediği gibi
kapı daha hızlı vurulmaya başlamıştı.
Annesi çocuğu arkasına alarak kapıyı açtı,
gelenler Çinli polislerdi, paldır küldür
içeriye dalıp babasını sordular. Cevap bile
beklemeden babasının bulunduğu odaya
yönelmişlerdi bile. Babasını apar topar
dışarı çıkardılar. Annesi engel olmaya
çalışmış fakat onu dinlememişlerdi. Küçük
Batur da Çinli polisin bacağına sarılmış,
bu karşı koymaya sinirlenen polis
Muhammed Batur’a okkalı bir tokat
yapıştırmıştı. Polisler babasını arabaya
bindirirken, ona doya doya baktı,
babasının yüzünü aklına nakşetti. İçinden
gelen garip bir ses, babasını bir daha
göremeyeceğini söylüyordu. Çocuk
karanlık dar sokaklar arasında gözden
kaybolan polis arabasına yaşlı gözlerle
bakarken, dedesinin anlattığı Osman
Batur hikâyesinin sonunu hatırlayıverdi.
Gözyaşları arasında annesinin
duyamayacağı bir ses tonuyla “Osman
Batur öldürülmüştü” dedi…
(Zulmün ve küfrün karanlığı altında
yaşamaya direnen Filistinli çocuklara
ithaf olunur…)
Güneş bütün sıcaklığıyla Gazze’yi
kavururken, insanlar yıkık, virane
sokakların arasında insanlar gruplar
halinde, minaresi uçak bombardımanı
esnasında yıkılmış camiden yükselen ezan
sesine doğru yürüyorlardı. Kubbetüs-
sahra biraz yorgun biraz garip idi ama
muhteşem kubbesinin ihtişamıyla gururla
ayakta duruyor adeta direniyordu.
Gazze’nin köhne sokakları arasında küçük
bir çocuk sıcaktan rahatsız olmuş olacak
ki, yarısı yerle bir olmuş bir evin gölgesine
çömelmiş, elindeki dal parçasıyla yere bir
şeyler çiziyordu. Çizimi bittikten sonra
ayağa kalkıyor büyük bir sanatkâr edasıyla
eserini inceliyor, beğenmediği yerleri
ayağıyla silip tekrar yapmaya
koyuluyordu. Arada bir dinleniyor eliyle
terleyen alnını siliyor, sonra kendince çok
mühim olan işine yöneliyordu. Çocuk son
GENCAY
43
kez ayağa kalktı, eserine bakıp olmuş
dercesine kafa salladı sonra elindeki dal
parçasını ortadan ikiye kırarak bir kenara
fırlattı. Çocuğun yüzünden çok büyük bir
işi halletmiş olmanın verdiği mutluluk ve
gurur aynı anda okunuyordu. Az önce
çöktüğü gölgeye tekrar oturdu. Etrafına
bakındı, zira yıkık evler ve virane sokak
onu çok rahatsız ediyordu.
Bombardımanın olduğu geceyi hatırladı,
gözlerinde bir korku beliriverdi.
Bombardımanın ilk anlarında annesi ve
babasıyla birlikte sığınağa girmişler,
sabaha kadar da oradan çıkmamışlardı.
Sabah olduğu zaman, dışarı çıkmışlar hala
dumanlar tüten mahallelerine gözyaşları
içinde bakmışlardı. Yüz metre ilerde
oturan arkadaşı Hüseyinlerin evinin yerle
bir olmuş olduğunu görünce avazı çıktığı
kadar bağırmış, o yöne koşmak istemiş
fakat annesi elini bırakmamıştı. “Niçin”
diye düşündü, arkadaşı Hüseyin onlara ne
yapmıştı? Arkadaşı Hüseyin’i düşündü,
yüzünde bir tebessüm filizleniverdi.
Saçları kısa traşlı, zayıf, esmer bir çocuktu
Hüseyin. Abisinin küçülen kıyafetlerini
giydiği için, hiçbir kıyafeti asla tam
uymazdı. Bütün kıyafetleri ona bol gelirdi.
Pantolonunun paçası yere sürtmesin diye
sık sık pantolonunu yukarı çeker, bir
yandan da gözlerini kısarak gülerdi.
Hüseyin ile eski bakkalın tentesinin
altında oturur, birbirlerine hayallerini
anlatırlardı. Yine birbirlerine hayallerini
anlatırlarken Hüseyin, “Bir gün hepimiz
özgür olacağız” demişti.
Küçük çocuk bunları düşünürken az ileride
birkaç İsrail askeri kendi aralarında
şakalaşıyorlar, arada bir galeyana gelip
sağa sola ateş açıyorlardı. Ahali Cuma
namazında olduğu için sokaklar boştu. Bir
İsrail askeri oturan küçük çocuğu fark etti,
sonra yanındakilere dönüp bir şeyler
söyledi. Aralarında küçük bir tartışma
geçti, sonra bir asker diğer askerlerden
para toplamaya başladı. Bir asker de
sırtındaki çantasını çıkardı, sırtını çocuğa
döndü. Bacaklarını açabildiği kadar açıp,
öne doğru eğildi. Silahını küçük çocuğa
doğrulttu. Birkaç kez ayağa kalkıp,
konumunu iyice tahlil ettikten sonra
belindeki tabancayı çıkararak eğildi,
dikkatlice nişan aldı. Çocuk bütün
bunlardan habersiz, oturduğu yerde
arkadaşı Hüseyin’i düşünüyordu. Bir el
silah sesi, Kubbe-tüs-sahra’nın
maneviyatına, ruhuna tecavüz ederken, bir
kurşun da küçük çocuğa doğru yol almıştı
bile. Küçük çocuk, silah sesinin aniliğiyle
irkilirken göğsünün sol yanında küçük bir
acı hissetti. Sonra karnına doğru yayılan
bir ılıklık olduğunu farketti. Tam elini
göğsüne atacaktı ki Hüseyin’i karşısında
görüverdi. Her zaman kendisine bol
kıyafetler giyen Hüseyin’in üzerinde bu
sefer, tam Hüseyin’in bedenine göre
dikilmiş çok güzel kıyafetler vardı.
Hüseyin ona doğru bakıp gülümsüyor,
“Bir gün hepimiz özgür olacağız” diyordu.
Küçük çocuk Hüseyin’e doğru yöneldi, az
evvel küçük bir acı hissettiği sol yanı artık
acımıyordu. Az evvel bir ağaç dalının
parçasıyla çizdiği güvercin resmine baktı,
gördüklerine inanamadı. Güvercinin göğsü
kıpkırmızı olmuş, kanıyordu...
GENCAY
44
GENCAY
45
BOŞ BİR ODA; “ÇOCUK” Dilek AKILLIOĞLU
Çocukluk kavramı, birçok insana göre
yaşam zincirinin doğal bir evresi olarak
kabul edilmektedir. Bu evre, insanın en
doğal ve yalın halidir. Yalın halde bulunan
insan, boş bir kaset olarak
nitelendirilebilir. Kasete yüklenecek her
bilgi çocuğa yazılmış hayat haritası özelliği
taşıyacaktır. Bu düşünce felsefe de Tabula
rasa düşüncesi olarak 17. yüzyıl
filozoflarından John Locke tarafından da
öne sürülmüştür. Locke göre ”insan
zihninde doğuştan gelen hiçbir şey
yoktur”. Boş bir levha olan insan zihni
çevresel uyaranlar ile dolacaktır. Yaşam
zincirinin ilk halkası olan çocuk, Locke’nin
üzerinde durduğu yönden bakıldığında
boş bir odadır, bu odayı döşemek, eşyaları
yerleştirmek zaman ve adım adım zihin
yollarının çevre tarafından kullanılması ile
mümkündür. Zihnin bütün öz
niteliklerinden yoksun, hiçbir idesi
olmayan, özel deyimiyle beyaz kâğıt
olduğunu düşünülür ise bu zihin nasıl
donatılacaktır?
Tarih boyu çocuk kavramı, kapsamı, biçimi
ve tarihsel gelişimi açısından farklılıklar
göstermiştir. Bu farklılıklar toplumların
sosyal, kültürel gelişmesine,
örgütlenmesine ve toplumun içindeki
egemenlik koşullarına göre de ele
alınmaktadır. Ortaçağda çocuk ve çocukluk
terimi kullanılmazken çocuklar yetişkinler
gibi kabul edilir, onlar gibi giyinir, kumar
oynar, içki içerlerdi. 1600-1800 yıllardan
sonra çocuk sağlığına, gelişimine,
eğitimine önemin artması ile çocuğun
insan yaşamındaki yeri değişmiştir.
Çocuğun dünyası değişmeye başlamış,
giyim tarzları, oyun ve şarkılar çocuklara
özgü hale gelmiştir. Çocuğun hayatı ile
yetişkinin hayatı ayrılmıştır.
Türk tarihinde çocukluk kavramı ise;
Türklerde toplumun çekirdeği aileden
oluşmaktadır. Türk aile yapısı ile ilgili
olarak ailenin en önemli görevlerinden
birinin beden ve ruh sağlığı açısından
sağlıklı ve başarılı bireyler yetiştirmektir.
Neslin devamını sağlayacak olan, evin
direği rolünü üstlenecek, ailenin birlik ve
dirliğini koruyacak, devamını sağlayacak
yetiştirilen çocuk olarak kabul edilmiştir.
Türk veraset sistemi yani ülkenin
yöneticisinin belirlenmesi de tarihsel
süreç içerisinde bu şekilde olmuş ve
babadan çocuğa geçmiştir. Bu nedenle
gerek sıradan ailelerde, gerekse hükümdar
ailelerinde çocuk büyük bir önem
kazanmıştır. Bu yüzden çocukların anlamı
farklı olmuştur. Çocuklar yiğitlik ve
savaşçılık konusunda yeterli bir hazırlığın
yanında, toplumsal yapıyı düzenleyen
kuralları da öğrenirler. Toplumun her
ferdi adeta çocukların yetiştirilmesi için
yine toplum tarafından görevlendirilmiş
gibidir. Bu eğitim sürecinde milli kültür
değerleri yoğun olarak kullanılmakta bu
değerler içerisinde yer alan
“ocağın kutsallığı ve devamlılığı”
noktasında çocuk ön plana çıkmakta dün
olduğu gibi bu günde değer
kazanmaktadır.
Çocukluk kavramı, yaşamın belirli sürecini
kapsayan insanın tüketici dönemi olarak
GENCAY
46
betimlenilse bile çocuk reşit olmayan birer
yurttaştır. Konumuzun girişini her
çocuğun aslında birer yurttaş adayı olduğu
fikri üzerinden şekillendirmeye başlarsak
elimizdeki bu boş levhaya eklenecekler ve
nasıl eklendikleri yer alacaktır. Çocuklar
topluma hazırlanmalı ve yetiştirilmelidir.
Ailenin çocuğun hayatındaki yeri
günümüzde mutlak ki önemini
korumaktadır. Fakat günümüzde
çocukların küçük yaştan itibaren sosyal
aracı olarak karşılaştıkları diğer iletişim
bağı televizyondur. Televizyonların
çocuklar üzerindeki etkisi, toplumun diğer
kesimlerine oranla çok daha fazladır. Bu
etki televizyonların sadece bilgi
aktarmaları yoluyla olmayıp, daha ziyade
belli davranış modelleri sunmaları
suretiyle cereyan etmektedir. Bu tipler
özellikle çocuklar için büyük bir taklit
kaynağı olan modellerdir. Kişiliğinin
oturduğu bu dönemde çocuk için model
olan kişi veya olgular oldukça önemli bir
işleve sahiptir.
Eğitimde taklit becerisi temel öğretme
biçimidir. Fakat bilinçsiz şekilde çocukta
özenti tipleri örnek alma davranışa aracı
olan televizyon programları, onların
yaratıcı olmalarını, yeteneklerini ortaya
çıkarmalarında ciddi sorunlara sebep
olmaktadır. Televizyondaki taklit kaynağı
tipler ve yaşam tarzları, çocuk ve gençlerin
toplumun kültürel değerlerini
yaşatabilmeleri açısından ayrı bir önem
arz etmektedir. Çizgi filmlerdeki
kahramanlar onlar için birer hayal ürünü
olmaktan ziyade zihinlerindeki yaşam
biçimin tamamını oluşturmaktadır.
Televizyon, çizgi filmler ile çocuklar
hayatın içindeki parçaları anladıklarını,
dünyayı tanıdıklarını kabul ederler.
Çocuklar ekranda seyrettiği o kahramanı
model olarak kabul edecektir.” Model
kelimesi kişinin kendini özdeş tuttuğu ve
duyuş, düşünüş ve davranışlarını taklit
etmeye çalıştığı kimseleri ifade
etmektedir.(1)” Çocuk model olarak aldığı
kişilerin yaşam biçimlerine göre dünyasını
şekillendirecektir. Burada aile ve TV
yapımcılarına düşen görevler ise
çocuklarının hayal dünyasında etkili
olacak programların yapımında
göstermeleri gereken hassasiyettir. TV
programlarının yayın politikaları, kültürel
değerler ön planda olacak şekilde
planlanmalıdır. Düşsel ve kurgusal olan
çizgi filmler hayal gücünü harekete
geçirecek toplumun ahlaki, sosyolojik
yaşamına uygun nitelikte olmalıdır.
Televizyon ve çocuk, iletişimindeki en
önemli konu, toplum değerlerini koruyan,
anlatan yerleştiren kavramların iyi
işlenmesidir. Bu konuda Türk toplumunun
kimliğini koruyabilecek, kendi kültür,
sanat, tarih ve diline sahip çıkacak
mesajların verildiği yayın stratejileri ile
ancak mümkün olabilir.
KAYNAK
(1): Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı,
23. Basım, Özgür Yay. İstanbul 1998, s.100.
GENCAY
47
ÇÖZÜ(LÜ)M GÖRÜŞMELERİNE DİNİ
BAKIŞ: TAĞUT KAVRAMI ÜZERİNE Mehmet UÇAK
Tağut, kök itibari ile Arapça’ dır. ‘’ Haddini
aşan mahlûk ‘’ anlamını taşır.
“Şer’i manası ise; Allah’ın koyduğu
ölçüler dışında ölçüler koyan, insanı
Allah’a ibadetten alıkoyan, Allah ve
Rasulüne tabi olmayı engelleyendir. Bu
insi ve cinni şeytan, nefis, hayvan, ağaç,
para, taş, kadın, mezar olabileceği gibi;
Allah’ın hükümleri dışında hükümler
koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği
seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim
adamı veya Allah’ın kitabın dan
kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve
düşünce (ideoloji) de olabilir.”
Günümüz tağutlarından bahsedelim.
Söylemleriyle insanları yanlış yollara sevk
edenler, bilerek-bilmeden yanlış
anlaşılmaya sebep olarak olumsuz
sonuçların ortaya çıkmasına en büyük
etken olanlar, BDP vekilleri, tağutlar…
İnsanın Tanrısallaşma süreci, hiçbir zaman
bu kadar alevlenmemiştir. Öcalan ve BDP
vekilleri, kendilerini Kürt halkının ilahı
olarak görmeye başlamışlardır. İdeolojik
ve sosyolojik bağlamda yaptıkları
açılımlar, Kürtlerin zihinlerini yıkama
sürecinde başarılı olmuştur. Allah’ın
mukaddes kitabında yazmayanları, hâk
olmayanları hakmış gibi göstermişlerdir.
Kan dökmek, can almak gibi konularda
Tanrısallaşma eğiliminde olan bu grup,
Kürt- Türk düşmanlığı yaratmakta çok
başarılı bir harekâtın öncüleri olmuşlardır.
‘’Allah, hüküm koymada kendisine ortak
kabul etmez.‘’ [Kehf:26] İlah, bu böyle
buyurur. Oysa onlar, kendilerince hüküm
koymaktan geri kalmazlar. Bilindiği üzere
sebepsiz yere kan dökmenin dinde yeri
yoktur. Fakat onlar sözde özgürlük
mücadelelerinde kan dökmeyi düstur
edinmişlerdir.
‘’Hüküm vermek yalnızca Allah’a
mahsustur. ‘’ [Yusuf: 40] Oysa onlar, kendi
doğrularını yaratarak hüküm verirler.
Bölücü kararlarla ülke topraklarında
yaşayan insanların sosyal ve beşerî hakları
üzerinde hüküm verip olumsuz sonuçların
ortaya çıkmasının baş mümessilidirler.
‘’İman edenler, Allah yolunda savaşırlar.
İnkâr edenlerde tağut yolunda savaşırlar.
O halde siz şeytanın dostlarına karşı
savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.‘’
[4/Nisâ-76] Allah, tağut yolunda
savaşmayı emreder. İnan bir insan,
tağutun ne olduğunu bilerek tağutlarla
mücadele etmek zorundadır. İdeolojik
GENCAY
48
olarak insanlara Tanrısallık taslayanlara
karşı mücadele vermek, ilahi bir
zorunluluktur. Bu tür insanların
faaliyetlerine karşı susmak, mücadele
etmemek Allah’ın emirlerini hiçe
saymaktır.
‘’Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk
sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim
tağutu tanımayıp, Allah’ a inanırsa,
kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir,
hakkıyla bilendir. ‘’ [2/ Bakara-256] Ayet
üzerinden bir çağrı: Yüce Allah, mukaddes
kitabında iyi-kötü olgusunun birbirinden
keskin bir şekilde ayrıldığını
göstermektedir. Tağut’un ne olduğunu
açıklamıştır. Bu bağlamda, Kürtçü
ideolojinin faaliyetleri ve söylemleri göz
önünde bulundurulduğunda bu ideolojiyi
ve önderlerini tağutlukla itham edebilir,
tağuta karşı dinin gerektirdiği şekilde
mücadele edebiliriz.
Dinî bir olgu olan -Tağut- kavramı
üzerinden gündem değerlendirmesi
yapmanın daha uygun olacağı konusunda
aldığım telkin[ Sağ olsun, kıymetli bir
büyüğümün tavsiyedir.] doğrultusunda
mukaddes kitabımızdan alıntılarla devam
ettik.
Buradaki asıl sorun şudur: Siyasî
bağlamda tağutluk kavramı ile
nitelendirilen kimseler kimlerdir? Vicdan
süzgecinden geçirdiğimiz zaman, aslında
çok dürüst ve nitelikli olarak
nitelendirdiğimiz insanları da tağut
kavramıyla bağdaştırabilir miyiz?
Mühim sorunun mühim bir cevabı vardır
elbet. Örneğin, Türk milliyetçisi bir gencin,
Devlet Bahçeli’nin fevrî bir çıkışından
ötürü ülke vatandaşlarını ayrımcılığa
götürebilecek bir durumda gönül verdiği
lidere tağut yakıştırmasını yapabilir
miydi? Refleksel olarak, bizzat benimde
yaptığım gibi bir BDP Nevruz mitingini
protesto etmeye giden insanları bir yiğit
olarak gösteriş ve karşı tarafı da aşağılar
tavırlarla yansıtma eğilimi de aslında bir
tağutluk mudur? Ülke milli birliğini ve
bütünlüğünü korumak amacıyla yapılan
faaliyetlerin birçoğu bilinçli/bilinçsiz
acaba tağutluk alâmeti olabilir mi?
Görüldüğü üzere, mühim sorulara mühim
cevaplar aranırken cevap verilmekten
ziyade yeni sorularla karşılaşılmıştır.
Mevzu, çok daha fazla sorularla
genişletilebilecek derecede önemlidir.
Lâkin bu soruların devamı okuyucuya
bırakılmış, okuyucunun vicdan
süzgecinden geçirilmek için sıraya
sokulmuştur.
Bölücü faaliyetlere tarafsız ve
düşündürücü bir şekilde bakıldığında,
vicdanımız bize aslında ağzımızdan
çıkanlara katılmadığımızı gösterecektir.
Çoğu zaman, fevrî çıkışlarımızı aslında
kendi kendimize çürüttüğümüz olmuştur,
olacaktır. Bu mühim meselede
irdelendiğinde yine aynı sonuca ulaşılacağı
şüphesiz kaçınılmaz bir gerçektir.
Din, insanî ve vicdanî her olguyu
kapsayan, her hadiseyi açıklığa kavuşturan
bir gerçekliktir. İslâm dini, fani hayatın her
alanında[ Sosyal, siyasal, beşeri, …] bize
yol gösterici bir rehberdir. Bu bağlamda
günümüz popüler gündeminde yaşanan
Kürtçülük - Türkçülük - Ümmetçilik -
Radikalcilik gibi hususlarda dinin kıstas
GENCAY
49
olarak alıp, uygulamalıyız. Çoğumuz, gerek
internet siteleri gerekse basılı yayınları
takip ederek haberi okur, köşe yazarlarını
itinayla takip ederiz. Önde giden
yazarların fikirlerinden esinlenir onları
fikir babamız yaparız. Fakat çok az insan
dışında iyi-kötü ayrımını, insanî olanı,
insanî olanı fark edebilen yoktur.
Birilerinin güdümünde, aslında size ait
olmayan fikirlerle yola çıkarsınız,
çoğumuzun yaptığı gibi. Onların izinden
gideriz, onların dedikleriyle konuşuruz.
Oysa insan temelde saf ve temizdir,
doğarken iyi olarak doğmuştur. Özümüzde
doğruluk, iyilik, vicdan gibi olgular
mevcuttur. Özgür oluşumuzda bunlara
eklendiğinde aydınlanma sürecinin siyasal
hayattan sosyal hayata birçok olayda vuku
bulması gerekmektedir, son günlerde
yaşanan olaylarda buna dâhildir.
Esenlikler dilerim.
GENCAY
50
RUH ADAM’IN ÖZÜ: İNANÇ Yunus Emre UYAR
Her fikriyatın ihtiyaç duyduğu çok yönlü
besin kaynaklarına sahip olmak
hususunda yurdun önde gelen akımı olan
Türkçülük, bu özelliğini büyük ölçüde
kendisine ilim, fikir ve sanat mahsulleri
vermekte yarışan bir aydın kitlesine
borçludur. Türk milliyetçiliğine ve tabi
doğrudan Türk milletine hizmette
yarışanların en azimlilerinden olan Nihal
ATSIZ, her şeyden evvel akademik kişiliği
sayesinde Türk düşüncesinin en verimli
eserlerinin müelliflerinden olmuştur.
Türkçülük ve doğrudan Türk milleti,
ihtiyacı olan ilmin önemli bir kısmını onun
sürgünlerle geçen ömrüne rağmen ortaya
koyabildiği on yedi akademik eserle, fikri
bugün sekiz ciltte toplanabilen çeşitli
dergilerde sürgünlere, hapis cezalarına
maruz kalmak pahasına yayınladığı
makalelerle ATSIZ’da bulmuştur. Bir süre
sonra bir hareket haline gelen
milliyetçiliğin anarşi dönemindeki
psikolojiyle belki de en çok ihtiyaç
duyduğu romantik yönü ise önemli
kaynaklarını yine ATSIZ’da, onun
romanlarında ve şiirlerinde bulmuştur.
Fetret devrinin çağdaş bir tahlili
mahiyetindeki Deli Kurt, Köktürk çağının
bir tarihçi gözüyle izlenip bir sanatçı eliyle
ortaya konduğu Bozkurtların Ölümü ve
Bozkurtlar Diriliyor, kapitalist düzenin her
gün onlarca Türk gencinin maneviyatına
kastettiği ve bir maneviyat aşığı olan aydın
için elem verici olan gidişata “dur” demek
mahiyetindeki Ruh Adam, yurdu tehdit
eden faşizme karşı “Şehitlerden elli milyon
bekçisi olan / Aşılmaz bir kayadır bu ebedi
vatan…” diye haykıran Davetiye… Türk
soyuna olan bağlılığı ve kurulu düzene
karşı “susmaz” şahsiyeti nedeniyle çektiği
hapis cezası onda son eserini tamamlamak
için güç bırakmamıştı. İlmi çalışmalarını
sürdürecek yeterliliği de kalmamıştı. Her
şeyden evvel bir bilim adamının ilmi
çalışmalarının, bir şairin şiirlerinin,
mütefekkirin makalelerinin ve romancının
romanlarının önüne böylesine kirli siyasi
bir set çıkmamış olsaydı hiç kuşkusuz
evvela Türk milleti ve umumi manada
insanlık âlemi onun kaleminden yeni
eserler kazanmış olacaktı. Kaybeden hiçbir
zaman Nihal ATSIZ olmamıştır. Kaybeden
ilim, fikir ve sanat dünyası olmuştur. İşin
en talihsiz yanı kültür dünyasından bir
yıldızı zorla söküp almak cüretini
göstererek insanlık âlemine bu kaybı
yaşatanın Türk devleti olmasıdır.
Sözü edilen çok yönlü özellikleriyle ATSIZ
birçok araştırmacıya konu olmuş, eserleri
türlü bakış açılarıyla tahlillere tabi
tutulmuş, hala da tutulmaktadır. Onu
anlamak kolay iş değildir. Nitekim büyük
eserler çift katmanlıdır. Üstte kalan
GENCAY
51
katman, yani yüzeysel olan avama hitap
eden ve yalnız onlarca anlaşılabilecek olan
kısım, derinlikli olan alt tabaka ise ilmi
gözlere mahsus olan kısımdır. Onun
eserlerinin ve doğrudan fikriyatının
derinliklerine inmek hiç kuşkusuz uzun
yıllar alacaksa da üzerindeki her bir tahlil
bu yolda bir adım sayılmalıdır.
Hangi yönden bakılırsa bakılsın Ruh Adam
bir hikmetler yumağı görünümündedir.
Onda her renkten milletin kendisine
çıkaracağı dersler sanat sihriyle teşekkül
etmiş bir örüntü halindedir. Bunlardan
zihni gücün yettiği ölçüde dersler
çıkarmak tahliller yapmak çabası eserden
üst düzeyde fayda sağlamanın birkaç aciz
adımı olacaktır. Sözü edilen sihirli örüntü
İrfan Yayınevi’nin tanıtımında şu ifadelerle
nitelenmeye çalışılmıştır: Müellifin tarihi
romanlarını okumuş olanlar, tarihi bir
roman gibi başlayan bu eserin öyle
olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe
kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde
bulacaklardır.
Burada sözü edilen hikmetler yumağından
çıkarılması gereken derslerden yalnızca
biri ele alınacaktır. O da peşinen
söylenmelidir: “inancın önemi”. İnanç
mefhumunun önemi okura ana
kahramanın başından geçen bir aşk
hadisesiyle anlatılır. Mehmet AYDIN’ın
“Bön okuyucu” olarak nitelediği okur tipi
tarafından tabi olarak “iradesizlik
numunesi izletildiği, gayri meşru ilişki
propagandası yapıldığı, ailenin temeline
dinamit koymaya çalışıldığı” gibi
yorumlara tabi tutulacak olan eserin
sembolleri çözüldüğünde bu iddiaların
aksine baştan sona kadar adeta “inanç”
propagandası yaptığı görülecektir. Bu da
umumi fikriyatı her şeyin önüne
maneviyatı koyan ATSIZ’ı tanıyanlar için
pek şaşırtıcı olmayacak, onun
makalelerinde işlediği fikirlerin roman
bünyesindeki bir uzantısı görülecektir.
İptida romandaki kahramanların
yüklendiği manayı görebilmek için her
birinin sembolize ettiği kavramları kısaca
sıralamakta fayda vardır. Ana kahraman
Selim Pusat’ın eşi Ayşe, fedakârlığıyla
gelenekli Türk ailesini, Güntülü babası
hakkında bilgi olmamasıyla soysuz ve
yalnızca şekilde kalan madde güzelliğini,
Leyla bir hanedan mensubu olmasıyla
maneviyata intikal edebilen soylu
güzelliği, Şeref en yakın arkadaşı Pusat’ın
gidişatına olağan dışı müdahaleleriyle
şerefi, Yek hiçbir milliyete mensup
olmadığını söylemesiyle de kendini ele
veren kötülük odağı şeytanı temsil eder.
İnanç hissesini almak için de Selim
Pusat’ın daha ayrıntılı anlatılması gerekir.
Selim Pusat ilk bölümlerde okura müthiş
bir irade abidesi şeklinde sunulur.
İlerleyen sayfalarda asıl değişim bu
özelliği üzerinden olacaktır. Bunu ana
kahramana verilen askerlik mesleğiyle
pekiştiren yazar yer yer kurguladığı
diyaloglarla bunu iyice hissettirir. Asker
olmak Pusat ile bütünleştirilir ve onun
karakterinin ana hatlarını belirler.
Hepsinden önemlisi askerlik mesleği Selim
Pusat’ın bir inancı olarak gösterilir. Onun
şahsiyetini belirleyen başat amil
olmasından, ruh dengesinin bozulma
sebebinin ondan uzak kalmak olmasına
kadar türlü vakalar okuyucuya bunu
hissettirmek üzere düzenlenmiştir.
GENCAY
52
Ana kahramanın romanın başındaki bu
ideal şahsiyetinin acıklı bir çözülmeye
maruz kalması en kısa ifadesiyle gayri
ahlaki bir hal almasıyla gösterilir. Bu hal
evli ve çocuk sahibi olan Pusat’ın aynı
zamanda kendisinden yaşça epey küçük iki
bayana âşık olması şeklinde özetlenebilir.
Bir süre dirense ve kabullenmek istemese
de nihayetinde bu duyguya teslim olur. O
artık iki noktası pozitif bir aşk üçgeni
içinde hapis kalmıştır. Artık en başındaki o
çelik iradeden eser kalmamıştır. Bu durum
hadiselerin umumunda yer işgal eden aşk
üçgeninde kendisini gösterdiği gibi
Pusat’ın Yek’e ve onun yönlendirmelerine
olan sorgusuz sualsiz uyumunda da
sezdirilir.
Bu yazı yalnızca Selim Pusat karakterinde
ve yasak aşk hadisesiyle “irade yitimini”
anlatan kesiti ele almaktadır. Burada
düşünülmesi gereken ana karakterdeki
devrim niteliğindeki bu ruhi değişmenin
temelindeki sebeptir. O da belirtildiği
üzere yazarın inançla bağlandığı askerlik
mesleğinden uzaklaştırılmasıdır.
Ele alınan kesitin aynı zamanda romanın
genel hatlarını da özetleyici nitelikte
olması iletileri arasındaki ön sıradaki
yerini gösterir. Öyle ki yazar bu iletinin
romanın geneline yaymak suretiyle
okumayı bitirip kitabın kapağını kapatan
okurun aklında kalan en genel ve belirgin
fikir olmasını istemiş ve büyük ölçüde
başarmıştır. Bu da romanın verdiği en
genel fikrin “inancın önemi” olduğunu
gösterir bir delildir. Romanın en işlevli
sembollerinden biri olan askerlik mesleği
yukarıda sözü edilen özellikleriyle
doğrudan Selim Pusat’ın bir inancı olarak
“inanç” kavramını karşılamak üzere
kullanılmıştır. İnançtan
kopuşun/koparılışın en belirgin neticesi
ise yine ana kahramanın içine düştüğü
gayri ahlaki vaziyettir. İleti açıktır: İnanç
ahlak için koruyucu bir kalkan olması
nedeniyle insanın en değerli varlığıdır.
Onu her nevi olumsuzluktan koruyacak
olan evvela odur.
Kısa bir fikir egzersiziyle inancı temsil
eden askerlik yerine ülkü de konulacak
olursa doğrudan akıllara gelen yazarın
“Bir toplumdan ülküyü kaldırın onların
hayvanlaştığını göreceksiniz.” sözüdür.
Nihal ATSIZ’ın ülküsünü inancı olarak
görmesi de hatıra getirilirse bu sözünün
romanda adeta propagandası yapılan
“inanç” için de söylenmesinin yazarın
fikriyatıyla gayet uyumlu olacağı
düşünülebilir.
Sonuç olarak, sözü edildiği üzere
makalelerinde inancı her şeyin üstünde
tutan değerli aydının Ruh Adam romanının
da genel hatlarını bu mefhumun önemi
üzerine bina etmiş olması tabi
karşılanmalıdır. O, bu romandaki Selim
Pusat’ın ahlaki çözülüşünü inançtan uzak
kalmak olarak göstermek suretiyle
cemiyette görülen her nevi buhranın
sebebinin doğrudan maneviyattan
ayrılmak olduğu iletisini vermiştir. İletiyi
alanlar almıştır. Umulan odur ki; dincilik
çığırtkanlığı yapmadığı, dini duyguları
sömürerek çok satmayı denemediği, dini
kullanma yarışındaki siyasi partilerden
birinde makam edinebilme gayesiyle sarih
şair kılığına girmediği için Nihal ATSIZ’a
iman noktasında tehlikeli ithamlarda
bulunmak bu tahlil denemesinden sonra
bir kez daha düşünülmesi gereken bir iş
olacaktır.
GENCAY
53
RUH ADAM’IN KÖŞESİ Yalçın Selim PUSAT
PARA
Yıllar önce, üniversite üçüncü sınıfa
başlayacağım yıl. Okulun açılmasına bir
hafta falan var. İşler kötüydü o ara.
Babamın cebinde bana verebilecek
miktarda para yoktu. Annem endişeliydi.
Ben ise maddi konuları dert etmediğim
için her zamanki gibi “Allah denk getirir”
diyordum.
İlçe kaymakamlığı öğrencilere yardımda
bulunuyordu o zamanlar. Ben de
başvurmuştum lakin pek de ümidim yoktu.
Neyse, sabah telefon geldi. “Başvurunuz
onaylandı, kaymakamlığa gelip alın”
Ceketimi alıp evden çıkarken dedim ki
anneme: “Elli Türk Lirası falandır zaten.
Otobüs biletimi alayım, üstüyle de kontör
alırım.”
Gittim kaymakamlığa. Bana bir kâğıt
verdiler, dosya kâğıdının üçte biri
büyüklüğünde, dikdörtgen şeklinde.
Kâğıdı veren abi “Z… Bankasından
alabilirsin paranı” dedi. Yazan rakama
bakmadım Allah var. Bankaya gidip kâğıdı
görevliye verdim. Beş dakika bekledim
beklemedim, banka görevlisi, elli, yüz, yüz
elli derken tam tamına dört yüz Türk
Lirası saydı önüme. O kadar şaşırdım ki
şaşkınlığımı kelimelere dökmem imkânsız
sanırım.
-Abi bu ne?
-Yalan mı söylüyoruz oğlum. Dört yüz lira
yazıyor. İnanmıyorsan al bak.
-Yok, abi estağfurullah. Sana
inanmadığımdan değil. Şaşırdım sadece.
Parayı aldım. “Çok şükür” diyerek çıktım
bankadan. Dedim ki kendime: “Hadi
bakalım Burhan Efendi bu sefer de yırttın”
Keramet ehli biri değilim yanlış
anlaşılmasın. Öyle bir iddiam da yok zaten.
Anlatma sebebime gelince. Çevremde bir
takım arkadaşlar/ arkadaşlarım var.
Bunlar bana bir şey ısmarlatınca ya da bir
şeyi benim üzerime “yıkınca“ dünyanın en
mutlu(!) insanı oluyorlar ne hikmetse.
Esnaflık yaptığımdan olsa gerek anlıyorum
onların bakışlarını. “İyi bunu da yıktım.
Kardayım yine.”
Bilenler bilir. Öyle çaymış, yemekmiş,
bilmem neymiş çok sorun değil benim için.
Benim için maddi şeyler sorun değil zaten.
Devletin atfettiği maddi değer olmasa
sadece bir kâğıt parçası olacak “para
denen nesne” için çok da paralamam
kendimi. Böyle yapanlara da kızmıyorum
hani. Beni saf ya da enayi yerine
koyduklarını sandıkları için, para denen
şeye bu kadar tamah ettikleri için onlara
acıyorum sadece. Benim hayat düsturum
belli: “Kişi Allah’tan başka kimseye muhtaç
olmadığına inanırsa, Allah da onu
kendinden başka kimseye muhtaç
etmezmiş”
GENCAY
54
Ben sırtımı Allah’a dayadım. O yüzden de
çok sorun yaşamıyorum, özellikle de
maddi konularda. Tavsiyem, siz de öyle
yapın. Çok daha mutlu olacağınıza eminim.
BELKİ
Belki “bundan adam olmaz ” dedirttik çoğu
zaman. Ve belki de adam olamadık
gerçekten, kim bilir?
Hep sabırsız kişilerle muhatap olduk. Hep
bir yarış içinde geçti ömrümüz. “Hadi şunu
da yap, bak şu eksik kaldı, hadi şunu da
hallet. Bak akranların geçti seni sen hala
yerinde sayıyorsun” laflarına maruz kaldık
sürekli. “Yahu bir durun, azıcık nefes
alalım, zorlamayın bizi bu kadar. Ne sizin
istekleriniz biter ne de bu dünyanın işleri”
dedik, dinletemedik.
Hep başkaları gibi olmaya zorlandık.
Dediler “Falanca şöyle iyi, filanca böyle iyi”
Hep o falanca ve filanca olmak için
uğraştık ömrümüz boyunca. Arada esti,
kendimiz olalım dedik, bu sefer de yedik
azarı: “ Sen ne anlarsın. Biz daha iyisini
biliriz”
O kurs senin, bu dershane benim diyerek
koşturduk oradan oraya. Kalmamalıydı
öğrenmediğimiz bilgi ve geride
kalmamalıydık hiç kimseden. Sırf bu
yüzden, yeri geldi “Moralim çok kötü,
konuşacak birine ihtiyacım var” diyen
dostumuzu/ kardeşimizi/ yakınımızı/
komşumuzu/ sevgilimizi/ eşimizi/
anamızı/ babamızı bile es geçtik. Hayır,
şimdi hiç sırası değildi. Morali kötüyse
düzelirdi bir süre sonra elbet. Ama biz
geride kalırsak toparlayamazdık bir daha.
İşimiz oldu, yetinmedik. Daha yukarılarda
olmamız lazımdı. Bayramlarda bizi dört
gözle bekleyenler vardı ama
gitmemeliydik, gidemezdik. “Olsun varsın”
dedik “Bir dahaki bayramda giderim.”
Çalışmamız lazımdı çünkü bizim, başarılı
olmamız lazımdı. Hele az biraz daha
yükselelim bırakacaktık bu işleri. Ondan
sonra da bol bol vakit ayıracaktık bizi
bekleyenlere.
İş, ev, araba derken bitmedi gitti
planlarımız, isteklerimiz, arzularımız. Hep
sahip olduklarımızın daha üstünü istedik,
çok şükür demedik hiç. Çünkü hep eksikti
bir şeylerimiz bize göre. Zaten hiç de
tamam olmamıştı ki bizim sahip
olduklarımız. Onu da alalım, bunu da
yapalım, şunu da getirdik mi tamamdır
dedik ama olmadı. Hiç bitmedi o istekler,
eksikler, ihtiyaçlar.
Ve elli yaşına geldiğimizde hayatımızdaki
her şey istediğimiz gibi olmuştu sonunda.
Güzel manzaralı bir evimiz, iyi bir
arabamız, deniz kenarında bir yazlığımız
ve dolgun maaşlı bir işimiz vardı. Ama
çevremizde bunları paylaşacak kimse
yoktu artık.
Ve belki de gerçekten adam olamadık, kim
bilir?
GENCAY
55
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
56
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.