24

Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 49 - Şubat 2016

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU KIZININ ROLÜ / Burçin ÖNER

EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ TETİKLİYOR / Mahmut Esat KIRAÇ

KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR AN ÇABASI/ Yunus Emre UYAR

İNTİHAL İLLETİ / Çağhan SARI

BEYRUT YANIYOR / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

HAÇLILARIN KUYRUK ACISI / Hasan Hüseyin KORKMAZ

OTORİTER REJİMLER / Osman BAŞALAN

KİTAP TANITIMI: İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ YAKLAŞIMLAR,

YENİ TARTIŞMALAR / Milli Kitap

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

1

MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU

KIZININ ROLÜ

Burçin ÖNER

Günümüzde pek çok zihinde canlanan

şudur: “Kitap, eğer edebî nitelik taşıyorsa

mutlaka Edebiyat ilmini tahsil etmiş olan

kişilerce yazılmıştır. Diğerleri, ders

anlatmak için öğretmenlerin, eğitmenlerin

ve akademisyenlerin bilimsel manada

başvuracakları birer akıl defteri olmanın

ötesine geçemez.” Ancak geçtiğimiz ay

basımı gerçekleşen “Millet ve Milliyetçilik”

isimli bir kitap var ki onun yazarı

doktorasını Amerika Birleşik

Devletleri’nde, Yale Üniversitesi’nde

tamamlamış hem de “Türk Einstein”ı

olarak bilinen rahmetli Prof. Dr. Oktay

SİNANOĞLU’nun da öğrencisi olmuş bir

kimyager… Cemiyetimizin gülen yüzü, akıl

hocası, gençlerimizin sevgilisi Prof. Dr.

İskender ÖKSÜZ…

İskender ÖKSÜZ Hoca’mızın kaleme almış

olduğu bu kitap, sadece bir fikrî ya da

sosyolojik tahliller yapmıyor; aynı

zamanda kullanmış olduğu nükteli dili ve

edebî içeriği de göz önüne alındığında

yazımızın başında ifade ettiğimiz

düşünceleri tepetaklak ediyor. Bir hedef

kitle belirleyerek yazılan tüm kitapların

üzerinde bu eser, lise çağından başlayarak

yukarıya doğru bütün nesillerin hem

rahatlıkla anlayacağı hem de sıkılmadan

okuyacağı bir nitelik taşıyor. Zaten “Bu

kitabın amacı; bilimin, millet ve

milliyetçilik hakkında söylediklerini

uzman olmayanların da anlayacağı bir

dille açıklamaktır.” Diyerek bunu kendisi

de tekrarlıyor.

Bu yazı, bir kitap tanıtımı yazısı değildir,

her ne kadar hocam benden bir tenkit

yazısı istemiş olsa da naçizane birkaç

yazım hatası dışında olumsuz manada

tenkit edeceğim bir şey de bulamadım;

zira biz öğrendiklerimizi bu

hocalarımızdan öğrendik ve tabir-i caizse

“boynuzun kulağı geçmesi gerektiğini”

biliyor olsak da henüz kulağı geçecek yaşa

ulaşamadık. O nedenle biz en iyi haddimizi

biliriz demekten öteye geçememekteyiz.

Demek ki yapabileceğimiz şey, olumsuz bir

eleştiri yapmak değil; olumlu eleştirileri

de pek çok isim yaptı; bizimkisi benzeri

tekrardan öteye geçmeyecek. Öyleyse en

iyi bildiğimiz şeyi yapalım: bir şiir sizi

etkilese de bir ya da birkaç dizesi ayrıca

dokunur gönül telinize yahut bir şarkı

veya bir filmdeki küçük bir replik… Aynı

şey bir kitap için de geçerlidir. Dolayısıyla

ben de bu kitapta en çok etkilendiğim

kısmı ele alacağım; “ŞAMANDRA”…

Biliyorum ki büyük şehirler haricinde bu

kitaba ulaşmak o kadar da kolay değil.

Kitapevlerinin çeşitli hassasiyetlerle (!) -

burada isim vererek hiçbir yazarı töhmet

altında bırakmak istemiyorum- kaleme

alınmış olan kitapları entelektüel(!) bir

hava katarak söylemek gerekirse “best

seller” raflarında yer verirken bu kitaba

birçok ilde ancak özel talep üzerine

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

2

getirtilerek ulaşılabiliyor. Şükür ki

yazarıyla aramız iyi de önden “pdf” hali

elimizdeydi. Bizimki, kitabın kokusuna

duyduğumuz hasretti.

Bu vesileyle kitaba hâlâ ulaşamayan kişi

sayısı pek de azımsanacak boyutta değildir

diye düşünerek kısaca içerinden de

haberdar etmek istiyorum. Kitap, on-on

beş yıl önce aralarında rahmetli Nevzat

KÖSOĞLU’nun da konuk olarak bulunduğu

bir televizyon programı hatırası ile

başlıyor. Programdaki o bilindik “anti-

milletperver” bakış açısına karşılık şöyle

diyor: “Bilimler çok şey söylemekte, çok

farklı şeyler söylemektedir ama bunları bir

senteze götürmek, her bir teori içindeki

kısmî doğruları alıp gerçeğe teker teker

her birinin yaklaştığından daha çok

yaklaşmak, böylece onların her birinin ayrı

ayrı gördüğünden daha berrak bir

manzara görmek mümkündür.”

Bilim ve İnsan Bilimleri, Irkçılık,

Marksistler ve Millet, Post Komünizm ve

Postmodern Emperyalizm, Siyasî

Ümmetçilik, Sosyolojide Millet Teorileri,

Modernizm, Etnosembolizm, Biyolojiden

Destek, Türk Milleti Ne Zaman?, Millet-

Devlet ve Dil alt bölüm başlıklarını içeren

376 sayfalık kitap, aslında ne bir poh

pohlama güdüsü ne de fikri temellerimizi

karşı cenahlara ispat çabası içinde… Onun

tek derdi, dünyadaki önemli bilim

adamlarının konu ile alakalı bulgularını,

düşüncelerini kendi görüşleri ile

sentezleyerek gerçekleri dünyanın gözleri

önüne sermek. Yaptığı alıntıları

eleştirirken ya da desteklerken kullandığı

dil bir taraftan sizi güldürürken diğer

taraftan da düşündürüyor.

İşte Siyasî Ümmetçilik bölümünden bir

örnek;

"Ashabdan Vasile b. Ül-Aska' anlatıyor:

Peygamber Efendimiz'e sordum:

- <Ya Resulallah! Bir kimsenin kavmini

sevmesi asabiyetten sayılır mı?>

Zat-ı Risaletleri buyurdular ki:

- <Hayır!.. Ancak kişinin zulüm ve haksızlık

halinde olan kavmine yardım etmesi

asabiyyettir.>"

(...)

Yazdıklarımı araştırırken internetteki

hadis sitelerinde "asabiyyet"i "party spirit"

yani, "parti ruhu / partizanlık" olarak

İngilizce'ye çevirdiklerini fark ettim.

"Partizanlık" "fanatizm"den çok da uzak

değil... Seçim öncesi hutbelerine bakarsak

belki bunların arkasındaki asıl sebep de

budur: partizanlık, parti asabiyyeti...

Kusura bakmayın, galiba siz bizim

ümmetimizden değilsiniz. Hadisler öyle

diyor da...”

Ve elbette Şamandra…

Şamandra isimli ek bölümün 13 sayfa

olduğu göz önüne alınırsa burada

tamamını iktibas edemeyeceğimi takdir

edersiniz. Bu sebeple, kısa bir bölümünü

alıntılayacağım.

“Belki hâlâ o besteler çalınır,

Gemiler geçmeyen bir ummanda.

Yahya KEMAL

BİRİNCİ SORU

«Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz derindi.

Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski Yunan'ı

görmeğe çalışırken bizim kültürümüzün

güneşi yanında eski Yunan gölgede kalmıştı.

Kültürümüz şaheserdi. Şahaneydi.

Şaşaalıydı... Sonra onu bize unutturdular.

Öğretmediler. Tahrip ettiler. Sonunda, her

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

3

sahadaki gibi kültürde de Avrupa'nın

ağzına bakar, Batı'ya el açar olduk.

Mevlâna'nın, 'tozlu, örümcek kafalı

tekkecilik' ithamlarından kurtarılabilmesi

— doğrusu, onu bulanık gösteren tozların

kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden

silinebilmesi — için Avrupa'nın, «Mevlâna

büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada

bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri'yi, Sinan'ı,

Bâkî'yi, Şeyh Gâlib'i de göreceğiz; tabi yine

Batı'nın gösterdiği kadar, yine Avrupa'nın

gözüyle.»

Bunlar, kültürümüzü müdafaa için

söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler

herhâlde haklıdır. Dedikleri herhâlde

doğrudur.

Fakat...

Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli

bir kültürü neden biz göremiyoruz? O kendi

gücü ve kendi derinliğiyle kendini ispata

muktedir değil midir? Unutturdularsa

neden hemen hatırlayamıyoruz? Tahrip

ettilerse kitaplar yakılmadı ya. Yazı

değiştiyse yeni harfle tekrar basılanları yok

mu? Sinan hâlâ İstanbul'da, Edirne'de

yaşamıyor mu? Yunus, Bakî, Itrî: sayfada,

plâkta durmuyor mu? Eksik de olsa elimizde

değil mi? Okuyoruz: Lügatle de anlasak

güzel olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz:

Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o

bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden

bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup

sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi,

şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan

sonra sanat diye, eser diye piyasaya

sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda

siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?

Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan

bazen bir fıkra, bazen bir kitap, bazen

saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi

aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan, anlatan,

adetâ bir takdimcidir. Sahneye çıkar, kapalı

perdenin önünde durur ve der ki «İşte şimdi

göreceksiniz. Biraz sonra başlıyor. Eski

kültürümüzü bütün debdebesiyle bu

perdenin arkasına topladık. İşte şimdi...».

Sonra haşmet vaat eden bir bestenin ilk

notaları duyulur, atlas perde kıpırdanır...

Elektrikler söner.

Elektrikler daima söner. Ve fıkrayı, kitabı

bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı

dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin

edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra bir

burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.

Niçin o harika bize illâ bir şahit aracılığıyla

aktarılmalıdır? Kendi gözlerimiz, kendi

kulaklarımız, kendi gönlümüzle onu niçin

hissedemeyiz? Neden elektrikleri her

seferinde söndürürler?

Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o büyüklük

bir yalan mı? Sakın, «Sizin klâsikleriniz

nelerdir?» sorusuna, «Bizim klâsiklerimiz

yoktur!» cevabını veren adam haklı

olmasın...”

Bu, yazarın sorduğu ilk soru… Bunun gibi

bir soru daha soruyor ve biliyor ki onca

yozlaşmanın, onca yoğunluğun(!) içinde

kimse bu sorulara cevap veremez. Oturup,

kendi cevaplıyor ve en sonunda da diyor

ki:

“ŞAMANDIRA

Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini

kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller

akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından

adım, adım, atalarımızın yüce mirasına

tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp ve

zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere

hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce

öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar ancak

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

4

ondan sonra belirecektir. Ve muhakkak ki

her şeyden önce o sembolleri hâlâ bilen,

yani gözleri hâlâ gören birkaç «ilk ateşçi

»ye ihtiyacımız var.

Bir paragrafta özetlediğimiz bu program

birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez.

Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder ama

sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel

kazanılamaz.

Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü

olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri

ebediyyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal,

bir Arif Nihat göçünce bir devir

kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde

divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin

diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz'e

çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan

içeri atmış demektir.

Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim

neslimiz onu yüzdürecek güce sahip

değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o

sembollerin en çok varlığını bilmektedir.

Derinliğini veya kendilerini değil. Bu

satırların yazarı Bâkî'ye pamuk ipliğiyle

tutunurken Şeyh Galib'e erişememekte ve

aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını

açmış bekleyen mağaraya dehşetle

bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız.

Ancak, «Burada battı» diye bir şamandıra

dikebiliriz ki gelecek nesiller onu —hiç

olmazsa— yanlış yerlerde aramasınlar.

Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah

inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî'nîn

kayıp besteleri değil, bütün bir kültür âlemi

gemiler geçmeyen bir ummanda gömülü

kalır.”

Sorusu sorunun, cevap da cevabın hakkını

vermişken ben ne diyebilirim ki? Genel

itibariyle büyüklerimizin bize elle tutulur

bir şey bırakmadığından, onlar sebebiyle

hep yerimizde saydığımızdan, bayrağa bir

adım öteye götüremeyişimizden dem

vurup duruyoruz. Bunların hepsi

doğrudur. Pek çok şeyin müsebbibi yine

bizden önceki nesillerdir. Lâkin, durum

işte tam da Şamandra’nın ilk sorusunda

değişiyor. Onların hatalarını devam ettiren

bizler… Öz-Türkçe zırvasının arkasına

takılıp giden bizler… Sanatı-edebiyatı anlık

hazlardan ve konjonktürel saplantılardan

ibaret sayan bizler… Hadi, oturup hep

beraber düşünelim: UNESCO bir “Mevlana

Yılı” çıkartmasaydı bizler bugün sosyal

medya hesaplarımızdan “trip” attığımız

sevgililerimize onun sözleriyle

göndermeler yapabilecek miydik acaba?

Bu karakteristik olmayan ama içten geldiği

gibi yazılan konuşma havasındaki yazı bize

hiçbir şeyi öğretmese de “Yağmur yağıyor,

seller akıyor” dendikten sonra camdan

bakanın “Arap kızı” değil de “komşu kızı”

olduğunu hatırlatır ve bir daha

unutturmaz, umarım.

Son olarak; İskender Hoca'nın Millet ve

Milliyetçilik kitabına ulaşan fakat kitabı

hala okuma fırsatı bulamayanlar, okuma

fırsatı bulsalar bile okumayanlar bir de

"imzalatıp fotoğraf da çektirdik işte" iç

huzurunu yaşayanlar için söylüyorum:

kitabı değilse bile kitabın 227. Sayfasında

yer alan "Şamandra" başlıklı ek bölümü

lütfen okuyunuz. Bence bir şaheser niteliği

taşıyan bu kitaptaki zirve satırlar burada

yer alıyor.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

5

EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ

TETİKLİYOR Mahmut Esat KIRAÇ

Tuzsuz Deli Bekir Karagöz’ün kafasını

kesmek ister.

- Bu kelleye ne vereyim? Diye sorar

- Beş kuruş.

Tuzsuz Deli Bekir, kamasının kabzasıyla

Karagöz’ün kafasına hafifçe bir iki

dokunur:

- Bu kafa beş kuruş etmez.

- Neden?

- Bu kafa eski, bu kafa çatlak.

Karagöz kızar:

- Çatlak matlak ama ben onu altmış

senedir kullanıyorum.

İşte günümüz eğitim sistemi de tam

böyledir. Çatlak matlaktır eksik ve

noksandır ama biz onu yıllardır

kullanıyoruz. ‘’Ümitsizlerin çoğu ümitlerini

değil cesaretlerini kaybetmişlerdir.’’

Gençliğimizdeki bu cesaret kaybının

sebebi ise eğitim sistemimizin pek de ümit

verici olmamasından kaynaklanmaktadır.

Sistemimiz malumunuz olmak üzere beyin

doyurmuyor aksine beyni yoruyor ve

şişiriyor. Öğrencilerimiz ilkokul, ortaokul,

lise ve üniversite serüvenleri sırasında

yoğun bir ezber sistemi ile boğulurken

öğretmenlerimiz ise ''Suç atmaca'' oyunu

oynuyor. Üniversite öğretmenleri

lisedekilere, lise öğretmenleri de ortaokul

ve ilkokuldaki öğretmenlere suç atarak

kendi üzerlerindeki yükleri hafifletmeye

çalışıyor. Durum böyle iken öğrenciler de

kendilerinde suç aramaktan vazgeçerek

mükemmel insanların bozuk ürünü olan

eğitim sistemimiz meydana geliyor. Bu

sistemle evvela çocukluktan hevesi ve

cesareti kırılan bir nesil yetişiyor.

Bakınız Peyami Safa bu konuda neler

söylemiş:

“Yaşı otuzunu geçmiş bir adamdan rica

ederim: Bir an tasavvur etsin ki, her gün

sabahları kalabalık bir odaya giriyor;

akşama kadar, birer çeyrek fasıla ile az

kımıldayarak, dört beş konferans dinliyor.

Bu konferansların her biri başka bir

mevzudadır ve çoğu, dinleyen adamın ne

mizacıyla, ne hususi hayatıyla, ne

mesleğiyle, ne de istikbaliyle alakalıdır.

Mesela bir kuyumcu, gününün birkaç

saatini şu bilgileri dinlemek ve bellemekle

geçiriyor: Amerika kıt’asındaki Amazon

nehri hangi mevsimlerde alçalıp yükselir?

Bundan iki bin iki yüz yirmi sene evvel

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

6

Şihvangti hangi ayda Çin imparatoru

olmuştur? Firdevsi’nin Şehnamesinde kaç

mısra vardır? Sicilya’da kükürt nasıl

istihsal edilir?

Yaşı otuzu geçkin bir adam, günde beş

saat, bu konferansları bir ay dinlese, hiç

şüphe yok serseme döner; hâlbuki biz

çocuklarımıza on altı sene bunları

dinletiyoruz. Yalnız dinletmekle kalmıyor,

öğretmeye kalkıyoruz; yalnız öğretmeye

kalkmakla da kalmıyor, vazife halinde

yazdırıyoruz; yazdırmakla da kalmıyor, sık

sık imtihana çekiyoruz; imtihana çekmekle

de kalmıyor, öğrendiğini hatırlayamazsa

döndürüyoruz; yalnız döndürmekle de

kalmıyor, iki sene sınıfı geçemezse

okuldan kovuyoruz; yalnız kovmakla da

kalmıyor, onu başka mektebe de

almıyoruz, ilk önce haysiyetini, sonra

cesaretini kırıyor ve nihayet istikbalini

mahvediyoruz.”

Öğretim programlarımızın kötülüğü açıkça

ortada ve mide bulandırıcı şekilde devam

etmekte, her gün öğrencilerimiz bu

konferansları almaktadır. Üstelik yorum

yaptırmadan direkt ezber olarak dayatılan

çoktan seçmeli sınavlarla da öğrencinin

düşünme ve yorumlama kabiliyeti

ölçülmeden not verilmektedir. Bu konu ile

ilgili yine Peyami Safa şunları ifade

etmiştir:

‘’Öğretim programlarının kötülüğü yalnız

vermeye çalıştığı bilgilerin çokluğunda,

çeşitliliğinde ve lüzumsuzluğunda değildir.

Daha beteri var: Bunlar çocuğa her gün

tıka basa, üst üste, merakının ve

tecessüsünün ne istediği hiç hesaba

katılmadan, zorla öğretilmektedir.

Vücut için iştah ne ise zekâ için de merak

odur. Şu farkla: Vücudun iştah saatlerini

tanzim etmek mümkündür, muayyen

zamanlarda yemek yeriz; fakat zekânın

tecessüs anlarını ne tayin, ne de tanzim

etmek kabildir. Yarın saat kaçta canımızın

ekmek isteyeceğini bugün aşağı yukarı

biliriz; fakat yarın saat kaçta ve neyi merak

edeceğimizi ve öğrenmek isteyeceğimizi

bugünden değil, yarım saat evvel bile tayin

etmekten aciz kaldığımız çoktur. Bu merak

doğmadan her gün beş saat ders okumak,

susamadan her gün beş bardak su

içmekten daha zararlı ve ıstıraplı olmaz

mı?’’

Şu anda ne yazık ki eğitim sistemimiz

öğrencilere her gün susamadan su

içirtiyor. Bu daha acıdır ki sınavlarda o

suyun aynısını tekrar kusmaları da

isteniyor. Ne içtiysen onu kusacaksın ya da

ne öğrendiysen onu yazacaksın diyerek

yorumlamanın önü kapanıyor.

Yorumlamadan ezber yapıp sınav kâğıdı

teslim edenler yüksek notlarla geçip

çalışkan diye nitelendirilirken yorum

yapan kendi düşüncesini katanlar ise

hocanın belirttiklerinden farklı kâğıt

verdiği için düşük not alıp tembel

oluveriyorlar. Çalışkan olmak için

tembelleşmeliyiz çünkü sadece tembeller

yazılanı aynen geçirir ve sadece tembeller

kopya çeker. Fakat unutmayalım ki

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

7

öğretmenin anlattıklarını aynen sınav

kâğıdına geçirmek de kopya!

Ülkeyi kalkındırmak adına her yere

üniversiteler açıldı yetmezmiş gibi

açıköğretim fakültelerinden de

üniversiteler okunmaya başlandı. Herkes

diploma sahibi oldu herkes ezberledi

herkes sınıf geçti. Aslında mesele diploma

dağıtmak değil bu gençliğe iş istihdam

olanakları olmadığı için üniversitelerle

oyalamak.

Durum böyle olunca da aklıma rahmetli

Mümtaz Turhan Hoca’nın sözü geldi:

“Türkiye kaynakları kıt olan bir ülke.

Kalkınmakta olan bütün ülkelerin temel

meselesi kaynak yok. Gelişmiş ülkelerle

arasında ki mesafe giderek açılıyor.

Buraya yetişmesi lazım bunun için kaynak

lazım. Kaynağı nereden temin edersin

dışarıdan borç alırsın. Çok üretim yapar

rekabet yapar ihracat yoluyla para

kazanırsın ki bu ülkeler kaynağı olmadığı

için ARGE’ye, teknolojiye yatırım

yapamıyor. Rekabet yapacak kalitede

teknolojiye sahip değiller zaten sıkıntı bu.

Millî eğitimden başlamak lazım bunun için.

Kıt kaynağı biz milli eğitimde nasıl

harcayalım? Cumhuriyetin projesine karşı

çıkıyor. Nedir cumhuriyetin projesi?

Herkesi okuma yazma öğretirsek ülke

kalkınır, herkesi ilkokul mezunu yaparsak,

mecburi eğitimden geçirirsek ülke kalkınır

gibi kıt kaynağı bütün alana ve herkese

yayıyorlar” dedi hoca. Hâlbuki bundan bir

ülke kalkınmaz dedi. ”Mesela Afrikalı vahşi

bir kabileye okuma yazma öğretirseniz ne

olur dedi okuma yazma bilen vahşi bir

kabile olur.” dedi. Elbette biz vahşi bir

kabile değiliz fakat diplomalı cahillerimiz

de yok değil. Rekabet yapamıyoruz

maalesef. Batıda yorumlamayan

öğrencinin üstünü çiziyorlar. Bizde her

yoruma bir ideoloji dayatılıyor ne öğrenci

yorum yapabiliyor ne de öğretmen yorum

yaptırıyor. Hazırlopçuluğa alıştık hem biz

alıştık hem de bu sistem alıştırdı.

Dünyada yedi milyar insan yaşıyor herkes

yorum yapar ve kendinden bir şeyler

katmaya kalkarsa yedi milyar farklı yorum

doğar bu durumda zaten karışık olan

dünya karmakarışık bir hal alır. Bundan

dolayı birilerinin bu farklı yorumların

önüne geçmesi ve insanları daha kolay

yönetebilmesi için gerek medya gerekse

eğitim kollarını ele geçirmesi gerekiyor.

Sokaklara çıkıp klişe birkaç soru

sorduğunuzda klişe cevaplar alırsınız.

Televizyonlarda herkes aynı anda aynı

kanalı izler yönlendirilirler. Öğretmenlere

sınavlarda hep aynı cevapların bulunduğu

yorumsuz cevap kâğıtları verilir ve bu

böyle devam eder. Birileri robotlaştırır,

kendisini ve iktidarını hâkim kılmak,

başkalarının uyanmasını önlemek için bir

karnaval kültürü ile insanları yönlendirir.

Kısaca eğitim bir sınavlar bütünü asla

değildir. Başarı ise devletin düzenlediği

sınavlarda yeterli puanı almak hiç değildir.

Ne zaman mevcut fikirleri aşar daha çok

düşünmeye ve yorumlamaya başlarsak

işte o zaman gerçek eğitim serüvenimiz

başlamış olur. Aksi takdirde böyle devam

edersek diyecek tek şey ‘’OKULLAR

EĞİTİMİ ENGELLİYOR’’ olur. İlerlediğinizi

düşünürsünüz oysaki yürüyen merdivene

tersten binmişsinizdir.

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

8

KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR

AN ÇABASI Yunus Emre UYAR

“Ne içindeyim zamanın

Ne de büsbütün dışında,

Yekpâre geniş bir ânın

Parçalanmaz akışında.”

Tanpınar’daki zamansal bütünlük

meselesini bir romanın ana kahramanının

bünyesinde görmek ayrı bir tat verir. İnsan

bilinci kendini belli bir bütünlük içinde

bulur. Varoluş kaygısını güderken

takvimin tek parça kalabilmesi, hiç değilse

bilişi besleyecek bir bütünlük göstermesi

oldukça istendik bir hâldir.

Koca Adam Kudret’e bu bağlamda bakmak

mümkün. Çünkü onun roman boyunca

sırtlandığı davanın özünü oluşturan

dağılmaya yüz tutmuş zamanını derlemek

hedefi. Yazar bunu vermek için kendi

yaşanmışlıklarından hareketle bir yol

tutmuş. İnsan bilişinden öteyi de beriyi de

alıp götüren, zihnin öncesine kasteden bir

hastalık ve onla uğraşmak etrafında

güdülen bir yaşantı toparlama mücadelesi

kurgusu oldukça özgün ve çarpıcı

görünüyor. Kudret, geçmişini kendisine

unutturacak bir hastalığa maruz kalır.

Buna verdiği tepki geçmişini yazmaktır.

Oturup geçmişini düşünür. Bu ona roman

boyunca eşlik edebileceği bir iç muhasebe

fırsatı verir. Bugün eğitim programlarının

yeni kuşaklarda oluşturmak için epey

gayret sarf ettiği, yöntem-teknik

geliştirdiği bir özelliktir öz değerlendirme.

Kudret’inki de aslında bu. Özünü

değerlendirme. Lise yıllarını, çocukluğunu,

gençliğini, çocukluk arkadaşlarını, ilk

aşkını, ailesiyle olan ilişkilerini… Kudret

avucunu açıp yaşantısını doldurmakla

kalmaz, odaklanıp izler onu. Ancak tüm bu

meşgale sırasında bugünden kopmaz,

kopamaz. Dünü ve bugünü kucaklamak

gayreti göstermesiyle Kudret, romanın ana

gövdesini ve kurgunun özgünlüğünü

ortaya koyar.

Zaman boş geçmediğinden zamanı

toparlamak için o zamanın tüm

bileşenlerine de el atmak gerekir.

Kudret’in mücadelesini renklendiren de

budur aslında. Zamanın ona verdiği –ya da

aldığı- ailesi, eşi, çocuğu, sevdası, dostu

hep bir zaman içinde akıp giderken

dondurulmaya çalışılır Kudretçe. Tabii bu

süreci okuyanlar keşke zaman gibi olsa her

bir bileşen, diyebilir ama durum ne yazık

ki pek de öyle değildir. Her birinin kendi

zamanı vardır Kudret’in belli bir zaman

içinde toplamak istediklerinin. Eşinin

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

9

mesela, ya da kızının. Kudretsiz geçen

yıllarında yapılandırdıkları başkalaşmaları

tahmin edilebilir. Sevdiği kızın, Emine’nin

de öyle. İşte Kudret’in asıl meselesi

bunlarla mücadele etmektir. Kendi

zamanlarında savrulup gidenlere bir

şeyler söyleyebilmek…

Tabii bunlarla uğraşırken Kudret’in bir de

bugünü var yanı başında. Geçmişinden

uzanan bir elin çekiştirdiği ve işlerini epey

zora sokan bir bugün, roman kurgusunun

gerilim olgusunu büyütmeye yarar. Bunun

en somut örneğini Kudret’in eski eşi ve

çocuğuna dönmeye çabaladığı, bunun için

istenç gösterdiği bir dönemde Cüneyt

Numar’ın çıkıp geçmişini şimdisine

sokuşturmasından görebiliriz. Numar’ın

zor kullanarak Kudret’i yıllar önce

vazgeçtiği yasadışı dövüşlere

döndürmesinin eşi ve çocuğu tarafından

yüzeyselce fark edilmesi Kudret’in yeni bir

hayat çabasını epey zedeler. Eşinin

inancını bir kez daha yitirmesine sebep

olur.

Zamanın tek parçalığı kaygısı hangi kurgu

ile verilebilir diye düşünürken özgünlük

arayanlar için bu roman epey işlevseldir

çünkü olay örgüsünde de ayrılmışlığın

bütünleştirilme çabası belirgindir. Olaylar

iki farklı zamandan başlayıp nöbetleşe

devam ederken giderek birbirine yaklaşsa

da nihayetinde kesişmez. Olay örgüsünün

takvimi bir bütüne ulaşmadan roman

biter. Zaten Koca Adam da amacına

ulaşamamış, zamanını toparlayamamıştır.

Buradan bakıldığında kurgunun içerikle

olan bu uyumu oldukça beğenilesidir.

Metnin küçük yapısına inince okuru yer

yer çarpıcı deyişler karşılar. Gözlerinin

altındaki çizgilerin kadehe dökülmesi gibi

birtakım ifadeler yazarın bulduğu birkaç

fırsatta güç gösterisi gibi okunabilir.

Okurda ileriki sayfalara ilişkin beklentiyi

arttırır. Bu türden küçük çıkışların

devamını beklemek okurun hakkıdır.

“Koca Adam” romanının ayrıntılı bir

tahliline girmeksizin onun ana gövdesini

oluşturan meselesine değinmekle

sınırlanan bu yazıyı bitirirken genç

denebilecek yazardan beklentilerin hatrı

sayılır derecede yüksek olduğunu

kestirmek gerek. Umulan o ki yazarın

yüksek çıtada başlattığı roman tekniği

farklı sürümleriyle Türk edebiyatındaki

yerini alır.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

10

İNTİHAL İLLETİ

Çağhan SARI

Hırs, istikbal duygusu ve kademeleri

süratle aşma arzusu. Ele alacağımız hadise

için elbette genel geçer sebeplerin

sıralanmasını istesek ilk önce bunlar

yazılır. Fakat yıllar boyu çalışmalar üreten,

önünde aşılacak kademeler ve erişilecek

bir istikbal kalmayanların hangi gerekçe

ile buna meylettiklerini bilemiyoruz. Evet,

akademinin kendi bünyesinde barındırdığı

bir illeti, intihali ele alacağız.

İntihal, Türk Dil Kurumu sözlüğünde

aşırma olarak açıklanıyor. Bir kişinin

eserinde, başka birine ait ifadenin,

buluşun veya tespitin kendine aitmiş gibi

kullanılması olan intihal, akademik

hırsızlıktır. Yaygın bilinen bilgilerin

özellikle literatür izahı noktasında

kullanılması sırasında kaynak

gösterilmeden yazılması intihal olarak

kabul edilmemektedir. Ancak alıntı yapılan

cümle, veri, fotoğraf, belge vs.nin kaynağı

gösterilmeden kullanılması, özellikle

ikincil kaynakların bu şekilde kullanılması

intihaldir. Eser sahibi, alıntı yaptıktan

sonra dipnot türlerine göre atıfta

bulunmadığı takdirde doğrudan intihal

yapmış sayılmaktadır.

Peki, intihale yönelime bakacağımız zaman

durum araştırmacılarının dikkatini

çekecek bir noktadadır. İsim vererek bir

yola girmeyeceğiz. Ancak, yurtdışında da

intihal sorunuyla karşılaşıldığı ve bunun

beynelmilel bir mesele olduğunu

vurgulamak için Almanya eski Savunma

Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg'i

örnek gösterebiliriz. Guttenberg, doktora

tezinde intihal yaptığının ortaya çıkması

üzerine bakanlıktan istifa etmiştir.

Ülkemizde de rektörlerin dahi intihal

yaptıklarının anlaşıldığı ve bu nedenle

rektörlükten alındıklarını söyleyelim.

İntihal yaptığı tespit edilen bir profesör

tenzili rütbe diyebileceğimiz bir kıdem

gerilemesiyle cezalandırılmaktadır.

Örneğin bir intihal yaptığı belirlenirse

doktora sonrası çalışmaları yok sayılarak

öğretim üyesi doktor unvanına

düşürülmektedir. İntihal eğer doktora

tezinde ise doktorluğu, dolayısıyla bütün

akademik kariyeri silinebilmektedir.

Ancak bu cezaların tatbik edilmesinde

zaman zaman soru işaretleri

belirmektedir.

Bir yüksek lisans ödevi için yaptığımız

araştırma sırasında, daha önce kabul

edilmiş ve devletin konuyla ilgili

kurumunun resmi sitesinden temin

edebileceğiniz bir yüksek lisans tezinde

dikkatli bir tarama ile bir kaynaktan,

sadece cümle de değil, tamamen bir

paragrafın baştan sonra kopyalanıp

yerleştiğini belirleyebilirsiniz. Ancak

burada yapılacak şey, hırsızlığa maruz

kalan şahsı haberdar etmenizdir. İntihalle

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

11

emeği çalınan bilim insanının şikâyetçi

olması durumunda açılan tahkikatın

müspet sonuçlanması konusunda ise

endişeyi muhafaza etmenizde fayda var.

Çünkü çoğu zaman konunun sadece

kınama ile geçiştirildiğini görmeniz

muhtemeldir.

Türkiye'de özellikle sosyal bilimlerde,

tarih ve edebiyatta intihal üzerine kıymetli

araştırmalar yapan Prof. Dr. Ali Birinci,

Tarihçiliğin Kara Kitabı isimli eserinde

tespit ettiği yirmiye yakın intihal

hadisesini ele almaktadır. Kitabının ek

bölümünde fotokopilerle intihalleri

karşılaştırmalı olarak sunan Birinci'nin

kitabını bütün tarihçi ve tarihçi

adaylarının edinerek istifade etmesinde

fayda var. Tabi yine kitapta yer alan,

intihalleri tespit edilen vakalarla ilgili

yüksek idarenin kayıtsız kaldığı

durumlarla karşılaşacağınızı da belirterek

hazırlıklı olunmasını ifade edelim.

İntihal temelden başlayan bir

hastalıktır. Lisans öğrencilerinin aldıkları

bilimsel hazırlık mahiyetli ödevlerinde

sıkça başvurdukları kopyala yapıştır hal

tarzının öğretim üyeleri tarafından önüne

geçilemeyişi bu sorunun ilk nüvesinin

nerede başladığını bize göstermektedir.

Kalabalık sınıflarda eğitim yapılırken,

ortalama on sayfadan mürekkep ödevleri

elbette öğretim üyelerinin ince bir tetkikle

okuması mümkün değildir. Üniversitelerin

birçoğunda yeni başlanan intihal tarama

programlarında ise ödevlerin tek tek

kontrol edilmesi uzun zaman alan

zahmetli bir hadisedir. Bunu fırsat bilen

öğrenci, ödevini kendi cümleleriyle

meydana getirmektense derhal sanal

ortamda edineceği kaynaklardan parçalar

alarak ödevini oluşturmaktadır. Bu hal

tarzını yüksek lisansa da sürüklemeleri ile

hırsızlığı yaşamlarının bir sonraki

aşamasına taşımaları talihsizliktir.

Yazımızda şuna da değinmemiz gerekir ki

Chigago tipi atıf ya da APA tip atıf diye

bilinen metot da intihalleri hızlandıran bir

başka öğedir. Yazımı kolaylaştıran ve

ortak bir üslup oluşturmak için faydalı

olan bu metot, hayal ürünü kitaplar ya da

hayal ürünü sayfalar olarak karşımıza

çıkmaktadır. Araştırmacı, kaynağa erişmek

istediği anda söz konusu notun sahihliğini

de incelemek zorunda kalmaktadır.

Doktora öncesinde öğrencilerin kaleme

aldıkları lisans hatta yüksek lisans

tezlerinin, çeşitli gerekçelerle tez

danışmanları tarafından dahi

okunamaması, dipnot ve yazı kaidelerinin

incelenmesi ile danışmanların sınırlı

kalması, intihali akademiye taşımaktadır.

Lisans tezlerinde hassasiyetin fazla

tebarüz edemeyeceğini de kabul etsek bile

yüksek lisans tezlerinde kişiler sessizliğine

bürünmemelidir.

Öğrencilerin bir an önce hazırlamakla

yükümlü oldukları çalışmaları

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

12

tamamlamak adına bu yola

başvurmalarının yanı sıra bugün akademik

unvanları olan isimlerin, makalelerinde

belge ve veri hırsızlığına lütfetmeleri

karşısında yukarıda değindiğimiz gibi çoğu

zaman ciddi bir kovuşturma yapılmıyor

olsa da isimlerinin bu şekilde anılıyor

olmasıyla saygınlıklarını ve

güvenilirliklerini zedelediklerinin umarız

farkında olurlar. Nitekim bu satırları yazan

kişi de bir hocasının intihal

soruşturmasına tabi tutulduğunu, bir

hocasının da intihal söylentilerinin ayyuka

çıktığını öğrendiğinde, bu isimlerin

çalışmalarına karşı kırılamaz ve nahoş

şeklinde tanımlanabilecek bir önyargıya

sahip olmuştur.

İntihali engellemek, her şeyden

önce çalışma ahlakının tepeden tırnağa

tesis edilmesiyle mümkündür. Kontrol

mekanizmalarının işleyişini kat be kat

arttırmak intihale son verdirmekten

ziyade yapılan intihallerin tespitinde yarar

sağlayacaktır. Tabi caydırıcı cezaların ve

ciddi soruşturmaların intihali en aza

indirgeyeceğinden şüphe yoktur. Ama

felsefe olarak çalışma ahlakının tepeden

tırnağa tesisi, intihali tamamen yok etme

noktasında cemiyetin aradığı devadır.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

13

BEYRUT YANIYOR

Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Senin bıraktığın yerde,

Siyah ovalara şiir yazmaya,

Devam ettim ben.

Beyrut yanıyor gibiydi

Sen gidiyordun.

O zaman anladım ki:

Çekicin örsü dövmesi gibi

Değiyordu kalemim kâğıda.

Ve mürekkep de yüksek basınçtan

Alçak basınca esiyor gibiydi.

Bulutlar dağılıyordu.

Kıvılcımlar yüreğimde...

Gün akşamı vuruyor,

Saman kâğıdı kızıllaşıyordu.

Kandan katı bir şey var;

Virgüller ünlemler

Yani

Yaşam sıra tüm noktalamalar...

Akıyor değil de

Muz kabuğuna basmış gibi

Evren yalpalıyordu.

Sonra yakalanıyorduk

Vereme yakalanır gibi

Kendimiz zabıtalarına

Beyrut yanıyordu,

Hissetmiyordum.

Ruhumda canlı bombalar...

Hissetmiyordum

Ben ve şiir... İki yabancı...

Hiç görüşmemiş gibiydik

Yahut tanışmıyorduk

Yaşamak;

Hiç şiirle tanışık olmamış gibi,

Elem vericiydi.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

14

HAÇLILARIN KUYRUK ACISI

Hasan Hüseyin KORKMAZ

Haçlı seferleri hiç tartışmasız dünyanın en

büyük tarihi olgularından birisidir.

Dünyayı resmen titreten, silkip bırakan

bazı kitlesel hareketlerin şüphesiz en

önemlilerinden birisi ki bunların

başlıcaları; İskender’in seferleri, Kavimler

Göçü, İslam akınları ve Moğol akınlarıdır.

Askeri anlamda özellikle İslam Moğol ve

Haçlı akınlarının dünya denilen devranda

ölümsüz ve çok büyük etkiler bıraktığı

tartışmasız bir gerçektir. Gelgelelim bu

kadar önemli ve güncel kalmayı

sürdürebilen yaygınlıkta bir konunun

hakkında çok fazla şey bilinmemesi

ilginçtir. Özellikle Moğol akınları ve Haçlı

seferlerine ilk perdeden ve en çok göğüs

geren bu toprakların evlatlarının bu

konuda neredeyse hiçbir şey bilmemesi

tarihe olan duyarsızlığımızın bir

göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda

hissizleştirilmeye çalışılan iç dünyamızın

tam istenildiği kıvama geldiğinin de bir

ispatıdır.

Bizim sessizliğimizi fırsat bilen batılı

güçler de hangi konuda sessiz kalıp hangi

konuda üste çıkmaları gerektiği

konusunda ustalaşmış ve

yüzsüzleşmişlerdir. O kadar ki Haçlı

seferlerinin en büyükleri olan (minimum

600 bin kişinin katıldığı) ilk ikisiyle

DÜNYADAKİ HİÇBİR “MİLLİYETİN”

YAPAMAYACAĞI şekilde başa çıkabilmiş

olmamıza rağmen, bu seferler hakkında

milletimizi aptal yerine koyarcasına

verilen bilgiler karşısında da sanıyorum ki

hiçbir BATI MEDENİYYETİ (ve evet biz bir

batı medeniyetiyiz) bu kadar SESSİZ

kalamazdı.

Minimum 600 bin kişi dedik; çünkü bu

sadece ilk sefere katılanların sayısının bir

kısmı. Kudüs’ün fethedilmesinden sonra

doğan Kudüslü aydın William of Tyre’a

göre 600 bin kişilik bir ordu sadece ilk

seferde toplananları kapsıyor. 1. Haçlı

seferine katılan Fulcher of Chartres’a göre

ise bu 600.000 kişinin içinde kadınlar

keşişler ve çocuklar sayılmamış. Üstelik

batılı kaynaklar people’scrusade diyerek

birinci haçlı seferinden ayrı bir de keşiş

Peter theHermit’in başını çektiği eğitimsiz

ve zırhsız kalabalık bir insan güruhundan

bahsederler. Türk ordusuna çerez gibi

gelen bu eğitimsiz birliklerin bir çırpıda

yok edilmesi Haçlıların Türk tarafında

önemsiz gözükmesini sağladı. Zaten bu

savaşı Kılıçaslan’ın kardeşi Davud

kazanmıştır. Fakat İstanbul’da toplanması

bile bir yıl süren muazzam büyüklükteki

ordu (ki bazı kaynaklarda sadece zırhlı

süvarilerinin sayısını 100.000 olarak

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

15

gösterirler) İznik’e girdiğinde Kılıçaslan

hala bir sene önceki basit zaferden ötürü

gevşek davranıyordu. Yine de Malatya

kuşatmasını kaldırmayı uygun görüp hızla

ailesini de barındıran İznik’e doğru yola

çıktı. Karşılaştığı muazzam kalabalığa ani

şekilde saldırdı. Uzun süren bir savaştan

sonra geri çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Ne yapacağını bilemez bir hüzün ve

karamsarlık içindeyken birden aklına

Bizans’la anlaşmak fikri geldi. Bu fikir işe

yaradı ve Bizans kuşatmanın olmadığı

İznik gölü tarafından 2000 kişilik bir

birliği İznik’e sokarak İznik’i fethetmiş gibi

gösterdi. Daha önce Bizans imparatorunun

Anadolu’da alınan kalelerin kendisine ait

olduğu şartı henüz taze olduğu için kimse

buna ses çıkarmadı. Dolayısıyla

Kılıçaslan’ın ailesi YAMYAM HAÇLI

ordusundan korunmuş oldu. (Haçlıların

yaptıkları iğrençlikler için bknz: Haçlı

ordusundaki tarihçiler Raimondd'Aguilers

ve Foucher de Chartres, Dönemin Bizans

Prensesi Annakomnena ve ünlü Fransız

tarihçi Funckbrentano)

Bu muharebeden sonra Kılıçaslan

dünyanın en büyük gerilla savaşını

Anadolu’da vermeyi planlamış ve büyük

bir başarıyla bu planını uygulamıştır.

Düşmanın geçeceği her köy ve kasabayı

boşalttırıp yol üstündeki tüm tarlaları

yakıp tüm kuyuları yıkmış veya

zehirletmiştir. Dolayısıyla iaşe temini

zaten zor olan ve zevke düşkünlüklerinden

ötürü çoktan erzaklarını tüketmiş olan

haçlı ordusu iki yeni düşman kazanmış

oluyordu: Açlık ve susuzluk.

Bunun akabinde Kılıçaslan sürekli takip

ettiği haçlı ordusunu Eskişehir

yakınlarındaki Dorylaeum’da bir seher

vakti gafil durumda yakaladı ve her

yönden hızlı süvarileriyle atağa geçti.

İkindi vaktine kadar süren savaşı

kazandıklarını zannediyorlardı. Ama

bilmedikleri şey şuydu ki Haçlı ordusu

ikiye bölünmüştü ve Kılıçaslan bu

muazzam kalabalıktan bir tane daha

olduğunu düşünememişti. (Bu da aynı

zamanda 600 bin kişilik ordunun

lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesini

savunanlara bir açıklamadır. Bu ordunun

lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesi

Avrupa’dayken Haçlıların gündeminde bile

değildi. Bu konuda bilgilendirme için

sonraki sayılarımız takip edin lütfen.)

Dolayısıyla Kılıçaslan ve Ordusu geri

çekilmek zorunda kaldı. Burada her ne

kadar düşmana ağır kayıplar verdirilse de

düşmanın ilerlemesi durdurulamadı.

Kılıçaslan ise gerilla savaşına devam etti.

Haçlılar daha sonra Urfa ve Antakya

Kalelerini aldılar ve buralarda da kayıplar

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

16

verdiler. Gelgelelim Haçlılar bu savaşlarını

resmederlerken her zaman yerleri gökleri

dolduracak kadar kalabalık ve baştan aşağı

pusatlı olarak kendilerini resmetmişlerdir.

Hatta o kadar ki Kudüs önüne Anadolu’da

yaklaşık YARIM MİLYON LEŞ bırakarak

giden Haçlıların bütün bunlara rağmen

sayılamayacak kadar çok olması ilgi

çekicidir. Zaten batılı kaynakların

birbirleriyle çelişmelerindeki en büyük

nedenlerden birisi de haçlıların

kalabalıklığıdır. Dolayısıyla ne içeriden ne

de dışarıdan gözlemlemekle doğru sonuca

ulaşılamayacak sayıda bir kalabalık vardı.

Kudüs’ün alınmasından sonra elde

tutulması için insan gücü gerekiyordu. Ve

bunu sağlamak için yeni akınlar

düzenlenmeliydi. Gelgelelim bizim

tarihlerimizde 1101 Haçlı seferleri olarak

geçen yüzbinlerce kişilik ordulardan

Avrupalı tarihçiler neredeyse hiç

bahsetmez! Çünkü Anadolu’ya iki koldan

giren bu yaklaşık 300 bin kişilik ordunun

neredeyse hiçbiri Kudüs’e ulaşamamıştır.

Kudüs’te yaptıkları insanüstü vahşetler

tüm İslam dünyasında üzücü tesirler

yaptığı için Anadolu’da geçici süreliğine

birlik sağlanmış ve Kılıçaslan yönetiminde

iyi hazırlanılmış bir orduyla muazzam

imha savaşları yapılmıştır. Üstelik Haçlılar

da ilk seferdeki kayıplarından gözleri çok

korktuğu için Ege ve Akdeniz Bölgesi’nden

aşağıya inerek Selçuk kuvvetleriyle hiç

karşılaşmamayı düşünmüş olsalar da.

Kılıçaslan ikiye ayrılan kuvvetlerin birisini

ustaca taktikleriyle iç Anadolu’ya

çekebilmiştir. Geriye kalan 200 binden

fazla sayıdaki kuvvet de iki kumandan

yönetiminde iki farklı yol izlemişse de

Kılıçaslan sırayla ikisini de imha etmiştir.

Hatta bu savaşlardan kurtulabilen bir

miktar haçlı sonradan kendilerini kabul

etmeyen Antakya Kontluğu’nun

merhametsizliği ve Türkmen insanının

merhameti ve şecaati karşısında çaresiz

bir isteklilikle topyekûn Müslüman

olmuşlardır. Ve bu sefer neredeyse hiçbir

batılı kaynakta anılmaz.

Onlar ne kadar unutsa da biz unutmayız.

300 Spartalı’dan daha efsanevi olan

ordularımız yaklaşık 1 milyon haçlıya

karşı muhteşem bir eritme savaşı

uygulayarak İslâm’ı ve Türklüğü

Anadolu’dan atılmaktan, dolayısıyla belki

tarihin sayfalarında kaybolup gitmekten

korumuştur. Yine o eşsiz ve yüce ruhlu

kahraman ordu sayesinde Haçlılar

Suriye’de tutunacak kuvveti asla

bulamamışlar ve dirençleri muazzam

derecede kırılmıştır.

İşte bu yazı; uzun zamandır içimde

beslediğim bu gamlı ve derin sessizliğin

arasında, İslâm’ın ve Türklüğün büyük

savunucusu ve SARSILMAZ DİREĞİ olan

Sultan Kılıçaslan HAZRETLERİ için bir

teşekkür niteliğindedir. Bugün; Tarihe

adını kılıçtan pençeleriyle kazıyan o eşsiz

İslam kahramanını ve Türklüğün Nuh’unu,

batmak üzere su alan KÜLTÜR GEMİMİZin

gacırdayarak çıkardığı çığlıkları dinlerken

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

17

ve karınca misali boşaltmaya çalıştığım

suyu çaresiz gözyaşlarımla arttırırken ÇOK

İYİ ANLAYABİLİYORUM.

KAYNAKÇA:

-Alexiad (AnnaKomnenos)

-EssentialHistories_ Byzantium at war (John

HALDON)

-Birinci Haçlı Seferi’nin bir Görgü Tanığı:

RaimundusAguilers (Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU)

-Türklere Karşı Haçlı Seferleri (Raşid ERER)

-http://everyhistory.org/1000first_crusade1.html

- EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 39 (Bahar

2009)HAÇLILARIN ANADOLU’DAKİ İLK

FAALİYETLERİ VEKIRKGEÇİT (DRAKON) SAVAŞI

(1096) Erkan GÖKSU

-http://legacy.fordham.edu/halsall/source/gesta-

cde.asp

https://tr.wikipedia.org/wiki/1101_Ha%C3%A7l%C

4%B1_Seferi

-http://www.medieval-life-and-

times.info/crusades/first-crusade.htm

-http://www.historynet.com/first-crusade-battle-of-

dorylaeum.htm

-World History of WarfarePaperbackbyChriston I.

Archer

-http://history-

world.org/French%20Nation,%20Part%20Five.htm

http://www.academia.edu/7151816/Ha%C3%A7l%

C4%B1_Seferleri_nelerdir

-Uluslararası Suçlar ve Tarih sayı 5-6 2008

-Türk İslam Ansiklopedisi HAÇLILAR yıl: 1996, cilt:

14, sayfa: 525-546

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

18

OTORİTER REJİMLER Osman BAŞALAN

“Yoğun ve kanlı sınıf savaşımları sonucu

siyasal bir uzlaşı ile kurulan devlet,

yöneticilerin zor kullanma gücünün yanı

sıra yönetilenlerin onayına muhtaç olan

bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.”*

Bu yazıda, yönetilenlerin onayını yine

yönetilenler üzerinde siyasi ve iktisadi

tahakküm kurarak sağlayan otoriter veya

otoriterleşmekte olan rejimlerin “istikrar

sağlama” araçlarından ve bu

otoriterleşmenin gelişiminden

bahsedilmeye çalışılacaktır.

Modern devletin oluşum aşaması, alt

sınıfların taleplerinin soğurulmasında, üst

sınıfların aşkın hukuk kurallarına vurgu

yaparak mülkiyet ilişkilerini yine kendi

çıkarları doğrultusunda fakat buna yeni

biçim verilmesiyle kurgulanmıştır.**

Marx’ın deyimiyle iktisadi ilişkilerin sessiz

baskısı sayesinde meşru şiddet tekelini

elinde bulunduran devlet, uzlaşı ve

hoşgörü yolunu unutan otoriter ve

totaliter rejimlerin var olmasına olanak

sağlamıştır. Yirminci yüzyıl başlarından

itibaren gelişen bu rejimlerin tipik özelliği,

yönetilenleri manipüle ve mobilize

edebilme kabiliyetleridir***

Demokratik kurumların vazgeçilmez

unsurlarından olan siyasal baskı kümeleri,

otoriterleşen rejimlerde, toplumsal düzeni

bozduğu iddia edilen bir düşman veya

öteki yaratımında ve yarattığı ötekiyi ifşa

edip karalama amacıyla kullanılmaya

başlanmıştır.

Otoriter rejimler, toplumu, geniş çaplı

şiddet olaylarını sıcak tutarak, bir önceki

benzer olayın acısı, yarattığı infial taze

iken bir başka şiddet eylemini doğrudan

destekleyerek veya göz yumarak

politizasyonu sağlayabilmektedir. Bu

yöntem bir yandan siyasal iktidara karşı

duyulan korkuyu arttırırken bir yandan da

yönetilenler arasındaki kopukluğu ve

ötekileştirmeciliği arttırıcı bir işlev

görmektedir. Konjonktürel olarak

yaratılan düşman algısı değiştirilmekte,

rejim sözcüsü olarak kullanılan ait basın-

yayın organları ve rejimin asalak özel

müteahhitlerinin sahibi olduğu iletişim

kanallarıyla, çıkar ilişkilerini zedeleyen

kurumlar kolaylıkla terör örgütü, bir tür

ihanet lobisi olarak lanse edilebilmektedir.

Sonuç olarak, otoriter veya

otoriterleşmekte olan rejimler,

demokratik rejimlerin hukuk kurallarına

uyum, çoğulculuk bağlamında değil,

yukarıda bahsedildiği üzere türlü zihinsel

aygıtları kullanarak iktidara sınırsız itaat

bağlamında yönetilenlerin rızasıyla

sağlanmaktadır.

KAYNAKÇA

*Cem EROĞUL, Anatüzeye Giriş, İmaj, 2013

**Berke ÖZENÇ, Hukuk Devleti Kökenleri ve

Küreselleşme Çağındaki İşlev, İletişim, 2014

***Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler,

Liberte, 2012

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

19

İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ

YAKLAŞIMLAR, YENİ TARTIŞMALAR Milli Kitap

“Aydın her dönemde, her zaman diliminde

farklı işlevler yerine getirir. Ama bunların

en belirgin özelliği bilgi üzerinedir, bilgiyi

üreten işleyen insanlar olmalarıdır. Aydın’ın

en önemli özelliği özgürlüğüdür, özgür

düşünmesidir. Sorunlara çözüm bulurken,

fikir üretirken, bilgi üretirken tamamen

hiçbir otoritenin etkisinde kalmamasıdır.

Aydın kendi iradesi ile düşünen toplumun

sorunlarına kafa yoran ve ben kimim diyen,

buna ciddi cevaplar arayan, toplumun

sorununu kendi sorunu bilip böyle kaygılar

taşıyan insandır.” İkbal Vurucu

Kitap, Türk Ocakları Denizli Şubesi

tarafından 2014 yılında yayımlanmıştır.

Editöryal bir çalışma olan eser ilk ikisi

birinci ciltte, diğer ikisi ikinci ciltte olmak

üzere dört bölümden oluşmaktadır. İki

ciltlik bu dev eserin içeriğinde Mehmet

Şükrü Güzel, Sergen Çirkin, Orhan

Kavuncu, Yıldız Akpolat, Altan Çetin,

Süleyman Eryiğit, Hilmi Demir, Şenol

Durgun, Fırat Kargıoğlu, Yılmaz Özakpınar,

Abdülkadir Çevik-Rıfat S. İlhan, Baran

Dural, Durmuş Hocaoğlu, Hüseyin Tuncer,

Yaşar Semiz, Mehmet Kaan Çelen, Ali

Asker, İdris Demirel, İkbâl Vurucu, Erkan

Göksu, Çağrı Kürşat Yüce, Mustafa Aksoy

gibi Türk’ün ocağını tüttüren

aydınlarımızın yazıları bulunmaktadır.

Türk Milletinin birer mensubu olarak

değerlerimizin yozlaştırılmasından,

kavramların içlerinin boşaltılmasından,

binlerce yıllık Türk tarihinin bir hiç yerine

konularak milli kimliğimizin yok

sayılmasından ve Türk milletinin kendi öz

yurdumuzda azınlık durumuna

düşürülmesinden rahatsızlık duyanların

okuması gereken bir kitap. Osmanlı'dan

gelen Batılılaşma ve bugünkü Avrupa

Birliği sevdasının yarattığı içinde

bulunduğumuz kimlik krizi ve devlet ve

toplum tartışmaları gündemi sürekli

meşgul etmektedir. İçinde bulunduğumuz

bu politik ve kültürel kriz milli bir devlet

olmaktan ziyade milli devlet olamamanın

bir sonucudur.

Kitabın son sayfalarında “Milli Kimliğin

Belgesi Olarak Damgalar” isimli resimler

de yer almaktadır. Türk Ocakları 100. yıl

armağanı olarak basılan kitabın

tanıtımının tam yapılmamış olması değerli

okuyucularımızın bu önemli kaynaktan

mahrum kalmasına sebep olmuştur. Bu

değerli kitabı temin etmek için Denizli

Türk Ocakları ile iletişime geçmeniz

yeterlidir.

İyi okumalar dileriz.

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

20

millikanal.com

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016

GENCAY

Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını

millikitap.com’dan ücretsiz indirebilirsiniz.