Upload
gencay-dergisi
View
251
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
http.//www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 21 - Ekim 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
AYDINLIK ZİHİNLERİN KARANLIK KARMAŞASI / Burçin ÖNER
TÜRK DÜNYASI KURULTAYI / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
DEĞERLİ KARDEŞİM / Ahmet Afşin KÜÇÜK
ATSIZ BEY’İN ŞİİRLERİNDE SAVAŞ MEFHUMU / Abdullah KILAVUZ
MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE / Mehmet UÇAK
İSRAİL - FİLİSTİN / Sergen ÇİRKİN
SİVİL İTAATSİZLİK VE DEVLET / Hicran KIZIL
DİĞER MİLLİ BAYRAMLAR / Çağhan SARI
KADIN ANLAYIŞLARI 1 / Dilek AKILLIOĞLU
İLPEN TARİH-İ SON / Hüseyin Kürşat GEZE
GENCAY
1
AYDINLIK ZİHİNLERİN KARANLIK
KARMAŞASI Burçin ÖNER
Nevzat Kösoğlu’nun Aziz Anısına…
“Doğrudan tarafım, ezilenlerden tarafım.
Hakkından mahrum edilenlerden tarafım.
Tarafsız olmak bu demektir aslında.
Yoksa hiçbir şey tarafsız değildir.
Yalandır tarafsızlık ve bir yerde namussuzluktur.
Nasıl tarafsız olunabilir?
Birbirinin boğazına sarılmış bir dünyada,
İnsanın insanı öldürdüğü dünyada tarafsızlık ne demek?
Mazlumların yanındayım elbette.
Zalimlerin yanında değilim hiçbir zaman.”
Cemil Meriç
Giriş
Modernist hareketin 19. yüzyıl ortasında
Fransa'da ortaya çıktığı kabulüyle birlikte
Modernizm’in temelde dayandığı fikir,
geleneksel sanatlar, edebiyat, toplumsal
kuruluşlar ve günlük yaşamın artık
zamanını doldurduğu bu yüzden de
bunların bir kenara bırakılıp yeni bir
kültür icat edilmesi gerektiğidir.
Modernizm, ticaretten felsefeye her şeyin
sorgulanmasının gerekliliğini savunur.
Bunu yaparken de felsefede insaniyetçiliği,
ekonomide serbestliği ve edebiyatta
romantizmi kapsayan geniş bir kavram
olarak karşımıza çıkar. Felsefe için
Epiktetos’un “Asıl mutluluk, her zaman
dışsal koşullardan bağımsızdır. Uyanık bir
bilinçle, dışsal koşullara kayıtsız, ilgisiz
kalın. Sizin mutluluğunuz, yalnızca içinizde
bulunabilir.” Sözünü, ekonomi için Adam
Smith’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler.” Sözünü ve edebiyat için Orhan
Pamuk’un “Bir önceki kuşağın yazarları,
toplumsal sorumluluk hisseden,
edebiyatın, ahlâka ve politikaya hizmet
etmesi gerektiğini düşünen yazarlardır.
Birçok yoksul ülkedeki yazarlar gibi; onlar
da yeteneklerini, milletlerine hizmet etme
arayışları yolunda harcadılar. Ben onlar
gibi olmak istemiyorum.” Sözünü örnek
olarak verebiliriz.
GENCAY
2
Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ’ye göre
burjuvazi, sanayi, kent, örgütlenme, siyasi
hak yaygınlığı, vatandaşlık bilinci, milli
kültür, ulaşım, iletişim, iş bölümü,
uzmanlaşma, basın-yayın gibi pek çok
konu modernite ile doğrudan ilişkilidir.
Dolayısıyla modernizm, bu yönüyle
kendisine, pozitif bilimlerden ziyade
sosyal bilimler alanında yer bulmuş bir
süreçtir ve bu süreç, tarihin belli
noktalarında köklenmiştir. Modernite’nin
taşıyıcısı olarak nitelendirilen aydın
konusu incelenirken bu köklere inmek
faydalı olacaktır.
Burada Modernite’nin Türkiye
yansımasındaki aydın olgusuna çuvaldız
batırılırken özelde Ülkücü ve Türk
Milliyetçisi aydınların varlığı sorunu
iğnelenecektir.
Kimdir Bu Aydınlar?
Aydınlar beğendikçe alkışlar; halk
alkışladıkça beğenir.
Cenap Şahabettin
Güvenilir bir kaynağın kalmadığı, daha
doğrusu insanların güvenebileceği bir
bilginin kalmadığı günümüzde,
vazgeçilmez bir tanımlama yöntemi olan
TDK sözlüğü “Aydın” için herkesin
anlayabileceği ama herkes olmadan
anlayanların yetersiz bulacağı türden bir
tanımlama yapmaktadır: “Kültürlü,
okumuş, görgülü, ileri ve açık düşünceli,
münevver.”
Bana göre iki cami arasında kalmış
beynamaz gibi bir kavramla karşı karşıya
olduğumuzu unutmadan tanımlama
yapmak, çok daha doğru olacaktır.
Osmanlı’nın alaturka havası içinde
‘münevver’ olarak karşımıza çıkan
kavram, ‘Uzay Çağı’na erişmemizin verdiği
sınırsız bir hızla şekil değiştirip
“entelektüel” adını almaktadır. Hem de
arada bir nüans var mıdır yok mudur
kaygısı taşımaksızın…
Asıl soru ‘Aydın nedir?’ mi olmalı yoksa
‘Aydın kimdir?’ mi? Aydına, ‘aydınlanmış
insan’ deyip tanımı geçiştiremeyiz. Çünkü
tam bu noktada ‘Aydınlanmak nedir?’
sorusu ile karşı karşıya kalabiliriz.
Kavramı tanımlamak o kadar da kolay
değil hakikaten. Zira vakıa yalnızca tek bir
kelimeden ibaret değil; kelimenin temsil
ettiği şahıs, zümre de bizim için önemlidir.
GENCAY
3
Bu perspektiften baktığımızda kelimelerin
yalnızca sözlük anlamları bizler için yeterli
olmamakta… Hocaoğlu bu durumun
açıklamasını şöyle yapmaktadır:” (…) ‘bu
kelimenin delâlet ettiği gerçek anlamı
nedir’ sorusuna cevap vermeye
çalıştığımız zaman, o şeyin kelime (lûgat)
anlamına uymadığı veya ona tam
benzemediği hemen görülmektedir ki bu
da dil felsefesindeki en belli başlı
problemlerden olan, kelime ile o kelimenin
temsil ettiği müşahhas gerçeklik
arasındaki uygunluk probleminden neş'et
eden bir 'belirsizlik' (vagueness)[**] olup,
müşahhas hakîkat ile isim - yâni aydın
kelimesi ile aydın kişi - arasında bire-bir
bir mütekabiliyet bulunmamak demektir
ve nihâî netîcede, "aydın" kelimesi salt bir
kelime olarak ne kadar kolay anlaşılır,
hattâ 'açık-seçik' (bedihî, evident) görünür
olsa dahi, yine de sâdece buradan yola
çıkarak ve sâdece bununla iktifâ ederek,
'gerçek aydın'ın ne idiğinin, ne menem bir
"şey" olduğunun anlaşılamadığını
farkedebiliriz.”
Buradan da anladığımız üzere, “Aydın
kimdir?” sorusunun cevabını aramakla işe
koyulmak çok daha doğru bir başlangıç
olacaktır. Hatta cevap arayışını genişletilip
aydının niteliklerine, olumlu ve olumsuz
yönlerine de değinilebilir.
Aydınlanma Çağı da denilen 18. yy.
“aydın”ların ortaya çıkış asrı olarak
nitenebilir; tabi anlamsal olarak… Yoksa
18. y.y. öncesinde de -ismi farklı olsa da-
aydın niteliği olan kişi yahut zümrelerden
rahatlıkla bahsedebiliriz.
Malum, Avrupa’nın karanlıklar içinde
kaldığı dönemlerden sıyrılıp aydınlığa
ulaştığı devir… Bu bağlamda aydın için -
aydınlık ve ışığa hasret kaldıklarından olsa
gerek- dönemlerinin önde gelen
düşünürlerine verilen ismin adı da
denilebilir. Genel bir anlamda çağın en
doğru ve en güvenilir bilgileriyle
donatılmış kimse…
Cemil Meriç “Aydın olmak için önce insan
olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır.
İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz,
seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen,
kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını
yapan; 'uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat
ve hakikatin bütününü kucaklamaya
çalışan bir tecessüstür.’” Der. Buradan
hareketle diyebiliriz ki ‘aydın’, başkası
tarafından aydınlatılmamış bilakis, kendisi
çevresini aydınlatandır; aydınlığın kendisi
olandır.
GENCAY
4
Gelelim aydının niteliklerine…
Birincisi, aydın tek başınadır, yalnızdır. Bu,
hayattan kendini soyutlamış olma
hâlinden ziyade hayatla iç içeyken bile
yalnız olmaktır. Romantik bir ifadeyle
kalabalıklar içinde yalnız; yalnızken
mahşeri kalabalıktadır. Kendi iç dünyası,
birikimi, fikri zenginliği onun için paha
biçilmez bir hazinedir. Başkasına ihtiyaç
duyması gereksizdir. Çünkü zaten o, kendi
ihtiyaçlarını karşılayabilecek bilişsel
seviyededir. Astrolojik olarak bir
betimleme yapmak gerekirse; okumuş ve
bilmişlerin “Aslan Burcu”na ‘aydın’
denilebilir.
Bir diğeri ise her aydını diğer aydınlardan
ayıran keskin yanların olmasıdır. Cemiyet
içerisinde aynı, hatta bir bütün gibi
görünseler bile katî surette bir bağımlılık,
tabir-i caizse bir cemaatleşme söz konusu
değildir. Zira bir aydın için diğerleri, aydın
değil, olsa olsa -en iyi tabirle- birer
aydıncıktır yani, her şeyin ve herkesin
merkezinde kendinin olduğunu savunacak
kadar enâniyet hâlindedir. Bu, başkaları
için ukâlâlık olarak algılansa da esasında
bir özgüven yansımasıdır. Tam da burada
Durmuş Bey’e kulak vermeden yola devam
etmek haksızlık olacaktır:” Tam bir baş
belâsı, hâsılı; ama O'na yakışan da budur.
Aydın kuzu gibi olamaz; kurt gibi
olmalıdır, sonsuz bir iç hürriyet ile işbâ
hâlinde bir yalnız kurt…”
Başka bir özelliği belki de en önemlisi
özgür olması, özgür düşünmesidir. Bir
konu hakkında fikir üretirken ya da bir
sorun için çözüm sunarken hiçbir grup,
parti vs. etkisi altında kalmamalıdır. Hatta
belki de onları aydının kendisi
etkilemelidir. Tabi ki bu, aydının bir
ideolojisi olmaz anlamına gelmemektedir.
Elbette ki kendi düşüncelerinin uygun
olduğu bir yön vardır. Bizim burada
kastettiğimiz özgürlük, bir partiden
bağımsızlıktır. Aydın benimsediği bir
partiye oy verebilir fakat partizan olamaz.
Aksi halde aydın olmaz.
Sosyolog İkbâl Vurucu, aydın için en
önemli olan şeyin birey, yetiştiği kültür ve
aldığı eğitim olduğunu savunur.
“İdeolojiler makro şeylerdir. Ona göre de
büyük anlatılar değişime uğrayabilir.
GENCAY
5
İnsanların milliyetçiliğindeki farklılıklar
gibi. İnsan partiye oy verir ama partiye
bağımlı olamaz. Partiye bağımlı olan insan
aydın olamaz, entelektüel bir iddiası
olamaz.” Der ve şöyle bir örnekle bu tezi
destekler: “Mesela bir ülkede aynı anda
birden fazla liberal parti olabilir oysa
liberalizm objektif değişmez tek bir
hakikati göstermiş olsaydı tek bir parti
olurdu veya bugün liberalizm sağından
soluna, Kürtçüsünden İslamcısına
herkesin “ben de liberalim” diye çıktığı bir
düşünce olmazdı.”
Özetle aydın niceliksel olarak
incelendiğinde yaşadığı dönemin tüm
sırlarına vakıf olup onlarla yüzleşme hatta
belki de işi biraz daha ileriye götürüp
çözüm yolları üretmeye çaba gösterirken;
isteğine yani, o tartışılmaz bencilliğine
kalmış bir şekilde etrafındaki karanlıkları
da aydınlatma yetisini kendisinde
bulabilir. Fakat bir aydının ‘aydın’
olabilmesi için bu kadarı yeterli değildir;
tüm bu üstün hâller onun omuzlarına
müthiş bir sorumluluk yüklemektedir.
Atsız’daki aydın algısı da böyledir. Hatta
Atsız, münevvere bu müthiş yetileriyle
gurur duymayı bırakıp ellerinde olan
kuvvetin farkına varması gerektiğini de
ziyadesiyle vurgulamıştır. Ona göre aydın,
bir ülkenin kurtuluşunda yahut
kuruluşunda kilit durumundadır. Öyle ki
milletlerin kaderleri, yükselişleri yahut
çöküşleri aydınların birikimlerinin
zenginliğine olduğu kadar üstlendikleri
misyonu ne denli eylemleştirebildikleri
kabiliyetlerine de bağlıdır.
Tam zıddı bir ismi Karl Marx’ı düşünelim.
O da aydınları tarihin ilerlemesinde bir
öncü kuvvet olarak görür fakat bir taraftan
da yalnızca ‘tek devrimci sınıf’ olarak
gördüğü Proleterya’nın iktidarını sağlama
noktasında görevli olarak görerek onları
önemsizleştirir yani, ‘sömürüyü reddeden
zihniyet’ aydının, hem de kendi aydınının
zihni zenginliğini sömürmektedir; keza
yine ‘sınıfı reddeden zihniyet’, kendi
tabirleriyle diğer sınıflardan ayırarak
onlara bir ‘sınıf’ muamelesi yapar. Bu
noktada Hocaoğlu’nun “Aydınlar bir “sınıf”
mı?” sorgulamasını incelersek ‘Hayır!’
cevabıyla karşılaşırız. Hocaoğlu, aydınları
ancak bir zümre olarak görebileceğimizi
belirtir; hem de kendi tabiriyle “en
heterojen zümre; kolay kolay birlik
olamazlar– hele şahsî menfaat birliği,
asla!” Onun için aydınlar, ilim
adamlarından daha önemlidir ancak
onlardan daha az meşhurdurlar ayrıca
yazık ki çok kolaylıkla yakalanabildikleri
iki de hastalıkları vardır: “İhânet” ve
“yabancılaşma”.
GENCAY
6
Milletlerin var olma çabasında bu denli
büyük role sahip olan aydının takındığı
yalnızlık ve ‘benci’ tavrının sınır tanımaz
bir hâl alması durumunda, aydında
meydana gelebilecek bir ruhî bozukluk
vuku bulmaktadır ki biz buna ‘sosyolojik
yabancılaşma’ diyoruz. Sosyolojik
yabancılaşmada kendi ışığı ile çevresini de
aydınlatması, üstlendiği misyonla
milletinin güdüleyici kuvveti olması
gereken aydın, yaşadığı -en iyi tabirle-
buhran hasebiyle milletine ve hatta bana
göre kendisine tamamen
yabancılaşmaktadır. Bu yabancılık, önü
alınmaz bir hale gelip, tüm bağımlılıkları
yok sayıp, her şeyden ve herkesten sıyrılıp
adeta bir ilah haline getirmiştir kendini ki
bunun literatürde olması gereken tek bir
terimi vardır; o da vahşet hâli… O vahşet
hâli ki insanı her şeye karşı düşman
etmektedir. İşte biz de bu vahşileşme
halinin Türkiye’deki yansımalarını
inceleyeceğiz.
Türkiye’nin Karanlık Aydınları
Türk aydını yangından kaçar gibi
uzaklaşıyor memleketten.
Hayır! Kirlettiği bir odadan kaçar gibi.
Cemil Meriç
Aydının moderniteyi üreten zihin olduğu
kabulüyle yapılması gereken bir diğer
kabul de onun, modernitenin taşıyıcısı
olduğu gerçeğidir. Biz, burada
Türkiye’deki aydın profilinden
bahsetmemizin yanında bu aydının
Osmanlı geleneğinin de taşıyıcısı olması
sebebiyle bir takım çelişkiler yaşadığından
da söz edeceğiz.
Türkiye’de modernleşme hareketleri
arasında gösterilebilecek koşullar;
ekonomik, sosyolojik, siyasî, kültürel ve
hatta teknolojik olarak sıralanabilir.
Dolayısıyla Türkiye’de aydın, kendisini bu
koşullar altında niteliklendirmiştir. Fakat
bu durum aydınlar arasında kesinlikle
homojen bir yapı geliştirmemiştir. Son
birkaç asır içinde çeşitli aydın tipleri
görüyor olmamız bunun üstü kapalı
kanıtlarındandır.
Yazık ki Türkiye’de modernleşme için
doğal bir gelişimden bahsedemeyiz. Bu da
‘tavuk mu yumurtadan çıktı yoksa
yumurta mı tavuktan?’ paradoksu gibi
‘aydın mı moderniteyi şekillendirdi yoksa
modernite mi aydını?’ şeklinde yeni bir
paradoks kazandırmıştır, literatüre…
Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet yahut
Cumhuriyet bizlere yalnızca elitist bir
bürokrat grubunu hatırlatmalıdır. Yoksa
kesin bir aydın tanımlamasını bu
örneklerin içine koyamayız, maalesef…
Ele alacağımız kesim elbette ki cumhuriyet
dönemi olacaktır. Cumhuriyet dönemi
aydınlarının yaşadığı en aldatıcı duygu, bir
imparatorluk mirasının sahibi olmalarının
verdiği rahatlıktır. Bernard Lewis buna
“emperyal gurur” nitelemesini
yapmaktadır. O, Türkiye’nin Avrupa içinde
GENCAY
7
geri kalmışlığının sebebi olarak bunu
göstermektedir. O rahatlık ki hiçbir
propaganda tekniğine ihtiyaç duymaz,
kendi ‘davalarını’ başkalarına anlatma
ihtiyacı hissetmeden tabir-i caizse
‘sarsılmaz bir kibirle’ oturup beklemeyi
tercih eder. Dolayısıyla bu tavrı,
cumhuriyet aydınına, zengin bir evin
şımarık çocuğu yakıştırması yapılmasını
kaçınılmaz kılmıştır. Zira bu kadar büyük
bir kültür mirasının bu denli küçük çapta
taşıyıcısı olmak yalnızca, emeksiz ekmek
sahibi olan kimselerin düşebileceği bir
durumdur. Mehmet Âkif'in Bülbül Şiiri’nde
dediği gibi:
“Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar
bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz
diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız
evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i
ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü
merc oldu,
SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin
yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde
OSMAN'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı
Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp
olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb
olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden
YILDIRIM Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri
ORHAN'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip,
taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan
dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle
kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce
doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında
nâ-mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın
değil mâtem!”
Türkiye’de aydının tarihinden aldığı tek
feyz, devletin bir çalışanı gibi
davranmasıdır. Dün de devlet ürünü
aydınlarımız vardı bugün de… Osmanlı
zamanında devlet tarafından ne kadar
GENCAY
8
cepleri şişirilirse ağızları o kadar ‘devletlû’
aydınlar türetilmiştir. 1789 İhtilâli’nin de
etkisiyle aydın, “devlet için mi millet yoksa
millet için mi devlet?” sorusunu kendine
sormaya başlasa da bu sesler maalesef ki
cılız kalmıştır ve hâlâ da aynı sıkıntı
yaşanmaktadır.
Cumhuriyet’in çok partili sisteme geçişi ile
birlikte siyasetin acı bir yüzü ortaya
çıkmış ve ‘bu yolda her şey mübahtır’
düsturu(!) ile devlet, aydınlara sözde bir
takım özel yetkiler vermiştir. Bu da
kendileri yalnızca birer insan olan ve nefs
sahibi oldukları gerçeğinin de bir tezahürü
olarak aydınların bir takım imtiyazlar
istemelerine sebebiyet vermiştir. “Devlet
sanatçısı”, “Devlet tiyatrocusu”, “Devlet
akademisyeni” gibi konum arayışlarına
girmişlerdir yani, en başta bahsettiğimiz
aydın niteliklerinden olan özgür oluş ve
özgür düşünüş, kendi istekleri
doğrultusunda bir nevi prangaya
vurulmuştur.
Aydın kavramı, başta da belirttiğimiz gibi
çok genel bir anlam içermesi sebebiyle
kavrama bir takım sorumluluklar
yüklenerek içeriği zenginleştirilmiştir.
Örneğin; Türkiye’de bir grubun fenomeni
iken diğer bir grubun ‘düşmanı’ olan Aziz
Nesin, aydının bir kıstası olarak “toplumun
vicdanı” olmaları gerektiğini savunur. Bir
diğer örnek ise Tanpınar’dan… Tanpınar:
“Hayat şüphesiz bütün cemiyetindir. Fakat
mesuliyetleri yalnız münevverlerindir.
Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya
göre hep beraber taşırız. Fakat tarih
karşısında hesabını münevver verir.”
Derken aydının omuzlarındaki ağır yüke
parmak basar.
Cumhuriyet dönemi aydınına baktığımızda
gördüğümüz ise esasen devlet otoritesinin
yöntemlerini sorgulaması gerekirken
olmaması gereken bir şekilde halkla
kavgaya tutuşmaya başladığıdır.
Sonucunda da pek çok aydın için devlet,
kendilerini izole edebilecekleri bir
‘Esirgeme Kurumu’ vazifesi görmeye
başlamıştır. Yalnız ‘globalleşen’ dünya ile
birlikte aydın da küreselleşmiş hatta bir
yerinde oluşan çatlak dolayısıyla içini
boşaltmaya başlamış ve giderek sadece bir
çember haline gelmiştir. Bir ceviz
kabuğunu dahi dolduramayacak kadar
ikbâller, şöhret ve maddi doygunluk için
kendilerini belli parti, cemaat, örgüt
ve/veya diasporalara pazarlamışlardır.
Hâsılı, zaten çember haline gelen aydın, bu
kez de çapını kaybederek çemberin bir
yayı olma haline kadar gerilemiştir.
Yeniçeri, bütün bu görüşleri çok özet bir
cümle ile noktalamıştır: “Türkiye’deki
aydının ‘iktidar postu ile idealsizlik’
GENCAY
9
arasında var olan ilişkisi, bugün birçok
aydın tavrını açıklayacak nitelikte
olduğunun altını çizmek gerekir.”
Aydının yaşadığı çelişkilerden
bahsederken bütüncül kavramadaki
sıkıntılarına değinmemek olmaz. Aydın,
özellikle de Türkiye’deki aydın, bir anda
tarihini reddetme gibi bir zihinsel
karmaşaya rahatlıkla düşebilmektedir.
Örneğin; cumhuriyetin ilanıyla birlikte
Türk tarihini İslamiyet’in kabulüyle
başlatma yanılgısı… Yazık ki din ile rejim
arasındaki farkın idrakine varamamış
‘aydınlar’ tarafından aydınlatılmaya
çalışılmaktayız. Yakup Kadri, ‘Kiralık
Konak’ isimli kitabında da bu çelişkiyi
yansıtmaktadır. Aynı şekilde Tanpınar da
‘Huzur’unda bu kargaşalığa değinmiştir ve
“Bugün bir insan Türkiye her şey olabilir,
diyebilir. Hâlbuki Türkiye yalnız bir şey
olmalıdır; o da Türkiye. Bu, ancak kendi
şartları içinde yürümesiyle kabildir.”
Diyerek Türk aydınının nasıl düşünmesi
gerektiğinin çerçevesini çizmek
zorunluluğu duymuştur.
Bir diğer sorun ise halkla olan kargaşa ve
dahi halktan kopukluk. Türkiye’deki aydın,
halkını adeta üzerinde araştırmalar
yapabileceği birer denek olarak
görmektedir. Esasen bu, yeni bir sıkıntı
değildir; Osmanlı’da batılılaşma
hareketlerinin başladığı II. Mahmut
Dönemi’nden beri bu durum böyle
süregelmiştir. Türkiye’de -özellikle de
adına ‘seçkinci aydın’ dediğimiz- bir grup
aydın, tamamıyla faydacı bir tavırla kendi
halkını benimseyememiş, ondan
uzaklaşmış ve hatta düşman olmuştur.
Onlar için halk yalnızca zincirlerini
gevşetmeye başladıkları anda propaganda
yoluyla yeniden beyinleri uyuşturulacak
bir grup klandır. Bir anlamda “halk için
halkı değiştirmek!” İşte Türkiye’de –klasik
tabirle- jakoben aydının tanımlaması
böyledir.
Aydın ile halk arasında elbette ki bir takım
farklılıklar vardır ve olmalıdır. Yalnız
günümüz Türkiye’sinde bu ayrılaşma
beraberinde yabancılaşmayı da
getirmektedir. Önceleri milleti, yaşam
tarzı, düşünce şekli hatta inanışıyla
sorgulayan aydın, işin boyutunu, kibrini
biraz daha arttırarak kültürel değerler ve
üretimlerine karşı ilgisizliğe kadar
getirebiliyor. Cumhuriyet’in kurucusu, ulu
GENCAY
10
önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK bu
durumu Konyalı gençler ile yaptığı bir
konuşmada şöyle dillendiriyor: “
Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler
vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır
ki inceleme ve araştırmalarımıza zemin
olarak çok kere kendi memleketimizi,
kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi,
kendi hususiyetlerimizi ve kendi
ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız,
belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri
tanır ama kendimizi bilmez.”
İrdelenmesi gereken diğer bir çelişki de
modernleşmek ve modernleştirmek
isteyen aydının bu konuyu yalnızca
yüzeysel olarak ele almasıdır yani, ‘şekil
mi fikir mi?’ seçimi içinden kolay olanı,
şekli seçmesidir. Takılan fular ya da fötr,
bırakılan sakal yahut bıyık şekli vs. tüm
bunlar aydının toplumdan dışlanmasına,
dolayısıyla aydının topluma düşman
olmasına sebebiyet vermektedir.
Toplumun değer yargılarını
benimsememiş, kendi kültürünü
içselleştirememiş ve modernitenin sosyo-
ekonomik bir kavram olduğunu
hazmedememiş bir aydın, elbette yukarıda
saydığımız nitelikleri haiz olamayacaktır.
Kendini devletin, cemaatlerin ya da çeşitli
dış destekli örgütlenmelerin kucaklarına
bırakacaklardır. Fakat bu durumda biz, bu
kişilere ‘aydın’ diyemeyiz. Zira aydın,
zihninin kontrolünü eline alıp, onu
geliştiren kişidir. Nefsiyle değil; vicdanıyla
hareket eden kişidir.
Ülkücüler Aydınsa Türk Milliyetçileri
Kimdir?
“Çok düşünen kişi parti üyesi olmaya uygun
değildir;
kısa zamanda kendisinin partiden üstün ve
ötede olduğunu düşünür."
Friedrich Nietzsche
Evvelâ açıklığa kavuşturulması gereken
mesele “ülkücü aydın” tamlamasının
kullanım şeklidir. Bu tamlama iki açıdan
ele alınsın.
Birincisi ‘ülkücü’ kavramının tanımından
yola çıkarak… TDK’nın tanımlamasıyla
‘ülkü’, varılması gereken hedef, ideal ise
‘ülkücü’ de bu hedefe ulaşmak için çalışan
kişi, idealist demektir. Peki, burada
ülkücüyü aydın yapan şey nedir? Aydın,
zaten ideali olan kişi manasına
gelmektedir. Bu durumda “aydın olan kişi
ülkücüdür; ülkücü olan kişi aydındır” çift
yönlü önermesinde bulunabiliriz.
Dolayısıyla ‘ülkücü aydın’ demek hem
yazım bakımından bir anlatım
bozukluğuna yol açmakta hem de anlamsal
açıdan…
GENCAY
11
TÜRK DÜNYASI KURULTAYI Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
-14 Eylül 2013 Türk Dünyası Kurultayında
yapılan konuşma metni-
Kıymetli büyüklerim, değerli dava
adamları, büyük ülkü devleri ve
geleceğimizin teminatı genç
arkadaşlarımız, hepinize yürekten bir
merhaba diyerek sözlerime başlamak
istiyorum. Bu etkinliklerin, birlikteliklerin
oldukça önemli olduğunu düşünüyor ve
hayırlara vesile olmasını yüce Allah’tan
diliyorum.
Konuşmamın başında onu ilk okuduğum
günden beri aklımdan hiç çıkmayan,
hepimizin ezbere bildiği rahmetli Atsız
hocamın o harika dizelerini seslendirmek
istiyorum sizlere…
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize
Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden
İtler bile gülecek kimsesizliğimize
İlk okuduğumda beni kendine hayran
bırakan bu yüksek ifade gücü, sonrasında
ise bir inanmış ülkü devinin işaret ettiği,
verdiği mücadelesine karşı o hiçbir
karşılık beklememe hali… Gerçekten
farkına varan herkesi etkileyen bu
dizelerin bende büyük bir iz bıraktığını
sizlere söylemek istiyorum. İnanmışlık işte
böyle bir şey diyorum. Her okuduğumda
farklı bir dava adamı geliyor aklıma.
Aklıma Peygamber efendimizin hakikate
çağrı mücadelesi geliyor, aklıma Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık
mücadelesi geliyor, aklıma Azerbaycan
Türklüğünün Atatürk’ü Rahmetli Ebulfez
Elçibey geliyor, aklıma bütün ömrünü
Türk dünyasına adamış rahmetli Turan
Yazgan hocam geliyor, aklıma dağ taş
demeden dünyayı adımlayan, Türk’ün
tamgalarının babası, yakın zamanda
uçmağa varmış Servet Ağabey geliyor ve
aklıma 80 öncesinde ülkemizi ve
milletimizi bölünmekten kurtaran
kahraman ülkü devleri geliyor ve
isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz
nicesi…
Evet, tarihimiz devlerle dolu. Onlar birer
ülkü devleri. Davaları için Allah’ın
kendilerine bahşettiği en önemli şeyi yani
ömürlerini vakfettiler. Çoğunun şahsi bir
hayatı olmadı. Onlar birer bünye
olmuşlardı. İçlerinde milyonlarca neferin
yüreğini barındıran bir bünye.
Burada şu sözü zikretmeden
geçemeyeceğim. Bu söz ülkemizin
başındaki sıkıntılar yüzünden kalbi
daralan kişiler için bir ilaç niteliğindedir.
Malta sürgünlerinde iken rahmetli Ziya
Gökalp bir mektubunda mealen şöyle
diyor: “Milletler, içerisinde lider kadrolar
taşır. Millet zor duruma düştüğünde bu
kadrolar ortaya çıkar ve memleketi
düştüğü durumdan kurtarır.”
Evet. Herhalde bu kadrolar dünyada en
çok hangi millette bulunur diye bir soru
sorulsa şüphesiz tarih buna Türk milleti
şeklinde cevap verecektir.
GENCAY
12
Bu girizgâhtan sonra bugünkü
faaliyetimizin konusu olan Türk Dünyası
hakkında faydalı olacağını düşündüğüm,
genellikle de üzerinde pek durulmadığını
gördüğüm iki husustan bahsetmek
istiyorum.
Ben Allah’ın bir lütfu olarak
nitelendirdiğim, büyük oranda sizlerin de
aynı olduğu bir şekilde yani Türk
Milliyetçisi bir aile içerisinde yetiştim.
Hepimiz yaşadık biliyoruz. Bizlerin
hayatındaki neredeyse bütün sohbetler
vatan millet memleket meseleleri üzerine
olur. Bu sayede tıpkı Ahi Evran usulündeki
gibi bir usta çırak ilişkisi ile
büyüklerimizden vatan, millet ve
memleket meselelerini tekrar tekrar
dinleyerek öğrendik, öğreniyoruz. Her
dinlediğimizde içimizdeki hassasiyet biraz
daha derinleşiyor. Gittiğimiz her etkinlikte,
katıldığımız her faaliyette yüreğimizdeki
vatan, millet, memleket aşkı biraz daha
artıyor.
Ancak az önce belirttiğim gibi bence bu
Yüce Allah’ın bizlere bir lütfudur. Yani
herkese nasip olmuyor. Şimdi burada asıl
temas etmek istediğim mesele ortaya
çıkıyor. Türkiye’nin, Türk Milleti’nin, Türk
Dünyası’nın davasını gütmek, dertleri ile
dertlenmek, meseleleri ile ilgilenmek
sadece Türk Milliyetçilerinin yapması
gereken bir şey mi olmalıdır? Benim buna
verdiğim cevap tabi ki hayır olacaktır.
Nedenlerine gelince, birincisi, Türk
Milliyetçisi olmamış, olamamış Türklerin
bu bilgileri bilmeye bence hem hakkı hem
de ihtiyacı vardır. İkincisi ise, mevcut Türk
Milliyetçilerinin gücü henüz Türk
Dünyasında etkin bir birliktelik kurmaya
yetmemiştir. Bunun sebebi birçok nedene
bağlanabilir ama ortada olan durum
maalesef budur. Basit mantık ile buna bir
çözüm üretmek gerekirse, ki çözümler
genellikle basit ve açık olur, bunun yolu
evvela Türk Milliyetçilerinin dışındaki
insanların Türk Dünyasından haberdar
olmasını sağlamaktır. Bu söylediğim söze
nasıl yani haberleri yok mu diyenler
olabilir. Ben çeşitli zamanlarda, çeşitli
fikirlere sahip kişilerle arkadaşlık kurdum.
Hepsi ile de mutlaka lafı bir şekilde getirip
vatan, millet, memleket meseleleri üzerine
sohbet ettim. Ve hep şunu gördüm. Eğer
bir kişi Türk milliyetçisi değilse ne
memleket meselelerinden bütünü ile
haberi var ne de Türk dünyasının
varlığından. En çok da İran’da 35 milyon
Türk yaşıyor dediğimde gördüğüm
şaşırmış yüzler beni hep fazlasıyla
üzmüştür.
Değerli dinleyiciler, bilinmemek, yok
olmaktır. Rahmetli bir büyüğüm şöyle bir
söz ederdi. “İnsan asıl unutulunca yani onu
tanıyan artık kalmadığında ölür.” Evet,
maalesef ülkemizde yaşayan insanların
önemli bir kısmının ne Irak’taki ne
İran’daki, ne Doğu Türkistan’daki ne de
Türk Cumhuriyetlerindeki Türklerden
haberi var. Yani onlar için bu saydığım
ülkelerde yaşayan öz kardeşleri yok
hükmündeler. Çünkü varlıklarından
habersizler. Rahmetli Ebulfez Elçibey’in
yol arkadaşı, Azerbaycan’da canı pahasına
mücadele etmiş kıymetli hocamız Prof. Dr.
Hanım Halilova’nın her zaman söylediği ve
beni etkileyen bir sözü vardır. Der ki, “biz
zulüm altında iken tek bir şey
düşünüyorduk, biz burada ölüyoruz ama
Türkiye’mizin bundan haberi var mı?” İşte
benim anlatmaya çalıştığım meseleyi bir
cümle ile anlatan bir ifadedir bu.
GENCAY
13
Özetleyecek olursak, ilk olarak bence
bütün Türklerin Türkiye dışındaki
Türklerden haberdar olmasını sağlamak
gereklidir. Çok sevdiğim bir söz var, “ne
aradığını bilmeyen bulduğunu da
anlayamaz” diye. Harika bir mesaj veriyor
bize. İnsanlarımıza aramaları gereken şeyi
söylemek zorundayız. Bu, bilenler olarak
bizim üstümüzde bir vebaldir. Nasıl
yapılacağı kısmına fazla vaktinizi almamak
için burada temas etmeyeceğim ancak
sonrasında imkân olursa sohbetlerimizde
bunlara değinebiliriz.
Yapılmasını gerekli gördüğüm ikinci şey
ise hedefimize ulaşmak için bilimsel bir
yöntem kullanmamız gerektiğidir. Bilimsel
yöntem ile neyi kastediyorum? Özet olarak
anlatayım:
Öncelikle yapılması düşünülen projeler
gerçekleştirilebilir aşamalara bölünmeli ve
ilgili konunun uzmanlarından oluşan
gönüllü çalışma grupları kurulmalıdır. Bu
çalışma gruplarının da hedefleri ve zaman
çizelgeleri belirlendikten sonra bu bilgiler
herkesin görebilmesi ve takipçisi
olabilmesi için kurulan internet sitesine
yüklenmelidir.
Ve tabii ki her çalışma konusu için
öncelikle yapılacak literatür çalışması,
hem bu zamana kadar nelerin yapıldığının
öğrenilmesini sağlayacak hem de
halihazırda geçilmiş olan yolların
üzerinden tekrar geçmeyi önleyecektir.
Bu söylediğim ve esasında proje yönetimi
olarak bilinen çalışma şeklinin işletilmesi
halinde başta Türk Milliyetçileri olmak
üzere anlatılabildiği takdirde bütün Türk
Milleti bu çalışmaların takipçisi olacaktır.
Bu takipçilik, çalışmaların devam
edebilmesi için bence oldukça önemli bir
itici kuvvet olacaktır.
Sözlerime burada son verirken öncelikle
bu faaliyeti düzenleyen herkese teşekkür
ediyorum. Bu gibi etkinliklerin dosta
güven ve enerji vereceğine hiçbir şüphem
yoktur. İnanıyorum ki, bir gün muhakkak
Türk Birliğini kuracağız. Ve bu gün çok
uzakta değildir. Gazi Paşa’nın en çok
sevdiğim şu sözünü de burada hatırlatmak
istiyorum. Her okuduğumda beni
heyecanlandıran ve kendime olan
güvenimi tazeleyen şu sözünü: “Türk
çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük
işler yapmak için kendinde kuvvet
bulacaktır.”
Son söz olarak kıymetli Ümit Özdağ
hocamla özdeşleşmiş olan, her
dinlediğimde bana enerji veren şu
mısraları sizlere seslendirmek istiyorum.
Bir gece, tan atarken Yüce Tanrı Dağı'ndan,
Kürşad'ın gür sesi duyulacak.
Atlar, Vey Irmağı'nda sulansın!
Güneş, doğduğu yerde karşılansın!
Emri tekrar edecek, gök, toprak, deniz!
Bozkurtlar uluyacak bütün Turan'dan!
Biz de sizdeniz!
Biz de sizdeniz!
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
GENCAY
14
DEĞERLİ KARDEŞİM! Ahmet Afşin KÜÇÜK
Değerli Kardeşim!
Sokaktaki Rezaleti,
Üniversitelerdeki ve Sınırlarımızdaki
İhaneti,
Camilerdeki Riyayı Ve Ataleti,
Resmi Dairelerdeki Cinayeti,
Evlerimizdeki Kabahati,
Milletteki Sefaleti,
İdarecilerdeki Beladeti(Ahmaklık)
Mutlu Azınlıktaki Sefahati,
Ve Hepsini İçine Alan Anadolu’daki
Vehameti Gören Gözlerimiz Yalan Mı
Söylüyordu?
Ne Yapacaktık? Bırakınız Yapsınlar Diyen
Ruh Fukaralarının Basitliğine Düşüp
Günümüzü Gün Etme Yollarını Mı
Arayacaktık?
Milletin içtimai yapısının bozularak
Batılılaşma lehine sosyal bir değişmenin
söz konusu olduğunu bilen; her geçen
günün Türklük şuuru ve İslam ahlakından
bir şeyler alıp götürdüğünü apaçık bir
şekilde göre insanlar, elbette ‘Allah’a
havale ediyorum.’, ‘Allah belalarını versin.’,
‘Allah ıslah etsin.’ Gibi safiane sözleri saf
edip, diz büküp, göz süzerek yastık-minder
mücahidi olamazlar.
Bu bir şuur işidir.
Böyle durumlarda susmanın vebal olduğu
ve bir gün mutlaka hesap günü
defterlerinin açılacağı hepimizin
malumudur.
Bu Eylem Gözü Bağlı Basını,
İnsanların Aklını Karıştıranları;
Haramı Helal, Helali Haram Yapanları,
Türkiye’mden Türk İsmini Silenleri;
28 yıldır Verdiğimiz Onca Şehidin Aziz
Hatıralarını,
23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 30 Ağustos’u, 29
Ekim’i;
Reyhanlı’da Ölenleri,
Kandil’den İnenlere Davul Zurna
Çaldıranları;
GENCAY
15
Barzanili Görüşmeleri,
Akil Adamları;
Halkına “Lan”, Milliyetçilere Katil
Diyenleri,
Dinler Arası Diyalog Savsatalarını;
‘La İlahe İllallah’ Yeterlidir Diyenleri
Unutmadık Demek İçindir.
Kardeşim!
Kaldırılması düşünülen ne T.C. ifadesidir
ne de Resmî Bayramlardır.
Ne ‘iki ayyaşın’ yaptığı anayasadır ne
andımızdır ne Türk bayrağıdır ne de
İstiklâl Marşı’dır.
Değişen, kamu mallarının, bankaların,
medyanın ve meydanların sahipleridir.
Ordunun, yargının ve kurumların üst
makamları, kopya ile, rüşvet ile, torpil ile
getirilen memurlardır.
Asıl Oyun Milli Devlet’in Peyder Pey Başta
Amerika Olmak Üzere Küresel Güçlere
Teslimidir.
Bugün sokaklarınızdaki her dükkânın adı
yabancılaşıyorken, esnafın zihniyeti
Yahudileşiyorken, ‘Mantık ithâl, fikir
müflis’ iken, sanmayın ki dünyanın dört
bir tarafına ‘TÜRKÇE’nin’ öğretildiğine…
GÜYA TÜRK OKULLARI SİZİ KURTARIR.
Bu Bir Birliktelik Talebidir!
Ülkemiz başta Siyonistlerin, misyonerlerin
ve emperyalist güçlerin bir kuklası
olmuştur. Bırakın bu durumu gözler önüne
sermeyi bunu düşünenlerin bile
kendilerini içinde buldukları durum bir
yandan trajikomik bir yandan insanın
kanını dondurucu boyuttadır.
Ülkemiz tepeden tırnağa -maalesef
belirtmek lazım ki- benzeri görülmemiş
şekilde müthiş bir oyunun içindedir ve
emsalsiz bir sona doğru hayalperest ve
gayritabiî bir mutlulukla koşar adım
gitmektedir. Doğrular ve yanlışlar iç içe
geçirilmiş ‘içi boşaltılmış ideolojiler’
insanlara dikte edilmiş, ‘hedefsiz ve
ümitsiz’ genç nesil, benzeri görülmemiş bir
acizleştirme operasyonuna tabii
tutulmuştur; “müflis ve gölge insancıklar”
zenginleştirilmiş, mevki ve makam sahibi
yapılmıştır. ‘İdeali’ olmayan bir ‘güruh’,
toplum mühendisleri tarafından bir takım
sanal hedefler ve sanal terimler ile bitap
ve biçare düşürülmüş; ancak ne halde
olduklarının idrakinden çok uzakta olan
bu güruh devamlı kamçılanmış ve daha
müthiş akıl oyunları içerisinde bir
labirentin içerisinde sevk ve idare
edilmiştir.
GENCAY
16
Eğitim sistemi, insanlarımızı
görülmemiş(!) bir cahilliğe yöneltmiştir.
Üniversite gençliği, fikir ve gayret
yönünden ne yazık ki bitirilmiştir.
İktidar ve dahi muhalefet, yazılan
senaryoları öyle bir şevkle oynama
telaşesindeler ve oynadıkları bu rolleri o
kadar sevdiler ki sufle ne olursa olsun
perde hep aynı ihtişamla seyirciye
kapanmaktadır.
Ülkemizde sanat adileştirilmiş ve
medyanın kuklası olmuştur. Ülke can
damarlarından birini gönül rızası ile
kesmiştir.
Devletimiz etki-tepki denkleminde
sandıklara gitmektedir; bizlerin derdi ne
parti ve particilik ne de slogan ve kuru
laftır. Bizler gönül adamları Ülkü erleriyiz.
Bildiğiniz gibi bundan tam yüz yıl evvel
çoğunluğun aklı-hayaline gelmeyen devlet-
i ebed müddet Osmanlı çökme sinyalleri
verirken 190 tıbbiyeli tarafından ülkenin
her bir yanındaki satılmamış ve ülkesini
seven yazar, düşünür ve fikir adamlarına
birlik çağrısı yapılmıştır. O vakitler bu
çağrı çoğunluğa göre yersiz ve şizofrence
idi. Çok değil bu çağrıdan tam bir yıl sonra
Türk Ocakları kurulmuş; peş peşe girilen
Balkan Muharebeleri, I. Dünya Savaşı ve
İstiklal Harbi çıkmıştır. Ülkeyi nüfus, besin
ve savaş kuvveti açısından benzersiz bir
zorluğa sokmasına rağmen fikir ve
mücadele adamlarının gayretleri, yepyeni
ve umutları taptaze bir devlet kuracak
direnci bir halka bahşetmiştir. Elbette
burada liderimiz Mustafa Kemal
Atatürk’ün payı asla azımsanamaz; ancak
pekâlâ büyük bir lideri doğuran “ortam ve
fikriyattır”.
Bugün her birimizin kulağında Fatih’in
babasına ordunun başına geçmesi için
söylediği söz malumdur. Şu an bizler bu
çağrıyı sizlere yapıyoruz: “eğer ülkenin
bekası için kontrol bizim elimizde ise
sizlere emir ediyoruz buyurun bizlere
kılavuz olun ve bizleri atacağımız adımlar
için komuta edin; yok eğer bu komuta
sizde ise görevinizin başına gelin ve
bizlere ve ülkenin bekasına sahip çıkın.”
Nasıl ki iki bir’in ayrı ayrı olmaları
toplamında onun iki olmasına, görev ve
birlik bağı ile birleştikleri zaman yan yana
olduklarında ona tam beş buçuk kat değer
kazandırıyorsa; bugün ayrı ayrı olmamız
ehven bir olmamız elzemdir.
Bizlere bir kıvılcım lazımdır ayrı ayrı
olanların bir olmaları için ilk adım bunca
yıllık atalete vurulan organize yumruk
olmak lazımdır. Allah bizleri iman ve
ülkümüzde daim etsin.
Saygılarımla binlerce Serdengeçen gönül
erinden biri…
GENCAY
17
ATSIZ BEY’İN ŞİİRLERİNDE ‘SAVAŞ’
MEFHUMU Abdullah KILAVUZ
“Arık Buka’ya ve Urungu’ya..”
“Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,
Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.
Savaş… Bunun tadını ey Türk sen
bulamazsın,
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”
Hüseyin Nihâl ATSIZ
Giriş Yerine:
Unutulan milli kahramanları tarihin tozlu
sayfalarından çıkartarak, maneviyatı
közlenmiş neslin milli duygularını yeniden
alevlendiren bir romancı… Türk Edebiyatı
Tarihi’ni yazabilecek yetkinlikte bir
edebiyatçı, emsaline az rastlanır bir
Tarihçi… Ömrünü dergi neşretmekle, kitap
yazmakla harcamış bir muharrir ve
tabutluklarda acuna meydan okumuş
hakiki bir dava adamı: Hüseyin Nihâl
ATSIZ.
İbnülemin Mahmud Kemal İnan’ın, “…
Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli
yazılar yazan” sözleriyle tanımladığı Atsız
Bey, hiç şüphesiz, edebi ve fikri kimliğini
oluşturan türlü meziyetlerinin hangisiyle
ele alınırsa alınsın, Cumhuriyet tarihimizin
en sıra dışı, belki de en ilgi çekici
şahsiyetlerindendir.
Bu yazıda ise, Atsız Bey’in -romancılığı
kadar parlak olmasa bile- birçoğu zihinlere
kazınmış olan şiirleri yazmaya muktedir
şairliğinden ziyade; şiirlerinin geneline
hâkim olan “savaş” mefhumunu,
şiirlerinin tamamını incelemenin bu
hacimde bir çalışmayla mümkün olmaması
sebebiyle üç eser altında inceleyeceğiz.
1)Yakarış Şiiri
Bildiğiniz gibi Atsız Bey’in bütün şiirleri
Yolların Sonu adlı eserde toplanarak
vefatından önce neşredilmeye başlanmış,
GENCAY
18
günümüzde de hâlen yeni baskıları
yapılarak okuyucuyla buluşmaya devam
etmektedir. Kitabı elimize aldığımızda,
esasında işimizin tahmin ettiğimizden
daha kolay olacağını fark ediyoruz. Zira
kapağı açar açmaz, kitabın ilk şiiri olan
(1936 senesinde neşredilmiş) “Yakarış”
adlı eser adeta savaş çığlıklarıyla
karşılıyor bizi:
“Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.”
Yakarış, I. Kıt’a
Atsız Bey, savaşla özdeşleşen diğer epik
çizgide eser vermiş şairlerden farklı
olarak, şiirlerinde tarihin yapraklarına
sıkışmış savaşları konu edinmekten
ziyade, sürekli olarak yeni bir savaşın
hasretini şiirleştirmiştir. Çanakkale’ye
Yürüyüş adlı eserini okuyanlar, O’nun şu
sözlerini hatırlayacak ve bu görüşüme hak
verecektir: “Kınında çok duran kılıç
paslanır... Türk kılıcı paslanmamalıdır.
Zaten Türk tarihi bize en uzun barış
devremizin ancak 23 yıl sürdüğünü
gösteriyor. Lozan’dan beri 10 yıl geçti.
Demek ki yeni savaşlar yaklaşıyor. Eğer
tarih bir tekerrürse ve tarihin kanunları,
kaideleri varsa biz en çok 13 yıla kadar
yeni bir savaşa gireceğiz demektir”
Atsız Bey’in savaşa olan hasretinin
yanında bir diğer dikkat çekici konu ise;
yeni bir savaş kadar, kimi zaman şanlı ve
kahramanlık dolu bir şehadete, kimi
zaman ise kılıç veya “üç kuruşluk” bir
kurşunla dökülecek kana hasret duyuşu ve
ölümü yenmiş bir ruh haliyle şiirlerini
kaleme almış olmasıdır:
“Tasa mıdır yakarsa bir kurşun kalbimizi?
Ne çıkar süngülerle delinse bağrımız?
Bu kurşunlar, süngüler öldüremezler bizi
Belki diner onlarla ezeli kalp ağrımız”
Yakarış, V. Kıt’a
O, sadece şiirleri ve yazılarıyla değil,
yaşayışla da (sözlerin kuru bir laf
kalabalığından ibaret olmadığını
ispatlarcasına) hiçbir zaman dünyaya ve
nimetlerine iltifat etmeden, inandığı yolda
yaşamış ve dünyanın nimetlerinden
mahrum yaşıyor olmak onu
inandıklarından asla döndürememiştir.
Şiirin ilerleyen mısralarında, Atsız Bey’in,
gündelik hayat ve dünya arzularından
uzak oluşuna şahitlik edecek mısralarla
karşılaşıyoruz:
“Gam mı ceylân gözlüler bize yâr olmasa?
Yeter ki kılıçlarla süngüler yâr olmalı.
Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa?
Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı.”
Yakarış, VIII. Kıt’a
Sürekli olarak sınır boylarını, cenk
meydanlarını, kanlı harp sabahlarına
hasret çeken Atsız Bey’in, bu hasretin
tezahürü olarak savaşın “çelik-çomak”
misali oynandığı çağlara da zaman zaman
özlem duyduğuna şahit oluyoruz:
“Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir;
Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar.
Yine şanlar alınıp nice canlar verilir,
Yiğit akınımızdan yine dünya şaşalar”
Yakarış, IX. Kıt’a
GENCAY
19
“Yine Batılıların üçünü Kosova’da
Topraklara sereriz, bir değil, bir kaçını.
Çekilince kılıçlar yeniden Haçova’da
Paramparça ederiz Cermenliğin haçını”
Yakarış, XI. Kıt’a
“Genç Fâtih’in ordusu yine tekbir alınca
Söndürürüz kâfirin Meryem Ana mumunu
Haritadan sileriz Tuna’ya at salınca
Ulah’ını, Sırb’ını, Bulgar’ını, Rum’unu.”
Yakarış, XII. Kıt’a
Şiirin son kıt’ası ise, Atsız Bey’in
şiirlerinde hâkim olan fedakârlık, cesaret,
kahramanlık, savaş ve ölüm
mefhumlarının tamamının barındığı
müstesna bir bölüm olarak göze çarpıyor:
“Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince
Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.
Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini
Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız”
Yakarış, XV. Kıt’a
1936 senesinde kaleme alınan bu eser,
Atsız Bey’in şiirlerindeki kahramanlık,
savaş ve ölüm mefhumlarının her kıt’ada
yeni baştan kenetlendiği bir şiir olarak
dikkat çekmektedir. Yine 1933 senesinde
kaleme aldığı Çanakkale’ye Yürüyüş adlı
eserinden bir bölüm daha paylaşırsak
eğer, sanırım Atsız Bey’in savaşa olan
özlemini ve arzusunu çok daha iyi
kavrayabiliriz:
“…Çünkü biz artık insaniyet ve barış değil,
milliyetçilik ve savaş istiyoruz.
İnsaniyetperverlik köpekliktir… Hayır! Biz
barışta değiliz. Biz savaşçıyız.”
2)Topal Asker Şiiri
Atsız Bey’in, 1926 senesinde neşrettiği bu
otuz beyitlik şiiri; meçhul bir savaşta gazi
düşen askerimizin, bacağıyla dalga geçen
genç bir kadına verdiği cevabın
‘hikayesi’nin şiire dökülmüş hâli olarak
karşımıza çıkmaktadır:
“Ey saçları ‘alâgarson’ kesik hanım kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye
Bir sorsana o topallık nerden hediye?”
Topal Asker, I. ve II. Beyit
Bu iki beyitle başlayan şiir, ilerleyen
bölümlerde Topal Asker’in genç kıza
yönelttiği sorularla devam eder…
Gadamer’in “Sadece ara sıra değil, fakat
daima, metnin anlamı yazarın niyetini
aşar” sözü, tam da bu şiir için söylenmiştir.
Zira kuru bir kafiye yumağından fazlasını
anlamaya çalışarak baktığımız zaman
şiirde gördüğümüz; Şiiri yazdığı zaman
yirmi bir yaşında olan genç Atsız’ın, “Topal
Asker” figürü altında özüne sadık, fakir ve
fedakâr Anadolu insanıyla; ayağıyla dalga
geçen kızın şahsında dönemin zengin,
bohem ve vurdumduymaz neslini
çarpıştırdığıdır. Devam eden mısralara göz
atmak, bu düşüncemizin yazarın niyetini
aşsa bile, savımızın bir varsayımdan
fazlası olarak önümüzde durduğunu
gösterecektir:
“Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
Siz salonda dans ederken biz savaştık”
Topal Asker, IV. Beyit
GENCAY
20
“Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz”
Topal Asker, IX. Beyit
“Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
Yapıyorduk biz de kanla, barutla düğün
Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına yağmur
Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık
Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık
Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…”
Topal Asker, XI, XII, XIII ve XIV. Beyit
Devamında, kullanılan harflerden seçilen
kelimelere kadar top yekûn sertleşen şiir,
soru sormaktan ziyade adeta iki nesil
arasında hesaplaşmaya dönüşür:
“Sana karşı haykıranı, mecbursun, dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aşk ile bin belâlı işe can atan
Anam, babam, karım, kızım eziliyorken
Dağlar kadar yükün altında… Gel cevap
ver, sen
Bana anlat, anlat bana siz ne yaptınız?
Köpek gibi oynaştınız, fuhuşa taptınız!”
Topal Asker, XVI, XVII, XVIII ve XIX. Beyit
Ve Topal Asker, sözlerini daha da
şiddetlendirerek devam eder:
“Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
Sizin için harbederken yedim kurşunu.
Onun için topal kaldı böyle bacağım,
Onun için tütmez oldu artık ocağım.
Topal Asker, XXI ve XXII. Beyit
İlerleyen mısralarda, beklentimize ve
varsayımlarımıza ters düşmeyecek şekilde
Atsız Bey’in mısralarına buruk, ancak
şerefli ve heybetli bir ölüm havası siner
yeniden:
“Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
Sallanarak öldük biz bataklarda.
Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
Bu amansız boğuşmada öldü yarımız
Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız
Size şarap oldu sanki… Şehit canımız”
Topal Asker, XXIII, XXIV ve XXV. Beyit
3)Dâvetiye Şiiri
İtalya’nın meşhur faşist lideri Benito
Musolini (namı diğer Duçe), 1934
senesinde yaptığı bir konuşmasında
İtalyanların tarihi emellerinin Asya ve
Afrika’da olduğunu söylemesi Türk-İtalyan
ilişkisinin gerilmesine neden olur.
İtalya’nın 1936 senesinde Türk sahillerine
yakın adaları (Özellikle Leros Adası)
tahkim etmesi ise gerilimi iyice
tırmandırır.
Ömrünün hiçbir döneminde, milli
mes’elelere duyarsız kal(a)mamış olan
Atsız Bey ise, 17 milyonluk Türkiye’den 44
GENCAY
21
milyonluk İtalya’ya meydan okuyan bu
destansı şiiri kaleme alır:
“Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,
İtalyanlar başvekili muhterem Duçe!
İşittim ki yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora”
mısralarıyla alaycı bir giriş yaptığı şiirinde,
tarihinden aldığı gücü mısralarına açıkça
işlemekten çekinmez:
“Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;
Din Arab'ın, hukuk sizin, harp
Türk'lüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!
Kalem, fırça, mermer nedir? Birer
oyuncak!
Şaheserler sungtilerle yazılır ancak!
Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ'in kurduğu devlet
İtalyalı melezlerden üstündür elbet;
Bizim eski uşakları alda yanına
Balkanlardan doğru yürü er meydanına”
Her satırı mazisine duyduğu övünç ve
tarifsiz bir savaş arzusuyla yazılmış bu
şiirin devamında ise girizgâhı kadar
etkileyici bir beyit bizi selamlar:
“Dirilerek başınıza geçse de Sezar
Yine olur Anadolu size bir mezar.”
1943 Senesinde, Orhun Dergisi’nde
yayınlanan “Savaş Aleyhtarlığı” isimli
makalesinde;
“Napolyon Moskova’ya kadar gittikten
sonra esarette ölmüş olabilir. Fakat Fatih
sekiz ülkeyi açtıktan sonra Fatih olarak
öldü. Kayser Wilhelm de yurdundan
kaçmağa mecbur kalmış olabilir.
Kanunînin ölüsü ise Almanya içinden
İstanbul’a kadar bir zafer alayı ihtişamıyla
gelmişti. Savaş kötü bir şey olsaydı bugün
Anadolu bizim elimizde kalmazdı. Çünkü
biz Anadolu’yu savaşla, su gibi düşman
kanı akıtarak, kendi kanımızı da
cömertlikle sel gibi dökerek aldık. Savaş
kötü bir şeyse 10 yıl sonra, 1953’te
İstanbul’u almamızın 500’üncü yılını
kutlamayalım. Fatih’e lanetler savuralım.
Çünkü saldıran oydu. Rumlar yurtlarını
müdafaa ediyorlardı. Son iki üç asırlık
tarihimizde, kıymet olarak, milletler arası
terazinin kefesine “savaş”tan ve
“kahramanlar”dan başka atacak bir
şeyimiz olmadığı için de savaşı kutlu
bilmeğe mecburuz.” Sözleriyle savaşın
milletimiz nazarında önemine değinen
Atsız Bey, bu makaleden üç sene önce
kaleme aldığı “Dâvetiye” şiirinde de,
düşünce dünyasının bir tezahürü olan
sözleriyle bizleri şaşırtmaz ve İtalyan’ların
bu küstah hareketinin de bir savaş sebebi
olduğunu düşünür. Olası bir savaşta ise
Türklerin zaferinden emin olarak şu
satırlarla devam eder şiirine:
Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,
Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,
Tanıyoruz Atilla'dan beri Cermeni,
Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?
Senin dostun Cermanya’ya biz Nemse
deriz,
Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz.
Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;
Ölüm-dirim savaş bir gün mukadder!
Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
GENCAY
22
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!
Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!
Kılıçlarımız kınlarından çıkmaya görsün!
…
Devamında gelen satırlar ise şairin
ruhunda kopan cengin adeta kâğıda
dökülmüş halidir. Atsız Bey ruhunda
tasavvur ettiği savaşı şöyle tarifler:
Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!
Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!
Sert dipçikler ezmelidir nice başları!
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!
En yiğitler serilmeli en önce yere!
Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!
Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!
Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.
Her fırsatta düşmanını aşağılamaktan ve
gözdağı vermekten geri durmayan Atsız
Bey, sırtını yasladığı binlerce yıllık
mazisinin gücüyle devam eder şiire:
Damarında var mı senin böyle bol kanın?
Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,
Karşısında olmasaydı şanlı 'Türk Budun'
Belki gerçek olacaktı bir gün umudun,
İnsanoğlu ümitlerle dolup taşmalı,
Aryalarla Turanlılar karşılamalı.
Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;
Hız verecek biricik şey ona savaştır!
Sadece tarihinden aldığı güçle de
yetinmeyen şair, alışılmışın dışına çıkarak;
makarnadan bulgura, likörden ayrana
varıncaya dek bu iki milletin kültürünü,
edebiyatını ve folklorunu da çarpıştırır
şiirinde:
Keskin olur likörlerden ayranla kımız,
Karnera'yı yere serer Tekirdağlımız.
Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru
Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru...
Biz güleriz Façyo'ların felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzuli'miz engin biz deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin Dane’niz!
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!
'Generaller 'Paşalarla atamaz aşık! ..
Ey İtalyan başvekili! Ey Musolini!
İki ırkın kabarmalı asırlık kini...
Hesabını göreceğiz elbette yarın
Yedi yüzlü, yedi dilli İtalyan’ların!
Yakarış şiirinde “Genç Fâtih’in ordusu
yine tekbir alınca /Söndürürüz kâfirin
Meryem Ana mumunu” mısralarını kâğıda
döken Atsız Bey, bu şiirde de benzer
şekilde Sultan Fatih’ten örnek vererek şiiri
devam ettirir:
Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih
Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa...
Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!
Haydi, hamle kâfirindir... İlkönce sen gel
Ecel ile zaman bize olmadan engel!
Burda tanklar yürümezse etme çok tasa;
Sungtilerle çarpışmadır savaşta yaşa.
Olma böyle sinsi çakal yahut engerek!
Bozkurt gibi, kartal gibi doğüşmek gerek!
Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atila'nin ateşi var içimizde!
Kanije'nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadır Pilevne'nin kırk bir askeri!
Edirne'de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
GENCAY
23
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Asılmaz bir kayadır bu ebedi Vatan!
Sonuç Yerine:
Atsız Bey’in Yolların Sonu adlı şiir kitabını
incelediğimizde mevcut olan otuz altı
şiirden on dördünün savaş mefhumuyla
işlenmiş olduğunu görüyoruz.
İncelememizi derinleştirdiğimizde, bu on
dört şiirin tamamında istisnasız olarak ve
ayrıca içinde savaş mefhumunun yer
bulmadığı birçok şiirde de ilaveten ölüm
teması işlendiğine şahit oluyoruz. Bu elde
ettiğimiz bilgiler ışında, Atsız Bey’in bir
savaş şairi olduğu gerçeğinin yanında,
ölümden korkmayan/ölümü yenmiş ama
aynı zamanda ölüme özlem duyan cesur
ancak melankolik bir ruh haline sahip
olduğu sonucuna ulaşmamız zor
olmayacaktır. Esasında işkencelerle,
zindanlarla, sürgünlerle ve mücadelelerle
geçirdiği yetmiş senelik hayatın
neticesinde, ilkbaharın gelişini kutlayan
pastoral eserler bırakmasını beklemek de
biraz haksızlık olurdu sanırım.
Atsız Bey’in ardından Macar Kraliyet
Askeri Akademisi Sabık Ord. Profesörü
İmrevon Tahnt, şu sözleri söylemiştir:
"Nihâl Atsız, büyük bilgin ve tarihçi olarak
takdir zımmında ne aldı? Nobel mükâfatı
mı? Şeref doktora payesi mi? Veya fahri
üniversite profesörlüğü mü veya bununla
ilgili ödemeler mi? Hayır! Kendisine
hapishanenin loş hücresi layık görüldü!"
İmrevon Tahnt ne yazık ki haklıydı. Üstelik
Prof. Dr. Ayhan Songar’ın sözleri de
Tahnt’ı destekler nitelikteydi. Songar derdi
ki: “Atsız Hoca, mesela Fransa'da
yaşasaydı ve orada bir Fransız Milliyetçisi
olarak ölseydi, heykeli Pantheon'a dikilir
daha sağlığında Akademisine alınır ve
ölümünde devlet, resmi cenaze töreni
düzenlerdi”
Tüm bu söylenenler acı birer hakikat olsa
da, esas hakikat Atsız Bey hâlinden hiçbir
zaman hâlinden şikâyetçi olmamasıydı. Ne
işkenceden yıldı, ne de darbelerle sindi.
Tek suçu milletini sevmek olan Atsız Bey,
farelerin bile yaşamaktan imtina edeceği
tabutluklarda gecelerce aç susuz
bekletildi… Ne Nobel ödülü istedi, ne
doktora, ne de mükâfat. O, ömrü boyunca
hiçbir zaman talep eden taraf olmadı, hep
isteklere cevap verdi… Sürekli bir
mücadele içinde, sürekli bir üretim ile
inandıkları uğrunda fedakârlıklar yaparak
tüketti hayatını. Ve yetmiş senelik koca
ömründe acundan tek bir dileği oldu… O
tek isteğini de Selam adlı şiirinde dile
getirdi:
“Bir gün dolaşırken ırkımızın gürbüz erleri
Adım adım dolaşırken kutlu yerleri
Vaktiyle bir Atsız varmış derlerse ne hoş
Anılmakla hangi gönül olmaz ki sarhoş?”
Bu yazıyla bizler “vaktiyle bir Atsız
varmış” dedik ancak Atsız Bey’in gönlünü
sarhoş edebildik mi?
Kim bilir?
Ruhun şâd olsun Atsız Bey…
GENCAY
24
MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE Mehmet UÇAK
Dini bir kavram olarak ‘’ Tağut ‘’ olgusu
üzerinden Türk milliyetçiliğiyle alâkadar
cümleleri birleştirme gayesiyle bu
çalışmaya karar verdim. Dilerseniz
öncelikle ‘’ Tağut/ Tağutluk ‘’ kavramı
üzerine konuşalım:
-Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler
koyan, insanı Allah’ a ibadetten alıkoyan,
Allah ve Rasulüne tabi olmayı
engelleyendir. Bu insi ve cinni şeytan,
nefis, ağaç, taş, kadın mezar olabileceği
gibi; Allah’ın hükümleri dışında hükümler
koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği
seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim
adamı ve ya Allah’ın kitabından
kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve
düşünce(İdeoloji) olabilir.
Şer’i anlamdaki tanımı yukarıdaki gibidir.
Bu kavram, Tağa kökünden türemiş ve ‘’
Haddini aşan mahlûk ‘’ anlamındadır.
Zihinlerde şu soru canlanabilir: Türk
milliyetçiliği fikir sistemi yoksa Tağutluk
ile mi suçlanacak? – Kesinlikle böylesine
büyük bir gaflete düşülmeyeceğini
belirterek devam ediyorum.
İlk Adım Olarak: Türk Milliyetçiliği
üzerinden Tağutluk kavramını
deşelemek…
Türk milliyetçiliği ile Tağutluğu aynı yazı
içerisinde kaynaştırırken kullanacağım
kelime ve kelime gruplarını seçerken
oldukça güçlük çektim. Zira bu iki konu
üzerinden yürümek, boz yeleli kır at ile
Hazar’ı yarmaktan daha zor diye
düşünüyorum, öyle olduğuna da iman
ediyorum. Her neyse, yanlış
anlaşılmalardan korktuğumu ve niyetimin
gayet halisane olduğunu anlatabilmişimdir
umarım, sürç-ü lisandan siz değerleri
okuyucuların vicdanına sığınırım.
‘’… Allah’ın kitabından kaynaklanmayan
adet, alışkanlık ve düşünce(İdeoloji)
olabilir.‘’ alıntısıyla devam edeceğiz ve
kavramın salt gerçekliğinden yola çıkarak
Türk milliyetçiliğine entegrasyonunu
gerçekleştirmeye çalışacağız.
Türk milliyetçileri bilirler ki ‘’Irkçılık‘’
suçlamasıyla çok kez karşı karşıya
kalmışlardır, haksız yere bu yaftaya maruz
bırakılmışlardır. Gerçekte durum böyle
midir? Kesin ve net bir çizgilerle bu
durumun böyle olmadığını inkâr etmekte
aslında gaflet sayılabilir. Bilinçli ve ne
söylediğini bilen Türk milliyetçilerinin
azınlıkta olduğunu düşünecek olursak ve
sosyal medya analizini de iyi okursak
GENCAY
25
sizlerde pek ala bu söylemlerin haklılık
payı olduğuna iman edeceksiniz.
Bizim meselemiz burada Türk
milliyetçiliğini yanlış algılayanlarladır.
Örneğin ırk üstünlüğü, ırksal
mertebelendirme, renksel derecelendirme
bizim üzerinde çalıştığımız temel
unsurlardır ve milliyetçiliğin yanlış
algılanması da bu konular üzerinde
yoğunlaşmaktadır. Milliyetçilik üzerinden
yürüyüp Türk milliyetçiliği Fransız
ihtilalinden kaynaklanan sığ bir sistem
olarak yanlış algılayan bir taife,
milliyetçiliği Orhun kitabelerinde
arayamadığından ötürüdür ki yukarıda
belirtilen yanlış algılamalara sıklıkla
düşmektedirler. İşte tamda bu zamanda
konuyu tağutlukla ilişkilendirmek yerinde
bir işlem olacaktır. Doğu Türkistan’ da
eziyet çeken milyonlarca Türk’ ün çilesi,
Balkanlar’ da güzel ırkımın güzel insanın
derdi ve daha nice zulümlere maruz kalan
Türklerin akıbetini düşünmek ve Türk
ırkının geleceğini temin etmek üzerine
kafa yorulan bir sistem olarak- Konunun
sığ tutulduğunun farkındayım!- Türk
milliyetçiliği, yanlış algılayanların
söylemleri yüzünden salt ırkçılığa ve
faşistlik uygulamalarına meylettiği
algılanmaktadır. Oysa gerçekte durum
böyle değildir. Bir milletin bekâsının
dışında farklı niyetleri olan kişi ve
kurumları tağutlukla ilişkilendirmek pek
normaldir. Zira şer’i manâdan yola
çıktığımız zaman ‘’ Allah’ın kitabından
kaynaklanmayan bir ideoloji… ‘’ olarak bu
kişi ve kurumların faaliyetleri kavramları
terminolojik muhteva da örtüşmese de
mantıksal çıkarım yoluyla aynı şeyleri
ifade etmektedir. Bir ırkı, diğer ırktan
üstün tutma mevzusu, bir ırkın üstün
özellikleri üzerinden diğer ırkları
aşağılama ve her zaman tüm efradını
potansiyel suçlu olarak görme Allah’ ın
hiçbir kitabında geçmemiş ve en son hak
dini olan İslâm dinin kitabı olan Kur’an’ ı
Kerim’ de kesin ve net bir şekilde
lanetlenmiştir: Irkçılığa (asabiyyeye)
çağıran Bizden değildir; ırkçılık için
savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere,
asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.”
(Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû
Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis
no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)
Görüldüğü üzere ırkçılık uğruna ölenlerin
durumu ortadır. Allah’ın kitabından
kaynaklanmayan bir görüşü savunup o
görüş üzerinden yola çıkanları ‘’Tağut‘’
olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır.
Ayrıca, milliyetçiliği her ne kadar ayrıma
tutmak zoruma gitse de müspet ve menfi
gibi bir ayrıma tabî tutulduğu çoğu
kaynakta gözlenmektedir. Müspet
milliyetçilik, herhangi bir ırk üstünlüğü
konusuna girmeden dil, tarih ve kültür gibi
milleti millet yapan değerlerin korunup
yaşatılması manâsına gelmektedir. Bunun
en iyi örneği olarak Türk milliyetçiliği
örnek gösterilebilir. Şimdi gelelim menfi
milliyetçilik kavramına. Menfî milliyetçilik
ise müspet milliyetçiliğin tam tersini
karşılayacak bir kavramdır. Yani, ırk
GENCAY
26
üstünlüğüne giren, renksel ve ırksal tasnifi
hak gören bir anlayışın ürünüdür ki bu
anlayışın lanetlendiği yukarıdaki ayetle
desteklenip menfi milliyetçilik
aleyhtarlarının tağutlukla suçlanabileceği
ispatlanmıştır.
İkinci Adım Olarak: Milliyetçilik ve
İslâm Üzerinden Tehlikeli Bir Tartışma
Bu kısımda asıl konudan birazda olsa
sıyrılıp sağa sola sataşmadan
edemeyeceğim. Malûm, milletimizin iki
hassas noktası olan ve en çok vurulduğu
yer olan bu iki olgu gerek siyasi gerekse de
sosyal malzeme olarak oldukça çok
kullanılır. Amiyane bir tabirle,’’ Parayı
cukkaladıktan sonra ağzından din-diyanet
tümcelerini düşürmeyenler ‘’ ile ‘’ İşine
geldiğinde ırkçılık seviyesine çıkacak
kadar gaddar olan ‘’ söylemleri ülkemizde
çok duyarız. Burada milliyetçiliğin şahsın
işine gelmediği zamanlarda din üzerinden
vurulması hep yaşanmıştır. Peki gerçekten
de durum böyle midir, gerçekten de İslâm
dini milliyetçiliği yok sayar mı, bu kavramı
küfürle eşdeğer tutar mı? Bu soruların
cevabına yine Allah’ ın kitabından yola
çıkarak cevap aramaya çalışalım:
Allah (c.c), Rûm sûresinin 22. Ayetinde
şöyle buyuruyor: ‘’ Göklerin ve yerlerin
yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin de
farklı olması da onun (Varlığının ve
kudretinin) delilllerindendir. Şüphesiz
bunda bilenler için elbette ibretler vardır.
‘’ Diğer bir ayetle desteklemek istiyorum ki
çoğumuz bu ayetle karşı karşıya
kalmışızdır, bir yerden işitmişizdir: ‘’ “Ey
insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve
en üstününüz O’ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
herşeyden haberdar olandır.” ( Hücûrat
Sûresi, 13. Ayet ) Son olarak şu ayeti de
paylaşmak istiyorum : “O, sudan bir insan
yaratıp ondan soy-sop ve hısımlık
meydana getirendir. Rabbin her şeye
hakkıyla gücü yetendir.” (Furkân Sûresinin
54)
Bu üç ayetten yola çıkılarak birçok yorum
yapılabilir. Fakat buradaki en asli yorum
şu şekildedir: Yaratıcı, insanları farklı
farklı ( Irk ve renk ) olarak yaratmayı
kendi kudretinin büyüklüğüne bağlamıştır.
Yani, bugün ki manâda anlaşılan
milliyetçilik mevzusu ile hak dininin
üzerinde durduğu konu örtüşmektedir.
Buradan çıkaracağımız sonuç ise ‘’
Milliyetçilik, yani müspet milliyetçilik
olarak adlandırılan milliyetçilik aslında
Allah’ın kudretinden kaynaklanmaktadır.
O hâlde, milliyetçilikle savaşmak,
milliyetçiliğin kötü olduğunu ve ırkçılıkla
harmanlandığını söylemek Allah’ın
kudretine karşı gelmektir. Milliyetçilik,
devam ettirilmesi gereken bir husustur,
milliyetine sahip çıkmak Allah’ın emirleri
arasındadır. Aksi hâlde, milliyeti inkâr
GENCAY
27
etmek ve insanlığı tek bir milliyet çatısı
altında birleştirmek hiçbir bilim dalına,
sosyolojiye, antropolojiye ve mantığa
uymadığı gibi İslam’ın da kriterlerine
uymamaktadır.
Bu bölümde ‘’Arap Kafalı‘’ zihniyetin
milliyetçiliğe olan düşmanlığını bertaraf
etmeye çalıştık. Gaipten Ayet-i Kerime’
lerin bulunduğu, ‘’ Kimsenin Bilmediği
Ayeti Bulduk! ‘’ manşetlerinin atıldığı, dini
tamamen siyasi ve çıkar ilişkisine alet
edenlerin türediği bir durumda onları
üzerlerinde çokça durdukları ve
dillerinden hiç düşürmedikleri olgularla
bertaraf ettiğimizi düşünüyorum. Hoş,
menfaatleri uğruna doğru bildiklerini bile
inkar edenler ispat edilmiş verilere itaat
etmemektedirler. Her ne olursa olsun
bizim bu cahiliye ile kavgamız asla
bitmeyecektir, sonuna dek bu kalem savaşı
sürecektir.
Bu kısmın ana temadan biraz da olsa
uzaklaştığının farkındayım, affınıza
sığınırım. Ama bu konuyu da asıl
konumuzla bağdaştırmak zaruri bir
durumdu. Şöyle ki, ‘’ Allah’ın kitabından
kaynaklanmayan bir düşünce… ‘’
tağutlukla ilişkilendiriliyordu. Buradaki
mevzuyu da tağutlukla
ilişkilendirebileceğiz. Bakınız, Hâk,
öncelikle milliyetçiliği kendi kudreti ile
ilişkilendirmiştir. Milliyetçiliğe savaş
açanlarda Allah’ın kitabından
kaynaklanmayan bir düşünceye iman
etmişlerdir. O hâlde, bu kişileri tağut
kavramıyla ahbap etmek sanırım haksızlık
olmayacaktır.
Bir Adım Daha: Türklerle İlintili Olduğu
Söylenen Hadis ve Hadiseler…
Bu adımda, Türkler ile ilgili olduğu
söylenen birkaç hadise ve hadis-i şerifi de
paylaşmak gerektiğini düşünüyorum.
Malûm, konu milliyetçilik ve Türklük
üzerinden yürümüşken aidiyetimiz
bulunan bir milliyete ait olduğu söylenen-
Söylenen diyorum, kesin kez kabul
edilmişiliği olmadığından.- hadis ve
hadiseleri paylaşmak asıl konuyu dallanıp
budaklandırmak olarak algılanma ihtimali
olsa da üzerinde hiç durmamakta haksızlık
olacaktır.
1- Ey iman edenler! İçinizden kim
dininden dönerse, Allah Müminlere karşı
alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve
zorlu, kendisinin onları seveceği, onlarında
kendisini seveceği bir kavim getirir ki;
Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir
kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu
Allah’ın lütfu inayetidir ki, onu kime
dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en
çok bilendir. (Maide suresi:54)
GENCAY
28
Birçok İslâm âlimine göre bu ayet Türk ırkı
ile ilişkilendirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır,
Ömer Nasuhi Bilmen bu kişiler
arasındadır.
2- Kaşgarlı Mahmut Divanı Lügat-it Türk
isimli eserinde Buhara ve Nişabur hadis
imamlarından şu hadis-i kutsi’yi rivayet
etmektedir: “Ulu ve Aziz olan Allah diyor
ki; Benim Türk ismini verdiğim ve doğuda
yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki,
her hangi bir kavme karşı gazaba gelecek
olursam o Türk askerimi işte o kavmin
üstüne saldırtırım.” (Kaşgarlı Mahmut,
Divanı Lügat-it Türk, C.1., 294 –1333 İst
basımı)
3- Kostantiyye (İstanbul) mutlaka feth
olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne
güzel kumandandır ve o asker ne güzel
askerdir. Buhari (et-Trah-ul Kebir, cilt 1,
kısım 2, sayfa: 81) Ahmed bin Hanbel
(Müsned IV/42, kahire 1313) El-Hakim
(el-Müstedrek IV/42-422, Haydarabat
1335)
4- Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp,
kovalayacaktır ki; onların yüzleri
(yuvarlak ve) enli, gözleri (çekik ve)
küçük, çehreleri sanki üzeri derilerle
kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar üç
defa Arabistan yarımadasına kadar
ilerleyeceklerdir. İlk istilada onların
önlerinden kaçanlar kurtulacaktır. İkinci
istilada hücuma uğrayanlardan bazıları
helak olacak ve bazıları da canlarını
kurtaracaklardır. Üçüncü istilada ise
onların kökleri kesilecektir (Artık istilalar
son bulacaktır) işte onlar Türkler’dir.
Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a
yemin ederim ki, Türkler (çok yakın bir
gelecekte) atlarını Müslüman
mescidlerinin direklerine
bağlayacaklardır. Ebu Davud (Nuseym b.
Hammad, Kitabü’l Fiten, Atıf Ktp. No: 602,
V.121122)
Son Adım Olarak:
Tağutluk kavramı esaslı milliyetçilik,
ırkçılık, Türklerin İslâm ile ilgili hadis ve
hadiseler olarak birçok konuya girdik,
aklımız ve fikrimizce girmeye çalıştık. Esas
konu yani asıl anlatmak ve üzerinde
durmak istediğim mevzu ise Tağutluk
kavramıydı! Oldukça mühim gördüğüm,
dini terminolojiden biraz arındırıp sosyal
hayatta oldukça çok türüne
rastlayabileceğiniz bir konu hakkında
zihinlerde bir soru işareti bırakmak
gayesindeydim. Görev yaptığınız birimdeki
bir yönetici, kahvehanede sohbet ettiğiniz
bir arkadaş, bir aile ferdiniz belki de siz…
Evet, hepimiz, hepimiz birer Tağut olabilir
ve Tağutluk kavramının muhtevasıyla
örtüşen hareketlere girişiyor olabiliriz. Bu,
sosyal hayatınızdan tutunda hayatınızın
her anında –İstemeden de olsa-
yapabileceğimiz bir hata olabilir.
Mensup ve savunucu olduğum bir düşünce
sistemi olarak işe ilk olarak Türk
milliyetçiliği ve Türk milliyetçilerinden
başlamak istedim. Manevi mevzuların
vicdanî müesseseden gelmesi oldukça
elzemdir. İşte bu yüzden ‘’Tağutluk‘’
GENCAY
29
olgusunu siz değerli okuyuculara
vicdanına bırakıyorum. Amacım olan ‘’
Soru İşaretini Uyandırma! ‘’ işlemiydi.
Umarım bu konunun camiamızda üstünde
durulması gereken bir konu olduğu
düşüncesini zihinlere
yerleştirebilmişimdir.
Giderayak yine birilerine sataşmadan
gidemeyeceğim, o halde size Yunus Emre’
den bir alıntı yaparak veda edeyim:
‘’ Müslümanım diyen kişi
Şartı nedir bilse gerek
Tanrı buyruğun tutup
Beş vaktini kılsa gerek
Eksik olma ehillerden
Kaçıverin cahillerden
Tanrı bizar bahillerden
Bahil Hakk’ı görür değil. ‘’
Yunus Emre de görüldüğü üzere Tanrı
kelimesini kullanmıştır. Şu soruyu
sormadan da geçmek olmaz: Tanrı
kelimesine yasak koyanlar Yunus Emre
kadar Müslüman mıdır? Yoksa Yunus
Emre Müslümanlığı anlamamış mıdır? …
Hak olan cevabı yine siz değerli
okuyucuların vicdanî müessesine
bırakıyorum, zira orası en doğru cevabı
bulacaktır.
GENCAY
30
İSRAİL - FİLİSTİN Sergen ÇİRKİN
AĞLAMA DUVARI’NIN GÖLGESİNDE
ORTA DOĞUNUN SON ÜÇ BİN YILI:
Yahudi Ve Filistin Halkının Kökenleri…
Etnisite bağlamında Yahudilerin ve Filistin
halkının geçmişleri köklü ve karmaşık bir
tablo çizer. Aslında ne İsrailliler Avrupa
kökenlidir, ne de Filistinliler Arap’tır.
Filistinlilerin ve Yahudilerin Arap kökenli
iki halk olduğu düşüncesi ise Ortadoğu
siyasetinin baştan sona yanlış algılamalar
ile dolmasına sebep olmuştur. Doğu
Akdeniz sahillerinde son Üç bin yıldan beri
savaşan bu iki halk, yalnızca kendi
milletlerinin tarihini değil, tüm
Ortadoğu’nun binlerce yıllık kaderini
çizmişlerdir. Çünkü Ortadoğu’da var olan
siyasi veya dini problemlerin kaynağı
yalnız bir Yahudi-Müslüman savaşı
olmaktan ziyade, çok daha fazla şeyi ifade
eder. Bu sorunu anlamak için Yahudilerin
ve Filistinlilerin bölgeye ne zaman ve
nereden geldiklerini araştırmak gerekiyor.
Evet, Yahudiler yani “İsrail Oğulları” Sami
kökenli Semitik bir halk olup günümüz
Araplarının doğrudan akrabalarıdır. Fakat
Araplar kimlerdir ve Araplık Nedir?
Örneğin Filistinliler ne Ortadoğulu bir
halktır ne de Arap kökenlidir.
Filistin adı tarihte ilk kez MÖ. 1180 yılında
Mısır Firavunu III. Ramses’in kayıtlarında
geçer. Ramses, Amon Tapınağının
duvarlarına yaptırdığı kabartmalarda, yük
arabaları ve gemilerle Mısır’a gelen Deniz
Kavimlerinin resimlerini çizdirmiştir. Bu
halklardan biri de Mısırlıların “PERESET”
dedikleri Filistinlilerdir ve kökenleri
Kaftor Adasına yani Girit’te
dayanmaktadır. Mö 1300 yıllarından
itibaren Avrupa’nın Kuzeyinden gelerek
Güneye doğru inen göçebe halklar
Balkanlara, Ege Adalarına, Anadolu ve
Yunanistan’a yerleşmişlerdir. Kuzeyden
gelen bu göçebeler, Güneydeki Yerli
halkların bölgeden kaçmasına sebep
olmuştur. Yeni gelen Göçebe Barbarlar
bugünkü Yunanlıların doğrudan atalarıdır.
Güneydeki yerli halklardan biri olan
Peleset halkı ise Girit’ten kaçarak Mısır’a
sığınmıştır. Yani Filistinliler günümüzden
3 bin yıl önce Girit Adasından kaçarak
Ortadoğu’ya yerleşen Avrupa Kökenli
halklardan biriydi. Filistin adı günümüz
İngilizcesinde “Palestine”; Antik Asur
kaynaklarında “Pilistu” ; Herodot’ta ve
Yunanca kaynaklarda ise “Palaistine”
GENCAY
31
şeklinde geçmektedir. Filistlerin bugünkü
Filistin topraklarına yerleşmeleri ise MÖ.
1150 yıllarına denk gelir. Bu tarihleme
arkeologlar tarafından Filistin
topraklarında bulunan seramiklere göre
yapılmıştır. Filistler bölgeye geldiklerinde
yanlarında Girit adası ve Yunanistan’a
özgü bir seramik türünü de getirmişlerdi.
“Miken IIIC 1b” tipi denilen bu çanak
çömleğin Ortadoğu’da görülmesiyle
birlikte Filistlerin bölgeye yerleşmeye
başladıkları anlaşılmaktadır. Filistlerin
Ortadoğu’ya gelmeleriyle birlikte bölgede
Tunç Çağları bitmiş ve Demir Çağı
başlamış olup bu bölge artık tarih boyunca
Filistin olarak anılacaktır.
İbranilik, İsrail Oğulları, Musevilik Ve
Yahudilik Nedir?
Çoğu kez birbiri yerine kullandığımız bu
kelimeler aslında farklı şeyleri ifade
etmektedir ve Yahudi tarihinin dönüm
noktalarına işaret eder.
İbranilik: Mö 2000 yıllarında Hz. İbrahim
Güney Irak’taki Ur şehrinden Türkiye’deki
Harran’a gelir. Daha sonra buradan
kendine vaat edilmiş topraklara yani
Filistin’e doğru yola çıkar. Filistin’e gelene
kadar Hz. İbrahim’in adı AVRAM’dır.
Avram: Yüce Baba anlamına gelmektedir.
Vaat edilen Filistin topraklarına geldikten
sonra Rabbi, Avram’ın adını İBRAHİM
olarak değiştirir. İbrahim, Çokların Babası
anlamına gelmekteydi. İBRANİLİK sözü de
bu dönemi ifade etmek için ortaya çıkmış
olup Yahudiliğe giden yolda en eski, en
genel ve köklü ifade biçimidir. İbrahim’in
oğlu İsmail yerine Tanrı tarafından
gönderilen hayvanı kurban edilmesi
arkeolojik katırlardan takip edilebilir. Hz.
İbrahim’in yaşadığı dönem olan Mö. ikinci
bin yıla ait Eski Babil mühürlerinde ilk kez
hayvan kurbanı sahneleri görülmeye
başlar. Mühürler üzerinde kucağında
taşıdığı kurbanı Tanrıya götüren kişiler ilk
kez bu dönemde tasvir edilirler.
İsrail Oğulları: İbrahim’in oğlu İshak’ın
torunu Yakup. (İBRAHİM- İSHAK- ESAV-
YAKUP) İslami Literatürde geçen Hz.
Yakup’un diğer adı İSRAİL’dir. Yakup
peygamber olduktan sonra İsrail adını alır.
İsrail, Arapça kökenli bir kelime olup
“Tanrının adıyla savaşan, güreşen”
anlamına gelmektedir. Aslında devamlı
küfür ve lanetlerle anılan “İsrail” sözü bir
peygamber adı olup içinde Tanrının adını
da barındırmaktadır. Hz. Yakup sözü ise
kısmen yanlış bir adlandırmadır. Çünkü
tıpkı AVRAM’ın peygamber olduktan sonra
İBRAHİM adını alması gibi, Yakup da
peygamber olduktan sonra İSRAİL adını
almıştır. Yakup’un 12 oğlu: Yusuf,
Bünyamin, Ruben, Şimon, Levi, Yahuda,
İssakar, Zevalun, Dan, Naftali, Gad ve
Aşer’dir. İşte içlerinde Hz. Yusuf’un da yer
aldığı bu on iki isim Yakup’un oğulları yani
İSRAİL OĞULLARI’DIR.
İsrail oğulları sözü yaklaşık olarak Mö.
1500 yıllarını ifade etmek için kullanılır.
Hz. Yusuf’un Mısır’da olduğu dönem de
yaklaşık bu tarihlere rastlar. Hz. Yusuf’un
GENCAY
32
Mısırda yaşadığı bu çağda Mısır Çok
Tanrılı Amon dinini bırakmış ve Tek tanrılı
Aten dinine geçmiştir. Firavun Akhenaton
ve oğlu Tutankhamon döneminde Mısır’ın
tek tanrıya tapması şüphesiz İsrail
Oğullarının Mısır’da olan etkisinden
kaynaklanmaktaydı.
Musevilik: Mö. 13. Yüz yılda Mısır’daki
İsrail Oğulları üstünde Firavun’un baskısı
gittikçe artar. Firavun III. Tutmosis
döneminde İsrail Oğulları Mısırı terk
ederek Vaat edilmiş topraklara (Filistin’e)
kaçmaya başlamıştır. Hz. Musa’nın
yaşadığı dönem de bu çağı ifade
etmektedir. “MUSA” sözcüğü diğer
peygamber isimleri gibi Arapça veya
İbranice kökenli değil Antik Mısır
dilindedir. Bilindiği üzere Musa’ bir sepete
konularak Nil nehrine atılmış ve
Firavunun kızı onu nehirde bularak evlat
edinmiştir. Nehirden bebeği alan anne ona
Mısır dilinde ÇOCUK anlamına gelen MUSA
adını koymuştur.
Yahudilik: Hz. Davut ve oğlu Hz.
Süleyman döneminde altın çağını yaşayan
İsrail Oğullarının “Birleşik Krallığı” Mö.
930 yılında ikiye ayrılır. Kuzey Krallığı
İsrail Krallığı adını; Güney Krallığı ise
Yehuda Krallığı adını almıştır. Onlarca
peygamberin gelmesine sebep olan
Yehuda Krallığı sapkınlıklarıyla meşhur
bir hale gelmiştir. “Yahudi” kavramı Mö
930’dan sonra kurulan bu krallığa atfen
kullanılmaktadır. Diğer tüm kavramlar
içinde Yahudilik en genelden en özele
indirgenmiş sözcüktür. İbranilik, Yahudilik
dâhil diğer tüm sıfatları, Yahudilik ise
sadece bu dönemden sonrasını ifade eder.
Ortadoğu’daki yıkıcı Yahudi mantığı işte
tam olarak da bu krallığın mirasçısıdır.
KRAL DAVUT veya Hz. DAVUT
Kudüs’ün İsrail’in eline Geçmesi ve Kral
Davut’un Fetihleri…
Birleşik İsrail Krallığının ikinci kralı Hz.
Davut’tur. MÖ 1010 –MÖ 970 yılları
arasında Davut’un fetihleri ile İsrail büyük
bir krallık haline gelir. Davut’un Filistin ile
yaptığı savaşlardan en önemlisi Kudüs’ün
ele geçirilişidir. Kudüs’ün o günlerdeki adı
“YEVUS” kentiydi. Etrafı derin vadilerle
çevrili bir kentti ve bu yüzden kuşatması
zordu. O günlerde çok tanrılı Kenanlıların
elinde bulunan Kudüs, Davut’tan itibaren
İsrail’in eline geçer ve İsrail’in Başkenti
olur.
Filistlerin Çaldığı 10 Emir Hz. Davut’un
eline geçiyor…
Musa’ya Tanrı tarafından verilen 10 Emrin
içinde bulunduğu “Kutsal Anlaşma
Sandığını” İsrail-Filistin savaşı sırasında
Filistlerin eline geçer. Fakat çalınan sandık
o günlerde putperest olan Filistin’e
hastalıklar getirir ve bunun üstüne
Filistinliler sandığı iki ineğin çektiği bir
arabaya yükleyerek İsrail’e geri yollarlar.
Sandığı ele geçiren Kral Davut, 10 Emrin
Kudüs’e gelmesini sağlar. Artık Kudüs
İsrail’in hem resmi hem de dini başkenti
haline gelmiştir. 10 Emrin Kudüs’e
getirilişi lir, çenk, tef, çıngırak ve ziller
GENCAY
33
çalınarak kutlanmıştır. Bu tip sahneleri
yansıtan betimler Gaziantep Zincirli’de
bulunan bazı Geç Hitit kabartmalarında
görülmektedir. Dini açıdan çok önemli
eserler barındıran Zincirli, 1. Dünya savaşı
yıllarında ajanların ve Asker arkeologların
yoğun ilgisine sebep olmuştur. Yıllar sonra
günümüzde tekrar kazılmaya başlanan
Zincirli’de yeni dönem kazıları Amerika
Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Prof Dr.
David Schloen başkanlığında
yapılmaktadır(!)
KUDÜS: Üç Dinin Kutsadığı Şehir
Biz Türklerin Osmanlıdan bu yana Kudüs
olarak andığı bu şehir antik kaynaklarda
ve günümüz dünya literatüründe
Yerusalem (Jerusalem) olarak
geçmektedir. Kentin tarihi günümüzden 6
bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır.
“Yeru” sözünün Sümerce karşılığı
yerleşimdir, Şalem ise barış anlamına da
gelen Gün batımı tanrıçasının adıdır. Yani
kelime köken olarak Jerusalem: “Barış
kenti” anlamına gelmektedir.
KRAL SÜLEYMAN veya Hz. SÜLEYMAN
(Mö. 970-930)
Davut’un ölümü ile Birleşik İsrail
Krallığının başına oğlu Süleyman geçer.
Süleyman’ın tarihe geçen en önemli eseri
Kudüs’te inşa ettirdiği “Süleyman
Mabedidir”. Tarihi kaynaklara göre Kral
Süleyman’a bir yılda gelen vergilerin
toplamı 23 ton altındır. Dillerde dolanan
“Sultan Süleyman’ın Hazinesi” sözü işte
buradan kaynaklanmaktadır. Süleyman
öylesine muazzam bir servete sahipti ki
inşa ettirdiği Mabet dünyanın o güne
kadar görmediği bir ihtişama sahip
olmuştu. Dönem dönem yıkılıp tekrar inşa
edilen Süleyman Mabedinin ayakta kalan
batı duvarı günümüz Yahudileri tarafından
“Ağlama Duvarı” olarak kullanılmaktadır.
Hz. Süleyman her şeye rağmen baskıcı bir
kraldı ve günaha pek çok kez yaklaşmıştı.
Süleyman, 70.000 kişilik yük taşıyıcısına;
80.000 kişilik taş kesen ustaya
hükmediyordu. Bu köleler İsrailli
değillerdi, ayrıca Süleyman’ın hareminde
700 kadın yer almaktaydı. Bazıları
putperest olan bu kadınlar için Süleyman
yasak Tapınma yerleri yaptırdı.
Süleyman’ın Rabbi inşa edilen bu
putperest tapınaklar yüzünden İsrail
krallığını yıkılışa sürükledi. Artık Birleşik
Büyük İsrail Krallığı ikiye ayrılacaktır ve
İsrail oğulları bundan sonra tarihte hiçbir
zaman tek krallık tarafından
yönetilemeyecektir.
Birleşik Krallığın Yıkılışı, Yehuda
Krallığının Kurulması ve Putperestlerin
Geri Dönüşü
MÖ 930 yılında Birleşik Krallık yıkılır ve
Kuzeyde İsrail, Güneyde Yehuda Krallıkları
kurulur. İsrail Krallığı MÖ 722 yılına kadar
yaşar ve daha sonra bağımsızlığını
kaybeder. Başkenti Kudüs olan Yehuda
Krallığı ise MÖ 586 yılın kadar varlığını
sürdürür. Tek tanrılı Süleyman devleti
artık yıkılmıştı ve Yehuda Krallığında eski
çok tanrılı adetleri yaşatan krallar gelmeye
başladı. Süleyman’ın soyundan gelenler
GENCAY
34
putlara tapıyorlardı. Bu sebeple Yehuda
krallığına dönem dönem gönderilen
Tanrı’nın elçileri (peygamberler) krallığı
ıslah etmeye çalıştı. Örneğin Kral Ahaz
Putperesti ve oğlunu putperestler gibi
ateşe kurban etti. O, Yahudi tarihinde
kötülükleri ile ünlü bir kraldı. Bu paganist
çok tanrılı adetleri dizginlemek için Tanrı,
Yeşaya ve Mika peygamberleri
gönderilmiştir. MÖ 586 yılına gelindiğinde
ise Babil kralı Nebukadnessar Kudüs’e
girerek Süleyman Tapınağını tamamıyla
yıktı ve Yehuda Krallığına son verdi. Bu
yıkılıştan sonra bir daha tarihte asla
bağımsız bir Yahudi devleti kurulamadı, ta
ki 14 Mayıs 1948 yılına gelinceye kadar.
2.534 Yıl Sonra Yeniden Kurulan İsrail
Devleti…
I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin
girişimiyle İsrail devletine giden süreç de
başlamış oldu. Milletler Cemiyeti 1920
yılında, Filistin üzerinde İngiliz mandasını
tanıdı. Bundan sonra kurulan bir Yahudi
bürosu İngiltere gözetiminde Yahudi
haklarını temsil etmeye başladı. Daha
sonraki yıllarda Siyonistler dünyanın
çeşitli yerlerine dağılmış bulunan
Yahudileri devlet kurabilmek için Filistin'e
göç ettirmeye çalıştı. Filistin’deki Araplar
bu göçe karşı koyduklarından İngiltere,
Yahudi göçlerinin durdurulmasına karar
verdi. Bunun üzerine Askeri Yahudi
Teşkilatı “Hagana” İngiltere'nin aldığı bu
kararlara karşı terör eylemlerine başlattı
ve Filistin’e gizli Yahudi göçleri düzenledi.
II. Dünya Harbi'nin müttefiklerin
galibiyetiyle bitmesinden sonra, Filistin
meselesi son safhasına ulaştı. İngiltere
daha sonra Amerika’nın yardımını
sağlayarak, Filistin meselesini Birleşmiş
Milletlere götürdü. BM, Kasım 1947'de
Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak
üzere iki devlet arasında paylaşılmasına
karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul
ederken Araplar reddetti. Kudüs şehri ise
BM denetiminde milletlerarası bir bölge
olarak tanındı. Bu çözüm Arapları tatmin
etmedi. İsrail-Filistin Savaşı başladı. 14
Mayıs 1948’de “David Ben-Gurion”
tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu
resmen ilan edildi.
KAYNAKÇA
BECKETT 2008, Samuel Beckett, Palestine:
History of a Lost Nation, Grove Press.
BENVENİSTİ 1996, M. Benvenisti, City of
Stone: The Hidden History of Jerusalem,
University of California Press.
GÜR 2012, Barış Gür, Deniz Kavimleri,
Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
HOERTH 2006, Alfred Hoerth, Bible
Archaeology: An Exploration of the History
and Culture of Early Civilizations, Baker
Publishing Group.
Kıtab-ı Mukaddes ( Eski Ahit - Yeni Ahit) ve
Kuran-ı Kerim.
KİTTO 2003, John Kitto, The History of
Ancient and Modern Jerusalem, Kessinger
Publishing.
LEWİN 2005, Ariel Lewin, The Archaeology Of
Ancient Judea And Palestine, Getty
Publications.
MİCHEL 1992, Thomas Michel, Hristiyan
Tanrıbilimine Giriş, Ohan Basımevi.
TEKİN 2008, Oğuz Tekin, Eski Yunan ve
Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları.
WOOLEY 1921, Leonard Woolley, Carchemish
: Town Defences, British Museum Press.
GENCAY
35
GENCAY
36
SİVİL İTAATSİZLİK VE DEVLET Hicran KIZIL
Demokratik hukuk devleti meşruluğunu
yalın bir yasallığa dayandırmadığı için
yurttaşlarından koşulsuz bir itaati değil
nitelikli bir itaati isteyebilir. Bu nedenden
ötürü bireyler haksızlığa uğradıklarını
düşündükleri konularda yasal tüm yolları
denedikten sonra çözüme ulaşamazlarsa,
bu adaletsizliğe tepki mahiyetinde ‘’Sivil
İtaatsizliğe’’ başvururlar.
Sivil itaatsizlik kavramının felsefi temeli
Sokrates’e kadar götürülse de onu sistemli
bir kuram haline getiren kişi Henry David
Thoreau’dur. Thoreau’nun sistematiğini
oluşturduğu kuramın temel felsefesi “En
iyi hükümet hiç yönetmeyen hükümettir.”
ilkesine dayanır. Sivil itaatsizliğin temel
ilkesi; en önemli yasa ‘vicdan yasasıdır.’
Eğer ülke yasasıyla vicdan yasası
çatışmaya girerse vicdan yasasını
çiğnememek uğruna ülke yasasına karşı
gelinebilir. Ancak birey bu karşı gelişin
yaptırımlarına katlanmak zorundadır. Bu
yaptırım hapis cezası olsa bile eylemi
gerçekleştiren kişi bunu kabul etmekle
mükelleftir. Sivil itaatsizliğin meşru
olduğu haller ise hukuk devleti olsa bile
gayrimeşru uygulamalarla yasanın özünün
çiğnenmesidir.
Sivil itaatsizlik eyleminin temel unsurları;
karşı çıkılan hukuk normunun
uygulanması durumunda ağır bir
adaletsizliğe yol açacak olması, eylemin
yaptırımlarına razı olmak, eylemin aleni
yapılması, sivil itaatsizlik eyleminin hiçbir
şekilde şiddet içermemesi gibi unsurlardır.
Burada üzerinde durulması gereken en
önemli nokta ise bu eylemin ‘şiddet’
içermemesidir. Sivil itaatsizlik, bu
mahiyeti itibariyle bir ‘pasif direniş’
örneğidir. Eğer bu şiddetsizlik halini
bozacak münferit tek bir olay bile
gerçekleşmişse bu sivil itaatsizliğin temel
yasasına aykırıdır.
Sivil itaatsizliğin belli bir temele oturtan
ve yaşama geçiren ise Gandi’dir. O, İngiliz
sömürgesi altındaki Hindistan’ın uyanışını,
öncülük ettiği pek çok sivil itaatsizlik
eylemiyle sağlamıştır. Yapılan ayrımcılık
boyutundaki adaletsizliklere; sınır
ihlalleri, tuz yürüyüşü, açlık grevleri gibi
pek çok itaatsizlik yöntemiyle tepki
göstermiştir. Gandi’nin bu uygulaması,
‘Satyagraha’ felsefi düşünüşü olarak
literatürdeki yerini almıştır. Bu, felsefi
GENCAY
37
olarak yasanın özüne uymak suretiyle
yasaya uymamak ilkesidir yani, insanlar
eylemlerinin yasal olmadığını bilir ancak
adaletsizliğe başkaldırı amaç olduğu için
yasallığın yerini meşruluk alır. Çünkü
burada temel çıkış noktası vicdan
yasasıdır ve bu yasa da çoğunluğun
yasasını işlevsiz hale getirir.
Vicdan yasası ve adalet olgusunu
Rousseau’nun ‘genel irade’ kavramıyla da
bağdaştırmak mümkündür. Bireyler
iradelerini ortak iradeye teslim ederler,
ondan istedikleri ise fertlerin tek başlarına
sağlayamayacakları adaletin
sağlanmasıdır. Böylece ‘toplum
sözleşmesi’ oluşturulmuş olur. Ancak bu
yetkinin devredildiği otorite, kamunun
hakkını hiçe sayıp keyfi uygulamalarıyla
adalet terazisinin ayarıyla oynarsa, işte
tam da bu noktada toplum sözleşmesi
bozulmuş olur.
Dünya üzerindeki başlıca ‘Sivil itaatsizlik’
eylemleri; Japonya’da Greenpeace’in, 15
metrelik lastik balinasıyla Japon balina
avlama gemilerinin okyanusa açılmalarını
engellemesi, İngiltere’de silah sergisinin
önünde insandan halı yapılması,
Amerika’da belediyenin otobüslere
koyduğu ırklara göre oturma düzeninin
çiğnenmesi, Almanya’da yeni atom
silahlarının yerleştirilmesini protesto
etmek amacıyla, metro istasyonlarındaki
imdat frenlerinin aynı anda çekilmesi gibi
protestolardır.
Türkiye’deki Sivil itaatsizlik eylemlerine
ise Susurluk kazasının ardından “Sürekli
Aydınlık İçin Bir Dakikalık Karanlık”,
Bergama köylülerinin siyanürlü altına
karşı düzenledikleri gösteriler ve Gezi
Parkı müdahalesine tepki amaçlı yapılan
“duran adam” eylemi örnek verilebilir.
Türkiye’de de yayılan küreselleşme
aygıtları ve siyasal-toplumsal yapının
günden güne karmaşıklaşması köklü
değişiklikleri zorunlu hale getirmektedir.
Bu bağlamda Türk Milliyetçileri’nin de
1980 sonrası sivil toplum ve devlet algısı
dönüşüme uğramıştır. Türk milliyetçileri
12 Eylül ve sonrasında tarafsızlık adı
altında Sovyet örtülü istilasının bir
parçasını oluşturan örgütlenmelerle eş
tutulmuş çok ağır ve devletle milleti
yabancılaştıran bir durum ile
karşılaşmışlardır
Günümüz siyasal, toplumsal örgütlenmesi
kutsal, tartışılmaz devlet algısının
işlevsizliğini ortaya koyarken sivil toplum
örgütlerinin güçlenmesi gerçekliğini
yansıtır. Bu anlayış çerçevesinde hukuk
devleti olmanın ötesine geçmiş, patronajın
tüm kurumlarda adeta bir gelenek haline
geldiği ve meşruiyet kaynağı olan Türk
unsurunun olumsuzlandığı devlet elbette
sorgulanmaya mahkûmdur.
GENCAY
38
Sivil itaatsizlik, küreselleşme karşıtı
olması sebebiyle, Türk Milliyetçiliği
anlayışının başvurabileceği bir demokrasi
aygıtıdır. Oysa Türkiye’de kendilerini bu
kavramın yegane uygulayıcısı olarak gören
ayrılıkçı guruplar sivil itaatsizlikle çelişki
halindedir. Çünkü sivil itaatsizliğin özü
kanunun çiğnenmesidir. Bu temel
çerçevesinde zaten kanunlara uymamayı
alışkanlık haline getirmiş ve şiddet
yolundan vazgeçmemiş toplulukların
gerçekleştirdiği eylemler, sivil itaatsizlik
değil; anarşidir.
Kanunlar insan için vardır. Bu noktada
adaletin sağlanması elzemdir. Tersini
amaçlayan bir hukuk normu ise işlevsiz
kalmaya mahkûmdur. Bunun bir siyasi
ifade biçimi olarak en meşru yollarından
biri de şüphesiz sivil itaatsizliktir. Elbette
kanun koyucular belli bir çoğunluğun
arzusuyla otoriteyi elde edenlerdir. Ancak
burada Liberal demokrasinin en büyük
çıkmazı olan ‘çoğunluğun tiranlığı’ sorunu
karşımıza çıkmaktadır. Oysaki sivil
itaatsizlik çoğunluğun yasası değil;
vicdanın yasasıdır. Bu vicdana aykırı olan
her yasa ya da uygulama şiddet içermeyen
ve kamuoyu oluşturmak bakımında
mühim olan eylemlerle protesto edilebilir.
Belki bu direniş, topyekûn otoriteyi
değiştirmeye yetecek güçte değildir ama
birtakım haksız uygulamaların önüne
geçebilmek açısından işlevsel olabilir.
‘Eşref-i Mahlukat’ olan insanın en doğal
haklarını kullanabileceği açık bir toplumda
yaşayabilmesinin bedeli, resmî söylemin
ötesinde kalan muhalif ya da karşıt
düşünceye sahip çıkmasında yatmaktadır.
Bu noktada ‘olumlu ve olumsuz muhalefet’
tanımları karşımıza çıkar. İslam dini de
iktidara itaati koşulsuzlaştırmamıştır.
“Allah’a, Peygambere ve aranızdan
kendilerine otorite emanet edilmiş
olanlara itaat edin.”(Nisa 59) ayeti her ne
kadar işlevselse de eğer muhalefet,
iktidarın, toplumun kötüye götürülmesine
müdahaleyi amaçlıyorsa iktidara itaate
rıza göstermez.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve
kötülükten men eden bir topluluk
bulunsun. İşte kurtuluşa erenler
onlardır.”(Ali İmran 104)
Adaletin her geçen gün belli zümrelerin
tekeli haline geldiği ülkemizde muhalefet
anlayışının bir getirisi olan ‘sivil itaatsizlik’
kavramı, millet için olmayan devlet’in
sorgulanmasının güzel bir yoludur.
KAYNAKÇA
1. Mevlüt, Uyanık, İslam Siyaset Felsefesinde
Sivil İtaatsizlik, Kaknüs Düşünce.
2. Yılmaz, Sibel, Demokratik Hukuk
Devletinde Sivil Toplum Olgusu, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi.
3. Vurucu, İkbal, Türk Milliyetçilerinin
Devlet Algısı Sorunu.
4. Kaya, Halil İbrahim, Sivil İtaatsizlik,
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
5. Altunel, Mesude, , Sivil İtaatsizlik ve
Mohandas K. Gandhı, TBB Dergisi 2011
(93).
GENCAY
39
GENCAY
40
DİĞER MİLLİ BAYRAMLAR Çağhan SARI
Bugün kutlamakta olduğumuz milli
bayramlarımız bazen polemiklere konu
olmuyor değil. Bir kaç defa çeşitli sebepler
ile kutlamaları iptal edilen
bayramlarımızın heyecanı günden güne
örseleniyor mu yahut o heyecan bir kat
daha mı perçinleşiyor? Bu sorunun
cevabını bu yazıda veremeyeceğiz. Bir
zamanlar kutlanmış, kutlatılmış (!)
kutlanması teklif edilmiş bayramları
aktaracağız.
23 Nisan bugün Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı olarak kutlanmaktadır.
Malumunuz TBMM'nin açılması hasebiyle
çocuk bayramının önünde ulusal
egemenlik kelimesini de taşıyor. Ancak ilk
kutladığımız ulusal egemenlik bayramı bu
değil. Biliyorsunuz saltanatın kaldırışı 1
Kasım 1922'dir. Saltanatın kaldırılma
görüşmeleri de çok çeşit geçmiştir. Bir gün
önce başlayan görüşmeler 1 Kasım'ın
sabah saatlerinde sona ermiş Adalet ve
Şerriye Komisyonu toplantısında Mustafa
Kemal meşhur konuşmasını yapmış ve
saltanat ile hilafet birbirinden ayrılarak
saltanat kaldırılmıştır. Üç gün boyunca bu
olayın hararetle kutlanılması üzerine 4
Kasım'da meclise 1 Kasım'ın Hakimiyet-i
Milliye Bayramı olarak her sene
kutlanılması yönünde önerge verilmiştir.
Önergenin kabulünden sonra resmileşen
bu bayram bir sene sonra cumhuriyetin
ilan edilmesine karşın kutlanılmaya devam
etmiştir. Cumhuriyetin ilanının bayram
olarak kutlanılması yolundaki karar ise
1926 yılında alınmıştır. 1926'tan 1935
yılında kadar 29 Ekim'de Cumhuriyet
Bayramı, 1 Kasım'da Hakimiyet-i Milliye
Bayramı kutlanılmıştır. Günümüzde
kutlanılan 23 Nisan bayramı ise meclisin
açıldığı 1920 senesinden hemen bir yıl
sonra kutlanılmaya başladığını biliyoruz.
1927 senesine gelindiğinde ise Himaye-i
Etfal Cemiyeti'nin savaşın ardından
kimsesiz kalan çocuklara yardım amaçlı
girişimleri ile 23 Nisan, çocuk bayramı
olarak kutlanılmaya başlamıştır. Kurtuluş
savaşının sonunda geride kalan yüzlerce
öksüz ve yetim çocuk adına yapılan bu
güzel girişim daha sonraları dünyaya
duyurulacaktır. 1935 senesine kadar 1
Kasım'ın kutlanıldığına yukarıda
değinmiştik. Bu tarihte alınan bir kararla
Hakimiyet-i Milliye Bayramı’nı, meclisin
açılış tarihindeki bayramla birleştirilmesi
kararı alındı. Bu kararda en büyük etken iş
günü kazanmak olduğu düşünülebilir.
GENCAY
41
Bayramlarla ilgili değişiklik sadece bu
kadar değil. 1935 senesinde yine alınan bir
kararla 18 Mart Zafer Bayramı, Şehitleri
Anma Günü olarak yapılandırılmasına ve
anma günü olarak tertip edilmesine karar
verildi. Bununla beraber 30 Ağustos'un
zafer bayramı olarak kutlanılması kararı
alındı. Bu yılki düzenlemeye kadar zafer
bayramın ev sahibi Genelkurmay Başkanı
iken, Cumhurbaşkanı'nın tabii
başkomutan olması gerekçesi ile bu durum
değişmiştir.
Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki
temel ilkelerinden biri ekonomiyi
millileştirmektir. Kapitülasyonlardan
ötürü denizcilik işletmeleri ve limanlar
yabancı firmaların elinde idi. 1 Temmuz
1926'ta çıkarılan Kabotaj Kanunu ile
denizcilik işletmeleri ve limanlar
millileştirildi. Bir sene sonra ise bu tarih
Denizcilik Bayramı olarak kutlanmaya
başlandı. Atatürk'ün sağlığında bizzat
katılımları ile kutlanan Denizcilik Bayramı,
1939'dan sonra yavaş yavaş Deniz Askeri
Lisesi gibi denizcilik okulları ile denizciler
tarafından kutlandı. Her ne kadar devlet
dairelerinin o gün tatil edilmemesinden
ötürü resmi bayram olarak
nitelendirilmese de Atatürk'ün
sağlığındaki kutlamalara ilişkin haberler
incelendiğinde bayramın coşkusu
hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.
Yeni bayram teklifleri de siyasi tarihimizle
paralel olarak gelişmiştir. Çok partili
hayata geçişle beraber ise partiler üstü
olarak görülmeyecek bir bayram teklifini
görmekteyiz. 1946 yılında kurulan
Demokrat Parti, dört sene sonra yapılan
14 Mayıs 1950'de yapılan seçimleri
kazanarak iktidara geldi. 27 Yıllık tek parti
döneminin sandık ile sona ermesi ve
iktidarın sükûnetle değişmesi üzerine 14
Mayıs'ın bayram olarak kullanılması teklif
edildi. İlk olarak DP listesinden bağımsız
seçilen Halide Edip Adıvar tarafından 14
Mayıs Ulusal Demokrasi Bayramı şeklinde
teklif verdi. Ancak parti içinde de çok fazla
benimsenmeyen bu öneri askıda kaldı.
Sadece 1951 senesi içerisinde DP il
teşkilatlarının girişimleri ile kutlanıldı.
Miting havasında olduğunu da gazete
haberlerinden anlamaktayız. CHP'nin
partiler üstü olmayan bu bayramı
GENCAY
42
benimsememesi, ilerleyen yıllarda bir
bayram hüviyetinden ziyade DP'nin
iktidara gelmesinin yıl dönümü olarak
anılmasına yol açtı.
14 Mayıs'ın demokrasi bayramı olarak
tutunamamasın ardından bu kez 'Hürriyet
ve Anayasa Bayramı' adı altında bir
bayram daha görmekteyiz. 1963
senesinde, 1960 darbesinin yıl dönümü
olan 27 Mayıs, bahsettiğimiz isimle
bayram olmuştur. 27 Mayıs'ın ardından
Milli Birlik Komitesi'nin profesörlere
hazırlattığı anayasa, referandum da %60
evet oyu alarak kabul edildi. Gerek kabul
edilen anayasanın halk nazarında etkisini
korumak, gerek 27 Mayıs'ın
meşrulaştırması için 1963 senesinde
bayram olarak kutlanılması kararlaştırıldı.
İlk yıllardaki kutlamalarda oldukça
taraftarı olan 27 Mayıs, zamanla devlet
erkânının sade, anıtlara çelenk koyma
ritüeline dönüşen bir bayram olmuştur. 12
Mart muhtırasından sonra sık sık
gündeme gelen 1961 anayasası
tartışmaları sırasında bazı seneler eski
canlılığını gösterse de o yıllarda Milliyetçi
Cephe Hükümetleri’nin vazifede olmadığı
yıllara denk gelmesi bir tesadüf müdür,
bilemiyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinin
1961 anayasasını kaldırması ile beraber
bu bayramı da yürürlükten kaldırmıştır.
Yani bir darbe ile hâsıl olan bayram, bir
başka darbe ile ortadan kalkmıştır.
GENCAY
43
KADIN ANLAYIŞLARI-1 Dilek AKILLIOĞLU
Evren yaratıldıg ından bu yana iki misafire
ev sahiplig i yapmıştır. Sahip olduklarını
paylaşan fakat farklı gezegenlerden olan,
kadınlar ve erkekler.
Kimlikleşme su recine onlarla birlikte
başlamıştır. Kimlik, “fizikî çevre, sağlık
şartları, biyolojik miras gibi faktörlerin yanı
sıra, tüm sosyal faktörler ile şekillenen
potansiyelin dışa yansımasıdır.” [1]
Kadın ve erkek cinsi, yaratılışına dair
kendilerine has o zelliklerini bularak
kimliklerini ve toplumlarını oluşturmuştur.
Tu m toplulukların o zelliklerini, ideallerini,
temellerini bu iki varlık oluşturmaktadır.
Temelin u zerine de kadın ve erkek cinsinin
bıraktıg ı izler yoluyla bag lar kurulmuştur.
I ki boyutlu yu zey yorumundan sonra u ç
boyutlu bir yorum ile konuya bakılırsa
kadın ve erkeg in toplumda kimlikleşmesi
zıttır. Mitolojik açıdan kadın ve erkek için
yapılan tartışmalarda o ncelikle var olma
sorunu yer almış, “O nce kadın mı
yaratıldı?” yoksa “Erkek mi daha o nce
yaratıldı?” soruları ile kimlik ayrımı
yapılmaya başlanmıştır. Bu soru zamanla
yeni soruları da dog urdug u için
gu ndemden du şmu ş, kadın kavramı
kimlikleşme şemsiyesinde erkekten daha
geride yer alarak sayfalara kazınmıştır.
Cinsiyetçilikle de biçimlenen hiyerarşik
du zenlenmeyle u ç boyutlu yu zey
u zerinden kadın, erkek baskınlıg ını kabul
etmiştir.
“Kadın anlayışı ne idi?”
Sokrates'e go re “Karısı güzel olan mutlu
olur, güzel olmayan ise filozof.” nu ktesi ile
kadın mutluluk ve filozofluk gibi iki
ayrıcalıg a sebebiyet veren anlayışı
simgelerken, dig er bir du şu nu r Kant için
kadın; “düşünmeyi pek beceremeyen
GENCAY
44
varlıktır.” Kant'ın bu savı bana kalırsa
varoluşsal olarak kadının mantıklı
yaratılmadıg ını savunmaktadır. Kadın
ezginlik duygularına teslim olarak
duygularını, mantıg ına tercih etmiştir.
Nietzsche ise kadın kavramından
u rkercesine “kadına mı gidiyorsun
kırbacını hazırla” çıkarımıyla kadının
yerini belirtmiştir.
Felsefedeki kadın anlayışlarının yanı sıra
dini, ku ltu rel, tarihsel olarak kadın
kavramı için eg ilimlere baktıg ımızda, Hint
yaşam biçimi, din anlayışı olarak kadını
'ko tu yu simgeleyen', şartsız olarak erkek
egemenlig ine sıg ınan konumuna
yerleşmiştir. Çin ve Japon geleneg i
incelendig inde ise kadın yine kocasına
yaptıg ı hizmet ile deg er kazanmış, dinsel
boyutta ıslah edilmesi gereken varlık
olmuştur.
Yahudilik dininde kadın anlayışı aşag ılan
kişi profiliyle mana bulurken, ilginç olarak
go zu me çarpan eski Ahid ku lliyatında yer
alan ve kadın yaratılışının başta eşitlik
temelinde yer almasıyla birlikte
sonrasında hizmetçi etiketlemesine
geçilmesidir.[2]
Roma ve Yunan tarihinde ise kadın, yine
ko tu lu g u n simgesi iken farklı olarak
Afrodit gibi kadın tanrılar yer almıştır.
Hristiyanlıg ın kadın konumu için ortaya
koydukları, yu zyıllara go re farklılaşmıştır.
Ortaçag 'da kadın kavramı için go ze çarpan,
“12. yy.’da başlayıp 15. yy.’da doruğa ulaşan
ve 18. yy.’de varlığını sürdüren büyücü avı
katliamıdır. Bu dönemde pek çok kadın
cadılıkla suçlanarak yakılmış, erkeklerin
cinsel gücüne saldırmak, imanı yok etmekle
suçlanmışlardır. Mesela doğum esnasında
anneyi kurtarmak için bebeği feda eden
ebeler doğurganlığa saldırdıkları için,
menopoza giren yaşlı kadınlar kanlarını
içlerinde sakladıklarına inanıldığı için,
bekâr yaşayan kadınlar, erkekler olmadan
yaşayabildikleri için cadılıkla itham
olunmuşlardır. Erkeklerin yapabildiklerini
yapabilmek de bir kadını cadılıkla
suçlamaya yetmiştir. Daha sonra azizelik
unvanı verilen Jeanne d’Arc, Orlean kentinin
meydanında cadılıkla suçlandığı için
yakılmıştır”(Ayşe Selim,2011).
Anlaşılan çag lar boyu kadına manifesto
uygulamak için ku çu k sebepler yeterli
bulunmuştur. Bu sebepler arasında en o n
safhada kadının erkeg e karşı bilgi/iktidar
çerçevesinde aynı yerde olma korkusu ve
eziklig i go ze çarpmaktadır. Erkekler için
kadının kimlik kazanma biçimleri bilgi ve
iktidar bag lamında deg il daha çok
sanatsal, estetiksel varlık kabulu ndedir.
Birazdan deg ineceg im Tu rk tarihinde
‘Hatun’ yani, kadın kelimesi estetiksel
kabulu n yanı sıra savaşçı ve erkeksi
yetişmesiyle fark arz etmesine rag men
gu nu mu ze aktarılan bo yle bir
vasıflandırma yoktur.
GENCAY
45
Tu rk tarihinde kadın anlayışı o ncelikle
Şamanizm inancı ile yorumlanırsa şaman
kadınlar toplayıcılık ve avcılık
yapmışlardır. Bu da kadının toplumda
işlevsel bir yo nu oldug unu ortaya
koymaktadır. Fakat aynı zamanda kadın
yine u reme için gerekli dişi bir varlık
olarak toplumda o ne çıkmaktadır. Yunan
mitolojisinde oldug u gibi I slamiyet
o ncesinde de kadın Tanrısal varlık olarak
nitelendirilmiştir. “Umay”, tanrının kızı
olarak kabul edilmiştir.[3] Daha sonraları
Yaratılış Destanı'nda, Allah'a, insanları ve
du nyayı yaratması için fikir ve ilham veren
"Ak Ana" adında bir kadın olarak karşımıza
çıkar.
I slami do nemden kısa bir su re o ncesinde
ise kadınlar ‘Cahiliye Do nemi’nde’
dog duklarında go mu lmu ş, hu r ve soylu
olmayan kadınlar cinsel meta olarak
so mu ru lmu ştu r. (TOPALOG LU, Bekir,
I slam'da Kadın) Daha sonrasında
I slamiyet’te, kadının yeri dig er dini
anlayışlardan ayrı olarak kutsal,
ekonomide yeri olan birey çıtasına
yu kselebilmiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.)
eşi, Hz. Hatice'nin, do nemin en u nlu
tu ccarı olması I slami Do nem’de
bag ımsızlıg ını kazanmış kadın timsali için
gu zel bir o rnektir. I slami Do nem’de
kadınların ekonomik alanda erkeklerle yer
alması hatta tu ccarlar arasında gu çlu bir
so z sahibi olması çag ımıza iyi bir o rnek
iken bu o rneklerin yanı sıra ko le olarak
kullanılan kadınların varlıg ı da so z
konusudur.
Kadınların anlamını genel hatlarıyla ortaya
koydug umuzda birçok toplumsal fakto ru n
bu kelimeyi deg iştirmeye çalıştıg ını
so yleyebiliriz. Erkeklerin karşı cinsleri
için du şu ndu klerini tarih, din, yaşam
biçimi kuramları, onu kalıplara
yerleştirmiştir. Fakat Tolstoy'un; “kadın
öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen
incele her zaman yepyenidir.” cu mlesinin
hakkını verdig ini de so ylemek
zorundayım. Çu nku yenilikleri edinmeye
çalışmaktadırlar. Edinmeye gayret edilen
imgeler ise yine kimlikleşme engeli ile
GENCAY
46
karşı karşıyadır. Bunlardan en mu himi
çag ımızdaki kadın kavramı bulanıklıg ıdır.
Peki, “Çag daş yaşamın modern kimliksiz
kadınları kimdir?”
Sanayi devrimi ile başlayan modernleşme
su recinde kadın iş gu cu nu n gereklilig i
itibari ile çalışma hayatına atılmıştır.
Çalışma hayatı ile paralel olarak toplumda
kadına yine bir grafik çizilmiş ve aile -
çocuk sorumlulug u-, iş hayatı gibi bir
kıyaslama neticesinde, kariyerini eve
tercih etmesi gerektig ine dair bir
zorunluluk hissetmesine neden olmuştur.
Bu hissin sahibi olan kadın, rol
karmaşasına du şmu ştu r.
U lkemiz yaşam biçiminde aile kurumunun
ahlaki ve gelecek ile ilgili nesil planları
genellikle dişinin omuzlarındadır. Bunun
aksi olan durumların mevcut olması
mu mku ndu r. Fakat genelin tutumu
u zerinden yorum yapacag ım için kadın aile
ahlakının teknik direkto ru du r. Benlig i ile
ilgili gelişimini yarılayamamış bir birey
sarmal olarak çevreye olumlu katkıda
bulunamayacaktır. Sadece analık go revini
ve ev yo neticilig ini gerçekleştiren kadın,
zamanla deg işiklik arayışı içinde psikolojik
bunalım yaşayacak, iyi anne sıfatının da
karşılıg ını veremeyecektir ya da tamamı
ile kendini sosyal, ku ltu rel çevreye kapatıp
hayatını evinde tamamlayacaktır ki bu da
birçok açıdan bana kalırsa sakıncalıdır.
Ulusuna faydalı olabilecek iken soyutlaşan
kadınların fazlalıg ı, temeli sag lam olmayan
toplumlar demektir. Alanı dar olan anne
demek, sorgulamayan çocuk demektir.
Deg işimi bilmeyen bir anne demek içine
kapanık bir çocuk demektir. Oysaki bir
kadın çalışma hayatında ya da bunun gibi
toplumsal olarak kendine olan o z gu veni
sag layabileceg i yerlerde bulunarak
milletine faydalı olacaktır. Aslında çag daş
do nemde kimliksizlig ini devam ettiren
kadın, Lacan'ın “Kadın yoktur, kadın
erkeğin semptomudur.” so ylemiyle varlıg ını
bag daştırarak sosyal çevrede egemen olan
du şu nceyi bizzat kendi eliyle kabul edilir
hale sokmuştur.
‘Kadın’a kim oldug unu bilmeden
yaklaşmanın tehlikesinden o tu ru şimdilik
buraya kadar kadın anlayışı hakkında bir
tablo çizilmeye çalışmıştır. Hadise dig er
parçaları ile mutlaka ki devam edecektir.
KAYNAKLAR
1. (A. Kurtkan Bilgiseven, Genel
Sosyoloji: Kavramlar-Nazariyeler Bu nye
“Tu rkiyede Sosyal Tabakalaşma”,
“ Deg işme ve Sosyal Gelişme” ,I stanbul,
1982, s. 151.)
2. (Fuzuli BAYAT, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi-2010 “Toplumsal
cinsiyet bag lamında kadın şamanlar”)
3. (Ko pru dergisi-
2011 ,113.Sayı,I smail TAŞPINAR Doç. Dr.,
M.U ., I lahiyat Faku ltesi, Dinler Tarihi
Anabilim Dalı O g retim U yesi, “Yahudilik ve
Hıristiyanlıkta kadın”
GENCAY
47
İLPEN- TARİH-İ SON Hüseyin Kürşat GEZE
Senin için kaleme aldığım her söz ayrı
romandır.
Öyle büyüktü ve parçaladın;
Bu aşk tarihteki Roma’dır.
Farkın var; Sanmam bu saltanat
Kirli oyunlarla yenilsin.
Taç ve tahtın olsa dahi bil ki
Sultanların en fakirisin.
Asalet ister o nedamet
Zerre yoktur seciyede.
Sözü bir yiğidin kulağında,
Gözüyse altın kâsede.
Duymak ile anlamak,
Aralarındaki körlüğe sebeptir haz.
Hangi ordu gelse karşına,
Ne yapsa yine başa çıkamaz!..
Bilir misin bıraktığın hüzzamı?
Duyar mısın feryadı?
Tepkisiz olurdun yine,
Vicdan en büyük farkımızdı.
Hâlâ can alır İLPEN, senden
Arda kalanı…
Ey karanlık rüyaların bol ışıklı yalanı…
Tarih, seni benle bilir,
Bense seni kinle anarım.
Kaç günahın bedelisin, her
Sevabında yanarım.
İhtişamından daha fazla,
Dayanılmaz bir acıydın.
Bazen de Atilla’ydın;
Tanrı’nın kırbacıydın.
Varlığın dert, yokluğun ölüm,
Hakikat ise ruhumdur, sensizken.
Tüm okların hedefiydim, İLPEN,
Tamamen çıktım gönlünden…
***********
Unutmak lâmümkün,
Bu masum şehre yaptığın o katli…
Bir zamanlar ezdiğin kalp,
Şimdi TÜRK kadar kuvvetli…
GENCAY
48
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.