52

Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

Embed Size (px)

DESCRIPTION

http.//www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 21 - Ekim 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

AYDINLIK ZİHİNLERİN KARANLIK KARMAŞASI / Burçin ÖNER

TÜRK DÜNYASI KURULTAYI / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

DEĞERLİ KARDEŞİM / Ahmet Afşin KÜÇÜK

ATSIZ BEY’İN ŞİİRLERİNDE SAVAŞ MEFHUMU / Abdullah KILAVUZ

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE / Mehmet UÇAK

İSRAİL - FİLİSTİN / Sergen ÇİRKİN

SİVİL İTAATSİZLİK VE DEVLET / Hicran KIZIL

DİĞER MİLLİ BAYRAMLAR / Çağhan SARI

KADIN ANLAYIŞLARI 1 / Dilek AKILLIOĞLU

İLPEN TARİH-İ SON / Hüseyin Kürşat GEZE

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

1

AYDINLIK ZİHİNLERİN KARANLIK

KARMAŞASI Burçin ÖNER

Nevzat Kösoğlu’nun Aziz Anısına…

“Doğrudan tarafım, ezilenlerden tarafım.

Hakkından mahrum edilenlerden tarafım.

Tarafsız olmak bu demektir aslında.

Yoksa hiçbir şey tarafsız değildir.

Yalandır tarafsızlık ve bir yerde namussuzluktur.

Nasıl tarafsız olunabilir?

Birbirinin boğazına sarılmış bir dünyada,

İnsanın insanı öldürdüğü dünyada tarafsızlık ne demek?

Mazlumların yanındayım elbette.

Zalimlerin yanında değilim hiçbir zaman.”

Cemil Meriç

Giriş

Modernist hareketin 19. yüzyıl ortasında

Fransa'da ortaya çıktığı kabulüyle birlikte

Modernizm’in temelde dayandığı fikir,

geleneksel sanatlar, edebiyat, toplumsal

kuruluşlar ve günlük yaşamın artık

zamanını doldurduğu bu yüzden de

bunların bir kenara bırakılıp yeni bir

kültür icat edilmesi gerektiğidir.

Modernizm, ticaretten felsefeye her şeyin

sorgulanmasının gerekliliğini savunur.

Bunu yaparken de felsefede insaniyetçiliği,

ekonomide serbestliği ve edebiyatta

romantizmi kapsayan geniş bir kavram

olarak karşımıza çıkar. Felsefe için

Epiktetos’un “Asıl mutluluk, her zaman

dışsal koşullardan bağımsızdır. Uyanık bir

bilinçle, dışsal koşullara kayıtsız, ilgisiz

kalın. Sizin mutluluğunuz, yalnızca içinizde

bulunabilir.” Sözünü, ekonomi için Adam

Smith’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız

geçsinler.” Sözünü ve edebiyat için Orhan

Pamuk’un “Bir önceki kuşağın yazarları,

toplumsal sorumluluk hisseden,

edebiyatın, ahlâka ve politikaya hizmet

etmesi gerektiğini düşünen yazarlardır.

Birçok yoksul ülkedeki yazarlar gibi; onlar

da yeteneklerini, milletlerine hizmet etme

arayışları yolunda harcadılar. Ben onlar

gibi olmak istemiyorum.” Sözünü örnek

olarak verebiliriz.

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

2

Prof. Dr. Özcan YENİÇERİ’ye göre

burjuvazi, sanayi, kent, örgütlenme, siyasi

hak yaygınlığı, vatandaşlık bilinci, milli

kültür, ulaşım, iletişim, iş bölümü,

uzmanlaşma, basın-yayın gibi pek çok

konu modernite ile doğrudan ilişkilidir.

Dolayısıyla modernizm, bu yönüyle

kendisine, pozitif bilimlerden ziyade

sosyal bilimler alanında yer bulmuş bir

süreçtir ve bu süreç, tarihin belli

noktalarında köklenmiştir. Modernite’nin

taşıyıcısı olarak nitelendirilen aydın

konusu incelenirken bu köklere inmek

faydalı olacaktır.

Burada Modernite’nin Türkiye

yansımasındaki aydın olgusuna çuvaldız

batırılırken özelde Ülkücü ve Türk

Milliyetçisi aydınların varlığı sorunu

iğnelenecektir.

Kimdir Bu Aydınlar?

Aydınlar beğendikçe alkışlar; halk

alkışladıkça beğenir.

Cenap Şahabettin

Güvenilir bir kaynağın kalmadığı, daha

doğrusu insanların güvenebileceği bir

bilginin kalmadığı günümüzde,

vazgeçilmez bir tanımlama yöntemi olan

TDK sözlüğü “Aydın” için herkesin

anlayabileceği ama herkes olmadan

anlayanların yetersiz bulacağı türden bir

tanımlama yapmaktadır: “Kültürlü,

okumuş, görgülü, ileri ve açık düşünceli,

münevver.”

Bana göre iki cami arasında kalmış

beynamaz gibi bir kavramla karşı karşıya

olduğumuzu unutmadan tanımlama

yapmak, çok daha doğru olacaktır.

Osmanlı’nın alaturka havası içinde

‘münevver’ olarak karşımıza çıkan

kavram, ‘Uzay Çağı’na erişmemizin verdiği

sınırsız bir hızla şekil değiştirip

“entelektüel” adını almaktadır. Hem de

arada bir nüans var mıdır yok mudur

kaygısı taşımaksızın…

Asıl soru ‘Aydın nedir?’ mi olmalı yoksa

‘Aydın kimdir?’ mi? Aydına, ‘aydınlanmış

insan’ deyip tanımı geçiştiremeyiz. Çünkü

tam bu noktada ‘Aydınlanmak nedir?’

sorusu ile karşı karşıya kalabiliriz.

Kavramı tanımlamak o kadar da kolay

değil hakikaten. Zira vakıa yalnızca tek bir

kelimeden ibaret değil; kelimenin temsil

ettiği şahıs, zümre de bizim için önemlidir.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

3

Bu perspektiften baktığımızda kelimelerin

yalnızca sözlük anlamları bizler için yeterli

olmamakta… Hocaoğlu bu durumun

açıklamasını şöyle yapmaktadır:” (…) ‘bu

kelimenin delâlet ettiği gerçek anlamı

nedir’ sorusuna cevap vermeye

çalıştığımız zaman, o şeyin kelime (lûgat)

anlamına uymadığı veya ona tam

benzemediği hemen görülmektedir ki bu

da dil felsefesindeki en belli başlı

problemlerden olan, kelime ile o kelimenin

temsil ettiği müşahhas gerçeklik

arasındaki uygunluk probleminden neş'et

eden bir 'belirsizlik' (vagueness)[**] olup,

müşahhas hakîkat ile isim - yâni aydın

kelimesi ile aydın kişi - arasında bire-bir

bir mütekabiliyet bulunmamak demektir

ve nihâî netîcede, "aydın" kelimesi salt bir

kelime olarak ne kadar kolay anlaşılır,

hattâ 'açık-seçik' (bedihî, evident) görünür

olsa dahi, yine de sâdece buradan yola

çıkarak ve sâdece bununla iktifâ ederek,

'gerçek aydın'ın ne idiğinin, ne menem bir

"şey" olduğunun anlaşılamadığını

farkedebiliriz.”

Buradan da anladığımız üzere, “Aydın

kimdir?” sorusunun cevabını aramakla işe

koyulmak çok daha doğru bir başlangıç

olacaktır. Hatta cevap arayışını genişletilip

aydının niteliklerine, olumlu ve olumsuz

yönlerine de değinilebilir.

Aydınlanma Çağı da denilen 18. yy.

“aydın”ların ortaya çıkış asrı olarak

nitenebilir; tabi anlamsal olarak… Yoksa

18. y.y. öncesinde de -ismi farklı olsa da-

aydın niteliği olan kişi yahut zümrelerden

rahatlıkla bahsedebiliriz.

Malum, Avrupa’nın karanlıklar içinde

kaldığı dönemlerden sıyrılıp aydınlığa

ulaştığı devir… Bu bağlamda aydın için -

aydınlık ve ışığa hasret kaldıklarından olsa

gerek- dönemlerinin önde gelen

düşünürlerine verilen ismin adı da

denilebilir. Genel bir anlamda çağın en

doğru ve en güvenilir bilgileriyle

donatılmış kimse…

Cemil Meriç “Aydın olmak için önce insan

olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır.

İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz,

seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen,

kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını

yapan; 'uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat

ve hakikatin bütününü kucaklamaya

çalışan bir tecessüstür.’” Der. Buradan

hareketle diyebiliriz ki ‘aydın’, başkası

tarafından aydınlatılmamış bilakis, kendisi

çevresini aydınlatandır; aydınlığın kendisi

olandır.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

4

Gelelim aydının niteliklerine…

Birincisi, aydın tek başınadır, yalnızdır. Bu,

hayattan kendini soyutlamış olma

hâlinden ziyade hayatla iç içeyken bile

yalnız olmaktır. Romantik bir ifadeyle

kalabalıklar içinde yalnız; yalnızken

mahşeri kalabalıktadır. Kendi iç dünyası,

birikimi, fikri zenginliği onun için paha

biçilmez bir hazinedir. Başkasına ihtiyaç

duyması gereksizdir. Çünkü zaten o, kendi

ihtiyaçlarını karşılayabilecek bilişsel

seviyededir. Astrolojik olarak bir

betimleme yapmak gerekirse; okumuş ve

bilmişlerin “Aslan Burcu”na ‘aydın’

denilebilir.

Bir diğeri ise her aydını diğer aydınlardan

ayıran keskin yanların olmasıdır. Cemiyet

içerisinde aynı, hatta bir bütün gibi

görünseler bile katî surette bir bağımlılık,

tabir-i caizse bir cemaatleşme söz konusu

değildir. Zira bir aydın için diğerleri, aydın

değil, olsa olsa -en iyi tabirle- birer

aydıncıktır yani, her şeyin ve herkesin

merkezinde kendinin olduğunu savunacak

kadar enâniyet hâlindedir. Bu, başkaları

için ukâlâlık olarak algılansa da esasında

bir özgüven yansımasıdır. Tam da burada

Durmuş Bey’e kulak vermeden yola devam

etmek haksızlık olacaktır:” Tam bir baş

belâsı, hâsılı; ama O'na yakışan da budur.

Aydın kuzu gibi olamaz; kurt gibi

olmalıdır, sonsuz bir iç hürriyet ile işbâ

hâlinde bir yalnız kurt…”

Başka bir özelliği belki de en önemlisi

özgür olması, özgür düşünmesidir. Bir

konu hakkında fikir üretirken ya da bir

sorun için çözüm sunarken hiçbir grup,

parti vs. etkisi altında kalmamalıdır. Hatta

belki de onları aydının kendisi

etkilemelidir. Tabi ki bu, aydının bir

ideolojisi olmaz anlamına gelmemektedir.

Elbette ki kendi düşüncelerinin uygun

olduğu bir yön vardır. Bizim burada

kastettiğimiz özgürlük, bir partiden

bağımsızlıktır. Aydın benimsediği bir

partiye oy verebilir fakat partizan olamaz.

Aksi halde aydın olmaz.

Sosyolog İkbâl Vurucu, aydın için en

önemli olan şeyin birey, yetiştiği kültür ve

aldığı eğitim olduğunu savunur.

“İdeolojiler makro şeylerdir. Ona göre de

büyük anlatılar değişime uğrayabilir.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

5

İnsanların milliyetçiliğindeki farklılıklar

gibi. İnsan partiye oy verir ama partiye

bağımlı olamaz. Partiye bağımlı olan insan

aydın olamaz, entelektüel bir iddiası

olamaz.” Der ve şöyle bir örnekle bu tezi

destekler: “Mesela bir ülkede aynı anda

birden fazla liberal parti olabilir oysa

liberalizm objektif değişmez tek bir

hakikati göstermiş olsaydı tek bir parti

olurdu veya bugün liberalizm sağından

soluna, Kürtçüsünden İslamcısına

herkesin “ben de liberalim” diye çıktığı bir

düşünce olmazdı.”

Özetle aydın niceliksel olarak

incelendiğinde yaşadığı dönemin tüm

sırlarına vakıf olup onlarla yüzleşme hatta

belki de işi biraz daha ileriye götürüp

çözüm yolları üretmeye çaba gösterirken;

isteğine yani, o tartışılmaz bencilliğine

kalmış bir şekilde etrafındaki karanlıkları

da aydınlatma yetisini kendisinde

bulabilir. Fakat bir aydının ‘aydın’

olabilmesi için bu kadarı yeterli değildir;

tüm bu üstün hâller onun omuzlarına

müthiş bir sorumluluk yüklemektedir.

Atsız’daki aydın algısı da böyledir. Hatta

Atsız, münevvere bu müthiş yetileriyle

gurur duymayı bırakıp ellerinde olan

kuvvetin farkına varması gerektiğini de

ziyadesiyle vurgulamıştır. Ona göre aydın,

bir ülkenin kurtuluşunda yahut

kuruluşunda kilit durumundadır. Öyle ki

milletlerin kaderleri, yükselişleri yahut

çöküşleri aydınların birikimlerinin

zenginliğine olduğu kadar üstlendikleri

misyonu ne denli eylemleştirebildikleri

kabiliyetlerine de bağlıdır.

Tam zıddı bir ismi Karl Marx’ı düşünelim.

O da aydınları tarihin ilerlemesinde bir

öncü kuvvet olarak görür fakat bir taraftan

da yalnızca ‘tek devrimci sınıf’ olarak

gördüğü Proleterya’nın iktidarını sağlama

noktasında görevli olarak görerek onları

önemsizleştirir yani, ‘sömürüyü reddeden

zihniyet’ aydının, hem de kendi aydınının

zihni zenginliğini sömürmektedir; keza

yine ‘sınıfı reddeden zihniyet’, kendi

tabirleriyle diğer sınıflardan ayırarak

onlara bir ‘sınıf’ muamelesi yapar. Bu

noktada Hocaoğlu’nun “Aydınlar bir “sınıf”

mı?” sorgulamasını incelersek ‘Hayır!’

cevabıyla karşılaşırız. Hocaoğlu, aydınları

ancak bir zümre olarak görebileceğimizi

belirtir; hem de kendi tabiriyle “en

heterojen zümre; kolay kolay birlik

olamazlar– hele şahsî menfaat birliği,

asla!” Onun için aydınlar, ilim

adamlarından daha önemlidir ancak

onlardan daha az meşhurdurlar ayrıca

yazık ki çok kolaylıkla yakalanabildikleri

iki de hastalıkları vardır: “İhânet” ve

“yabancılaşma”.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

6

Milletlerin var olma çabasında bu denli

büyük role sahip olan aydının takındığı

yalnızlık ve ‘benci’ tavrının sınır tanımaz

bir hâl alması durumunda, aydında

meydana gelebilecek bir ruhî bozukluk

vuku bulmaktadır ki biz buna ‘sosyolojik

yabancılaşma’ diyoruz. Sosyolojik

yabancılaşmada kendi ışığı ile çevresini de

aydınlatması, üstlendiği misyonla

milletinin güdüleyici kuvveti olması

gereken aydın, yaşadığı -en iyi tabirle-

buhran hasebiyle milletine ve hatta bana

göre kendisine tamamen

yabancılaşmaktadır. Bu yabancılık, önü

alınmaz bir hale gelip, tüm bağımlılıkları

yok sayıp, her şeyden ve herkesten sıyrılıp

adeta bir ilah haline getirmiştir kendini ki

bunun literatürde olması gereken tek bir

terimi vardır; o da vahşet hâli… O vahşet

hâli ki insanı her şeye karşı düşman

etmektedir. İşte biz de bu vahşileşme

halinin Türkiye’deki yansımalarını

inceleyeceğiz.

Türkiye’nin Karanlık Aydınları

Türk aydını yangından kaçar gibi

uzaklaşıyor memleketten.

Hayır! Kirlettiği bir odadan kaçar gibi.

Cemil Meriç

Aydının moderniteyi üreten zihin olduğu

kabulüyle yapılması gereken bir diğer

kabul de onun, modernitenin taşıyıcısı

olduğu gerçeğidir. Biz, burada

Türkiye’deki aydın profilinden

bahsetmemizin yanında bu aydının

Osmanlı geleneğinin de taşıyıcısı olması

sebebiyle bir takım çelişkiler yaşadığından

da söz edeceğiz.

Türkiye’de modernleşme hareketleri

arasında gösterilebilecek koşullar;

ekonomik, sosyolojik, siyasî, kültürel ve

hatta teknolojik olarak sıralanabilir.

Dolayısıyla Türkiye’de aydın, kendisini bu

koşullar altında niteliklendirmiştir. Fakat

bu durum aydınlar arasında kesinlikle

homojen bir yapı geliştirmemiştir. Son

birkaç asır içinde çeşitli aydın tipleri

görüyor olmamız bunun üstü kapalı

kanıtlarındandır.

Yazık ki Türkiye’de modernleşme için

doğal bir gelişimden bahsedemeyiz. Bu da

‘tavuk mu yumurtadan çıktı yoksa

yumurta mı tavuktan?’ paradoksu gibi

‘aydın mı moderniteyi şekillendirdi yoksa

modernite mi aydını?’ şeklinde yeni bir

paradoks kazandırmıştır, literatüre…

Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet yahut

Cumhuriyet bizlere yalnızca elitist bir

bürokrat grubunu hatırlatmalıdır. Yoksa

kesin bir aydın tanımlamasını bu

örneklerin içine koyamayız, maalesef…

Ele alacağımız kesim elbette ki cumhuriyet

dönemi olacaktır. Cumhuriyet dönemi

aydınlarının yaşadığı en aldatıcı duygu, bir

imparatorluk mirasının sahibi olmalarının

verdiği rahatlıktır. Bernard Lewis buna

“emperyal gurur” nitelemesini

yapmaktadır. O, Türkiye’nin Avrupa içinde

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

7

geri kalmışlığının sebebi olarak bunu

göstermektedir. O rahatlık ki hiçbir

propaganda tekniğine ihtiyaç duymaz,

kendi ‘davalarını’ başkalarına anlatma

ihtiyacı hissetmeden tabir-i caizse

‘sarsılmaz bir kibirle’ oturup beklemeyi

tercih eder. Dolayısıyla bu tavrı,

cumhuriyet aydınına, zengin bir evin

şımarık çocuğu yakıştırması yapılmasını

kaçınılmaz kılmıştır. Zira bu kadar büyük

bir kültür mirasının bu denli küçük çapta

taşıyıcısı olmak yalnızca, emeksiz ekmek

sahibi olan kimselerin düşebileceği bir

durumdur. Mehmet Âkif'in Bülbül Şiiri’nde

dediği gibi:

“Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar

bahârımda;

Bugün bir hânmansız serseriyim öz

diyârımda!

Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız

evlâdı,

Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i

ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü

merc oldu,

SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin

yurdu.

Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde

OSMAN'ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı

Mevlâ'nın!

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp

olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb

olsun!

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden

YILDIRIM Hân'ın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri

ORHAN'ın!

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip,

taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan

dindaş!

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle

kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce

doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında

nâ-mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın

değil mâtem!”

Türkiye’de aydının tarihinden aldığı tek

feyz, devletin bir çalışanı gibi

davranmasıdır. Dün de devlet ürünü

aydınlarımız vardı bugün de… Osmanlı

zamanında devlet tarafından ne kadar

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

8

cepleri şişirilirse ağızları o kadar ‘devletlû’

aydınlar türetilmiştir. 1789 İhtilâli’nin de

etkisiyle aydın, “devlet için mi millet yoksa

millet için mi devlet?” sorusunu kendine

sormaya başlasa da bu sesler maalesef ki

cılız kalmıştır ve hâlâ da aynı sıkıntı

yaşanmaktadır.

Cumhuriyet’in çok partili sisteme geçişi ile

birlikte siyasetin acı bir yüzü ortaya

çıkmış ve ‘bu yolda her şey mübahtır’

düsturu(!) ile devlet, aydınlara sözde bir

takım özel yetkiler vermiştir. Bu da

kendileri yalnızca birer insan olan ve nefs

sahibi oldukları gerçeğinin de bir tezahürü

olarak aydınların bir takım imtiyazlar

istemelerine sebebiyet vermiştir. “Devlet

sanatçısı”, “Devlet tiyatrocusu”, “Devlet

akademisyeni” gibi konum arayışlarına

girmişlerdir yani, en başta bahsettiğimiz

aydın niteliklerinden olan özgür oluş ve

özgür düşünüş, kendi istekleri

doğrultusunda bir nevi prangaya

vurulmuştur.

Aydın kavramı, başta da belirttiğimiz gibi

çok genel bir anlam içermesi sebebiyle

kavrama bir takım sorumluluklar

yüklenerek içeriği zenginleştirilmiştir.

Örneğin; Türkiye’de bir grubun fenomeni

iken diğer bir grubun ‘düşmanı’ olan Aziz

Nesin, aydının bir kıstası olarak “toplumun

vicdanı” olmaları gerektiğini savunur. Bir

diğer örnek ise Tanpınar’dan… Tanpınar:

“Hayat şüphesiz bütün cemiyetindir. Fakat

mesuliyetleri yalnız münevverlerindir.

Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya

göre hep beraber taşırız. Fakat tarih

karşısında hesabını münevver verir.”

Derken aydının omuzlarındaki ağır yüke

parmak basar.

Cumhuriyet dönemi aydınına baktığımızda

gördüğümüz ise esasen devlet otoritesinin

yöntemlerini sorgulaması gerekirken

olmaması gereken bir şekilde halkla

kavgaya tutuşmaya başladığıdır.

Sonucunda da pek çok aydın için devlet,

kendilerini izole edebilecekleri bir

‘Esirgeme Kurumu’ vazifesi görmeye

başlamıştır. Yalnız ‘globalleşen’ dünya ile

birlikte aydın da küreselleşmiş hatta bir

yerinde oluşan çatlak dolayısıyla içini

boşaltmaya başlamış ve giderek sadece bir

çember haline gelmiştir. Bir ceviz

kabuğunu dahi dolduramayacak kadar

ikbâller, şöhret ve maddi doygunluk için

kendilerini belli parti, cemaat, örgüt

ve/veya diasporalara pazarlamışlardır.

Hâsılı, zaten çember haline gelen aydın, bu

kez de çapını kaybederek çemberin bir

yayı olma haline kadar gerilemiştir.

Yeniçeri, bütün bu görüşleri çok özet bir

cümle ile noktalamıştır: “Türkiye’deki

aydının ‘iktidar postu ile idealsizlik’

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

9

arasında var olan ilişkisi, bugün birçok

aydın tavrını açıklayacak nitelikte

olduğunun altını çizmek gerekir.”

Aydının yaşadığı çelişkilerden

bahsederken bütüncül kavramadaki

sıkıntılarına değinmemek olmaz. Aydın,

özellikle de Türkiye’deki aydın, bir anda

tarihini reddetme gibi bir zihinsel

karmaşaya rahatlıkla düşebilmektedir.

Örneğin; cumhuriyetin ilanıyla birlikte

Türk tarihini İslamiyet’in kabulüyle

başlatma yanılgısı… Yazık ki din ile rejim

arasındaki farkın idrakine varamamış

‘aydınlar’ tarafından aydınlatılmaya

çalışılmaktayız. Yakup Kadri, ‘Kiralık

Konak’ isimli kitabında da bu çelişkiyi

yansıtmaktadır. Aynı şekilde Tanpınar da

‘Huzur’unda bu kargaşalığa değinmiştir ve

“Bugün bir insan Türkiye her şey olabilir,

diyebilir. Hâlbuki Türkiye yalnız bir şey

olmalıdır; o da Türkiye. Bu, ancak kendi

şartları içinde yürümesiyle kabildir.”

Diyerek Türk aydınının nasıl düşünmesi

gerektiğinin çerçevesini çizmek

zorunluluğu duymuştur.

Bir diğer sorun ise halkla olan kargaşa ve

dahi halktan kopukluk. Türkiye’deki aydın,

halkını adeta üzerinde araştırmalar

yapabileceği birer denek olarak

görmektedir. Esasen bu, yeni bir sıkıntı

değildir; Osmanlı’da batılılaşma

hareketlerinin başladığı II. Mahmut

Dönemi’nden beri bu durum böyle

süregelmiştir. Türkiye’de -özellikle de

adına ‘seçkinci aydın’ dediğimiz- bir grup

aydın, tamamıyla faydacı bir tavırla kendi

halkını benimseyememiş, ondan

uzaklaşmış ve hatta düşman olmuştur.

Onlar için halk yalnızca zincirlerini

gevşetmeye başladıkları anda propaganda

yoluyla yeniden beyinleri uyuşturulacak

bir grup klandır. Bir anlamda “halk için

halkı değiştirmek!” İşte Türkiye’de –klasik

tabirle- jakoben aydının tanımlaması

böyledir.

Aydın ile halk arasında elbette ki bir takım

farklılıklar vardır ve olmalıdır. Yalnız

günümüz Türkiye’sinde bu ayrılaşma

beraberinde yabancılaşmayı da

getirmektedir. Önceleri milleti, yaşam

tarzı, düşünce şekli hatta inanışıyla

sorgulayan aydın, işin boyutunu, kibrini

biraz daha arttırarak kültürel değerler ve

üretimlerine karşı ilgisizliğe kadar

getirebiliyor. Cumhuriyet’in kurucusu, ulu

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

10

önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK bu

durumu Konyalı gençler ile yaptığı bir

konuşmada şöyle dillendiriyor: “

Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler

vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır

ki inceleme ve araştırmalarımıza zemin

olarak çok kere kendi memleketimizi,

kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi,

kendi hususiyetlerimizi ve kendi

ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız,

belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri

tanır ama kendimizi bilmez.”

İrdelenmesi gereken diğer bir çelişki de

modernleşmek ve modernleştirmek

isteyen aydının bu konuyu yalnızca

yüzeysel olarak ele almasıdır yani, ‘şekil

mi fikir mi?’ seçimi içinden kolay olanı,

şekli seçmesidir. Takılan fular ya da fötr,

bırakılan sakal yahut bıyık şekli vs. tüm

bunlar aydının toplumdan dışlanmasına,

dolayısıyla aydının topluma düşman

olmasına sebebiyet vermektedir.

Toplumun değer yargılarını

benimsememiş, kendi kültürünü

içselleştirememiş ve modernitenin sosyo-

ekonomik bir kavram olduğunu

hazmedememiş bir aydın, elbette yukarıda

saydığımız nitelikleri haiz olamayacaktır.

Kendini devletin, cemaatlerin ya da çeşitli

dış destekli örgütlenmelerin kucaklarına

bırakacaklardır. Fakat bu durumda biz, bu

kişilere ‘aydın’ diyemeyiz. Zira aydın,

zihninin kontrolünü eline alıp, onu

geliştiren kişidir. Nefsiyle değil; vicdanıyla

hareket eden kişidir.

Ülkücüler Aydınsa Türk Milliyetçileri

Kimdir?

“Çok düşünen kişi parti üyesi olmaya uygun

değildir;

kısa zamanda kendisinin partiden üstün ve

ötede olduğunu düşünür."

Friedrich Nietzsche

Evvelâ açıklığa kavuşturulması gereken

mesele “ülkücü aydın” tamlamasının

kullanım şeklidir. Bu tamlama iki açıdan

ele alınsın.

Birincisi ‘ülkücü’ kavramının tanımından

yola çıkarak… TDK’nın tanımlamasıyla

‘ülkü’, varılması gereken hedef, ideal ise

‘ülkücü’ de bu hedefe ulaşmak için çalışan

kişi, idealist demektir. Peki, burada

ülkücüyü aydın yapan şey nedir? Aydın,

zaten ideali olan kişi manasına

gelmektedir. Bu durumda “aydın olan kişi

ülkücüdür; ülkücü olan kişi aydındır” çift

yönlü önermesinde bulunabiliriz.

Dolayısıyla ‘ülkücü aydın’ demek hem

yazım bakımından bir anlatım

bozukluğuna yol açmakta hem de anlamsal

açıdan…

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

11

TÜRK DÜNYASI KURULTAYI Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

-14 Eylül 2013 Türk Dünyası Kurultayında

yapılan konuşma metni-

Kıymetli büyüklerim, değerli dava

adamları, büyük ülkü devleri ve

geleceğimizin teminatı genç

arkadaşlarımız, hepinize yürekten bir

merhaba diyerek sözlerime başlamak

istiyorum. Bu etkinliklerin, birlikteliklerin

oldukça önemli olduğunu düşünüyor ve

hayırlara vesile olmasını yüce Allah’tan

diliyorum.

Konuşmamın başında onu ilk okuduğum

günden beri aklımdan hiç çıkmayan,

hepimizin ezbere bildiği rahmetli Atsız

hocamın o harika dizelerini seslendirmek

istiyorum sizlere…

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden

Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize

Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden

İtler bile gülecek kimsesizliğimize

İlk okuduğumda beni kendine hayran

bırakan bu yüksek ifade gücü, sonrasında

ise bir inanmış ülkü devinin işaret ettiği,

verdiği mücadelesine karşı o hiçbir

karşılık beklememe hali… Gerçekten

farkına varan herkesi etkileyen bu

dizelerin bende büyük bir iz bıraktığını

sizlere söylemek istiyorum. İnanmışlık işte

böyle bir şey diyorum. Her okuduğumda

farklı bir dava adamı geliyor aklıma.

Aklıma Peygamber efendimizin hakikate

çağrı mücadelesi geliyor, aklıma Gazi

Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık

mücadelesi geliyor, aklıma Azerbaycan

Türklüğünün Atatürk’ü Rahmetli Ebulfez

Elçibey geliyor, aklıma bütün ömrünü

Türk dünyasına adamış rahmetli Turan

Yazgan hocam geliyor, aklıma dağ taş

demeden dünyayı adımlayan, Türk’ün

tamgalarının babası, yakın zamanda

uçmağa varmış Servet Ağabey geliyor ve

aklıma 80 öncesinde ülkemizi ve

milletimizi bölünmekten kurtaran

kahraman ülkü devleri geliyor ve

isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz

nicesi…

Evet, tarihimiz devlerle dolu. Onlar birer

ülkü devleri. Davaları için Allah’ın

kendilerine bahşettiği en önemli şeyi yani

ömürlerini vakfettiler. Çoğunun şahsi bir

hayatı olmadı. Onlar birer bünye

olmuşlardı. İçlerinde milyonlarca neferin

yüreğini barındıran bir bünye.

Burada şu sözü zikretmeden

geçemeyeceğim. Bu söz ülkemizin

başındaki sıkıntılar yüzünden kalbi

daralan kişiler için bir ilaç niteliğindedir.

Malta sürgünlerinde iken rahmetli Ziya

Gökalp bir mektubunda mealen şöyle

diyor: “Milletler, içerisinde lider kadrolar

taşır. Millet zor duruma düştüğünde bu

kadrolar ortaya çıkar ve memleketi

düştüğü durumdan kurtarır.”

Evet. Herhalde bu kadrolar dünyada en

çok hangi millette bulunur diye bir soru

sorulsa şüphesiz tarih buna Türk milleti

şeklinde cevap verecektir.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

12

Bu girizgâhtan sonra bugünkü

faaliyetimizin konusu olan Türk Dünyası

hakkında faydalı olacağını düşündüğüm,

genellikle de üzerinde pek durulmadığını

gördüğüm iki husustan bahsetmek

istiyorum.

Ben Allah’ın bir lütfu olarak

nitelendirdiğim, büyük oranda sizlerin de

aynı olduğu bir şekilde yani Türk

Milliyetçisi bir aile içerisinde yetiştim.

Hepimiz yaşadık biliyoruz. Bizlerin

hayatındaki neredeyse bütün sohbetler

vatan millet memleket meseleleri üzerine

olur. Bu sayede tıpkı Ahi Evran usulündeki

gibi bir usta çırak ilişkisi ile

büyüklerimizden vatan, millet ve

memleket meselelerini tekrar tekrar

dinleyerek öğrendik, öğreniyoruz. Her

dinlediğimizde içimizdeki hassasiyet biraz

daha derinleşiyor. Gittiğimiz her etkinlikte,

katıldığımız her faaliyette yüreğimizdeki

vatan, millet, memleket aşkı biraz daha

artıyor.

Ancak az önce belirttiğim gibi bence bu

Yüce Allah’ın bizlere bir lütfudur. Yani

herkese nasip olmuyor. Şimdi burada asıl

temas etmek istediğim mesele ortaya

çıkıyor. Türkiye’nin, Türk Milleti’nin, Türk

Dünyası’nın davasını gütmek, dertleri ile

dertlenmek, meseleleri ile ilgilenmek

sadece Türk Milliyetçilerinin yapması

gereken bir şey mi olmalıdır? Benim buna

verdiğim cevap tabi ki hayır olacaktır.

Nedenlerine gelince, birincisi, Türk

Milliyetçisi olmamış, olamamış Türklerin

bu bilgileri bilmeye bence hem hakkı hem

de ihtiyacı vardır. İkincisi ise, mevcut Türk

Milliyetçilerinin gücü henüz Türk

Dünyasında etkin bir birliktelik kurmaya

yetmemiştir. Bunun sebebi birçok nedene

bağlanabilir ama ortada olan durum

maalesef budur. Basit mantık ile buna bir

çözüm üretmek gerekirse, ki çözümler

genellikle basit ve açık olur, bunun yolu

evvela Türk Milliyetçilerinin dışındaki

insanların Türk Dünyasından haberdar

olmasını sağlamaktır. Bu söylediğim söze

nasıl yani haberleri yok mu diyenler

olabilir. Ben çeşitli zamanlarda, çeşitli

fikirlere sahip kişilerle arkadaşlık kurdum.

Hepsi ile de mutlaka lafı bir şekilde getirip

vatan, millet, memleket meseleleri üzerine

sohbet ettim. Ve hep şunu gördüm. Eğer

bir kişi Türk milliyetçisi değilse ne

memleket meselelerinden bütünü ile

haberi var ne de Türk dünyasının

varlığından. En çok da İran’da 35 milyon

Türk yaşıyor dediğimde gördüğüm

şaşırmış yüzler beni hep fazlasıyla

üzmüştür.

Değerli dinleyiciler, bilinmemek, yok

olmaktır. Rahmetli bir büyüğüm şöyle bir

söz ederdi. “İnsan asıl unutulunca yani onu

tanıyan artık kalmadığında ölür.” Evet,

maalesef ülkemizde yaşayan insanların

önemli bir kısmının ne Irak’taki ne

İran’daki, ne Doğu Türkistan’daki ne de

Türk Cumhuriyetlerindeki Türklerden

haberi var. Yani onlar için bu saydığım

ülkelerde yaşayan öz kardeşleri yok

hükmündeler. Çünkü varlıklarından

habersizler. Rahmetli Ebulfez Elçibey’in

yol arkadaşı, Azerbaycan’da canı pahasına

mücadele etmiş kıymetli hocamız Prof. Dr.

Hanım Halilova’nın her zaman söylediği ve

beni etkileyen bir sözü vardır. Der ki, “biz

zulüm altında iken tek bir şey

düşünüyorduk, biz burada ölüyoruz ama

Türkiye’mizin bundan haberi var mı?” İşte

benim anlatmaya çalıştığım meseleyi bir

cümle ile anlatan bir ifadedir bu.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

13

Özetleyecek olursak, ilk olarak bence

bütün Türklerin Türkiye dışındaki

Türklerden haberdar olmasını sağlamak

gereklidir. Çok sevdiğim bir söz var, “ne

aradığını bilmeyen bulduğunu da

anlayamaz” diye. Harika bir mesaj veriyor

bize. İnsanlarımıza aramaları gereken şeyi

söylemek zorundayız. Bu, bilenler olarak

bizim üstümüzde bir vebaldir. Nasıl

yapılacağı kısmına fazla vaktinizi almamak

için burada temas etmeyeceğim ancak

sonrasında imkân olursa sohbetlerimizde

bunlara değinebiliriz.

Yapılmasını gerekli gördüğüm ikinci şey

ise hedefimize ulaşmak için bilimsel bir

yöntem kullanmamız gerektiğidir. Bilimsel

yöntem ile neyi kastediyorum? Özet olarak

anlatayım:

Öncelikle yapılması düşünülen projeler

gerçekleştirilebilir aşamalara bölünmeli ve

ilgili konunun uzmanlarından oluşan

gönüllü çalışma grupları kurulmalıdır. Bu

çalışma gruplarının da hedefleri ve zaman

çizelgeleri belirlendikten sonra bu bilgiler

herkesin görebilmesi ve takipçisi

olabilmesi için kurulan internet sitesine

yüklenmelidir.

Ve tabii ki her çalışma konusu için

öncelikle yapılacak literatür çalışması,

hem bu zamana kadar nelerin yapıldığının

öğrenilmesini sağlayacak hem de

halihazırda geçilmiş olan yolların

üzerinden tekrar geçmeyi önleyecektir.

Bu söylediğim ve esasında proje yönetimi

olarak bilinen çalışma şeklinin işletilmesi

halinde başta Türk Milliyetçileri olmak

üzere anlatılabildiği takdirde bütün Türk

Milleti bu çalışmaların takipçisi olacaktır.

Bu takipçilik, çalışmaların devam

edebilmesi için bence oldukça önemli bir

itici kuvvet olacaktır.

Sözlerime burada son verirken öncelikle

bu faaliyeti düzenleyen herkese teşekkür

ediyorum. Bu gibi etkinliklerin dosta

güven ve enerji vereceğine hiçbir şüphem

yoktur. İnanıyorum ki, bir gün muhakkak

Türk Birliğini kuracağız. Ve bu gün çok

uzakta değildir. Gazi Paşa’nın en çok

sevdiğim şu sözünü de burada hatırlatmak

istiyorum. Her okuduğumda beni

heyecanlandıran ve kendime olan

güvenimi tazeleyen şu sözünü: “Türk

çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük

işler yapmak için kendinde kuvvet

bulacaktır.”

Son söz olarak kıymetli Ümit Özdağ

hocamla özdeşleşmiş olan, her

dinlediğimde bana enerji veren şu

mısraları sizlere seslendirmek istiyorum.

Bir gece, tan atarken Yüce Tanrı Dağı'ndan,

Kürşad'ın gür sesi duyulacak.

Atlar, Vey Irmağı'nda sulansın!

Güneş, doğduğu yerde karşılansın!

Emri tekrar edecek, gök, toprak, deniz!

Bozkurtlar uluyacak bütün Turan'dan!

Biz de sizdeniz!

Biz de sizdeniz!

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

14

DEĞERLİ KARDEŞİM! Ahmet Afşin KÜÇÜK

Değerli Kardeşim!

Sokaktaki Rezaleti,

Üniversitelerdeki ve Sınırlarımızdaki

İhaneti,

Camilerdeki Riyayı Ve Ataleti,

Resmi Dairelerdeki Cinayeti,

Evlerimizdeki Kabahati,

Milletteki Sefaleti,

İdarecilerdeki Beladeti(Ahmaklık)

Mutlu Azınlıktaki Sefahati,

Ve Hepsini İçine Alan Anadolu’daki

Vehameti Gören Gözlerimiz Yalan Mı

Söylüyordu?

Ne Yapacaktık? Bırakınız Yapsınlar Diyen

Ruh Fukaralarının Basitliğine Düşüp

Günümüzü Gün Etme Yollarını Mı

Arayacaktık?

Milletin içtimai yapısının bozularak

Batılılaşma lehine sosyal bir değişmenin

söz konusu olduğunu bilen; her geçen

günün Türklük şuuru ve İslam ahlakından

bir şeyler alıp götürdüğünü apaçık bir

şekilde göre insanlar, elbette ‘Allah’a

havale ediyorum.’, ‘Allah belalarını versin.’,

‘Allah ıslah etsin.’ Gibi safiane sözleri saf

edip, diz büküp, göz süzerek yastık-minder

mücahidi olamazlar.

Bu bir şuur işidir.

Böyle durumlarda susmanın vebal olduğu

ve bir gün mutlaka hesap günü

defterlerinin açılacağı hepimizin

malumudur.

Bu Eylem Gözü Bağlı Basını,

İnsanların Aklını Karıştıranları;

Haramı Helal, Helali Haram Yapanları,

Türkiye’mden Türk İsmini Silenleri;

28 yıldır Verdiğimiz Onca Şehidin Aziz

Hatıralarını,

23 Nisan’ı, 19 Mayıs’ı, 30 Ağustos’u, 29

Ekim’i;

Reyhanlı’da Ölenleri,

Kandil’den İnenlere Davul Zurna

Çaldıranları;

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

15

Barzanili Görüşmeleri,

Akil Adamları;

Halkına “Lan”, Milliyetçilere Katil

Diyenleri,

Dinler Arası Diyalog Savsatalarını;

‘La İlahe İllallah’ Yeterlidir Diyenleri

Unutmadık Demek İçindir.

Kardeşim!

Kaldırılması düşünülen ne T.C. ifadesidir

ne de Resmî Bayramlardır.

Ne ‘iki ayyaşın’ yaptığı anayasadır ne

andımızdır ne Türk bayrağıdır ne de

İstiklâl Marşı’dır.

Değişen, kamu mallarının, bankaların,

medyanın ve meydanların sahipleridir.

Ordunun, yargının ve kurumların üst

makamları, kopya ile, rüşvet ile, torpil ile

getirilen memurlardır.

Asıl Oyun Milli Devlet’in Peyder Pey Başta

Amerika Olmak Üzere Küresel Güçlere

Teslimidir.

Bugün sokaklarınızdaki her dükkânın adı

yabancılaşıyorken, esnafın zihniyeti

Yahudileşiyorken, ‘Mantık ithâl, fikir

müflis’ iken, sanmayın ki dünyanın dört

bir tarafına ‘TÜRKÇE’nin’ öğretildiğine…

GÜYA TÜRK OKULLARI SİZİ KURTARIR.

Bu Bir Birliktelik Talebidir!

Ülkemiz başta Siyonistlerin, misyonerlerin

ve emperyalist güçlerin bir kuklası

olmuştur. Bırakın bu durumu gözler önüne

sermeyi bunu düşünenlerin bile

kendilerini içinde buldukları durum bir

yandan trajikomik bir yandan insanın

kanını dondurucu boyuttadır.

Ülkemiz tepeden tırnağa -maalesef

belirtmek lazım ki- benzeri görülmemiş

şekilde müthiş bir oyunun içindedir ve

emsalsiz bir sona doğru hayalperest ve

gayritabiî bir mutlulukla koşar adım

gitmektedir. Doğrular ve yanlışlar iç içe

geçirilmiş ‘içi boşaltılmış ideolojiler’

insanlara dikte edilmiş, ‘hedefsiz ve

ümitsiz’ genç nesil, benzeri görülmemiş bir

acizleştirme operasyonuna tabii

tutulmuştur; “müflis ve gölge insancıklar”

zenginleştirilmiş, mevki ve makam sahibi

yapılmıştır. ‘İdeali’ olmayan bir ‘güruh’,

toplum mühendisleri tarafından bir takım

sanal hedefler ve sanal terimler ile bitap

ve biçare düşürülmüş; ancak ne halde

olduklarının idrakinden çok uzakta olan

bu güruh devamlı kamçılanmış ve daha

müthiş akıl oyunları içerisinde bir

labirentin içerisinde sevk ve idare

edilmiştir.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

16

Eğitim sistemi, insanlarımızı

görülmemiş(!) bir cahilliğe yöneltmiştir.

Üniversite gençliği, fikir ve gayret

yönünden ne yazık ki bitirilmiştir.

İktidar ve dahi muhalefet, yazılan

senaryoları öyle bir şevkle oynama

telaşesindeler ve oynadıkları bu rolleri o

kadar sevdiler ki sufle ne olursa olsun

perde hep aynı ihtişamla seyirciye

kapanmaktadır.

Ülkemizde sanat adileştirilmiş ve

medyanın kuklası olmuştur. Ülke can

damarlarından birini gönül rızası ile

kesmiştir.

Devletimiz etki-tepki denkleminde

sandıklara gitmektedir; bizlerin derdi ne

parti ve particilik ne de slogan ve kuru

laftır. Bizler gönül adamları Ülkü erleriyiz.

Bildiğiniz gibi bundan tam yüz yıl evvel

çoğunluğun aklı-hayaline gelmeyen devlet-

i ebed müddet Osmanlı çökme sinyalleri

verirken 190 tıbbiyeli tarafından ülkenin

her bir yanındaki satılmamış ve ülkesini

seven yazar, düşünür ve fikir adamlarına

birlik çağrısı yapılmıştır. O vakitler bu

çağrı çoğunluğa göre yersiz ve şizofrence

idi. Çok değil bu çağrıdan tam bir yıl sonra

Türk Ocakları kurulmuş; peş peşe girilen

Balkan Muharebeleri, I. Dünya Savaşı ve

İstiklal Harbi çıkmıştır. Ülkeyi nüfus, besin

ve savaş kuvveti açısından benzersiz bir

zorluğa sokmasına rağmen fikir ve

mücadele adamlarının gayretleri, yepyeni

ve umutları taptaze bir devlet kuracak

direnci bir halka bahşetmiştir. Elbette

burada liderimiz Mustafa Kemal

Atatürk’ün payı asla azımsanamaz; ancak

pekâlâ büyük bir lideri doğuran “ortam ve

fikriyattır”.

Bugün her birimizin kulağında Fatih’in

babasına ordunun başına geçmesi için

söylediği söz malumdur. Şu an bizler bu

çağrıyı sizlere yapıyoruz: “eğer ülkenin

bekası için kontrol bizim elimizde ise

sizlere emir ediyoruz buyurun bizlere

kılavuz olun ve bizleri atacağımız adımlar

için komuta edin; yok eğer bu komuta

sizde ise görevinizin başına gelin ve

bizlere ve ülkenin bekasına sahip çıkın.”

Nasıl ki iki bir’in ayrı ayrı olmaları

toplamında onun iki olmasına, görev ve

birlik bağı ile birleştikleri zaman yan yana

olduklarında ona tam beş buçuk kat değer

kazandırıyorsa; bugün ayrı ayrı olmamız

ehven bir olmamız elzemdir.

Bizlere bir kıvılcım lazımdır ayrı ayrı

olanların bir olmaları için ilk adım bunca

yıllık atalete vurulan organize yumruk

olmak lazımdır. Allah bizleri iman ve

ülkümüzde daim etsin.

Saygılarımla binlerce Serdengeçen gönül

erinden biri…

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

17

ATSIZ BEY’İN ŞİİRLERİNDE ‘SAVAŞ’

MEFHUMU Abdullah KILAVUZ

“Arık Buka’ya ve Urungu’ya..”

“Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,

Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.

Savaş… Bunun tadını ey Türk sen

bulamazsın,

Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”

Hüseyin Nihâl ATSIZ

Giriş Yerine:

Unutulan milli kahramanları tarihin tozlu

sayfalarından çıkartarak, maneviyatı

közlenmiş neslin milli duygularını yeniden

alevlendiren bir romancı… Türk Edebiyatı

Tarihi’ni yazabilecek yetkinlikte bir

edebiyatçı, emsaline az rastlanır bir

Tarihçi… Ömrünü dergi neşretmekle, kitap

yazmakla harcamış bir muharrir ve

tabutluklarda acuna meydan okumuş

hakiki bir dava adamı: Hüseyin Nihâl

ATSIZ.

İbnülemin Mahmud Kemal İnan’ın, “…

Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli

yazılar yazan” sözleriyle tanımladığı Atsız

Bey, hiç şüphesiz, edebi ve fikri kimliğini

oluşturan türlü meziyetlerinin hangisiyle

ele alınırsa alınsın, Cumhuriyet tarihimizin

en sıra dışı, belki de en ilgi çekici

şahsiyetlerindendir.

Bu yazıda ise, Atsız Bey’in -romancılığı

kadar parlak olmasa bile- birçoğu zihinlere

kazınmış olan şiirleri yazmaya muktedir

şairliğinden ziyade; şiirlerinin geneline

hâkim olan “savaş” mefhumunu,

şiirlerinin tamamını incelemenin bu

hacimde bir çalışmayla mümkün olmaması

sebebiyle üç eser altında inceleyeceğiz.

1)Yakarış Şiiri

Bildiğiniz gibi Atsız Bey’in bütün şiirleri

Yolların Sonu adlı eserde toplanarak

vefatından önce neşredilmeye başlanmış,

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

18

günümüzde de hâlen yeni baskıları

yapılarak okuyucuyla buluşmaya devam

etmektedir. Kitabı elimize aldığımızda,

esasında işimizin tahmin ettiğimizden

daha kolay olacağını fark ediyoruz. Zira

kapağı açar açmaz, kitabın ilk şiiri olan

(1936 senesinde neşredilmiş) “Yakarış”

adlı eser adeta savaş çığlıklarıyla

karşılıyor bizi:

“Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;

Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.

Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?

Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.”

Yakarış, I. Kıt’a

Atsız Bey, savaşla özdeşleşen diğer epik

çizgide eser vermiş şairlerden farklı

olarak, şiirlerinde tarihin yapraklarına

sıkışmış savaşları konu edinmekten

ziyade, sürekli olarak yeni bir savaşın

hasretini şiirleştirmiştir. Çanakkale’ye

Yürüyüş adlı eserini okuyanlar, O’nun şu

sözlerini hatırlayacak ve bu görüşüme hak

verecektir: “Kınında çok duran kılıç

paslanır... Türk kılıcı paslanmamalıdır.

Zaten Türk tarihi bize en uzun barış

devremizin ancak 23 yıl sürdüğünü

gösteriyor. Lozan’dan beri 10 yıl geçti.

Demek ki yeni savaşlar yaklaşıyor. Eğer

tarih bir tekerrürse ve tarihin kanunları,

kaideleri varsa biz en çok 13 yıla kadar

yeni bir savaşa gireceğiz demektir”

Atsız Bey’in savaşa olan hasretinin

yanında bir diğer dikkat çekici konu ise;

yeni bir savaş kadar, kimi zaman şanlı ve

kahramanlık dolu bir şehadete, kimi

zaman ise kılıç veya “üç kuruşluk” bir

kurşunla dökülecek kana hasret duyuşu ve

ölümü yenmiş bir ruh haliyle şiirlerini

kaleme almış olmasıdır:

“Tasa mıdır yakarsa bir kurşun kalbimizi?

Ne çıkar süngülerle delinse bağrımız?

Bu kurşunlar, süngüler öldüremezler bizi

Belki diner onlarla ezeli kalp ağrımız”

Yakarış, V. Kıt’a

O, sadece şiirleri ve yazılarıyla değil,

yaşayışla da (sözlerin kuru bir laf

kalabalığından ibaret olmadığını

ispatlarcasına) hiçbir zaman dünyaya ve

nimetlerine iltifat etmeden, inandığı yolda

yaşamış ve dünyanın nimetlerinden

mahrum yaşıyor olmak onu

inandıklarından asla döndürememiştir.

Şiirin ilerleyen mısralarında, Atsız Bey’in,

gündelik hayat ve dünya arzularından

uzak oluşuna şahitlik edecek mısralarla

karşılaşıyoruz:

“Gam mı ceylân gözlüler bize yâr olmasa?

Yeter ki kılıçlarla süngüler yâr olmalı.

Rahat yatakta ölmek sanki değil mi tasa?

Savaş ve er meydanı bize mezar olmalı.”

Yakarış, VIII. Kıt’a

Sürekli olarak sınır boylarını, cenk

meydanlarını, kanlı harp sabahlarına

hasret çeken Atsız Bey’in, bu hasretin

tezahürü olarak savaşın “çelik-çomak”

misali oynandığı çağlara da zaman zaman

özlem duyduğuna şahit oluyoruz:

“Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir;

Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar.

Yine şanlar alınıp nice canlar verilir,

Yiğit akınımızdan yine dünya şaşalar”

Yakarış, IX. Kıt’a

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

19

“Yine Batılıların üçünü Kosova’da

Topraklara sereriz, bir değil, bir kaçını.

Çekilince kılıçlar yeniden Haçova’da

Paramparça ederiz Cermenliğin haçını”

Yakarış, XI. Kıt’a

“Genç Fâtih’in ordusu yine tekbir alınca

Söndürürüz kâfirin Meryem Ana mumunu

Haritadan sileriz Tuna’ya at salınca

Ulah’ını, Sırb’ını, Bulgar’ını, Rum’unu.”

Yakarış, XII. Kıt’a

Şiirin son kıt’ası ise, Atsız Bey’in

şiirlerinde hâkim olan fedakârlık, cesaret,

kahramanlık, savaş ve ölüm

mefhumlarının tamamının barındığı

müstesna bir bölüm olarak göze çarpıyor:

“Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince

Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.

Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini

Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız”

Yakarış, XV. Kıt’a

1936 senesinde kaleme alınan bu eser,

Atsız Bey’in şiirlerindeki kahramanlık,

savaş ve ölüm mefhumlarının her kıt’ada

yeni baştan kenetlendiği bir şiir olarak

dikkat çekmektedir. Yine 1933 senesinde

kaleme aldığı Çanakkale’ye Yürüyüş adlı

eserinden bir bölüm daha paylaşırsak

eğer, sanırım Atsız Bey’in savaşa olan

özlemini ve arzusunu çok daha iyi

kavrayabiliriz:

“…Çünkü biz artık insaniyet ve barış değil,

milliyetçilik ve savaş istiyoruz.

İnsaniyetperverlik köpekliktir… Hayır! Biz

barışta değiliz. Biz savaşçıyız.”

2)Topal Asker Şiiri

Atsız Bey’in, 1926 senesinde neşrettiği bu

otuz beyitlik şiiri; meçhul bir savaşta gazi

düşen askerimizin, bacağıyla dalga geçen

genç bir kadına verdiği cevabın

‘hikayesi’nin şiire dökülmüş hâli olarak

karşımıza çıkmaktadır:

“Ey saçları ‘alâgarson’ kesik hanım kız!

Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!

Bacağımla alay etme pek topal diye

Bir sorsana o topallık nerden hediye?”

Topal Asker, I. ve II. Beyit

Bu iki beyitle başlayan şiir, ilerleyen

bölümlerde Topal Asker’in genç kıza

yönelttiği sorularla devam eder…

Gadamer’in “Sadece ara sıra değil, fakat

daima, metnin anlamı yazarın niyetini

aşar” sözü, tam da bu şiir için söylenmiştir.

Zira kuru bir kafiye yumağından fazlasını

anlamaya çalışarak baktığımız zaman

şiirde gördüğümüz; Şiiri yazdığı zaman

yirmi bir yaşında olan genç Atsız’ın, “Topal

Asker” figürü altında özüne sadık, fakir ve

fedakâr Anadolu insanıyla; ayağıyla dalga

geçen kızın şahsında dönemin zengin,

bohem ve vurdumduymaz neslini

çarpıştırdığıdır. Devam eden mısralara göz

atmak, bu düşüncemizin yazarın niyetini

aşsa bile, savımızın bir varsayımdan

fazlası olarak önümüzde durduğunu

gösterecektir:

“Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;

Siz salonda dans ederken biz savaştık”

Topal Asker, IV. Beyit

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

20

“Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz

Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz”

Topal Asker, IX. Beyit

“Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün

Yapıyorduk biz de kanla, barutla düğün

Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur

Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına yağmur

Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;

Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık

Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık

Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…”

Topal Asker, XI, XII, XIII ve XIV. Beyit

Devamında, kullanılan harflerden seçilen

kelimelere kadar top yekûn sertleşen şiir,

soru sormaktan ziyade adeta iki nesil

arasında hesaplaşmaya dönüşür:

“Sana karşı haykıranı, mecbursun, dinle;

Bugün hesap göreceğiz artık seninle:

Ben cephede geberirken, geride vatan

Aşk ile bin belâlı işe can atan

Anam, babam, karım, kızım eziliyorken

Dağlar kadar yükün altında… Gel cevap

ver, sen

Bana anlat, anlat bana siz ne yaptınız?

Köpek gibi oynaştınız, fuhuşa taptınız!”

Topal Asker, XVI, XVII, XVIII ve XIX. Beyit

Ve Topal Asker, sözlerini daha da

şiddetlendirerek devam eder:

“Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:

Sizin için harbederken yedim kurşunu.

Onun için topal kaldı böyle bacağım,

Onun için tütmez oldu artık ocağım.

Topal Asker, XXI ve XXII. Beyit

İlerleyen mısralarda, beklentimize ve

varsayımlarımıza ters düşmeyecek şekilde

Atsız Bey’in mısralarına buruk, ancak

şerefli ve heybetli bir ölüm havası siner

yeniden:

“Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda

Sallanarak öldük biz bataklarda.

Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,

Bu amansız boğuşmada öldü yarımız

Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız

Size şarap oldu sanki… Şehit canımız”

Topal Asker, XXIII, XXIV ve XXV. Beyit

3)Dâvetiye Şiiri

İtalya’nın meşhur faşist lideri Benito

Musolini (namı diğer Duçe), 1934

senesinde yaptığı bir konuşmasında

İtalyanların tarihi emellerinin Asya ve

Afrika’da olduğunu söylemesi Türk-İtalyan

ilişkisinin gerilmesine neden olur.

İtalya’nın 1936 senesinde Türk sahillerine

yakın adaları (Özellikle Leros Adası)

tahkim etmesi ise gerilimi iyice

tırmandırır.

Ömrünün hiçbir döneminde, milli

mes’elelere duyarsız kal(a)mamış olan

Atsız Bey ise, 17 milyonluk Türkiye’den 44

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

21

milyonluk İtalya’ya meydan okuyan bu

destansı şiiri kaleme alır:

“Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,

İtalyanlar başvekili muhterem Duçe!

İşittim ki yelkenleri edip de fora

Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora”

mısralarıyla alaycı bir giriş yaptığı şiirinde,

tarihinden aldığı gücü mısralarına açıkça

işlemekten çekinmez:

“Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür;

Din Arab'ın, hukuk sizin, harp

Türk'lüğündür.

Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa

Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.

Hem karadan, hem denizden ordular indir!

Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!

Kalem, fırça, mermer nedir? Birer

oyuncak!

Şaheserler sungtilerle yazılır ancak!

Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ'in kurduğu devlet

İtalyalı melezlerden üstündür elbet;

Bizim eski uşakları alda yanına

Balkanlardan doğru yürü er meydanına”

Her satırı mazisine duyduğu övünç ve

tarifsiz bir savaş arzusuyla yazılmış bu

şiirin devamında ise girizgâhı kadar

etkileyici bir beyit bizi selamlar:

“Dirilerek başınıza geçse de Sezar

Yine olur Anadolu size bir mezar.”

1943 Senesinde, Orhun Dergisi’nde

yayınlanan “Savaş Aleyhtarlığı” isimli

makalesinde;

“Napolyon Moskova’ya kadar gittikten

sonra esarette ölmüş olabilir. Fakat Fatih

sekiz ülkeyi açtıktan sonra Fatih olarak

öldü. Kayser Wilhelm de yurdundan

kaçmağa mecbur kalmış olabilir.

Kanunînin ölüsü ise Almanya içinden

İstanbul’a kadar bir zafer alayı ihtişamıyla

gelmişti. Savaş kötü bir şey olsaydı bugün

Anadolu bizim elimizde kalmazdı. Çünkü

biz Anadolu’yu savaşla, su gibi düşman

kanı akıtarak, kendi kanımızı da

cömertlikle sel gibi dökerek aldık. Savaş

kötü bir şeyse 10 yıl sonra, 1953’te

İstanbul’u almamızın 500’üncü yılını

kutlamayalım. Fatih’e lanetler savuralım.

Çünkü saldıran oydu. Rumlar yurtlarını

müdafaa ediyorlardı. Son iki üç asırlık

tarihimizde, kıymet olarak, milletler arası

terazinin kefesine “savaş”tan ve

“kahramanlar”dan başka atacak bir

şeyimiz olmadığı için de savaşı kutlu

bilmeğe mecburuz.” Sözleriyle savaşın

milletimiz nazarında önemine değinen

Atsız Bey, bu makaleden üç sene önce

kaleme aldığı “Dâvetiye” şiirinde de,

düşünce dünyasının bir tezahürü olan

sözleriyle bizleri şaşırtmaz ve İtalyan’ların

bu küstah hareketinin de bir savaş sebebi

olduğunu düşünür. Olası bir savaşta ise

Türklerin zaferinden emin olarak şu

satırlarla devam eder şiirine:

Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,

Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,

Tanıyoruz Atilla'dan beri Cermeni,

Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?

Senin dostun Cermanya’ya biz Nemse

deriz,

Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz.

Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;

Ölüm-dirim savaş bir gün mukadder!

Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;

Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin!

Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,

Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

22

Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,

Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!

Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!

Kılıçlarımız kınlarından çıkmaya görsün!

Devamında gelen satırlar ise şairin

ruhunda kopan cengin adeta kâğıda

dökülmüş halidir. Atsız Bey ruhunda

tasavvur ettiği savaşı şöyle tarifler:

Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!

Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!

Sert dipçikler ezmelidir nice başları!

Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!

En yiğitler serilmeli en önce yere!

Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!

Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!

Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.

Her fırsatta düşmanını aşağılamaktan ve

gözdağı vermekten geri durmayan Atsız

Bey, sırtını yasladığı binlerce yıllık

mazisinin gücüyle devam eder şiire:

Damarında var mı senin böyle bol kanın?

Türkün kanı bir eşidir lavlı volkanın!

Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,

Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,

Karşısında olmasaydı şanlı 'Türk Budun'

Belki gerçek olacaktı bir gün umudun,

İnsanoğlu ümitlerle dolup taşmalı,

Aryalarla Turanlılar karşılamalı.

Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;

Hız verecek biricik şey ona savaştır!

Sadece tarihinden aldığı güçle de

yetinmeyen şair, alışılmışın dışına çıkarak;

makarnadan bulgura, likörden ayrana

varıncaya dek bu iki milletin kültürünü,

edebiyatını ve folklorunu da çarpıştırır

şiirinde:

Keskin olur likörlerden ayranla kımız,

Karnera'yı yere serer Tekirdağlımız.

Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru

Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru...

Biz güleriz Façyo'ların felsefesine,

Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?

Bizim yanık Fuzuli'miz engin biz deniz!

Karşısında bir göl kalır sizin Dane’niz!

Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!

'Generaller 'Paşalarla atamaz aşık! ..

Ey İtalyan başvekili! Ey Musolini!

İki ırkın kabarmalı asırlık kini...

Hesabını göreceğiz elbette yarın

Yedi yüzlü, yedi dilli İtalyan’ların!

Yakarış şiirinde “Genç Fâtih’in ordusu

yine tekbir alınca /Söndürürüz kâfirin

Meryem Ana mumunu” mısralarını kâğıda

döken Atsız Bey, bu şiirde de benzer

şekilde Sultan Fatih’ten örnek vererek şiiri

devam ettirir:

Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.

Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih

Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa...

Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!

Haydi, hamle kâfirindir... İlkönce sen gel

Ecel ile zaman bize olmadan engel!

Burda tanklar yürümezse etme çok tasa;

Sungtilerle çarpışmadır savaşta yaşa.

Olma böyle sinsi çakal yahut engerek!

Bozkurt gibi, kartal gibi doğüşmek gerek!

Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!

Atila'nin ateşi var içimizde!

Kanije'nin gazileri daha dipdiri!

Sınırdadır Pilevne'nin kırk bir askeri!

Edirne'de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!

Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

23

Şehitlerden elli milyon bekçisi olan

Asılmaz bir kayadır bu ebedi Vatan!

Sonuç Yerine:

Atsız Bey’in Yolların Sonu adlı şiir kitabını

incelediğimizde mevcut olan otuz altı

şiirden on dördünün savaş mefhumuyla

işlenmiş olduğunu görüyoruz.

İncelememizi derinleştirdiğimizde, bu on

dört şiirin tamamında istisnasız olarak ve

ayrıca içinde savaş mefhumunun yer

bulmadığı birçok şiirde de ilaveten ölüm

teması işlendiğine şahit oluyoruz. Bu elde

ettiğimiz bilgiler ışında, Atsız Bey’in bir

savaş şairi olduğu gerçeğinin yanında,

ölümden korkmayan/ölümü yenmiş ama

aynı zamanda ölüme özlem duyan cesur

ancak melankolik bir ruh haline sahip

olduğu sonucuna ulaşmamız zor

olmayacaktır. Esasında işkencelerle,

zindanlarla, sürgünlerle ve mücadelelerle

geçirdiği yetmiş senelik hayatın

neticesinde, ilkbaharın gelişini kutlayan

pastoral eserler bırakmasını beklemek de

biraz haksızlık olurdu sanırım.

Atsız Bey’in ardından Macar Kraliyet

Askeri Akademisi Sabık Ord. Profesörü

İmrevon Tahnt, şu sözleri söylemiştir:

"Nihâl Atsız, büyük bilgin ve tarihçi olarak

takdir zımmında ne aldı? Nobel mükâfatı

mı? Şeref doktora payesi mi? Veya fahri

üniversite profesörlüğü mü veya bununla

ilgili ödemeler mi? Hayır! Kendisine

hapishanenin loş hücresi layık görüldü!"

İmrevon Tahnt ne yazık ki haklıydı. Üstelik

Prof. Dr. Ayhan Songar’ın sözleri de

Tahnt’ı destekler nitelikteydi. Songar derdi

ki: “Atsız Hoca, mesela Fransa'da

yaşasaydı ve orada bir Fransız Milliyetçisi

olarak ölseydi, heykeli Pantheon'a dikilir

daha sağlığında Akademisine alınır ve

ölümünde devlet, resmi cenaze töreni

düzenlerdi”

Tüm bu söylenenler acı birer hakikat olsa

da, esas hakikat Atsız Bey hâlinden hiçbir

zaman hâlinden şikâyetçi olmamasıydı. Ne

işkenceden yıldı, ne de darbelerle sindi.

Tek suçu milletini sevmek olan Atsız Bey,

farelerin bile yaşamaktan imtina edeceği

tabutluklarda gecelerce aç susuz

bekletildi… Ne Nobel ödülü istedi, ne

doktora, ne de mükâfat. O, ömrü boyunca

hiçbir zaman talep eden taraf olmadı, hep

isteklere cevap verdi… Sürekli bir

mücadele içinde, sürekli bir üretim ile

inandıkları uğrunda fedakârlıklar yaparak

tüketti hayatını. Ve yetmiş senelik koca

ömründe acundan tek bir dileği oldu… O

tek isteğini de Selam adlı şiirinde dile

getirdi:

“Bir gün dolaşırken ırkımızın gürbüz erleri

Adım adım dolaşırken kutlu yerleri

Vaktiyle bir Atsız varmış derlerse ne hoş

Anılmakla hangi gönül olmaz ki sarhoş?”

Bu yazıyla bizler “vaktiyle bir Atsız

varmış” dedik ancak Atsız Bey’in gönlünü

sarhoş edebildik mi?

Kim bilir?

Ruhun şâd olsun Atsız Bey…

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

24

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE Mehmet UÇAK

Dini bir kavram olarak ‘’ Tağut ‘’ olgusu

üzerinden Türk milliyetçiliğiyle alâkadar

cümleleri birleştirme gayesiyle bu

çalışmaya karar verdim. Dilerseniz

öncelikle ‘’ Tağut/ Tağutluk ‘’ kavramı

üzerine konuşalım:

-Allah’ın koyduğu ölçüler dışında ölçüler

koyan, insanı Allah’ a ibadetten alıkoyan,

Allah ve Rasulüne tabi olmayı

engelleyendir. Bu insi ve cinni şeytan,

nefis, ağaç, taş, kadın mezar olabileceği

gibi; Allah’ın hükümleri dışında hükümler

koyan zalim bir diktatör, halkın seçtiği

seçkin bir zümre, bir meclis, bir grup bilim

adamı ve ya Allah’ın kitabından

kaynaklanmayan adet, alışkanlık ve

düşünce(İdeoloji) olabilir.

Şer’i anlamdaki tanımı yukarıdaki gibidir.

Bu kavram, Tağa kökünden türemiş ve ‘’

Haddini aşan mahlûk ‘’ anlamındadır.

Zihinlerde şu soru canlanabilir: Türk

milliyetçiliği fikir sistemi yoksa Tağutluk

ile mi suçlanacak? – Kesinlikle böylesine

büyük bir gaflete düşülmeyeceğini

belirterek devam ediyorum.

İlk Adım Olarak: Türk Milliyetçiliği

üzerinden Tağutluk kavramını

deşelemek…

Türk milliyetçiliği ile Tağutluğu aynı yazı

içerisinde kaynaştırırken kullanacağım

kelime ve kelime gruplarını seçerken

oldukça güçlük çektim. Zira bu iki konu

üzerinden yürümek, boz yeleli kır at ile

Hazar’ı yarmaktan daha zor diye

düşünüyorum, öyle olduğuna da iman

ediyorum. Her neyse, yanlış

anlaşılmalardan korktuğumu ve niyetimin

gayet halisane olduğunu anlatabilmişimdir

umarım, sürç-ü lisandan siz değerleri

okuyucuların vicdanına sığınırım.

‘’… Allah’ın kitabından kaynaklanmayan

adet, alışkanlık ve düşünce(İdeoloji)

olabilir.‘’ alıntısıyla devam edeceğiz ve

kavramın salt gerçekliğinden yola çıkarak

Türk milliyetçiliğine entegrasyonunu

gerçekleştirmeye çalışacağız.

Türk milliyetçileri bilirler ki ‘’Irkçılık‘’

suçlamasıyla çok kez karşı karşıya

kalmışlardır, haksız yere bu yaftaya maruz

bırakılmışlardır. Gerçekte durum böyle

midir? Kesin ve net bir çizgilerle bu

durumun böyle olmadığını inkâr etmekte

aslında gaflet sayılabilir. Bilinçli ve ne

söylediğini bilen Türk milliyetçilerinin

azınlıkta olduğunu düşünecek olursak ve

sosyal medya analizini de iyi okursak

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

25

sizlerde pek ala bu söylemlerin haklılık

payı olduğuna iman edeceksiniz.

Bizim meselemiz burada Türk

milliyetçiliğini yanlış algılayanlarladır.

Örneğin ırk üstünlüğü, ırksal

mertebelendirme, renksel derecelendirme

bizim üzerinde çalıştığımız temel

unsurlardır ve milliyetçiliğin yanlış

algılanması da bu konular üzerinde

yoğunlaşmaktadır. Milliyetçilik üzerinden

yürüyüp Türk milliyetçiliği Fransız

ihtilalinden kaynaklanan sığ bir sistem

olarak yanlış algılayan bir taife,

milliyetçiliği Orhun kitabelerinde

arayamadığından ötürüdür ki yukarıda

belirtilen yanlış algılamalara sıklıkla

düşmektedirler. İşte tamda bu zamanda

konuyu tağutlukla ilişkilendirmek yerinde

bir işlem olacaktır. Doğu Türkistan’ da

eziyet çeken milyonlarca Türk’ ün çilesi,

Balkanlar’ da güzel ırkımın güzel insanın

derdi ve daha nice zulümlere maruz kalan

Türklerin akıbetini düşünmek ve Türk

ırkının geleceğini temin etmek üzerine

kafa yorulan bir sistem olarak- Konunun

sığ tutulduğunun farkındayım!- Türk

milliyetçiliği, yanlış algılayanların

söylemleri yüzünden salt ırkçılığa ve

faşistlik uygulamalarına meylettiği

algılanmaktadır. Oysa gerçekte durum

böyle değildir. Bir milletin bekâsının

dışında farklı niyetleri olan kişi ve

kurumları tağutlukla ilişkilendirmek pek

normaldir. Zira şer’i manâdan yola

çıktığımız zaman ‘’ Allah’ın kitabından

kaynaklanmayan bir ideoloji… ‘’ olarak bu

kişi ve kurumların faaliyetleri kavramları

terminolojik muhteva da örtüşmese de

mantıksal çıkarım yoluyla aynı şeyleri

ifade etmektedir. Bir ırkı, diğer ırktan

üstün tutma mevzusu, bir ırkın üstün

özellikleri üzerinden diğer ırkları

aşağılama ve her zaman tüm efradını

potansiyel suçlu olarak görme Allah’ ın

hiçbir kitabında geçmemiş ve en son hak

dini olan İslâm dinin kitabı olan Kur’an’ ı

Kerim’ de kesin ve net bir şekilde

lanetlenmiştir: Irkçılığa (asabiyyeye)

çağıran Bizden değildir; ırkçılık için

savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere,

asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.”

(Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû

Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis

no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

Görüldüğü üzere ırkçılık uğruna ölenlerin

durumu ortadır. Allah’ın kitabından

kaynaklanmayan bir görüşü savunup o

görüş üzerinden yola çıkanları ‘’Tağut‘’

olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır.

Ayrıca, milliyetçiliği her ne kadar ayrıma

tutmak zoruma gitse de müspet ve menfi

gibi bir ayrıma tabî tutulduğu çoğu

kaynakta gözlenmektedir. Müspet

milliyetçilik, herhangi bir ırk üstünlüğü

konusuna girmeden dil, tarih ve kültür gibi

milleti millet yapan değerlerin korunup

yaşatılması manâsına gelmektedir. Bunun

en iyi örneği olarak Türk milliyetçiliği

örnek gösterilebilir. Şimdi gelelim menfi

milliyetçilik kavramına. Menfî milliyetçilik

ise müspet milliyetçiliğin tam tersini

karşılayacak bir kavramdır. Yani, ırk

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

26

üstünlüğüne giren, renksel ve ırksal tasnifi

hak gören bir anlayışın ürünüdür ki bu

anlayışın lanetlendiği yukarıdaki ayetle

desteklenip menfi milliyetçilik

aleyhtarlarının tağutlukla suçlanabileceği

ispatlanmıştır.

İkinci Adım Olarak: Milliyetçilik ve

İslâm Üzerinden Tehlikeli Bir Tartışma

Bu kısımda asıl konudan birazda olsa

sıyrılıp sağa sola sataşmadan

edemeyeceğim. Malûm, milletimizin iki

hassas noktası olan ve en çok vurulduğu

yer olan bu iki olgu gerek siyasi gerekse de

sosyal malzeme olarak oldukça çok

kullanılır. Amiyane bir tabirle,’’ Parayı

cukkaladıktan sonra ağzından din-diyanet

tümcelerini düşürmeyenler ‘’ ile ‘’ İşine

geldiğinde ırkçılık seviyesine çıkacak

kadar gaddar olan ‘’ söylemleri ülkemizde

çok duyarız. Burada milliyetçiliğin şahsın

işine gelmediği zamanlarda din üzerinden

vurulması hep yaşanmıştır. Peki gerçekten

de durum böyle midir, gerçekten de İslâm

dini milliyetçiliği yok sayar mı, bu kavramı

küfürle eşdeğer tutar mı? Bu soruların

cevabına yine Allah’ ın kitabından yola

çıkarak cevap aramaya çalışalım:

Allah (c.c), Rûm sûresinin 22. Ayetinde

şöyle buyuruyor: ‘’ Göklerin ve yerlerin

yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin de

farklı olması da onun (Varlığının ve

kudretinin) delilllerindendir. Şüphesiz

bunda bilenler için elbette ibretler vardır.

‘’ Diğer bir ayetle desteklemek istiyorum ki

çoğumuz bu ayetle karşı karşıya

kalmışızdır, bir yerden işitmişizdir: ‘’ “Ey

insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir

dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız

için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.

Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve

en üstününüz O’ndan en çok

korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,

herşeyden haberdar olandır.” ( Hücûrat

Sûresi, 13. Ayet ) Son olarak şu ayeti de

paylaşmak istiyorum : “O, sudan bir insan

yaratıp ondan soy-sop ve hısımlık

meydana getirendir. Rabbin her şeye

hakkıyla gücü yetendir.” (Furkân Sûresinin

54)

Bu üç ayetten yola çıkılarak birçok yorum

yapılabilir. Fakat buradaki en asli yorum

şu şekildedir: Yaratıcı, insanları farklı

farklı ( Irk ve renk ) olarak yaratmayı

kendi kudretinin büyüklüğüne bağlamıştır.

Yani, bugün ki manâda anlaşılan

milliyetçilik mevzusu ile hak dininin

üzerinde durduğu konu örtüşmektedir.

Buradan çıkaracağımız sonuç ise ‘’

Milliyetçilik, yani müspet milliyetçilik

olarak adlandırılan milliyetçilik aslında

Allah’ın kudretinden kaynaklanmaktadır.

O hâlde, milliyetçilikle savaşmak,

milliyetçiliğin kötü olduğunu ve ırkçılıkla

harmanlandığını söylemek Allah’ın

kudretine karşı gelmektir. Milliyetçilik,

devam ettirilmesi gereken bir husustur,

milliyetine sahip çıkmak Allah’ın emirleri

arasındadır. Aksi hâlde, milliyeti inkâr

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

27

etmek ve insanlığı tek bir milliyet çatısı

altında birleştirmek hiçbir bilim dalına,

sosyolojiye, antropolojiye ve mantığa

uymadığı gibi İslam’ın da kriterlerine

uymamaktadır.

Bu bölümde ‘’Arap Kafalı‘’ zihniyetin

milliyetçiliğe olan düşmanlığını bertaraf

etmeye çalıştık. Gaipten Ayet-i Kerime’

lerin bulunduğu, ‘’ Kimsenin Bilmediği

Ayeti Bulduk! ‘’ manşetlerinin atıldığı, dini

tamamen siyasi ve çıkar ilişkisine alet

edenlerin türediği bir durumda onları

üzerlerinde çokça durdukları ve

dillerinden hiç düşürmedikleri olgularla

bertaraf ettiğimizi düşünüyorum. Hoş,

menfaatleri uğruna doğru bildiklerini bile

inkar edenler ispat edilmiş verilere itaat

etmemektedirler. Her ne olursa olsun

bizim bu cahiliye ile kavgamız asla

bitmeyecektir, sonuna dek bu kalem savaşı

sürecektir.

Bu kısmın ana temadan biraz da olsa

uzaklaştığının farkındayım, affınıza

sığınırım. Ama bu konuyu da asıl

konumuzla bağdaştırmak zaruri bir

durumdu. Şöyle ki, ‘’ Allah’ın kitabından

kaynaklanmayan bir düşünce… ‘’

tağutlukla ilişkilendiriliyordu. Buradaki

mevzuyu da tağutlukla

ilişkilendirebileceğiz. Bakınız, Hâk,

öncelikle milliyetçiliği kendi kudreti ile

ilişkilendirmiştir. Milliyetçiliğe savaş

açanlarda Allah’ın kitabından

kaynaklanmayan bir düşünceye iman

etmişlerdir. O hâlde, bu kişileri tağut

kavramıyla ahbap etmek sanırım haksızlık

olmayacaktır.

Bir Adım Daha: Türklerle İlintili Olduğu

Söylenen Hadis ve Hadiseler…

Bu adımda, Türkler ile ilgili olduğu

söylenen birkaç hadise ve hadis-i şerifi de

paylaşmak gerektiğini düşünüyorum.

Malûm, konu milliyetçilik ve Türklük

üzerinden yürümüşken aidiyetimiz

bulunan bir milliyete ait olduğu söylenen-

Söylenen diyorum, kesin kez kabul

edilmişiliği olmadığından.- hadis ve

hadiseleri paylaşmak asıl konuyu dallanıp

budaklandırmak olarak algılanma ihtimali

olsa da üzerinde hiç durmamakta haksızlık

olacaktır.

1- Ey iman edenler! İçinizden kim

dininden dönerse, Allah Müminlere karşı

alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve

zorlu, kendisinin onları seveceği, onlarında

kendisini seveceği bir kavim getirir ki;

Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir

kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu

Allah’ın lütfu inayetidir ki, onu kime

dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en

çok bilendir. (Maide suresi:54)

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

28

Birçok İslâm âlimine göre bu ayet Türk ırkı

ile ilişkilendirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır,

Ömer Nasuhi Bilmen bu kişiler

arasındadır.

2- Kaşgarlı Mahmut Divanı Lügat-it Türk

isimli eserinde Buhara ve Nişabur hadis

imamlarından şu hadis-i kutsi’yi rivayet

etmektedir: “Ulu ve Aziz olan Allah diyor

ki; Benim Türk ismini verdiğim ve doğuda

yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki,

her hangi bir kavme karşı gazaba gelecek

olursam o Türk askerimi işte o kavmin

üstüne saldırtırım.” (Kaşgarlı Mahmut,

Divanı Lügat-it Türk, C.1., 294 –1333 İst

basımı)

3- Kostantiyye (İstanbul) mutlaka feth

olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne

güzel kumandandır ve o asker ne güzel

askerdir. Buhari (et-Trah-ul Kebir, cilt 1,

kısım 2, sayfa: 81) Ahmed bin Hanbel

(Müsned IV/42, kahire 1313) El-Hakim

(el-Müstedrek IV/42-422, Haydarabat

1335)

4- Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp,

kovalayacaktır ki; onların yüzleri

(yuvarlak ve) enli, gözleri (çekik ve)

küçük, çehreleri sanki üzeri derilerle

kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar üç

defa Arabistan yarımadasına kadar

ilerleyeceklerdir. İlk istilada onların

önlerinden kaçanlar kurtulacaktır. İkinci

istilada hücuma uğrayanlardan bazıları

helak olacak ve bazıları da canlarını

kurtaracaklardır. Üçüncü istilada ise

onların kökleri kesilecektir (Artık istilalar

son bulacaktır) işte onlar Türkler’dir.

Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a

yemin ederim ki, Türkler (çok yakın bir

gelecekte) atlarını Müslüman

mescidlerinin direklerine

bağlayacaklardır. Ebu Davud (Nuseym b.

Hammad, Kitabü’l Fiten, Atıf Ktp. No: 602,

V.121122)

Son Adım Olarak:

Tağutluk kavramı esaslı milliyetçilik,

ırkçılık, Türklerin İslâm ile ilgili hadis ve

hadiseler olarak birçok konuya girdik,

aklımız ve fikrimizce girmeye çalıştık. Esas

konu yani asıl anlatmak ve üzerinde

durmak istediğim mevzu ise Tağutluk

kavramıydı! Oldukça mühim gördüğüm,

dini terminolojiden biraz arındırıp sosyal

hayatta oldukça çok türüne

rastlayabileceğiniz bir konu hakkında

zihinlerde bir soru işareti bırakmak

gayesindeydim. Görev yaptığınız birimdeki

bir yönetici, kahvehanede sohbet ettiğiniz

bir arkadaş, bir aile ferdiniz belki de siz…

Evet, hepimiz, hepimiz birer Tağut olabilir

ve Tağutluk kavramının muhtevasıyla

örtüşen hareketlere girişiyor olabiliriz. Bu,

sosyal hayatınızdan tutunda hayatınızın

her anında –İstemeden de olsa-

yapabileceğimiz bir hata olabilir.

Mensup ve savunucu olduğum bir düşünce

sistemi olarak işe ilk olarak Türk

milliyetçiliği ve Türk milliyetçilerinden

başlamak istedim. Manevi mevzuların

vicdanî müesseseden gelmesi oldukça

elzemdir. İşte bu yüzden ‘’Tağutluk‘’

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

29

olgusunu siz değerli okuyuculara

vicdanına bırakıyorum. Amacım olan ‘’

Soru İşaretini Uyandırma! ‘’ işlemiydi.

Umarım bu konunun camiamızda üstünde

durulması gereken bir konu olduğu

düşüncesini zihinlere

yerleştirebilmişimdir.

Giderayak yine birilerine sataşmadan

gidemeyeceğim, o halde size Yunus Emre’

den bir alıntı yaparak veda edeyim:

‘’ Müslümanım diyen kişi

Şartı nedir bilse gerek

Tanrı buyruğun tutup

Beş vaktini kılsa gerek

Eksik olma ehillerden

Kaçıverin cahillerden

Tanrı bizar bahillerden

Bahil Hakk’ı görür değil. ‘’

Yunus Emre de görüldüğü üzere Tanrı

kelimesini kullanmıştır. Şu soruyu

sormadan da geçmek olmaz: Tanrı

kelimesine yasak koyanlar Yunus Emre

kadar Müslüman mıdır? Yoksa Yunus

Emre Müslümanlığı anlamamış mıdır? …

Hak olan cevabı yine siz değerli

okuyucuların vicdanî müessesine

bırakıyorum, zira orası en doğru cevabı

bulacaktır.

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

30

İSRAİL - FİLİSTİN Sergen ÇİRKİN

AĞLAMA DUVARI’NIN GÖLGESİNDE

ORTA DOĞUNUN SON ÜÇ BİN YILI:

Yahudi Ve Filistin Halkının Kökenleri…

Etnisite bağlamında Yahudilerin ve Filistin

halkının geçmişleri köklü ve karmaşık bir

tablo çizer. Aslında ne İsrailliler Avrupa

kökenlidir, ne de Filistinliler Arap’tır.

Filistinlilerin ve Yahudilerin Arap kökenli

iki halk olduğu düşüncesi ise Ortadoğu

siyasetinin baştan sona yanlış algılamalar

ile dolmasına sebep olmuştur. Doğu

Akdeniz sahillerinde son Üç bin yıldan beri

savaşan bu iki halk, yalnızca kendi

milletlerinin tarihini değil, tüm

Ortadoğu’nun binlerce yıllık kaderini

çizmişlerdir. Çünkü Ortadoğu’da var olan

siyasi veya dini problemlerin kaynağı

yalnız bir Yahudi-Müslüman savaşı

olmaktan ziyade, çok daha fazla şeyi ifade

eder. Bu sorunu anlamak için Yahudilerin

ve Filistinlilerin bölgeye ne zaman ve

nereden geldiklerini araştırmak gerekiyor.

Evet, Yahudiler yani “İsrail Oğulları” Sami

kökenli Semitik bir halk olup günümüz

Araplarının doğrudan akrabalarıdır. Fakat

Araplar kimlerdir ve Araplık Nedir?

Örneğin Filistinliler ne Ortadoğulu bir

halktır ne de Arap kökenlidir.

Filistin adı tarihte ilk kez MÖ. 1180 yılında

Mısır Firavunu III. Ramses’in kayıtlarında

geçer. Ramses, Amon Tapınağının

duvarlarına yaptırdığı kabartmalarda, yük

arabaları ve gemilerle Mısır’a gelen Deniz

Kavimlerinin resimlerini çizdirmiştir. Bu

halklardan biri de Mısırlıların “PERESET”

dedikleri Filistinlilerdir ve kökenleri

Kaftor Adasına yani Girit’te

dayanmaktadır. Mö 1300 yıllarından

itibaren Avrupa’nın Kuzeyinden gelerek

Güneye doğru inen göçebe halklar

Balkanlara, Ege Adalarına, Anadolu ve

Yunanistan’a yerleşmişlerdir. Kuzeyden

gelen bu göçebeler, Güneydeki Yerli

halkların bölgeden kaçmasına sebep

olmuştur. Yeni gelen Göçebe Barbarlar

bugünkü Yunanlıların doğrudan atalarıdır.

Güneydeki yerli halklardan biri olan

Peleset halkı ise Girit’ten kaçarak Mısır’a

sığınmıştır. Yani Filistinliler günümüzden

3 bin yıl önce Girit Adasından kaçarak

Ortadoğu’ya yerleşen Avrupa Kökenli

halklardan biriydi. Filistin adı günümüz

İngilizcesinde “Palestine”; Antik Asur

kaynaklarında “Pilistu” ; Herodot’ta ve

Yunanca kaynaklarda ise “Palaistine”

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

31

şeklinde geçmektedir. Filistlerin bugünkü

Filistin topraklarına yerleşmeleri ise MÖ.

1150 yıllarına denk gelir. Bu tarihleme

arkeologlar tarafından Filistin

topraklarında bulunan seramiklere göre

yapılmıştır. Filistler bölgeye geldiklerinde

yanlarında Girit adası ve Yunanistan’a

özgü bir seramik türünü de getirmişlerdi.

“Miken IIIC 1b” tipi denilen bu çanak

çömleğin Ortadoğu’da görülmesiyle

birlikte Filistlerin bölgeye yerleşmeye

başladıkları anlaşılmaktadır. Filistlerin

Ortadoğu’ya gelmeleriyle birlikte bölgede

Tunç Çağları bitmiş ve Demir Çağı

başlamış olup bu bölge artık tarih boyunca

Filistin olarak anılacaktır.

İbranilik, İsrail Oğulları, Musevilik Ve

Yahudilik Nedir?

Çoğu kez birbiri yerine kullandığımız bu

kelimeler aslında farklı şeyleri ifade

etmektedir ve Yahudi tarihinin dönüm

noktalarına işaret eder.

İbranilik: Mö 2000 yıllarında Hz. İbrahim

Güney Irak’taki Ur şehrinden Türkiye’deki

Harran’a gelir. Daha sonra buradan

kendine vaat edilmiş topraklara yani

Filistin’e doğru yola çıkar. Filistin’e gelene

kadar Hz. İbrahim’in adı AVRAM’dır.

Avram: Yüce Baba anlamına gelmektedir.

Vaat edilen Filistin topraklarına geldikten

sonra Rabbi, Avram’ın adını İBRAHİM

olarak değiştirir. İbrahim, Çokların Babası

anlamına gelmekteydi. İBRANİLİK sözü de

bu dönemi ifade etmek için ortaya çıkmış

olup Yahudiliğe giden yolda en eski, en

genel ve köklü ifade biçimidir. İbrahim’in

oğlu İsmail yerine Tanrı tarafından

gönderilen hayvanı kurban edilmesi

arkeolojik katırlardan takip edilebilir. Hz.

İbrahim’in yaşadığı dönem olan Mö. ikinci

bin yıla ait Eski Babil mühürlerinde ilk kez

hayvan kurbanı sahneleri görülmeye

başlar. Mühürler üzerinde kucağında

taşıdığı kurbanı Tanrıya götüren kişiler ilk

kez bu dönemde tasvir edilirler.

İsrail Oğulları: İbrahim’in oğlu İshak’ın

torunu Yakup. (İBRAHİM- İSHAK- ESAV-

YAKUP) İslami Literatürde geçen Hz.

Yakup’un diğer adı İSRAİL’dir. Yakup

peygamber olduktan sonra İsrail adını alır.

İsrail, Arapça kökenli bir kelime olup

“Tanrının adıyla savaşan, güreşen”

anlamına gelmektedir. Aslında devamlı

küfür ve lanetlerle anılan “İsrail” sözü bir

peygamber adı olup içinde Tanrının adını

da barındırmaktadır. Hz. Yakup sözü ise

kısmen yanlış bir adlandırmadır. Çünkü

tıpkı AVRAM’ın peygamber olduktan sonra

İBRAHİM adını alması gibi, Yakup da

peygamber olduktan sonra İSRAİL adını

almıştır. Yakup’un 12 oğlu: Yusuf,

Bünyamin, Ruben, Şimon, Levi, Yahuda,

İssakar, Zevalun, Dan, Naftali, Gad ve

Aşer’dir. İşte içlerinde Hz. Yusuf’un da yer

aldığı bu on iki isim Yakup’un oğulları yani

İSRAİL OĞULLARI’DIR.

İsrail oğulları sözü yaklaşık olarak Mö.

1500 yıllarını ifade etmek için kullanılır.

Hz. Yusuf’un Mısır’da olduğu dönem de

yaklaşık bu tarihlere rastlar. Hz. Yusuf’un

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

32

Mısırda yaşadığı bu çağda Mısır Çok

Tanrılı Amon dinini bırakmış ve Tek tanrılı

Aten dinine geçmiştir. Firavun Akhenaton

ve oğlu Tutankhamon döneminde Mısır’ın

tek tanrıya tapması şüphesiz İsrail

Oğullarının Mısır’da olan etkisinden

kaynaklanmaktaydı.

Musevilik: Mö. 13. Yüz yılda Mısır’daki

İsrail Oğulları üstünde Firavun’un baskısı

gittikçe artar. Firavun III. Tutmosis

döneminde İsrail Oğulları Mısırı terk

ederek Vaat edilmiş topraklara (Filistin’e)

kaçmaya başlamıştır. Hz. Musa’nın

yaşadığı dönem de bu çağı ifade

etmektedir. “MUSA” sözcüğü diğer

peygamber isimleri gibi Arapça veya

İbranice kökenli değil Antik Mısır

dilindedir. Bilindiği üzere Musa’ bir sepete

konularak Nil nehrine atılmış ve

Firavunun kızı onu nehirde bularak evlat

edinmiştir. Nehirden bebeği alan anne ona

Mısır dilinde ÇOCUK anlamına gelen MUSA

adını koymuştur.

Yahudilik: Hz. Davut ve oğlu Hz.

Süleyman döneminde altın çağını yaşayan

İsrail Oğullarının “Birleşik Krallığı” Mö.

930 yılında ikiye ayrılır. Kuzey Krallığı

İsrail Krallığı adını; Güney Krallığı ise

Yehuda Krallığı adını almıştır. Onlarca

peygamberin gelmesine sebep olan

Yehuda Krallığı sapkınlıklarıyla meşhur

bir hale gelmiştir. “Yahudi” kavramı Mö

930’dan sonra kurulan bu krallığa atfen

kullanılmaktadır. Diğer tüm kavramlar

içinde Yahudilik en genelden en özele

indirgenmiş sözcüktür. İbranilik, Yahudilik

dâhil diğer tüm sıfatları, Yahudilik ise

sadece bu dönemden sonrasını ifade eder.

Ortadoğu’daki yıkıcı Yahudi mantığı işte

tam olarak da bu krallığın mirasçısıdır.

KRAL DAVUT veya Hz. DAVUT

Kudüs’ün İsrail’in eline Geçmesi ve Kral

Davut’un Fetihleri…

Birleşik İsrail Krallığının ikinci kralı Hz.

Davut’tur. MÖ 1010 –MÖ 970 yılları

arasında Davut’un fetihleri ile İsrail büyük

bir krallık haline gelir. Davut’un Filistin ile

yaptığı savaşlardan en önemlisi Kudüs’ün

ele geçirilişidir. Kudüs’ün o günlerdeki adı

“YEVUS” kentiydi. Etrafı derin vadilerle

çevrili bir kentti ve bu yüzden kuşatması

zordu. O günlerde çok tanrılı Kenanlıların

elinde bulunan Kudüs, Davut’tan itibaren

İsrail’in eline geçer ve İsrail’in Başkenti

olur.

Filistlerin Çaldığı 10 Emir Hz. Davut’un

eline geçiyor…

Musa’ya Tanrı tarafından verilen 10 Emrin

içinde bulunduğu “Kutsal Anlaşma

Sandığını” İsrail-Filistin savaşı sırasında

Filistlerin eline geçer. Fakat çalınan sandık

o günlerde putperest olan Filistin’e

hastalıklar getirir ve bunun üstüne

Filistinliler sandığı iki ineğin çektiği bir

arabaya yükleyerek İsrail’e geri yollarlar.

Sandığı ele geçiren Kral Davut, 10 Emrin

Kudüs’e gelmesini sağlar. Artık Kudüs

İsrail’in hem resmi hem de dini başkenti

haline gelmiştir. 10 Emrin Kudüs’e

getirilişi lir, çenk, tef, çıngırak ve ziller

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

33

çalınarak kutlanmıştır. Bu tip sahneleri

yansıtan betimler Gaziantep Zincirli’de

bulunan bazı Geç Hitit kabartmalarında

görülmektedir. Dini açıdan çok önemli

eserler barındıran Zincirli, 1. Dünya savaşı

yıllarında ajanların ve Asker arkeologların

yoğun ilgisine sebep olmuştur. Yıllar sonra

günümüzde tekrar kazılmaya başlanan

Zincirli’de yeni dönem kazıları Amerika

Chicago Üniversitesi öğretim üyesi Prof Dr.

David Schloen başkanlığında

yapılmaktadır(!)

KUDÜS: Üç Dinin Kutsadığı Şehir

Biz Türklerin Osmanlıdan bu yana Kudüs

olarak andığı bu şehir antik kaynaklarda

ve günümüz dünya literatüründe

Yerusalem (Jerusalem) olarak

geçmektedir. Kentin tarihi günümüzden 6

bin yıl öncesine kadar uzanmaktadır.

“Yeru” sözünün Sümerce karşılığı

yerleşimdir, Şalem ise barış anlamına da

gelen Gün batımı tanrıçasının adıdır. Yani

kelime köken olarak Jerusalem: “Barış

kenti” anlamına gelmektedir.

KRAL SÜLEYMAN veya Hz. SÜLEYMAN

(Mö. 970-930)

Davut’un ölümü ile Birleşik İsrail

Krallığının başına oğlu Süleyman geçer.

Süleyman’ın tarihe geçen en önemli eseri

Kudüs’te inşa ettirdiği “Süleyman

Mabedidir”. Tarihi kaynaklara göre Kral

Süleyman’a bir yılda gelen vergilerin

toplamı 23 ton altındır. Dillerde dolanan

“Sultan Süleyman’ın Hazinesi” sözü işte

buradan kaynaklanmaktadır. Süleyman

öylesine muazzam bir servete sahipti ki

inşa ettirdiği Mabet dünyanın o güne

kadar görmediği bir ihtişama sahip

olmuştu. Dönem dönem yıkılıp tekrar inşa

edilen Süleyman Mabedinin ayakta kalan

batı duvarı günümüz Yahudileri tarafından

“Ağlama Duvarı” olarak kullanılmaktadır.

Hz. Süleyman her şeye rağmen baskıcı bir

kraldı ve günaha pek çok kez yaklaşmıştı.

Süleyman, 70.000 kişilik yük taşıyıcısına;

80.000 kişilik taş kesen ustaya

hükmediyordu. Bu köleler İsrailli

değillerdi, ayrıca Süleyman’ın hareminde

700 kadın yer almaktaydı. Bazıları

putperest olan bu kadınlar için Süleyman

yasak Tapınma yerleri yaptırdı.

Süleyman’ın Rabbi inşa edilen bu

putperest tapınaklar yüzünden İsrail

krallığını yıkılışa sürükledi. Artık Birleşik

Büyük İsrail Krallığı ikiye ayrılacaktır ve

İsrail oğulları bundan sonra tarihte hiçbir

zaman tek krallık tarafından

yönetilemeyecektir.

Birleşik Krallığın Yıkılışı, Yehuda

Krallığının Kurulması ve Putperestlerin

Geri Dönüşü

MÖ 930 yılında Birleşik Krallık yıkılır ve

Kuzeyde İsrail, Güneyde Yehuda Krallıkları

kurulur. İsrail Krallığı MÖ 722 yılına kadar

yaşar ve daha sonra bağımsızlığını

kaybeder. Başkenti Kudüs olan Yehuda

Krallığı ise MÖ 586 yılın kadar varlığını

sürdürür. Tek tanrılı Süleyman devleti

artık yıkılmıştı ve Yehuda Krallığında eski

çok tanrılı adetleri yaşatan krallar gelmeye

başladı. Süleyman’ın soyundan gelenler

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

34

putlara tapıyorlardı. Bu sebeple Yehuda

krallığına dönem dönem gönderilen

Tanrı’nın elçileri (peygamberler) krallığı

ıslah etmeye çalıştı. Örneğin Kral Ahaz

Putperesti ve oğlunu putperestler gibi

ateşe kurban etti. O, Yahudi tarihinde

kötülükleri ile ünlü bir kraldı. Bu paganist

çok tanrılı adetleri dizginlemek için Tanrı,

Yeşaya ve Mika peygamberleri

gönderilmiştir. MÖ 586 yılına gelindiğinde

ise Babil kralı Nebukadnessar Kudüs’e

girerek Süleyman Tapınağını tamamıyla

yıktı ve Yehuda Krallığına son verdi. Bu

yıkılıştan sonra bir daha tarihte asla

bağımsız bir Yahudi devleti kurulamadı, ta

ki 14 Mayıs 1948 yılına gelinceye kadar.

2.534 Yıl Sonra Yeniden Kurulan İsrail

Devleti…

I. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin

girişimiyle İsrail devletine giden süreç de

başlamış oldu. Milletler Cemiyeti 1920

yılında, Filistin üzerinde İngiliz mandasını

tanıdı. Bundan sonra kurulan bir Yahudi

bürosu İngiltere gözetiminde Yahudi

haklarını temsil etmeye başladı. Daha

sonraki yıllarda Siyonistler dünyanın

çeşitli yerlerine dağılmış bulunan

Yahudileri devlet kurabilmek için Filistin'e

göç ettirmeye çalıştı. Filistin’deki Araplar

bu göçe karşı koyduklarından İngiltere,

Yahudi göçlerinin durdurulmasına karar

verdi. Bunun üzerine Askeri Yahudi

Teşkilatı “Hagana” İngiltere'nin aldığı bu

kararlara karşı terör eylemlerine başlattı

ve Filistin’e gizli Yahudi göçleri düzenledi.

II. Dünya Harbi'nin müttefiklerin

galibiyetiyle bitmesinden sonra, Filistin

meselesi son safhasına ulaştı. İngiltere

daha sonra Amerika’nın yardımını

sağlayarak, Filistin meselesini Birleşmiş

Milletlere götürdü. BM, Kasım 1947'de

Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak

üzere iki devlet arasında paylaşılmasına

karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul

ederken Araplar reddetti. Kudüs şehri ise

BM denetiminde milletlerarası bir bölge

olarak tanındı. Bu çözüm Arapları tatmin

etmedi. İsrail-Filistin Savaşı başladı. 14

Mayıs 1948’de “David Ben-Gurion”

tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu

resmen ilan edildi.

KAYNAKÇA

BECKETT 2008, Samuel Beckett, Palestine:

History of a Lost Nation, Grove Press.

BENVENİSTİ 1996, M. Benvenisti, City of

Stone: The Hidden History of Jerusalem,

University of California Press.

GÜR 2012, Barış Gür, Deniz Kavimleri,

Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

HOERTH 2006, Alfred Hoerth, Bible

Archaeology: An Exploration of the History

and Culture of Early Civilizations, Baker

Publishing Group.

Kıtab-ı Mukaddes ( Eski Ahit - Yeni Ahit) ve

Kuran-ı Kerim.

KİTTO 2003, John Kitto, The History of

Ancient and Modern Jerusalem, Kessinger

Publishing.

LEWİN 2005, Ariel Lewin, The Archaeology Of

Ancient Judea And Palestine, Getty

Publications.

MİCHEL 1992, Thomas Michel, Hristiyan

Tanrıbilimine Giriş, Ohan Basımevi.

TEKİN 2008, Oğuz Tekin, Eski Yunan ve

Roma Tarihine Giriş, İletişim Yayınları.

WOOLEY 1921, Leonard Woolley, Carchemish

: Town Defences, British Museum Press.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

35

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

36

SİVİL İTAATSİZLİK VE DEVLET Hicran KIZIL

Demokratik hukuk devleti meşruluğunu

yalın bir yasallığa dayandırmadığı için

yurttaşlarından koşulsuz bir itaati değil

nitelikli bir itaati isteyebilir. Bu nedenden

ötürü bireyler haksızlığa uğradıklarını

düşündükleri konularda yasal tüm yolları

denedikten sonra çözüme ulaşamazlarsa,

bu adaletsizliğe tepki mahiyetinde ‘’Sivil

İtaatsizliğe’’ başvururlar.

Sivil itaatsizlik kavramının felsefi temeli

Sokrates’e kadar götürülse de onu sistemli

bir kuram haline getiren kişi Henry David

Thoreau’dur. Thoreau’nun sistematiğini

oluşturduğu kuramın temel felsefesi “En

iyi hükümet hiç yönetmeyen hükümettir.”

ilkesine dayanır. Sivil itaatsizliğin temel

ilkesi; en önemli yasa ‘vicdan yasasıdır.’

Eğer ülke yasasıyla vicdan yasası

çatışmaya girerse vicdan yasasını

çiğnememek uğruna ülke yasasına karşı

gelinebilir. Ancak birey bu karşı gelişin

yaptırımlarına katlanmak zorundadır. Bu

yaptırım hapis cezası olsa bile eylemi

gerçekleştiren kişi bunu kabul etmekle

mükelleftir. Sivil itaatsizliğin meşru

olduğu haller ise hukuk devleti olsa bile

gayrimeşru uygulamalarla yasanın özünün

çiğnenmesidir.

Sivil itaatsizlik eyleminin temel unsurları;

karşı çıkılan hukuk normunun

uygulanması durumunda ağır bir

adaletsizliğe yol açacak olması, eylemin

yaptırımlarına razı olmak, eylemin aleni

yapılması, sivil itaatsizlik eyleminin hiçbir

şekilde şiddet içermemesi gibi unsurlardır.

Burada üzerinde durulması gereken en

önemli nokta ise bu eylemin ‘şiddet’

içermemesidir. Sivil itaatsizlik, bu

mahiyeti itibariyle bir ‘pasif direniş’

örneğidir. Eğer bu şiddetsizlik halini

bozacak münferit tek bir olay bile

gerçekleşmişse bu sivil itaatsizliğin temel

yasasına aykırıdır.

Sivil itaatsizliğin belli bir temele oturtan

ve yaşama geçiren ise Gandi’dir. O, İngiliz

sömürgesi altındaki Hindistan’ın uyanışını,

öncülük ettiği pek çok sivil itaatsizlik

eylemiyle sağlamıştır. Yapılan ayrımcılık

boyutundaki adaletsizliklere; sınır

ihlalleri, tuz yürüyüşü, açlık grevleri gibi

pek çok itaatsizlik yöntemiyle tepki

göstermiştir. Gandi’nin bu uygulaması,

‘Satyagraha’ felsefi düşünüşü olarak

literatürdeki yerini almıştır. Bu, felsefi

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

37

olarak yasanın özüne uymak suretiyle

yasaya uymamak ilkesidir yani, insanlar

eylemlerinin yasal olmadığını bilir ancak

adaletsizliğe başkaldırı amaç olduğu için

yasallığın yerini meşruluk alır. Çünkü

burada temel çıkış noktası vicdan

yasasıdır ve bu yasa da çoğunluğun

yasasını işlevsiz hale getirir.

Vicdan yasası ve adalet olgusunu

Rousseau’nun ‘genel irade’ kavramıyla da

bağdaştırmak mümkündür. Bireyler

iradelerini ortak iradeye teslim ederler,

ondan istedikleri ise fertlerin tek başlarına

sağlayamayacakları adaletin

sağlanmasıdır. Böylece ‘toplum

sözleşmesi’ oluşturulmuş olur. Ancak bu

yetkinin devredildiği otorite, kamunun

hakkını hiçe sayıp keyfi uygulamalarıyla

adalet terazisinin ayarıyla oynarsa, işte

tam da bu noktada toplum sözleşmesi

bozulmuş olur.

Dünya üzerindeki başlıca ‘Sivil itaatsizlik’

eylemleri; Japonya’da Greenpeace’in, 15

metrelik lastik balinasıyla Japon balina

avlama gemilerinin okyanusa açılmalarını

engellemesi, İngiltere’de silah sergisinin

önünde insandan halı yapılması,

Amerika’da belediyenin otobüslere

koyduğu ırklara göre oturma düzeninin

çiğnenmesi, Almanya’da yeni atom

silahlarının yerleştirilmesini protesto

etmek amacıyla, metro istasyonlarındaki

imdat frenlerinin aynı anda çekilmesi gibi

protestolardır.

Türkiye’deki Sivil itaatsizlik eylemlerine

ise Susurluk kazasının ardından “Sürekli

Aydınlık İçin Bir Dakikalık Karanlık”,

Bergama köylülerinin siyanürlü altına

karşı düzenledikleri gösteriler ve Gezi

Parkı müdahalesine tepki amaçlı yapılan

“duran adam” eylemi örnek verilebilir.

Türkiye’de de yayılan küreselleşme

aygıtları ve siyasal-toplumsal yapının

günden güne karmaşıklaşması köklü

değişiklikleri zorunlu hale getirmektedir.

Bu bağlamda Türk Milliyetçileri’nin de

1980 sonrası sivil toplum ve devlet algısı

dönüşüme uğramıştır. Türk milliyetçileri

12 Eylül ve sonrasında tarafsızlık adı

altında Sovyet örtülü istilasının bir

parçasını oluşturan örgütlenmelerle eş

tutulmuş çok ağır ve devletle milleti

yabancılaştıran bir durum ile

karşılaşmışlardır

Günümüz siyasal, toplumsal örgütlenmesi

kutsal, tartışılmaz devlet algısının

işlevsizliğini ortaya koyarken sivil toplum

örgütlerinin güçlenmesi gerçekliğini

yansıtır. Bu anlayış çerçevesinde hukuk

devleti olmanın ötesine geçmiş, patronajın

tüm kurumlarda adeta bir gelenek haline

geldiği ve meşruiyet kaynağı olan Türk

unsurunun olumsuzlandığı devlet elbette

sorgulanmaya mahkûmdur.

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

38

Sivil itaatsizlik, küreselleşme karşıtı

olması sebebiyle, Türk Milliyetçiliği

anlayışının başvurabileceği bir demokrasi

aygıtıdır. Oysa Türkiye’de kendilerini bu

kavramın yegane uygulayıcısı olarak gören

ayrılıkçı guruplar sivil itaatsizlikle çelişki

halindedir. Çünkü sivil itaatsizliğin özü

kanunun çiğnenmesidir. Bu temel

çerçevesinde zaten kanunlara uymamayı

alışkanlık haline getirmiş ve şiddet

yolundan vazgeçmemiş toplulukların

gerçekleştirdiği eylemler, sivil itaatsizlik

değil; anarşidir.

Kanunlar insan için vardır. Bu noktada

adaletin sağlanması elzemdir. Tersini

amaçlayan bir hukuk normu ise işlevsiz

kalmaya mahkûmdur. Bunun bir siyasi

ifade biçimi olarak en meşru yollarından

biri de şüphesiz sivil itaatsizliktir. Elbette

kanun koyucular belli bir çoğunluğun

arzusuyla otoriteyi elde edenlerdir. Ancak

burada Liberal demokrasinin en büyük

çıkmazı olan ‘çoğunluğun tiranlığı’ sorunu

karşımıza çıkmaktadır. Oysaki sivil

itaatsizlik çoğunluğun yasası değil;

vicdanın yasasıdır. Bu vicdana aykırı olan

her yasa ya da uygulama şiddet içermeyen

ve kamuoyu oluşturmak bakımında

mühim olan eylemlerle protesto edilebilir.

Belki bu direniş, topyekûn otoriteyi

değiştirmeye yetecek güçte değildir ama

birtakım haksız uygulamaların önüne

geçebilmek açısından işlevsel olabilir.

‘Eşref-i Mahlukat’ olan insanın en doğal

haklarını kullanabileceği açık bir toplumda

yaşayabilmesinin bedeli, resmî söylemin

ötesinde kalan muhalif ya da karşıt

düşünceye sahip çıkmasında yatmaktadır.

Bu noktada ‘olumlu ve olumsuz muhalefet’

tanımları karşımıza çıkar. İslam dini de

iktidara itaati koşulsuzlaştırmamıştır.

“Allah’a, Peygambere ve aranızdan

kendilerine otorite emanet edilmiş

olanlara itaat edin.”(Nisa 59) ayeti her ne

kadar işlevselse de eğer muhalefet,

iktidarın, toplumun kötüye götürülmesine

müdahaleyi amaçlıyorsa iktidara itaate

rıza göstermez.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve

kötülükten men eden bir topluluk

bulunsun. İşte kurtuluşa erenler

onlardır.”(Ali İmran 104)

Adaletin her geçen gün belli zümrelerin

tekeli haline geldiği ülkemizde muhalefet

anlayışının bir getirisi olan ‘sivil itaatsizlik’

kavramı, millet için olmayan devlet’in

sorgulanmasının güzel bir yoludur.

KAYNAKÇA

1. Mevlüt, Uyanık, İslam Siyaset Felsefesinde

Sivil İtaatsizlik, Kaknüs Düşünce.

2. Yılmaz, Sibel, Demokratik Hukuk

Devletinde Sivil Toplum Olgusu, Ankara

Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

3. Vurucu, İkbal, Türk Milliyetçilerinin

Devlet Algısı Sorunu.

4. Kaya, Halil İbrahim, Sivil İtaatsizlik,

Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü.

5. Altunel, Mesude, , Sivil İtaatsizlik ve

Mohandas K. Gandhı, TBB Dergisi 2011

(93).

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

39

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

40

DİĞER MİLLİ BAYRAMLAR Çağhan SARI

Bugün kutlamakta olduğumuz milli

bayramlarımız bazen polemiklere konu

olmuyor değil. Bir kaç defa çeşitli sebepler

ile kutlamaları iptal edilen

bayramlarımızın heyecanı günden güne

örseleniyor mu yahut o heyecan bir kat

daha mı perçinleşiyor? Bu sorunun

cevabını bu yazıda veremeyeceğiz. Bir

zamanlar kutlanmış, kutlatılmış (!)

kutlanması teklif edilmiş bayramları

aktaracağız.

23 Nisan bugün Ulusal Egemenlik ve

Çocuk Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Malumunuz TBMM'nin açılması hasebiyle

çocuk bayramının önünde ulusal

egemenlik kelimesini de taşıyor. Ancak ilk

kutladığımız ulusal egemenlik bayramı bu

değil. Biliyorsunuz saltanatın kaldırışı 1

Kasım 1922'dir. Saltanatın kaldırılma

görüşmeleri de çok çeşit geçmiştir. Bir gün

önce başlayan görüşmeler 1 Kasım'ın

sabah saatlerinde sona ermiş Adalet ve

Şerriye Komisyonu toplantısında Mustafa

Kemal meşhur konuşmasını yapmış ve

saltanat ile hilafet birbirinden ayrılarak

saltanat kaldırılmıştır. Üç gün boyunca bu

olayın hararetle kutlanılması üzerine 4

Kasım'da meclise 1 Kasım'ın Hakimiyet-i

Milliye Bayramı olarak her sene

kutlanılması yönünde önerge verilmiştir.

Önergenin kabulünden sonra resmileşen

bu bayram bir sene sonra cumhuriyetin

ilan edilmesine karşın kutlanılmaya devam

etmiştir. Cumhuriyetin ilanının bayram

olarak kutlanılması yolundaki karar ise

1926 yılında alınmıştır. 1926'tan 1935

yılında kadar 29 Ekim'de Cumhuriyet

Bayramı, 1 Kasım'da Hakimiyet-i Milliye

Bayramı kutlanılmıştır. Günümüzde

kutlanılan 23 Nisan bayramı ise meclisin

açıldığı 1920 senesinden hemen bir yıl

sonra kutlanılmaya başladığını biliyoruz.

1927 senesine gelindiğinde ise Himaye-i

Etfal Cemiyeti'nin savaşın ardından

kimsesiz kalan çocuklara yardım amaçlı

girişimleri ile 23 Nisan, çocuk bayramı

olarak kutlanılmaya başlamıştır. Kurtuluş

savaşının sonunda geride kalan yüzlerce

öksüz ve yetim çocuk adına yapılan bu

güzel girişim daha sonraları dünyaya

duyurulacaktır. 1935 senesine kadar 1

Kasım'ın kutlanıldığına yukarıda

değinmiştik. Bu tarihte alınan bir kararla

Hakimiyet-i Milliye Bayramı’nı, meclisin

açılış tarihindeki bayramla birleştirilmesi

kararı alındı. Bu kararda en büyük etken iş

günü kazanmak olduğu düşünülebilir.

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

41

Bayramlarla ilgili değişiklik sadece bu

kadar değil. 1935 senesinde yine alınan bir

kararla 18 Mart Zafer Bayramı, Şehitleri

Anma Günü olarak yapılandırılmasına ve

anma günü olarak tertip edilmesine karar

verildi. Bununla beraber 30 Ağustos'un

zafer bayramı olarak kutlanılması kararı

alındı. Bu yılki düzenlemeye kadar zafer

bayramın ev sahibi Genelkurmay Başkanı

iken, Cumhurbaşkanı'nın tabii

başkomutan olması gerekçesi ile bu durum

değişmiştir.

Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki

temel ilkelerinden biri ekonomiyi

millileştirmektir. Kapitülasyonlardan

ötürü denizcilik işletmeleri ve limanlar

yabancı firmaların elinde idi. 1 Temmuz

1926'ta çıkarılan Kabotaj Kanunu ile

denizcilik işletmeleri ve limanlar

millileştirildi. Bir sene sonra ise bu tarih

Denizcilik Bayramı olarak kutlanmaya

başlandı. Atatürk'ün sağlığında bizzat

katılımları ile kutlanan Denizcilik Bayramı,

1939'dan sonra yavaş yavaş Deniz Askeri

Lisesi gibi denizcilik okulları ile denizciler

tarafından kutlandı. Her ne kadar devlet

dairelerinin o gün tatil edilmemesinden

ötürü resmi bayram olarak

nitelendirilmese de Atatürk'ün

sağlığındaki kutlamalara ilişkin haberler

incelendiğinde bayramın coşkusu

hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.

Yeni bayram teklifleri de siyasi tarihimizle

paralel olarak gelişmiştir. Çok partili

hayata geçişle beraber ise partiler üstü

olarak görülmeyecek bir bayram teklifini

görmekteyiz. 1946 yılında kurulan

Demokrat Parti, dört sene sonra yapılan

14 Mayıs 1950'de yapılan seçimleri

kazanarak iktidara geldi. 27 Yıllık tek parti

döneminin sandık ile sona ermesi ve

iktidarın sükûnetle değişmesi üzerine 14

Mayıs'ın bayram olarak kullanılması teklif

edildi. İlk olarak DP listesinden bağımsız

seçilen Halide Edip Adıvar tarafından 14

Mayıs Ulusal Demokrasi Bayramı şeklinde

teklif verdi. Ancak parti içinde de çok fazla

benimsenmeyen bu öneri askıda kaldı.

Sadece 1951 senesi içerisinde DP il

teşkilatlarının girişimleri ile kutlanıldı.

Miting havasında olduğunu da gazete

haberlerinden anlamaktayız. CHP'nin

partiler üstü olmayan bu bayramı

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

42

benimsememesi, ilerleyen yıllarda bir

bayram hüviyetinden ziyade DP'nin

iktidara gelmesinin yıl dönümü olarak

anılmasına yol açtı.

14 Mayıs'ın demokrasi bayramı olarak

tutunamamasın ardından bu kez 'Hürriyet

ve Anayasa Bayramı' adı altında bir

bayram daha görmekteyiz. 1963

senesinde, 1960 darbesinin yıl dönümü

olan 27 Mayıs, bahsettiğimiz isimle

bayram olmuştur. 27 Mayıs'ın ardından

Milli Birlik Komitesi'nin profesörlere

hazırlattığı anayasa, referandum da %60

evet oyu alarak kabul edildi. Gerek kabul

edilen anayasanın halk nazarında etkisini

korumak, gerek 27 Mayıs'ın

meşrulaştırması için 1963 senesinde

bayram olarak kutlanılması kararlaştırıldı.

İlk yıllardaki kutlamalarda oldukça

taraftarı olan 27 Mayıs, zamanla devlet

erkânının sade, anıtlara çelenk koyma

ritüeline dönüşen bir bayram olmuştur. 12

Mart muhtırasından sonra sık sık

gündeme gelen 1961 anayasası

tartışmaları sırasında bazı seneler eski

canlılığını gösterse de o yıllarda Milliyetçi

Cephe Hükümetleri’nin vazifede olmadığı

yıllara denk gelmesi bir tesadüf müdür,

bilemiyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinin

1961 anayasasını kaldırması ile beraber

bu bayramı da yürürlükten kaldırmıştır.

Yani bir darbe ile hâsıl olan bayram, bir

başka darbe ile ortadan kalkmıştır.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

43

KADIN ANLAYIŞLARI-1 Dilek AKILLIOĞLU

Evren yaratıldıg ından bu yana iki misafire

ev sahiplig i yapmıştır. Sahip olduklarını

paylaşan fakat farklı gezegenlerden olan,

kadınlar ve erkekler.

Kimlikleşme su recine onlarla birlikte

başlamıştır. Kimlik, “fizikî çevre, sağlık

şartları, biyolojik miras gibi faktörlerin yanı

sıra, tüm sosyal faktörler ile şekillenen

potansiyelin dışa yansımasıdır.” [1]

Kadın ve erkek cinsi, yaratılışına dair

kendilerine has o zelliklerini bularak

kimliklerini ve toplumlarını oluşturmuştur.

Tu m toplulukların o zelliklerini, ideallerini,

temellerini bu iki varlık oluşturmaktadır.

Temelin u zerine de kadın ve erkek cinsinin

bıraktıg ı izler yoluyla bag lar kurulmuştur.

I ki boyutlu yu zey yorumundan sonra u ç

boyutlu bir yorum ile konuya bakılırsa

kadın ve erkeg in toplumda kimlikleşmesi

zıttır. Mitolojik açıdan kadın ve erkek için

yapılan tartışmalarda o ncelikle var olma

sorunu yer almış, “O nce kadın mı

yaratıldı?” yoksa “Erkek mi daha o nce

yaratıldı?” soruları ile kimlik ayrımı

yapılmaya başlanmıştır. Bu soru zamanla

yeni soruları da dog urdug u için

gu ndemden du şmu ş, kadın kavramı

kimlikleşme şemsiyesinde erkekten daha

geride yer alarak sayfalara kazınmıştır.

Cinsiyetçilikle de biçimlenen hiyerarşik

du zenlenmeyle u ç boyutlu yu zey

u zerinden kadın, erkek baskınlıg ını kabul

etmiştir.

“Kadın anlayışı ne idi?”

Sokrates'e go re “Karısı güzel olan mutlu

olur, güzel olmayan ise filozof.” nu ktesi ile

kadın mutluluk ve filozofluk gibi iki

ayrıcalıg a sebebiyet veren anlayışı

simgelerken, dig er bir du şu nu r Kant için

kadın; “düşünmeyi pek beceremeyen

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

44

varlıktır.” Kant'ın bu savı bana kalırsa

varoluşsal olarak kadının mantıklı

yaratılmadıg ını savunmaktadır. Kadın

ezginlik duygularına teslim olarak

duygularını, mantıg ına tercih etmiştir.

Nietzsche ise kadın kavramından

u rkercesine “kadına mı gidiyorsun

kırbacını hazırla” çıkarımıyla kadının

yerini belirtmiştir.

Felsefedeki kadın anlayışlarının yanı sıra

dini, ku ltu rel, tarihsel olarak kadın

kavramı için eg ilimlere baktıg ımızda, Hint

yaşam biçimi, din anlayışı olarak kadını

'ko tu yu simgeleyen', şartsız olarak erkek

egemenlig ine sıg ınan konumuna

yerleşmiştir. Çin ve Japon geleneg i

incelendig inde ise kadın yine kocasına

yaptıg ı hizmet ile deg er kazanmış, dinsel

boyutta ıslah edilmesi gereken varlık

olmuştur.

Yahudilik dininde kadın anlayışı aşag ılan

kişi profiliyle mana bulurken, ilginç olarak

go zu me çarpan eski Ahid ku lliyatında yer

alan ve kadın yaratılışının başta eşitlik

temelinde yer almasıyla birlikte

sonrasında hizmetçi etiketlemesine

geçilmesidir.[2]

Roma ve Yunan tarihinde ise kadın, yine

ko tu lu g u n simgesi iken farklı olarak

Afrodit gibi kadın tanrılar yer almıştır.

Hristiyanlıg ın kadın konumu için ortaya

koydukları, yu zyıllara go re farklılaşmıştır.

Ortaçag 'da kadın kavramı için go ze çarpan,

“12. yy.’da başlayıp 15. yy.’da doruğa ulaşan

ve 18. yy.’de varlığını sürdüren büyücü avı

katliamıdır. Bu dönemde pek çok kadın

cadılıkla suçlanarak yakılmış, erkeklerin

cinsel gücüne saldırmak, imanı yok etmekle

suçlanmışlardır. Mesela doğum esnasında

anneyi kurtarmak için bebeği feda eden

ebeler doğurganlığa saldırdıkları için,

menopoza giren yaşlı kadınlar kanlarını

içlerinde sakladıklarına inanıldığı için,

bekâr yaşayan kadınlar, erkekler olmadan

yaşayabildikleri için cadılıkla itham

olunmuşlardır. Erkeklerin yapabildiklerini

yapabilmek de bir kadını cadılıkla

suçlamaya yetmiştir. Daha sonra azizelik

unvanı verilen Jeanne d’Arc, Orlean kentinin

meydanında cadılıkla suçlandığı için

yakılmıştır”(Ayşe Selim,2011).

Anlaşılan çag lar boyu kadına manifesto

uygulamak için ku çu k sebepler yeterli

bulunmuştur. Bu sebepler arasında en o n

safhada kadının erkeg e karşı bilgi/iktidar

çerçevesinde aynı yerde olma korkusu ve

eziklig i go ze çarpmaktadır. Erkekler için

kadının kimlik kazanma biçimleri bilgi ve

iktidar bag lamında deg il daha çok

sanatsal, estetiksel varlık kabulu ndedir.

Birazdan deg ineceg im Tu rk tarihinde

‘Hatun’ yani, kadın kelimesi estetiksel

kabulu n yanı sıra savaşçı ve erkeksi

yetişmesiyle fark arz etmesine rag men

gu nu mu ze aktarılan bo yle bir

vasıflandırma yoktur.

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

45

Tu rk tarihinde kadın anlayışı o ncelikle

Şamanizm inancı ile yorumlanırsa şaman

kadınlar toplayıcılık ve avcılık

yapmışlardır. Bu da kadının toplumda

işlevsel bir yo nu oldug unu ortaya

koymaktadır. Fakat aynı zamanda kadın

yine u reme için gerekli dişi bir varlık

olarak toplumda o ne çıkmaktadır. Yunan

mitolojisinde oldug u gibi I slamiyet

o ncesinde de kadın Tanrısal varlık olarak

nitelendirilmiştir. “Umay”, tanrının kızı

olarak kabul edilmiştir.[3] Daha sonraları

Yaratılış Destanı'nda, Allah'a, insanları ve

du nyayı yaratması için fikir ve ilham veren

"Ak Ana" adında bir kadın olarak karşımıza

çıkar.

I slami do nemden kısa bir su re o ncesinde

ise kadınlar ‘Cahiliye Do nemi’nde’

dog duklarında go mu lmu ş, hu r ve soylu

olmayan kadınlar cinsel meta olarak

so mu ru lmu ştu r. (TOPALOG LU, Bekir,

I slam'da Kadın) Daha sonrasında

I slamiyet’te, kadının yeri dig er dini

anlayışlardan ayrı olarak kutsal,

ekonomide yeri olan birey çıtasına

yu kselebilmiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.)

eşi, Hz. Hatice'nin, do nemin en u nlu

tu ccarı olması I slami Do nem’de

bag ımsızlıg ını kazanmış kadın timsali için

gu zel bir o rnektir. I slami Do nem’de

kadınların ekonomik alanda erkeklerle yer

alması hatta tu ccarlar arasında gu çlu bir

so z sahibi olması çag ımıza iyi bir o rnek

iken bu o rneklerin yanı sıra ko le olarak

kullanılan kadınların varlıg ı da so z

konusudur.

Kadınların anlamını genel hatlarıyla ortaya

koydug umuzda birçok toplumsal fakto ru n

bu kelimeyi deg iştirmeye çalıştıg ını

so yleyebiliriz. Erkeklerin karşı cinsleri

için du şu ndu klerini tarih, din, yaşam

biçimi kuramları, onu kalıplara

yerleştirmiştir. Fakat Tolstoy'un; “kadın

öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen

incele her zaman yepyenidir.” cu mlesinin

hakkını verdig ini de so ylemek

zorundayım. Çu nku yenilikleri edinmeye

çalışmaktadırlar. Edinmeye gayret edilen

imgeler ise yine kimlikleşme engeli ile

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

46

karşı karşıyadır. Bunlardan en mu himi

çag ımızdaki kadın kavramı bulanıklıg ıdır.

Peki, “Çag daş yaşamın modern kimliksiz

kadınları kimdir?”

Sanayi devrimi ile başlayan modernleşme

su recinde kadın iş gu cu nu n gereklilig i

itibari ile çalışma hayatına atılmıştır.

Çalışma hayatı ile paralel olarak toplumda

kadına yine bir grafik çizilmiş ve aile -

çocuk sorumlulug u-, iş hayatı gibi bir

kıyaslama neticesinde, kariyerini eve

tercih etmesi gerektig ine dair bir

zorunluluk hissetmesine neden olmuştur.

Bu hissin sahibi olan kadın, rol

karmaşasına du şmu ştu r.

U lkemiz yaşam biçiminde aile kurumunun

ahlaki ve gelecek ile ilgili nesil planları

genellikle dişinin omuzlarındadır. Bunun

aksi olan durumların mevcut olması

mu mku ndu r. Fakat genelin tutumu

u zerinden yorum yapacag ım için kadın aile

ahlakının teknik direkto ru du r. Benlig i ile

ilgili gelişimini yarılayamamış bir birey

sarmal olarak çevreye olumlu katkıda

bulunamayacaktır. Sadece analık go revini

ve ev yo neticilig ini gerçekleştiren kadın,

zamanla deg işiklik arayışı içinde psikolojik

bunalım yaşayacak, iyi anne sıfatının da

karşılıg ını veremeyecektir ya da tamamı

ile kendini sosyal, ku ltu rel çevreye kapatıp

hayatını evinde tamamlayacaktır ki bu da

birçok açıdan bana kalırsa sakıncalıdır.

Ulusuna faydalı olabilecek iken soyutlaşan

kadınların fazlalıg ı, temeli sag lam olmayan

toplumlar demektir. Alanı dar olan anne

demek, sorgulamayan çocuk demektir.

Deg işimi bilmeyen bir anne demek içine

kapanık bir çocuk demektir. Oysaki bir

kadın çalışma hayatında ya da bunun gibi

toplumsal olarak kendine olan o z gu veni

sag layabileceg i yerlerde bulunarak

milletine faydalı olacaktır. Aslında çag daş

do nemde kimliksizlig ini devam ettiren

kadın, Lacan'ın “Kadın yoktur, kadın

erkeğin semptomudur.” so ylemiyle varlıg ını

bag daştırarak sosyal çevrede egemen olan

du şu nceyi bizzat kendi eliyle kabul edilir

hale sokmuştur.

‘Kadın’a kim oldug unu bilmeden

yaklaşmanın tehlikesinden o tu ru şimdilik

buraya kadar kadın anlayışı hakkında bir

tablo çizilmeye çalışmıştır. Hadise dig er

parçaları ile mutlaka ki devam edecektir.

KAYNAKLAR

1. (A. Kurtkan Bilgiseven, Genel

Sosyoloji: Kavramlar-Nazariyeler Bu nye

“Tu rkiyede Sosyal Tabakalaşma”,

“ Deg işme ve Sosyal Gelişme” ,I stanbul,

1982, s. 151.)

2. (Fuzuli BAYAT, Uluslararası Sosyal

Araştırmalar Dergisi-2010 “Toplumsal

cinsiyet bag lamında kadın şamanlar”)

3. (Ko pru dergisi-

2011 ,113.Sayı,I smail TAŞPINAR Doç. Dr.,

M.U ., I lahiyat Faku ltesi, Dinler Tarihi

Anabilim Dalı O g retim U yesi, “Yahudilik ve

Hıristiyanlıkta kadın”

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

47

İLPEN- TARİH-İ SON Hüseyin Kürşat GEZE

Senin için kaleme aldığım her söz ayrı

romandır.

Öyle büyüktü ve parçaladın;

Bu aşk tarihteki Roma’dır.

Farkın var; Sanmam bu saltanat

Kirli oyunlarla yenilsin.

Taç ve tahtın olsa dahi bil ki

Sultanların en fakirisin.

Asalet ister o nedamet

Zerre yoktur seciyede.

Sözü bir yiğidin kulağında,

Gözüyse altın kâsede.

Duymak ile anlamak,

Aralarındaki körlüğe sebeptir haz.

Hangi ordu gelse karşına,

Ne yapsa yine başa çıkamaz!..

Bilir misin bıraktığın hüzzamı?

Duyar mısın feryadı?

Tepkisiz olurdun yine,

Vicdan en büyük farkımızdı.

Hâlâ can alır İLPEN, senden

Arda kalanı…

Ey karanlık rüyaların bol ışıklı yalanı…

Tarih, seni benle bilir,

Bense seni kinle anarım.

Kaç günahın bedelisin, her

Sevabında yanarım.

İhtişamından daha fazla,

Dayanılmaz bir acıydın.

Bazen de Atilla’ydın;

Tanrı’nın kırbacıydın.

Varlığın dert, yokluğun ölüm,

Hakikat ise ruhumdur, sensizken.

Tüm okların hedefiydim, İLPEN,

Tamamen çıktım gönlünden…

***********

Unutmak lâmümkün,

Bu masum şehre yaptığın o katli…

Bir zamanlar ezdiğin kalp,

Şimdi TÜRK kadar kuvvetli…

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

48

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı 20 - Eylül 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.