Upload
gencay-dergisi
View
235
Download
5
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 49 - Şubat 2016 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 49 - Şubat 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU KIZININ ROLÜ / Burçin ÖNER
EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ TETİKLİYOR / Mahmut Esat KIRAÇ
KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR AN ÇABASI/ Yunus Emre UYAR
İNTİHAL İLLETİ / Çağhan SARI
BEYRUT YANIYOR / Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
HAÇLILARIN KUYRUK ACISI / Hasan Hüseyin KORKMAZ
OTORİTER REJİMLER / Osman BAŞALAN
KİTAP TANITIMI: İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ YAKLAŞIMLAR,
YENİ TARTIŞMALAR / Milli Kitap
GENCAY
1
MİLLET VE MİLLİYETÇİLİKTE KOMŞU
KIZININ ROLÜ
Burçin ÖNER
Günümüzde pek çok zihinde canlanan
şudur: “Kitap, eğer edebî nitelik taşıyorsa
mutlaka Edebiyat ilmini tahsil etmiş olan
kişilerce yazılmıştır. Diğerleri, ders
anlatmak için öğretmenlerin, eğitmenlerin
ve akademisyenlerin bilimsel manada
başvuracakları birer akıl defteri olmanın
ötesine geçemez.” Ancak geçtiğimiz ay
basımı gerçekleşen “Millet ve Milliyetçilik”
isimli bir kitap var ki onun yazarı
doktorasını Amerika Birleşik
Devletleri’nde, Yale Üniversitesi’nde
tamamlamış hem de “Türk Einstein”ı
olarak bilinen rahmetli Prof. Dr. Oktay
SİNANOĞLU’nun da öğrencisi olmuş bir
kimyager… Cemiyetimizin gülen yüzü, akıl
hocası, gençlerimizin sevgilisi Prof. Dr.
İskender ÖKSÜZ…
İskender ÖKSÜZ Hoca’mızın kaleme almış
olduğu bu kitap, sadece bir fikrî ya da
sosyolojik tahliller yapmıyor; aynı
zamanda kullanmış olduğu nükteli dili ve
edebî içeriği de göz önüne alındığında
yazımızın başında ifade ettiğimiz
düşünceleri tepetaklak ediyor. Bir hedef
kitle belirleyerek yazılan tüm kitapların
üzerinde bu eser, lise çağından başlayarak
yukarıya doğru bütün nesillerin hem
rahatlıkla anlayacağı hem de sıkılmadan
okuyacağı bir nitelik taşıyor. Zaten “Bu
kitabın amacı; bilimin, millet ve
milliyetçilik hakkında söylediklerini
uzman olmayanların da anlayacağı bir
dille açıklamaktır.” Diyerek bunu kendisi
de tekrarlıyor.
Bu yazı, bir kitap tanıtımı yazısı değildir,
her ne kadar hocam benden bir tenkit
yazısı istemiş olsa da naçizane birkaç
yazım hatası dışında olumsuz manada
tenkit edeceğim bir şey de bulamadım;
zira biz öğrendiklerimizi bu
hocalarımızdan öğrendik ve tabir-i caizse
“boynuzun kulağı geçmesi gerektiğini”
biliyor olsak da henüz kulağı geçecek yaşa
ulaşamadık. O nedenle biz en iyi haddimizi
biliriz demekten öteye geçememekteyiz.
Demek ki yapabileceğimiz şey, olumsuz bir
eleştiri yapmak değil; olumlu eleştirileri
de pek çok isim yaptı; bizimkisi benzeri
tekrardan öteye geçmeyecek. Öyleyse en
iyi bildiğimiz şeyi yapalım: bir şiir sizi
etkilese de bir ya da birkaç dizesi ayrıca
dokunur gönül telinize yahut bir şarkı
veya bir filmdeki küçük bir replik… Aynı
şey bir kitap için de geçerlidir. Dolayısıyla
ben de bu kitapta en çok etkilendiğim
kısmı ele alacağım; “ŞAMANDRA”…
Biliyorum ki büyük şehirler haricinde bu
kitaba ulaşmak o kadar da kolay değil.
Kitapevlerinin çeşitli hassasiyetlerle (!) -
burada isim vererek hiçbir yazarı töhmet
altında bırakmak istemiyorum- kaleme
alınmış olan kitapları entelektüel(!) bir
hava katarak söylemek gerekirse “best
seller” raflarında yer verirken bu kitaba
birçok ilde ancak özel talep üzerine
GENCAY
2
getirtilerek ulaşılabiliyor. Şükür ki
yazarıyla aramız iyi de önden “pdf” hali
elimizdeydi. Bizimki, kitabın kokusuna
duyduğumuz hasretti.
Bu vesileyle kitaba hâlâ ulaşamayan kişi
sayısı pek de azımsanacak boyutta değildir
diye düşünerek kısaca içerinden de
haberdar etmek istiyorum. Kitap, on-on
beş yıl önce aralarında rahmetli Nevzat
KÖSOĞLU’nun da konuk olarak bulunduğu
bir televizyon programı hatırası ile
başlıyor. Programdaki o bilindik “anti-
milletperver” bakış açısına karşılık şöyle
diyor: “Bilimler çok şey söylemekte, çok
farklı şeyler söylemektedir ama bunları bir
senteze götürmek, her bir teori içindeki
kısmî doğruları alıp gerçeğe teker teker
her birinin yaklaştığından daha çok
yaklaşmak, böylece onların her birinin ayrı
ayrı gördüğünden daha berrak bir
manzara görmek mümkündür.”
Bilim ve İnsan Bilimleri, Irkçılık,
Marksistler ve Millet, Post Komünizm ve
Postmodern Emperyalizm, Siyasî
Ümmetçilik, Sosyolojide Millet Teorileri,
Modernizm, Etnosembolizm, Biyolojiden
Destek, Türk Milleti Ne Zaman?, Millet-
Devlet ve Dil alt bölüm başlıklarını içeren
376 sayfalık kitap, aslında ne bir poh
pohlama güdüsü ne de fikri temellerimizi
karşı cenahlara ispat çabası içinde… Onun
tek derdi, dünyadaki önemli bilim
adamlarının konu ile alakalı bulgularını,
düşüncelerini kendi görüşleri ile
sentezleyerek gerçekleri dünyanın gözleri
önüne sermek. Yaptığı alıntıları
eleştirirken ya da desteklerken kullandığı
dil bir taraftan sizi güldürürken diğer
taraftan da düşündürüyor.
İşte Siyasî Ümmetçilik bölümünden bir
örnek;
"Ashabdan Vasile b. Ül-Aska' anlatıyor:
Peygamber Efendimiz'e sordum:
- <Ya Resulallah! Bir kimsenin kavmini
sevmesi asabiyetten sayılır mı?>
Zat-ı Risaletleri buyurdular ki:
- <Hayır!.. Ancak kişinin zulüm ve haksızlık
halinde olan kavmine yardım etmesi
asabiyyettir.>"
(...)
Yazdıklarımı araştırırken internetteki
hadis sitelerinde "asabiyyet"i "party spirit"
yani, "parti ruhu / partizanlık" olarak
İngilizce'ye çevirdiklerini fark ettim.
"Partizanlık" "fanatizm"den çok da uzak
değil... Seçim öncesi hutbelerine bakarsak
belki bunların arkasındaki asıl sebep de
budur: partizanlık, parti asabiyyeti...
Kusura bakmayın, galiba siz bizim
ümmetimizden değilsiniz. Hadisler öyle
diyor da...”
Ve elbette Şamandra…
Şamandra isimli ek bölümün 13 sayfa
olduğu göz önüne alınırsa burada
tamamını iktibas edemeyeceğimi takdir
edersiniz. Bu sebeple, kısa bir bölümünü
alıntılayacağım.
“Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda.
Yahya KEMAL
BİRİNCİ SORU
«Kültürümüz büyüktü. Kültürümüz derindi.
Avrupa, Rönesans’ın ışığıyla eski Yunan'ı
görmeğe çalışırken bizim kültürümüzün
güneşi yanında eski Yunan gölgede kalmıştı.
Kültürümüz şaheserdi. Şahaneydi.
Şaşaalıydı... Sonra onu bize unutturdular.
Öğretmediler. Tahrip ettiler. Sonunda, her
GENCAY
3
sahadaki gibi kültürde de Avrupa'nın
ağzına bakar, Batı'ya el açar olduk.
Mevlâna'nın, 'tozlu, örümcek kafalı
tekkecilik' ithamlarından kurtarılabilmesi
— doğrusu, onu bulanık gösteren tozların
kafamızın hiç olmazsa bir penceresinden
silinebilmesi — için Avrupa'nın, «Mevlâna
büyüktür!» hükmü gerekti. Yunus sırada
bekliyor. Batılı vakit bulursa Itri'yi, Sinan'ı,
Bâkî'yi, Şeyh Gâlib'i de göreceğiz; tabi yine
Batı'nın gösterdiği kadar, yine Avrupa'nın
gözüyle.»
Bunlar, kültürümüzü müdafaa için
söylenenlerin mealen özetidir. Müdafiler
herhâlde haklıdır. Dedikleri herhâlde
doğrudur.
Fakat...
Fakat: Bu derece güçlü, bu derece kuvvetli
bir kültürü neden biz göremiyoruz? O kendi
gücü ve kendi derinliğiyle kendini ispata
muktedir değil midir? Unutturdularsa
neden hemen hatırlayamıyoruz? Tahrip
ettilerse kitaplar yakılmadı ya. Yazı
değiştiyse yeni harfle tekrar basılanları yok
mu? Sinan hâlâ İstanbul'da, Edirne'de
yaşamıyor mu? Yunus, Bakî, Itrî: sayfada,
plâkta durmuyor mu? Eksik de olsa elimizde
değil mi? Okuyoruz: Lügatle de anlasak
güzel olduğunu hissediyoruz. Dinliyoruz:
Kulağımıza hoş geliyor. Fakat niçin o
bahsedilen derinliği bulamıyoruz? Neden
bizi gönlümüzden, ruhumuzdan tutup
sarsamıyorlar Onlar ki derindi, şaheserdi,
şahaneydi, şaşaalıydı... Hem, tahribattan
sonra sanat diye, eser diye piyasaya
sürülenleri o büyük güç neden bir çırpıda
siliverip meydana kendisi hâkim olmuyor?
Eski kültürümüzün yüceliğini bize anlatan
bazen bir fıkra, bazen bir kitap, bazen
saatler süren bir konferanstır. Fakat hepsi
aynı sonla bitiyor: Yazan, konuşan, anlatan,
adetâ bir takdimcidir. Sahneye çıkar, kapalı
perdenin önünde durur ve der ki «İşte şimdi
göreceksiniz. Biraz sonra başlıyor. Eski
kültürümüzü bütün debdebesiyle bu
perdenin arkasına topladık. İşte şimdi...».
Sonra haşmet vaat eden bir bestenin ilk
notaları duyulur, atlas perde kıpırdanır...
Elektrikler söner.
Elektrikler daima söner. Ve fıkrayı, kitabı
bitirdiğimizde; sohbeti, konferansı
dinlediğimizde, içimizde sâdece tatmin
edilmemiş bir ihtiras kalır, o da az sonra bir
burukluğa, sıkıcı bir tortuya dönüşür.
Niçin o harika bize illâ bir şahit aracılığıyla
aktarılmalıdır? Kendi gözlerimiz, kendi
kulaklarımız, kendi gönlümüzle onu niçin
hissedemeyiz? Neden elektrikleri her
seferinde söndürürler?
Yoksa aldatılıyor muyuz? Yoksa o büyüklük
bir yalan mı? Sakın, «Sizin klâsikleriniz
nelerdir?» sorusuna, «Bizim klâsiklerimiz
yoktur!» cevabını veren adam haklı
olmasın...”
Bu, yazarın sorduğu ilk soru… Bunun gibi
bir soru daha soruyor ve biliyor ki onca
yozlaşmanın, onca yoğunluğun(!) içinde
kimse bu sorulara cevap veremez. Oturup,
kendi cevaplıyor ve en sonunda da diyor
ki:
“ŞAMANDIRA
Kaybettiğimiz üst sembol kademelerini
kazanmağa, «Yağmur yağıyor, seller
akıyor»dan başlamak lâzım.. Arkasından
adım, adım, atalarımızın yüce mirasına
tırmanacağız. Tırmanış, o yücelikçe sarp ve
zahmetli olacaktır. Sonra o sembollere
hâkim, o ışıkları gören yüzbinlerce
öğretmen yetiştirmeliyiz. İlk pırıltılar ancak
GENCAY
4
ondan sonra belirecektir. Ve muhakkak ki
her şeyden önce o sembolleri hâlâ bilen,
yani gözleri hâlâ gören birkaç «ilk ateşçi
»ye ihtiyacımız var.
Bir paragrafta özetlediğimiz bu program
birkaç nesil geçmeden gerçekleşemez.
Amnezi hafızayı bir dakikada yok eder ama
sildiği hâtıralar, bir ömürden evvel
kazanılamaz.
Fakat elimizi çabuk tutmazsak bizi dönüşü
olmayan bir uçurum bekliyor: İlk ateşçileri
ebediyyen kaybedebiliriz. Bir Yahya Kemal,
bir Arif Nihat göçünce bir devir
kapanıyorsa, bir Tarlan kaybedildiğinde
divan edebiyatının ışıklarını bize göstersin
diye bütün gözler bir Ali Haydar Diriöz'e
çevriliyorsa tehlike adımını kapımızdan
içeri atmış demektir.
Kültürümüz batmış bir gemiyse bizim
neslimiz onu yüzdürecek güce sahip
değildir. Gencimiz, genç orta yaşlımız, o
sembollerin en çok varlığını bilmektedir.
Derinliğini veya kendilerini değil. Bu
satırların yazarı Bâkî'ye pamuk ipliğiyle
tutunurken Şeyh Galib'e erişememekte ve
aşağıda, çocuklarını yutmak için ağzını
açmış bekleyen mağaraya dehşetle
bakmaktadır. Biz bu gemiyi çıkaramayız.
Ancak, «Burada battı» diye bir şamandıra
dikebiliriz ki gelecek nesiller onu —hiç
olmazsa— yanlış yerlerde aramasınlar.
Yoksa âlemi deryalar etsek bir daha o şah
inci vücuda gelmez. Yoksa yalnız Itrî'nîn
kayıp besteleri değil, bütün bir kültür âlemi
gemiler geçmeyen bir ummanda gömülü
kalır.”
Sorusu sorunun, cevap da cevabın hakkını
vermişken ben ne diyebilirim ki? Genel
itibariyle büyüklerimizin bize elle tutulur
bir şey bırakmadığından, onlar sebebiyle
hep yerimizde saydığımızdan, bayrağa bir
adım öteye götüremeyişimizden dem
vurup duruyoruz. Bunların hepsi
doğrudur. Pek çok şeyin müsebbibi yine
bizden önceki nesillerdir. Lâkin, durum
işte tam da Şamandra’nın ilk sorusunda
değişiyor. Onların hatalarını devam ettiren
bizler… Öz-Türkçe zırvasının arkasına
takılıp giden bizler… Sanatı-edebiyatı anlık
hazlardan ve konjonktürel saplantılardan
ibaret sayan bizler… Hadi, oturup hep
beraber düşünelim: UNESCO bir “Mevlana
Yılı” çıkartmasaydı bizler bugün sosyal
medya hesaplarımızdan “trip” attığımız
sevgililerimize onun sözleriyle
göndermeler yapabilecek miydik acaba?
Bu karakteristik olmayan ama içten geldiği
gibi yazılan konuşma havasındaki yazı bize
hiçbir şeyi öğretmese de “Yağmur yağıyor,
seller akıyor” dendikten sonra camdan
bakanın “Arap kızı” değil de “komşu kızı”
olduğunu hatırlatır ve bir daha
unutturmaz, umarım.
Son olarak; İskender Hoca'nın Millet ve
Milliyetçilik kitabına ulaşan fakat kitabı
hala okuma fırsatı bulamayanlar, okuma
fırsatı bulsalar bile okumayanlar bir de
"imzalatıp fotoğraf da çektirdik işte" iç
huzurunu yaşayanlar için söylüyorum:
kitabı değilse bile kitabın 227. Sayfasında
yer alan "Şamandra" başlıklı ek bölümü
lütfen okuyunuz. Bence bir şaheser niteliği
taşıyan bu kitaptaki zirve satırlar burada
yer alıyor.
GENCAY
5
EĞİTİM SİSTEMİMİZ CEHALETİ
TETİKLİYOR Mahmut Esat KIRAÇ
Tuzsuz Deli Bekir Karagöz’ün kafasını
kesmek ister.
- Bu kelleye ne vereyim? Diye sorar
- Beş kuruş.
Tuzsuz Deli Bekir, kamasının kabzasıyla
Karagöz’ün kafasına hafifçe bir iki
dokunur:
- Bu kafa beş kuruş etmez.
- Neden?
- Bu kafa eski, bu kafa çatlak.
Karagöz kızar:
- Çatlak matlak ama ben onu altmış
senedir kullanıyorum.
İşte günümüz eğitim sistemi de tam
böyledir. Çatlak matlaktır eksik ve
noksandır ama biz onu yıllardır
kullanıyoruz. ‘’Ümitsizlerin çoğu ümitlerini
değil cesaretlerini kaybetmişlerdir.’’
Gençliğimizdeki bu cesaret kaybının
sebebi ise eğitim sistemimizin pek de ümit
verici olmamasından kaynaklanmaktadır.
Sistemimiz malumunuz olmak üzere beyin
doyurmuyor aksine beyni yoruyor ve
şişiriyor. Öğrencilerimiz ilkokul, ortaokul,
lise ve üniversite serüvenleri sırasında
yoğun bir ezber sistemi ile boğulurken
öğretmenlerimiz ise ''Suç atmaca'' oyunu
oynuyor. Üniversite öğretmenleri
lisedekilere, lise öğretmenleri de ortaokul
ve ilkokuldaki öğretmenlere suç atarak
kendi üzerlerindeki yükleri hafifletmeye
çalışıyor. Durum böyle iken öğrenciler de
kendilerinde suç aramaktan vazgeçerek
mükemmel insanların bozuk ürünü olan
eğitim sistemimiz meydana geliyor. Bu
sistemle evvela çocukluktan hevesi ve
cesareti kırılan bir nesil yetişiyor.
Bakınız Peyami Safa bu konuda neler
söylemiş:
“Yaşı otuzunu geçmiş bir adamdan rica
ederim: Bir an tasavvur etsin ki, her gün
sabahları kalabalık bir odaya giriyor;
akşama kadar, birer çeyrek fasıla ile az
kımıldayarak, dört beş konferans dinliyor.
Bu konferansların her biri başka bir
mevzudadır ve çoğu, dinleyen adamın ne
mizacıyla, ne hususi hayatıyla, ne
mesleğiyle, ne de istikbaliyle alakalıdır.
Mesela bir kuyumcu, gününün birkaç
saatini şu bilgileri dinlemek ve bellemekle
geçiriyor: Amerika kıt’asındaki Amazon
nehri hangi mevsimlerde alçalıp yükselir?
Bundan iki bin iki yüz yirmi sene evvel
GENCAY
6
Şihvangti hangi ayda Çin imparatoru
olmuştur? Firdevsi’nin Şehnamesinde kaç
mısra vardır? Sicilya’da kükürt nasıl
istihsal edilir?
Yaşı otuzu geçkin bir adam, günde beş
saat, bu konferansları bir ay dinlese, hiç
şüphe yok serseme döner; hâlbuki biz
çocuklarımıza on altı sene bunları
dinletiyoruz. Yalnız dinletmekle kalmıyor,
öğretmeye kalkıyoruz; yalnız öğretmeye
kalkmakla da kalmıyor, vazife halinde
yazdırıyoruz; yazdırmakla da kalmıyor, sık
sık imtihana çekiyoruz; imtihana çekmekle
de kalmıyor, öğrendiğini hatırlayamazsa
döndürüyoruz; yalnız döndürmekle de
kalmıyor, iki sene sınıfı geçemezse
okuldan kovuyoruz; yalnız kovmakla da
kalmıyor, onu başka mektebe de
almıyoruz, ilk önce haysiyetini, sonra
cesaretini kırıyor ve nihayet istikbalini
mahvediyoruz.”
Öğretim programlarımızın kötülüğü açıkça
ortada ve mide bulandırıcı şekilde devam
etmekte, her gün öğrencilerimiz bu
konferansları almaktadır. Üstelik yorum
yaptırmadan direkt ezber olarak dayatılan
çoktan seçmeli sınavlarla da öğrencinin
düşünme ve yorumlama kabiliyeti
ölçülmeden not verilmektedir. Bu konu ile
ilgili yine Peyami Safa şunları ifade
etmiştir:
‘’Öğretim programlarının kötülüğü yalnız
vermeye çalıştığı bilgilerin çokluğunda,
çeşitliliğinde ve lüzumsuzluğunda değildir.
Daha beteri var: Bunlar çocuğa her gün
tıka basa, üst üste, merakının ve
tecessüsünün ne istediği hiç hesaba
katılmadan, zorla öğretilmektedir.
Vücut için iştah ne ise zekâ için de merak
odur. Şu farkla: Vücudun iştah saatlerini
tanzim etmek mümkündür, muayyen
zamanlarda yemek yeriz; fakat zekânın
tecessüs anlarını ne tayin, ne de tanzim
etmek kabildir. Yarın saat kaçta canımızın
ekmek isteyeceğini bugün aşağı yukarı
biliriz; fakat yarın saat kaçta ve neyi merak
edeceğimizi ve öğrenmek isteyeceğimizi
bugünden değil, yarım saat evvel bile tayin
etmekten aciz kaldığımız çoktur. Bu merak
doğmadan her gün beş saat ders okumak,
susamadan her gün beş bardak su
içmekten daha zararlı ve ıstıraplı olmaz
mı?’’
Şu anda ne yazık ki eğitim sistemimiz
öğrencilere her gün susamadan su
içirtiyor. Bu daha acıdır ki sınavlarda o
suyun aynısını tekrar kusmaları da
isteniyor. Ne içtiysen onu kusacaksın ya da
ne öğrendiysen onu yazacaksın diyerek
yorumlamanın önü kapanıyor.
Yorumlamadan ezber yapıp sınav kâğıdı
teslim edenler yüksek notlarla geçip
çalışkan diye nitelendirilirken yorum
yapan kendi düşüncesini katanlar ise
hocanın belirttiklerinden farklı kâğıt
verdiği için düşük not alıp tembel
oluveriyorlar. Çalışkan olmak için
tembelleşmeliyiz çünkü sadece tembeller
yazılanı aynen geçirir ve sadece tembeller
kopya çeker. Fakat unutmayalım ki
GENCAY
7
öğretmenin anlattıklarını aynen sınav
kâğıdına geçirmek de kopya!
Ülkeyi kalkındırmak adına her yere
üniversiteler açıldı yetmezmiş gibi
açıköğretim fakültelerinden de
üniversiteler okunmaya başlandı. Herkes
diploma sahibi oldu herkes ezberledi
herkes sınıf geçti. Aslında mesele diploma
dağıtmak değil bu gençliğe iş istihdam
olanakları olmadığı için üniversitelerle
oyalamak.
Durum böyle olunca da aklıma rahmetli
Mümtaz Turhan Hoca’nın sözü geldi:
“Türkiye kaynakları kıt olan bir ülke.
Kalkınmakta olan bütün ülkelerin temel
meselesi kaynak yok. Gelişmiş ülkelerle
arasında ki mesafe giderek açılıyor.
Buraya yetişmesi lazım bunun için kaynak
lazım. Kaynağı nereden temin edersin
dışarıdan borç alırsın. Çok üretim yapar
rekabet yapar ihracat yoluyla para
kazanırsın ki bu ülkeler kaynağı olmadığı
için ARGE’ye, teknolojiye yatırım
yapamıyor. Rekabet yapacak kalitede
teknolojiye sahip değiller zaten sıkıntı bu.
Millî eğitimden başlamak lazım bunun için.
Kıt kaynağı biz milli eğitimde nasıl
harcayalım? Cumhuriyetin projesine karşı
çıkıyor. Nedir cumhuriyetin projesi?
Herkesi okuma yazma öğretirsek ülke
kalkınır, herkesi ilkokul mezunu yaparsak,
mecburi eğitimden geçirirsek ülke kalkınır
gibi kıt kaynağı bütün alana ve herkese
yayıyorlar” dedi hoca. Hâlbuki bundan bir
ülke kalkınmaz dedi. ”Mesela Afrikalı vahşi
bir kabileye okuma yazma öğretirseniz ne
olur dedi okuma yazma bilen vahşi bir
kabile olur.” dedi. Elbette biz vahşi bir
kabile değiliz fakat diplomalı cahillerimiz
de yok değil. Rekabet yapamıyoruz
maalesef. Batıda yorumlamayan
öğrencinin üstünü çiziyorlar. Bizde her
yoruma bir ideoloji dayatılıyor ne öğrenci
yorum yapabiliyor ne de öğretmen yorum
yaptırıyor. Hazırlopçuluğa alıştık hem biz
alıştık hem de bu sistem alıştırdı.
Dünyada yedi milyar insan yaşıyor herkes
yorum yapar ve kendinden bir şeyler
katmaya kalkarsa yedi milyar farklı yorum
doğar bu durumda zaten karışık olan
dünya karmakarışık bir hal alır. Bundan
dolayı birilerinin bu farklı yorumların
önüne geçmesi ve insanları daha kolay
yönetebilmesi için gerek medya gerekse
eğitim kollarını ele geçirmesi gerekiyor.
Sokaklara çıkıp klişe birkaç soru
sorduğunuzda klişe cevaplar alırsınız.
Televizyonlarda herkes aynı anda aynı
kanalı izler yönlendirilirler. Öğretmenlere
sınavlarda hep aynı cevapların bulunduğu
yorumsuz cevap kâğıtları verilir ve bu
böyle devam eder. Birileri robotlaştırır,
kendisini ve iktidarını hâkim kılmak,
başkalarının uyanmasını önlemek için bir
karnaval kültürü ile insanları yönlendirir.
Kısaca eğitim bir sınavlar bütünü asla
değildir. Başarı ise devletin düzenlediği
sınavlarda yeterli puanı almak hiç değildir.
Ne zaman mevcut fikirleri aşar daha çok
düşünmeye ve yorumlamaya başlarsak
işte o zaman gerçek eğitim serüvenimiz
başlamış olur. Aksi takdirde böyle devam
edersek diyecek tek şey ‘’OKULLAR
EĞİTİMİ ENGELLİYOR’’ olur. İlerlediğinizi
düşünürsünüz oysaki yürüyen merdivene
tersten binmişsinizdir.
GENCAY
8
KOCA ADAMIN YEKPÂRE GENİŞ BİR
AN ÇABASI Yunus Emre UYAR
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında,
Yekpâre geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.”
Tanpınar’daki zamansal bütünlük
meselesini bir romanın ana kahramanının
bünyesinde görmek ayrı bir tat verir. İnsan
bilinci kendini belli bir bütünlük içinde
bulur. Varoluş kaygısını güderken
takvimin tek parça kalabilmesi, hiç değilse
bilişi besleyecek bir bütünlük göstermesi
oldukça istendik bir hâldir.
Koca Adam Kudret’e bu bağlamda bakmak
mümkün. Çünkü onun roman boyunca
sırtlandığı davanın özünü oluşturan
dağılmaya yüz tutmuş zamanını derlemek
hedefi. Yazar bunu vermek için kendi
yaşanmışlıklarından hareketle bir yol
tutmuş. İnsan bilişinden öteyi de beriyi de
alıp götüren, zihnin öncesine kasteden bir
hastalık ve onla uğraşmak etrafında
güdülen bir yaşantı toparlama mücadelesi
kurgusu oldukça özgün ve çarpıcı
görünüyor. Kudret, geçmişini kendisine
unutturacak bir hastalığa maruz kalır.
Buna verdiği tepki geçmişini yazmaktır.
Oturup geçmişini düşünür. Bu ona roman
boyunca eşlik edebileceği bir iç muhasebe
fırsatı verir. Bugün eğitim programlarının
yeni kuşaklarda oluşturmak için epey
gayret sarf ettiği, yöntem-teknik
geliştirdiği bir özelliktir öz değerlendirme.
Kudret’inki de aslında bu. Özünü
değerlendirme. Lise yıllarını, çocukluğunu,
gençliğini, çocukluk arkadaşlarını, ilk
aşkını, ailesiyle olan ilişkilerini… Kudret
avucunu açıp yaşantısını doldurmakla
kalmaz, odaklanıp izler onu. Ancak tüm bu
meşgale sırasında bugünden kopmaz,
kopamaz. Dünü ve bugünü kucaklamak
gayreti göstermesiyle Kudret, romanın ana
gövdesini ve kurgunun özgünlüğünü
ortaya koyar.
Zaman boş geçmediğinden zamanı
toparlamak için o zamanın tüm
bileşenlerine de el atmak gerekir.
Kudret’in mücadelesini renklendiren de
budur aslında. Zamanın ona verdiği –ya da
aldığı- ailesi, eşi, çocuğu, sevdası, dostu
hep bir zaman içinde akıp giderken
dondurulmaya çalışılır Kudretçe. Tabii bu
süreci okuyanlar keşke zaman gibi olsa her
bir bileşen, diyebilir ama durum ne yazık
ki pek de öyle değildir. Her birinin kendi
zamanı vardır Kudret’in belli bir zaman
içinde toplamak istediklerinin. Eşinin
GENCAY
9
mesela, ya da kızının. Kudretsiz geçen
yıllarında yapılandırdıkları başkalaşmaları
tahmin edilebilir. Sevdiği kızın, Emine’nin
de öyle. İşte Kudret’in asıl meselesi
bunlarla mücadele etmektir. Kendi
zamanlarında savrulup gidenlere bir
şeyler söyleyebilmek…
Tabii bunlarla uğraşırken Kudret’in bir de
bugünü var yanı başında. Geçmişinden
uzanan bir elin çekiştirdiği ve işlerini epey
zora sokan bir bugün, roman kurgusunun
gerilim olgusunu büyütmeye yarar. Bunun
en somut örneğini Kudret’in eski eşi ve
çocuğuna dönmeye çabaladığı, bunun için
istenç gösterdiği bir dönemde Cüneyt
Numar’ın çıkıp geçmişini şimdisine
sokuşturmasından görebiliriz. Numar’ın
zor kullanarak Kudret’i yıllar önce
vazgeçtiği yasadışı dövüşlere
döndürmesinin eşi ve çocuğu tarafından
yüzeyselce fark edilmesi Kudret’in yeni bir
hayat çabasını epey zedeler. Eşinin
inancını bir kez daha yitirmesine sebep
olur.
Zamanın tek parçalığı kaygısı hangi kurgu
ile verilebilir diye düşünürken özgünlük
arayanlar için bu roman epey işlevseldir
çünkü olay örgüsünde de ayrılmışlığın
bütünleştirilme çabası belirgindir. Olaylar
iki farklı zamandan başlayıp nöbetleşe
devam ederken giderek birbirine yaklaşsa
da nihayetinde kesişmez. Olay örgüsünün
takvimi bir bütüne ulaşmadan roman
biter. Zaten Koca Adam da amacına
ulaşamamış, zamanını toparlayamamıştır.
Buradan bakıldığında kurgunun içerikle
olan bu uyumu oldukça beğenilesidir.
Metnin küçük yapısına inince okuru yer
yer çarpıcı deyişler karşılar. Gözlerinin
altındaki çizgilerin kadehe dökülmesi gibi
birtakım ifadeler yazarın bulduğu birkaç
fırsatta güç gösterisi gibi okunabilir.
Okurda ileriki sayfalara ilişkin beklentiyi
arttırır. Bu türden küçük çıkışların
devamını beklemek okurun hakkıdır.
“Koca Adam” romanının ayrıntılı bir
tahliline girmeksizin onun ana gövdesini
oluşturan meselesine değinmekle
sınırlanan bu yazıyı bitirirken genç
denebilecek yazardan beklentilerin hatrı
sayılır derecede yüksek olduğunu
kestirmek gerek. Umulan o ki yazarın
yüksek çıtada başlattığı roman tekniği
farklı sürümleriyle Türk edebiyatındaki
yerini alır.
GENCAY
10
İNTİHAL İLLETİ
Çağhan SARI
Hırs, istikbal duygusu ve kademeleri
süratle aşma arzusu. Ele alacağımız hadise
için elbette genel geçer sebeplerin
sıralanmasını istesek ilk önce bunlar
yazılır. Fakat yıllar boyu çalışmalar üreten,
önünde aşılacak kademeler ve erişilecek
bir istikbal kalmayanların hangi gerekçe
ile buna meylettiklerini bilemiyoruz. Evet,
akademinin kendi bünyesinde barındırdığı
bir illeti, intihali ele alacağız.
İntihal, Türk Dil Kurumu sözlüğünde
aşırma olarak açıklanıyor. Bir kişinin
eserinde, başka birine ait ifadenin,
buluşun veya tespitin kendine aitmiş gibi
kullanılması olan intihal, akademik
hırsızlıktır. Yaygın bilinen bilgilerin
özellikle literatür izahı noktasında
kullanılması sırasında kaynak
gösterilmeden yazılması intihal olarak
kabul edilmemektedir. Ancak alıntı yapılan
cümle, veri, fotoğraf, belge vs.nin kaynağı
gösterilmeden kullanılması, özellikle
ikincil kaynakların bu şekilde kullanılması
intihaldir. Eser sahibi, alıntı yaptıktan
sonra dipnot türlerine göre atıfta
bulunmadığı takdirde doğrudan intihal
yapmış sayılmaktadır.
Peki, intihale yönelime bakacağımız zaman
durum araştırmacılarının dikkatini
çekecek bir noktadadır. İsim vererek bir
yola girmeyeceğiz. Ancak, yurtdışında da
intihal sorunuyla karşılaşıldığı ve bunun
beynelmilel bir mesele olduğunu
vurgulamak için Almanya eski Savunma
Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg'i
örnek gösterebiliriz. Guttenberg, doktora
tezinde intihal yaptığının ortaya çıkması
üzerine bakanlıktan istifa etmiştir.
Ülkemizde de rektörlerin dahi intihal
yaptıklarının anlaşıldığı ve bu nedenle
rektörlükten alındıklarını söyleyelim.
İntihal yaptığı tespit edilen bir profesör
tenzili rütbe diyebileceğimiz bir kıdem
gerilemesiyle cezalandırılmaktadır.
Örneğin bir intihal yaptığı belirlenirse
doktora sonrası çalışmaları yok sayılarak
öğretim üyesi doktor unvanına
düşürülmektedir. İntihal eğer doktora
tezinde ise doktorluğu, dolayısıyla bütün
akademik kariyeri silinebilmektedir.
Ancak bu cezaların tatbik edilmesinde
zaman zaman soru işaretleri
belirmektedir.
Bir yüksek lisans ödevi için yaptığımız
araştırma sırasında, daha önce kabul
edilmiş ve devletin konuyla ilgili
kurumunun resmi sitesinden temin
edebileceğiniz bir yüksek lisans tezinde
dikkatli bir tarama ile bir kaynaktan,
sadece cümle de değil, tamamen bir
paragrafın baştan sonra kopyalanıp
yerleştiğini belirleyebilirsiniz. Ancak
burada yapılacak şey, hırsızlığa maruz
kalan şahsı haberdar etmenizdir. İntihalle
GENCAY
11
emeği çalınan bilim insanının şikâyetçi
olması durumunda açılan tahkikatın
müspet sonuçlanması konusunda ise
endişeyi muhafaza etmenizde fayda var.
Çünkü çoğu zaman konunun sadece
kınama ile geçiştirildiğini görmeniz
muhtemeldir.
Türkiye'de özellikle sosyal bilimlerde,
tarih ve edebiyatta intihal üzerine kıymetli
araştırmalar yapan Prof. Dr. Ali Birinci,
Tarihçiliğin Kara Kitabı isimli eserinde
tespit ettiği yirmiye yakın intihal
hadisesini ele almaktadır. Kitabının ek
bölümünde fotokopilerle intihalleri
karşılaştırmalı olarak sunan Birinci'nin
kitabını bütün tarihçi ve tarihçi
adaylarının edinerek istifade etmesinde
fayda var. Tabi yine kitapta yer alan,
intihalleri tespit edilen vakalarla ilgili
yüksek idarenin kayıtsız kaldığı
durumlarla karşılaşacağınızı da belirterek
hazırlıklı olunmasını ifade edelim.
İntihal temelden başlayan bir
hastalıktır. Lisans öğrencilerinin aldıkları
bilimsel hazırlık mahiyetli ödevlerinde
sıkça başvurdukları kopyala yapıştır hal
tarzının öğretim üyeleri tarafından önüne
geçilemeyişi bu sorunun ilk nüvesinin
nerede başladığını bize göstermektedir.
Kalabalık sınıflarda eğitim yapılırken,
ortalama on sayfadan mürekkep ödevleri
elbette öğretim üyelerinin ince bir tetkikle
okuması mümkün değildir. Üniversitelerin
birçoğunda yeni başlanan intihal tarama
programlarında ise ödevlerin tek tek
kontrol edilmesi uzun zaman alan
zahmetli bir hadisedir. Bunu fırsat bilen
öğrenci, ödevini kendi cümleleriyle
meydana getirmektense derhal sanal
ortamda edineceği kaynaklardan parçalar
alarak ödevini oluşturmaktadır. Bu hal
tarzını yüksek lisansa da sürüklemeleri ile
hırsızlığı yaşamlarının bir sonraki
aşamasına taşımaları talihsizliktir.
Yazımızda şuna da değinmemiz gerekir ki
Chigago tipi atıf ya da APA tip atıf diye
bilinen metot da intihalleri hızlandıran bir
başka öğedir. Yazımı kolaylaştıran ve
ortak bir üslup oluşturmak için faydalı
olan bu metot, hayal ürünü kitaplar ya da
hayal ürünü sayfalar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Araştırmacı, kaynağa erişmek
istediği anda söz konusu notun sahihliğini
de incelemek zorunda kalmaktadır.
Doktora öncesinde öğrencilerin kaleme
aldıkları lisans hatta yüksek lisans
tezlerinin, çeşitli gerekçelerle tez
danışmanları tarafından dahi
okunamaması, dipnot ve yazı kaidelerinin
incelenmesi ile danışmanların sınırlı
kalması, intihali akademiye taşımaktadır.
Lisans tezlerinde hassasiyetin fazla
tebarüz edemeyeceğini de kabul etsek bile
yüksek lisans tezlerinde kişiler sessizliğine
bürünmemelidir.
Öğrencilerin bir an önce hazırlamakla
yükümlü oldukları çalışmaları
GENCAY
12
tamamlamak adına bu yola
başvurmalarının yanı sıra bugün akademik
unvanları olan isimlerin, makalelerinde
belge ve veri hırsızlığına lütfetmeleri
karşısında yukarıda değindiğimiz gibi çoğu
zaman ciddi bir kovuşturma yapılmıyor
olsa da isimlerinin bu şekilde anılıyor
olmasıyla saygınlıklarını ve
güvenilirliklerini zedelediklerinin umarız
farkında olurlar. Nitekim bu satırları yazan
kişi de bir hocasının intihal
soruşturmasına tabi tutulduğunu, bir
hocasının da intihal söylentilerinin ayyuka
çıktığını öğrendiğinde, bu isimlerin
çalışmalarına karşı kırılamaz ve nahoş
şeklinde tanımlanabilecek bir önyargıya
sahip olmuştur.
İntihali engellemek, her şeyden
önce çalışma ahlakının tepeden tırnağa
tesis edilmesiyle mümkündür. Kontrol
mekanizmalarının işleyişini kat be kat
arttırmak intihale son verdirmekten
ziyade yapılan intihallerin tespitinde yarar
sağlayacaktır. Tabi caydırıcı cezaların ve
ciddi soruşturmaların intihali en aza
indirgeyeceğinden şüphe yoktur. Ama
felsefe olarak çalışma ahlakının tepeden
tırnağa tesisi, intihali tamamen yok etme
noktasında cemiyetin aradığı devadır.
GENCAY
13
BEYRUT YANIYOR
Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
Senin bıraktığın yerde,
Siyah ovalara şiir yazmaya,
Devam ettim ben.
Beyrut yanıyor gibiydi
Sen gidiyordun.
O zaman anladım ki:
Çekicin örsü dövmesi gibi
Değiyordu kalemim kâğıda.
Ve mürekkep de yüksek basınçtan
Alçak basınca esiyor gibiydi.
Bulutlar dağılıyordu.
Kıvılcımlar yüreğimde...
Gün akşamı vuruyor,
Saman kâğıdı kızıllaşıyordu.
Kandan katı bir şey var;
Virgüller ünlemler
Yani
Yaşam sıra tüm noktalamalar...
Akıyor değil de
Muz kabuğuna basmış gibi
Evren yalpalıyordu.
Sonra yakalanıyorduk
Vereme yakalanır gibi
Kendimiz zabıtalarına
Beyrut yanıyordu,
Hissetmiyordum.
Ruhumda canlı bombalar...
Hissetmiyordum
Ben ve şiir... İki yabancı...
Hiç görüşmemiş gibiydik
Yahut tanışmıyorduk
Yaşamak;
Hiç şiirle tanışık olmamış gibi,
Elem vericiydi.
GENCAY
14
HAÇLILARIN KUYRUK ACISI
Hasan Hüseyin KORKMAZ
Haçlı seferleri hiç tartışmasız dünyanın en
büyük tarihi olgularından birisidir.
Dünyayı resmen titreten, silkip bırakan
bazı kitlesel hareketlerin şüphesiz en
önemlilerinden birisi ki bunların
başlıcaları; İskender’in seferleri, Kavimler
Göçü, İslam akınları ve Moğol akınlarıdır.
Askeri anlamda özellikle İslam Moğol ve
Haçlı akınlarının dünya denilen devranda
ölümsüz ve çok büyük etkiler bıraktığı
tartışmasız bir gerçektir. Gelgelelim bu
kadar önemli ve güncel kalmayı
sürdürebilen yaygınlıkta bir konunun
hakkında çok fazla şey bilinmemesi
ilginçtir. Özellikle Moğol akınları ve Haçlı
seferlerine ilk perdeden ve en çok göğüs
geren bu toprakların evlatlarının bu
konuda neredeyse hiçbir şey bilmemesi
tarihe olan duyarsızlığımızın bir
göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda
hissizleştirilmeye çalışılan iç dünyamızın
tam istenildiği kıvama geldiğinin de bir
ispatıdır.
Bizim sessizliğimizi fırsat bilen batılı
güçler de hangi konuda sessiz kalıp hangi
konuda üste çıkmaları gerektiği
konusunda ustalaşmış ve
yüzsüzleşmişlerdir. O kadar ki Haçlı
seferlerinin en büyükleri olan (minimum
600 bin kişinin katıldığı) ilk ikisiyle
DÜNYADAKİ HİÇBİR “MİLLİYETİN”
YAPAMAYACAĞI şekilde başa çıkabilmiş
olmamıza rağmen, bu seferler hakkında
milletimizi aptal yerine koyarcasına
verilen bilgiler karşısında da sanıyorum ki
hiçbir BATI MEDENİYYETİ (ve evet biz bir
batı medeniyetiyiz) bu kadar SESSİZ
kalamazdı.
Minimum 600 bin kişi dedik; çünkü bu
sadece ilk sefere katılanların sayısının bir
kısmı. Kudüs’ün fethedilmesinden sonra
doğan Kudüslü aydın William of Tyre’a
göre 600 bin kişilik bir ordu sadece ilk
seferde toplananları kapsıyor. 1. Haçlı
seferine katılan Fulcher of Chartres’a göre
ise bu 600.000 kişinin içinde kadınlar
keşişler ve çocuklar sayılmamış. Üstelik
batılı kaynaklar people’scrusade diyerek
birinci haçlı seferinden ayrı bir de keşiş
Peter theHermit’in başını çektiği eğitimsiz
ve zırhsız kalabalık bir insan güruhundan
bahsederler. Türk ordusuna çerez gibi
gelen bu eğitimsiz birliklerin bir çırpıda
yok edilmesi Haçlıların Türk tarafında
önemsiz gözükmesini sağladı. Zaten bu
savaşı Kılıçaslan’ın kardeşi Davud
kazanmıştır. Fakat İstanbul’da toplanması
bile bir yıl süren muazzam büyüklükteki
ordu (ki bazı kaynaklarda sadece zırhlı
süvarilerinin sayısını 100.000 olarak
GENCAY
15
gösterirler) İznik’e girdiğinde Kılıçaslan
hala bir sene önceki basit zaferden ötürü
gevşek davranıyordu. Yine de Malatya
kuşatmasını kaldırmayı uygun görüp hızla
ailesini de barındıran İznik’e doğru yola
çıktı. Karşılaştığı muazzam kalabalığa ani
şekilde saldırdı. Uzun süren bir savaştan
sonra geri çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Ne yapacağını bilemez bir hüzün ve
karamsarlık içindeyken birden aklına
Bizans’la anlaşmak fikri geldi. Bu fikir işe
yaradı ve Bizans kuşatmanın olmadığı
İznik gölü tarafından 2000 kişilik bir
birliği İznik’e sokarak İznik’i fethetmiş gibi
gösterdi. Daha önce Bizans imparatorunun
Anadolu’da alınan kalelerin kendisine ait
olduğu şartı henüz taze olduğu için kimse
buna ses çıkarmadı. Dolayısıyla
Kılıçaslan’ın ailesi YAMYAM HAÇLI
ordusundan korunmuş oldu. (Haçlıların
yaptıkları iğrençlikler için bknz: Haçlı
ordusundaki tarihçiler Raimondd'Aguilers
ve Foucher de Chartres, Dönemin Bizans
Prensesi Annakomnena ve ünlü Fransız
tarihçi Funckbrentano)
Bu muharebeden sonra Kılıçaslan
dünyanın en büyük gerilla savaşını
Anadolu’da vermeyi planlamış ve büyük
bir başarıyla bu planını uygulamıştır.
Düşmanın geçeceği her köy ve kasabayı
boşalttırıp yol üstündeki tüm tarlaları
yakıp tüm kuyuları yıkmış veya
zehirletmiştir. Dolayısıyla iaşe temini
zaten zor olan ve zevke düşkünlüklerinden
ötürü çoktan erzaklarını tüketmiş olan
haçlı ordusu iki yeni düşman kazanmış
oluyordu: Açlık ve susuzluk.
Bunun akabinde Kılıçaslan sürekli takip
ettiği haçlı ordusunu Eskişehir
yakınlarındaki Dorylaeum’da bir seher
vakti gafil durumda yakaladı ve her
yönden hızlı süvarileriyle atağa geçti.
İkindi vaktine kadar süren savaşı
kazandıklarını zannediyorlardı. Ama
bilmedikleri şey şuydu ki Haçlı ordusu
ikiye bölünmüştü ve Kılıçaslan bu
muazzam kalabalıktan bir tane daha
olduğunu düşünememişti. (Bu da aynı
zamanda 600 bin kişilik ordunun
lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesini
savunanlara bir açıklamadır. Bu ordunun
lojistiğinin sağlanamayacağı düşüncesi
Avrupa’dayken Haçlıların gündeminde bile
değildi. Bu konuda bilgilendirme için
sonraki sayılarımız takip edin lütfen.)
Dolayısıyla Kılıçaslan ve Ordusu geri
çekilmek zorunda kaldı. Burada her ne
kadar düşmana ağır kayıplar verdirilse de
düşmanın ilerlemesi durdurulamadı.
Kılıçaslan ise gerilla savaşına devam etti.
Haçlılar daha sonra Urfa ve Antakya
Kalelerini aldılar ve buralarda da kayıplar
GENCAY
16
verdiler. Gelgelelim Haçlılar bu savaşlarını
resmederlerken her zaman yerleri gökleri
dolduracak kadar kalabalık ve baştan aşağı
pusatlı olarak kendilerini resmetmişlerdir.
Hatta o kadar ki Kudüs önüne Anadolu’da
yaklaşık YARIM MİLYON LEŞ bırakarak
giden Haçlıların bütün bunlara rağmen
sayılamayacak kadar çok olması ilgi
çekicidir. Zaten batılı kaynakların
birbirleriyle çelişmelerindeki en büyük
nedenlerden birisi de haçlıların
kalabalıklığıdır. Dolayısıyla ne içeriden ne
de dışarıdan gözlemlemekle doğru sonuca
ulaşılamayacak sayıda bir kalabalık vardı.
Kudüs’ün alınmasından sonra elde
tutulması için insan gücü gerekiyordu. Ve
bunu sağlamak için yeni akınlar
düzenlenmeliydi. Gelgelelim bizim
tarihlerimizde 1101 Haçlı seferleri olarak
geçen yüzbinlerce kişilik ordulardan
Avrupalı tarihçiler neredeyse hiç
bahsetmez! Çünkü Anadolu’ya iki koldan
giren bu yaklaşık 300 bin kişilik ordunun
neredeyse hiçbiri Kudüs’e ulaşamamıştır.
Kudüs’te yaptıkları insanüstü vahşetler
tüm İslam dünyasında üzücü tesirler
yaptığı için Anadolu’da geçici süreliğine
birlik sağlanmış ve Kılıçaslan yönetiminde
iyi hazırlanılmış bir orduyla muazzam
imha savaşları yapılmıştır. Üstelik Haçlılar
da ilk seferdeki kayıplarından gözleri çok
korktuğu için Ege ve Akdeniz Bölgesi’nden
aşağıya inerek Selçuk kuvvetleriyle hiç
karşılaşmamayı düşünmüş olsalar da.
Kılıçaslan ikiye ayrılan kuvvetlerin birisini
ustaca taktikleriyle iç Anadolu’ya
çekebilmiştir. Geriye kalan 200 binden
fazla sayıdaki kuvvet de iki kumandan
yönetiminde iki farklı yol izlemişse de
Kılıçaslan sırayla ikisini de imha etmiştir.
Hatta bu savaşlardan kurtulabilen bir
miktar haçlı sonradan kendilerini kabul
etmeyen Antakya Kontluğu’nun
merhametsizliği ve Türkmen insanının
merhameti ve şecaati karşısında çaresiz
bir isteklilikle topyekûn Müslüman
olmuşlardır. Ve bu sefer neredeyse hiçbir
batılı kaynakta anılmaz.
Onlar ne kadar unutsa da biz unutmayız.
300 Spartalı’dan daha efsanevi olan
ordularımız yaklaşık 1 milyon haçlıya
karşı muhteşem bir eritme savaşı
uygulayarak İslâm’ı ve Türklüğü
Anadolu’dan atılmaktan, dolayısıyla belki
tarihin sayfalarında kaybolup gitmekten
korumuştur. Yine o eşsiz ve yüce ruhlu
kahraman ordu sayesinde Haçlılar
Suriye’de tutunacak kuvveti asla
bulamamışlar ve dirençleri muazzam
derecede kırılmıştır.
İşte bu yazı; uzun zamandır içimde
beslediğim bu gamlı ve derin sessizliğin
arasında, İslâm’ın ve Türklüğün büyük
savunucusu ve SARSILMAZ DİREĞİ olan
Sultan Kılıçaslan HAZRETLERİ için bir
teşekkür niteliğindedir. Bugün; Tarihe
adını kılıçtan pençeleriyle kazıyan o eşsiz
İslam kahramanını ve Türklüğün Nuh’unu,
batmak üzere su alan KÜLTÜR GEMİMİZin
gacırdayarak çıkardığı çığlıkları dinlerken
GENCAY
17
ve karınca misali boşaltmaya çalıştığım
suyu çaresiz gözyaşlarımla arttırırken ÇOK
İYİ ANLAYABİLİYORUM.
KAYNAKÇA:
-Alexiad (AnnaKomnenos)
-EssentialHistories_ Byzantium at war (John
HALDON)
-Birinci Haçlı Seferi’nin bir Görgü Tanığı:
RaimundusAguilers (Birsel KÜÇÜKSİPAHİOĞLU)
-Türklere Karşı Haçlı Seferleri (Raşid ERER)
-http://everyhistory.org/1000first_crusade1.html
- EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 13 Sayı: 39 (Bahar
2009)HAÇLILARIN ANADOLU’DAKİ İLK
FAALİYETLERİ VEKIRKGEÇİT (DRAKON) SAVAŞI
(1096) Erkan GÖKSU
-http://legacy.fordham.edu/halsall/source/gesta-
cde.asp
https://tr.wikipedia.org/wiki/1101_Ha%C3%A7l%C
4%B1_Seferi
-http://www.medieval-life-and-
times.info/crusades/first-crusade.htm
-http://www.historynet.com/first-crusade-battle-of-
dorylaeum.htm
-World History of WarfarePaperbackbyChriston I.
Archer
-http://history-
world.org/French%20Nation,%20Part%20Five.htm
http://www.academia.edu/7151816/Ha%C3%A7l%
C4%B1_Seferleri_nelerdir
-Uluslararası Suçlar ve Tarih sayı 5-6 2008
-Türk İslam Ansiklopedisi HAÇLILAR yıl: 1996, cilt:
14, sayfa: 525-546
GENCAY
18
OTORİTER REJİMLER Osman BAŞALAN
“Yoğun ve kanlı sınıf savaşımları sonucu
siyasal bir uzlaşı ile kurulan devlet,
yöneticilerin zor kullanma gücünün yanı
sıra yönetilenlerin onayına muhtaç olan
bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.”*
Bu yazıda, yönetilenlerin onayını yine
yönetilenler üzerinde siyasi ve iktisadi
tahakküm kurarak sağlayan otoriter veya
otoriterleşmekte olan rejimlerin “istikrar
sağlama” araçlarından ve bu
otoriterleşmenin gelişiminden
bahsedilmeye çalışılacaktır.
Modern devletin oluşum aşaması, alt
sınıfların taleplerinin soğurulmasında, üst
sınıfların aşkın hukuk kurallarına vurgu
yaparak mülkiyet ilişkilerini yine kendi
çıkarları doğrultusunda fakat buna yeni
biçim verilmesiyle kurgulanmıştır.**
Marx’ın deyimiyle iktisadi ilişkilerin sessiz
baskısı sayesinde meşru şiddet tekelini
elinde bulunduran devlet, uzlaşı ve
hoşgörü yolunu unutan otoriter ve
totaliter rejimlerin var olmasına olanak
sağlamıştır. Yirminci yüzyıl başlarından
itibaren gelişen bu rejimlerin tipik özelliği,
yönetilenleri manipüle ve mobilize
edebilme kabiliyetleridir***
Demokratik kurumların vazgeçilmez
unsurlarından olan siyasal baskı kümeleri,
otoriterleşen rejimlerde, toplumsal düzeni
bozduğu iddia edilen bir düşman veya
öteki yaratımında ve yarattığı ötekiyi ifşa
edip karalama amacıyla kullanılmaya
başlanmıştır.
Otoriter rejimler, toplumu, geniş çaplı
şiddet olaylarını sıcak tutarak, bir önceki
benzer olayın acısı, yarattığı infial taze
iken bir başka şiddet eylemini doğrudan
destekleyerek veya göz yumarak
politizasyonu sağlayabilmektedir. Bu
yöntem bir yandan siyasal iktidara karşı
duyulan korkuyu arttırırken bir yandan da
yönetilenler arasındaki kopukluğu ve
ötekileştirmeciliği arttırıcı bir işlev
görmektedir. Konjonktürel olarak
yaratılan düşman algısı değiştirilmekte,
rejim sözcüsü olarak kullanılan ait basın-
yayın organları ve rejimin asalak özel
müteahhitlerinin sahibi olduğu iletişim
kanallarıyla, çıkar ilişkilerini zedeleyen
kurumlar kolaylıkla terör örgütü, bir tür
ihanet lobisi olarak lanse edilebilmektedir.
Sonuç olarak, otoriter veya
otoriterleşmekte olan rejimler,
demokratik rejimlerin hukuk kurallarına
uyum, çoğulculuk bağlamında değil,
yukarıda bahsedildiği üzere türlü zihinsel
aygıtları kullanarak iktidara sınırsız itaat
bağlamında yönetilenlerin rızasıyla
sağlanmaktadır.
KAYNAKÇA
*Cem EROĞUL, Anatüzeye Giriş, İmaj, 2013
**Berke ÖZENÇ, Hukuk Devleti Kökenleri ve
Küreselleşme Çağındaki İşlev, İletişim, 2014
***Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler,
Liberte, 2012
GENCAY
19
İKBAL VURUCU - TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ: YENİ
YAKLAŞIMLAR, YENİ TARTIŞMALAR Milli Kitap
“Aydın her dönemde, her zaman diliminde
farklı işlevler yerine getirir. Ama bunların
en belirgin özelliği bilgi üzerinedir, bilgiyi
üreten işleyen insanlar olmalarıdır. Aydın’ın
en önemli özelliği özgürlüğüdür, özgür
düşünmesidir. Sorunlara çözüm bulurken,
fikir üretirken, bilgi üretirken tamamen
hiçbir otoritenin etkisinde kalmamasıdır.
Aydın kendi iradesi ile düşünen toplumun
sorunlarına kafa yoran ve ben kimim diyen,
buna ciddi cevaplar arayan, toplumun
sorununu kendi sorunu bilip böyle kaygılar
taşıyan insandır.” İkbal Vurucu
Kitap, Türk Ocakları Denizli Şubesi
tarafından 2014 yılında yayımlanmıştır.
Editöryal bir çalışma olan eser ilk ikisi
birinci ciltte, diğer ikisi ikinci ciltte olmak
üzere dört bölümden oluşmaktadır. İki
ciltlik bu dev eserin içeriğinde Mehmet
Şükrü Güzel, Sergen Çirkin, Orhan
Kavuncu, Yıldız Akpolat, Altan Çetin,
Süleyman Eryiğit, Hilmi Demir, Şenol
Durgun, Fırat Kargıoğlu, Yılmaz Özakpınar,
Abdülkadir Çevik-Rıfat S. İlhan, Baran
Dural, Durmuş Hocaoğlu, Hüseyin Tuncer,
Yaşar Semiz, Mehmet Kaan Çelen, Ali
Asker, İdris Demirel, İkbâl Vurucu, Erkan
Göksu, Çağrı Kürşat Yüce, Mustafa Aksoy
gibi Türk’ün ocağını tüttüren
aydınlarımızın yazıları bulunmaktadır.
Türk Milletinin birer mensubu olarak
değerlerimizin yozlaştırılmasından,
kavramların içlerinin boşaltılmasından,
binlerce yıllık Türk tarihinin bir hiç yerine
konularak milli kimliğimizin yok
sayılmasından ve Türk milletinin kendi öz
yurdumuzda azınlık durumuna
düşürülmesinden rahatsızlık duyanların
okuması gereken bir kitap. Osmanlı'dan
gelen Batılılaşma ve bugünkü Avrupa
Birliği sevdasının yarattığı içinde
bulunduğumuz kimlik krizi ve devlet ve
toplum tartışmaları gündemi sürekli
meşgul etmektedir. İçinde bulunduğumuz
bu politik ve kültürel kriz milli bir devlet
olmaktan ziyade milli devlet olamamanın
bir sonucudur.
Kitabın son sayfalarında “Milli Kimliğin
Belgesi Olarak Damgalar” isimli resimler
de yer almaktadır. Türk Ocakları 100. yıl
armağanı olarak basılan kitabın
tanıtımının tam yapılmamış olması değerli
okuyucularımızın bu önemli kaynaktan
mahrum kalmasına sebep olmuştur. Bu
değerli kitabı temin etmek için Denizli
Türk Ocakları ile iletişime geçmeniz
yeterlidir.
İyi okumalar dileriz.
GENCAY
20
millikanal.com
GENCAY
Milli Düşünce Merkezi’nin kitaplarını
millikitap.com’dan ücretsiz indirebilirsiniz.