Upload
anil-oymaci
View
227
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gaziantep Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu üye öğrencilerince hazırlanan Kemalist Bülten.
Citation preview
Haziran 1919’da, Türk tari-
hinde, yalaka hükümetler,
irtica taraftarı gruplar, etnik
bölücüler ve emperyalistler
ilk kez birleştiklerinde Mus-
tafa Kemal Paşa Amasya’dan
tüm Ulus’a şu tarihi çağrıda
bulunuyordu:
1.Vatanın bütünlüğü milletin
bağımsızlığı tehlikededir.
2.İstanbul hükumeti aldığı
sorumluluğun gereğini yerine
getirememektedir. Bu durum
milletimizi yok olmuş gösteri-
yor.
3.Milletin bağımsızlığını, yine
milletin azim ve kararı kurta-
racaktır.
4.Milletin içinde bulunduğu
durum ve şartların gereğini
yerine getirmek ve haklarını
gür sesle cihana duyurmak
için, her türlü baskı ve kont-
rolden uzak milli bir heyetin
varlığı zaruridir.
Bugün yurdumuzdaki manza-
raya dönüp baktığımızda ne
görüyoruz:
ABD-AB-İsrail üçlüsüyle her
türlü işbirliğine hazır bir yö-
netim; üniversitelerden, so-
kaklara, devlet dairelerinden,
parklara kadar hayatın her
alanında artık toplumu zincir-
lemeye başlayan İslamcı
gruplar; arsız taleplerini dikte
etmek için terör estiren, otuz
bin vatandaşımızın kanına
girmiş ve siyasal iktidar tara-
fından adeta ‘aziz’ ilan edile-
cek etnik bölücüler… Ve en
önemlisi sömürgeci amaçları-
nı gerçekleştirmek için tüm
bu odakları ustalıkla kullanan
dış emperyalist güçler.
GÜNDEME DAİR
DEVİR KENDİSİNİ
GENÇLİĞE HİTABE
VE BURSA
NUTKU’NUN
MUHATABI SAYAN
HERKESİN
VAZİFEYE
ATILMASININ
GEREKTİĞİ
DEVİRDİR.
SAYFA 2
Vatanseverliğin, laikliğin,
milliyetçiliğin tutsak edildiği,
demokrasi ve ifade özgürlü-
ğünün her gün biraz daha
kısıtlandığı, yurtseverliğin
alay konusu edildiği şu gün-
lerde, mevcut güç odaklarının
İşgalci İngiliz, Fransız, Yu-
nan Ordularından, Damat
Ferit Hükümeti’nden, İski-
lipli Atıf Hoca’dan, Kürt Te-
ali Cemiyeti’nden ne farkı
vardır?
Yıllar önce adeta Sevr harita-
ları gibi emperyalistlerce
çizilmiş, Ulusumuzun ve
Vatanın bütünlüğünü bozma-
ya yönelik küçüklü büyüklü
Orta-Doğu Projelerini sözde
‘Çözüm Süreci’ adı altında
işletmeye ve aklamaya çalı-
şılmakta. Bu işbirlikçi-irticacı
-bölücü güruh ise bu emper-
yalist projelerinin taşeronlu-
ğunu üstlenmektedir.
Şu tablo karşısında vatanın
bir nevi işgal altında olmadı-
ğını kim iddia edebilir?
Oysa Samsun’dan yeni bir
Milli Mücadele daha başlata-
cak bir Mustafa Kemal bekle-
mek sadece hayalperestliktir.
Devir kendisini Gençliğe
Hitabe ve Bursa Nutku’nun
muhatabı sayan herkesin va-
zifeye atılmasının gerektiği
devirdir.
Bu nedenle MEVZİ ekibi
olarak tarihi bir uyarıya bir
kez daha ihtiyacımız olduğu-
nu düşünüyoruz:
1. Vatanın bütünlüğü mille-
tin bağımsızlığı tehlikededir.
2. Hükumet aldığı sorumlu-
luğun gereğini yerine getire-
memektedir. Bu durum mille-
timizi yok olmuş gösteriyor.
3. Milletin bağımsızlığını,
yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır...
Bir ay kadar önceydi. Genç
bir polis yolumu kesti:
- Ben Kürdüm. Ama Kürt
olduğum için hiçbir yerde
farklı muamele görmedim.
Yazdıklarınıza tamamen
katılıyorum. Lütfen daha
yüksek sesle söyleyin ki; bu
bir Kürt sorunu değil, Güney-
doğu sorunudur… Türki-
ye’deki Kürtlerin büyük
çoğunluğunun benim gibi
düşündüğüne eminim. Bizi ne
HEP temsil ediyor, ne de
PKK!…
“Siyasal Düşünceler”
dersinde Güneydoğu
sorununu tartışıyorduk. Tar-
tışmalara hemen hiçbir
zaman katılmayan bir kız
öğrencim parmağın kaldırdı:
- Ben Kürdüm. Ama olaya bir
“Kürt Sorunu” olarak yak-
laşılmasından rahatsız oluy-
orum. Sorunu böyle sunmak,
en azından benim gibi
milyonlarca Kürde büyük
haksızlık. Sadece şiddete
değil, o şiddeti haklı göster-
mek için kullanılan gerekçel-
erin çoğuna da katılmıyorum.
Genç polisi; beni hararetle
kutlamaya iten yazımdaki ana
düşünce açıktı: Nasıl ki Dev
Sol Türkiye’deki sol hareketi
temsil edemez ise, PKK da
milyonlarca Kürt kökenli
yurttaş adına konuşamazdı!
PKK’yı Türkjiye Kürtlerinin
sözcüsü saymak, o kitlenin
büyük çoğunluğuna, belki de
en büyük kötülüğü yapmak
demekti.
* * *
Anayasadaki “Yüce Türk
milleti önünde ant içerim ki
…” diye başlayan milletve-
kili andı üzerinde tartışmalar
oluyor. Hükümet ortakları
bile, “oradaki Türk söz-
cüğünü kaldıralım mı,
Yenisey Anıtları’nda, Uygur
hakanının “Ey Kürt Beyleri”
diye bir seslenişi var. Türk ile
Kürdü duyarlı terazinin iki
kefesine paylaştırmak merak-
ındakilerin başına alın bir
bela daha!…
* * *
Evet, kimdir Türk?
Türk olmanın ölçütü nedir?
11. yy. ile 13. yy. arasında
Anadolu’ya gelen Türklerin
sayısı 800 bin ile 1 milyon
300 bin arasında. Ama o
sırada Anadolu’da yaşayan
insanlar bunun tam on katı.
Türkler o insanlarla yalnız
kan olarak değil, kültür
olarak da karışmışlar. “Türk
ulusu” dediğimiz şey de,
ırkın değil, o ortak kültürün
bir araya getirdiği toplumun
adıdır.
Ege Tıp Fakültesi’nin altı yıl
sürdürdüğü araştırmanın,
“Anadolu Türk tipi” diye bir
şeyin olmadığı sonucunu
vermesinin hayret edecek ne
yanı var?
Kırgız da, Kazak da, Azeri de
“soydaş” tır, ama bu ulusun
bir parçası değildir.
Tıpkı Cezayirli ile ‘Iraklı’nın
soydaş olmalarına karşın,
aynı ulustan olmamaları
gibi… Tıpkı Tuareg ve Ber-
beri’lerin de, Arap olmama-
larına karşın, Mağrip
uluslarının bir parçası olma-
ları gibi…
İnsanların ne olduklarından
çok, kendilerini ne hissettik-
leri önemlidir.
BAŞ YAZI: “KÜRT MİLLİYETÇİLERİ”NE YANITLAMALARI İÇİN BİR DİZİ SORU
kaldırmayalım mı” kavgası
içindeler.
Kafatasçılığın sonu yok.
Onu değiştirip “Yüce millet
önünde…” deseniz, bu kez de
sıraya, “Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım…” da değişmeli
tartışması gelecek.
Kimdir Türk?
Kırgızistan’daki, Özbeki-
stan’daki, Tataristan’daki ya
da burnumuzun dibinde
Azerbaycan’daki insan mı?
Amerika’da Türk ana-
babadan doğmuş, iki cümle
Türkçe bilmeyen çocuk mu?
Turgut Reis’in Tunus’ta
yaşayan uzak torunu Abdül-
bekir Dargut mu?
Cezayir Dışişleri’ndeki
Demirci soyadlı genel müdür
mü?
Çepni, Kınık, Bayındır, Af-
şar, Alaçeri, Çoğandur, Al-
pagut ve Cihangirli gibi
“Kürtçe” konuşan Türkmen
boyları mı?
Eğer ölçüt konuşulan dil ise,
Talabani aşiretinin “Türkçe”
konuşan bir kolunu nereye
koyacağız?
Oğuz Han’ın 24 torunundan
birisinin adı Kürt. Şimdi bu
“Kürt”, Türk mü yoksa Kürt
mü? (”Türk” ve “Kürt” söz-
cüklerinin çarpıcı benzerliği
bir rastlantı mı?)
Alman profesör De Groot,
Orhun Anıtları’nda kullanılıp
bugün Anadolu Türkçesi’nde
kullanılmayan, ama
Kürtçe’de kullanılan tam 532
sözcük saptamış.
Kürtçe TV ve eğitim
isteyenler, bu “casus” ya da
“hain” 532 sözcüğü ne yap-
mayı düşünüyorlar?
NASIL Kİ DEV
SOL
TÜRKİYE’DEKİ
SOL HAREKETİ
TEMSİL EDEMEZ
İSE, PKK DA
MİLYONLARCA
KÜRT KÖKENLİ
YURTTAŞ ADINA
KONUŞAMAZDI!
SAYFA 3 SAYI 2
Prof. Dr.
Ahmet Taner
KIŞLALI
Özbek mi daha “biz”dendir,
yoksa Güneydoğu’nun
Türkçe bile bilmeyen köylü
kadını mı? İ
stanbullu bir Ermeni’ye,
Anadolu insanı mı daha yak-
ındır, Ermenistan’daki soy-
daşı mı?
Tekirdağlı Yahudi, Ameri-
ka’da Türk ana-babadan
doğan çocuktan daha “Türk”
değil midir?
Buyurun! “Kürt milliyetçil-
eri”ne yanıtlamaları için bir
dizi soru…
İNSANLARIN NE
OLDUKLARINDAN
ÇOK, KENDİLERİNİ
NE HİSSETTİKLERİ
ÖNEMLİDİR.
SAYFA 4
En temelde vicdan hürriyeti
olan laiklik, dünya ile ilgili
olgulara, sorunlara başta din
olmak üzere her türlü dogma-
dan bağımsız bakabilmek,
insan aklı ve bilimi toplum
hayatında egemen kılmaktır.
Laiklik prensibi, uygulandığı
ülkeden ülkeye farklılık
göstermekle birlikte, ilk
olarak Avrupa’da kilise ikti-
darına tepki olarak doğmuş-
tur. Bu yüzden çağdaş anlamı
ile laiklik olgusunu incele-
mek istersek, Ortaçağ Avru-
pası’na, kilise ve skolastik
düşünceye ve daha sonras-
ında yaşanan gelişmelere
bakmamız gerekmektedir.
Ortaçağ, özgür düşüncenin
kapılarının kilitlendiği, dog-
matik bir düşünce olan sko-
lastik (okullu) düşüncenin
tüm ortaçağa hâkim olduğu,
hiçbir kişisel görüş, tartışma
ve kuşkuya izin verilmeyen,
buna cesaret edenlerin aforoz
(diri diri ölüm) edildiği uzun
bir dönemdir. Bu dönemde,
Hıristiyanlık dini ve onun
icra organı olan Papalık ku-
rumu, dünyevi ve ruhani tüm
meselelerde söz sahibi oluşu, Papaların kral ataması, in-
sanları dinden men edebil-
meleri, rahiplerin günah
bağışlama ve cennetten to-
prak satmaları, engizisyon
mahkemelerinin haksız yere
insanları öldürülmeleri gibi
sebeplerden dolayı toplum
üzerinde dehşet verici bir
güce sahip olmuştur. İnsanlar
ortaçağ karanlığından kurtul-
mak için irili ufaklı birçok
tartışma içerisine girmiş; Hıristiyan kilisesi, ortaçağı
kaplayan ezici egemenliğini
14.yy’a kadar sürdürmüştür.
savaşlarının başlamasına se-
bep olmuştur. 17. Yüzyılda
savaşların son bulmasıyla
birlikte, Eğitim-öğretim faali-
yetleri kilisenin elinden alına-
rak laik eğitim sistemi kurul-
muş; din adamları ve kilise
eski itibarını yitirmiş; yeni
mezhepler ortaya çıkmış;
Katolik kilisesinin mallarına
ve topraklarına el konulmuş;
Katolik kilisesi kendini
yenilemek ve düzenlemek
zorunda kalmış; Papa ve
kilisenin Avrupa ülkeleri
üzerindeki otoritesi sona er-
miştir.
17. Yüzyıl düşünürlerinden
Descartes, Spinoza özellikle
John Lock 18. Yüzyıl ay-
dınlanmasının kurucuları
sayılmakta, akıl büyük Fran-
sız devrimini hazırlamakta,
Montesque, Voltaire,
Rousseu, Diderot, D’alembert
gibi Fransız filozofları
devrimin fikri temellerini
oluşturmaktadır. Toplumda
ekonomik gücü elinde bulun-
duran ve politik güç isteyen
Burjuva sınıfı öncülüğünde
Fransız devrimi gerçekleş-
miştir. Bu devrimin en
önemli sonuçlarından biri,
egemenlik hakkını tanrıdan
alan mutlak krallıklar
yıkılmış egemenlik hakkını
halktan alan cumhuriyet ku-
rulmuştur. Egemenliğini mil-
letten alan parlamento kamu
yararına çalışmaya ba-
şlamıştır. Uzun bir dönemden
sonra düşünsel anlamda laik-
leşen birey ve toplum
TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE LAİKLİK KAVRAMI VE KEMALİST LAİKLİK
Duns Scotus, Ockhamlı Wil-
liam gibi şüpheci, rasyonalist
düşünürler skolastik
düşüncenin karşısında yer
almış ve skolastiğin
çöküşünü hazırlamıştır. Bu
tarihten itibaren bilimle
metafizik, felsefeyle tan-
rıbilim birbirinden ayrılmaya
başlamıştır.
Doğu’ya doğru dinleri uğruna
saldıran haçlılar, kendi
dinlerini temelden sarsacak
yeni düşüncelerle döndüler.
Bizans imparatorluğunun
çökmesi ile İstanbul’dan Ro-
ma’ya kaçan bilginler, İt-
alya’da Rönesans’ı (yeniden
uyanış) gerçekleştirdiler. Bu
uyanışla birlikte kendine,
aklına güvenen; düşünen,
şüpheci, meraklı yeni insan
doğmuştur. Bu yeni insan
kendini bulduğu gibi dünyayı
da keşfetmeye başlamış; yeni
ticaret yolları, Amerika keş-
fedilmiş; kurduğu sömür-
gelerle zenginlikler Batı’ya
taşınmış ve yeni bir güç
olarak burjuvazi doğmuş;
derebeyliklerin otoritesiyle
burjuvazinin otoritesi yer
değiştirmeye başlamıştır.
Rönesans hareketleri içinde,
aşırı zenginleşen ve yozlaşan
Katolik kilisesine karşı dinde
reform akımı önce Al-
manya’da başlamış, sonras-
ında ise Fransa, İngiltere ve
Kuzey Avrupa ülkelerinde
etkili olmuştur. Reform hare-
ketlerinin öncüsü ve Protes-
tanlığın kurucusu Martin Lu-
ther, incili ulusal dillere
çevirmesi ve matbaanın bu-
lunup halk tarafından okun-
masıyla birlikte kilise iktidarı
sarsılmıştır. Reform hare-
ketleri ayrıca Avrupa’da
kanlı din savaşlarının
LAIK DEVLET, DIN
KURUMLARININ SIYASI
YETKILERINI ELINDEN
ALMIŞ; EĞITIM, KAMU
YARARINA OLARAK
DEVLET KONTROLÜNE
GEÇMIŞ; DEVLET TÜM
INANÇ GRUPLARINA EŞIT
MESAFEDE DURMAYA
BAŞLAMIŞ; DIN KIŞI
VICDANI ILE
SINIRLANDIRILMIŞ KAMU
HAYATINDA ETKILI
OLMASI
ENGELLENMIŞTIR.
SAYFA 5 SAYI 2
Arif YILDIZ Elektrik-Elektronik
Mühendisliği Bölümü
bu devrimle birlikte devlet
örgütünü eline almış ve laik
devlet yapısı ortaya çıkmıştır.
Laik devlet, din kurumlarının
siyasi yetkilerini elinden
almış; eğitim, kamu yararına
olarak devlet kontrolüne
geçmiş; devlet tüm inanç
gruplarına eşit mesafede dur-
maya başlamış; din kişi
vicdanı ile sınırlandırılmış
kamu hayatında etkili olması
engellenmiştir. Fransız
devriminden itibaren, birey,
toplum ve devlet laikliği
içselleştirmiş ve günümüze
kadar korumuştur.
En başta söylediğim gibi laik-
lik prensibinin uygulanması,
toplumun düşünsel yapısına,
inancına, toplum tarihinde
var olan olay ve olgulara göre
toplumdan topluma değişiklik
göstermektedir. Türk toplum
yapısının en başta Müslüman
olması, Avrupa gibi bir Orta-
çağ, Rönesans, Reform, Ay-
dınlanma, Fransız ve Sanayi
devrimiyle noktalanan süreci
yaşamamış olması itibariyle
farklı bir laiklik anlayış ve
yöntemi içermektedir. Keza
Avrupa’da önce laik birey,
sonra laik toplum ve laik dev-
let oluşmuştur bu çok uzun
bir dönemi kapsamaktadır.
Türk devrimin fikri alt yapıs-
ını oluşturan aynı zamanda
bu devrimin aşama, aşama
uygulayıcısı olan Mustafa
Kemal ve onun ilerici
kadrosu, Türk toplumunun,
emperyalist bir dünya
görülmüş bir ilkedir.”
Devamında “İkilik eğitim ve
öğretim birliği açısından
birçok zararlı sonuçlar
doğurdu. Bir millet bireyleri
ancak bir eğitim görebilir. İki
türlü eğitim bir ülkede iki
türlü insan yetiştirir. Bu ise,
duygu ve düşünce birliği ve
dayanışma amaçlarını yok
eder.” Bu yasayla birlikte
eğitim çağdaş ve laik bir te-
mele oturtulmuş. 431 sayılı
yasanın gerekçesi ise,
“Bağımsızlığında ve milli
hayatında ortaklık kabul et-
meyen Türkiye’nin, dolaylı
bile olsa, ikiliğe tahammülü
yoktur.” Dini hiçbir yanı ol-
mayan bir nevi sultanlık
makamı olan halifelik
makamı da bu yasayla
kaldırılmıştır. Devlet ve to-
plumun tam manasıyla laik-
leşmesi için, Hukuk ve eğitim
laikleştirilmiş, tekke ve zavi-
yeler kapatılmış, tarikatlar
yasaklanmış, türbedarlıklar
kaldırılmış, şapka ve kıyafet
devrimi yapılmış, kadın hak-
ları konusunda çok ileri
düzenlemeler getirilmiş,
Türkçe ibadet konusunda çok
ciddi adımlar atılmıştır.
Özetle denilebilir ki, Kemal-
ist laiklik prensibinin amacı,
Türkiye Cumhuriyeti’ni çağ-
daş medeniyetler üzerine
çıkarabilecek, Türk milletinin
özgür, bağımsız ve onurlu bir
yaşam sürmesini sağlayacak;
hayatta en doğru yol gösterici
olarak akıl ve bilimi alan, aklı
özgür, vicdanı özgür, anlayışı
özgür bireyler yetiştirmektir.
Bugün, Türk milletinin 90
yıldır yolunu aydınlatan Türk
devriminin aydınlık ışıkları
söndürülmeye çalışılmakta-
dır. Mustafa
karşısında Avrupa’daki gibi
aynı süreçleri yaşayarak laik
bir yapı almasını beklemenin
imkansızlığını ve hayalci bir
yaklaşım olduğunu görmüşler
ve bunun sonucunda önce
laik devlet yapısını oluştura-
rak toplumu ve bireyi laik-
leştirme çabası içerisine gir-
mişlerdir.
Milli mücadelenin ilk günler-
inde, Amasya Genelgesi
“Milletin bağımsızlığını yine
milletin azim ve kararı kurta-
racak” diyerek, Erzurum ve
Sivas Kongresi kararlarından,
TBMM’nin toplanmasından
başlayarak kurulacak Türk
devletinin temeli milli irad-
eye dayandırılmış, ege-
menliğin temeli laik-
leştirilmiştir. Egemenlik hak-
kını tanrıdan alan saltanat
kaldırılmış ve bu hakkı mil-
letten alan cumhuriyet kurul-
muştur. 3 Mart 1924 tari-
hinde Türkiye Cumhuriye-
ti’ni laikleştiren 3 devrim
yasası kabul edildi. Bu
yasalardan ilki 429 sayılı
yasa gereğince, İslam dininin
inançlar ve ibadetlerle ilgili
bütün hükümlerinin ve işlem-
lerinin yürütülmesi ve dini
kurumların yönetimi için
TBMM ve onun oluşturduğu
hükümete bağlı olarak bir
Diyanet İşleri Başkanlığı
kuruldu. Din ve devlet işleri
ayrıldı. Din, devletin etki ve
kontrolüne girdi. 430 sayılı
Öğretim Birliği Kanunu
gerekçesinde ise şöyle deniy-
ordu: “Bir devletin genel
eğitim ve kültür politikas-
ında, milletin duygu ve
düşünce bakımından birliğini
sağlamak için öğretim birliği
en doğru, en bilimsel, en çağ-
daş ve her yerde yararları ve
güzellikleri
TÜRK TOPLUM
YAPISININ EN BAŞTA
MÜSLÜMAN OLMASI,
AVRUPA GIBI BIR
ORTAÇAĞ, RÖNESANS,
REFORM,
AYDINLANMA, FRANSIZ
VE SANAYI DEVRIMIYLE
NOKTALANAN SÜRECI
YAŞAMAMIŞ OLMASI
ITIBARIYLE FARKLI BIR
LAIKLIK ANLAYIŞ VE
YÖNTEMI
IÇERMEKTEDIR.
SAYFA 6
Kemal Atatürk’ün vefatı ile
birlikte, laiklik ilkesinden
ödünler verilmeye başlanmış,
başa gelen yöneticiler, ce-
maatler, tarikatlar, şeyhler,
ağalar karşısında gerekli irad-
eyi gösterememiş, feodal yapı
kırılamamış ve bugün cemaat
örgütü devletin tüm or-
ganlarına sızmıştır. Hukuk
sistemimiz ve eğitimimiz laik
yapısından ödünler vermiş ve
vermeye de devam etmekte-
dir. Tüm bunların karşısında
sessiz, suskun bana dokun-
mayan yılan bin yaşasın
zihniyetindeki Atatürkçüler
laiklik ilkesinin gereği olarak
aydın birer birey olmak ve
Türk aydınlanması yolunda
çalışmak zorundadırlar.
Kaynakça:
Atatürk Araştırma Merkezi.
Atatürk Düşüncesinde Din ve
Laiklik, Ankara-2008.
Hançerlioğlu, Orhan.
Düşünce Tarihi, Remzi Kita-
bevi.
Kışlalı, Ahmet Taner. Kemal-
izm Laiklik ve Demokrasi.
SAYFA 7 SAYI 2
Kutuplarda ayı avcıları buzla-
rın içine jilet kadar keskin bir
baltayı yerleştirir, keskin
tarafın üzerine biraz kan sü-
rerlermiş. Bunu bilmeyen ayı
gelip kanı yalarken kendi dili
kesilirmiş ama kanın tadın-
dan dilinin acısını fark ede-
mez ve kendi kanını yalama-
ya başlarmış. Damarlarındaki
kan tükenince de olduğu yere
yığılırmış. Avcı da gelip ayı-
nın derisini yüzermiş. Avcı-
lar, ayıları kurşunla vurdukla-
rında ayının postu delinece-
ğinden çok para getirmeyece-
ğini düşündükleri için başvu-
rurlarmış bu yola...
Yani, av geçici bir zevkle
oyalanırken, avcılar düzeneği
öyle sinsice kurarlar ki av
yavaş yavaş öldüğünü anla-
madan kendi kanını sömürür.
Avcı da kendini tehlikeye
atmadan, avından en yüksek
faydayı sağlayacak şekilde
hedefine ulaşmayı bekler.
Tıpkı, günümüzün hedefe
ulaşmak için kitleleri yavaş
yavaş sindirmeye çalışan
emperyalistleri gibi!
Emperyalizm, bazen askeri
güçle giremediği; topla tüfek-
le işgal edemediği ülkelerde
silahlı işgal dışında yollara
başvurur. Bu yollardan en
etkilisi “psikolojik harp” yön-
temidir. Psikolojik harpte
hedef zihinlerdir ve bunun
için en çok kullanılan araç ise
televizyondur. Çünkü yoksul
olan halk olanaksızlıkları
sebebiyle evlere tıkılmıştır ve
televizyon onlar için en ucuz
eğlence kaynağı; emperyalist-
ler için ise bu kitlelere ulaş-
manın en kolay yoludur. Ay-
rıca çeşitli programlar, film-
ler
için hazırlamış olduğu kılıfı
geçiriverir üstüne. Daha da
kötüsü kendi kültürünü kü-
çümseyerek, içerisinde bu-
lunduğu topluma düşman
oluverir... Gittikçe farklılaş-
maya çalışırken kendisine
dayatılan “tek kültürlülük” ile
giderek birbirine benzeyen
bireyler kervanına katılır as-
lında.
Ünlü düşünür Stuart Hall'ın
“Küresel kitle kültürü, Batı
merkezlidir ve daima İngiliz-
ce konuşur. Popüler müzik,
popüler filmler, kısacası po-
püler olan her şey
İngilizce'dir. Bu kültürün
ikinci özelliği ise 'kendine
özgü türdeşleştirme' biçimi,
yani farklılıkları özümseye-
rek daha büyük, her şeyi kap-
sayan ve aslında Amerikan
tarzı bir anlayışı olan çerçe-
venin içine yerleştirmek iste-
mesidir.” sözleri algı yöneti-
mi ve psiklojik harp sayesin-
de 'tek kültürlülüğün' nasıl
dayatıldığının özetidir aslın-
da.
Eğer bir millet soykırıma
uğramış ise onların çocukları,
atalarını soykırıma uğratan
millet için intikam duyguları
ile yetişecektir. O milletten
ve kültüründen nefret edecek
ve o millete karşı sürekli bir
müdafaa halinde olacaktır.
Psikolojik harp ile destekle-
nen bir “kültürel soykırım”
operasyonu ise bireyi öteki-
leştirerek onu “Batı'nın gö-
nüllü fedaisi” haline getire-
cektir. İşte bu yüzden kültürel
soykırım ve psikolojik harp
günümüzün sömürgecileri
için vazgeçilmez bir taktiktir.
Zihinlere yönelik operasyon-
larla ele geçirilen
BİR PSİKOLOJİK HARP ARACI: TELEVİZYON
aracılığıyla gençlere; çizgi
filmler aracılığıyla ise çocuk-
lara ulaşmak için uygun bir
araçtır. Televizyon kanalları
aracılığıyla hedef kitleye yö-
nelik bir çeşit “kültürel soykı-
rım” başlatılır ve toplum gi-
derek kendi kültüründen
uzaklaşarak emperyalizmin
dayatması olan 'tek
kültürlülüğe' doğru yönelir.
Sonrasında ise, emperyalist
devletler, artık kültürünü
aşıladığı toplumu reklamlar
aracılığıyla bir 'tüketim
toplumu'na dönüştürür. Psi-
kolojik harpte en önemli
adım medya sayesinde atılır.
Değiştirilen, taraflı verilen ya
da suni gündem oluşturmak
için verilen haberlerle halk
gerçek gündemden uzaklaştı-
rılır. Böylece, toplumda olan
bitenin farkında olmayan
bilinçsiz bir topluluk oluştu-
rulur. Eğer ülkede terör soru-
nu varsa medya aracılığı ile
eli kanlı teröristler birer
“barış elçisi” ilân edilir ve
toplum millî olan tüm değer-
lerinden uzaklaştırılarak
'kimliksizleştirme' süreciyle
sindirilmeye çalışılır.
Psikolojik harp ve “kültürel
soykırım” ilişkisi
İnsanlık tarihinin en utanç
verici sayfaları, içinde soykı-
rımları barındıranlardır. Şunu
öncelikle belirtmeliyim ki
soykırımların en büyüğü ve
en etkilisi kültürel olandır.
Çünkü kültürel soykırım sa-
yesinde birey içinde bulundu-
ğu toplumun kültüründen
uzaklaşarak, kendi toplumuna
yabancılaşır ve bir
“ötekileşme” sürecine girer.
Kendisine kültürü dayatılan
toplumun etkisi altında, em-
peryalizmin onun
EMPERYALİZM,
BAZEN ASKERİ
GÜÇLE GİREMEDİĞİ;
TOPLA TÜFEKLE
İŞGAL EDEMEDİĞİ
ÜLKELERDE SİLAHLI
İŞGAL DIŞINDA
YOLLARA
BAŞVURUR. BU
YOLLARDAN EN
ETKİLİSİ “PSİKOLOJİK
HARP” YÖNTEMİDİR.
SAYFA 8
İlknur Burcu
KESER
Gıda Mühendisliği
Bölümü
UNUTMAYINIZ Kİ MİLLÎ
DEĞERLERİNİZE,
VATANINIZIN
BÜTÜNLÜĞÜNE
SALDIRAN;
EMPERYALİZMİN
GÖNÜLLÜ FEDAİSİ
OLMUŞ KİŞİLERİN BOY
GÖSTERDİĞİ
TELEVİZYON
KANALLARINA SİZİN
İHTİYACINIZ YOK, AMA
ONLARIN SİZE İHTİYACI
VAR.
SAYFA 9 SAYI 2
toplum reklamlar aracılığıyla
bir “tüketim toplumu”na dö-
nüştürülür. Onlar gibi giyin-
mek, onlar gibi yaşamak is-
ter. İşte, “kendi celladına aşık
olmak” deyimi tam da küre-
sel çetenin tuzağına düşmüş
bu tür bireyler için kullanılı-
yor olmalı!
Terör, medya ve psikolojik
harp
Terör, emperyalistler tarafın-
dan oldukça plânlı bir şekilde
kullanılan bir yoldur. Medya
karşısında teröre karşıymış
gibi görünen Batılı devletler,
perde arkasında başta silah
olmak üzere teröristlere her
türlü yardımı sağlar, Batı
güdümlü medya yardımıyla
ise eli kanlı katiller topluma
birer “barış elçisi” olarak
sunulur. Sözde aydın olan
kesimden tutun da oyuncu-
sundan, şarkıcısına kadar
birçok kişi de bu psikolojik
harbin içinde yer almaya baş-
lar. Millî değerleri ayak altına
alınmaya çalışılan toplum bir
“sindirme” operasyonunun
içinde bulur kendini. Her
türlü etnik bölücülüğe
“özgürlük” ve “insan hakları”
palavraları altında göz yumu-
lur ve medya tarafından bü-
yük çaplı bir destek verilirken
ülkesinin bütünlüğünü koru-
ma çabasındaki insanlar
“faşist, ırkçı” gibi yakıştırma-
larla suçlanıp, sindirilmeye
çalışılır. Televizyon program-
larında, ülkenin bütünlüğünü
tehdit eden söylemlerde bulu-
nan sözde aydınlar hergün
ekranlardayken, millî bilinci
uyandırmaya çalışan gerçek
aydınları ise bu kanallarda
göremezsiniz. Çünkü Batı'nın
güdümünde olan medyada
halkı uyandırmaya çalışan,
düşünceleri Batı'nın düşünce-
leri ile uyuşmayan gerçek
aydınlara yer yoktur.
Haber bültenlerinde ise ha-
berler değiştirilerek ya da
taraflı bir şekilde verilir ve
halk istenilen istikamette
yönlendirilmeye çalışılır.
Ülke için hayati önem taşıyan
konular tartışılmak yerine
suni gündemler oluşturularak
halkın dikkati farklı yönlere
çekilir ve böylece gerçeğin
üstü örtülmeye çalışılır. Yani,
halkın doğruları öğrenme
hakkı medya tarafından çalı-
nır! Halk yalan haberlerle ve
günden güne sayıları artan,
her kanala yayılan yarışma
programları ile uyutulurken;
emperyalizm yer altı ve yer
üstü zenginliklerine gözünü
diktiği ülkede kendini güven-
ce altına almak için ülkenin
ordusunu yavaş yavaş tasfiye
eder, ulusal bilinci uyandır-
maya çalışan aydınları yavaş-
ça susturur ve bilinçsiz bırak-
tığı halkı aynı zamanda sa-
vunmasız bırakmaya çalışır.
Bu durum, bugün ülkemizin
içinde bulunduğu duruma ne
kadar benziyor öyle değil mi?
Peki, ne yapmalı?
Bilinç ve farkındalık dış ülke-
lerden gelecek her türlü tehli-
keye karşı büyük bir kalkan-
dır. Bu yüzden toplumda baş-
layan bir bilinçlenme hareke-
ti, o toplum üzerindeki tüm
oyunları bir anda tersine çe-
virmeye yetecektir. Yapılma-
sı gereken ilk şey bu konuda
bir bilinç uyandırmaktır.
Unutmayınız ki millî değerle-
rinize, vatanınızın bütünlüğü-
ne saldıran; emperyalizmin
gönüllü fedaisi olmuş kişile-
rin boy gösterdiği televizyon
kanallarına sizin ihtiyacınız
yok, ama onların size ihtiyacı
var. Çünkü o çark sizin saye-
nizde dönüyor. Televizyon
kanalları size adeta bir illüz-
yon gösterisi sunarak sizi
uyutmaya çalışıyor. Size bir
psikolojik harp uygulayarak
düşüncelerinize yön vermeye
çalışıyor. Bunun için de
filmler, diziler ve televizyon
programaları dışında toplum-
ca tanınmış ünlüleri de kulla-
nıyor. Eğer bir kanalda sizin
kültürünüze, milli değerleri-
nize hakaret ediliyorsa neden
o kanalı izlemeye devam
ediyorsunuz? Ya da halkının
değil de farklı ülkelerin çıkar-
ları için çabalayan bir sözde
aydının yazılarını neden hâlâ
okuyorsunuz? Ülkenizin bü-
tünlüğünü önemsemeyen,
bayrağınıza saygı duymayan
bir şarkıcıyı neden hâlâ dinli-
yorsunuz? Yoksa siz hâlâ
“sanat” ve “propaganda” kav-
ramlarını birbirinden ayıramı-
yor musunuz? Zihinlerinizi
ele geçirmeye çalışan bu psi-
kolojik harbi bitirmek sizin
elinizde. Sahi sizi etkisi altına
almaya çalışan şu “aptal ku-
tusu”nun fişini ne zaman
çekeceksiniz?
"Bir ülke ki camiinde Türkçe
ezan okunur,
Köylü anlar manasını namaz-
daki duânın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe
Kur'ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir
buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orası-
dır vatanın!"
Ziya Gökalp
Türk düşünce hayatına dam-
ga vurmuş en büyük isimler-
den birisi olan Ziya Gökalp,
“Vatan” adlı şiirine ruhumu-
zu okşayan yukarıdaki dize-
lerle başlar. Şüphesiz ki
Kemalizmin ortaya çıkışında
büyük tesiri olan Gökalp, bu
deyişiyle adeta dini uygula-
malarla millilik arasında ne
derece ciddi bir alaka olduğu-
nu gözler önüne sermiştir.
Laiklik ilkesi, ortaya konul-
duğu günden beri
Kemalizmin ve Türkiye fikir
hayatının en çok tartışılan
konularından biri olmuştur.
On yıllardır pek çok farklı
şekilde üzerine söz söylenen
bu ilke, aslında Kemalizm ve
Türkiye Cumhuriyetinin te-
mel taşlarından birtanesidir.
Tartışmasız Kemalizmin tüm
ilkeleri bir bütünlük içerisin-
dedir. Bu bakımdan ilkelerin
ayrı ayrı değerlendirilmesi,
on yıllardır gerek ilkelerin,
gerekse Büyük Türk Devri-
minin anlaşılmasında çok
ciddi yanılgılara sebep ol-
muştur. Özellikle de Laiklik
ilkesi ve bu noktada yapılan
devrimlerin, Milliyetçilik
ilkesi ve Modern Türk
ilerlemeye engel hiçbirşey
kapsamıyor. Halbuki, Türki-
ye’ye bağımsızlığını veren bu
Asya Milletinin içinde daha
karışık, suni, boş inançlardan
ibaret bir din daha vardır.”
DİNİ EĞİTİM VE HİZ-
METLERİN KONTROL
ALTINA ALINMASI
İslam dini, ruhban sınıfına
sahip olmayan bir dindir.
Ancak yüzyıllar içerisinde
şeyhlik, dervişlik, mürşitlik
gibi onlarca dini zümre or-
taya çıkmış ve Müslümanları
kendi çıkarları çerçevesinde,
safsatalarla yönlendirerek
büyük ayrıcalıklar ve çıkarlar
elde etmiştir. Dini eğitim ve
hizmetlerin yürütülmesi işini
tekellerine alan bu zümre, saf
ve cahil halkın vicdanları
üzerinden maddi fayda
sağlayarak adeta bir asalak
misali zahmetsizce toplumu
madden ve manen sömür-
müştür.
Tüm bu durumun farkında
olan ve bu asalaklar sınıfının
Türk Ulusunun felaket ve
geri kalmışlığının en büyük
nedeni olduğunu gören Ke-
malist Kadro, 3 Mart 1924
tarihinde, Türk Tarihindeki
en önemli değişimlerden
birine imza atarak 429 sayılı
kanunla ‘Şeriye ve Evkaf
Vekaletini’ kaldırıp Baş-
bakanlığa bağlı bir ‘Diyanet
İşleri Başkanlığı’ kurmuş;
böylece bu başı bozuk, din
istismarcısı kitlenin önünü
keserek, Millet adına din
işlerinden sorumlu ve kar-
gaşayı önleyecek şekilde
fetva yetkisine sahip, kon-
trollü bir merci oluşturmuş-
tur.
Ulusunu meydana getirme
çabalarından ayrı değerlendi-
rilmesi, bilinçli olarak yapıl-
mış büyük bir hatadır.
Mustafa Kemal’in kendi el
yazılarında da belirttiği gibi
dini taassup ve ümmet anlayı-
şı “Türk
milletinin millî bağlarını gev-
şetip; millî hislerini, millî
heyecanını uyuşturmuş” ve
toplumun büyük felaketler
yaşamasına neden olmuştur.
İşte bu gibi felaketlerin bir
daha yaşanmaması için Mus-
tafa Kemal, taassubu yenmek
ve Türk Ulusunun milli hisle-
rini takviye edebilmek için
bir dizi devrim gerçekleştir-
miştir.
Diyanet İşleri Başkanlığının
oluşturulması, Eğitim Birliği
Yasasının kabulü, Tekke ve
Türbelerin kapatılması,
Kuranın Türkçeye çevrilmesi,
Kuranın Bilimsel Tefsiri,
Güvenilir Hadislerin çevirisi,
Hutbeler ve Ezanın
Türkçeleştirilmesi ile Türkçe
İbadet Çalışmaları şeklinde
sıralanabilecek bu devrim-
lerle, Türk Ulusunun aklı ve
vicdanı özgür bırakılmaya
çalışılmıştır.
Nitekim Mustafa Kemal’in şu
sözleri yapılan ve yapılması
tasarlanan tüm bu devrimler
üzerinden ortaya konan çar-
pıtmalara cevap niteliğinde
ve Atatürkün asıl niyetini
ortaya koyar mahiyettedir:
“Türk Milleti daha dindar
olmalıdır, yani bütün sade-
liğiyle dindar olmalıdır de-
mek istiyorum. Dinime, bizzat
gerçeğe nasıl inanıyorsam,
ona da öyle inanıyorum.
Bilince ters
LAİKLİK İLKESİ VE
BU NOKTADA
YAPILAN
DEVRİMLERİN,
MİLLİYETÇİLİK
İLKESİ VE MODERN
TÜRK ULUSUNU
MEYDANA GETİRME
ÇABALARINDAN AYRI
DEĞERLENDİRİLMESİ,
BİLİNÇLİ OLARAK
YAPILMIŞ BÜYÜK BİR
HATADIR.
SAYFA 10
AKLA VE ÖZE DÖNÜŞ: DİNDE, DİL DEVRİMİ
Anıl OYMACI Endüstri Mühendisliği
Bölümü
Yine aynı tarihte “Eğitim
Birliği” kabul edilerek, çağ
dışı eğitim veren ve Türk
çocuklarının taze beyinler-
inde birer örümcek misali ağ
kuran medreseler kapatılarak
eğitim tamamen devlet dene-
timine alınmış ve birleştir-
ilerek Milli Eğitim
Bakanlığına devredilmiştir.
Böylece hurafelere dayalı
köhne bir eğitim anlayışı
silinerek, çağın gereklerine
uygun bir eğitim sistemi tesis
edilmiştir.
Nitekim din eğitiminin
yerinin aile, öğretiminin
yerinin ise okul olduğunun
bilincinde olan Atatürk, çok
temel düzeyde din derslerini
okullara koydurmuş; dinin
aynı zamanda bilimsel bir
uğraş olduğu düşüncesiyle
İstanbul Üniversitesine bağlı
bir İlahiyat Fakültesi ve dini
hizmetleri görecek personel
yetiştirmek adına da 29 İmam
- Hatip Okulu açtırmıştır.
Ancak bu eğitim kurum-
larının bugün var olan
adaşlarından çok farklı görev
ve biçimleri olduğunu hatır-
latmak gerekmektedir.
Örneğin: İmam Hatip Okul-
ları bu dönemde rağbet gör-
mediği ve öğrenci bulamadığı
için kısa sürede kapatılmıştır.
Bir diğer önemli adımsa 30
Kasım 1925 tarihinde çıkarı-
lan 677 sayılı kanunla tekke
ve türbelerin kapatılmasıdır.
Böylece yüzyıllardır İslamın
özüne tamamen ters olarak
din işlerini ve eğitimini
yürüten tarikatler ve cemaat-
lerin yaşantısına son ver-
ilerek, Ulusun vicdanı bu
çürümüş mekanlar ve
hastalıklı fikirlerin tesirinden
temin mümkün olmadığından
bu tarz daima tercih
edilegelmiştir.”
Bu yaşanan yüzyıllardır var
olan durumun içerisinden
yalnızca ufak bir kesittir.
Asırlardır Türk Milleti, Ata-
türk’ün deyimiyle “Ne yaptı-
ğını, ne yapacağını bilmeksi-
zin, adeta bir kelimesinin
manasını bilmediği
halde Kuranı ezberlemekten
beyni sulanmış, hafızlara
dönmüş”, istismarcı kitle
tarafından kimi zaman kanlı
ve çirkin pek çok şeye alet
edilerek sömürülmüştür.
Düşünün ki, Kuran 1143 yıl-
ında ilk kez Latinceye
çevrilmiş ve bu tarihten sonra
özellikle matbaanın geliştiril-
mesiyle birlikte, peş peşe
neredeyse tüm Avrupa diller-
ine tercüme edilmiştir. Buna
karşın bir İslam topluluğu
olan Türk diline, ancak
1925’ten sonra tam olarak
tercüme edilmeye ba-
şlanabilmiştir. Mantık açısın-
dan bu korkunç bir durum-
dur. Ancak İslam dünyasın-
daki yobazlık ve Arap
Emperyalizmi, bir milletin
kendi kutsal kitabından yüzy-
ıllarca alakasız kalmasına
neden olmuştur.
Ta ki Cumhuriyet kurulup,
Mustafa Kemal’in desteği ile
Türkçe Kuran Meali çalışma-
ları hız kazanıncaya kadar.
Nitekim 1923-1950 yılları
arasındaki süreçte tam 45000
adet Kuran Meali, Diyanet
tarafından ücretsiz dağıtılmış
böylece Türk Ulusunun kendi
ilahının buyruklarıyla direk
olarak temas kurması, Milli
benliğini muhafaza ederek
kurtarılmıştır.
Yapılmış olan bu üç önemli
devrim ile din üzerinden
sömürü gerçekleştiren ve
safsatalarla halkın kafasını
doldurarak, milleti cahil bıra-
kan kitle toplum hayatının
dışına itilmiş. Laikliğin bir
gereği olarak şekli manada
din, devlet tarafından kontrol
altına alınarak, Türk Mil-
letinin dini taassubun
karanlığından kurtarılarak,
aydınlık bir dini anlayış ka-
zanmasının önü açılmıştır.
Din üzerinden maddi istismar
sağlayan güruh bundan sonra
deyim yerindeyse işsiz
kalmış ve bugün dahi açıkça
farkedileceği üzre Atatürk’e,
Büyük Türk Devrimi’ne ve
Laikliğe karşı en hain saldırı-
ları gerçekleştirir olmuştur.
DİNİN HURAFELERDEN
ARINDIRILMASI
Osmanlı tarihinin en önemli
gelişmelerinden biri olan 31
Mart Gerici Ayaklanmasının
mahkeme kayıtlarında, ele-
başı Derviş Vahdeti’nin İtti-
had-ı Muhammedi Cemiyeti
adına, camilerde ve kışlalarda
Arapça vaazlar veren
vaizlerin metinleri için, Şey-
hülislamlıktan gelen raporda
‘metinlerde yer alanların
dinle alakasız, Arapça gramer
metinleri olduğu’ belirtilmiş;
yine aynı kayıtlarda Derviş
Vahdeti şu ifadede bulun-
muştur:
“Okunan, Arapça olunca,
müminler, manaları bile-
medikleri için Kur’an zannı-
yla ve okumanın makam ve
tarzından heyecan duyarak
dinlerler. Anladıkları dille bu
heyecanı
KURAN 1143 YILINDA ILK
KEZ LATINCEYE ÇEVRILMIŞ
VE BU TARIHTEN SONRA ÖZELLIKLE MATBAANIN
GELIŞTIRILMESIYLE
BIRLIKTE, PEŞ PEŞE
NEREDEYSE TÜM AVRUPA
DILLERINE TERCÜME
EDILMIŞTIR. BUNA KARŞIN
BIR İSLAM TOPLULUĞU
OLAN TÜRK DILINE,
ANCAK 1925’TEN SONRA
TAM OLARAK TERCÜME
EDILMEYE BAŞLANABILMIŞTIR.
SAYFA 11 SAYI 2
dinen aydınlanması sağlan-
mıştır.
Yine Atatürk’ün desteği ile
Elmalılı Hamdi Yazır tarafın-
dan “Hak Dini, Kuran Dili”
isimli ve otoritelerce gelmiş
geçmiş en bilimsel ve akılcı
Kuran tefsiri kabul edilen
Türkçe Kuran Tefsiri, 1936
yılında tamamlanarak Türki-
ye’nin her yerine ücretsiz
olarak dağıtılmıştır.
Ayrıca Ahmet Naim Efendi
ve Kamil Miras, en güvenilir
hadis kitaplarından olan Bu-
hari’nin “Sahih”ini
Atatürk’ün isteği üzerine,
Türkçeye 1932 yılında çevir-
miş ve bu kitap ta ücretsiz
olarak yudun dört bir yanına
dağıtılmıştır.
Tüm bu çabalar Türk’ün,
Allah’ın buyrukları ve Pey-
gamberin uygulamalarını
doğru bir şekilde, kendi baş-
ına öğrenebilmesi ve yüzyıl-
lardır halkı aldatan şarla-
tanlara itibar edilmesini
engellemek için ortaya kon-
muştur.
Ayrıca tarihin ortaya koy-
duğu en büyük milletlerden
biri olan Türk Ulusunun,
Arap ve Fars Kültürleri kar-
şısındaki ezikliğini silip, bu
kültürlere kutsallık addeden
cahilce tutumu ortadan
kaldırarak, Türk Milli Şuur
ve Kültürünü canlandırmak
bu noktadaki en temel ama-
çlardan birisi olmuştur.
DİNİ UYGULAMA-
LARDA TÜRKÇENİN
KULLANILMASI
Hutbeler, Cuma ve Bayram
Namazları gibi toplu kılınan
namazların ardından çeşitli
- içerisindeki ayetler bizzat
Atatürk tarafından seçilen ve
“Kitabı okuyorsunuz, hiç
düşünmüyor musunuz ?”
ayeti ile biten ilk Türkçe Hut-
beyi okumuş ve bundan sonra
da uygulama bu şekilde de-
vam etmiştir.
Böylece artık camiler, Türk
Ulusunun milli ve manevi
değerlerini kendi lisanlarıyla
idrak edip, yorumlayabileceği
mekanlar haline gelmiştir.
Dini uygulamalarda Türkçe-
nin kullanılmaya başlanma-
sındaki bir diğer önemli ge-
lişme ise ‘Türkçe Ezan’ uy-
gulamasıdır. Dr. Reşit Galip
ve Hasan Cemil Çambel gibi
seçme hafızlarca hazırlanan
Türkçe Ezan metni. 3 Şubat
1932’de Ayaysofya Camii’n-
de okunmuş, 6 Mart 1933
tarihli Diyanet İşleri genelge-
siyle de ‘tüm camilerde eza-
nın Türkçe okutulması’ zo-
runlu kılınmıştır. Nitekim 16
Haziran 1950 tarihine kadar,
Türk insanı minarelerden
yükselen “Tanrı Uludur”,
“Haydi namaza” seslenişiyle
ibadete davet edilmiş, ancak
Demokrat Parti iktidara geli-
şinin henüz ilk ayında, karan-
lık çevrelere peşkeş çekmek
maksadıyla bu güzel uygula-
mayı kurban ederek, Cumhu-
riyet kazanımlarından geri
dönüşü de başlatmıştır.
Oysa Türkçe ezan uygulama-
sına karşı çıkan güruha en
güzel cevabı yine Atatürk
vermiştir:
“Meselenin mahiyeti esasen
din değil dildir. Kati olarak
bilinmelidir ki Türk Milleti-
nin milli dili ve milli benliği
bütün hayatında hakim ve
esas kalacaktır.”
sorunları tartışmak ve ce-
maati bilinçlendirmek mak-
sadıyla yapılan konuşma-
lardır. Ancak İslamı kabul
ettiği tarihten bu yana Türk
camiilerinde, Arap Emperyal-
izminin bir sonucu olarak
hutbeler Arapça okunmuş ve
cemaatin gündeminden
alakasız eski metinlerin tek-
rarı halini almıştır.
Anlamadığı bir dildeki hut-
beleri yüzyıllarca dinleyen
halk, bunun sonucunda
batılın esiri olmuştur.
Nitekim Mustafa Kemal, 1
Mart 1922’de, meclis konuş-
masında bu konudaki fikrini
şöyle beyan etmiştir:
“Camilerin mukaddes min-
berleri, halkın ruhi, ahlaki
gıdalarına en yüksek, en ve-
rimli kaynaklardır. Minber-
lerden halkın anlayabileceği
dille, ruh ve beyine hitap
olunmakla Müslümanların
vücudu canlanır, beyni temiz-
lenir, imanı kuvvetlenir, kalbi
cesaret bulur.”
Ve 7 Şubat 1923 tarihinde,
Balıkesir Zağnos Paşa
Camii’nde bir Cuma hutbesi
okuyup “Camiler yalnız bir-
birimizin yüzüne bakmaksızın
yatıp kalkmak için değildir.
Camiler bilhassa din ve
dünya için neler yapmak
mecburiyetinde olduğumuzu
düşünmek, fikir alışverişinde
bulunmak içindir.” diyerek,
İslam tarihinde bir çığır
açmıştır.
Ardından başlayan çalışmalar
neticesinde 4 Şubat 1932’de
Süleymaniye Camii’nde, Ha-
fız Sadettin Kaynak -sarık ve
cüppe yerine, takım elbise ve
palto ile minbere çıkarak
“MESELENİN
MAHİYETİ ESASEN
DİN DEĞİL DİLDİR.
KATİ OLARAK
BİLİNMELİDİR Kİ
TÜRK MİLLETİNİN
MİLLİ DİLİ VE MİLLİ
BENLİĞİ BÜTÜN
HAYATINDA HAKİM
VE ESAS
KALACAKTIR.”
SAYFA 12
VE TÜRKÇE İBADET
Bir din bilimcisi olmadığım
için bu konuda İslam bilimi
yönünden ahkam kesmek gibi
bir hata içerisine düşmeyip,
yalnızca Mustafa Kemal’in
tamamlayamadan dünyaya
gözlerini yumduğu bir büyük
kültür projesinin tarihi delil-
lerini sunmakla yetineceğim.
Konu hakkında din bilim
açısından kaynak arayanlar
Cemal Kutay, Yaşar Nuri
Öztürk, Abdullah Manaz gibi
bilim adamlarının konu hak-
kındaki kitaplarını inceleye-
bilirler.
İslam Dininin kutsal kitabı
Kuran, Maun Suresi 4, 5 ve
6’ncı ayetlerde şöyle demek-
tedir:
“4-Yazıklar olsun o namaz
kılanlara,
5-Onlar ki namazlarından
tümüyle habersizdirler.
6-Onlar ki gösteriş yapar-
lar.”
Keza Kuran’ın pek çok başka
ayetinde “anlaşılmak için
gönderildiği” ve
“Peygamberin halkının anla-
yabilmesi için Arapça olarak
gönderildiği” geçmektedir.
Oysa asırlardır Arap olmayan
Müslümanlar, ibadetlerini
anlamadıkları bir dil olan
Arapçayla yapmaya zorlan-
maktadırlar.
Nitekim İslam fıkıh tarihi
incelendiğinde ise başta
Hanefilik Mezhebinin ku-
rucusu Ebu Hanife olmak
üzere, Ebu Yusuf, İmam Mu-
hammed, el-Cassas, Hasan el
-Basri, Buhari gibi din alim-
leri “Farsça (Yani Arapça
dışında bir dil ile) ibadet
edilebilineceğine” dair fet-
valar vermişlerdir.
alışverişinde bulunuyor, an-
cak Türkçe Ezan uygulaması-
nın ardından alınan tepkilerin
henüz sıcak olması sebebiyle,
çalışmalarını çevresine yan-
sıtmamaya özen gösteriyor-
du.
O dönem Yalova’ya gelen
Şükrü Kaya’nın aktardığına
göre ‘Atatürk ibadetin Arap-
ça değil, Türkçe yapılması
yönünde çalışmalar yapmak-
ta; ancak biraz daha üzerine
eğilmesi gerektiğini’ ifade
etmekteydi.
Yine bu dönemde ünlü şairi-
miz Behçet Kemal Çağlar’-
dan, Prof. Dr. İsmail Hakkı
İzmirli’nin “Mean-i Ku-
ran”ının bir kısmını nazım
olarak denemesini istemiştir.
Ezberlenmesi zor olan
nesirin, aynı zamanda o ruha-
ni zevki de vermediğinin
bilincinde olan Mustafa Ke-
mal, nazım haline getirilmiş
Türkçe Kuran Çevirisinin,
ibadette kullanılmasını sağla-
yarak, Türklerin yüzyıllardır
uğradıkları Arap Emperyaliz-
mine vicdanlar üzerinde de
son verip, Türk’ün ilahı ile
kendi öz dilinde münasebet
kurmasını tesis etmeyi amaç-
lamıştır.
Ancak 10 Kasım 1938’de
vefat etmesi üzerine tüm bu
çalışmaları yarım kalmış ve
ardından kimse bu konuyu
ele almaya cesaret edememiş-
tir.
Behçet Kemal Çağlar ise
yaptığı çalışmalarını tamam-
layıp, 1965 yılında “Kuran-ı
Kerimden İlhamlar” adı altın-
da kitaplaştırmıştır.
Bunlardan en ilginci ise
Serahsi’nin “el-Mebsut” adlı
eserinde, sahabeden Selman
Farısi’nin, Peygamberin izni
ile, milletdaşları olan İranlı
Müslümanların namazda oku-
ması için, Fatiha Suresi’ni
Farsçaya tercüme ettiğine
dair rivayettir. Konu ile ilgili
adı geçen kaynaklardan ay-
rıntılı araştırma yapılabilinir.
İbadetin Türkçe yapılması
görüşü ise, ilk olarak 1800’lü
yıllarda Ali Suavi tarafından
ortaya atılmıştır.
22 Mart 1926 tarihinde Ce-
maleddin Efendi namazı
Türkçe olarak kıldırmak is-
temiş ve ardından Diyanet
İşleri Başkanlığınca görevden
uzaklaştırılmıştır. Nitekim
Ali Ağaoğlu, Milliyet Ga-
zetesindeki bu konuyla ilgili
yazısında yaşanan olaya çok
büyük tepki göstermiş ve
Cemaleddin Efendi’ye arka
çıkmıştır.
Şubat 1932’de Ayasoyfa
Camii’nde Türkçe Kuran ve
İlahi okunmasının ardından,
Yunus Nadi’nin kaleme
aldıkları, Türk Ulusu’nda var
olan istenci de gözler önüne
serer niteliktedir:
“Bu memleket Arap mem-
leketi ve bu millet Arap millet
olmadığına göre, bu manasız
bidat, ilanihaye böyle devam
edip gidemezdi. Milli harsta
elbette içtimai tesiri olan
dinin, ergeç öz dilimizde ter-
ennüm edilmesi lazımdı…”
1935 yılında Yalova Termal’-
de oldukça gizli ve ciddi bir
çalışma içerisine giren Mus-
tafa Kemal, konusunda uz-
man kişilerle görüşmeler ya-
pıp, fikir
YALOVA’YA GELEN
ŞÜKRÜ KAYA’NIN
AKTARDIĞINA GÖRE
‘ATATÜRK İBADETİN
ARAPÇA DEĞİL,
TÜRKÇE YAPILMASI
YÖNÜNDE
ÇALIŞMALAR
YAPMAKTA; ANCAK
BİRAZ DAHA ÜZERİNE
EĞİLMESİ
GEREKTİĞİNİ’ İFADE
ETMEKTEYDİ.
SAYFA 13 SAYI 2
Aşağıda peş peşe olarak bir-
kaç surenin B. Kemal Çağlar
tarafından yapılmış Türkçe
nazım çalışmaları ile Diyanet
Vakfı Türkçe Kuran Çevirisi
karşılaştırmalı olarak verile-
cektir.
FATİHA SURESİ (Nazım)
Hamd, evrenler sahibi yüce
Allah içindir;
Allah ki acıyandır, koruyan-
dır, sevendir;
Günü gelince; ancak
Odur, hesap soracak…
Tek sana tapan, senden me-
det umanlarız biz;
Sapıtmışlar yoluna düşmek-
ten koru bizi,
Doğru yoldan ayırma bizi,
aman Rabbimiz!
FATİHA SURESİ (Meal)
Hamd, alemlerin Rabbi Alla-
ha mahsustur. O, rahman ve
rahimdir .Ceza gününün ma-
likidir. Ancak sana kulluk
eder ve yalnız senden medet
umarız. Bize doğru yolu gös-
ter. Kendilerine lütuf ve ik-
ramda bulunduğun kimsele-
rin yolunu; gazaba uğramış-
ların ve sapmışların yolunu
değil!
İHLAS SURESİ (Nazım)
Söyle ki gündüz-gece
Tanrı tek, Tanrı yüce;
O doğmaz ve doğurmaz
Kimse ona denk olamaz!
SONUÇ YERİNE
“Bizi yanlış yola sevkeden
habisler, biliniz ki, çok kere
din perdesine bürünmüşler-
dir. Saf ve nezih halkımızı
hep şeriat sözleriyle al-
datagelmişlerdir. Tarihimizi
okuyunuz, dinleyiniz,
görürsünüz ki milleti mahve-
den, esir eden, harap eden
fenalıklar hep din kisvesi
altındaki küfür ve melanetten
gelmiştir. Onlar her hayırlı
hareketi dinle karşılarlar,
halbuki hamdolsun hepimiz
Müslümanız, hepimiz din-
darız, artık bizim dinin
icaplarını, dinin yasaklarını
öğrenmek için şundan bun-
dan derse ve akıl hocalığına
ihtiyacımız yoktur.
Analarımızın, babalarımızın
kucaklarında verdikleri der-
sler bile bize dinimizin
esaslarını anlatmaya kafidir.
Milletimizin içinde hakiki
ciddi, alimler vardır. Mil-
letimiz bu gibi alimleriyle
iftihar eder. Onlar milletin
emniyet ve ümmetin güvenine
mazhardırlar. Bu gibi alim-
lere giden, bu efendi bize
böyle diyor, siz ne diyorsunuz
deyin. Fakat umumiyetle
buna da ihtiyaç yoktur. Bil-
hassa bizim dinimiz için
herkesin elinde bir ölçü
vardır. Bu ölçü ile hangi
şeyin dine uygun olup ol-
madığını kolayca takdir ede-
bilirsiniz. Hangi şey ki akla,
mantığa, milletin menfaatine,
İslamiyetin menfaatine uy-
gunsa hiç kimseye sormayın,
o şey dinidir. Eğer bizim dini-
miz akla, mantığa uygun bir
din olmasaydı mükemmel
olmazdı, dinlerin sonuncusu
olmazdı”- M. Kemal Atatürk
İHLAS SURESİ (Meal)
De ki: O, Allah birdir. Allah
sameddir. O, doğurmamış ve
doğmamıştır. Onun hiçbir
dengi yoktur.
Behçet Kemal Çağlar’ın ça-
lışmasının devamını merak
edenler, Cemal Kutay’ın
“Türkçe İbadet 1-2” isimli
kitabından faydalanabilirler.
Şüphesiz ki Mustafa Kemal,
yalnızca cephelerde değil;
ekonomiden, sanata,
kültürden, ibadete, akıldan,
vicdanlara kadar hemen her
cephede, emperyalizmin her
türlüsü ile mücadele etmiş
dev bir liderdir. Türkçenin
ibadet ve dini uygulamalarda
kullanılması da zihinlerden
ve vicdanlardan Emeviciliği
söküp atarak, Arap Kültür
Emperyalizminin tüm izlerini
Türk’ün üzerinden silip.
Türk’ü inancını doğru
anlayıp, yaşayan ve milli
değerleri ile bütün bir yapı
haline getirmek amacıyla
ortaya konmuş çalışmalardır.
Böylece Türk, aydınlık bir
dini anlayışa sahip ve istis-
marcılara meydan ve imkan
bırakmayan bireyler olacak-
tır. Keza on yıllardır
Atatürk’e, Türk Devrimi’ne
ve Laikliğe saldırıların te-
melinde, bu menfaat gru-
plarının çıkarlarını kaybet-
meleri yatmaktadır. Çünkü
dinini anlayan, bilen bir kim-
senin akıl, Kuran ve Peygam-
berden başka, sahte bir mür-
şide ihtiyacı yoktur. Bunun
için de, dini Türkçe yaşamak
hayatidir.
Mustafa Kemal’in de belirt-
tiği üzre: “Türkçe, Türk Mil-
letinin kalbidir, zihnidir.”
ON YILLARDIR
ATATÜRK’E, TÜRK
DEVRIMI’NE VE
LAIKLIĞE
SALDIRILARIN
TEMELINDE, BU
MENFAAT
GRUPLARININ
ÇIKARLARINI
KAYBETMELERI
YATMAKTADIR.
SAYFA 14
Kaynakça:
Medeni Bilgiler ve M. Kemal
Atatürk’ün El Yazıları, Prof.
Dr. A. Afet İnan
Türkçe İbadet 1-2, Cemal
Kutay
Anadilde İbadet Meselesi,
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
Atatürk Düşüncesinde Din ve
Laiklik, Atatürk Araştırma
Merkezi
Atatürk Reformları ve İslam,
Dr. Abdullah Manaz
Atatürk Bugün Olsaydı, Ce-
mal Kutay
SAYFA 15 SAYI 2
Atatürk, bütün sanat dalla-
rına önem verdiği gibi, müzi-
ğe de büyük önem vermiştir.
1913 yılında Sofya’da askeri
ateşe olarak görev yaptığı
dönemde, çok sesli müziğe
ilgi duymaya başlamış, klasik
müzik konserlerine ve opera-
lara giderek bu tarz müzik
türlerini yakından tanıma
fırsatı bulmuştur.
Cumhuriyetin ilan edilme-
sinin ardından birçok yenilik-
lere imza atan Atatürk, toplu-
ma öz Türk musikisi dışında,
klasik müzik ve operayı da
sevdirmek ve tanıtmak için
çalışmalarda bulunmuş, bu
tür müzik konserlerini izle-
meye giderek, halkında bu
yeni müzik türlerini sevmesi-
ni arzulamıştır.
Türk toplumuna evrensel
müziğin çok sesli ezgilerini
tanıtmayı, sevdirmeyi amaç-
layan Atatürk, Türk musikisi-
nin gücünü ve etkisini hiç bir
zaman görmezden gelmemiş,
şarkılar ve türküler onun gün-
lük yaşamının bir parçası
olmuştur adeta.
Türk kültüründe önemli bir
yere sahip olan türkülerin
toplumun bir aynası olduğu-
nu, hüznü ve sevinci içerisin-
de barındırdığını iyi bilen
Büyük Önder, “Müzik haya-
tın neşesi, ruhu, sevinci ve
her şeyidir” diyerek, müziğin
yaşamın ta kendisi olduğunu
ifade etmiştir.
Atatürk’ün beğendiği beste-
kâr, güfteci ve güçlü yorum-
cular arasında bulunan; Mü-
nir Nurettin Selçuk, Saadettin
Kaynak, Mustafa Nafiz,
Afitap, Yesarî Asım
Nitekim, Devlet konserva-
tuarının temeli olan musıki
muallim mektebinin (1925)
büyük Atatürk'ün bu işareti
üzerine gerçekleştirilmiştir.
Musıki muallim mektepleri-
nin amacı sanatçıdan çok orta
öğretim için öğretmen yetiş-
tirmekti. İkinci adım, bir milli
musıki ve temsil akademisi-
nin kurulmasıydı. Atatürk,
musıkinin sadece didaktik bir
uğraşı olarak değil, pratik ve
uygulayıcı bir sistemle geliş-
tirilmesini vurgulamış olu-
yordu.
Atatürk döneminde müzi-
ğin gelişimi adına yapılan
çalışmaları kısa bir şekilde
özetlemek gerekirse:
Makam-ı Hilâfet Mızıkası-
nın İstanbul’dan başkent An-
kara’ya getirilerek ‘Riyaset-i
Cumhur Musiki Heyeti’ adı
altında yeni bir yapıya dönüş-
türülmesi (1924).
Tevhid-i Tedrisat Kanunu-
nun (Öğretimi Birleştirme
Yasasının) yürürlüğe girme-
siyle genel müzik eğitiminin
lâik bir temele oturtulması
(1924).
Ankara’da Musiki Muallim
Mektebinin kurulup açılması
(1924).
Tekke ve zaviyelerin kapa-
tılmasıyla tekke müziğinin
varlık nedeni ve ortamının
kaldırılması (1924).
Müzik öğrenimi için Avru-
pa’ya yetenekli gençlerin
gönderilmeye başlanması
(1925).
Halk müziği ezgilerinin
derlenmeye başlanması
(1925) ve notaya alınan ezgi-
lerin yayımına geçilmesi
(1926).
“MÜZİK HAYATIN NEŞESİ, RUHU, SEVİNCİ VE HER ŞEYİDİR”
Arsoy, Hamiyet, Safiye Ayla,
Müzeyyen Senar, Selahattin
Pınar ve daha nice sanatçıla-
rın seslendirdiği şarkı ve tür-
külerden başka, Atatürk’ün
tren yolculukları sırasında
Necip Celal Andel’in Seyyan
tarafından seslendirilen
“Yıllar” tangosunu dinlemesi,
O`nun müziğin her dalı ile
yakından ilgilendiğinin gös-
tergesidir.
Atatürk’ün bir başka türlü
sevdiği ve dinlerken duygu-
landığı Rumeli türkülerini de
unutmamak gerekir. Falih
Rıfkı Atay, ‘Çankaya’ adlı
kitabında, Atatürk’ün Rumeli
türkülerini dinlerken hisset-
tiklerini “Rumeli türkülerini
söylerken derin ve onulmaz
bir gurbet ve sıla acısı gözle-
rinde yaşarırdı” sözleriyle
açıklar.
Atatürk, milletin hayatında
gerçekleştirilmesi gereken
bütün değişikliklerin zorlama
ile olmayacağını, alıştırıcı ve
inandırıcı bir tutumla oluştu-
rulması gerektiğine inandığı
için, özellikle Türk
musıkisinde bu sistemin uy-
gulanmasını gerekli görmüş-
tür
Atatürk'ün emirleriyle kuru-
lan Cumhurbaşkanlığı orkest-
rasının bir konserinden sonra,
Atatürk şöyle söylemiştir:
"Halkın da musıki ihtiyacı-
nı düşünmek gerekir. Halkın
musıki zevkinin gelişmesi
için batı musıkisine alışması
ve bu musıkiden hoşlanması
için, köklü bir musıki eğiti-
mine ihtiyaç vardır." .
ATATÜRK, MİLLETİN
HAYATINDA
GERÇEKLEŞTİRİLMESİ
GEREKEN BÜTÜN
DEĞİŞİKLİKLERİN
ZORLAMA İLE
OLMAYACAĞINI,
ALIŞTIRICI VE İNANDIRICI
BİR TUTUMLA
OLUŞTURULMASI
GEREKTİĞİNE İNANDIĞI
İÇİN, ÖZELLİKLE TÜRK
MUSIKİSİNDE BU SİSTEMİN
UYGULANMASINI GEREKLİ
GÖRMÜŞTÜR
SAYFA 16
Mazlum ELİK İnşaat Mühendisliği
Bölümü
Batı müziği bölümü eklenmiş
olan İstanbul’daki
Dârülelhanın konservatuvara
dönüştürülmesi (1926).
İstanbul Belediye
Konservatuvarı’nda gelenek-
sel Türk Sanat Müziği eserle-
rinin saptanmasıyla görevli
Tesbit ve Tasnif Heyeti’nin
kurulması (1926) ve bu eser-
leri seslendirmek için
Konservatuvarda İcra Heye-
ti’nin oluşturulması (1927).
Avrupa’daki müzik öğreni-
mini tamamlayarak yurda
dönen gençlerin Musiki Mu-
allim Mektebinde görevlendi-
rilmesi (1927-1930).
Çok sesli müziğe temel
olmak üzere müzik teorisi
kitaplarının yayımlanmaya
başlaması (1928)
Balkan Oyunları Müzik
Festivali’nin düzenlenmesi
(1931).
Halkevlerinin kurulması ve
halkla bütünleşmek üzere
etkinliklerinin başlaması
(1932).
Atatürk’ün ünlü 10. Yıl
Söylevi’nde Türk müzik kül-
türünde “çağdaşlaşma” ama-
cını belirtmesi (1933) ve
TBMM’nin açılış söylevinde
evrenselleşmeyi açıkça dile
getirip kültürel hedef olarak
göstermesi (1934).
İlk Türk operası kabul edi-
len Öz Soy’un Adnan Saygun
tarafından bestelenip sahne-
lenmesi (1934).
Millî Musiki ve Temsil
Akademisi Kanunu’nun çıka-
rılması (1934).
Müzik alanını da kapsayan
Güzel Sanatlar Genel Müdür-
lüğü’nün kurulması (1935).
Başta Paul Hindemith ol-
mak üzere, Avrupa’dan ünlü
müzik uzmanlarının davet
edilerek görevlendirilmesi
(1934-1935-1936).
Ankara Devlet
Konservatuvarı’nın kurulma-
sı ve öğretime başlaması
(1936).
Musiki Muallim Mektebi’-
nin Gazi Terbiye Enstitüsü’-
ne aktarılarak bağlanması
(1937- 1938).
Türkiye’de bilimsel yön-
temle uygulanan en büyük ve
en geniş kapsamlı halk ezgi-
leri derleme çalışmalarının
başlaması (1937).
Türkiye’nin ilk büyük halk
müziği arşivi olarak Ankara
Devlet Konservatuvarı’nda
Türk Halk Ezgileri Arşivi’nin
kurulması (1937).
Ankara’da Askerî Mızıka
Okulu’nun kurularak öğreti-
me başlaması (1938).
Gördüğümüz üzere Ata-
türk; sanatın, bir toplumun
ilerlemesindeki öneminin ve
vazgeçilmezliğinin bilincinde
olan bir insandı. Yazımı şim-
dilerde kendini birtakım mev-
kilerde sözde adam olduğunu
ve iyi işler başardığını düşü-
nen şahıslara Atatürk’ün gü-
zel bir sözüyle bitirmek isti-
yorum: "Sanatçı, toplumda
uzun çalışma ve uğraşlar-
dan sonra alnında ışığı ilk
hisseden insandır."
"Hepiniz milletvekili olabi-
lirsiniz, bakan olabilirsiniz;
hatta Cumhurbaşkanı ola-
bilirsiniz, fakat sanatkâr
olamazsınız."
SAYFA 17 SAYI 2
Mahmut Esat,
Kuvayı Milliye ruhunu taşı-
yan, onu, belki de en çok hak
edenlerdendir. Daha öğrenci-
lik yıllarında bir Avrupa üni-
versitesinde, kapitülasyonla-
rın hiç de adil olmadığını ve
bağımsız bir ulusun kabul
edemeyeceğini anlattığı dok-
tora tezini kabul ettirerek,
uluslararası önemli bir siyasi
başarı elde etmiştir. Bozkurt,
öncelikli olarak bir Kuvayı
Milliyecidir. Bilindiği üzere
ulusal mücadele yıllarında
Kuşadası ve yöresinde, halkı
örgütleyerek, düşmana karşı
konulması konusunda uyar-
mış ve toprakların asla düş-
mana terkedilmemesi için
fiilen çalışmıştır.
Mahmut Esat, üniversite sıra-
larından Kuvayı Milliye’ye,
ardından da TBMM’ne mil-
letvekili olarak katılmış, yö-
renin ve bölgesinin, en seçkin
ve en değerli eylem adamla-
rından birisidir. Milletvekilli-
ği yaptığı dönemde M. Ke-
mal ile sıkı bir ilişki içerisin-
de bulunmuş ve Türk Devri-
mi’nin önde gelen simaların-
dan birisi olmayı başarmıştır.
İktisat ve Adliye Vekilliği
görevlerini üstlendiği dönem-
lerde, ulusal hukukumuza ve
ülkede gerçekleştirilmekte
olan Kemalist devrimin altya-
pı faaliyetlerine doğrudan
katılmıştır. Bozkurt-Lotus
olayı sonrasında göstermiş
olduğu siyasi/hukuksal müca-
dele sayesinde, Türkiye’ye
uluslararası bir hukuk başarı-
sı kazandırmış olması da ha-
yatının en önemli olayların-
dan birisidir. Soyadı Kanu-
nu’ndan sonra da bizzat Ata-
türk tarafından
yazma işine giriş-
miştir. Bozkurt, Atatürk’ü
işte bu sebepten dolayı takdir
etmektedir. Ondaki bu yakla-
şımın sebebi, tarihi kahra-
manların yaptığı tezini be-
nimseyen Carlyle’ın etkisinde
kalmasıdır. Bundan dolayıdır
ki, Atatürk’ün önder olarak
gerçekleştirdiği büyük Türk
Devrimi’ne, Atatürk İhtilali
adını vermektedir.
Ancak Bozkurt’u salt bir ey-
lem adamı olarak değerlen-
dirmek yeterli değildir. Onun
bu çabasını anlamak adına
düşünce hayatının üzerine
eğilmek ve incelemek gerek-
mektedir. Bozkurt, aynı za-
manda Kemalist Devrim’in
de ideologlarındandır. Hatta
Kemalist Devrim’i ilk kez
belli bir sistem çerçevesine
oturtmaya çalışan, geniş kap-
samlı bir teorileştirme çabası-
na girişen Bozkurt olmuştur.
Bozkurt, Kemalist Devrim’i
tanımlarken, halk cumhuriye-
ti, halk devleti gibi tanımları
birlikte kullanmıştır. O, Tür-
kiye Cumhuriyeti’ni bir halk
devleti, halk cumhuriyeti
olarak görmüştür. Böyle ol-
ması konusunda da gerekli
girişimlerde bulunmuştur.
Özellikle bir önceki bölümde
siyasal yaşamı hakkında bilgi
verirken onun halkçı tavrını
somut bir biçimde ortaya
koymuştuk. Mondros Müta-
rekesi’nden 1924 Anayasası’-
na kadar geçen dönem içeri-
sinde, Türkiye’nin; siyasi,
sosyal, askeri ve ekonomik
sorunlarını ele alırken, daima
geçmişten ve tarihten
MAHMUT ESAT BOZKURT VE DÜŞÜNCESİ
Mahmut Esat’a,
Bozkurt soyadı verilmiştir.
Mahmut Esat Boz-
kurt, aynı zamanda dikkatli
bir eleştirmen ve gazetecidir.
Halk Dostu, Anadolu’da Yeni
Gün, Tan gibi gazetelerde
yazmış ve Kemalist devrime
ayak bağı olmaya çalışanları
engellemek adına mücadele
vermiştir.
Mahmut Esat Boz-
kurt’un diğer bir özelliği de
Kemalizm’in önemli teoris-
yenlerinden birisi olmasıdır.
Dava’nın başarıya ulaşması
ve tamamlanması hususunda
kimsenin olmadığı kadar mü-
cadele vermiş ve çabalamış-
tır. Gazetecilik yılları da
özellikle bu döneme rastla-
mıştır.
Hayatının uzun bir dönemini
Atatürk’ün yanında ve Kema-
list devrimin içinde geçiren
Bozkurt, hayatının sonuna
değin Ankara’da milletvekil-
liği görevine devam etmiş,
ulusal bir kahraman ve halk
adamıdır.
DÜŞÜNCE YAPISI
Mahmut Esat Bozkurt’a göre
düşünce, uygulamaya dönüş-
mediği sürece anlam kazana-
mamaktadır. Bu yapısıyla
Bozkurt’un bir eylem adamı
olduğunu söyleyebiliriz. Boz-
kurt’a göre, J. J. Rousseau
düşüncelerini yazmıştır, an-
cak bunları pratiğe dönüştür-
memiştir. Lenin ise, teorileri-
ni pratiğe dönüştürmüştür.
Atatürk ise Lenin ve
Rousseau’dan farklı olarak,
teorilerini önce pratiğe dök-
müş ardından
MAHMUT ESAT
BOZKURT’A GÖRE
DÜŞÜNCE,
UYGULAMAYA
DÖNÜŞMEDİĞİ
SÜRECE ANLAM
KAZANAMAMAKT
ADIR.
SAYFA 18
Erdinç YAKASIZ
Yeditepe
Üniversitesi
yararlanmıştır. Kemalist Dev-
rim’in, sorunların temeline
inen ve sorunları kökünden
kazımaya yönelik yaklaşımı-
nın kurucularından olarak
nitelendirirsek yanılmış sayıl-
mayız.
Bozkurt, Kemalist Devrim’in
tamamlanması gerektiğini,
tek dereceli bir seçim sistemi-
ni ve ülkedeki tüm teşekkül-
lerin Meclis’te temsilini sağ-
layacak bir yönetim fikrini
savunmuştur. O, Türk
İhtilali’nin Düsturları adlı
seri yazılarını şöyle bitirmek-
tedir;
“Türk İhtilali; siyasi düsturla-
rını, siyasi ve ictimai
müessesatını ikmal etmiş
olmakla beraber, bunları hal-
kın malı yapabilecek teminatı
vücuda getirmiş değildir.
Bizce ihtilalin üçüncü safhası
olacaktır. Türkiye’de (Halk
Cumhuriyeti)nin tesisi, (halk
hâkimiyeti)ne müstenit bir
idarenin, (Milli Hükümet)in
tekrar ve tespiti ancak ve
ancak iktisat ve maarif teşki-
latının kurulmasına mütevak-
kıftır. Bu teşkilat Türk halkı-
nı ve onun menfaatlerini ne
dereceye kadar yakından ifa-
de ederse o rütbe bir halk, bir
millet devri küşad edilmiş
olacaktır. Mamafih yapılan
şeyler büyüktür. Üçüncü saf-
haya girebilmek için vaziyeti
ve zemini hazırlamıştır.”
Bozkurt, Türk İhtilali’ni ta-
nımlarken, 1918 Türk İhtilali
deyimini kullanmış ve
ihtilalin prensiplerini şu şe-
kilde kısaltmıştır; Ulus ege-
menliği (kayıtsız ve şartsız),
Cumhuriyetçilik, Milletçilik,
Devletçilik, Halkçılık, Laik-
lik,
Hayatını sıkıntı içinde bitirdi.
Gazetelere yazılar yazarak
geçiniyor, ara sıra da arkadaşı
Engels’in yardımına mazhar
oluyordu. Bugün Londra’nın
bir mezarlığında, başında
küçük bir taş olduğu halde,
ebedi uykusunda yatıyor.
Fakat dava mahiyeti ne olursa
olsun, bugün Rusya’da
Marx’ın heykelleri yükseli-
yor. Dava dünyayı düşündü-
rüyor. İşte bilginin, yüksek
düşüncenin, feragatin veri-
mi!”
Bozkurt, bilindiği üzere Ulu-
sal Mücadele Dönemi’nde,
bizzat M. Kemal tarafından
kurdurulan Resmi Türkiye
Komünist Fırkası’nın üyele-
rinden birisidir. 20 Ekim
1920 tarihli Anadolu’da Yeni
Gün gazetesinde yayınladığı
Yeşil Elma başlıklı yazısında
Komünizm’i şöyle tanımla-
mıştır; Komünizm Türkler
için bir ideal değil, bir vası-
tadır. Türklerin ideali Türk
milletinin birliğidir, altın
elmadır, demektedir.
Bozkurt’a göre; Marx, bize
değer ve iş; değer artığı;
tarihsel maddecilik; merkez-
leşme ve özellikle de sınıflaş-
ma kavramını, tüm insanlık
tarihini aydınlatacak şekilde
açıklamaktadır. O, Marx’ın
felsefesini mihenk taşına ben-
zetmektedir. Marx yüzyılların
saklı kalmış gerçeğini bir
ışıldak gibi yansıtmaktadır.
Marx’ın en büyük öngörüle-
rinden birinin hakkımızda
söylediği, Türkler bu gidişle
Avrupa’da tutunamayacak-
lardır, fakat ne yapılırsa ya-
pılsın Türk devleti ortadan
kaldırılamayacaktır. Bozkurt
aynı zamanda, İktisat
İnkılapçılık.
M. Esat Bozkurt,
Kemalizm deyimini 1932
yılından itibaren kullanmaya
başlamıştır. Bozkurt, Kema-
lizm’in salt Türkiye sorunla-
rına değil, 20 yüzyılda yaşa-
nan uluslararası siyasi, sos-
yal, ekonomik tüm sorunlara
çözüm üretebileceğini düşün-
mektedir.
Kemalizm’i; ekono-
mik anlamda ılımlı devletçi
olarak, siyasi anlamda milli-
yetçi, cumhuriyetçi, parla-
menter ve barışçı olarak ta-
nımlamıştır.
Liberalizm’in zama-
nının dolduğundan ve
Marx’ın, Liberal ekonominin
iş görmezliğini dâhiyane fi-
kirleriyle ortaya koyduğun-
dan söz ederken, 20. yüzyılın
tüm problemlerine ancak
Kemalizm’in çözüm üretebi-
leceğinden bahsetmiştir.
Marksizm
Bozkurt Marx’ı,
Atatürk İhtilali kitabında şu
şekilde tanımlamıştır;
“Karl Marx da büyük feragat
örneklerindendir. Marx, Mat-
mazel Vestfalen ile evlendi.
Hem kendisi, hem karısı zen-
gin aileye mensuptular. Orta-
ya attığı sosyalist davası uğ-
runda hapishanelere düştü.
Kaçtı. Sürgünden sürgüne
koştu. Fransa’ya gitti. Al-
manya’nın müdahalesi üzeri-
ne Fransa’yı terke mecbur
oldu. Belçika’ya geçti. İşçi
hareketleri başladı. Orayı da
terk ile İngiltere’ye gitti. İn-
giltere’de barınabildi.
BOZKURT,
KEMALİZM’İN SALT
TÜRKİYE
SORUNLARINA
DEĞİL, 20 YÜZYILDA
YAŞANAN
ULUSLARARASI
SİYASİ, SOSYAL,
EKONOMİK TÜM
SORUNLARA ÇÖZÜM
ÜRETEBİLECEĞİNİ
DÜŞÜNMEKTEDİR.
SAYFA 19 SAYI 2
Vekilliği sırasında Karl
Marx’ın Kapital’ini de çevir-
me girişiminde de bulunmuş-
tur.
1920, 1930 ve
1940’lı yılların Türkiye’sine
baktığımızda, Bozkurt’un
Marx’tan övgüyle bahsetmesi
dikkat çekici ve önemlidir.
Tüm bu övgüye rağmen be-
lirtmemiz gerekir ki, Bozkurt,
bir Komünizm karşıtıdır. O,
ulusallıktan asla taviz verme-
yen ve Türklük bilincini kay-
betmeyen bir Türk aydınıdır.
Komünizm’de ise bu yoktur,
ulusallık kavramı yoktur.
Evrensellik kavramı vardır.
Komünizm’de birey yerine
toplum vardır, bireysel giri-
şimcilik ve mülkiyet edinme
hakkı yoktur; Kemalizm ise
bireye girişim yapma ve mül-
kiyet edinme hakkı vardır,
demektedir. Komünizm em-
peryalisttir, Kemalizm anti-
emperyalisttir, demektedir.
Kemalizm ile Ko-
münizm’i karşılaştırmış ve şu
değerlendirmeyi yapmıştır; “Kemalizm rejimi milliyetçi-
dir.
Bunun anlamı şudur:
Her şey ve her şey önce Türk
milleti içindir. İslamlık, in-
sanlık, bundan sonra gelir.
Komünizm’de, teori olarak,
Rus yoktur; uluslararasılık
vardır.
Eski üç mısrayla bu iki rejimi
birbirinden ayırt edebiliriz.
Komünizm:
‘Vatanım rüy-ı zemin, mille-
tim nevi beşer’ diyor.
mülkiyet hakkını ve bireyi
tanırlar.
Faşizm (İtalya)
Korporasyonlara
dayanan Faşizm’de, milleti
bu kurumlar temsil eder.
Türk rejiminde millet kendi
kendini temsil eder.
Bozkurt, bu İtalyan
rejimini şu şekilde tanımla-
mıştır;
“1. Bu devlet sistemi
diktatörlüktür. Türk rejimiyle
bu noktada uyuşmaz.
2. Korporasyonlar
devletidir. Kuvvetini buradan
alır. Milleti bu kurumlar tem-
sil eder. Türk rejiminde mil-
let kendi kendini temsil eder.
3. Emperyalisttir. Bu
emel Türk rejiminde nefret
edilen bir şeydir.
Her bakımdan bu
rejimle bizimki arasında ben-
zerlik yoktur. Geri bir rejim-
dir. Ortaçağ rejimidir.
4. Faşizm, hüküm-
darlığı kabul eder. Kemalizm
cumhuriyetçidir.”
Bozkurt’a göre Faşist rejimin
en büyük zaafı siyasettir.
Özgürlükler konusudur.
Liberalizm
Mahmut Esat’ın
karşı olduğu ekonomik libe-
ralizm (serbestçilik) dir. 18.
yüzyılda liberalizmin meyda-
na çıkış gerekçelerini ortaya
koyan M. Esat, 20. yüzyılda
liberalizmin insanlığın gerek-
sinimlerini karşılayamadığını
belirterek, Türkiye’de libera-
lizmi
Türk İhtilali ise;
‘Ben bir Türk’üm, dinim cin-
sim uludur
Sinem özüm ateş ile
doludur’ diyor. […]”
Nasyonal Sosya-
lizm (Almanya)
Bozkurt, Nasyonal
Sosyalizm’i tanımlarken,
Hitler üzerinden değerlendir-
mede bulunmuştur. Nasyonal
Sosyalizm’in ihtilal vasıtala-
rını şu şekilde saymaktadır:
prensibe ihtiyaç, halkın fethi,
propaganda ve teşkilat. Dev-
let anlayışını ise, Yahudi-
Marksist ve demokratik dev-
let anlayışı, ırk ve şahsiyeti
tanımaz. Bunun aksine olarak
ırkçı anlayış, devleti, medeni-
yetin gereği olarak âriliğin
üstünlüğünün ve muhafazası-
nın hizmeti olarak nitelendir-
miştir.
Alman rejiminin
diktatörlüğe, Türk rejiminin
ise ulusal egemenliğe dayan-
dığını belirtmiştir. Yine Al-
man rejimi olan Nasyonal
Sosyalizm’in emperyalist bir
amaç güttüğünü, ancak Ke-
malizm’in anti-emperyalist
olduğunu belirtmiştir.
Her iki rejim de
milliyetçi olmakla beraber,
Türk rejimi Alman rejimin-
den ayrıdır. Çünkü Alman
rejimi ırkçıdır. Türk rejimi
ise, kültüre ve dile önem ve-
rir.
Ekonomik bakımdan
her iki rejim de devlet sosya-
listliğine dayanır;
1920, 1930 VE 1940’LI
YILLARIN TÜRKİYE’SİNE
BAKTIĞIMIZDA,
BOZKURT’UN MARX’TAN
ÖVGÜYLE BAHSETMESİ
DİKKAT ÇEKİCİ VE
ÖNEMLİDİR. TÜM BU
ÖVGÜYE RAĞMEN
BELİRTMEMİZ GEREKİR Kİ, BOZKURT, BİR KOMÜNİZM
KARŞITIDIR. O,
ULUSALLIKTAN ASLA
TAVİZ VERMEYEN VE
TÜRKLÜK BİLİNCİNİ
KAYBETMEYEN BİR TÜRK
AYDINIDIR.
SAYFA 20
savunanlara karşı Tanzimat’-
tan beri liberalizm nedeniyle
ülkenin yarı sömürge haline
geldiğini söylemiştir. Libe-
rallik masalı, Liberalliğin
Ölümü, Serbestçiliğin Kanlı
Tarihi ve Serbestçilik Hailesi
gibi yazılarında da ele aldığı
bu konuları ayrıntılı olarak
incelemekte, devletçilik ilke-
sini savunmakta, muhalifleri
(ekonomik liberaller/Serbest
Cumhuriyet Fırkası) eleştir-
mektedir.
SAYFA 21 SAYI 2
MEVZİ ekibi olarak ilk
röportajımızı, aydın kişiliği
ve özgün yaklaşımlarıyla
tanıdığımız, Gaziantep Üni-
versitesi Tıp Fakültesi Yar-
dımcı Doçent Doktor, Sayın
Ayhan Eralp Hocamızla
“Milliyetçilik ve Etnisite
Sorunu” konusu üzerine
gerçekleştirdik. Bizim için
keyifli ve dolu dolu bir röpor-
taj oldu, dileriz okurken siz
de aynı fikri edinirsiniz.
MEVZİ: 21. Yüzyılda, Dün-
yada ve Türkiye’de milli-
yetçilik algısı sizce nasıldır?
Ayhan ERALP: Algı dey-
ince, Berkeley’in “Var olmak
algılanmaktır!” sözüyle ba-
şlayayım. Bu tanım özellikle
günümüz açısından daha
büyük bir önem taşıyor. Des-
cartes, “Düşünüyorum
öyleyse varım!” derken; Kant
“Aydınlanma, insanın kendi
suçu ile düşmüş olduğu bir
ergin olmama durumundan
kurtulmasıdır. Bu ergin ol-
mayış durumu ise, insanın
kendi aklını bir başkasının
kılavuzluğuna başvurmak-
sızın kullanamayışıdır.” der.
Şimdi, sıra gözetmeksizin
verdiğim bu düşünceleri
beraberce irdeleyelim. Des-
cartes, var olmayı düşünceye
endekslemiş ve varlık için
ferdi düşünceyi şart koşmuş,
”Düşünüyorsam varım!” de-
miş; ancak “Düşünüyorlarsa
varım” dememiştir. Kant ise
birey olmayı erginleşmeye,
erginleşmeyi ise “Kendi ak-
lını kullanmak” olarak omur-
galandırırken; Berkeley, fert
olarak var olmaya, algılan-
mayı eklemiştir.
Milliyetçilik benim için,
kendim olmak kadar doğal
bir durumdur. Başkasının
doğasında bulunmayabilir
ama benim bireysel
geçmişim, kültürüm ve
gayelerim beni nasıl kendim
yapıyorsa, milletimin tarihi,
kültürü ve gayeleri de kim-
liğime sosyal olarak eklen-
mekte, beni milletime, mil-
letimi de bana eklemlendir-
mektedir.
Diyalektik açısından da, fert
ve millet oluştuğu andan iti-
baren tarihin dinamosunu
oluşturmuştur. Sınıf gibi pa-
rametreler, tarihi süreçte daha
sonra ortaya çıkmış ve
emperyalizm tarafından
oluşumlarından bir müddet
sonra ehlileştirilerek kendi
rotasının pusulası haline
getirilmiştir. Bu durum Hegel
iştirakiyle, Marks’a rağmen
böyledir. Bu bağlamda fert
ve millet, emperyalizmin
kontrol etmekte en zorlandığı
parametrelerdendir. O halde,
sosyoloji ve psikoloji emper-
yalizmin emrinde olmalıdır
ve öylede olmuştur ki fert ve
millet emperyalist gayeler
doğrultusunda biçimlendiril-
sin. Biçimlendirilişlerine rağ-
men, milliyetçilikler nasıl
tezahür ederlerse etsinler, hep
var olacaktır. Örneğin, Anglo
Sakson milliyetçiliği İn-
giltere’de sessiz, derin ve
rafine biçimde ifa edilirken,
ABD’de biraz daha gürültülü
olacaktır. Germen milli-
yetçiliği II. Dünya Savaşı
hezimetinden dolayı silik ve
hatta sinsi şekillenirken,
Fransız Milliyetçiliği küstah
ve cüretkâr davranacak,
emperyalizmin sömürü alan-
ındaki tüm
AYHAN ERALP İLE “MİLLİYETÇİLİK VE ETNİSİTE SORUNU” ÜZERİNE
Berkeley çerçevesinde mese-
leye eğildiğimizde, kendi
algılayışlarımız es geçilmek-
sizin, algılanmanın kendisine
dikkat çekiliyor. Birinde algı-
layan olarak fert özne iken,
‘algılanılma’sı sürecinde bir
nesne haline getiriliyor ve
inisiyatif kendisinden çok
ötekine geçerek, algılanış-
ınızın ‘ne’liği ve ‘nasıl’lığı
öteki ile ilişkilerinizin
niteliğine havale ediliyor.
Tam da bu esnada “Algılama
Yönetimi” devreye giriyor.
‘Algılama Yönetimi’ni,
‘Atatürkçü Düşünce Toplulu-
ğu’nda bir konferans
çerçevesinde genişçe ele alm-
ıştık. Burada şu hatırlatmayı
yapmak istiyorum, ‘Algılama
Yönetimi’ yeni bir konsept
olmasına rağmen Sun
Tzu’dan beri uygulanmakta
ve bugün emperyalizmin
nükleer veya biyolojik silah-
ları kadar güçlü ve tesirli
silahlarındandır.
Şimdi sorunuza gelirsek, mil-
liyetçiliğin algılanışını dün-
yaya şekil verenler belirle-
mektedir. Tıpkı: güzel, çirkin,
iyi, kötü, çağdaş, çağdışı,
ilerici, gerici, modern, iyi
dindar, kötü dindar vs algı-
lamaları gibi. Evet, bizim
sıhhatli bir milliyetçilik al-
gımız olmalıdır ancak bu
algının takdim çerçevesini
egemen güçler belirlemekte-
dir. Türkiye’de milliyetçiliği
biz nasıl algılarsak algıla-
yalım, bu algılanışın ‘ne
idüğü’nü dünyada hâkim güç
ve bu gücün müttefikleri
biçimlendirmektedir.
MILLIYETÇILIK
BENIM IÇIN,
KENDIM OLMAK
KADAR DOĞAL
BIR DURUMDUR.
SAYFA 22
Hazırlayan:
Arif YILDIZ
Anıl OYMACI
milliyetçilikler ise çığlık
çığlığa haykıracaklar, naif,
nobran ve sert olacaklardır.
Tecavüz edenin elbette, mağ-
durdan iştahlı bir teslimiyet
beklemeye hakkı yoktur.
Milliyetçiliğin algılanışında
hemen paralel olarak şu
soruda sorulmalıdır: “Kimin
milliyetçiliği?”. Bu paralel
soruya koşut olarak, Anglo-
Sakson milliyetçiliği kendil-
eri için zaruri ve hayatiyken,
benim için bir tehdit unsuru
olabileceği sahalar vardır.
Buna rağmen milliyetçilik-
leri, en iyi diğer milliyetçilik-
ler anlar. Ben Anglo-Sakson
milliyetçilerini anladığım gibi
Germen, Frank, Helen ve
Fars milliyetçilerini de anlıy-
orum. Hatta sıkı durun Kürt
milliyetçilerini de anlıyorum.
Benim yaşam alanlarıma ve
milliyetçiliğimin atardamar-
larına müdahale etmedikleri
müddetçe, -aksi düşünülme-
sine ve çoğu zaman yaşan-
masına rağmen- dünyada
birbirleriyle en iyi anlaşacak
olanlar milliyetçilerdir.
M.: Hocam tam bu
çerçevede Mustafa Ke-
mal’in “Millet: dil, kültür
ve ülkü birliği ile birbirine
bağlı vatandaşların oluştur-
duğu siyasal ve sosyal bir
birliktir.” tanımı hakkında
ne düşünüyorsunuz?
A.E.: İşte benim, milli-
yetçiliğin atardamarları
dediğim hususlar tam da
bunlardır: “Dil, kültür, ülkü
birliği”. Bu hususları Ziya
Gökalp, Mümtaz Turhan,
Erol Güngör tanımlamaları-
yla da
Siyasi mülahazalarla bugün
sayısı 26 ile 36 arasında in-
dirilip çıkartılan etnik unsur-
lar, Türk ortak kimliğinin
paydasıdır ki burada zik-
redilen etnisitelerin çoğu,
zaten Türk milletinin ortak
paydasıdır. Avşarı, Çepniyi,
Azeriyi, Kıpçakı, Yörüğü,
Manavı, Karakeçiliyi,
Sarıkeçiliyi, Peçeneki, Tatarı,
Türkmeni birbirinden ayrı
etnik yapılar gibi takdim et-
mek, bu mesele üzerinde du-
ranların Oryantalistler kadar
bile insaflı olmadıklarının
ifadesidir.
Kaldı ki Türklerde, Ger-
menler, Franklar, Anglo-
Saksonlar kadar millet tanım-
larında keskin sınırlar çize-
bilirlerdi. Böyle tanımlama-
ların olmayışı büyük bir
özgüvenin ifadesidir. Bugün
İsrail’e bile göç etse kimi
Yahudilerin kendisini Türki-
yeli ve Türk vatandaşı olarak
tanımlaması, tahrik ve art
niyetlerden soyutlanıldığında,
bu tanımlamanın ırk ve etnik
kökene dayanmadığının
ifadesidir.
Anayasalar çerçevesindeki
tanımlamalara baktığımızda,
Alman anayasası direk Al-
man Soyu vurgusu ile başlar,
İspanya Anayasası bırakın
güncel bir tanımlamayı
arkaik bir İspanyol tanımla-
ması içerir, Fransa Anayasas-
ında Fransız Halkı vurgusu
vardır, İrlanda Anayasasında
coğrafyaya bağlı net bir İr-
landa Ulusu tanımı vardır.
ABD Anayasasında ise devlet
erkine tabi olmanın zaruri
olduğu bir tanım vardır.
açabiliriz, lakin bu atar-
damarlar onları da kapsamak-
tadır. Bakın hem bu üç so-
syoloğun hem de Atatürk’ün
millet tanımında ırk yoktur.
Oysa Batılı millet ve milli-
yetçilikler ırk esaslı tanım-
lamalardır. Güncel bir mesele
olduğu için az önceki
ifademe tekrar dönüyorum,
benim Kürt milliyetçiliğini
anlamam burada yatıyor.
Kültür bağlamında bizim
kültürümüzle ortaktırlar, ülkü
birliği bağlamında çok küçük
bir azınlık dışında, -sesleri
çok çıksa da- kahir ekseri-
yetle ülkü birliğimiz vardır.
Dil bağlamında da ise ironik
bir çözüm önerim var, Türk
Dil Kurumu’nun Türkçe
Lügatine tüm Kürtçe ke-
limeleri ekleyelim; geçmişte
resmi dil bile yapılmasına
rağmen Farsçaya yenilmeyen,
Arapçaya mağlup olmayan,
İngilizce ile başa baş
mücadele veren Türkçenin,
Kürtçeden çekinecek hiçbir
zaafı yoktur. Bu kadar
sağlam bir grameri yani
matematiği olan bir dile tam
bir itimadım var. Hem bu
durum Kürt ırkçılarına bile
kendilerini daha iyi ifade
etmek açısından olanaklar
sunacaktır.
M: Peki Mustafa Kemal’in
“Türkiye Cumhuriyetini
kuran, Türkiye halkına,
Türk Milleti denir.” tanımı
için düşünceniz nedir?
Sizce burada ırk veya etnik
kökene dayalı bir tanım mı
vardır?
A.E.: Yukarıda açıkladığım
gibi Türk milleti tarihi süreç
içerisinde şekillenmesinde
bile hiçbir zaman ırk esaslı
bir tanımlamanın içerisinde
olmamıştır.
ATATÜRK’ÜN
MILLET
TANIMINDA IRK
YOKTUR. OYSA
BATILI MILLET VE
MILLIYETÇILIKLER
IRK ESASLI
TANIMLAMALARDI
R.
SAYFA 23 SAYI 2
Tabi başka milletlerin şart-
larına kıyasla, Atatürk’ün
tanımında başkalarından insaf
araştırmak ve talep etmek
beyhude olacaktır.
M: Ulus Devlet olgusu hak-
kında görüşleriniz nelerdir?
Sizce Ulus Devletler çağı
kapanmış mıdır? Ulus Dev-
letler demokrasinin geliş-
mesi yönünde birer engel
midir?
A.E.: Batılı aklın hem zaafı
hem de üstünlüğüdür, tasnif
etmek, milatlar başlatmak ve
miadlar biçmek. Ulus dev-
letler; Aydınlanma Döne-
minin, Fransız Devriminin ve
Modernizmin ürünüdür şek-
linde yaklaşmak, elbette bu
görüşe teslim olursanız, bu
üçlemenin ölçülerini koy-
anlara teslim olmanızı gerek-
tirir. 19. asır sonlarından iti-
baren emperyalizmin
semirmesi için imparatorluk-
ların tasfiyesi gerekiyordu,
süreç öyle de işledi. Şimdi
yine ulus devletler emperyal-
izm için bir mani teşkil edi-
yor; o halde tasfiyesi lazım-
dır. Ulus devletler 20. Asırda
demokrasinin olmazsa ol-
mazıydı. Şimdi demokrasi
içerisinde -güya- güçlendiril-
meye çalışılan özgürlükler
çerçevesinde ulus devlet
engel sayılıyor. Öyle midir?
Kimin tarafından baktığınıza
ve nerede durduğunuza bağlı.
Ulus Devletler, küreselcilik
ismi verilen yeni liberal kapi-
talist sisteme direnebilir mi?
Direnmemiz ve kendi
kavramlarımızla milletlerin
öncülüğündeki medeniyetler
mücadelesinde mevzilen-
memiz lazım.
arzuladıkları istikamette,
sadece kendilerine fayda
sağlar ve bu kavramlara Ro-
benson Cruzoe’nin Cumaları
kıymet verir sadece. AB-
D’deki Hispanikleri, Afriko-
Amerikalıları konuşalım,
Fransa’daki Korsikalıları
konuşalım, Kuzey Afrika-
lıları konuşalım, Stalinin yok
ettiği milyonları konuşalım,
Bosna’da kıyıma uğrayan
insanları konuşalım, Irakta
öldürülen 1 milyon 600 bin
kişiyi konuşalım. Kendi id-
dialarımız dışında her şey
bizim aleyhimize kurulan
tezgahlardır, yutan sazanlara
afiyet olsun.
M: Etnik kökenler üzerin-
den yapılan milliyetçilik
söylemleri üzerine ne
düşünüyorsunuz?
A.E: Tahrik edilen milli-
yetçiliklerin nerede dura-
cağını hiç kimse tahayyül
edemez. Esasında bir milli-
yetçiliğin yapılabilmesi için
önce o milletin sosyolojik
olarak teşekkül ettirilmesi
gerekir ama artık sanal
gerçeklikler çağında yaşıy-
oruz. Ajda Pekkan’ın güzel-
liğinin doğallığına inananları,
kimse engelleyemez, hatta
engellememekte lazım ama
biraz estetik algılarını yük-
seltmek fena olmaz. Et-
nikçilik, kimlerin işine yaray-
acak? Buna bakmak lazım.
Irak’ın bölünmesi, Libya’nın,
Suriye’nin durumu kimlerin
işine yarıyor? Bunun cevab-
ını vermek lazım. Bugün
Türkiye’de kaşınan et-
nisiteler, tarihe baksınlar.
Hegel’den Fukuyama’ya ka-
dar Batı, hep bir şeylerin
sonunun geldiği ilan eder,
bence Batının sonu geliyor,
çünkü evrensel bir insan ta-
savvuru ortaya koyamadılar,
bırakın merhametli olmalarını
adil bile değiller, evrensel
uyumu hem doğa hem de
insanın doğası aleyhine istis-
mar ediyorlar. Bir gün bu
istismarlar insanlığın sabrını
taşıracak veya doğanın
gazabını çekecektir. Kendi
adıma demokrasiye
inandığımı söyleyemem ama
çağımızın istismar borsas-
ında, bu hisseden de elimizde
yeterince olmalı.
M.: Peki Hocam Küre-
selleşme olgusu karşısında
milliyetçiliği nasıl yorum-
lamaktasınız?
A.E.: Pek çok çağdaş kavram
gibi “Küreselleşme”de bana,
hiçbir hazırlığınız yokken
hapşırdığınızda avucunuza
dolan ve nereye süreceğinizi
bilemediğiniz sümük gibi
geliyor. Küreselleşme: Yeni
Liberal Kapitalizmdir. Glob-
alizm, sömürüden
vazgeçmediği müddetçe, mil-
liyetçilik tüm dünyada ezilen
ulusların,emperyalizme karşı
en büyük gıdası ve itirazı
olacaktır.
M: Enternasyonalizm ve
kozmopolitçilik üzerine
düşünceleriniz nelerdir?
A.E.: Hangi enternasyonal-
izm, kimin enternasyonal-
izmi? Neredeki kozmopolit-
lik? Kavramlar, o kavramları
oluşturanların
19. ASIR SONLARINDAN
ITIBAREN
EMPERYALIZMIN
SEMIRMESI IÇIN
IMPARATORLUKLARIN
TASFIYESI
GEREKIYORDU, SÜREÇ
ÖYLE DE IŞLEDI. ŞIMDI
YINE ULUS DEVLETLER
EMPERYALIZM IÇIN BIR
MANI TEŞKIL EDIYOR;
O HALDE TASFIYESI
LAZIMDIR.
SAYFA 24
Türkün yanında olmadıkları
dönemlerde tarihleri bile ol-
mamıştır.
M: Sizce etnik kökenlere
bağlı takınılan tavırlar çağ-
daş medeniyet ve de-
mokrasi ile ne derece uyuş-
maktadır?
A.E.: Çağdaş medeniyet
denilen şey, çağdaş Robenson
Cruzoe’lerin yeni Cumalar
oluşturma projesinin cazip bir
davetiyesidir. Demokrasi de,
Tanrının Kırbacı olan Atil-
la’nın torunları ve tüm bar-
barların torunlarına, Batı
Medeniyetinin dikenli kırba-
cıdır. Bu bağlamda etnik
köken vurgusunun medeni-
yetçilik ve demokrasi ile
uyuşması mühim değildir;
mesele: “Ceylanın, kurdun
suyunu bulandırdığı” iddi-
asıdır.
M: Peki, etnik köken fak-
lılıklarını belirginleştirmek
sizce özgürlükçü bir tutum
mudur?
A.E.: Etnikler ve emperyal-
istler için evet ama kısa bir
süre sonra, bir ayrışma son-
rasında bu özgürlükler kaybe-
dilecek!
M: Az önce bahsettiğimiz
Atatürk’ün Türk Milleti
tanımına göre “Halkların
kardeşliği” deyişini nasıl
yorumlamaktasınız?
A.E.: Bugün gelinen nokta-
lara 70’li yılların “Yaşasın
Halkların Kardeşliği!” slo-
ganının ciddi katkıları vardır.
Halk halktır, kardeşlik ise
daha çok kan ve inanç bağı
ile alakalıdır; başka anlamlar
yüklenmeye çalışılsa da.
Kürt milliyetçileri, tarih,
kültür ve ülkü kökleriyle,
yani atardamarlarıyla buluş-
tukça Kürt kardeşlerimizle
daha çok yakınlaşacağız.
M: “Milliyetçiliği ayaklar
altına aldık.” söylemi için
ne düşünüyorsunuz?
A.E.: Düşünerek söylendiğini
düşünmüyorum. Böyle ola-
bilse emperyalistler çok
sevinirdi. Milliyetçiliğe karşı
olanların, başka bir milli-
yetçilik yapmadığına emin
olabilirsek daha iyi anlaşırız
gibime geliyor
M: Anayasada Türklük
tanımının yer alması
konusundaki görüşleriniz
nelerdir?
A.E.: Yedi düvele karşı ver-
diğimiz bir Kurtuluş Savaşı
mücadelesi neticesinde yaz-
dığımız anayasadan Türk
adının çıkması için yedi
düvelden fazlası gerekir.
M: Son olarak sizden genel
bir değerlendirme alabilir
miyiz?
A.E.: Dünya yeni bir yapılan-
manın arifesinde. Bu yapılan-
mada daha adil ve mer-
hametli bir dünyanın kurul-
masında, çok ciddi katkı-
larımız olması gerektiğine
iman ediyorum. Türksüz bir
dünya hep daha zalim bir
dünya olmuştur. Biz, zalime
de mazluma da yardımcı ol-
mak mükellefiyetinde bir
vicdanın temsilcisiyiz. Zalimi
zulmünden, mazlumu da
yenilgilerinden kurtarmalıyız.
Halk, yönetici bürokrat ve
elitlerin dışındaki kütledir,
geçicidir, değişkendir, şuur-
suzdur, köylüdür, varoştur!
Düşmanlığına da kardeşliğine
de güvenilmez halkların;
emperyalist suistimallere
açıktırlar.
M: Sözde barış süreci” hak-
kındaki izlenimleriniz nel-
erdir?
A.E.: PKK’nın Kürt karde-
şlerimizle aramızda oluş-
turamadığı düşmanlığı oluş-
turacak diye kaygı duyuy-
orum. Referandum sürecini
oldukça profesyonel yürüten
hükümetin son hamlesi olan
ve oldukça amatör seçimler-
den oluşan “Âkil Adamlar”
listesine bakınca, hükümetin
mevcut durumun aynen
devamından yana olduğu gibi
bir izlenime kapılıyorum.
M: Sizce Ulus Devlet yapıs-
ından verilecek tavizler
etnik terörü bitirir mi?
A.E.: Terörün gerekçelerine
ve destekçilerine bak-
tığımızda, tek alt yapısının
etnik farklılıklar olmadığını
görürüz. Bugün örgüt İmralı
ve Kandil’den ibaret değildir.
İsrail, ABD, Almanya,
Yunanistan, İran, Suriye gibi
ülkelerin desteği vardır.
Onlarda, bizdeki barıştan
yana olmalılar. Bu mümkün
değilse ve onlar ikna edile-
memişse terör bitmeyecektir;
en azından başka biçim ve
isimler altında devam ede-
cektir. Zaten Türk ve Kürtler
arasında düşmanlık hiçbir
dönemde oluşmadı ve oluş-
mayacaktır da.
YEDI DÜVELE KARŞI
VERDIĞIMIZ BIR
KURTULUŞ SAVAŞI
MÜCADELESI
NETICESINDE
YAZDIĞIMIZ
ANAYASADAN TÜRK
ADININ ÇIKMASI
IÇIN YEDI
DÜVELDEN FAZLASI
GEREKIR.
SAYFA 25 SAYI 2
Ben tüm olumsuz şartlara
rağmen, bu trendin içerisinde
olduğumuzu düşünüyorum.
Büyümeyi öğreniyoruz, güçlü
olmayı öğreniyoruz, meta-
neti öğreniyoruz, ihaneti
öğreniyoruz, dostlarımızı
öğreniyoruz, yalnızlığı
öğreniyoruz. Hayır, intikam
almak için değil, onlara da
kendin kalarak şahsiyet ol-
mayı öğretmek için.
Röportajın başında, Des-
cartes, Kant ve Berkeley’den
alıntılar yapmıştım. Gençler
düşünsünler, eşyanın yani
varlık âleminin diliyle konuş-
mayı öğrensinler, kendi ay-
dınlanmalarını oluşturup,
kendilerini olabilecekleri en
iyi şey olarak ve kendileri
kalarak, başkalarına da
kendilerini sadece oldukları
gibi algılatsınlar.
GENÇLER DÜŞÜNSÜNLER,
EŞYANIN YANI VARLIK
ÂLEMININ DILIYLE
KONUŞMAYI
ÖĞRENSINLER, KENDI
AYDINLANMALARINI
OLUŞTURUP, KENDILERINI
OLABILECEKLERI EN IYI
ŞEY OLARAK VE
KENDILERI KALARAK,
BAŞKALARINA DA
KENDILERINI SADECE
OLDUKLARI GIBI
ALGILATSINLAR.
SAYFA 26
Son olarak genç arka-
daşlarımız mesleklerinde en
iyisi olsunlar ve yine tekrarlı-
yorum günde en az 50 sayfa
kitap okusunlar, haftada bir
ustaların filmlerini izlesinler
ve herhangi bir dalda düzenli
spor yapsınlar, birde sigara
içmesinler.
Mevzi dergisine teşekkür
eder ve iyi hizmetler yapma-
larını dilerim.
M: Biz de paylaştığınız kıy-
metli görüşleriniz ve samimi
sohbetiniz için teşekkür ed-
eriz Hocam.
Gaziantep Üniversitesi
(GAÜN) Ömer Asım Aksoy
Konferans Salonu’nda, Erci-
yes Üniversitesi Öğretim
Görevlisi Ahmet Nedim Kilci
tarafından, “Çanakkale Ru-
hu” konulu konferans gerçek-
leştirildi.
GAÜN Atatürkçü Düşünce
Topluluğuna üye öğrenciler
tarafından düzenlenen konfe-
ransta konuşan Öğr. Gör.
Kilci, Çanakkale’de önemli
olan, mihenk noktalarını
gençlere vermek gerektiğini
ifade ederek, tarihin geçmişin
değil, geleceğin ilmi olduğu-
nu söyledi.
Öğr. Gör. Kilci, “Çanakkale,
memleketin dört bir yanından
vatan müdafaası için şehitlik
mertebesine ulaşanların yattı-
ğı ve kaynaştığı yerdir. Kah-
ramanlarımızı çok iyi bilmeli
ve gelecek nesillere iyi aktar-
malıyız. Seyit Onbaşıyı, Ezi-
neli Yahya Çavuş’u, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi
anlatmak gerekir. Çanakkale
ruhu gençlere aşılanmalı ve
gereken hassasiyet gösteril-
melidir” diye konuştu.
1919 – 1938 yılları arasında
Büyük Türk Devrimi olduğu
gerçeği herkes tarafından
kabul edilmektedir. Ancak
Kemalizm’i ve bu yaklaşık
yirmi yıllık süreci, yalnız bir
modernleşme ve çağdaşlaşma
hareketi olarak tabir etmek,
gerek Kemalizme gerekse
sürece hakkını vermemek
olur” şeklinde konuştu.
1919 – 1938 Yıllarının Türk
Atatürkçü Düşünce Toplulu-
ğuna üye öğrencilerimiz ta-
rafından “Kemalizm ve Türk
Aydınlanması” konulu
söyleşi düzenlendi. Topluluk
Öğrencisi Anıl Oymacı
konuşmacı olarak katıldı.
Kemalizm’in çağdaşlaşma
hareketinin temeli olduğunu
belirten Oymacı, “Bugünün
çağdaş Türkiye Cumhuriye-
tini yaratan asli unsurun,
tarihinin en büyük ay-
dınlanma hareketinin
yaşandığı bir dönem
olduğuna dikkat çeken Oy-
macı, “Kemalizm tüm bu
hareketin temel felsefesini
oluşturan ve yönlendiren
düşünce sistemi olarak kar-
şımıza çıkmaktadır.” diye
konuştu.
AHMET NEDİM KİLCİ “ÇANAKKALE RUHU” KONFERANSI
ANIL OYMACI “KEMALİZM VE TÜRK AYDINLANMASI” SÖYLEŞİSİ
ONKOLOJİ HASTANESİ “UMUDA YOLCULUK” KONSERİ
tör Danışmanı Prof. Dr.
Yaşar Gündoğdu düzenlenen
programdan çok etkilendiğini
söyleyerken, Akademik Dan-
ışman Yrd. Doç. Dr. Yunus
Emre Tansü “10 Kasım
dolayısıyla Ulu Önder
Mustafa Kemal Atatürk’ü
anmak için lösemili çocuk-
larla bir araya geldiklerini”
ifade etti.
Gaziantep Üniversitesi
Atatürkçü Düşünce Toplu-
luğu(ADT) ve Türk Musikisi
Devlet Konservatuarı öğren-
cileri, “Umuda Yolculuk”
etkinliği kapsamında GAÜN
Onkoloji Hastanesinde tedavi
gören lösemili çocuklara çe-
şitli hediyeler dağıtarak, oluş-
turdukları koro ile çocuklara
müthiş bir müzik ziyafeti
sundular.
Gaziantep Üniversitesi Rek-
SAYFA 27 SAYI 2 ~TOPLULUĞUMUZDAN
Türk Kurtuluş Savaşı, bir
milletin varoluş mücadele-
sidir. Kadını, erkeği, genci,
yaşlısı tüm Türk Ulusu varını
yoğunu ortaya koyarak işgale
karşı topyekün bir mücadele
vermiştir.
Ulusun bir bütün halinde
gerçekleştirdiği bu
mücadelede Türk Kadını da
son derece önemli bir rol
üstlenmiş ve vatanı müdafaa
adına çok büyük başarıların
altına imzasını atmıştır. Mit-
inglerden, sıhhiye çadırlarına,
ikmal yollarından, cephelerin
ön saflarına kadar Milli
Mücadelenin her adımında
Türk Kadının bir izi vardır.
Daha işgallerin ilk günlerinde
iyi eğitim almış, aydın, vatan-
sever Türk Hanımları mem-
leketin dört bir yanında ba-
şlayan işgalleri protesto et-
mek amacıyla mitingler
düzenleyerek mücadelenin ilk
adımını atmış oldular.
Bu mitinglerin ilki, İstan-
bul’da 19 Mart 1919’da İnas
Darülfünunu öğrencileriyle
Asri Kadınlar Cemiyeti
üyeleri tarafından düzenlendi
ve işgal kuvvetleri protesto
edildi. Bu mitinge katılan
hanımlardan biri;
“Kim demiş bir kadın küçük
şeydir,
Bir kadın belki en büyük
şeydir”
diyerek kadınların da güçlü
olduğunu vurgulayarak
onlarında vatan savunması
için canları pahasına olsun
savaşacaklarını dile getirmi-
ştir.
can evinden vuruyor ve
padişaha ise şöyle sesleniy-
ordu; “Biz padişahımızdan
bize babalık etmesini rica
ederiz. Biz erkeklerimizle
beraber milletin kalbinden
gelen en kuvvetli, en akıllı,
en cesur, milleti en çok temsil
edecek bir kabine isteriz.”
22 Mayıs 1919’da yapılan
Kadıköy mitinginde yaklaşık
20 bin kişi toplanmıştı.
Konuşmacılar arasında Hal-
ide Edip ve Münevver Saime
bulunmaktaydı.
Münevver Saime, işgal
kuvvetleri tarafından tutuk-
lanmasına sebep olacak olan
konuşmasında şöyle haykırıy-
ordu:
“Her Türk’ün söylemek iste-
diği, fakat niçin bilmem yük-
sek sesle söylemekten çekin-
diği bir kaç sözü ben açıkça
söylemek isterim. Evet, açık
söylüyorum kardeşlerim.
Aldatıcı kaynakların yazdık-
ları haberlere inanmayın.
Bizim tamamiyet-i mülki-
yemizi muhafaza edecekler.
Fakat, hangi hudut dahilinde?
Bu tasrih edilmedikçe Türki-
ye’de sulh mümkün olmay-
acaktır. Ben bu kanaatteyim.
İsyan etmeyecek bir Türk
kalbi de tanımıyorum.”
“Biz yalnız ağlıyoruz.
Ağlamakla kazanılacak
hıçkırıklarımızı işitecek kalp
yok. Teşkilâtı nihayet fiili-
yata bağlamak lâzımdır.”
diyen Münevver Saime, ev-
ladını Türklük şuuru ile
yetiştirip, vatanın kurtuluşuna
yardım edeceğini belirtiy-
ordu.
MİLLİ MÜCADELEDE TÜRK KADINI
14-15 Mayıs 1919 gecesi
İzmir’de büyük bir miting
gerçekleştirilmiştir. İzmir’in
işgalinin ardından İstanbul’da
düzenlenen mitinglerde
konuşma yapanlar arasında
bulunan Halide Edip, Nakiye
Elgün, Müfide Ferit Tek ve
onları destekleyen binlerce
Türk kadını, kadınların adı
olmadığı tarihlerde kendil-
erini vatan için erkeklerin
yanında mücadele edebile-
ceğini, kadınların nedenli
güçlü olduklarını tüm dün-
yaya duyurdular.
Mitinglerin arkası kesilmedi.
16 Mayıs 1919 Denizli,
Kastamonu, Tavas, Bayramiç
ve Seydişehir’de; 17 May-
ıs’ta Giresun, Trabzon,
Zonguldak, Edremit ve
Çal’da; 18 Mayıs’ta İstanbul
Darülfünun konferans sa-
lonunda hocaların protesto
konuşmalarından sonra
hanımlar da konuştular.
19 Mayıs 1919 da yapılan
Fatih Mitingi’nde ise Halide
Edip, Meliha ve Naciye
Hanımlar konuşmuşlardır.
Halide Edip konuşmasında;
“Müslümanlar, Türkler!
Türk ve Müslüman bugün en
kara gününü yaşıyor. Gece,
karanlık bir gece.. Fakat in-
sanın hayatında sabahı olma-
yan gece yoktur. Yarın bu
korkunç geceyi yırtıp, parlak
bir sabah yaratacağız.”
“Bugün elimizde top, tüfek
denilen alet yok; fakat ondan
büyük, ondan kuvvetli bir
silahımız var; Hak var, Allah
var. Tüfek ve top düşer. Hak
ve Allah bakidir. Topunun
yüzüne tükürecek kadar, ev-
latlar, analar, kalbimizde aşk
ve iman, milliyet duygusu
var.” diyerek halkı
MITINGLERDEN,
SIHHIYE
ÇADIRLARINA,
IKMAL
YOLLARINDAN,
CEPHELERIN ÖN
SAFLARINA KADAR MILLI
MÜCADELENIN HER
ADIMINDA TÜRK
KADININ BIR IZI
VARDIR.
SAYFA 28
Gizem KAYA İlköğretim Matematik
Öğretmenliği Bölümü
Bu sözler açıkça “isyan” ma-
hiyetinde idi. Bunun üzerine
işgal kuvvetlerince tutuk-
landı. Ancak, Münevver
Saime, daha sonra bir yolunu
bularak Anadolu’ya kaçtı ve
orada Millî Mücadele’ye
katıldı.
Bu hadiseden sonra İstan-
bul’da miting yapmak yasak-
landı. Ancak, buna rağmen,
23 Mayıs 1919 Cuma günü
bir miting yapıldı, işgal
kuvvetleri havadan takip et-
tiler.
Bu mitingde şair Mehmet
Emin (Yurdakul), İstanbul
basını adına Fahrettin Hayri
Bey, Halide Edip Hanım,
Selim Sırrı (Tarcan) ve Dr.
Sabit Beyler konuşmuştur.
Bunların içinde Halide Edip
şöyle diyordu:
“Dâvamızı ilân ediyorum. Bu
dâvamız da Türkiye’nin hak
ve istiklâlidir. Türkler, Türki-
ye’nin ebedî hakkına asla
dokundurmayacaklar, yarın
Hakk’ın mahkeme-i kübrâsı
önünde zâlimlerin hepsi
mahkemeye çekilecek, onlara
bizim kanlarımızı dök-
türdünüz diyecekler… İşte
kardeşlerim, işte evlâtlarım,
dâvanızdan kaçmayınız. O
gün size hak verecekler,
bugün iki dostunuz vardır.
Birisi, kalbi mabetleri bizimle
bir olan Müslüman dünyası,
birisi zâlimleri yakasından
sürükleyecek hak sahibi
büyük milletlerdir.
Kardeşlerim! Evlatlarım!
Osmanlı toprağında böyle
muazzam, böyle tarihî bir
gün belki bir daha idrak et-
meyeceğiz. Evlatlarım, öyle
bir gün olur da bir daha
gösterdi, İzmit’te bir görevi
yerine getirirken yaralandıysa
da belli etmeden vazifesini
yapıp tamamladı. Asker
Saime diye anıldı. Kuvvetli
bir fikir edebiyatçısı olan
Saime, savaş sonrasında
öğretmenlik yapmıştır.
Kılavuz Hatice; Pozan-
tı’da mücadele etmiştir. 8
Mayıs 1920’de gece Fransız
Kuvvetleri’ne Kumcu Veli ile
birlikte kılavuzluk ederek,
onları Türkler’in ateş hattına
sokmuştur. Fransızlara, en
kritik nokta olan Karboğa-
zı’na sıkıştıklarını ancak gün
ışıyınca anlayacaklardır. Bu
arada Hatice kaçarak Türk
tarafına geçer. Bu şekilde
Fransız askerleri esir edilir.
Bu hadisedeki rolünden
dolayı Kılavuz Hatice olarak
anılır.
Tayyar Rahmiye; Güney
cephesinde 9. Tümende
gönüllü olarak bir müfrezenin
komutanlığını yapmıştır. Os-
maniye’de Fransız karar-
gâhına saldırı için görev-
lendirilen müfreze 1 Temmuz
1920’de harekete geçer.
Fakat, bu arada askerlerde bir
duraklama meydana gelir.
Bunun üzerine, “Ben
kadın olduğum halde ayakta
duruyorum da, siz erkek
olduğunuz halde yerlerde
sürünmekten utanmıyor
musunuz?” diyerek erkekleri
tahrik eden Tayyar Rahmiye,
karargâhın alındığını göre-
meden şehit düşer. Bu
harekât sonrası 80 tüfek, 2
makinalı tüfek ele
geçirilmiştir.
toplanamazsak, içimizde
ölenler olursa, Türkün istiklâl
bayrağı ile mezarı üzerine
geliniz.”
Halide Edip, konuşmasının
sonunda orada bulunanlara
iki konuda yemin ettirir:
1- İnsanlık ve adalet
esaslarına bağlı kalmak,
2- Hangi şartlar altında olursa
olsun hiç bir kuvvete boyun
eğmemek.
Halide Edib’in bu konuşması
açıkça fiilî mücadeleye davet
idi. Zaten bunun üzerine hak-
kında tutuklama kararı çık-
mış, O da Anadolu’ya
geçerek Millî Mücadele’ye
katılmıştır.
Bu kadar anlatımdan Türk
Kadınının sadece mitinglerde
sesi çıktığını düşünebilirsiniz
elbette. Ancak kadınlarımız
mitinglerle halka cesaret ver-
diği gibi cephede de çokça
zaferlere imza atmışlardır.
Hatta Bunlardan Halide Edip
ve Münevver Saime Anado-
lu’ya kaçarak fiilen
Millî Mücadele’ye katılmış-
lardır. Bu devrede Münevver
Saime “Asker Saime” adıyla
anılmıştır.
O zaman şimdide gelin o
elleri öpülesice fedakâr
analarımızı birazda cephe de
tanıyalım.
Asker Saime ile başlayalım;
İstiklâl Harbi başladığında
Darülfünun öğrencisi olan
Münevver Saime, Kadıköy
mitinginde yaptığı konuşma-
dan sonra tutuklama emri
çıkınca, Anadolu’ya geçerek
Millî Mücadele’ye katıldı.
Garp cephesinde görev aldı
ve özellikle cephe gerisinde
ve istihbarat işlerinde önemli
başarılar
HALIDE EDIP VE
MÜNEVVER
SAIME
ANADOLU’YA
KAÇARAK FIILEN
MILLÎ MÜCADELE
’YE
KATILMIŞLARDIR.
SAYFA 29 SAYI 2
Fatma Seher Hanım (Kara
Fatma); Erzurumlu Yusuf
Ağa’nın kızı olan Fatma Se-
her Hanım, aynı zamanda
merhum bir binbaşının da
eşidir. Millî Mücadele’de
oğlu ile birlikte çarpışmış,
İzmit’te görev yapmıştır.
Kendinin söylediğine göre, I.
Dünya Savaşı’nda Edirne’de
Yanıkkışla da çarpışmıştır.
Millî Mücadele’de Adana,
Dinar, Afyon Karahisar, Na-
zilli, Sarayköy ve Tire’de
asker olarak çalışmıştır.
Hatta, bir savaş sırasında
göğsünden yaralanmıştır.
Cumhuriyet sonrasında
madalya ile
ödüllendirilmiştir.
Binbaşı Ayşe, Selânikli olan
Binbaşı Ayşe, büyük harpte
Kafkas cephesinde yaralana-
rak ölen kocasının intikamını
almak için yemin etmiştir. 15
Mayıs 1919’da İzmir işgal
edilince, ilk karşı koyma
hareketine o da silahla
katılmıştır. Yunanlılar İz-
mir’e hâkim olunca Aydın’a
geçmiş, çete kurmuş, sonra
da çetesiyle birlikte Köpekçi
Nuri çetesine katılmıştır. Ay-
dın muharebesinden sonra
Koçarlı’ya çekilmişler ve
bundan sonra devamlı Millî
Mücadele’de görev almış-
lardır.
Türk kadınının rütbeli olarak
orduya ilk girişi bu dönemde
olmuştur. Evlerinden çıkama-
yan kadınlar, çıktıklarında ise
kara peçe giymek zorunda
olan bu analarımız cephede
Türk erkeğiyle omuz omuza
vatanı için savaşmıştır. Türk
Kadının gücünü tüm dünyaya
göstermişlerdir.
tüttüren, bütün bunlarla
beraber sırtıyla, kağnısıyla,
kucağındaki yavrusuyla, yağ-
mur demeyip, kış demeyip,
sıcak demeyip cephenin harp
malzemesini taşıyan hep
onlar, hep o ulvî, o fedakâr, o
ilâhî Anadolu kadınları ol-
muştur. Binaenaleyh hepimiz
bu büyük ruhlu ve duy-
gulu kadınlarımızı şükran ve
minnetle ebediyyen takdis
edelim.”
Kadınlarımızın bu fedakârca
faaliyetleri ve gösterdikleri
kahramanlıklar,
Millî Mücadele’nin lideri
Mustafa Kemal Paşa’nın
büyük takdirini kazanmıştır.
Kadının önemini çok iyi bilen
Atatürk,
Millî Mücadele döneminde
devamlı
olarak kadın cemiyetleriyle
münasebet halinde olmuş,
onları takdir ve teşvik et-
miştir. İşte biz böyle anaların
evlatlarıyız, böyle analarımız
sayesinde bu ülkeye sahibiz.
Hepsini minnet şükranla ana-
rak yazımı, Atatürk’ün 21
Mart 1923 tarihinde yaptığı
konuşmada, Türk kadınının
Millî Mücadele’deki hiz-
metlerini anlatan şu sözleri-
yle son vermek istiyorum;
“Dünyanın hiç bir yerinde
hiç bir milletinde Anadolu
köylü kadınının
fevkinde kadın mesâisi zikret-
mek imkânı yoktur ve dün-
yada hiç bir milletinkadını
‘Ben Anadolu kadınından
daha fazla çalıştım. Milletimi
halâsa ve zafere götürmekte
Anadolu kadını kadar hizmet
gördüm’ diyemez… Belki
erkeklerimiz memleketi istilâ
eden düşmana karşı
süngüleriyle düşmanın
süngülerine göğüslerini ger-
mekle düşman karşısında
isbât-ı vücut ettiler. Fakat
erkeklerimizin teşkil ettiği
ordunun hayat men-
ba’larını kadınlarımız işlet-
miştir… Çift süren, tarlayı
eken, ormandan odunu, ker-
esteyi getiren, mahsulâtı
pazara götürerek paraya
kaideden, aile ocaklarının
dumanını
TÜRK KADINININ
RÜTBELI OLARAK
ORDUYA ILK GIRIŞI BU
DÖNEMDE OLMUŞTUR.
EVLERINDEN
ÇIKAMAYAN KADINLAR,
ÇIKTIKLARINDA ISE
KARA PEÇE GIYMEK
ZORUNDA OLAN BU
ANALARIMIZ CEPHEDE
TÜRK ERKEĞIYLE OMUZ
OMUZA VATANI IÇIN
SAVAŞMIŞTIR.
SAYFA 30
Yeni kurulan genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin saltanat ve
hilafeti kaldırması ve hane-
dan üyelerinin yurtdışına
çıkarılması sonucu yurt için-
den ve dışından destek gören
gerici hareketler özellikle
devrimlerin uygulamaya ko-
nulmasından sonra 1920’li
yılların ikinci yarınsında baş
gösterdi.
Doğu Anadolu’da uzun yıl-
lardan beri süregelen gizli
bölücülük hareketlerinin, bu
gerici çevrelerle işbirliği ya-
pıp dışarıdan sağlanan des-
teklerle eyleme dönüşmesi ve
bölgede ayrı bir devletin ku-
ruluşuna ilişkin planların
uygulanmaya geçilmesi için
gerekli ortam hazırlanıyor ve
yurt içindeki örgütlenme ta-
mamlanarak, dış ilişkiler ku-
rulması dönemi başlıyordu.
İşte, Cumhuriyet tarihimizin
en önemli iç ayaklanmaların-
dan biri olan Şeyh Sait İsya-
nı, böyle bir ortamda başladı.
Şeyh Sait kimdir ?
Şeyh Sait 1805’de Elazığ’ın
Palu kazasında doğdu. Babası
ve dedesi de Nakışbendi tari-
katının ileri gelenlerindendi.
Palu'da büyük koyun sürüle-
rine yetecek kadar meralar
bulunamayınca Erzurum'un
Hınıs kazasına yerleşti. Dini
istismar ederek, çevrede ol-
dukça tanınmış ve sözü geçen
biri oldu. Cumhuriyetin ila-
nından bir süre önce dağılmış
olan Kürt Teali İslam Cemi-
yeti ileri gelenlerinden, Seyit
Abdülkadir, Ceyranlı ,
Hüsman , Halit, Hacı Musa
ve eski Mebuslardan Yusuf
1- İngiltere, Kürt Emirliği'nin
kurulmasını destekleyecek ve
koruyacak.
2- 1926 yılında başlayacak
ayaklanmanın ilk hedefi, Di-
yarbakır'ı ele geçirip, Musul
sınırında İngilizlerle ilişki
sağlamaktır.
3- Kurulacak Kürt Emaretine
(Beylik) Akdeniz'e çıkış sağ-
lanacak.
4- Emaretin başına Seyit
Abdülkadir getirilecek.
5- Diyarbakır ele geçtikten
sonra, İngiltere her çeşit para
ve silah yardımı yapacaktı.
Program bu kadar değildi.
Doğuda ayaklanma çıkınca,
Batı Anadolu 'da ve İstanbul'-
da da Hilafetçi ayaklanmalar
çıkartılacak, Ankara iki ateş
arasında kalacak ve V ahdet-
tin İstanbul'a gelecekti. Yapı-
lan propagandalar
"Cumhuriyet Yasaları ile
İslamiyet'in, dinin, namaz,
oruç, kuran, nikah, ırz ve
namusun kalkacağı bütün
aşiret ağalarının ve hocaların
Ankara'ya sürülecekleri ve
bunlardan, yasalara uyma-
yanların denize atılacağı"
şeklinde olup halkı devlete
karşı ayaklanmaya kışkırtı-
yordu. Cibranlı Halit ve
adamları da Hükümete haber
verilmesini engelliyorlardı.
Durumu Atatürk'e ilk kez
duyuranlar Varto'da oturan
Hornek aşireti oldu.
İlk olaylar Şeyh Sait’in kar-
deşinin planındaki evine yer-
leşmesinden sonra gerçekleş-
ti. Jandarma Şeyh Sait’in
yanındaki bazı adamlarını
cinayetten tutuklama emri
bulundugu
BİR GERİCİ- BÖLÜCÜ AYAKLANMA ÖRNEĞİ: ŞEYH SAİT İSYANI
Ziya ve ailelerinin katıldığı
gizli bir komite kurarak, Kür-
distan bağımsızlığı için çalış-
malarını sürdürdü. Yusuf
Ziya'nın aracılığı ile Hınıs'ta
oturan Şeyh Sait ve ailesi de
örgüte katıldı.. Bu gelişmeleri
yakından izleyen İngiltere,
elçiliğinin çeşitli kaynakların-
dan edindiği bilgileri, düzenli
olarak elde ediyor-
du. Bölgede bir ayaklanma
çıkartmak ve bu yolda Musul
konusundaki isteklerini Tür-
kiye'ye kabul ettirmek ama-
cında olan İngilizler ,
Nasturi'Ieri kışkırtarak bir
ayaklanma çıkmasını hazırla-
dılar.
Şeyh bu arada bölücülük ça-
lışmalarının da içerisinde
bulundu. 1924 Eylülünde
patlak veren ve ordu birlikle-
rimizce bastırılan Nasturi
İsyanı’nda rol oynadıysa da,
kanıt yetersizliğinden hakkın-
da bir işlem yapılamadı.
Oğullarıyla birlikte, çevrede-
ki otoritesinin de gücüyle,
hazırlıkları tamamlamaya
çalışıyor ve İstanbul’daki
grubun dış destek sağlama
çalışmalarından bir sonuç
elde edilmesini bekliyordu.
13 Şubat 1925'te Piran köyü-
ne gelerek kardeşinin evine
yerleşti. Bu arada İstanbul'da,
örgüt mensupları kendisine
İngiliz ajanı süsü veren bir
Türk polisi ile görüştüler.
İngiltere'nin, çıkacak bir
ayaklanma sonunda kurula-
cak Kürdistan'ı maddi ve
manevi yönden desteklemesi
isteklerini ve programını şöy-
le belirtmişlerdi :
BÖLGEDE BİR
AYAKLANMA
ÇIKARTMAK VE BU
YOLDA MUSUL
KONUSUNDAKİ
İSTEKLERİNİ
TÜRKİYE'YE KABUL
ETTİRMEK AMACINDA
OLAN İNGİLİZLER ,
NASTURİ'IERİ
KIŞKIRTARAK BİR
AYAKLANMA
ÇIKMASINI
HAZIRLADILAR.
SAYFA 31 SAYI 2
Onur DÖNMEZ Mimarlık Bölümü
için götürmek istemişti. Bu-
nun üzerine çıkan silahlı ça-
tışma üzerine planlanan tarih-
ten önce isyan başlamış oldu.
Gerçek niyetlerini “Din elden
gidiyor”, “Türkiye saltanatsız
ve hilafetsiz olamaz” gibi
sloganların ardına gizleyen
asiler, ellerinde yeşil bayrak-
lar ve Kur’an’lar olduğu hal-
de isyanı genişletme harekâtı-
na girişerek Genç vilayetinin
bir kazası olan Darahini’yi
ele geçirdiler. Valiyi ve resmi
görevlileri tutsak alan Şeyh
Sait, yayınladığı bildiri ile
tüm vergilerin artık Genç’te
toplanacağını, tüm dinsel ve
dünyevi yetkilerin kendinde
olduğunu duyurdu. Mistan
aşireti lideri Faki Hasan’ı da
kaymakamlığa atadı.
20 Şubat’ta Palu düştü. Ertesi
gün, hareketi bastırmakla
görevlendirilen iki süvari
alayının asilerce esir edilme-
sinden sonra, Elazığ yolu
açılmış oluyordu. Birkaç gün
sonra Elazığ da isyancıların
eline geçti ve şehirde büyük
bir yağma başladı.
Bu sırada isyanın bastırılama-
ması sonucu hükümet içinde
münakaşalar başladı. Döne-
min Başbakanı Fethi Bey
(Okyar) sertlik yanlısı değil-
di. Bölgedeki askeri birlikle-
rin ayaklanmayı bastırabile-
cek güçte olduğunu savunu-
yor, yeni tedbirler alınmasını
gereksiz buluyordu. Fakat
ayaklanmanın kısa sürede
büyümesi, öngörüsünde ne
kadar yanıldığını gösteriyor-
du ve baskılara dayanamaya-
rak istifa etti.
sonra, askeri birlikler, asilerin
ellerindeki bölgeleri kurtar-
mak amacıyla geniş bir te-
mizlik harekatına giriştiler.
Başarıyla sürdürülen bu hare-
katlar sonucu ayaklanmanın
başı Şeyh Sait, bir akrabası-
nın da ihbar etmesiyle, 14
Nisan’ı 15 Nisan’a bağlayan
gece teslim oldu.
Anadolu’nun doğusunda bu
olaylar sürerken, isyancıların
İstanbul’daki bir kolu da,
İngiltere’yle ilişki kurarak
gelecekteki bir Kürt devletine
gereken zemini hazırlamaya
çalışmışlardı. Eski şurayı
devlet reislerinden (Danıştay
Başkanı) Seyit Abdülkadir ve
arkadaşlarının oluşturduğu bu
grup, ayrıca asilere gerekli
silah, para, bildiri gibi ihti-
yaçları da sağlama çabasın-
daydı. Harekat sırasında sür-
dürülen soruşturma sonucun-
da, bu kişiler de kanıtlarla
birlikte İstiklal Mahkemesi’-
ne sevk edildiler.
26 Mayıs sabahı isyancıların
yargılanmasına başlandı.
Savcı Süreyya Bey onları
şöyle suçluyordu: “Şeyh Sait
yüzlerce ve binlerce askerin,
halkın, Müslümanların can ve
mallarını alan ayaklanmayı
yönetmiştir. İnatçı bir mez-
hep izleyicisi ve vatan haini-
dir.”
Şeyh Sait neden ayaklandığı-
nı mahkemede şöyle anlatı-
yordu:
” Çocukluğumda medresede
Şafiiliğe ait bilgileri aldım.
Şeriat hükümlerine göre, şeri-
at yozlaştırılırsa ayaklanma
gerekir. Alınyazım beni bu
ayaklanmanın içine soktu.
Mustafa Kemal Paşa tarafın-
dan İsmet Paşa tekrar Başba-
kanlığa getirildi ve bölgede
sıkı yönetim ilan edildl.
Yeni hükümetin ilk işi, Mec-
lis’ten bir yasa geçirmek ol-
du. Cumhuriyet tarihimizde
önemli bir yeri olan bu yasa
“Takrir-i Sükun” adını taşı-
yordu ve muhalefetin sert
tepkisiyle karşılaşmasına
rağmen Meclis’ce kabul edil-
di. Takrir-i Sükun yasası
1929 yılına kadar yürürlükte
kaldı.
Takriri Sükun kanunu iki
maddeden oluşuyordu :
1 -Hükümet lüzum gôrdüğü
taktirde suçluları İstiklal
mahkemesine verebilecek.
2-İstiklal Mahkemesi davaları
kendi kanunları ile süratle
yürütecek
İsyancıların başarıları, Di-
yarbakır’ı kuşatmalarına ka-
dar sürdü. Şeyh Sait Diyarba-
kır kuşatmasını bizzat yöneti-
yordu. Fakat Mürsel Paşa
komutasındaki Türk ordusu
tüm saldırıları püskürtmeyi
başardı. Her ne kadar bir grup
isyancı kente sızmayı başarsa
da, varlıkları fark edildi ve 7-
8 Mart tarihleri arasındaki
ağır çatışmalarda neredeyse
hepsi öldürüldü. Şeyh Sait
için Diyarbakır dönüm nokta-
sıydı ve kuşatmanın başarısız
olacağını anlayınca geri çe-
kilmek zorunda kaldı. Bu
arada Elazığ’da yaptığı yağ-
ma nedeniyle diğer Kürt aşi-
retleri de artık Şeyh Sait’e
sırt çevirmişlerdi. 6 Nisan’da
hükümet kuvvetleri Bingöl’e
girince, Şeyh Sait 300 atlı ile
birlikte Solhan’a çekilmek
zorunda kaldı. Bu tarihten
TAKRİRİ SÜKUN KANUNU
İKİ MADDEDEN
OLUŞUYORDU : 1 -HÜKÜMET LÜZUM
GÔRDÜĞÜ TAKTİRDE
SUÇLULARI İSTİKLAL MAHKEMESİNE
VEREBİLECEK.
2-İSTİKLAL MAHKEMESİ DAVALARI KENDİ
KANUNLARI İLE SÜRATLE
YÜRÜTECEK
SAYFA 32
Sebilürreşat ve Tevhidi Efkâr
gazetelerini okudukça dinsiz-
lere karşı nefretim daha da
artıyordu. Şeriat uğruna ölür-
sek, öteki dünyaya dinsiz
gitmeyeceğimiz inancı için-
deydik.”
Savcı Süreyya
Özgeevren, ‘‘Şeyh Sait ve
arkadaşlarının ifadelerinden
onların ayaklanmalarında
bazı gazetelerin ve yazarların
etkisi olduğu ileri sürülüyor.
Onların da yargılanmaları
gerekir” deyince Savcının bu
isteği kabul edilerek 6 gazete
kapatılacak, 10’a yakın gaze-
teci Diyarbakır İstiklal Mah-
kemesi karşısına çıkarılacak-
tı. Şeyh Sait’in sorgusu sürü-
yordu. Başkan Mazhar Müfit
sordu: “İslamiyet’in yozlaştı-
rıldığını ileri sürüyorsunuz.
Ayaklanma gerekliydi diyor-
sunuz. Sizler pek çok insan
öldürdünüz, bu günah değil
mi?” Şeyh Sait bunun günah
olduğunu kabul etti. …Ve
Kolordu Komutanı Mürsel
Paşa da ona soracaktı: “Din
kalktı diyorsun. Namazını
kılmıyor muydun, camilerde
ezan okunmuyor muydu?”
Şeyh Sait ibadete kimsenin
karışmadığını söyledi. Sonra
başını eğerek şöyle konuştu:
“Fena yaptık. Bundan sonrası
iyi olur inşallah!” Şeyh Sait
ayaklanmaya kaderinin ken-
disini sürüklediğini öne sür-
müştü. Ama ele geçen mek-
tuplar da onun birçok şeyhi
ayaklandırmaya özendirdiğini
belgeliyordu.
Şeyh Sait 28 Haziran’ı 29
Haziran’a bağlayan gece
idam edildi.
Ayaklanmanın sonucu :
Cumhuriyet’e karşı düzenle-
nen ilk büyük ayaklanmanın
en önemli sonucu hiç kuşku-
suz Misak-ı Milli sınırları
içerisinde bulunan Musul’un
artık tamamıyla İngilizlerin
eline geçmesi oldu. Ayaklan-
ma nedeniyle hem Türk ordu-
su gereğinden fazla yıprandı
hem de tüm dikkatini ayak-
lanmaya vermek zorunda
bırakıldığından Musul üzeri-
ne yeteri kadar eğilemedi.
Devrimleri benimseyemeyen
büyük bir bilinçsiz kitlenin,
kendilerine ufak da olsa ödün
gösterebilecek bir siyasi par-
tinin peşinden gidebileceğini
gösteriyordu.
O günlerde İngiltere’nin Mu-
sul’da yapılacak olan halkoy-
laması sonuçlarını Türkiye’-
nin aleyhine çevirmek için
bazı girişimlerde bulunduğu
biliniyordu. Özellikle, Türk
sınırları içerisinde gerçekle-
şen bir isyanı bahane olarak
kullanıp Irak’ta, Musul böl-
gesinde yaşayan Kürtler üze-
rinde, “Türkiye’deki Kürtler
yapılan baskılar sonucu isyan
etmek zorunda kaldılar” şek-
lindeki bir propagandayla
halkoylamasından istedikleri
sonucu almak için çalışmalar
yapıyorlardı. Yakalanan is-
yancılarının üzerinde İngiliz
silah firmalarına ait katalog-
ların bulunması, İngiltere’nin
doğrudan olmasa bile dolaylı
olarak ayaklanmada parmağı
olduğu iddialarını güçlendir-
mektedir.
Bağdat’taki Fransız Yüksek
Komiserliği’nin Fransa’ya
Şeyh Sait İsyanı hakkında
gönderdiği raporda şu ifade-
ler yer alıyordu:
“Şeyh Sait, 1918 yılından
beri amacı İngiliz mandası
altında bir Kürt devleti kur-
mak olan İstanbul Kürt Ko-
mitesi’ne bağlı olarak çalış-
maktadır. Şeyh Sait,1919
yılında Kürdistan Bağımsızlı-
ğı Türk Komitesi lideri Ab-
dullah Djendel Bey tarafın-
dan İngilizlerin Kürt politika-
sında temel unsur olan Binba-
şı Noel ile ilişkiye geçirildi. “
ŞEYH SAİT, 1918
YILINDAN BERİ
AMACI İNGİLİZ
MANDASI ALTINDA
BİR KÜRT DEVLETİ
KURMAK OLAN
İSTANBUL KÜRT
KOMİTESİ’NE
BAĞLI OLARAK
ÇALIŞMAKTADIR.
SAYFA 33 SAYI 2
Tarihi çok eski çağlara hatta
insanlık tarihine uzanan, geç-
mişte İpek Yolu, günümüzde
de petrol ve doğalgaz yolları-
nın kilit noktası olan Mezo-
potamya, üzerinde bulunan su
kaynakları dolayısıyla da
ayrıca önem kazanmaktadır.
Mezopotamya bölgesinin
yukarı kısmını oluşturan Gü-
neydoğu Anadolu Bölgesi,
dünyada ilk defa üzerinde
tarım yapılan verimli toprak-
lardır. Günümüzde ise tarih-
sel değişiklikler ile birlikte
bölge şartları da değişmiştir.
Güneydoğu Anadolu, Türki-
ye’nin en az yağış alan bölge-
si olması ve zengin su kay-
naklarından Fırat ve Dicle’-
nin bu bölgede olması akla
Güneydoğu Anadolu Proje-
si’ni getirmiş ve bölgenin
tekrar canlandırılması plan-
lanmıştır.
Güneydoğu Anadolu
Projesi’nin Tarihçesi
Toprak yığını olan Harran’ı
Fırat Nehri’ne bağlama fikri
ilk defa Atatürk tarafından
ortaya atılmış ve bölgede
çalışmalara başlanmasını
istemiştir. Atatürk’ün ‘’ Böl-
gede bir insanlık gölü inşa
edelim.’’ Sözü TBMM’ye
birçok rapor olarak geri dön-
müştür. Bu raporlarda; bölge-
deki okuma yazma oranında-
ki düşüklük, aşiret sistemi,
ağalık, şeyhlik, eski usul ta-
rım, bölge imkansızlıkların-
dan dolayı memur eksikliği,
yol durumunun kötülüğü gibi
birçok nokta üzerinde durul-
muş ancak çözüm önerileri
sunulmamıştır.
Atatürk tarafından ilgi gören
ve birçok çözüm
GAP’ı Engelleyen Unsurlar
Bölgenin her anlamda geli-
şimini sağlayacak ve kalkın-
dıracak olan Güneydoğu
Anadolu Projesi, getireceği
birçok faydaya rağmen bir
türlü tamamlanamamıştır.
Ülkenin ekonomik durumu,
Orta Doğu’daki hareketlilik
ve bölgedeki terör olayları
GAP üzerinde olumsuz etki
yaratmış ve hedefe ulaşılma-
sını engellemiştir.
Bölgedeki bölgesel geri
kalmışlığı kullanan ve uzun
zamandır devam eden milli-
yetçi talepler, bölgede ulusal
politikaların uygulanmasını
zorlaştırmaktadır. Güneydo-
ğu’daki terör gerçeği bu alan-
da da karşımıza çıkmakta,
bölgenin kalkınmasını iste-
meyen ve uluslararası destek
gören güçler projeyi engelle-
mektedir.
Bir başka unsur olan eko-
nomik imkansızlıklar proje
başladığından bu yana devam
etmiştir. Dünya’nın sayılı
projelerinden biri olan GAP
için çok büyük bir yatırım
gerekmektedir. GAP’a aktarı-
lan finansmanın büyük bir
kısmının kamu yatırımı oldu-
ğu, özel sektörün bölge için
teşvik edilemediği, arazi şart-
ları, sanayiye uygun olmayan
tarım ürünleri ve geri kalmış-
lık yüzünden bölgenin cazip
olmadığı her fırsatta dile geti-
rilmektedir. Ancak bu işin
sadece devlet kaynaklarıyla
yürütülemeyeceği, en azından
diğer bölgelerdeki Güneydo-
ğulu iş adamlarının bölgeye
yatırım yapması gerektiği
gerçektir. Örneğin
TARIMSAL SULAMADAN, İNSANİ GELİŞMEYE: GAP
önerisi içeren rapor 1936
yılında dönemin İktisat Veki-
li Celal Bayar tarafından ha-
zırlanmıştır. Celal Bayar ra-
porunda bölgenin kültürel ve
sosyal yönden 80 yıllık bir
geri kalmışlığı olduğunu öne
sürmüştür. Bölgenin karayo-
luna, demiryoluna, hayvancı-
lığın ve tarımın doğru yapıl-
masına, fabrikalar ve fabrika-
lar için finansmana ihtiyacı
olduğuna dikkat çekmiş aksi
halde bölgenin gelişemeyece-
ğini belirtmiştir. O dönemle
günümüz arasında pek bir
farkın olmadığı ve bölgenin
her anlamda ülke ve dünya
seviyesinden aşağıda olduğu
açıkça ortadadır. Bu şartların
çözümü olan GAP ise hala
tamamlanamamaktadır.
1930’lu yıllarda ‘’Fırat-Dicle
Havzasında Su ve Toprak
Kaynaklarını Geliştirme
Projesi’’ olarak ortaya çıkan
ve daha sonra 1980 yılında
GAP adını alan proje 1989
yılında yapılan Master Plan
ile kalkınma projesi haline
gelmiştir.
Güneydoğu Anadolu Bölge-
si’nin 9 ilini kapsayan proje-
nin amaçları, bölgenin ekono-
mik yapısını geliştirerek gelir
düzeyini arttırmak ve diğer
bölgelerle gelir farklılığını
daraltmak, tarım verimliliğini
ve istihdamı arttırmak, nüfu-
su dengelemek, bölgeye kül-
türel fayda sağlamak ve eği-
tim seviyesini arttırmaktır.
Proje kapsamında bölgede 22
baraj, 19 hidroelektrik santra-
li, 630 km sulama kanalı,
1.653.000 hektar alanın su-
lanması hedeflenmiştir.
HARRAN’I FIRAT
NEHRİ’NE BAĞLAMA
FİKRİ İLK DEFA
ATATÜRK TARAFINDAN
ORTAYA ATILMIŞ VE
BÖLGEDE ÇALIŞMALARA
BAŞLANMASINI
İSTEMİŞTİR.
ATATÜRK’ÜN ‘’
BÖLGEDE BİR İNSANLIK
GÖLÜ İNŞA EDELİM.’’
SÖZÜ TBMM’YE
BİRÇOK RAPOR OLARAK
GERİ DÖNMÜŞTÜR.
SAYFA 34
Sedef USLU İnşaat Mühendisliği
Bölümü
2006 yılında projeye gereken
ihtiyacın sadece %18’i akta-
rılabilmiştir. 2003-2008 yılla-
rı arasında projeye aktarılan
kaynaklar azalmış, sulama
projeleri ihale edilememiştir.
Enflasyonla mücadele, 1999
yılındaki deprem felaketi ve
ekonomik krizler projenin
aksamasına neden olmuş ve
hedeflenen 2010 yılından
sapılmıştır. AB ise bölgenin
daha çok kültürel ve siyasi
yönden düzenlenmesini iste-
miş, ancak herhangi bir fi-
nansal destek olmamıştır.
Bölgeyi içine alan BOP
kapsamındaki uygulamalar,
Orta Doğu’daki sıcak çatışma
ve işgaller bölgenin ve bölge-
deki büyük projelerin üzerine
değerlendirme yapılmasına
neden olmaktadır. Ayrıca
projenin yanlış uygulanması
(programlanma, bütçelenme
ve uygulama arasındaki zayıf
bağ) ve projeye olan siyasi
ilginin azalması da yavaşla-
ma nedenleridir.
Sonuç Olarak
Bölgedeki istihdamı ve
Türkiye’nin bölgedeki öne-
mini arttıracak olan GAP
yavaş da olsa ilerlemektedir.
2011 yılı itibariyle %86’sı
tamamlanan proje daha şim-
diden bölgedeki göçü azalt-
mış ve ülke ekonomisine
katkı sağlamıştır. Kurulacak
pazarlar ve açılacak olan sa-
nayi işletmeleri sayesinde
bölge terörden ve geri kal-
mışlıktan kurtulacak, okuma-
yazma oranı ve sağlık sektörü
gelişecektir. Başlangıçta sa-
dece tarımsal sulama ve baraj
projesi olarak
oluşturulan GAP daha sonra
bölgenin kurtuluşunun anah-
tarı olmuş ve bölge insanı
için yaşam seviyesini arttır-
manın yollarını oluşturmuş-
tur. Güneydoğu’yu Atatürk-
’ün hedeflediği gelişmişlik
düzeyine yükseltmek ancak
bu projeyle mümkündür.
GAP’ı siyasi veya hükümet
projesi olarak değil bir devlet
projesi olarak görmek ve
bölgenin faydası için bir an
önce tamamlamak şarttır.
GÜNEYDOĞU’YU
ATATÜRK’ÜN
HEDEFLEDİĞİ
GELİŞMİŞLİK
DÜZEYİNE
YÜKSELTMEK
ANCAK BU
PROJEYLE
MÜMKÜNDÜR.
SAYFA 35 SAYI 2
NÜKLEER ENERJİ
NEDİR?
Atom çekirdeklerinin ayrıl-
ması(fisyon) ya da kaynaş-
ması(füzyon) sırasında açığa
çıkan enerjiye nükleer enerji
denir.Einstein,madde ile en-
erji arasında bir bağıntı bu-
lunduğunu göstermiştir. Daha
açık bir deyişle m kütleli bir
madde yok olursa E=mc²
büyüklüğünde bir enerji açığa
çıkar. Bu eşitlikteki c ışık
hızını gösterir.Işık hızının
büyüklüğünden dolayı çok
küçük bir kütlenin
çekirdeğindeki ayrılmalar,
çok büyük miktarda ener-
jinin açığa çıkmasına yol
açar.Uranyum ya da
plütonyum gibi bazı atom-
ların çekirdekleri, nötron
bombardımanına tutulduk-
larında patlamakta ve bu
çekirdeklerden çok daha
küçük kütleli, sayılamayacak
kadar çok taneciğe parçalan-
maktadır.Patlama öncesi ve
sonrasındaki taneciklerin
kütleleri arasındaki fark,
atom çekirdeklerinin
parçalanması sırasında ener-
jiye dönüşen madde mik-
tarıdır. Bu olaya fisyon denir.
Eğer bu olay çok sayıda
çekirdekte aynı anda doğarsa,
bir bomba elde edilir. Bu
enerjiyi kullanılabilir duruma
getirmek için, nükleer reak-
törlerde tepkime yavaşlatılır.
Böylece elde edilen büyük
enerjiyle bir sıvı ısıtılarak,
elektrik enerjisi üretiminde
kullanılır.
NEDEN NÜKLEERE
KARŞI OLMALIYIZ?
Nükleer enerjiyi kullanmaya
başladığımız günden bugüne
nükleer enerji hiçbir enerji
sorununa çözüm bulamadı.
Nükleer reaktörlerdeki
güvenlik açıklarından, atık
sorununa, artan maliyet ve
inşaat sürelerine kadar pek
çok konuda harcanan milyar-
larca dolara rağmen nükleer
enerji dünyamızın en kirli ve
riskli enerji kaynağı olmaya
devam etmektedir. Çoktan
20. yy'ın işe yaramaz
teknolojileri arasında yerini
alması gerekirken birileri
bize tekrar tekrar nükleer
enerjiyi yeni, güvenli ve
temiz bir enerji kaynağı
olarak tanıtmaya çalışmakta-
dır.
NÜKLEER ATIKLAR
Nükleer endüstrİsi geçen 50
yılda harcanan 100 milyar-
larca dolara rağmen nükleer
atıklara kalıcı bir çözüm bu-
lamadı. Ortalama bir nükleer
reaktör yıllık 25-30 ton arası
atık üretmektedir. Bugüne
kadar dünya üzerinde üre-
tilmiş 200,000 ton atık bulun-
makta ve bunların ancak üçte
biri, yaklaşık 80,000 tonu
tekrardan işlendi. Bu işlem
büyük miktarda radyoaktif
atığın denize ve havaya salın-
ması sebebiyle insan
sağlığına ve çevreye yönelik
büyük riskler taşırken bu
işlemin yeni nükleer silahlara
izin vermesi kabul edilemez
bir gerçek. Temiz ve
güvenilir nükleer enerji mi?
Nükleer endüstrisinin içinden
NÜKLEERE HAYIR!
Nükleer enerji,1896 yılında
Franzız fizikçi Henri Bec-
querel tarafından ,uranyum
elementinin fotograf
plakalarıyla yan yana dur-
ması sonucunda karanlıkta
yayılan x-ray ışınlarının
gözlemlesiyle keşfedilmiştir.
Nükleer Enerji Nasıl Elde
Edilir?
Bir nükleer santral kurmak
için zenginleştirilmiş
uranyuma ihtiyaç vardır.
Uranyumun fisyon tepkime-
sine girerek bölünmesi sonu-
cunda açığa çok yüksek mik-
tarda enerji çıkar. Bu
bölünme için, nötronlar yük-
sek bir hızla uranyum ele-
mentinin çekirdeğine çarpar.
Bu çarpışma çekirdeğin
kararsız hale geçmesine ve
sonrasında büyük bir enerji
açığa çıkartan fisyon tepki-
mesine neden olur. Gerçekle-
şen tetikleyici ilk fisyon tep-
kimesi sonucunda ortama
nötronlar yayılır. Bu
nötronlar diğer uranyum
çekirdeklerine çarparak fi-
syonu elementin her atom
çekirdeğinde gerçekleştirene
kadar devam eder. Ortaya
çıkan enerji kontrol
edilmediği takdirde ölümcül
boyutlardadır. Kontrol etmek
için reaktörlerde fazla
nötronları tutan ve tepkimeye
girmesini engelleyen üniteler
vardır. Bu sayede kontrollü
bir fisyon tepkimesi zinciri
sağlanır.
NÜKLEER
ENDÜSTRİSI
GEÇEN 50 YILDA
HARCANAN 100
MILYARLARCA
DOLARA RAĞMEN
NÜKLEER
ATIKLARA KALICI
BIR ÇÖZÜM
BULAMADI.
SAYFA 36
Kemal MAŞA Fizik Mühendisliği
Bölümü
Nükleer endüstrisinin içinden
birisinin belirttiği gibi;“En
güvenli reaktör kağıt üz-
erinde hesaplanmış ve
mürekkebi kurumuş olandır”.
Nükleer Santrallerin
Çevreye Zararları
Nükleer Santrallerden çı-
kacak radyoaktif atıkların
çevreye ulaşımı; rüzgârın ve
yağmurun yardımıyla atmos-
ferde taşınması birde
denizlere, göllere ve toprağa
karışımı şeklinde olur. Doğa
olaylarıyla bitki örtüsüne ve
sulara karışan radyo aktif
maddelerin insan vücuduna
ulaşımı kolaylaşmış olur.
Nükleer Santrallerin İnsan
Sağlığına Zararları
1.Nükleer reaktörlerin çalış-
ması sırasında atık olarak
ortaya çıkan plütonyom par-
tikülleri üst düzeyde zehirli
ve kanser yapıcı etkiye sahip-
tir.Doğada bulunma ömrü
250 yıldır.
2.Açığa çıkan radyoaktif ele-
mentlerden stronsiyum yağış
yoluyla bitkilere oradan da
hayvanlara geçerek insan
sağlığına zarar verir.Kan kan-
serine yol açar.280 yıl ömrü
vardır.
3.Sezyum ve iyod partikülleri
de besin yoluyla insan
vücuduna karışır.Tiroid bezi
kanserine,çocuklarda büyüme
aksaklıklarına ve genetik
bozukluklara sebep olur.
4.1986’da Çernobil’de nük-
leer patlama sonrası radyas-
yonun etkileri açıkça
görülmüştür ve uzun yıllar
görülmeye devam edecektir.
(Fetter, 1999). Mevcut nük-
leer kapasiteyi 10 katına çı-
kartırsanız böyle bir kazanın
olma olasılığı ortalama her 2-
3 yılda bir olacaktır.
Nükleer kazalara yönelik
hafızamız Çernobil felaketi-
yle başlıyor olabilir ancak
Çernobil'den çok önce de
nükleer endüstri çok ciddi
kazalar yaşamaktaydı. Sivil
nükleer programlarda da
gizlilik ilkesinin uygulanması
bunların ortaya çıkmasını da
engelledi.
AKKUYU 21.YÜZYILIN
EN BÜYÜK HATASI OL-
MASIN
Çernobil 20. yüzyılın en
büyük nükleer kazası olarak
tarihe geçti. Dört reaktördeki
tasarım hataları ve reaktörün
zayıf güvenlik sistemi sonu-
cunda kaza meydana geldi.
Rusların güvenlik fel-
sefesindeki yanlışların
1986’dan beri değişme
göstermediği ispatlandı.
GÜVENLİK AÇIKLARI
Tamamen güvenli nükleer
reaktör bir masaldan başka
bir şey değil. Bugün herhangi
bir reaktörde yüksek düzeyde
radyasyonun çevreye salın-
masına sebep olabilecek bir
kaza yaşanabilir. Hatta
'normal işleyen' bir reaktörde
dahi radyoaktif materyaller
hava ve suya karışmaktadır.
Geçtiğiğmiz yıl Fransa'nın
güneyinde popüler bir turistik
bölgesindeki iki nehirde Tri-
castin Nükleer Santrali’inden
75 kg’lik radyoaktif mad-
denin suya karışması sebebi-
yle musluk sularının içilmesi,
yüzmek ve balık tutmak
yasaklandı.
Bu 1. dereceden (1-7 aras-
ında derencelendirilir) kaza
aslında Fransa'da her yıl
bunun gibi yaşanan ortalama
900 olaydan bir tanesi. Yapı-
lan hesaplamalar, mevcut
santraller için, reaktör
çekirdeğinin zarar gördüğü
bir kazanın olma olasılığı
yıllık 1/10,000.
EN GÜVENLI
REAKTÖR KAĞIT
ÜZERINDE
HESAPLANMIŞ VE
MÜREKKEBI
KURUMUŞ
OLANDIR
SAYFA 37 SAYI 2
Türkiye, Ruslarla masaya
otururken tehlikeli olduğu
kanıtlanmış Rus nükleer
teknolojisinin yeni sıkıntı-
larını gözardı etmemeli. Çin,
Rus nükleer teknolojisi ile
ilgili endişelerini önce Tjan-
wan nükleer santrali yapımı
sırasında oluşan problemler,
daha sonra ise yeni ünite
anlaşmalarındaki yüksek
maliyetler sebebiyle gösterdi.
Hükümetin vatandaşlarını
Rus nükleer teknolojisinden
kaynaklanacak büyük risklere
sokma hakkı ve böyle bir
maliyetin altına girme lüksü
yok.
İşte Rus teknolojisinden
arıza örnekleri:
19 Aralık 2009’da Vol-
godonsk santralinin ikinci
ünitesi de fiziki olarak faali-
yete geçti. Halihazırda yakıt
dolu ve yakında elektrik üre-
timine geçmeye hazır olan
santralde, skandallar da
beraberinde geldi: Elektrik
üretmesi gereken donanımlar
hiç üretime geçmedi. Nükleer
tehdide dönüşen tesislerde
üreticisi belli olmayan ekip-
manların kullanıldığı ortaya
çıktı.
26 Aralık 2009’da yani fizik-
sel faaliyetten iki gün sonra
meydana gelen kazada; Kısa
devre koruma sistemlerinin
devreye girmesi sebebiyle 1
numaralı tribün şebeke
bağlantısını kesti. Kazanın
sebebi ise hızlı bir şekilde
bulundu; jenaratörler ve
transformatörler arasında
kullanılan izolatörlerin arızalı
olmasıydı.
10 Ocak 2010’da buhar jena-
ratöründe arıza tesbit edildi;
arıza buhar jenaratörünün
borularından kaynaklandı ve
reaktör kapatıldı. Ünite şe-
bekeye ancak 16 Ocak’ta
tekrar bağlanabildi.
Ağustos 2007’de Kalinin
Nükleer Santrali'nde korsan
donanım bulundu. Çünkü
santralde yanlış anahtarlar
kullanılmıştı .
HÜKÜMETIN
VATANDAŞLARINI
RUS NÜKLEER
TEKNOLOJISINDEN
KAYNAKLANACAK
BÜYÜK RISKLERE
SOKMA HAKKI VE
BÖYLE BIR
MALIYETIN
ALTINA GIRME
LÜKSÜ YOK.
SAYFA 38
Ben ve Öteki’nin Belirlenişi
Hemen her kültürde
bir biçimde ortaya çıkan ben
ve öteki ayrılığı vardır. Bu
ikilik en geniş boyutlarda
doğu ve batı olarak karsımıza
çıkar. Örneğin; henüz doğu
batı diye bir ayrımın bulun-
madığı dönemlerde çok daha
dar bir alanda erkek-dişi
ikiliği yaşanmaktaydı. Bu
ikiliğin bir ucunda daima bir
‘ben’ ve diğer ucunda ‘ben
olmayan’ ya da ‘öteki’ bu-
lunur. Bu kalıp pek çok
alanda kendini gösterir.
Örneğin; Bir dine inananlar
ve inanmayanlar, bir etnik
kökenden olanlar ve olma-
yanlar, bir görüşü savunanlar
ve savunmayanlar, köylüler
ve kentliler, zenginler ve fa-
kirler vb. arasındaki ilişkiler
ben ve öteki ilişkisi altında
toplanabilir.
Öteki, ben’in dışında
olan, ben’e ilişkin olma-
yandır. Ben var olabilmek,
fark edilebilmek, anlaşılabil-
mek ve hem kendisi hem de
başkaları tarafından tanınmak
için kendisini belirler. Ben
kendisini tanımlarken etrafına
ben olmayan’ı dışarıda bıra-
kan sınırlar çizer. Bu aynı
zamanda kendi sınırını da
çizmesidir. Ancak bu şekilde
ben’leşebilir. Ben’in
kendisine ilişkin yaptığı her
belirleme aynı zamanda ben
olmayan’a dair bir olum-
suzlama içerir.
Söz konusu ayrımın oluşması
ve sürmesi Hegel’in varlık
anlayışında dile getirdiği gibi
diyalektik bir biçimdedir.
Hegel felsefesinde diyalek-
tik’in üç aşaması vardır.
Henüz ‘kendi bilincine ka-
vuşmamış olan
Yukarıda öteki’yi açıklarken
onun ben’den farkına vurgu
yapılmıştı. Buna ek olarak
burada bu farkın öteki’yi
olumsuz bir konuma yer-
leştirdiği görülmektedir. Bu
tutuma göre öteki’nin
ben’den yola çıkılarak tanım-
lanıyor olması asıl olanın ben
olduğunu gösterir. Bu da
öteki’nin ben’den daha
önemsiz olmakla ben’den
daha aşağıda görülmesine
neden olur. Ayrıca öteki’nin
ben olmayan olması, ‘ben’in
eksik olduğu şey’ olarak onu
eksik, kusurlu göstermekte-
dir. Bunun en iyi örneklerin-
den biri Hıristiyan Orta-
çağ’ındadır. Orada insanlar
‘Hıristiyan olanlar’ ile ‘Pagan
olanlar’ olarak ayrılıyordu.
Benzer bir tavır Nazi Al-
manyası’nda ari ırk’tan
olanlar ve ari ırktan olma-
yanlar biçiminde bir ayrım
yapılarak gösterildi.
[…]Farklılaştırıcı tutum,
saldırgan biçimiyle öteki’nin
reddini öneren özgün bir
biçimde ortaya çıktı: Kendi
ile öteki arasındaki fark, far-
klı olanın çıkarılması, dışlan-
ması ya da en uç durumda
yok edilmesiyle sürdürül-
meye çalışıldı. Irkçılığın
mantığı da budur[…]
Farklı olana tahammül ede-
meyen bu yaklaşım kendisini
en çarpıcı haliyle öteki’yi
dışlama ve yok etme
biçiminde göstermiştir.
HEGEL VE YABANCILAŞMA SORUNU
ben (tez), kendi bilincine
kavuşmak için ‘ben olmayan’
ile yani öteki (antitez) ile
karşılaşır. Bu karşılaşma
sonucunda ben artık ‘kendi
bilincine kavuşmuş bir
ben’ (sentez) olur.
Ötekileştirme veya Yaban-
cılaştırma
Yukarıda son derece
kısa bir biçimde açıklamaya
çalışılan diyalektik süreç aynı
zamanda bir ‘yabancılaşma’
sürecidir. Her an karşılaş-
tığımız ve her karşılaş-
tığımızda kendimizin de fark-
ına vardığımız ‘yabancı’
ben’le birlikte dünyayı kuşat-
mıştır diyebiliriz. Burada
yabancılaşmanın ne kadar
geniş bir alanla ilişkili olduğu
görülmektedir. Bu da yaban-
cılaşma ile ilgili yapılacak
çözümlemelerin ve ulaşılacak
sonuçların kısıtlı bir alanla
ilgili edinilmiş bilgiler ol-
madığını oldukça geniş bir
kullanım alanına sahip
olduğunu gösterir.
Dominique Schnap-
per öteki ile ilişkinin iki te-
mel biçiminden bahseder.
Birincisi Farklılaştırıcı tutum
olarak adlandırılan ve farkın
saptanmasına dayanan tutum-
dur. Bu fark kaçınılmaz
olarak aşağıda olma
bağlamında yorumlanır. Ben
ötekine değer biçerken
kendisini ölçüt olarak alır ve
ötekini kendisinin eksik hali
olarak görür. Ben kendisini
tanımlarken dile getirdiği
olumlu özelliklere öteki’nin
sahip olmadığını da ima et-
miş olur.
BEN VAR
OLABILMEK, FARK
EDILEBILMEK,
ANLAŞILABILMEK
VE HEM KENDISI
HEM DE
BAŞKALARI
TARAFINDAN
TANINMAK IÇIN
KENDISINI
BELIRLER.
SAYFA 39 SAYI 2
Tolga ARSLAN
Yeditepe
Üniversitesi
Tanıma ve Tanınma
Bağlamında Yabancılaşma
Siyasi alanda da devletlerin
var olabilmesi bağımsızlık-
larının diğer devletlerce tan-
ınmasına bağlıdır. Tanınma-
yan devlet var olarak kabul
edilemez. Hiç aynaya bakma-
yan insan kendisini ilk kez
aynada gördüğünde tanıya-
maz. İnsan kendisini bile
ancak kendisine başka biri-
ymiş, öteki’ymiş ya da ya-
bancıymış gibi dışardan bak-
tığında daha iyi tanır. Bütün
bu nedenlerden dolayı ben
öteki’yi yok etmemek zorun-
dadır. Hegel’in tanınmayı ve
tanınmanın diyalektik yapıs-
ını ele aldığı Köle Efendi
Diyalektiği’nde de Efendi
Köle’yi öldürmez. Çünkü
Efendi bağımsız bir özbilinç
olmayı Köle’nin bağımlı bir
özbilinç olarak var olmasına
borçludur. Bu ikisi iki karşıt
bilinç şekli olarak vardırlar;
biri özü kendi-için-olmak
olan bağımsız bilinç, öteki ise
özü bir başkası için yasamak
ya da var olmak olan bağımlı
bilinçtir; birincisi Efendi,
ikincisi Köledir. Efendi ve
köle’nin karşılıklı olan tan-
ınma istekleri yine karşılıklı
olarak hayatlarına kastet-
meleri boyutundadır. Çünkü
bir kimlikle (örneğin; efendi
kimliği) var olmak için o
kimlikle tanınmak gerekir ve
bunun sağlanması için kişinin
hayatını tehlikeye atması
gerekebilir.
Hegel’de Yabancılaşma
Hegel’in eserlerinde
‘yabancılaşma’ya karşılık
gelen iki kelime vardır.
Bunlardan biri Entfremdung;
yabancılaşma, diğeri En-
tausserung; dışsallaşma’dır.
Dışsallaşma ‘kendini dışa
vurma’, ‘açığa çıkarma’ de-
mektir. Hegel yabancılaşmayı
Tin’in Fenomenolojisi adlı
eserinde ele alır. ‘Fenomen’in
açığa çıkan, kapalı kalama-
yan anlamına geldiğini göz
önünde bulundurursak He-
gel’in bu eserde Tin’in ya-
bancılaşmasını, dışsallaşma-
sını ya da açığa çıkışını anlat-
tığını söyleyebiliriz. Hegel’de
yabancılaşma; dağılma
anlamına gelir, basit bir bile-
şimin dağılıp daha karmaşık
bir bileşim haline gelme süre-
cidir. Bu ifadede atıfta bu-
lunulan ‘bileşim’in Tin
olduğu söylenebilir. Tin dağı-
larak ya da yabancılaşarak
daha karmaşık bir hal alır.
Tekrar yukarıdaki iki kelim-
eye dönecek olursak;
[…] Entausserung ve Ent-
fremdung terimlerinin bizzat
kendilerinde yeni hiçbir şey
yoktur. İngilizce
“yabancılaşma” (alienation)
sözcüğünün Almancaya
doğrudan çevirileridir. İktisat
teorisi üzerine çalışmalarda,
bir metanın satışını göster-
mek ve doğal hukuk üzerine
çalışmalarda, bir yerin en
eski halkına ait (aborjinal)
özgürlük kaybına, özgür-
lüğün, bir toplumsal sözleş-
menin sonucunda ortaya çı-
kan topluma devredilmesine
ya da o özgürlükten yaban-
cılaşmaya
[…]iki özbilincin ilişkisi
öyleyse kendi kendilerini ve
birbirlerini bir ölüm-kalım
kavgası yoluyla tanıtlamaları
olarak belirlenir. –Bu kav-
gaya girmelidirler, çünkü…
kendileri için olmayı, başkas-
ında ve kendilerinde gerçek-
liğe yükseltmelidirler. Ve
ancak yasamın tehlikeye atıl-
ması yoluyladır ki özgürlük
kazanılır[…] […]Yaşamını
hiç tehlikeye sokmamış birey
hiç kuskusuz kişi olarak tan-
ınabilir; ama bağımsız bir
özbilinç olarak tanınmışlığın
gerçekliğine erişmiş değildir.
Benzer olarak her biri kendi
yaşamını tehlikeye attığı gibi
başkasının ölümünü de ama-
çlamalıdır; çünkü başkası
onun için onun kendinden
daha değerli değildir[…]
Köle ve efendi aras-
ında bir eşitsizlik, karşıtlık
vardır. Biri diğerine bağımlı-
yken diğeri bağımsızlık
mücadelesini kazanarak
efendi olmuştur. Köle Efendi
Diyalektiği’nin devam etmesi
tarihin, oluşun devam etmesi
anlamını taşır. Diyalektik
durursa oluş da durur. Bu
nedenle köle ve efendi arasın-
daki eşitsizlik, karşıtlık sür-
melidir.
Efendi’nin köle’yi
kendisi gibi gördüğü anda
tarih’in sonu gelmiş olacaktır.
Çünkü tarih bir köle efendi
diyalektiğidir ve böyle bir
durumda artık köle, efendi
olmak için mücadele etmeye-
cektir.
KÖLE EFENDI
DIYALEKTIĞI’NDE
DE EFENDI KÖLE’YI
ÖLDÜRMEZ. ÇÜNKÜ
EFENDI BAĞIMSIZ
BIR ÖZBILINÇ
OLMAYI KÖLE’NIN
BAĞIMLI BIR
ÖZBILINÇ OLARAK
VAR OLMASINA
BORÇLUDUR.
SAYFA 40
gönderme yapmak için kul-
lanılmıştı[…]
Yabancılaşma sözcüğünün
iktisat ve toplumsal sözleşme
ile ilişkili olarak kullanılmış
olması oldukça anlamlıdır.
Çünkü yabancılaşma, başta
Rousseau ve Marks olmak
üzere birçok düşünür tarafın-
dan en fazla iktisat, toplum-
sallığa geçiş veya siyaset
bağlamında konu edilmiştir.
Rousseau ve Marks yaban-
cılaşmayı sadece bu alanlarla
ilişkilendirerek sınırlandırmış
ve ona olumsuz bir anlam
yüklemişlerdir. Oysa Hegel
söz konusu yaklaşımları
büyük ölçüde içine alan çok
daha geniş bir yabancılaşma
alanı düşünmüştür ve yaban-
cılaşmaya olumlu bir anlam
yüklemiştir. Toplumsallığa
geçişi düşünecek olursak; tek
tek bireylerin kendilerine ait
güçleri devrederek ‘Devlet’i
oluşturmaları bir tür yaban-
cılaşmadır. Hegel de böyle
düşünür. Fenomenoloji’deki;
[…] Yabancılaşma ilk kez
Mutsuz Bilinç Bölümünün
(Unhappy Consciousness)
sonunda karsımıza çıkar.
Burada bir Tanrı’ya karşı
koyan bireysel bir bilinçle
karşılaşırız. Sonraları bir
Yasal Durum’da, bir impara-
tora karşı koyan insanlar söz
konusudur. Her iki durumda
da, Hegel bize der ki,
“bireylerin karşı koyduğu
gerçeklik aslında kendi ya-
bancılaşmış yapılarıdır. […]
oldukları anlamına gelir.
Hatta Hegel onlar olmadan
Dünya’da bir değişimin, gel-
işmenin olamayacağını dile
getirir ve; Dünya Tarihi bir
mutluluk sahnesi değildir.
Ondaki mutluluk dönemleri
boş sayfalardır, çünkü bunlar
karşıtlığın askıya alındığı
uyum dönemleridir. Der.
Karşıtlık ne kadar keskinse
yabancılaşma da o denli çok-
tur ve tarih aynı oranda
büyük olaylara ve değişim-
lere gebedir. Yabancılaşma
‘Var olma’ nın vazgeçilmez
koşuludur. Çünkü;
[…] Olumsuzlamanın
yaratma sürecinin ta kendisi
olduğunu aklımızda tutmamız
gerekir. Çünkü bir nesnenin
olumlu özelliği belirlenmeler-
inden meydana gelir. Taşın
özelliği beyaz, ağır, sert, v.b.
olmasıdır. Ve bütün bu belir-
lemeler olumsuzlama
olduğuna göre, demek ki bir
şeyin olumlu özelliği olum-
suzlamalarından meydana
gelir. Dolayısıyla olum-
suzlama, olumlu bir varlığın
özünün ta kendisidir. Ve dün-
yanın var olabilmesi için her
şeyden önce olumsuzlama
gücü, “olumsuzlamanın
olağanüstü gücü” gereklidir
[…]
Yabancılaşma bu nedenle
gerekli ve önemlidir. Hegel
varlığın diyalektik yapısını
keşfetmiştir. Varlık diyalek-
tik bir yapıya sahiptir ve ya-
bancılaşma da diyalektiğin
kendisidir. Diyalektik
“karşıtlar halinde olagelen ve
amacı bu karşıtların birleş-
mesi olan varlık ve
düşüncenin hareketidir.
Devlet’in de Tin’in
yabancılaşma sürecinde oluş-
tuğunu, Tin’in görünür hale
gelme biçimlerinden biri
olduğunu biliyoruz. Devlet’in
ortaya çıkışıyla birey büyük
ölçüde özgürleşmiş ve istenci
doğrultusunda eyleyebileceği
bir ortama kavuşmuştur.
[…] Devlettir ki… birey
Özgürlüğünü onda bulur ve
yaşar… Çünkü Devlet
evrensel, özsel istencin ve
öznel istencin birliğidir… Bu
birlikte yaşayan bireyin… bir
değeri vardır… Dünya tari-
hinde ancak bir Devlet kur-
muş halklar söz konusu edile-
bilir. Çünkü anlaşılmalıdır ki
Devlet Özgürlüğün, saltık son
Ereğin olgusallaşmasıdır[…]
Tarih, Doğa ve Yabancılaş-
manın Olumlanışı
Hegel’e göre doğa’nın sür-
mekte olan bir tarihinin olma-
ması onun yabancılaşmaya
tabi olma sürecinin büyük
ölçüde tamamlandığını
düşündürür. Çünkü Doğadaki
değişimler, ne denli sonsuz
bir çokluk içinde olsalar da,
yalnızca her zaman kendini
yineleyen bir döngü göster-
irler; Doğada güneşin altında
yeni hiçbir şey olmaz.
Hegel’in Tarih’in çeşitli
aşamalarında ortaya çıkan
sorunları, mutsuzlukları,
acıları yok edilmesi gereken
olumsuzluklar olarak gör-
memesinin nedeni onların
olumlu bir süreç olan Tin’in
yabancılaşma sürecinin birer
parçası olmalarıdır. Bu
onların ‘var olma’nın ve
oluş’un da birer parçası
BIR ŞEYIN
OLUMLU ÖZELLIĞI
OLUMSUZLAMALA
RINDAN MEYDANA
GELIR.
SAYFA 41 SAYI 2
Diyalektik
Hegel birbiri ile di-
yalektik bir bağlantı içinde
olan üç varlık alanından ve
bu alanları ele alan üç bilim-
den söz eder. Bunlar Öznel
Tin (Kendinde Tin) - Mantık,
Nesnel Tin (Doğa)-Doğa
Felsefesi, Mutlak Tin
(Kendisi için Tin)- Tin Fel-
sefesidir. Kendisinin bilin-
cinde olmayan Öznel Tin
soyut bir öz durumunda
olduğu için Mantık’ın
inceleme alanındadır.
[…]Mantık saf idenin
bilimidir, düşüncenin soyut
ögesindeki idenin bilimidir.
Denebilir ki, mantık
düşüncenin ve düşüncenin
belirlenimleriyle yasalarının
bilimidir.” Ama burada
düşünce, içinde idenin man-
tıksal ide halinde bulunduğu
belirlenimlerini –kendine
verdiği ve kendinde bulduğu
bu belirlenimleri- bir tüm
halinde gene kendisi gel-
iştiren düşüncedir[…] […]
üstelik saf düşünceyi temaşa
etme, bu düşüncede durma ve
hareket etme yetisini ve alış-
kanlığını gerektirir. Bir ba-
kıma da bilimlerin en kolayı
sayılabilir, çünkü konusu,
düşüncedir ve düşüncenin
sıradan, aynı zamanda da en
basit, en ilkel belirlenim-
leridir. Ayrıca denebilir ki,
bunlar, en bilinen belirlenim-
lerdir: varlık, yokluk, belirle-
nebilirlik, büyüklük, kend-
inde varlık, kendi için varlık,
bir, birçok gibi… Ama man-
tık, hakikatin mutlak biçimi,
ya da daha uygun bir dey-
imle, saf hakikat olduğundan,
sadece yararı için öğrenilme-
melidir. En önemli, en özgür
ve en
Yeni bir şeyin oluşması için
iki karşıt şeyin karşı karşıya
gelmesi gerekir. Hegel’in
Felsefesinde önemli bir yer
tutan ‘üçlü yapı’ varoluşun
diyalektikle ortaya çıkıyor
olmasından kaynaklanır. Ben
varlığı düşünmekle, yokluğu
dışarıda bırakmış oluyorum;
ama bu dışarıda bırakmam,
aynı zamanda onu içeriye
almam demektir… …varlık
ile yokluk karşılıklı ilişkiye
girince, ortaya üçüncü bir
kavram olan ‘oluş’ çıkar.
Çünkü yokluk düşüncesine
sahip olmadan varlık
düşüncesine sahip olmak
mümkün değildir. Dolayısı-
yla yokluk olmadan varlık da
olamaz.
bağımsız olan, aynı zamanda
en yararlı olandır. Ve man-
tığın yararı bu açıdan ele
alınmalıdır[…]
Hegel diyalektiği bir
yöntem olarak kullanmamış,
tarih boyunca gerçekleşen
diyalektiği gözlemleyip be-
timlemiştir. Varlığın diyalek-
tik yapıda olduğunu ileri sür-
müş ve bu yapıyı açık-
lamıştır.
[…] Hegel, dinleyici-filozof-
tarihçilerin ilkiydi. Ve bun-
dan ötürü, bir felsefi yöntem
olarak düşünülen Diyalektiği
bir yana bırakabildi. Böylece,
tarih boyunca gerçekleşen
diyalektiği, gözlemlemekle
ve betimlemekle yetindi ve
kendine özgü bir diyalektik
ortaya koyma gereksinimi
duymadı. Bu diyalektik ya da
Filozofların “diyaloğu” on-
dan önce gerçekleşmişti.
Dolayısıyla Hegel’in, bu di-
yalektiğin “deneyimini”
yaşamaktan ve sentezleşmiş
son sonucunu tutarlı bir
söylemle betimlemekten
başka yapacağı bir şey yoktu.
Çünkü, mutlak hakikatin dile
getirilmesi, onu doğrudan
diyalektiğin upuygun bir
sözsel betimlenmesinden
başka bir şey değildi. Bundan
ötürü, Hegel’in Bilimi, tarih
boyunca bu Bilimi hazırlayan
Felsefenin (dolaylı ve örtük
olarak) diyalektik olduğu
ölçüde “diyalektik”tir. […]
HEGEL
DIYALEKTIĞI BIR
YÖNTEM OLARAK
KULLANMAMIŞ,
TARIH BOYUNCA
GERÇEKLEŞEN
DIYALEKTIĞI
GÖZLEMLEYIP
BETIMLEMIŞTIR.
SAYFA 42 BÜLTEN BAŞLIĞI
Tarihsel olarak her şey, aslın-
da 15. yüzyıl ortalarından
itibaren ticaretin kıtalar arası
bir boyut kazanmasıyla başla-
dı. Ama asıl darbeyi büyük
sanayi devrimi vurdu ve 19.
yüzyıldan itibaren gelişen
kapitalist sistem, tarihin bü-
tün gizemli ve mistik
otantizmini bozdu. Mesela
tanrı, her işten elini, eteğini
çekip canlı türlerini yalnız
bıraktı. Dostluk, arkadaşlık,
vefa kavramları giderek en-
düstrileşti, kadın ve erkekle-
rin kafası karıştı ve daha bü-
yük beklentiler dönemi başla-
dı. Aşkmış, sevmekmiş, bağ-
lılıkmış, zaten hak getire!...
Öğrenciler saygıyı, öğret-
menler idealizmini yitirdi.
Güven olgusu, bir efsaneye
dönüştü...En basitinden, gün-
lük hayatımızdaki çok önem-
siz detaylar bile basit çıkar
ilişkileriyle biçimlenir oldu.
Daha fazla kitap basıldı, okur
yazar oranı arttı ama ne bü-
yük bir garabettir ki, fanatizm
de aldı başını, yürüdü. Hele
ki, 20. yüzyılda teknolojinin
gelişmesiyle beraber aşırılık-
lar normalleşti: zarar verme
arzusu, en sade ve en saf in-
sanların bile beyinlerine nü-
fuz etti. Savaşmak oyuna,
oynamak savaşa; sevmek
nefrete, nefret sevmeye dö-
nüştü ve insan psikolojisi alt
üst oldu...Kısacası kapita-
lizm, tüm canlı organizmala-
rın hayatının içine etti. İşte bu
yüzden "Kahrolsun Kapita-
lizm!"...
Sermest SERCAN
SİZDEN GELENLER
SAYFA 43 SAYI 2
ŞİİR MEVZİSİ
HAKİKAT NEREDE
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe
gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa'nın Alplerinde Oğuz to-
runları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine
biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi bili-
riz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten per-
de,
Dünya o zaman görecek hakikat
nerede,
Hakikat nerede?
Mustafa Kemal ATATÜRK
KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır, bağır, bağır, bağırıyorum.
Ko-
şun! kurşun eritmeğe çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun
ey! Kerem gibi yana yana...
«Dert çok, hemdert yok»
Yüreklerin kulakarı sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül
olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam, sen yanmasan, biz
yanmasak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır, bağır, bağır bağırıyorum.
Ko-
şun! kurşun eritmeğe çağırıyorum....
.
Nazım Hikmet RAN