40
Cemaatle tutuştuğu kavga sonrasında, AKP yazılı medya alanında sahip olduğu hâkimiyeti yitiriyor. Çalışan erkekler günde ortalama 6 saat 8 dakika, çalışan kadınlar ise ortalama 4 saat 19 dakikayı ekono- mik bir işte çalışmaya ayırmaktadır. LGBTİ hareketinin Gezi İsyanında bir sıçrama yaşaması 20 yıllık mücadelesinin bir kazanımıdır. “Darbe” RTE’nin meşruiyet bahane- sidir. Birlikte soygun yapan çetenin elemanları ganimeti paylaşırken kavgaya tutuştular; hepsi bu! Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL Şubat 2014 / Sayı 11 İktidar koalisyonu çöktü ‘Su yaşamın temel kaynağıdır’ Kıran kırana medya savaşları Ev işini bırakalım, dünya dursun Gezi den yerel seçimlere LGBTİ hareketi “Darbe var” diyerek darbe yapmak Politik bir zemin KEP Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Erdal Kara s. 3 Röp: Beyza Üstün s. 30- 31 Kenan Kalyon s. 12 Halime Ç. s. 25 Deniz Nalbantoğlu s. 26 Röp: Remzi Altunpolat s. 34 - 35 Mahir Sayın s. 8 17 Aralık sabahı tanık olduğumuz, uluslararası sermayenin bölgede Türkiye’ye biçtiği rol çerçevesinde 2000’li yılla- rın başında oluşan iktidar koalisyonunun çöküşüdür. 1992’de Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı’nda su; piyasada fiyatlandırılabilir mal olarak tanımlanarak su havzaları ile ilgili bir diğer kritik uluslararası karar da alınmış oldu. Kadın politikasını görü- nür kılmak, uygulamaya geçecek olan “gizli” yasa paketlerini kadınlar açısın- dan ıskalamamak için plat- formu diri tutmak da biz kadınların sorumluluğu. Mahkum Değiliz! Sermaye Cumhuriyeti’nin çürümüş, despot, komplocu iktidar odaklarına, sahte muhalefetine mahkum değiliz.Yeni bir dünya için Demokratik Sosyal Cumhuriyet bayrağını yükseltelim. Eşitlikçi, özgür, demokratik bir toplum yolunda HDK’yi güçlendirelim; seçimlerde sermaye partilerine karşı halkın seçeneği olarak HDP’yi büyütelim.

Siyaset sayı 11

  • Upload
    siyaset

  • View
    264

  • Download
    1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Siyaset Şubat 2014 sayısı

Citation preview

Page 1: Siyaset sayı 11

Cemaatle tutuştuğu kavga sonrasında, AKP yazılı medya alanında sahip olduğu hâkimiyeti yitiriyor.

Çalışan erkekler günde ortalama 6 saat 8 dakika, çalışan kadınlar ise ortalama 4 saat 19 dakikayı ekono-mik bir işte çalışmaya ayırmaktadır.

LGBTİ hareketinin Gezi İsyanında bir sıçrama yaşaması 20 yıllık mücadelesinin bir kazanımıdır.

“Darbe” RTE’nin meşruiyet bahane-sidir. Birlikte soygun yapan çetenin elemanları ganimeti paylaşırken kavgaya tutuştular; hepsi bu!

SiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL Şubat 2014 / Sayı 11

İktidar koalisyonu çöktü

‘Su yaşamın temel kaynağıdır’

Kıran kırana medya savaşları

Ev işini bırakalım,dünya dursun

Gezi den yerel seçimlere LGBTİ hareketi

“Darbe var” diyerek darbe yapmak

Politik bir zemin KEP

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Erdal Kara s. 3

Röp: Beyza Üstün s. 30- 31

Kenan Kalyon s. 12

Halime Ç. s. 25Deniz Nalbantoğlu s. 26 Röp: Remzi Altunpolat s. 34 - 35Mahir Sayın s. 8

17 Aralık sabahı tanık olduğumuz, uluslararası sermayenin bölgede Türkiye’ye biçtiği rol çerçevesinde 2000’li yılla-rın başında oluşan iktidar koalisyonunun çöküşüdür.

1992’de Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı’nda su; piyasada fiyatlandırılabilir mal olarak tanımlanarak su havzaları ile ilgili bir diğer kritik uluslararası karar da alınmış oldu.

Kadın politikasını görü-nür kılmak, uygulamaya geçecek olan “gizli” yasa paketlerini kadınlar açısın-dan ıskalamamak için plat-formu diri tutmak da biz kadınların sorumluluğu.

Mahkum Değiliz!

Sermaye Cumhuriyeti’nin çürümüş, despot, komplocu iktidar odaklarına, sahte muhalefetine mahkum değiliz.Yeni bir dünya için Demokratik Sosyal Cumhuriyet bayrağını yükseltelim.

Eşitlikçi, özgür, demokratik bir toplum yolunda HDK’yi güçlendirelim; seçimlerde sermaye partilerine karşı halkın seçeneği olarak HDP’yi büyütelim.

Page 2: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a2

SİYASET, elinizde tuttuğunuz sayıyla birlikte yeni bir döne-mini başlatıyor. Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) sürecinin ürünü ve bir parçası olarak 2012 Aralık ayında yayın hayatına başlayan SİYASET, aynı sürecin ilerleyişine uygun olarak kendisini yeniliyor. Bu yenilenme elbette bugün bir anda olmadı, olmuyor. Yeniden kuruluş sürecinin ilerleyişine, derinleşmesine, ete kemiğe bürünmesine denk bir yenilenme gerçekleşiyor.

SİYASET’in ilk çıktığı zamanlarda “bileşenler”in (yazar ve yazı/görüş olarak) temsiliyetinin gözetilmesi en önemli has-sasiyet noktalarımızdan biriyken; bugün ortak siyasi hareket (Parti) içindeki çoğulculuğun yayınımıza yansıması, ama aynı zamanda merkezi politik hattın belirtik ve yol gösterici olması yayın politikamızın vazgeçilmez unsuru durumunda-dır. SİYASET’in, daha geniş yeniden kuruluşçu zeminin sesi olması ve bu zemine seslenmesi, yeniden kuruluşu devam eden bir süreç olarak görmesi de yayın politikasının bir başka unsurudur.

Bu sayıdaki yeniliklere gelince… Her şeyden önce yeniden oluşturulmuş bir Yayın Kurulu ile çıkarıyoruz bu sayıyı. SİYA-SET’i bugüne taşıyan editoryal kadronun yanı sıra politik ve editoryal bakımdan önemli katkıda bulunan/bulunacak yeni yoldaşlarla birlikte daha güçlü bir Yayın Kurulu oluşturduk. Bu ekip SİYASET’i her yönüyle (içerik, görsel tasarım, kapak, dağıtım vb) geniş biçimde tartıştı ve kimi yeniliklere gitmeye karar verildi.

Bundan böyle SİYASET’te, “Gündem” üst başlıklı, dönemin politik analizini ve öngörülerini içeren, perspektif veren, görece uzun bir ana yazı yer alacak. Bu yazı, yazarının adını ve üslubunu taşısa da, Yayın Kurulu’nun ortak değerlendirme-lerini yansıtacak. Yanı sıra, ortak değerlendirmeleri özetleyen, bazı tespitler yapan ve dönemin ana politik tutumunu veren, SİYASET imzalı kısa bir yazımız olacak.

“Bir sayfaya bir yazı” kuralımızı terk ediyoruz. Gerçi son sayı-larımızda zaten bunun ilk işaretlerini vermiştik ama bu sayıda radikal bir değişikliğe gittik. Okurlarımızın rahatça fark ede-ceği gibi, Politika sayfalarımızı bütünüyle farklı bir biçimde oluşturduk. Ana yazıyı dört sayfaya yayıp, bu yazıda işlenen konularla ilgili bilgi ve yorum kutularıyla sayfaları hareketlen-dirdik. Yarım sayfalık köşe yazılarına yer verdik. Böylece bir bakıma “dergiden gazeteye” geçişin temel adımlarını atmaya başladık. Sadece Politika sayfalarında değil, o ölçüde olmasa da, diğer sayfalarda da daha hareketli bir içeriğe ve görünüme ulaşmaya çalışıyoruz.

Tasarımda da bu içeriğe uygun bir yenilenmeye giriştik. Okurlarımızdan gelen eleştiri ve önerileri, tasarımcı dostla-rımızın yardımlarını alarak daha rahat okunur, daha ferah sayfalar tasarladığımız kanısındayız.

SİYASET’i içerik olarak daha zengin ve doyurucu, tasarım olarak daha güzel ve rahat okunur hale getirmek için tar-tışmaya, eleştiri, görüş ve önerilerden yararlanmaya devam edeceğiz…

İyi okumalar…

Evet efendim!Erdoğan Fas’ta... Habertürk Tv seyrediyor. Altyazıyı görünce telefona sarılıyor. Habertürk Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Fatih Saraç var telefonun diğer ucunda. Basıyor Erdoğan fırça-yı: “Bahçeli’nin açıklaması alt yazı olarak geçip duruyor”. Er-doğan’la konuşurken Saraç’ın kurmayı bildiği iki cümle var. Biri “tamam efendim”, diğeri “anlaşılmıştır efendim”.Kim bu Saraç? BİM’in eski ortağı. Diğer eski ortaklardan ikisi kim? Biri Erdoğan’ın “aklımın yarısı” dediği Cü-neyt Zapsu. Diğeri, Birleşmiş Milletler’in El Kaide’ye 60 milyon dolar aktardığı için malvarlığını dondurduğu Arap işadamı Yasin El Kadı. BİM’in kuruluş sözleşmesinde Kadı adına imzayı çakan avukat kim dersiniz? Kim olacak, Tayyip Erdoğan’ın avukatı Faik Işık. Halen BİM’in ortaklarından biri olan Kadı Tayyip’i tanıyor. Peki kim tanıştıran? Cüneyt Zapsu. Tayyip’in Amerika’daki toplantılarını ayarlayan da Zapsu. Bu arada unutmaya-lım... BİM’in büyük ortağı Merrill Lynch, dünyanın en büyük yatırım ve finans banka-sı. Amerika’nın has kuruluşu. “Faiz lobisi”nin zirvesi.

Kim bu Saraç? Ciner Yayın Holding’in kuruluşu olan Ci-ner Medya Grubu’nun başkan yardımcısı. Holding’in sahibi Turgay Ciner. Saraç belli ki gizli ortak. Bunlar burunlarını spora da sokuyorlar. Zapsu, Ciner, Saraç Kasımpaşaspor’un Yönetim Kurulu üyeleri. Hani şu Tayyip’in hamisi olduğu takımın...

AKP döneminde şaha kal-kan BİM’in eski ortağı. AKP nüfuzuyla her ilçeye, beldeye bir BİM şubesi açıldı. Cebi doldu Saraç’ın. Tayyip istemese Kasımpaşaspor’un yönetim kuruluna sinek bile giremez. Belli ki yol verdi Tayyip, girdi Saraç. Bir de Ciner Medya Grubu’nu başkan yardımcısı olarak Habertürk’ün tepesine oturmuş...

Belli ki Tayyip tavuğu esirge-memiş. Şimdi kaz gelme zama-nı. Kaz asker adımıyla yürür, hizadan çıkmaz. “Tamam efen-dim”, “anlaşılmıştır efendim” demesi belli ki bundan.

Paralel evrenin başı Erdoğan

Bankaların sanayiyle kaynaş-ması ya da iç içe geçmesi; mali sermayenin ortaya çıkışının özü budur. Mali sermaye ege-menliğini mali oligarşi eliyle sürdürür. Lenin bu değerlen-dirmeyi yaklaşık bir yüzyıl önce yapmıştı.

17 Aralık operasyonunun ardından ortaya saçılan tapeler bu gerçeği bir kez daha kanıt-lıyor. Sadece, sanayi sermayesi inşaat sektörü kılığıyla karşı-mıza çıkıyor.

Çalık Grubu 2008 yılında, 1 milyar 100 milyon dolara ATV-Sabah Grubu’nu banka kredisiyle satın almıştı. Kredi borçlarını ödeyemedi. Zor duruma düştüğünde iş Tay-yip Erdoğan’a düştü. Telefona sarılıp, Kolin İnşaat’ın sahibi, İnşaat Sanayicileri İşveren Sendikası’nın (İNTES) Başkanı Cengiz Koloğlu’nu arıyor. Ko-

loğlu şaibeli biri. 2007’de akar-yakıt kaçakçılığından gözaltına alınmış ama belli ki AKP eliyle yırtmış. Tayyip Koloğlu’na “bu işi çözün” diyor. İş takipçisi olarak da Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı atıyor. Lakin Koloğlu’nun telefonu yolsuz-luk soruşturması nedeniyle dinleniyor. Böylece rezilliği öğreniyoruz.

Binali Yıldırım Ulaştırma Ba-kanlığı Ahlatlıbel Tesisleri’nde inşaatçıları topluyor. Salma çıkarılması emrini veriyor. İnşaatçılar 100’er milyon, 20 milyon, 30 milyon dolar veri-yor. Veremeyene Ziraat Ban-kası eliyle kredi veriliyor. Biri hızını alamayıp, 3. Havaalanı ihalesinden pay verirseniz 150 veririm diyor. Toplanan para 620 milyon dolar. Rezillik yüz kızartıyor. Bir de utanmadan halka küfür ediyorlar. Ortada tam bir soygun çetesi var.

Başlarında Başbakan…Kapitalizm sadece sömürü düzeni değil, aynı zamanda yolsuzluk ve talan düzeni-dir. Siyaset, medya, banka, inşaat dörtgeni yolsuzluk ve talan düzenini yürütüyor. Her sokak başında, her kahvede bu mesele konuşuluyor. Ertesi gün ATV’yi izlemek, Sabah’ı okumak istiyorsunuz. Tek bir kelime, tek bir söz yok. Sanki bir “kara delik”. Gezegen o kadar küçülüp yoğunluğu o kadar artar ki, bir çay kaşığı kadarı milyarlarca ton olur, çekim kuvveti nedeniyle ışık gezegenden uzaklaşamaz, kara delik haline dönüşür, para-lel evrene geçer, bu evrenle ilişkisini keser. ATV-Sabah da öyle, paralel evrende… Paralel evrenin başında da Erdoğan…

Editörden

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 4 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: [email protected] Bas kı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 - CFR Hesabı 1154 - 0557589 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu

Page 3: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

317 Aralık sabahı...

İktidar koalisyonu çöktü!

17 Aralık sabahı tanık olduğumuz, uluslararası

sermayenin bölgede Türkiye’ye biçtiği rol çerçevesinde 2000’li yılların başında oluşan iktidar koalisyonunun çöküşüdür.

ABD-AB ekseni; Batı’yla ilişkileri, AB hedefi, görece ekonomik gelişmişliği, aksak da olsa seküler yapısı ve güçlü ordusu ile Türkiye’nin “ılımlı İslam modeli” için biçilmiş kaftan olduğuna karar ver-di. Bu rol tekelci sermaye ve siyasal partilerinin çıkarıyla da örtüşüyordu.

İktidar koalisyonu oluşuyor

ABD’ye giderek icazet alan Erdoğan bu rolün mimarlığına soyundu. Rolün gereği “Milli Görüş” gömleği çıkartıldı, sağ-muhafazakar eğilimler AKP çatısı altında birleştirildi. Polis ve yargıdaki konumu nedeniyle Gülen Cemaati koalisyonun operasyonel gücü olarak konumlandırıldı. Seçimlerden başarıyla çıkan AKP, eski Milli Görüş kadro-ları-Cemaat ittifakı temelinde kurulan iktidar koalisyonunun çevresini, sağ-muhafazakar

eğilimler, bölgede Türkiye’ye biçilen rolden ağzı sulanan liberaller ile demokratikleşme vaatleri ve AB hedefi nedeniy-le zokayı yutan küreselleşmeci reformistlerle tahkim ede-rek, toplumsal onay tabanını genişletti, güçlü bir ideolojik hegemonya tesis etti. AKP’nin yükselişini tereddütle izle-yen sermaye çevreleri, atılan adımlara paralel olarak iktidar koalisyonunun kararlı bir unsuru oldular.

Türkiye’nin “model ülke” olarak pazarlanabilmesi, eko-nomik ve siyasi istikrarın yanı sıra, laikliğin İslam sosuna batırılarak sürdürülmesini, askeri vesayetin geriletilmesi-ni, AB hedefi doğrultusunda ilerlenmesini, bölge ülkeleriyle “sıfır sorun” olarak tanım-lanan ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.

Yüzde 10 barajıyla tahkim edilmiş seçim sistemi siyasal istikrarı garanti ederken, ulus-lararası sermayenin desteğiyle ihracat arttırılıp, paranın hızlı dolaşımına olanak sağlayan inşaat sektörü vasıtasıyla göre-ce ekonomik istikrar sağlandı.

Devletçi laiklik ağır ağır İslami öğelerle harmanlandı. Tür-kiye bölge ülkelerine “model ülke” olarak böyle sunulabi-lirdi. Paralel olarak toplumsal

dokunun bütün hücrelerinin muhafazakar kodlarla yeniden yapılandırılmasına çalışıl-dı. Yürüyüşün önündeki en önemli engel askeri vesayet rejimiydi. Kapatma davası savuşturuldu. Gül’ün cum-hurbaşkanlığının ardından Ergenekon, Balyoz, Oda TV vb davalarla ordunun siyasal rejim üstündeki belirleyici etkisine son verildi.

“Sürünen demokratikleşme”den otoriterleşmeye

AB hedefi doğrultusunda ilerleyiş, kısmi demokratik reformların yapılmasını ge-rekli kılıyordu. Bu doğrultuda “sürünen demokratikleşme” stratejisi benimsendi. Reform-lardan yararlanma imkanı bulunan güçlerin bir kısmı AKP iktidarının yedeği haline getirilirken, yola getirileme-yenler baskı-şiddet, tecrit, kriminalizasyon yoluyla mar-jinalize edildi. Çelişkilerin had safhada olduğu Türkiye gibi bir ülkede, “sürünen demok-ratikleşme” süreci otoriterleş-meyle iç içe geçerek ilerleyebi-lirdi. Bu doğrultuda başkanlık, yarı başkanlık sistemi devreye sokulmak istendiyse de, bu girişim iktidar koalisyonunun çelişkileri nedeniyle hayata geçmedi. Böyle de olsa, “sürü-

nen demokratikleşme” süreci adım adım otoriterleşmeye doğru evrilerek yeni rejim yapılandırılıyordu.

AKP komşularla “sıfır sorun” politikasında önemli adımlar attı. Yunanistan’la ilişkiler dü-zeltildi, Kıbrıs’ta BM’nin talep ettiği referandum yapılarak avantaj elde edildi, Suriye, Irak, İsrail, İran ile var olan so-runlar önemli ölçüde çözüldü. Türkiye’nin bölgede itibarı arttı. Türkiye; Filistin, Suriye, İran sorunlarında arabulucu olma şansını elde etti.

Çuvala sığmayan, “Kürt sorunu”ydu. AKP Kürtlerin kolektif haklarının verilmesine yanaşmadı. Kürt hareketinin bununla yetinmesi mümkün değildi. Kürtlerin kolektif kazanımlar elde etmesinin,

toplumsal muhalefeti tetikle-yeceği, siyasal istikrarın darbe yiyeceği endişesi altında AKP iktidarı, çözümü Irak Kürdis-tanı’yla ilişkileri geliştirerek PKK’yı tecrit etmekte buldu.

Neo-Osmanlıcılık hayalleri

Türkiye gibi ülkelerin ulus-lararası kapitalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçrama, zenginler kulübüne girme şansı yoktur. AKP kurmayları, Türkiye ekonomisinin yaptığı görece atılım ve bölge ülkeleri nezdinde kazanılan itiba-rın büyüsü altında bu basit gerçeğe gözlerini kapattılar. Davutoğlu’nun akıl hocalığı-nı yaptığı neo-Osmanlıcılık hayallerine kapıldılar.

İlk sonuç AB hedefinde ayak sürçme olarak belirginleşti. İsrail’in güvenliği ABD için hayati önemdeyken Tayyip Erdoğan “one minute” çıkışını yapmaktan çekinmedi. Arap ayaklanmalarının neo-Os-manlıcılık için elverişli bir fidelik sunduğu yanılsamasın-dan hareketle üretilen politi-kalar Türkiye’yi komşularıyla sorunlu bir ülke haline getirdi. Türkiye’nin Mısır, İran, Irak, Suriye, Filistin, İsrail politika-ları ile uluslararası ser

Erdal Kara 17 Aralık sabahı kılıçların çekildiğine tanık olduk. Aracılık girişimleri sonuç vermedi. Taraflar avadanlıklarını kuşandı, bir ölüm-kalım savaşına giriştiler.

Cemaat AKP des-teğiyle kadrolaştı, süreçteki davalar

AKP’nin siyasi des-teğiyle sürdürüldü, AKP bu davaların

sonuçlarını siyasal iktidarını pekiştir-

mek ve otoriterleş-meyi derinleştirmek için güçlü bir mani-

vela olarak kullandı.

GÜNDEM

Page 4: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a4

mayenin politikaları arasın-daki açı farkı gittikçe büyüdü. İran ve Suriye politikaları nedeniyle Finansal Eylem Gö-rev Gücü (FATF) Türkiye’nin “karapara ve terör finansmanı ile mücadelede riskli ülkeler listesinde” kalmasında ısrar ederken, 47 ABD milletvekili Halk Bankası’nın ABD yöne-timi tarafından kara listeye alınmasını teklif etti.

AKP Kürt sorununda büyük zikzaklar çizdi. Anayasa refe-randumu öncesinde başlayan Oslo süreci, referandumun ertesinde rafa kaldırılmakla kalmadı, Kürt hareketini Sri Lanka modeli yoluyla tasfiye etmeye yeltendi. Bu politika

tam boy başarısızlığa uğra-makla kalmadı, AKP Rojava gerçeğiyle yüz yüze geldi. Keskin bir dönüş yapan AKP, Abdullah Öcalan ile görüşme-lere başlamak zorunda kalarak “çözüm sürecinin” bir unsuru olmaya sürüklendi.

“Sürünen demokratikleşme” yoluyla yeni rejimi yapılan-dıran AKP, referandumun

sağladığı anayasal olanaklar ve yüzde 59 “evet” oylarının da etkisiyle otoriterleşme sürecine hız verdi. Erdoğan’ın şahsında ifadesini bulan “otok-rat” tarz daha da güçlendi. Bu AKP’nin aşil topuğunu oluşturdu. Gezi AKP’yi aşil topuğundan vurdu.

Gezi karşısında Erdoğan’ın aldığı tutum, uluslararası

sermayenin gözünde AKP’nin itibarını yitirmesine neden olmakla kalmadı, iktidar koa-lisyonunun çözülüşü sürecini hızlandırdı.

2014 savaş yılı olacak

Mavi Marmara, Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ve dershanelerin kapatılması girişimi... AKP ile Cemaat arasındaki kavganın görünen örnekleri... 17 Aralık sabahı kılıçların çekildiğine tanık olduk. Aracılık girişimle-ri sonuç vermedi. Taraflar avadanlıklarını kuşandı, bir ölüm-kalım savaşına giriştiler. Bülent Arınç’ın “Herşey bitti, artık savaşacağız”, Hüseyin

Gülerce’nin “Çok kötü şeyler olacak” demesi bunu anlatıyor. 31 Aralık akşamı Türkiye’ye seslenen Erdoğan da açık ko-nuştu: “Gelecek yıl bir büyük kavga, hatta savaş yılı olacak”.

Cemaat’in operasyonları, AKP’nin yolsuzluk yaptığını ve Suriye’de “teröre destek olduğunu” kanıtladı. Was-hington Post, Guardian gibi gazetelerde, Tayyip Erdoğan’sız AKP senaryoları yazılmaya başlandı bile. Kuşkusuz Erdo-ğan gelişmeleri kontrol altına aldığı taktirde bu senaryolar rafa kalkar, başka senaryolar yazılır. Ancak şu anki eğilim Tayyip Erdoğan’ın ipinin çekil-diğini göstermektedir.

Erdoğan bunun farkında. Cepheden saldırıya geçerek tehlikeyi savuşturmak istiyor. “Paralel devlet”, “gizli örgüt”, “ajan”, “vatan haini” suçlama-larıyla Cemaat’i marjinalize edip, toplumsal onay tabanını genişletme amacında. AKP medyası kışkırtıcı rol üstleni-yor. Yeni Akit yazarı şöyle ya-zıyor: “Bu olay tarihteki ikinci 31 Mart vakasıdır”. İstenen kellelerin uçması...

Erdoğan, geçmiş deneyimler-den halkın siyasi tercihlerinde en önemli faktörün ekono-mik durum olduğunu biliyor. “Faiz lobisi” laflarının teda-vüle sokulmasının nedeni bu. Efkan Ala işareti alıp, tevzirata başlıyor: “Yalanın maliyeti 104 milyar dolar oldu. Şimdi ben soruyorum, doları kim aldı? Bu tezgahın kazançlıları kimler?”. Ala’dan işareti alan Yeni Akit manşeti çakıyor:

Tayyip Erdoğan, iktidara geldiği günden bugüne Cemaat’e, Fethullah

Gülen’e mesajlar gönderdi. Kimi za-man sözlerle, kimi zaman da jestlerle… Mesajların içeriğinde eskiden teşekkür ve saygı var iken şimdi sadece hakaret var:

• 2004 sonrası TCK ve Medeni Kanun’da yapılan değişiklik sayesinde 2006 yılında Fethullah Gülen beraat etti.

• 25 Ağustos 2004: MGK “Cemaate karşı bir eylem planı” hazırladı.

• 12 Eylül 2010: Referandum için teşekkür: “Okyanus ötesinden bu sürece destek veren kardeşlerimi kutluyorum.”

• 12 Haziran 2011: Seçimlerde Fethullah Gülen’in verdiği 30 isimden sadece 4’ünü milletvekili yaptı.

• 14 Haziran 2012: Türkçe Olimpiyatları’nda Gülen’e “dön” çağrısı:

“Biz gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Bu sıla hasreti bitmeli-dir. Bitsin istiyoruz.”

• 17 Haziran 2012: “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yurda dönmesi ile ilgili bir yasal maninin söz konusu olmadığını, ne zaman gelmek isterlerse üzerlerine düşeni yapacağını” söyledi.

• 21 Ekim 2013: Fethullah Gülen’e “geçmiş olsun” telefonu.

• 21 Kasım 2013: Dershaneler konusunda, “Bazıları hükümete şamar atmak istiyor-lar. Başarının arkasında dershaneler var ifadesini asla kabul etmiyorum.”

• 5 Aralık 2013: 28 Şubat’ta Fethullah Gülen’in “Başını açarsa bir insan kâfir olmaz. Bu, füruata ait bir meseledir” sözlerine karşı, “O zamanlarda biliyor-sunuz, başörtüye ‘füruat’ diyenler de oldu.

Bunları da gördük. Bunları da yaşattılar.”

• 23 Aralık 2013: ‘’Devlette paralel yapı olmaz. İninize gireceğiz, didik didik edeceğiz.’’

• 14 Ocak 2014: “Nasıl bir kokuşmuşluğun hüküm sürdüğü ortaya çıkacak. Virüs vücuda girmiş, sinsi bir şekilde yayılmış. Ancak bu bünye kendisini sinsi virüslere karşı teslim edecek kadar zayıf bir bünye değildir.”

• 25 Ocak 2014: “Bu medeniyet öyle bir medeniyettir ki yalancı peygam-berleri, sahte velileri, içi boş, kalbi boş, zihni boş alim müsveddelerini bünyenin virüsü redettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkum etmiştir. …

İlmi güç için, şantaj için, şebekeleşme ve örgütlenme için bir istismar aracı olarak kullananları bu medeniyet hiç kabullenmemiştir.”

Erdoğan bir koluna “milli orduya kumpas” teranesiyle Genelkurmay’ı, diğer koluna “çözüm sürecine” suikast retoriğiyle Kürt hareketini almaya çalışarak enteresan bir ittifak kurmaya çalışıyor.

Erdoğan’dan Cemaat’e vecizeler

Page 5: Siyaset sayı 11

Şuba

t 20

14

Polit

ika

5

Siy

ase

t

“Borsa çakıldı, Doğan kazan-dı!”. Aradan iki gün geçmeden Merkez Bankası anormal bir dolar hareketliliği olmadığı-nı ilan ediyor. Ama ne gam! Erdoğan “faiz lobisi” demeye devam ediyor. Erdoğan HSYK yasasını değiştirerek Cemaat’i tasfiye etmek istiyor. Tehli-ke o kadar yakın ve korku o kadar büyük ki, HSYK’nin yapısı referandum öncesinde-

Cumhuriyet’le birlikte kurulan, siyasetin iplerinin batıcı-modernleşmeci asker-sivil bürokrasinin elinde olduğu,

genel olarak toplumun tek uluslu-tek dinli bir siyasal sistemin cenderesine sokulduğu, işçi ve emekçilerin sömürüsünün ceberut devlet eliyle garanti altına alındığı sermaye birikim modeli, 20 yüzyılın sonlarına gelindiğinde artık sadece top-lumun değil, küresel ve yerel sermayenin önünde de bir engel halini almıştı.

Türkiye ve dünya koşullarının özgün bileşimi, 80 yıllık sta-tükonun yıkılması ve sermayenin yeni rejiminin kurulması misyonunu, 28 Şubat ‘97 müdahalesiyle neo-liberal, küre-selleşmeci tarzda “akıllanan” eski Milli Görüşçü kadrolara “nasip” etti. Kuşkusuz bunu, asıl dayanakları olan yükselen Anadolu sermayesinin yanı sıra finans-kapitalin ve ABD’nin icazeti, himayesi ve desteği olmadan başaramazlardı. Tayyip Erdoğan liderliğindeki eski Milli Görüşçü kadrolar, bu büyük siyasal dönüşümü, öteden beri devlet içinde yuvalanmış olan, aynı zamanda Amerikan devletiyle özel ilişkileri bulunan Fethullah Gülen Cemaati’yle birlikte gerçekleştirdi.

Tayyip Erdoğan ve partisi AKP, arkasında bulduğu seçmen kitlesine ve ABD himayesine bakarak kendisini dev ayna-sında görmeye başladı. İlk dönemlerdeki dengeci tutumdan; ülke içinde hayatı muhafazakarlaştırmaya ve otoriterleşmeye, bölgede “kontrol dışı” bir yayılmacılığa yöneldi. Kurmakta ol-duğu yeni rejimi “tek adam-tek parti” ekseninde inşa etmeye soyundu. Eski rejimi tasfiye ederken destek aldığı liberalleri küstürdü ve Cemaat’in gücünü sınırlamaya kalktı.

İşte 17 Aralık’taki savaş ilanı, sadece Cemaat’in yeni rejimde iktidarı paylaşma kavgasının değil, bunun yanı sıra küresel ve yerel sermayenin Erdoğan yönetiminde gördüğü kapi-talist rasyonalleri çiğneme potansiyelini cezalandırma, bu ekibi hizaya sokma, olmazsa devirme operasyonunu başlattı. Karşılığı ise Erdoğan ve AKP’nin karşı operasyonları oldu. İktidar koalisyonu tamir edilemez biçimde parçalandı. Devlet kurumları birbirine düştü ve istikrarlı bir yeni rejim kurma planı berhava oldu.

Egemenlerin siyasi iktidardan ve sömürü pastasından pay kapmak için birbirlerine girdiği bu ortamda emekçiler ve ezilenler olarak yapmamız gereken, AKP’siyle, Cemaat’iyle, sahte muhalefet CHP’siyle egemenlerin tüm kesimlerinden mesafemizi korumak, onlar birbirini yerken önümüzde açılan hareket alanından en geniş biçimde yararlanmak ve kendi ik-tidar seçeneğimizi güçlendirmek, ete kemiğe büründürmektir. HDK/HDP halkların, emekçilerin ve ezilenlerin seçeneğinin cisimleşmiş hali olmaya aday yegane güçtür. Önümüzdeki yerel seçimler, HDK/HDP’nin toplumun önüne devrimci-de-mokratik programını ve yürüyüş hattını koymanın fırsatını ve olanağını barındırıyor. Tüm gücümüzle bu görevi yerine getireceğiz.

HDK/HDP’nin de Haziran İsyanını gerçekleştiren geniş kitlenin verdiği mesajları iyi okuması, onları kapsamak için özel çaba göstermesi gerekiyor. Anti-kapitalist dinamikleri ve devrimci-demokratik güçleri yan yana getirip iktidara yönelt-menin koşulları her zamankinden daha fazla varken, bunu gerçekleştirmede yol göstericilik görevi öncelikle yeniden kuruluşçu sosyalistlere düşüyor.

SiyasetFiller tepişiyor karıncalara gün doğdu

HSYK ve TİB’de “düzenlemeler”

İstihbarat devleti arayışıAnayasa Referandumu öncesinde HSYK’nın üye sayısı 7’ydi. Değişiklikle sayı 22’ye çıkarıldı. İlk bakışta değişiklik öneri-si, üye sayısının artması dolayısıyla daha demokratik olacak gibi görünmekteydi. Ancak maksat değişiklikle yargıyı AKP’nin denetimi altına almaktı. Denetim, Cemaatçi yargıç ve savcıların kurulda önemli bir sayı teşkil etmesi hesabına dayanıyordu. Hesap tuttu da. Ergenekon, Balyoz, Oda TV, KCK, Devrimci Karargah gibi davaların hiçbirinde HSYK savcı ve hakimleri değiştirmediği gibi, yapılan başvurularda sanıkların lehine karar vermedi. İstenilen elde edilmişti.

17 Aralık sabahı patlayan operasyon iktidar koalisyonunun çöküşünün kanıtı oldu. Şimdi yasa teklifiyle, AKP kendi anayasa değişikliğini by-pass etmek istiyor. Amaç bir kez daha yargıyı kendi denetimi altına almak. Lakin bu kez yapılmak istenen kuvvetler ayrılığının köküne kibrit suyu ekiyor. İktidar yargının denetiminden kaçmanın hesabını yapıyor. AB’nin, önemli hukukçuların tepkisi bu yüzden. Maksat sadece yolsuzluk soruşturmalarını savuşturmak değil, muhtemel gelişmeleri dikkate alarak yargının dene-tim alanından bütünüyle çıkarak, yargıyı dün Cemaat’in kullandığı gibi kullanarak AKP dışı bütün güçlere karşı kargı ucu yapmak.

AKP geçtiğimiz günlerde Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) MİT kökenli Ahmet Celalettin Çelik’i atadı. Şimdi de TİB Başkanlığı hakkında soruşturma açma iznini ilgili bakana veren bir yasa teklifi hazırlıyor. Yargı denetime alınacak. TİB’in başına MİT oturacak. Yasadışı dinlemeler bakan korumasına alınacak. Bunun adı “muhaberat devleti”dir.

ki konumuna getirilip, yargı üzerinde egemenlik kurmak amaçlanıyor. Yeni internet yasası, kuvvet komutanlarının yargılanmasının Başbakan’ın iznine bağlanması gibi değişik-likler kimi yazarların deyişiyle “muhaberat devleti”ne doğru hızla yol alındığını gösteriyor.

Yeni ittifaklar şekilleniyor

İktidar koalisyonunun çözülü-şü yeni ittifaklar, yeni dizilişle-re kapı aralıyor. “Milli orduya kumpas kuruldu” açıklama-sının ardından, Erdoğan’ın yeniden yargılamaya onay ver-miş olması bunun en çarpıcı örneği... Kılıçdaroğlu nedense Cemaat’e toz kondurmuyor. Gürsel Tekin daha da ileri gidi-yor: “Yolsuzluk soruşturmasını ortaya çıkaranlar milli kahra-mandır”... Tescilli ulusalcılar, Cemaat’in tasfiyesiyle yargıda ulusalcıların güç kazanacağı beklentisiyle AKP’nin sırtını sıvazlıyor... Bazıları da, olası bir darbe tehdidinin kapıda olduğu saptamasıyla AKP’yi kerhen destekleme yolunda akıl veriyor.

Erdoğan bir koluna “mili orduya kumpas” teranesiyle Genelkurmay’ı, diğer koluna “çözüm sürecine” suikast reto-riğiyle Kürt hareketini almaya çalışarak enteresan bir ittifak kurmaya çalışıyor. Çalışıyor ama, Uludere için askeri savcı-lık kovuşturmaya yer olma-dığına karar veriyor. Cambaz tilki kadar kurnaz ama ip sıkı sallanıyor. Aşağıdan destek değneği uzatmanın alemi yok, Türkiye Tayyip’siz de “çözüm süreci” yolundan ilerleyebilir.

AKP Cemaat ortaklığı

Cemaat’in yediği herzeleri bil-miyormuş pozuna bürünerek “hata yaptık” demenin hiçbir inandırıcılığı yok. Cemaat AKP desteğiyle kadrolaştı, sü-reçteki davalar AKP’nin siyasi desteğiyle sürdürüldü, AKP bu davaların sonuçlarını siya-sal iktidarını pekiştirmek ve otoriterleşmeyi derinleştirmek için güçlü bir manivela olarak kullandı. Davalarda operasyo-nel gücün Cemaat olduğunu bilmediğini söyleyen, yalan söylüyordur. Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabını yazdığı için kodese tıkıldı. Erdoğan’ın “şimdiye kadar bu iktidardan ne istediler de vermedik?” açıklaması gerçe-ği bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

AKP’nin kalemşorları Er-doğan’ın Brüksel’den zaferle döndüğünü söylüyor. Söylüyor ama AB milletvekili Daniel Cohn-Bendit, kuvvetler ayrılı-ğı, yargı bağımsızlığına ilişkin sorular sorduklarında Erdo-ğan’ın kaç kilometre duble yol yaptığını anlattığını söylüyor.

Merkez Bankası’nın müdahale-lerine rağmen dolar 1 ay içeri-sinde yaklaşık yüzde 25 değer kaybetti. Ekonomi alarm zil-lerini çalıyor. Uluslararası are-nada Erdoğan’ın “tek adam”lık hırsının Türkiye ekonomisini uçurumun kenarına getirdiği yorumları yapılıyor. Eurasia Group’un (dünyanın en büyük risk danışmanlık kuruluşu) kurucusu Bremmer’e göre Türkiye ekonomisinin krizden çıkışı Erdoğan’ın en sonunda sahayı terk etmesiyle mümkün olacak. Lakin Erdoğan dişiyle, tırnağıyla iktidarı tutunmuş vaziyette ve kendisi ile birlikte Türkiye ekonomisinin de

Page 6: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a6

batışını hazırlıyor. TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz da isyan ediyor: “HSYK (...) teklifinden büyük rahatsızlık duyuyoruz. (...) Türkiye’nin prestijli bir ülke olması için sarf ettiğimiz gayretler boşa çıkmış olmayacak mı?”.

Hiyerarşik yapısı, kurduğu gizli ağ, yeni gladyo namze-

ti olarak belirginleşmesi ve operasyonel bir kuvvet olarak kullanılması Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlenmesinin “gizli örgüt” olduğunu kanıt-lıyor. Bu örgüt dağıtılmalı, faaliyetleri yargı konusu yapıl-malı, sorumluları cezalandırıl-malıdır. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bu “gizli örgüt”ün AKP içindeki ortakları yüce divana yollanmalıdır.

Halkın kendi seçeneği

Sosyalist hareket, kriz orta-mından devrimci sonuçlar çık-ması için mücadele etmelidir. AKP-Cemaat kavgasında şu ya da bu gerekçeyle bu güçlerin yedeğine sürüklenmekten dev-rimci sonuçlar çıkmaz. Krizi, oluşan toplumsal tepkileri sömürerek, sadece ve sadece AKP’nin defedilmesinin fırsatı olarak gören, desteklendiği taktirde, toplumsal muhale-fet dinamiklerinin daha ileri hedeflere doğru ilerlemesinin

freni olmaktan başka bir işlev görmeyecek olan sahte seçe-neklerle de devrimci sonuçlara ulaşılamaz. Krizden devrimci sonuçlar çıkarmanın tek yolu halkın kendi seçeneğinin yara-tılmasıdır. Bugün bu seçeneği HDP temsil ediyor. HDP’yi güçlendirmek, halkın kendi seçeneğini güçlendirmek anla-mına geliyor.

Kriz siyasal İslam’ın ideolo-jik hegemonyasına güçlü bir darbe indirdi. AKP inandırı-cılık erozyonu yaşıyor. CHP krizden avantaj elde etmek isterken Mustafa Sarıgül, Mansur Yavaş, Lütfü Savaş gibi adaylarıyla aynı sorunla yüz yüze. 30 Mart Seçimle-ri üçüncü seçeneği, halkın seçeneğini güçlendirmek için çok önemli bir fırsat sunuyor. Seçimlere bu bilinçle yaklaş-mak, güçlerimizi ve enerjimizi bu hedefe yoğunlaştırmak her zamankinden daha fazla önem kazanıyor.

Hiyerarşik yapısı, kurduğu gi-zli ağ, yeni gladyo namzeti olarak belirginleşmesi ve operasyonel bir kuvvet olarak kullanılması Cemaat’in polis ve yargıdaki örgütlen-mesinin “gizli örgüt” olduğunu kanıtlıyor.

Gülen Gizli Örgütü ya da kod adı “Hizmet”

İslami bir devlet hayal ediyorsunuz. Bunu bir örgüt kurmadan gerçekleştiremezsiniz. İçinde yaşadığınız devlet izin vermez,

gizli örgütlenmeniz gerek. Örgütü kurduğunuzda örgütlenme-nin tüm ayaklarını belirliyorsunuz. Yakın birkaç müridinizden başlayarak örgütünüze katılanlarla bir akit yapıyorsunuz. Halk içinde gençlikten başlıyorsunuz -gençlik gelecektir-... Önce “Işık Evleri”, sonra okullar, ardından dershaneler, şirketler, banka-lar… Devleti ele geçirmek için, Emniyet, yargı, TSK, MİT ve partiler içinde örgütleneceksiniz. Yani yasama, yürütme, yargı... Bu örgütlenme yıllarca sessiz biçimde devam ediyor. Ve AKP iktidarı, al gülüm ver gülüm... Torba davalar açıp tüm muhalif-leri, askeri, sosyalisti, Kürdü hapishanelere tıkıyorsunuz.

Polis gücünü tümden kontrol altında tutabilmek için tüm ülke-de istihbarat şubeleri ve KOM denilen Kaçakçılık ve Organize Şube’yi ele geçiriyorsunuz. Bu şubelerin başında bulunan sizden olmayan emniyet müdürlerinin hakkında yargı işbirliği ile dava açtırıp onları da içeri tıkıyorsunuz. Yargıdaki tehlikeli savcı ve hakimleri de yargılıyorsunuz, Cihaner gibi. Tüm tayinleri plan-lıyorsunuz. Kanunsuz dinlemelerle dava hazırlığı yapıyorsunuz, sahte deliller oluşturuyorsunuz, imamlarınız uygun savcıya götürüyor ve dava açılıyor. Milli Görüş’ten veya sağ camiadan gelen tüm müdürleri değiştiriyorsunuz.

Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Hanefi Avcı hakkında açılan davaların hepsi Cemaat’in imamlarının ayak altındaki taşları temizleme operasyonu. Dava hazırlığını polis yapıyor, yargıdan uygun savcı seçiliyor, dava dosyası teslim ediliyor, ertesi gün hem dava açılıyor hem de yargılanması istenen kişiler hakkın-da tutuklama kararı çıkarılıyor. Bir savcının klasörlerce evrakı incelemesi, dinleme kayıtlarını dinlemesi günler sürer. Emin Aslan Davası’nda Ankara mahkemesi yetkisizlik kararı veriyor, dava İstanbul’a Mehmet Berk’e geliyor, 24 saat içinde operasyon tamamlanıyor.

Hanefi Avcı kendisyle ilgili operasyonu fark ettiğinde, Başba-kan’ın en yakınları ile görüşüyor. Sırayla, Müsteşar Hakan Fi-dan, Başdanışman Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin. İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçe geri geliyor; gerekçesi: Erdoğan istemiyor. Çünkü o sıra-da Ergenekon davası var. Evet, Cemaat gizli bir örgüttür ve AKP paylaşmayı kabul ettiği iktidarını ona kaptıracağını anlayınca ifşa etmiştir.

Fatoş Osmanağaoğlu

Bir kaç yıl önce AKP ile Cemaat, kol kola yolsuz-

luk soruşturması yürütenleri tasfiye ediyordu. İşte Avcı’nın başına gelenler:

“Kaçakçılık ve Organize Suç-larla Mücadele Daire Başkan-lığı’na hiçbir talebim olmadan atandım… Tesadüfen önü-müze Enerji Bakanlığındaki büyük ihalelere hile karıştıran, yöneten organize bir grubu izlemeye başladık… Bazı büyük müteahhitler ile Enerji Bakanlığı Genel Müdürleri

tutuklandı… Oluşan olumsuz hava içinde… operasyondan memnun olunmadığı hisset-tirildi… Hastalandığım için hastaneye yattığım sırada eski başkan da davayı kazandı. Bu karar doğrultusunda görevden alındığımı yerime eski başka-nın atandığımı duydum.”

Şimdi Tayyip Erdoğan “paralel yapı”dan şikayet ediyor. Oysa Avcı “paralel yapı”yı yıllar önce anlatmıştı: “Aksiyonel bir eylem gerçekleştirme arzusun-daysanız MİT size yetmez. Bu

doğrultuda önce KOM Baş-kanlığı, İstihbarat Daire Baş-kanlığı ardından da İstanbul ve Ankara İstihbarat Şubesi ve bunlarla paralel olarak özel yetkili mahkemelerin savcı ve hakimlerinin de belli oranda belli eğilimlerde kişilerden oluşturulduğunu bugün net olarak görmek mümkün.”

Erdoğan kanunsuz dinleme-lerden muzdarip şimdi. Lakin Hanefi Avcı’nın kanunsuz dinlemeleri şikayet etmek için İçişleri Bakanı’na verdiği

dilekçeyi hasıraltı etmekte tereddüt etmemişti. Bu di-lekçede aşağıdaki ifadeler yer alıyordu:

“Dinlenmek istenen kişiler, kamuoyunda bilinen adları duyulan şahısla ise isimleri yanlış yazılarak, başkaları adına karar alınarak dinleme yapılmaktadır… buradan elde edilen bilgiler şantaj vb. gibi amaçlarla kullanılmaktadır.Telefon numarasına değil makinenin IMEI numarasıyla dinleme yapılmaktadır, tüm

devlet yetkilileri dahil herke-sin böyle dinlenmesi müm-kündür.”

Hanefi Avcı kitabında bugün-kü gelişmeleri de ön görmüştü:“Devletin polisinin, istihba-ratının ve diğer kurumlarının cemaatin talimatıyla isten-meyen, rakip taraf aleyhine kullanılırsa (ki çok yakında bu olacaktır) bunu tespit etmek kolay olmayacağından tüm sistem bir kaosa sürüklenir… ülke herkes için adeta bir cehenneme dönüşür.”

Hanefi Avcı yazmış, Tayyip üç maymunu oynamıştı

F

Page 7: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

7

Geçmişte de AKP ile Ce-maat arasındaki çeliş-

kilere ve çıkar çatışmalarına ilişkin işaretler görülmüştü: Tayyip Erdoğan’ın Ordu’ya yö-nelik operasyonlarda “aşırıya kaçıldığına” dair şikayetle-rinde olduğu gibi… Ama “iki güç çatışıyor” diyenlere her iki cenahtan da, “Fitne çıkarmak istiyorlar, inanmayın” salvoları geliyordu.

Ancak AKP-Cemaat ittifakı, aslında “kural” değil “istisna” idi; bunu anlamak için, bu iki İslamcı hareketin onlarca yıl-dır süren politik ve ideolojik/teolojik mücadelesine ve re-kabetine göz atmak yeterlidir. O zaman bu ittifakın neden büyük bir patırtıyla ölümcül bir kavgaya dönüştüğünü de daha kolay anlayabiliriz.

Cemaatin kökleri: Gülen Ce-maati, Cumhuriyet’in kurulu-şunun ardından, yeni devletin modernist ideolojini kısmen paylaşan, bilim ile dini buluş-turmaya (ya da dini bilimle kanıtlamaya) çalışan, kendisini politika dışına çeken, gele-

neksel tarikat örgütlenmesini reddeden Said-i Nursi’nin “Nurculuk” akımının bir türe-vidir. Ancak Gülen, bu akım içinde (devletle ve Batı’yla) uzlaşmacılık, “devletçilik”, “anti-komünizm vurgusu” ve bazı teolojik görüşlerle ayrı bir çizgi oluşturur.

Gülen, 1960’lı yıllarda “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin kuruculuğunu yapar. CIA’nın solu ezme plan-ları doğrultusunda MHP’nin

“komando kampları”nı kurdu-ğu dönemde o da “inançlı ne-siller” yetiştirmek için yaptığı gençlik kamplarıyla bu plana katılır. Bu tercih, Cemaat’in devleti, “Cemaatçi kadroları eğitip devlet katlarında yüksel-terek ele geçirme” stratejinin ilk adımıdır.

AKP’nin kökleri: AKP’nin kökleri ise, Nakşibendi tari-katı şeyhinden alınan icazetle 1960’lı yıllarda temelleri atılan (ama daha sonra kendi yolunu

çizen) Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Ha-reketine uzanır. Milli Görüş, o dönemde Kemalist rejim tarafından siyasi ve ekonomik olarak dışlanan, tefeci-bezir-gan kökenli, henüz emekleme çağındaki Anadolu burjuvazi-sinin Batı düşmanı ve anti-emperyalist söylemli siyasi temsilcisidir. O da milliyetçi v çidir ama siyaseten Kemalizm ve Amerika karşısında bağım-sız bir tavır gösterir. 1970’li yıllarda bu akım sokaklarda solculardan çok MHP’li sivil faşistlerle çatışır.

1980 sonrası Türkiye kapita-lizminin “yeniden yapılanma” hamlesiyle hızla palazlanan bu sermaye kesimine Milli Görüş gömleği dar gelmeye başlar. 28 Şubat 1997’nin basıncıyla Milli Görüş’ten kopan Erdo-ğan ve ekibi, neo-liberalizmi kabul eder, devletle çatışma-mayı benimser ve en önemlisi ABD’nin icazetini alır. AKP böyle kurulur. Cemaat, hiçbir dönemde Milli Görüşçü siyasi partilere (Milli Nizam, Milli Selamet, Fazilet, Refah, Saadet) destek vermez, merkez sağ partileri destekler. DSP ve CHP’yi de ihmal etmez.

Cemaat-AKP çatışması kar-şısında CHP’nin durumu,

yaşanan çatışmanın sadece iki güç odağının iktidar kavgası olmadığını, esasen serma-yenin yeni rejime vermek istediği biçimle ilgili olduğunu görmek bakımından önemli bir done oluşturuyor. CHP, bu çatışmada AKP’nin Cemaat’e karşı her hamlesinin karşısın-da yer alarak, örtük biçimde Cemaat’i kollayan ve koruyan bir pozisyon takınıyor. Ki-mileri bu durumu, “yaklaşan seçimler nedeniyle pragmatik olarak oy avcılığına soyunma” olarak görse de, işin esasını bu oluşturmuyor.

CHP Genel Başkanı Kılıçda-roğlu’nun Aralık ayı başında ABD’ye yaptığı ziyaret ve ABD yetkilileri ile görüşmesi sonra-sı Türkiye’ye dönüşüyle birlikte ortaya çıkan kimi gelişmeler, CHP’nin rejimin dizaynında yeni bir misyon yüklendiğinin de işaretlerini verdi. Üstelik ABD ziyaretinde Cemaat yan-lısı bir kuruluşun “kahvaltı” davetine de katıldı. Üstüne bir de 17 Aralık yolsuzluk ope-rasyonu curcunası yaşanırken ABD Büyükelçisi ile buluşma-sı, politikayı biraz bilen birisi için, siyasetin normal seyri içinde izah edilmesi pek müm-kün olmayan bir durum.

Egemenler, seküler tabanı ve muhafazakâr bloğun bir kesimini arkasına alarak yeni rejimin siyasal iktidar alanını yeniden dizayn ederek yeni seçenekler oluşturmaya çalışı-yor. CHP kimi illerin belediye başkanlıklarına gösterdiği adaylarla bu dizaynda seçe-neklerden birisi olmaya nam-zet olduğunu gösteriyor. Bütün bu gelişmeler karşısında halen CHP’ye ezilenler ve emekçiler yönünden farklı misyonlar yükleyenlere buradan bir çağ-rıda bulunuyoruz: At gözlükle-rinizi çıkarın ve olanları bir de çıplak gözle gerçekliği içinde görün!

CHP yeni rejimin seçeneği olmaya oynuyor

Halit Elçi

AKP ve Cemaat:

İki rakip İslamcı hareketBazı teolojik

ayrılıklar • Genel olarak Nur-

cular, “derslerini” doğ-rudan Kuran üzerinden değil, Said-i Nursi’nin Nur Külliyatı’ndaki yorumları üzerinden yaparlar. Diğer İslami kesimler bunu Kuran’ın ikincilleştirilmesi olarak görür ve “fıkıhsız, mez-hepsiz, şeriatsız bir din” icat etmekle eleştirir.

• Diğer İslami ce-maatlerin İslamı “tek hak din” olarak gör-mesi karşısında, Gülen Cemaati “dinler arası diyalog” görüşü doğ-rultusunda diğer “ehl-i kitap” dinlerle İslam’ı yakınlaştırır. (Kafirler cennete girebilir mi, tartışması.)

• Cihat fikri Gülen Cemaati’nde yok sayılır veya önemsizleştirilir.

Page 8: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a8

AKP soğuk savaş sonrasının yarattığı bir konjonktü-rün partisidir. Bu konjonktürde radikal İslam’ın

enerjisini boşaltması beklenen ılımlı İslami seçeneğin rol modelliği RTE önderliğinde TC’ye verilmişti.

Irak, Libya, Yemen ve birçok Afrika ülkesi başa çıkılması zor çatışmaların içine sürüklenirken Mısır’da askeriyenin ikinci bir kez iktidara el koyması zorunluluk oldu. Bu da yetmedi, Arap ülkelerine model olsun denilen TC’nin kendisi de onla-ra benzemeye başladı. Buna bir de Asya-Pasifik projesi ekle-nince, ABD açısından RTE’nin hiçbir “özgül” önemi kalmadı. RTE, ABD politikalarındaki değişime ayak uyduramayınca da Obama tarafından beyzbol sopasıyla silkelendi.

RTE bu durumda “halının altına süpürülmek” yerine bir salto mortale ile yeni konjonktüre geçmeyi deniyor. Bu amaçla da eski düşmanlarıyla çelişkilerini yumuşatmaya, onların enerji-lerini Cemaat’in üzerine akıtmasını sağlamaya çalışıyor. Artık TSK da vesayetçi değil destekçi.

Özgürlük Hareketi en güçlü konumunda bulunuyor ve Ha-ziran direnişiyle birlikte Gezi-Roboski hattında alternatif bir muhalefet çoktan ortaya çıktı. Onun için bu ortaklığın par-çalanması ve Kürtlerin yatıştırılması, konjonktürü aşmanın vazgeçilmez şartını oluşturmaktadır. Bu amaçla göz boyayıcı adımlar atılmakta, barışın esas engelleyicisinin Cemaat oldu-ğu ve şimdi de süreci engellemek için darbe yaptığı yalanına yaslanılmaktadır.

“Darbe” RTE’nin meşruiyet bahanesidir. Birlikte soygun yapan çetenin elemanları ganimeti paylaşırken kavgaya tutuş-tular; hepsi bu! Askeriye ve istihbarat hükümetin yanınday-ken yargının ve polisin hükümeti deviremeyeceğini RTE’nin emniyet ve yargıdaki müdahaleleri gösterdi. Bir darbe varsa bu RTE’nin zaten ayak bağı olarak gördüğü kuvvetler ayrılığı prensibine indirdiği darbedir.

Malum; güce dayanmayan yargı zavallıdır!

RTE’nin takla atarken boynunu kırması AKP’nin yeni bir iktidar çıkarmasını engellemez ve olan bitenin sonucu yeni iktidar kendini demokrasiye ve barışa daha muhtaç bir du-rumda hisseder.

Kurmay subaylar hele general olmuşlarsa NATO’da görev yapmamış olamazlar. Tahmin ettiğiniz gibi NATO’nun şefi ABD’dir. NATO’da görev yapmak aynı zamanda Amerikansever olarak eğitilmek demektir.

Tayyip Erdoğan’ın eski başdanışmanı, yolsuzluk

soruşturmalarıyla kuyruğu sıkışan AKP’nin has kurmayla-rından Yalçın Akdoğan bir ve-cize yumurtladı: “Milli orduya kumpas kuruldu”.

Her soydan burjuva siyaset-çisi oportünisttir. Türkiye siyasetinde bu işin duayeni Demirel’dir. Lakin Demirel, Akdoğan’ın eline su bile döke-mez. Dökemez zira, Demirel ‘70’lerin sonlarında faşistler her gün seri cinayetler işlerken “Bana sağcılar cinayet işliyor

dedirtemezsiniz” demişti. Ak-doğan ise, AKP’yi iktidardan indirmek için plan tatbikatları kisvesi altında darbe provası yapan generallerin yargılan-dıkları davaları ima ederek “Milli orduya kumpas kurul-du” diyor.

Kuşkusuz Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir. Lakin Türkiye bağımlı bir ülkedir. Bağımlılık gök kubbede hoş bir seda değildir. Örneğin askeri bağımlılık… Efendinizin tepesi attı mı, gemilerinizi yerin-den oynatamaz, uçaklarınızı havalandıramazsınız. Yok, öyle sandığınız gibi değil! Petrolü keserler, yedek parçayı vermez-ler falan değil! Kaderiniz kırk ASELSAN kursanız şifresini kıramayacağınız bir yazılı-ma bağlıdır. Adına “düşman tanıma sistemi” denir. Patenti uçağı, gemiyi veren ABD’nin elindedir. Bu yazılımın şifresini çözemezsiniz, sizin uçağınız sizin uçağınızı, sizin geminiz sizin geminizi düşman beller, vurup batırır, vurup indirir. Kıbrıs Savaşı’nda Kocatepe na-sıl battı, 54 denizci nasıl öldü sanıyorsunuz?

Türk ordusu NATO’nun üyesidir. Kurmay subaylar hele general olmuşlarsa NATO’da görev yapmamış olamazlar. Tahmin ettiğiniz gibi NA-TO’nun şefi ABD’dir. NATO’da görev yapmak aynı zamanda Amerikansever olarak eğitil-mek demektir. Eğitilmemiş-seniz, rakı masasında ABD

aleyhine bir laf edin de görelim bakalım, tuğ olsanız, tüm olsa-nız da kor olamazsınız. YAŞ’ta yaşa oturursunuz.

Türk Ordusu AKP’yi ikti-dardan indirmek için darbe tezgahlamış mıdır? Bu soruyu ancak şaşkınlar sorar. ‘60’da yapmıştır, 12 Mart’ta Demi-rel ceketini alıp gittiği için yapmış kadar olmuştur, 12 Eylül’de bir kez daha yapmış, 28 Şubat’ta da Erbakan pılısını pırtısını toplayıp tüydüğü için “post-modern”ini yapmıştır. Bu kadar tarih bilgisi AKP’yi iktidardan indirmek için darbe tezgahlandığının kanıtıdır.

Peki, hem ABD’ye bağımlı hem niye içerdeler? Irak teskeresine yeterli desteği vermedikleri için. Bu kadar bağımlılar da niçin vermediler? ABD’nin müttefiki Irak Kürtleri olduğu, bu yoldan yürüyerek Türkiye Kürtlerinin de palazlanacağını düşündükleri için.

Bu kadar bağımsızlardır, Kürt düşmanı oldukları kadar…

Son olarak… Hiç mi kumpas yok? Var kuşkusuz, Ahmet Şık’a kurulduğu gibi birçok genç subaya da kumpas kurul-muştur. Kurunun yanında yaş da yanmıştır. Lakin bazıları yarı kurudur. Plan tatbikatına geldin, plan tatbikatı kisvesi altında darbe tezgahlandığına tanık oldun, “paşa paşa” otur-dun değil mi? Bu kadar emir kulu olmayacaksın…

Milli mi ki, kumpas olsun?

“Darbe var” diyerek darbe yapmakMahir Sayın

Page 9: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

9

Hrant Dink’in katledilmesinin üstünden yıllar geçti. Sayısız dava görüldü -adalet işliyormuşçasına- “tetikçi

çocuktur, çete/örgüt yoktur” dendi. “Peki Hrant’ı kimler neden öldürdü, cinayetin arkasında kimler var?” sorusu kimilerimizin aklından hiç çıkmadı 7 yıldır.

Olay karmaşık gibi görünse de çözümlemek mümkün:Tetikçi Ogün Samast, Hrant’a kurşun sıktığında 17 yaşın-daydı. Azmettirici Yasin Hayal’in BBP ile ilişkili bir Alperen olduğu sonradan ortaya çıkartıldı. Abi dedikleri Erhan Tuncel, BBP genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun güvenilir “adamlarından” biriydi. Gülen Cemaati’nin evlerinde yetiş-miş Alperen Ocakları üyesi Tuncel (o dönemin) Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’le de samimi olacak ki “Ramazan Abi” diye hitap edebiliyor. Beraber gerçekleştir-dikleri ve Hayal’in yargılandığı McDonalds bombalanma-sından (2004) dolayı Tuncel’in yargılanmamasının sebebi, Trabzon Emniyet Müdürü Akyürek (Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı) tarafından yardımcı istihbarat elemanı ola-rak gösterilmiş ve korunmuş olmasıydı. Dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılma-zer bütün ihbarlara rağmen Hrant Dink cinayetini önlemek için bir şey yapmadığından dolayı suçlandı; fakat ardından soruşturma açılmadığı gibi terfi aldı ve Ergenekon - Balyoz operasyonlarının başına getirildi. Akyürek’in Cemaatçi olduğu gerçeği sicilinde bile yazıyor.

Bunlar adı geçen, öyle ya da böyle sorgulanan isimlerdi. Peki kimler sorgulanmadı? Bu cinayetin gizli özneleri kimlerdi? Dokunulmazların başında MİT geliyor. MİT doğrudan Başbakanlık’a bağlı olduğundan soruşturulabilseydi Hükü-met’in cinayetteki payı da ortaya çıkabilirdi. Dahası Ce-maatçi olduğu iddia edilen polisler ve valiler de su yüzüne çıkabilirdi. Yalnız gücü yeten kimse bu katillere ulaşmayı istemedi ya da kimsenin gücü onları bulmaya yetmedi...Her iddianamesinde Ergenekon Davasıyla ilişkilendirilen Hrant Dink suikastının neden Ergenekon kapsamına alın-madığı kayda değer sorulardan biri aslında.

Hrant’ın öldürülmesinin arkasındakiler diye bir çırpıda sayılabilecekler arasında BBP, Cemaat, MİT, AKP sırayla dizilirken ve hepsi birbirini böylesine kollarken, öldüren zihniyetin ne olduğunu bilsek de, katilini tanısak da henüz gerçek suçlular yargı karşısına çıkarılamadı. Mevcut sistem içihre ve son dönemde iyice çapraşıklaşan ittifaklar altında bunu gerçekleştirmek zor. Ama asla imkansız değil. Yeter ki demokratik güçler Hrant Davasının sonuca ulaştırılması için Hükümet ve yargı üzerindeki baskılarını arttırarak sür-dürsün. Bunu yapmak da boynumuzun borcudur.

17 Aralık’ta doğrudan bakanların da içinde

yer aldığı yolsuzluk operasyo-nu, iktidar koalisyonu içinde süregelen çatışmanın uzlaşı olasılığını artık tüketerek, tam bir savaşa evrileceğini gös-termek bakımından yeni bir eşik oluşturdu. Anlaşılan o ki, Erdoğan’a karşı bu boyutta bir hamle artık Erdoğan’ın ipinin çekildiğinin ve yeni rejimin in-şası için yeni seçenek arayışla-rına girildiğinin de bir işareti. O nedenle, yaşanan çatışma sadece iki güç odağının iktidar kavgası değil, esasen serma-yenin yeni rejime vermek istediği biçimle ilgilidir.

Bu çatışma karşılıklı hamle-lerle sürerken, yeni araçlar ve yöntemlerle siyasi krizi daha da derinleştirecek bir boyut kazanacaktır. Çatışmanın, şiddetin devreye sokulduğu,

silahların kullanıldığı bir du-ruma evrilmesi hiç de olasılık dışı bir durum değildir.

Bütün bu olup bitenler karşı-sında “yesinler birbirini” tavrı-nı takınmak politikanın dışına düşmek anlamına geleceği gibi, nedeni ne olursa olsun, iktidar koalisyonu içindeki bu çatışmada taraflardan birisini gözetmek doğru politik tutum değildir. Görülen o ki, ulusalcı sol içindeki kimi çevreler ve kişiler yargılandıkları dava-larda uğradıkları ağır hukuk-suzlukların müsebbibi olarak Cemaati görmekte ve Barolar Birliği Başkanı’nın girişimi ile Erdoğan’ın “yeniden yargıla-ma” sözlerini güvence sayarak, örtük biçimde de olsa Cema-at’e karşı AKP’yi destekler bir pozisyon takınmaktadır.

Cemaat’in devlet içinde yapı-lanmasına zemin hazırlayan, güçlenmesine imkan tanıyan, yargıda, poliste hücreleşerek muhalif güçlere karşı intikam

operasyonları gerçekleştirir-ken, “yargı bağımsızdır, açılan bütün davaların savcısıyım, polis destan yazıyor” diyen Erdoğan’dır. Referandumla Cemaat’in yargı içinde belirle-yici bir pozisyon kazanmasını mümkün kılan AKP’dir. O nedenle hukuksuzlukların, anti demokratik baskıların ve yaratılmaya çalışılan korku imparatorluğunun müsebbibi iktidar koalisyonudur. Daha çok da hükümet olma sorum-luluğu taşıyan AKP’dir.

Siyasi krizin giderek derinleş-tiği bugünkü konjonktürde, demokratik bir seçim yasası yapıldıktan sonra hükümetin istifa ederek erken seçime gidilmesi talebini yükseltmek bir görev olarak önümüzde duruyor. İktidar güçleri için-deki çatışmada ise tavrımız, taraflarından birisini gözetmek değil her ikisini de karşımıza alarak, devlet içindeki Cemaat yapılanması dağıtılsın; Tayyip Yüce Divana! şiarını yükselt-mek olmalıdır.

Cemaat dağıtılsın Tayyip yüce divanaMustafa Kahya

Hrant cinayetinde suç ortakları

Geride bıraktığımız süreçte 17 Aralık operasyonları, yolsuzluk ve rüşvet

skandalları, bakanların fezlekeleri, görev-den almalar, istifa etmeler derken ülkenin gündemine birden “Hükümet gidiyor mu?” sorusu düştü.Tam da bu sıralarda gazetelerin arka (tam) sayfalarında “Sağlam İrade” yazan afişler üzerinde Başbakan Recep Tayyip Erdo-ğan’ın ürkütücü bir resmi boy gösterdi. Herkes afişleri yayınlatan Sivil Dayanış-ma Platformu’nun neyin nesi olduğunu sormaya başladı. Bazı gazetelerin arka sayfa ilanları 50 bin lirayı bulurken, bütün gaze-telerin arka sayfalarına bu ilanları kimin verdiği merak edilmeye başlandı.Memur-Sen, Hak-İş gibi hükümet yandaşı sendikaların da içinde bulunduğu Sivil Dayanışma Platformu’nun başkanı Ayhan Oğan. Oğan aynı zamanda Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Bölge Sekreteri.Sivil Dayanışma Platformu gazete ilan-larından sonra, “Sağlam İrade” afişlerini İstanbul’un her köşesine astırmaya başladı; metroda, otobüste, yolda… İstanbul’un hemen hemen her köşesinde Başbakan’ın, Hitler’in halka korku salan afişlerini andı-

ran ürkütücü afişleri insanların gözlerine sokuldu.Afişlerin Hitler resimlerine benzetilmesi örtük bir mesaj içeriyor. Hitler gibi ikti-darlarını korumak için herşeyi yapabile-ceklerini hissettiriyorlar. Uzun zamandır kamuoyunda yaygınlaşan, Hükümet’in ve Başbakan’ın iktidar gücünü kaybetmeye başladığı kanaatini ters yüz etme çabasın-dan başka bir şey değil bu.AKP İktidarının Kürt sorununun demok-ratik çözümü iddiasıyla oluşturduğu Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alan Oğan, Gezi Parkı direnişinin “Mevcut Tayyip Erdoğan hükümetini devirme ve gelişen, büyü-yen Türkiye’nin önünü kesme eylemleri” olduğunu söylemişti. Ayhan Ogan, Gezi Parkı direnişinin “İttifak içindeki koalisyon güçleri tarafından” yürütüldüğünü iddia etmişti.Başkanlık ettiği platformun yürüttüğü “Sağlam İrade” kampanyası, Oğan’ın “Akil İnsan”lığının ne kadar mantık dışı olduğu olduğunu ortaya koyarken, AKP iktidarı-nın Kürt meselesinin çözümü noktasında “ciddiyetini” de görmemizi sağlıyor.

Seda Karakaş

Page 10: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a10

varmıştı. AKP MÜSİAD, Cemaat TUSKON’da örgütlü. Toplam 55 bin “girişimcinin” üye olduğu 211 iş adamları derneğinin oluşturduğu 7 üye federasyondan müteşekkil TUSKON 2005 yılında kurul-du. AKP iktidarı dönemindeki büyüme hızı her yıl katlanarak artan TUSKON dahilinde-ki firmaların toplam ticaret hacimleri 30 milyar doları aşmış durumda. TUSKON dünyadaki yatırım işlerinde TÜSİAD ile de yakın teması gün geçtikçe arttırmakta idi. Erdoğan’ın 17 Aralık sonrası yaptığı imaj mitinglerinde “maden ruhsatlarını ellerinden aldık ağlıyorlar, altın ağalığı yaparken iyiydi” diyerek hedef gösterdiği Koza Grubu’ndan, mobilya devi Boydak’a oldukça

geniş bir sermaye birikimine yaslanıyor TUSKON. Cema-at’in okul ağlarının bulundu-ğu ülkelerin hepsinde ticari ilişkiler kurmuş durumdalar. Cemaat üyesi küçük girişim-cilerin mevduatlarını Bank Asya üzerinden kendi ser-maye hiyerarşisinde bulunan sıralamaya göre pay edip kullandıran Cemaat, elde ettiği kamu olanakları ile de bugüne kadar sayısız ihalenin ilk elden kazananı olmuştu.

Cemaat medyası

Medyada cemaatin amiral gemisini Zaman gazetesi oluşturuyor. İngilizce gaze-tesi Today’s Zaman, Türki cumhuriyetlerinde çıkan yerel Zaman’lar. Televizyon

alanında Samanyolu TV, STV Avrupa, STV Amerika, S Haber, Mehtap TV, Ebru TV, Yumurcak TV, Küre TV, Hazar TV, Kürtçe Dünya TV, MC TV, cemaate doğrudan bağlı kanallar. Cihan Haber Ajansı AA ile yarışır konuma geldi.

Aksiyon dergisi ciddi satış rakamlarına sahip. Yerel ve ulusal 50’nin üzerinde radyo kanalları, onlarca web sitesi. Medyadaki ikinci Cemaatçi Koza Grubu. Kanaltürk, Bu-gün TV ve Bugün gazetesi ile gruba ait.

Yolsuzluk ve rüşvetin dev-let yönetiminin olmazsa

olmazı olduğu herkesin bildiği bir sırdır. Abdülhamit’in yol-suzluğu bir yönetim/denetim aracı olarak kullandığı, Özal’ın “Benim memurum işini bilir!” diyerek rüşveti neredeyse meşru ilan ettiği hala hafıza-lardadır. Yolsuzluğun büyük çaplısı çoğunlukla komisyon, küçüğü ise her zaman rüşvet olarak vardır. RTE iktidara 3Y, yani “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar” ile mücadele etmek üzere geldiğini söylemişti. Kendilerine karşı olan yasakla-rın tümünü ortadan kaldırdığı gibi şimdi de hiçbir şeyin on-lara yasak olmadığı bir nizam yaratmak peşinde görünüyor.

Yoksullukla mücadelede kendilerinin rant alanına girebilenler için neredeyse mucizeler yarattılar; ancak ge-lir dağılımında değişen bir şey olmadığına göre diğer yoksul-lar için değişen bir şey yok.

Yolsuzlukla mücadele ise deniz Feneri Davası patlayıncaya ka-dar sanki gayet iyi gidiyormuş gibi görünmekteydi; ne zaman ki, 17 Aralık bombası patladı, Başbakan’ın ve bakanlarının çocukları ve kendileri kutu-lara, kasalara tıkıştırdıkları

milyonlarla suçüstü olunca tam bir yolsuzluk batağının içinde yüzüldüğü ortaya çıktı. Rezalet gayrimeşru müda-halelerle örtülmek istense de herkes ne göreceğini gördü. Daha fazlasının olduğu da tah-min edilebiliyor. Daha arkada ne ihaleler, ne holdingler, ne gemiler, villalar var kestirmek zor ama on yılda birkaç yüz milyar dolara hükmedecek bir burjuvazi ortaya çıkabilmişse yolsuzluğun boyutunun da yüz milyarlara vardığı bir bedahat-tir. Üstelik pervasızlıklarının boyutu devlet bankalarını çevrelerinin sermaye biriki-minin aracı kıldıklarından gayrı, uluslararası para yıkama işinde de kullanmaya kadar uzanmış.Ne var ki, kendilerinin iktidar

olmasında en büyük rolü oynamış olan patronlarının da bunu göremeyeceğini sana-rak rüşvetin belgesini ortada bırakmaktan öteye kollarında saat olarak taşımaktan da çekinmemişler.

Uluslararası terör işine mil-yonlarca dolar veren, Başba-kan’ın “hayırsever bir işada-mı” olarak tanıttığı faşist Rıza Sarraf ’ın çevirdiği işler için, MİT’in “Aman dikkat edin, bu adamın ilişkileri ortaya çı-karsa hükümet zor durumda kalır” demesi bir işe yarama-mış. Ama kazın ayağının öyle olmadığı da peş peşe dosyalar patlamaya başlayınca anlaşıldı. Şimdi RTE “Bana uluslara-rası bir komplo düzenlendi” diye yırtınıyor. Egemen sınıflar

ne zaman sıkışsalar “düşmana karşı safları sıklaştırmaktan” söz ederler.

Düşman diye yutturmaya çalıştıkları da taşeronluğunu yaptıkları patronlarından baş-kası değildir. Obama RTE’ye beyzbol sopasını boşuna göstermemişti.Bütün bu yolsuzlukların ön sahnesinde bizler Cemaat-AKP/RTE çatışmasını izliyo-ruz. Türkiye kapitalizminin temel karakteristiği emper-yalizme bağımlı gelişmesi ve onun bir dış hegemon güç değil, bir iç olgu olması, ken-disini sistemin içinde var eden ve yeniden üreten bir nitelik kazanmış olmasıdır. Dolayı-sıyla da TC’de her şey iç ve dış dinamiğin iç içe geçtiği bir

çerçevede cereyan eder. 17 Aralık rezaletinin içerde ortağıyla iktidar kavgası ve yolsuzluk, uluslararası arena-da, taşeronu olduğu güçlere madik atma, kara para aklama olarak önümüze serilmiş olması ve hepsinin birden pat-laması bir tesadüf değildir. Batının “Hıristiyan ittifakı-na” karşı “İslam’ın D8 itti-fakını” kurma peşinde olan Milli Görüş geleneğinden gelen RTE ile Gülen Cema-ati arasında liberal ve kimi solcuların dalkavukluğunun katkılarıyla kurulan koalisyon birden çatladı sanılsa da öncü sarsıntılar çoktan ortaya çık-mıştı. Vitrinde görülen iktidar kavgasının ardında da eski bir ayrılığın, farklı sermaye gu-ruplarının çatışması yatıyordu. Devlet imkânlarını MÜSİAD için kullanıp, neoliberalizmin hikmetini kendilerinden çok önce kavramış ve emperyaliz-me global ”hizmet” sunabilen TUSKON’culara gittikçe daha küçük kırıntıların bırakılması iktidara hâkim olma kavgası-nın da asıl nedenini oluştur-maktadır.

Sistemin parçası olup onun rasyonellerine rağmen ayakta kalmak kimseye nasip olmadı. Global sistem RTE’nin keyfine göre işlemez; kendi rasyonel-lerine göre onu da süpürüp yolunu açar.

TUSKON MÜSİAD’a karşı

Mutlu günler sona erdi

Tekin Yılmaz

Erdoğan’ın meşhur yurtdışı gezilerinde sağında MÜSİ-

AD, solunda TUSKON ile bir-likte iş bitirdikleri günler sona erdi. Paylaşım savaşlarında bir-birlerinin pazarlarına birbirini sokamayan düşman kardeşlere döndüler. Tayyip Erdoğan’ın bir dönem öve öve bitiremedi-ği TUSKON’a verilen olanaklar bakanlar eliyle iş kovalamak-tan, THY uçaklarına Cemaat patronlarının iş görüşmelerine göre tarife koydurmaya kadar

Page 11: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

11

İktidar koalisyonunun çatırdadığı günler yaşıyoruz.

AKP ve Cemaat, ortaklıklarını sonlandırıyor ve iktidarı savaşı yapıyor. Bu savaşın bir yönü de ekonomik müc-adele. 2008’de başlayan ve etkisini halen sürdürmekte olan küresel büyük durgun-luk, Türkiye için de pastanın sürekli büyümeyeceğini ve dilimleri üleşmenin sorunsuz olmayacağını gösterdi.

Bir yandan ABD-İsrail menşeli sermaye gruplarının temsilciliğini üstlenen Cemaat; diğer yandan İslam sermayesi denilen Ortadoğu, Malezya vb. menşeli sermaye gruplarının ortağı AKP; yeni bir eko-nomik bunalıma sürüklenen

Türkiye’de sermaye birikiminin peşindeler.

Üretken, yeni teknolojilere dayanan bir ekonomi yerine, finans kapitalin beslediği perakendecilik, inşaat, sağlık ve turizm sektörlerine dayalı ekonomik gelişme artık sınırlarına dayanıyor. Sermaye, Türkiye’de 2002’den beri, AKP iktidarı sayesinde bir ölçüde el değiştirmiştir. Gerek yerel yeni “yeşil” sermayedarlar gerekse de (yukarıda sözü edilen) reva-çta sektörlerin sermayedarları; AKP iktidarından, onun ihalelerinden, teşviklerinden, siyasî himayesinden önemli ölçüde beslendi. Fakat teğet geçmeyeceği gün yüzüne çıkan büyük bunalım, AKP ve Cemaat’in küresel sermaye ortaklarını da endişeye sevk etmiş durumdadır. Bu aynı

zamanda, emperyal heveslerin de gidişatını belirleyecek. Ortadoğu’da ABD-İsrail çizgisi ile AKP çizgisi stratejilerini gözden geçiriyor. Siyasî iktidar, yeni ekonomik kazançların önünü açacak.

Öyleyse, kentsel dönüşümün tüm rantını AKP’nin inşaatçıları mı alacak? Dev-letin sübvanse ettiği sağlık yatırımlarını hep Malezya ortaklıkları mı yapacak? Arap-İslam sermayesi, dev-let ihalelerinde rakipsiz mi kalacak? Enerji yatırımları (barajlar, HES’ler, RES’ler) artarak sürecek. Ama kimin sermayesiyle? Kapitalizmin değişmeyen “kötü” bir özelliği var: Doyumsuzluk ve rekabet. İktidar ortaklarının rahatını kaçıran da bu: Paylarına düşen ile yetinememek.

Dünya malı, peki ama kimin?

Kentlerin tek hakimi: Recep Tayyip Erdoğan

AKP ve Cemaat arasındaki paylaşım sa-vaşlarının bir cephesini de finans

sektörü oluşturuyor. Taraf Gazetesi’nin ortaya attığı iddiaya göre Gülen Cemaati’nin bankası olarak bilinen Bank Asya’ya el koyma operas-yonu planlandı. Plana göre kamu kurumlarının Bank Asya’daki mevduat hesaplarındaki paralar vade bozulma zararına rağmen çekildi. Kamu kurumları zarara uğrarken, Bank Asya da nakit para sıkıntısı içerisine düştü.

Bank Asya’nın nakit sıkıntısını ise Cemaat’e

mensup patronların paralarını Bank Asya’ya ya-tırma kampanyası başlatmaları durdurdu. Eğer Banka, mevduatlarını çekmek isteyen kamu kurumlarına paralarını veremeseydi BDDK tarafından yönetimine atama yapılacaktı. AKP medyası sistematik olarak Bank Asya’nın güve-nilmezliğine yönelik haberler yaparken, Cemaat medyasında ise AKP’nin Bank Asya’yı yutmak istediği haberleri yayınlanıyor. Halk Bankası üzerinden Erdoğan ekibine savaş açan Cemaat’e Bank Asya ile vurmak isteyen AKP’nin girişim-leri şimdilik sonuçsuz kalmış halde.

AKP uluslararası piyasalardan Türkiye’ye çektiği parayı 200’ün üzerinde alt sektörü de doğ-

rudan etkileyen inşaat sektörüne aktararak ekonomiyi canlandırmayı hedefledi. Geçmişte Arsa Ofisi olarak bilinen kurum Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na (TOKİ) dönüştürülerek, doğrudan Başbakan Erdoğan’a bağlan-dı. TOKİ kuruluşu olan Emlak Konut daha da aktif hale getirildi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurularak, birçok yasal düzenleme yapıldı ve imarla ilgili olan hemen hemen her şey belediyelerin elinden alınarak merkezileştirildi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın başına da Tayyip Erdoğan kendisine itaat edeceğinden şüphe duymayacağı TOKİ’den deneyimli Erdoğan Bayraktar’ı getirdi. Kentsel dönüşüm yasası, yeni imar planı, mütekabiliyet yasası gibi düzenle-melerle Tayyip Erdoğan siyasetteki tek adamlığını inşaat sektörüne de taşımış oldu.

Geçmişte imar planı yapma yetkisi belediyelerin elindey-ken, belediyelere ek olarak TOKİ ve Emlak Konut GYO’ya (Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı) imar planı yapma yetkisi verildi. Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması ve kentsel dönüşüm yasasıyla imar planı yapma yetkisine sahip olan ve 3 ay içinde belediyelerin ruhsat vermemesi halinde ruh-sat verme yetkisiyle donatılan Bakanlık, inşaat sektörünün ve kentlerin tek hakimi haline dönüştü. Böylelikle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı; TOKİ ve Emlak Konut GYO eliyle kamuya ait alanları, askeri alanları istediği gibi bünyesine katarak, yeşil alan, sosyal alan, sahil bandı işlevlerine sahip arazileri, imar planlarını değiştirerek, turizm, ticaret, konut imarlı alanlara dönüştürdü.

TOKİ , Emlak Konut ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın patronu Tayyip Erdoğan, kurduğu sistemle bir taşla iki kuş vurmayı hedefledi. İnşaat sektöründeki yatırımlarla bir yandan ekonomiyi canlandıracak, diğer yandan da yol arkadaşlarının ve ailesinin ortak olduğu şirketlerin kasasını dolduracaktı. Önce hazine arazileri bedelsiz olarak, askeri araziler, Kürdistan’da kalekol yapımı karşılığı TOKİ’ye dev-redildi. Bu araziler adı geçen kurumlarca ayrıcalıklı imar planları yapılarak ihale yöntemiyle yol arkadaşlarına veril-di. Şeffaf olduğu ifade edilen ihaleler ise tamamen tiyatro oyunundan ibaretti. Hemen hemen yapılan tüm milyar liralık ihalelerin kimlere verileceği önceden planlanıyordu. Aksi bir durumun çıkması halinde ise ihaleyi yapan kurum ihaleyi iptal etme yetkisini kullanıyordu.

Bakanların oğullarının ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarların, Tayyip’in oğlu Bilal’in şirketlerinin, Tayyip’in ailesinin ve çevresinin kurdukları vakıfların kasalarındaki paraların kaynağını bu işleyiş apaçık ortaya koyuyor.Bu işleyişin tepesindeki “tek adam” ise Emlak Konut’u da bünyesinde barındıran TOKİ’nin ve Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın doğrudan bağlı olduğu Tayyip Erdoğan. TOKİ Başkanlığı ve Çevre Şehircilik Bakanlığı yapmış olan Erdoğan Bayraktar’ın “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başba-kan’ın talimatıyla yapıldı. Başbakan’ın istifa etmesi gerekir” sözleri bu gerçeği ortaya koyuyor.

Beril Erdem

Tayyar Yenice

Finans sektöründeki cephe: Bank Asya Operasyonu

Page 12: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a12

Cemaatle tutuştuğu kavga sonrasında, AKP yazılı medya alanında sahip olduğu hâkimiyeti yitiriyor. Mesele sa-dece Cemaat yanlısı gazetelerin Hükü-met’ten desteklerini çekerek yıpratıcı bir izleme yapmaktan ibaret değil. Doğan, Demirören ve Ci-ner’in gazeteleri de TÜSİAD’çı bir hattan Hükümet’e karşı bir vaziyet almaya yöneliyorlar.

On yedi Aralık’tan beri iktidar bloğunda yaşanan

derin çatırdama kaçınılmaz olarak yazılı medyaya da sirayet etti. Hem de yer yer daha sert, acımasız, fütursuz, zıvanadan çıkmış ve kıyıcı bi-çimlerde. Bu alanda da kartlar yeniden karılıyor, güç diziliş-leri değişiyor ve yeni ittifak ilişkileri şekilleniyor.

Tirajlardan bakıldığında…

Tirajlardan bakıldığında, AKP yazılı medya üzerindeki dolaysız, dolaylı, şantaja veya koşullu desteğe dayalı hakimi-yetini bariz bir biçimde yitirdi. Tiraj sıralamasında ilk dört gazete (Zaman, Posta, Hürriyet ve Sözcü), farklı tonlarda ve eksenlerde olsa dahi, Hükümet

aleyhtarı bir konumda duru-yorlar. Hükümet’in militan destekçilerinden Sabah, 320-30 bin aralığındaki satışıyla ancak 5. sırada yer alabiliyor. Hükü-met yanlısı belli başlı gazete-lerin toplam satışı, Cemaat’in amiral gemisi Zaman’ın tirajını zar zor yakalıyor.

Dengeyi değiştirenler

Hükümet ile Cemaat arasında-ki başa baş dengeyi, üç medya grubunun (Doğan, Demirö-ren, Ciner) takınmaya başla-dığı daha ihtiyatlı ama aynı zamanda daha incelikli, hesaplı ve incitici AKP karşıtı tutum köklü bir biçimde değiştirdi. Bu üç grubun sahip olduğu gazetelerin (Posta, Hürriyet, Radikal, Milliyet, Vatan ve Ha-bertürk) toplam 1 milyon 300 bin civarındaki satışı, dengenin AKP aleyhine ne kadar çarpıcı ölçüde değiştiğine işaret edi-yor.

Bir zamanlar Hürriyet’te şimdi ise Yurt’ta yazmakta olan ve AKP katarından ilk inen liberallerden biri olan Cüneyt Ülsever, köşesinde bu üç gru-bun patronlarına “teslim olan, sadece esir muamelesi görür” diyerek daha yürekli davran-maları yolunda telkinlerde bulunan bir mektup yayınladı.

Ulusalcı basın: Zokayı yutmak ya da yutmamak

On yedi Aralık’tan bu yana yaşanan derin “devlet krizi” koşullarında, ulusalcı basın (Sözcü, Aydınlık, Yurt ve Cumhuriyet) AKP’nin Er-genekon ve ordu ile ittifak arayışından ve Metin Feyzioğ-lu’nun bunu somutlaştırmaya yönelik gayretkeş çabalarından şimdilik fazla etkilenmemişe benziyor. Bu basına yansıyan genel ve ortalama yaklaşım Ce-maat veya Hükümet yanında saf tutmaktan ziyade çatışma-dan yararlanmak isteyen ve

eski günlere dönüş hayalinden beslenen bir tür rövanşçı fır-satçılık. Arada nüanslar var. Bu taktiği en belirgin bir biçimde Feyzioğlu’nun girişimlerine açık destek veren ama Perin-çek’in ağzından mevcut duru-mu “kuşatmayı yaracak” bir ta-rihsel fırsat olarak yorumlayan Aydınlık izliyor. Cumhuriyet CHP’yi ve partinin yeni ittifak yoklamalarını gözeten bir hat tutturmaya çalışıyor.

Köşe yazarları söz konusu olduğunda, ulusalcı basının iki önemli istisnası var: Sözcü’de yazan Soner Yalçın eleştiri oklarını sistematik olarak Cemaat’e yöneltiyor ve mev-cut durumu “paralel devletin merkezi devlete” karşı bir hamlesi olarak yorumluyor. Tıpkı Posta’da yazan Nedim Şener gibi. Bu iki ismin de Cemaat’in hışmına uğramış olması, tutumları bakımından açıklayıcı bir karine olabi-lir. Zıt yöndeki diğer istisna, Yurt’ta yazan Mustafa Sönmez. Sönmez, Cumhuriyet’teki kıs-mi yumuşamayı ihmal edersek, ulusalcı basının Kürt sorunu körlüğünün, gerektiğinde kendi gazetesini de eleştirerek, üstüne gitmeye ve hem AKP’ye hem de Cemaat’e vurmaya devam ediyor.

Silahşorlar

AKP-Cemaat kavgasının basın tarihinde ender görülen bir tek yanlı pervasızlıkla davranan, böyle davranırken gayri ihtiya-ri bütün pisliğin ortaya dökül-mesine vesile olan silahşorları var. Bir yanda Sabah, Star, Yeni Şafak ve Takvim, diğer yanda Zaman, Today’s Zaman, Bugün ve Taraf tam bir militan gazete-cilik örneği sergiliyorlar.

Köşe yazarlarına geçtiğimiz-de de silahşorların sürüsüne bereket. Hükümet cenahının en gözü kara silahşoru,

Yeni Şafak’tan “emniyet-yargı cuntası” tezinin ısrarlı takipçisi olan Cem Küçük. Tehditkar ve canhıraş bir dille konuşuyor. Üç ismi özellikle hedef tah-tasına yerleştirmiş durumda: Kavganın şiddetinden dolayı, Sabah’tan ayrılmak zorunda kalan Nazlı Ilıcak, Radikal’in yayın yönetmeni Eyüp Can ve Hürriyet yazarı Ahmet Hakan. Ona göre, bu üç isim, Cemaat’e gebelikleri ve “boyunlarına yu-lar takılmış” olması nedeniyle uğursuz roller oynuyorlar.

Cem Küçük’ün bir adım geri-sinden, olup biteni “yolsuzluk kılıfı” veya kisvesi altında bir darbe, yeni vesayet girişimi, paralel devlet kalkışması ve küresel tezgah olarak değer-lendiren ve bunu papağan gibi tekrarlayan bir alay köşe yazarı geliyor: Yalçın Akdoğan, namı diğer Yasin Doğan, Hakan Al-bayrak, Ahmet Kekeç, Mustafa

Karaaliğolu, Ahmet Taşgetiren, İbrahim Karagül, Abdülkadir Selvi, Salih Tuna, R. Ozan Kütahyalı vs. Bunların çoğun-luğunun giderek ortaklaşan bir iddiası da, Cemaat’in İslam’ı arkadan hançerleyen ve Protes-tanlaştırmak isteyen bir “dış güç” olduğudur.

Tabii ki Cemaat de silahşorlar-dan yoksun değil: Mümtazer Türköne, Ekrem Dumanlı, Gültekin Avcı, Emre Uslu, Mehmet Baransu vs. Son iki isim MİT’i ve Hakan Fidan’ı sürekli bir taciz ateşi altında tutmayı özel bir uğraş haline getirmiş durumdalar. Baran-su’ya göre odağında MİT’in bulunduğu bir “muhaberat devleti” kuruldu bile. Türköne, ısrarla yolsuzluk halkasına asılmaya ve bunun üstü örtü-lemeyecek “kapağı ağır” bir dosya olduğunu vurgulamaya devam ediyor. Ona göre, önün-de sonunda, “terazi tartacak, adaletin keskin kılıcı inecek ve bazı başlar yere düşecek.” O, üzerine varıldığında tevil yoluna sapmadı ve sözlerini geri almadı. Yalnızca mecaz kullandığını ve sözcüğün düz anlamında “kelle alma”yı kastetmediğini söylemekle yetindi.

Silahşorların vekaleten sür-dürdüğü savaşın şimdi geldiği nokta, Taşgetiren’in tabiriyle karşılıklı “hiçleştirme”. Bir taraf artık “arkadaş” diye seslenilen Erdoğan’ı, diğer taraf “cemaat company”in ceo’su olarak hitap edilen Gülen’i alabildiğine itibarsızlaştırmak istiyor. İki tarafa da kolay gelsin!... Bu kavganın sonucunda silah-şorların bizzat kendilerini de hiçleştirmeleri çok muhtemel. İnşallah!...

Kıran kırana medya savaşları

Hükümet/Cemaat çekişmesinin med-yadaki silahşorları, gelinen noktada mühimmatlarını bir numaraları (Erdo-ğan ve Gülen) iti-barsızlaştırmak için harcıyorlar. Sonuçta kendilerinin de iti-barsızlaşması çok muhtemel.

Kenan Kalyon

Page 13: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

13Siyasî istikrar için ekonomik istikrar

olmazsa olmazdır. Yatırımcı sermaye

yerine spekülatif sıcak para girişleri, ülke ekonomisi için

riskler getirir, istikrarsızlık

doğurur. Seçimler sürecinde ve üstelik

Cemaat ile yollar ayrılırken Erdoğan

ve AKP’si için istik-rarsızlık, daha fazla

işsizlik ve yoksulluk; her şeyin sonu

olacaktır.

Başbakan Erdoğan, Merkez Bankası’nın faiz artırımına

gitmesiyle ilgili olarak, “İyi niyetle sabredip sonuçlarını bekleyeceğiz, etkili olmazsa B, C planlarımız var” dedi. Erdoğan, “faiz lobisi”nden endişe ediyor. Nedir bu faiz lobisi? Faiz arttığında spekü-latif kazanç peşinde koşanlar için gün doğmaktadır. Ülkeye sıcak para girişi olur. Zaten Merkez Bankası da aldığı kararla doların aşırı değerlen-mesinin böylece önüne geçe-ceğini beklemektedir. Faizden nasiplenmek isteyenler ülkeye döviz getirecektir. Dolar, euro bollaşınca da değer yitirecektir.

Oysa bu kararın, Erdoğan’ı en-dişelendiren başka bir sonucu daha olacaktır. Eğer Merkez Bankası’nın repo faizlerini ve bankalar arası borç faiz oranını yükseltmesini, bileşik kaplar misali kredi faizleri de takip ederse, bu durumda başta ya-bancı sermaye olmak üzere ya-tırımcılar için maliyet artacağı için yatırımlar azalacak, büyü-me yavaşlayacak, hatta kü-çülme olacak, işsizlik daha da artacaktır. Türkiye’de sermaye

akımları ile ekonomik büyüme arasında sıkı bir korelasyon söz konusudur. Yatırıma dönük yabancı sermaye ülkeden ka-çarsa hemen büyüme üzerinde olumsuz etkiler görülecektir.

Siyasî istikrar için ekonomik istikrar olmazsa olmazdır. Yatırımcı sermaye yerine spe-külatif sıcak para girişleri, ülke ekonomisi için riskler getirir,

istikrarsızlık doğurur. Seçimler sürecinde ve üstelik Cemaat ile yollar ayrılırken Erdoğan ve AKP’si için istikrarsızlık, daha fazla işsizlik ve yoksul-luk; her şeyin sonu olacaktır. Öyleyse B ve C planları, bu riskleri azaltan ve popülist yönlü politikalar olabilir. Yeri gelmişken, popülist politikalar seçimler öncesinin araçlarıdır ve halka şirin gözükmek için-

dir. Kalıcı sonuçlar doğurmasa da halkın çıkarına hizmet eden her türlü politika, işimize gelir. Hükümetler bunlara mecbur kalmışlardır.

Türkiye’nin kırılganlığı artıyor

Konumuza dönersek: Dünya ekonomisinde 2008’den beri yaşanan durgunluğun aşıldığı-nı söylemek için henüz erken. Avrupa’da yüksek işsizlik sürüyor. Tüketim azaldığı için deflasyon (enflasyonun tersi) beklentisi oluştu. Buna paralel olarak da faiz oranları çok düştü. Bu durgunluk, finans kapitali yeni arayışlara sürük-lüyor. ABD ekonomisi de istik-rarsızlık yaşıyor. Buna karşın ABD Merkez Bankası (FED) piyasaya daha az dolar sürme

kararı alarak, doların aşırı değerlenmesine devam ediyor. Gelişmekte olan ülkelerden dolar kaçışı beklenebilir. Zaten Türkiye Merkez Bankası’nın faiz artırımı, bu kaçışı tersine çevirmek için.

Tüm dünyada dolar değer kazanırken Brezilya, Hindis-tan, Endonezya, G. Afrika ve Türkiye gibi ekonomik açıdan “kırılgan” ülkeler, bundan en çok etkilenen ülkeler oluyor. Ve bir ülkedeki olumsuz bir gelişme hemen diğerlerine sirayet ediyor. Son haftalarda da böyle oldu. Rusya, G. Afrika ve Türkiye kaynaklı istikrar-sızlıklar diğer ülkeleri daha da olumsuz etkiledi.

Bu söz konusu ülkeler aşırı cari açık veren ve sıcak para girişlerine mahkûm ülkelerdir. Yani dışa bağımlı ülkelerdir. İç tasarruflar yetersiz olunca; ülke ekonomisi de dış kaynak bağımlısı olur. Son günlerde borsanın ve Türk Lirası’nın değer kaybetmesi, aksine döviz fiyatlarının ve faiz oranları-nın artışı, dış etkilerin hızlı yansımaları olmuştur. Bir de buna 17 Aralık siyasî krizini ekleyin. Böylece yatırım iklimi bozuluyor, bundan da başta inşaat gibi günümüzün revaçta sektörleri etkileniyor.

Faizlerle birlikte işsizlik ve yoksulluk da artacak

Türk Lirası’nın değer kaybı, pek tabii halkın elindekilerin de değer kaybı anlamına gelir. Alım güçleri düşecektir. Fakat bunu faiz artışı ile önlemeye çalışmak, halkı yine yoksul-laştıran sonuç doğuracaktır. Krizler, istikrarsızlık, siyasî karışıklık, (sistem değişeme-mişse) her zaman halkın refah kaybı ile sonuçlanır.

Başbakan Erdoğan ve AKP ba-kanları şimdilerde ardı ardına açıklamalarla ekonomik istik-rarsızlığın olumsuz etkilerini yavaşlatmaya çalışıyorlar, ça-lışacaklardır. Kriz teğet geçsin diye yıllardır yaptıkları, daha büyük felaketleri biriktirmeye yaramıştır. İşçinin, işsizin vay haline! Sermaye sınıfı nasılsa bir çıkar yol bulur. Gerekirse hükümetleri değiştirir. Ama bu halkın sırtına basarak, ümüğünü sıkarak olacaktır. Yeter demek gerekir.

Erkin Başer

Ekonomide çanlar AKP için çalıyor

Başbakan Erdoğan ve AKP bakanları şimdilerde ardı ardına açıklamalarla ekonomik istikrarsızlığın olumsuz etkilerini yavaşlatmaya çalışıyorlar, çalışacaklardır. Kriz teğet geçsin diye yıllardır yaptıkları, daha büyük felaketleri biriktirmeye yaramıştır.

Page 14: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a14

HDK-HDP, sistem dışına çıkma imkânlarını içinde taşıyan bir seçeneğin yaratılması görevi ile karşı karşıya. AKP koalisyonunun çatırdaması; Milli Görüş ve Cemaat sermayesi dahil kavganın her düz-lemde bütün hızıyla sürüyor olması, kendisini AKP ve CHP dışında üçüncü bir seçenek olarak tarifleyen HDP’ye tarihi bir fırsat sunuyor.

30 Mart seçimlerine iki aydan az bir zaman

kaldı. Seçimlerin yerel seçim olmasının ötesinde rejim krizine kapının aralandığı bir momentte yapılıyor olması nedeniyle önemi büyük ve herkes bunun farkında. Türki-ye’ nin gelecek yıllarının nasıl şekilleneceği; sermayenin hem uluslararası ilişki ve çelişkile-rine, hem de kendi içindeki hegemonya mücadelesine bağlı olduğu kadar, toplumsal muhalefetin gücü nispetinde bu oyunda aldığı yere de bağlı olarak belirlenecek.

AKP, bir rejim krizi sonrası yeni gelişen sermaye sınıfının partisi olarak kendinden önce gelen DP, AP, ANAP gibi kon-jonktürün ihtiyaçlarına göre kurulurken, aynı zamanda Or-tadoğu’da siyasal İslam’ı seçe-nek kılan bir anlayışın ürünü olarak da siyaset sahnesinde yerini almıştı. Şimdi konjonk-

türün değişmesiyle birlikte AKP’nin de bu haliyle selefleri gibi miyadını doldurduğunu görmekteyiz. R.T. Erdoğan’ın başta dış politika olmak üzere yaptığı bir dizi hata, Haziran İsyanını bastırmada kullan-dığı şiddet, bölgede çıkarları olan güçlerin çıkarlarını riske soktuğu için “örnek lider” unvanının da elinden gitme-sine neden oldu. Dolayısıyla AKP’nin de, T. Erdoğan’ın da işi çok zor.

HDP: Demokrasi güçlerinin yegane ortak örgütü

İki halkın mücadele birliğin-den de öte bir kuvveti arkasına biriktiren HDK-HDP, sistem dışına çıkma imkânlarını için-de taşıyan bir seçeneğin yara-tılması görevi ile karşı karşıya. AKP koalisyonunun çatırda-ması; Milli Görüş ve Cemaat sermayesi dahil kavganın her düzlemde bütün hızıyla sürü-yor olması, kendisini AKP ve CHP dışında üçüncü bir seçe-nek olarak tarifleyen HDP’ye tarihi bir fırsat sunuyor.

Kendisini CHP’ye yedek-leyenleri ve bu birliktelik dışında kalan az sayıda kimi sol çevreleri saymazsak, geniş bir cephenin HDP adıyla sahaya çıktığını söyleyebiliriz. HDK bütün zaaflarına karşın şu anda ezilenlerin, emekçi-lerin, demokrasi güçlerinin yegâne örgütü olma özelliğini korumaktadır. Hitap alanının genişliği ve iki yılı aşkındır yan yana durarak geliştirdiği kültür ile HDP sadece yerel se-çimlere değil, Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve arkasından gelecek -ya da Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birleştirilecek- parlamento seçimlerini de hesaba katan bir perspektifle hazırlığını sürdürmektedir. Özellikle İstanbul’da Taksim İsyanının rüzgarını arkasına alması da önemli olacaktır.

HDK-HDP iki yılı aşkındır sürdürdüğü yürüyüşünü koşu-ya dönüştürebilecek mi? Bu-

nun cevabını tümüyle olmasa da bir kısmıyla 30 Mart gecesi alacağız. Yaşanan alt üst oluşla bereber, AKP’nin “çözüm süreci”nde muhatap olmaktan çıkması ihtimali karşısında “muhtemel” muhataplarla yapılan kimi görüşmelerin ve Sırrı Süreyya Önder’in kesin adaylığının geç açıklanma-sının ciddi bir zaman kaybı yarattığı biliniyor. Dolayısıy-la iki aylık zaman dilimi ve sonrasına ilişkin HDP’nin per-formansına, HDK’nin oluşu-mundaki gibi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin aktüaliteye ilişkin açıklamalarının önemli etkide bulunacağını da söylemeliyiz. HDK-HDP, AKP’ye ve onun neo-liberal politikalarına karşı başından beri etkili bir mücadele içinde olurken, Kürt sorununun çözümündeki samimiyetsiz ve niyetsiz tutu-munu deşifre etmekten de asla vaz geçmedi.

Üçüncü seçenek için en uygun ortam

Bugün gelinen noktada; devletin bütün kurumları-nın güvenirliliğinin kitleler nezdinde yitip gitmesine tanık olurken, bu durumun yarattığı imkânları görmezden geleme-yiz. HDP için siyasi gerçekleri açıklama kampanyası için bundan daha uygun koşullar bulunamaz her halde! Bir koa-lisyon olarak bütün uygulama-ları Cemaat’le birlikte kotaran

AKP önderliği, şimdi ortalığa saçılanı halının altına süpür-mek ve tüm günahları Cema-at’in boynuna takarak kendisi-ni aklama çabası içindedir.

Balyoz davasına temel teşkil eden hard diskin, dün buna onay veren kurum tarafından bugün “sahte” olarak nite-lenmesi, işin geldiği noktayı göstermesi bakımından çarpıcı olduğu kadar, Özel Yetkili Mahkemeler tara-fından açılmış, KCK dahil bütün davaların masa başında kurgulanmış olduğunun da bir kanıtıdır. Dolayısıyla AKP’nin bu kadar sıkıştığı noktada, bugüne kadarki oyalamalarına ve sahtekarlıklarına karşın; Hükümet’ten demokratikleş-me paketlerinin içini doldu-

rulmasını, yani seçim yasası-nın düzenlenmesini, barajın ortadan kaldırılmasını, Kürt sorununu çözümünde adım atmasını istemek ve bunu derhal yapmasını talep etmek doğru olanıdır. HDP seçim süreci boyunca bu taleplerin takipçisi olmalıdır.

Ortalığa saçılan yolsuzluk ve rüşvet davalarının üstünü ört-meye çalışan AKP’nin “paralel devlet” ya da darbe söylemine asla itibar edilmemeli, bir yandan “çözüm-müzakere” söylemiyle oyalama içindey-ken, bugün artık MİT tarafın-dan işlendiği tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilen Paris suikastlerinin hesabı sorulma-lıdır. Yine Ocak başında Genel Kurmay Askeri Mahkemesi ta-rafından “ kaçınılmaz katliam” diye geçiştirilmeye çalışılan Roboski katliamının faillerinin yargı önüne çıkartılması da HDP’nin temel taleplerinden olmalıdır.

Kürt illerinde BDP kazanım-larını korur ve büyütürken batıda HDP üçüncü seçenek olma iddisıyla ve “Batı”ya ait diliyle geleceği kazanma yürüyüşünü koşuya çevirebilir ve ezilenlerin, emekçilerin, yok sayılanların umudu haline gelebilir. Şimdi hemen her yerde HDP faaliyetleri içine girme ve sorumluluk yüklen-me zamanıdır. Şimdi HDP zamanıdır.

Kadir Akın

HDP yürüyüşünü koşuya çevirebilecek mi?

HDK-HDP, AKP’ye ve onun neo-liberal politikalarına karşı başından beri etkili bir mücadele içinde olurken, Kürt sorununun çözümündeki samimiyetsiz ve niyetsiz tutumunu deşifre etmekten de asla vazgeçmedi.

Page 15: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

Po

litik

a

15

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi yaklaşık bir yıldır

sürdürdüğü Program Tüzük tartışmasının ardından 25 Ocak’ta Program Tüzük Konfe-ransı’nı topladı.

Konferansta partinin örgüt-sel ve politik anlamda temel dayanaklarını oluşturan Program ve Tüzük ayrıntılı biçimde tartışıldı. Sosyalizm, devrim, mücadele yöntem ve kültürü üzerine tartışmalar sonucu Program’a kimi ekler ve düzeltmeler yapıldı. Yapılan tartışmalarla birlikte ekoloji

ve LGBTİ alanlarına yönelik maddeler yenilenerek güçlen-dirildi. LGBT kavram setine İ (interseks bireyleri temsilen) eklenerek LGBTİ olarak kul-lanma kararı alındı.

Demokratik talepler içerisinde LGBTİ’lere yönelik ekler yapıl-dı. Program taslağında yer alan Toplumsal devrim- siyasal dev-rim kavramları için açıklayıcı düzeltmeler yapıldı. “Top-lumsal devrim, kapitalizmin bağrında başlayan dönüşüm-lere yaslanarak siyasal devrimi hazırlarken, siyasal devrim de

burjuva iktidar aygıtını par-çalayarak toplumsal devrimin nihai hedefine yürümesinin önündeki engelleri ortadan kaldırır.

Toplumsal devrimin kapitalist toplumun bağrında yarattığı dönüşümler ancak siyasal devrimler yoluyla komünist topluma kadar ilerletilebilir” paragrafı metne içerildi.

Tüzük maddelerine de yapılan kimi düzeltmelerle Program ve Tüzük, Konferans tarafın-dan oylanarak kabul edildi.

SYKP Programı ve Tüzügü Yenilendi

Biz yıllardan beri par-timiz içinde eş başkanlık

uygulaması yapıyoruz.

Belediyelerde de yeni ortaya koyduk ve tüm il ve ilçelerde uyguluyoruz. Eş başkanlık tek

kişi yönetimi anlayışını yıkıyor, çoğulcu bir yönetim ortaya koyuyor.

Tabii kadınların da siyas-ette önünü açıyor. Biz aday olduğumuz bütün bölgelerde kadınları artık evden çıkartıp siyasete katmanın yollarını arayıp yönetimde söz sahibi olmalarını sağlayacağız.

HDP’nin yerel yöne-tim anlayışının

temelinde kitlelerin söz ve karar sahibi olması yatıyor. Herşeyden önce halkın yöne-

time katılabilmesi için Mahalle Meclisleri ve onun üzerinde de Kent Meclisi’ni oluşturacağız.

Bizim yönetimimizde belediye, meclislerde halkın verdiği kararları uygulayacak, bir koordinasyon işlevi görecek.

HDP çoğulcu bir partidir. Tüm

emekçilerin ve ezilenlerin yok sayıldığı bir toplumda HDP bunları kapsayan bir parti-

dir. Biz tüm ezilenlerin yok sayılanların artık yaşadıkları kentin yönetimine müdahil olduğu bir yönetim sistemi hedefliyoruz.

Bu yüzden de kendimi HDP’de var ettim ve aday oldum.

Biz kentlerin yenilenmesine

ve dönüşümüne karşı değiliz.

AKP’nin yürüttüğü “kentsel dönüşüm”de or-taya çıkan rantın kendi yandaşları tarafından paylaşılmasına karşıyız. Oradan elde edilen rantın halkla paylaşılması gerekiyor. Kentsel dönüşüm projelerinde

yerlerinden edilen halkın evlerinin ellerinden alınması ve yeniden borçlandırılmasına karşıyız.

Akdeniz bölgesinde yaşayan halkların en önemli sorunu gençlerinin kendi kültürlerini unutmuş olması. Asimilasyona uğruyorlar, gittikçe kendi kültürlerinden yoksun büyüyorlar. Kendi dil-lerini ve kültürlerini yaşatmak, geliştirmek için kültür merkezleri açacağız.

Eş başkanlık merkeziyetçi

yönetimi bitiren bir adımdır.

Ama eş başkanlık sadece kadın sorunlarına bakan bir başkan olacak diye anlaşılmasın. Her eş başkan bütün sorunlara müdahil olacaktır.Akdeniz’de yürütülen siyasete artık

her yönüyle müdahil olacağız. Biz kenti beraber yöneteceğiz. Demokratik, ekolojik ve özgür bir belediyecilik paradigmasıyla yola çıkıyoruz.

Akdeniz ilçesinde sülfürik asit üreten fabrika var. Ben bunun sözünü veriyorum; eş başkan olayım olmayayım, aldığımız paradigmayla 31 Mart’tan sonra bu işin peşini bırakmayacağız.

17 Aralık operasyonuyla sistemin ve AKP nin

ne kadar çürümüş olduğunu gördük. Belediyeleri ve kaynaklarını kendi rantlarına ve çıkarlarına göre kullanıyor, kendi kasalarına dolduruy-orlar. Mayıs’ta Gezi Parkı’nda başlayan ve tüm Türkiye’yi saran Gezi Direnişi’yle

insanların artık kendi kentine ve yaşamına sahip çıktıklarını gördük. Gezi’den gelen bu kül-türle halkın kendi yönetimini kurması için, demokratik bir yönetim için adayız.

Benim aday olduğum bölge Mersin’in merkezi haline gelmiş durumda. Ama rant-tan dolayı kenti beton yığını haline getirdiler. Kentin artık yaşanılacak hali kalmamıştır.

Mersin / YenişehirSaniye Ağbay (BDP)

Kocaeli BüyükşehirKureyş Bilgiç

Kocaeli / İzmitMetin Fırat

Halkın Adayları konuşuyorMersin / AkdenizMehmet Fazıl Türk(BDP)

Mersin / AkdenizYüksel Mutlu (BDP)

Mersin / YenişehirHasan Kapıkıran (BDP)

Page 16: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

16

Ortadoğu

El Kaide, El Nusra ve kimi diğer silahlı gruplar bir tarafa bırakılacak olursa, Suriye’yi yeniden ve farklı bir düzlemde kuracak olan taraflar esas olarak BAAS, muhalif liberal İslamcı güçler, devrimci-demokra-tik sosyalist güçler ile özgürlükçü Kürt güçleri olacaktır.

Cenevre I Konferansı, Su-riye’yi içine alan bir yıllık

silahlı çatışmaların ardından 30 Mart 2012’de, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi temsilcileri-nin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin katılı-mıyla toplanmış ve Konferans bileşenlerince Suriye temsil-cilerinin yokluğunda ülkenin geleceğine dair bir yol haritası dayatılmıştı. “Siyasal çözüm önerileri” adıyla yayınlanan sonuç bildirisi, başta Esat yönetimi ve devrimci demok-ratik iç muhalefet tarafından olumlu karşılanırken, cihatçı silahlı güçler ve siyasi uzantıla-rı durumundaki dış koalisyon güçlerince, Esat’ın geleceğinin belirsizliğini koruduğu gerek-çesiyle reddedilmişti. Cenevre I’in ardından Suriye yönetimi,

her ne kadar yasal/anayasal sınırlı aflar, maaş zamları ve genel seçimler gibi kendince reformlara yöneldiyse de, bu gelişmelerin BAAS yönetimi-nin öngörüleri ve kararlarınca hayata geçirilmesi, muhalefetin çoğu bileşeni (devrimci, İslami vs) açısından reddedilmesi için yeterli sebep sayıldı.

Esasen Cenevre I’in, Rusya’nın yoğun siyasi çözüm ısrarını yok saymak yerine, bu girişi-min karşılığı olmayan bir çaba olduğunu göstermek ve bir nevi nabız yoklamak hedefiyle kabul gördüğü söylenebilir. Zira ABD ve AB ülkeleri, Kon-ferans’a aksi yönde bir çözüm-de ısrar eden Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’ye yaptıkları çok yönlü yardımları, aktif bir şekilde sürdürdüler.

Şeriatçıların sisteme savurduğu kitleler Suriye’de, ABD’ye, bölge ve AB ülkelerine bağlı olarak bir nevi vekalet savaşı sürdüren şeriatçı muhalif güçlerin Esat’ı yıkma ve şeriat kurma dışında bir planları yoktu. Suriye halkının geleceğine dair hiçbir ekono-mik, sosyal, siyasal tasavvur-larının olmaması, hegemonya kurma ve iktidar temsiliyeti anlaşmazlıkları hemen göze çarpıyordu. Mülk ve ganimet kavgası, dışarıdan alınan mali ve askeri desteklerin eşitsiz dağılımı da kolayca gözlemle-niyordu. Daha önemlisi; kimlik, düşün-ce, inanç esasına göre bireysel ve toplu katliamları İslami-yet’in, şeriatın bir gereği gibi sunarak gerçekleştirmeleri, kamuoyunda ciddi infiallere yol açtı. Bunların sonucunda her kesimden muhalif halk kitleleri, yeniden sistemin yanında yer aldı. Suriye’nin dört bir yanını, özellikle Sünni muhafaza-

karlığın etkili olduğu kırsal yerleşim alanlarını El Kaide, El Nusra, Ahrar El Şam, Ahfad El Resul, Sukur El Şam gibi cihatçı, Müslüman Kardeşler’in türevleri üs edinip işgal etti. Bu gruplar Alevi, Hıristiyan, Dürzi, Ermeni ve İsmaililer’in yanı sıra Rojava’da Kürt halkı-na karşı Türkiye’nin desteğiyle katliamlara girişti. Sınır kapı-larına hakim olmaları sorunun büyüklüğünü ve ciddiyetini bir kat daha arttırdı. PYD önder-liğinde Kürt halkının Rojava’yı hem cihatçı kontralara hem de destekçileri Türkiye’ye karşı savunması ise dengeleri altüst etti. Bu karamsar, güvensiz tablonun uzun vadede çıkar-larına zarar vereceğini gören ABD ile kimi AB ülkeleri; Irak, Libya ve Afganistan deneyimi-ni yeniden yaşamanın akılcı olmayacağından hareketle, Suriye politikalarına yeni bir ayar vermenin gerekliliğini gördü. Dolayısıyla IŞİD ve El

Nusra Cephesi’ni terör örgütü olarak ilan etti.

ABD ve Rusya’nın kesişen çıkarları

ABD, siyasal çözüm için ta-raflar nezdinde çabalarına ara vermeyen Rusya’nın bölgede giderek nüfuz elde edeceğini gördü. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’a sırtını dönmeden Rusya ile süreci yönetme-nin, bölgedeki genel çıkarları açısından, özellikle de Filistin-İsrail barışı ve İran’la nükleer santral anlaşması için daha ha-yırlı olacağına kanaat getirdi. Daha önemlisi, bir dış müda-hale anında, bölgenin bütü-nüne yayılacak ateşin, komşu Suriye’den İsrail’e yönelebilece-ği endişesini taşıyan ABD’nin, Şam’ın kırsalında kullanılan kimyasal silahları Esat’ın üze-rine yıkarak pazarlık konusu yapması ve sonuçta imhası

üzerine anlaşmaya varması başta İsrail’i sevindirirken, ne-fesini tutan bölge halklarının bütününü rahatlattı.

Cenevre II’ye gidecek yolda önemli bir kilometre taşı olan bu gelişmede en önemli payın Rusya’ya ait olduğunu teslim ederken Türkiye, Suudi Arabis-tan ve Katar’ın buna sevindi-ğini söylemek mümkün değil. Özellikle ABD’nin on yıllar sonra, nükleer silah üretimi üzerinde, İran’la vardığı anlaş-ma Suudi Arabistan’ı çileden çıkardı; İsrail’le işbirliği dahil, İran’a karşı yeni ittifak ara-yışlarına soktu. Diğer yandan Mursi’nin devrilmesi nedeniyle AKP ile soğuyan ilişkilerini, cihatçı kontralara daha fazla yardım yapma üzerinden geliş-tirmeyi başardı. Ne var ki, tüm bu çırpınışlar Cenevre II’ye doğru gelişen süreci yalnızca uzattı. Zira ABD ve Rusya bölgedeki çıkarlarını gözetti,

Bereket Kar

Page 17: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

17

Ortadoğu

Cenevre II’nin çatısını çattı. Yapılacakların bütünü zamana yayılsa da, bu çatı altında ol-ması öngörülüyordu. Böyle de oldu ve Cenevre II’nin tarihi belirlendi. Suriye sorununun, Suriyeli taraflar yerine, emperyalist güçlerin dış müdahalesiyle çözümü, kuşkusuz, halklar lehine kazanımlar elde etmek yönünde büyük bir handikap. Ancak sorunun barışçı siyasal çözümle aşılmasının gerekliliği de bir o kadar kuşku götürmez. Zira yaklaşık üç yıldır süren iç savaş, Suriye’yi her düzeyde yıkıma götürmesinin yanı sıra bölgenin bütünü için yıkıcı sonuçlar yaratmaya gebe. Tek çıkış yolunun barışçı siyasal çözüm olduğu çoktan orta-ya çıktı. Bundan böyle esas mesele tarafların masada kimi, nasıl temsil edeceği ve nasıl bir Suriye tasavvuruna sahip ol-duğudur. Dış menşeli El Kaide,

El Nusra ve kimi diğer silahlı gruplar bir tarafa bırakılacak olursa, Suriye’yi yeniden ve farklı bir düzlemde kuracak olan taraflar esas olarak BAAS, muhalif liberal İslamcı güçler, devrimci-demokratik sosyalist güçler ile özgürlükçü Kürt güçleri olacaktır. Tümünün katılmadığı bir siyasi barışın sağlanması olanaksızdır. Güçlü Suriye yönetimini dengeleme ve zayıf şekilde masaya otur-maya zorlanan silahlı muhale-fete destek olma amacının yanı sıra, bugünkü haliyle Cenevre II’ye taşınanların, Suudi Ara-bistan ve Türkiye’yi kollayan-ların bir koalisyonu olduğunu belirtmek lazım. Gerek İran, gerekse Rojava Kürtleri’nin ve iç devrimci muhalefetin dışlanması tamamıyla bu kaygılarla gerçekleşti. Lav-rov’un deyimiyle bu dünyanın sonu değil, zira Cenevre süreci uzun sürecek. Hali hazırdaki bileşimden Davutoğlu’nun,

Faysal’ın hayal ettiği Esat’ın olmayacağı bir geçiş hüküme-tinin kuruluşu kararı çıkmaya-cağı gibi, BAAS’ın hedeflediği terörizmi destekleyen ülkelere karşı karar almak da olanaksız. Olsa olsa, farklı alanlarda de-vam eden iki taraflı kuşatmala-rı kaldırma, insani yardımlara yol verme, BM heyetlerinin serbest hareketliğini arttırma ve diyalogların devamı yönün-de kararlar alınabilir.

Suriye halklarının teminatı: Devrimci dayanışma Esas sorunların, tartışılacağı geçiş hükümetinin kurulu-şu, genel af, ateşkes kararı, milyonlarca mültecinin geri dönüşü, El Kaide ve El Nus-ra’yı tasfiye kararı, Suriye’nin yeniden imarı gibi sorunlar, mükerrer Cenevre konfe-ranslarının sorunu olarak görünüyor. Bununla beraber dışlanan Kürt ve devrimci sos-yalist güçlerin masada temsil edilmesiyle sorunlara ger-çekçi bir çözümün mümkün olacağını akılda tutmalıyız. Suriye halkıyla, Rojava’yla ve tüm barış demokrasi güçle-riyle dayanışmayı yükseltmek, emperyalizme, işbirlikçi bölge ülkelerine ve bunların maşası durumundaki cihatçı güçlere karşı mücadeleyi sahiplenmek, Türkiye devrimcilerinin, sos-yalistlerinin ve özgürlük güçle-rinin temel görevleri arasında olmalı. Cenevre’nin, dolayısıyla Suriye’nin halklarının geleceği-nin teminatı budur.

26.1.2014

Cenevre I kararlarıSuriye’de silahlı çatışmaların başlaması üzerine, gerek

Arap Birliği gerekse BM düzeyinde sürdürülen, çatış-maların durdurulmasına dair bir dizi girişimin başarısız ol-masının ardından, BM ve Arap Birliği’nin eski Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın davetiyle bir araya gelen Eylem Grubu* 30 Haziran 2012 tarihinde Cenevre’de toplandı. Cenevre II Konferansının zeminini oluşturan bu toplan-tı Cenevre I Konferansı, sonuç bildirgesi ise Cenevre I Kararları olarak anılmaktadır. Bildirge, 6 Maddelik Annan Planı’na ve 2042, 2043 No.lu BMGK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) kararlarına dayanmaktadır. Bildirgede;

• Geçişi mümkün kılacak tarafsız bir ortam yaratılabilmesi için bir geçiş hükümetinin kurulması gerektiği,

• Söz konusu geçiş hükümetinin mevcut yönetimin, mu-haliflerin ve diğer grupların üyelerini içerebileceği, ortak rıza temelinde oluşturulabileceği; ülkenin geleceğine Suriye halkının karar vereceği; Suriye’de toplumun tüm kesimleri-nin, ulusal diyalog sürecine dâhil edilmesi gerektiği,

• Bu temelde anayasal düzenin ve adalet sisteminin gözden geçirilebileceği; sonucun halkın onayına sunulacağı; anaya-sal düzen kurulduğunda, özgür ve çok partili seçimler için hazırlanılması gerektiği,

• Kadınların geçiş sürecinin tüm safhalarında tam anla-mıyla temsil edilmeleri gerektiği,

• Geçiş sürecinde güvenlik, istikrar ve sükûnetin bü-yük önem taşıdığı; tüm tarafların şiddetin kalıcı biçimde durmasının temini için geçiş hükümetiyle işbirliği yapmak zorunda olduğu,

• Suriye’nin toprak bütünlüğü, bağımsızlığı ve birliğine saygı gösterilmesi gerektiği; Eylem Grubu’nun üyeleri dahil olmak üzere uluslararası toplumun, bu ülkedeki tarafların varacağı anlaşmanın uygulanmasına önemli destek verme-ye hazır olduğu,

• Eylem Grubu’nun, Suriye’de süregelen ve artan ölümler ile yıkım ve insan hakları ihlallerini kınadığı, bu durumun sona erdirilmesi ve Suriyeliler’in liderliğinde geçiş hükü-metine yönelik sürecin başlatılması için ivedilikle ve yoğun biçimde çalışmaya kararlı olduğu dile getirilmiştir.

*Eylem Grubu: BM ve Arap Birliği Genel Sekreterleri Ban ve Elaraby, BM Güvenlik Konseyi beş daimi üyesinin (ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya) Dışişleri Bakanları, Türkiye Dışişleri Bakanı, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi, Arap Birliği Zirvesinin Başkanı sıfatıyla Irak Dışişleri Bakanı, Arap Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi Başkanı sıfatıyla Kuveyt Dışişleri Bakanı ve Arap Birliği Suriye İzleme Komitesi Başkanı sıfatıyla Katar Dışişleri Bakanı.

Suriye halkıyla, Rojava’yla ve tüm barış demokrasi güç-leriyle dayanışmayı yükseltmek, emperyalizme, işbirlikçi bölge ülkelerine ve cihatçı güçlere karşı müca-deleyi sahiplenmek, Türkiye devrimcileri-nin, sosyalistlerinin ve özgürlük güçleri-nin temel görevleri arasında olmalı.

Page 18: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

18

Ortadoğu

Rojava’da, Kobani ve Cizi-re’den sonra Efrin Kan-

tonu da demokratik özerklik ilan etti. Son kanton bir kadın başkan tarafından yönetilecek. Yürütme Meclisi Başkanı, iki yardımcısı ve 22 bakandan oluşan Efrin Kantonu’nun Yürütme Meclisi Başkanı Hêvî Îbrahîm Mustefa oldu. Efrin’in ilk özerk kanton yönetimi güvenoyu alarak çalışmalarına

başladı. 3 resmi dilli Cizîre Kantonu için 101 kişilik geçici meclis oluşturulurken, 22 kişilik bir bakanlar kurulu ve bir kanton başkanı görevlendi-rildi. Kobanê Kantonunda ise Enwer Mislim başkanlığında 22 kişilik Bakanlar Kurulu onaylanmıştı. Her üç kanto-nun dört ay içinde genel se-çimlere giderek, parlamentola-rını yenilemeleri gerekecek.

Her ne kadar, Kürt halkının ve birlikte hareket ettiği etnik, dini ve politik kimliklerin temsilcilerinin Cenevre II’ye katılımı engellense de, bu güçlerin yokluğunda demok-ratik bir Suriye’nin kurulama-yacağı apaçık ortada. Bugün Rojava’da yaşanan demokratik toplum inşası tüm Ortadoğu halkları için rehber olmaya aday.

Rojava’da üç kantonda demokratik özerklik

Yaser Abid Rabbo, ABD’nin Filistin planını açıkladı

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Genel Sekreteri Yaser Abid Rabbo, El Hayat gazetesine verdiği röportajda,

Temmuz ayında yeniden başlayan İsrail-Filistin barış müzakerelerinin “arabulucu”su ABD’nin planını açıkladı. Plana göre, Doğu Kudüs başkent olmak üzere bir Filistin devleti kurulacak ancak bu devletin egemen olmasına izin verilmeyecek. Görüşmelerde Filistin’e dayatılan en ağır taviz ise İsrail’i tanımak ve böylece işgal nedeniyle topraklarından kaçan milyonlarca mültecinin geri dönüş hakkından vazgeçmek. Bunun karşılığında ABD, İsrail’in Doğu Kudüs başkentli bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmesini istiyor. Ancak bu devletin sınırlarını ve hava sahasını kontrol etmesine izin verilmeyecek. İsrail, Filis-tin, Ürdün ve ABD’nin oluşturduğu ortak bir güç, Ürdün Vadisi gibi bölgelerde ortak denetim yapacak. Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşimleri ise tahliye edilme-yecek ancak Tel Aviv yönetimi bu yerleşimler karşılığında kira ödeyecek. Ayrıca ABD’nin planına göre İsrail güvenlik güçleri Filistin toprakları içinde sıcak takip yapabilecek.

Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren iki El Kaide uzantısı IŞİD ve Nusra, daha önce yaptıkları saldırıların ardından

resmi olarak Lübnan topraklarında da “cihad” ilan ettiler. Nusra Cephesi’nin Lübnan kolu, “Bütün Sünnilere” çağrı yaparak, “İran’ın partisi (Hizbullah) ve onun tüm üsleri ve karargahları meşru hedefimizdir” dedi. Örgüt ayrıca, Sünni halkı Hizbullah’ın bölgelerine veya karargahlarına yakın yerlerden uzak durmaya çağırdı. Suriye’de şekillenen dengelerden büyük oranda güç devşiren El Kaide bağlantılı gruplar bölgenin tamamında etkili olmaya başladı. Daha önce Irak’ın Felluce ve Ramadi kentlerinin kontrolüne ele geçiren IŞİD’in, Lübnan Hizbullahı’na yönelik saldırılarını yoğunlaştırması aynı zamanda aldığı güçlü desteğin de göstergesi.

Daha önce defalarca Tah-rir’de yaktıkları özgürlük

meşalesi ellerinden çalınan Mısır halkı yeniden Tahrir’i doldurdu. Hüsnü Mübarek’in devrilişinin üçüncü yıl dönü-

mü olan 25 Ocak’ta yaşanan çatışmalarda 49 kişi yaşamını yitirdi. Bunun üzerine pek çok şehre yayılan çatışmalarda, İçişleri Bakanlığı verilerine göre, ülke çapında 1079 kişi

gözaltına alındı. Çatışmaların en yoğun olduğu Minye, Giza ve İskenderiye’de can kaybının resmi kaynakların belirtti-ği rakamların 2 katı olduğu iddia ediliyor. Öte yandan, Kahire’nin doğusundaki Elf Mesken mahallesinde de çok sayıda can kaybı yaşandığı öne sürülürken resmi makamlarca bir açıklama yapılmadı.

Arap coğrafyasının kalbi sayı-lan Mısır’da düzen ve istikra-rın, değiştirilen yönetimlere rağmen bir türlü sağlanama-ması en fazla emperyalistleri ve onların bölgesel uzantılarını kaygılandırıyor. Görünen o ki, Mısır halkı kendi özgürlüğü-nü alana kadar bu gerilim ve çatışma ortamı durulmayacak.

Mısır halkı yine Tahrir’i doldurdu

IŞİD ve Nusra Lübnan’da “cihad” ilan etti

Page 19: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

19

Dün

ya

Hamburg olayları ile Gezi arasında

başlangıç saikleri dışında pek bir benzerlik yok.

Bırakalım ülke çapına yayılmayı,

olaylar kent ölçeğinde bile kısıtlı

kaldı. Bunda Almanya’da

yürürlükte olan eyaletlere dayalı

yönetim sisteminin büyük payı var.

İnsanlar az bildikleri ya da uzaktan izledikleri olayları

diyelim, mevcut bilgilerini genelleştirerek değerlendirir-ler. Bazı Avrupa ülkelerindeki genel grevlerin Türkiye’deki değerlendirmeleri buna örnek olarak gösterilebilir.

Bütün çalışanların genel greve gitmesi önemli bir olaydır ama önem derecesi ülkeye göre de-ğişir. Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde bu bir haktır bugüne kadar değişik kereler kullanıl-mıştır. Bizde ise bu çapta bir iş bırakma eylemi olmadığı için, başka ülkelerdeki örnekleri gerçekleştikleri mekanlar-daki gerçek önemlerini aşan değerlendirmelere tabi tutmak bir noktaya kadar normaldir. Ne ki, genel grevden devrim beklentisine girmek konuyu fazla abartmak olur.

Gezi ve Hamburg

Hamburg’da olan ve Gezi Parkı ile benzerlikleri üzerinde durulan olaylara bu çerçevede bakmak gerekir. Gezi Parkı’nın başlangıcıyla sonraki gelişmesi birbirinden oldukça farklıdır. Sermayenin kentin her alanına el koymasına karşı bir protesto ile başlayan Gezi Parkı eyle-mi, kısa sürede yaygınlaştı, hükümete karşı ülke çapında bir başkaldırıya dönüştü ve

büyük bir kitlesellik kazandı. Hamburg’da ise başlangıçta benzerlik olmakla birlikte bıra-kın ülkeyi, kent ölçeğinde bile yaygınlık kazanamadı.

Almanya’da eyalet sistemi bu-lunuyor. Federal parlamento-nun yanı sıra her eyaletin ken-di parlamentosu ve hükümeti var. Kentlerin merkezi alanla-rının hoşa gitmeyen faaliyet-lerden ve insanlardan arındı-rılmaya çalışılması yeni değil, yıllardan beri uygulanıyor. Bu uygulama eyaletlere göre çeşitli farklılıklar gösteriyor.

Geçtiğimiz yıl Frankfurt’ta-ki Avrupa Merkez Bankası çevresinde kurulan kamp -“Blockupy Frankfurt” adıy-la anılır- aylarca Hıristiyan Demokratların çoğunlukta bu-lunduğu belediye meclisinden çıkan izinle varlığını sürdürdü.

Almanya’nın yönetim yapısı nedeniyle bir yerdeki olayın ülke çapında hareketlenmeye dönüşmesi genellikle daha zor gerçekleşen bir durumdur Birkaç yıl önce Stuttgart’ta es-kisinin yıkılarak yerine büyük bir tren istasyonu yapılmasına karşı çıkan insanlar polisle çatışmış ve kısa sürede çok sayıda kentte “Stuttgart ile dayanışma komiteleri” kurul-muştu. Hamburg ise böyle bir gelişmeye vesile olmadı. Olay

kentin belirli bir bölgesiyle sınırlı kaldı ve bu sınırlar için-de sonuca ulaştı: Polis kendi yetkisine dayanarak ilan ettiği yasak bölgeyi kısa süre sonra kaldırmak zorunda kaldı. Polis yasama organından bağımsız olarak sahip olduğu bu yetkiyi, 11 Eylül olayından sonra kazanmıştı. Ama her büyük kentte polis aynı yetkiye sahip değildir.

Hamburg olaylarının tetik-lediği tartışma, polisin par-lamenter demokrasilerde bu tür yetkilere sahip olmaması gerektiği tartışmasıdır. Felse-fecilerden siyasal bilimcilere ve sosyologlara kadar değişik kişiler, belli başlı günlük gaze-telerde konuyla ilgili makaleler yazdılar, halen de yazmaya devam ediyorlar. Hamburg’da olup bitenler ne Gezi Parkı’na ve ne de Brezilya’daki büyük protestoya benziyor. Genelle-me yaparken dikkatli olmak gerekir.İktidar yanlısı gazetelerin

konuyu bu tarafa çekmek istemesi ve polis şiddetini adeta övmesi anlaşılabilir, ama bu, bizim genelleme yaparken ihtiyatlı olmamız ve özgün-lükleri gözden kaçırmamamız gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Tarihin gerisinde kalmamak

Hamburg olayları üzerine de-ğişik açılardan kaleme alınan yazılarda sıkça “neo-liberal” uygulamaların doğurduğu tep-kilerden söz edildiği görülüyor. İlginç bir durum zira hiç yoksa Almanya’da neo-liberalizm yok artık… Tıpkı bizde hala dem vurulan ama aslında artık geri-de kalmış olan post-moderniz-min namevcut olması gibi…

Arkada bıraktığımız yıllarda, neo-liberal taarruz hem doz, hem ritim ve hem de zaman-lama olarak ülkeden ülkeye ciddi bir farklılık ve çeşitleme

sergiledi. Dolayısıyla, neo-li-beralizmin ortadan kalkması sürecinin de ülkelere göre değişiklikler göstermesi son derece doğal. Ne ki, Alman-ya’da hala neo liberalizmin baskınlığından veya hatta varlığından söz etmek artık doğru değil. ABD’de bile neo liberalizmin düşünce üretimini üstlenmiş olan “neo con”ların güç kaybettiği bir dönemde aynı kavramları kullanmakta ısrar etmek oldukça sorunlu.

Avrupa Birliği içinde neo-libe-ralizmin sözcülüğünü İngiltere yapıyor ve yeniden büyük sosyal kısıtlamalara gidilmezse Birlik’ten çıkacağı tehditleri savuruyor. Bu tehditlerin ger-çekliğe dönüşmesi pek müm-kün değil.

Burada asıl önemli olan, AB’nin bir numaralı ülkesi Almanya’da durumun on yıl öncesindeki gibi olmadığını, bizzat Hıristiyan Demokrat-lar’ın (CDU) bile bir değişim geçirerek güya “solculaştığını”, neo-liberalizmin has partisi Hür Demokratlar’ın (FDP), son genel seçimde CDU’nun marifetiyle Federal Meclise gi-rebilecek oyu bile alamadığını gözden kaçırmamak.

Gelecek için öngörüde bulun-madan önce ve bunun önko-şulu olarak tarihe yetişmemiz gerekiyor.

Engin ErkinerTarihe yetişmek…

Almanya’da neo-liberalizm tarihe karışıyor. Dolayısıyla, Hamburg olaylarını neo-libera-lizmin doğurduğu tepkilere bağlamak da pek doğru değil. Malum, kapitalizm liberalizmle ve tabii ki aynı zamanda neo-liberalizmle özdeş değil.

Page 20: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

20

Dün

ya

Tayland’da “sarı gömlekliler” adı verilen kraliyet taraftar-larının, hükümetin istifası talebiyle sürdürdüğü eyleme

yönelik bir bombalı saldırı düzenlendi. İki el bombasının patlaması sonucu bir kişi hayatını kaybetti, 36 kişi yaralan-dı. Şu an iktidarda bulunan Puea Thai (Taylandlılar İçin) Partisi, 2011 yılında seçilmişti. Ancak o günden itibaren Demokrat Parti taraftarlarının ve tüm kral yanlılarının protestoları ile karşılaştı. Son olarak 2013 yılının Kasım ayı sonlarında protestoların artması ve Demokrat Parti millet-vekillerinin hükümeti gayrimeşru ilan ederek istifa etmesi üzerine başbakan Yinglak Şinavatra parlamentonun alt kanadını feshettiğini ve 2 Şubat için seçim kararı aldıklarını açıklamıştı. Ancak bu karar “Sarı Gömlekliler” için tatmin edici değildi, çünkü onlar hükümetin istifa etmesini ve yö-netimin halk konseylerine devredilmesini talep ediyorlardı. Gösterilerin fitilini ise Yinglak Şinavatra’nın sürgünde olan ağabeyi Taksin Şinavatra’nın ülkeye geri dönmesi için bazı yasa hazırlıkları yapması ateşlemişti. Şu ayrıntıyı da belirt-mek gerekir ki, çıkarılmak istenen af, krala karşı işlenen suçlardan dolayı ceza almış olan siyasi tutukluları kapsamı-yordu.

Bir gün iktidarda, bir gün sokakta

Taksin Şinavatra, popülist politikalarla çiftçilerin ve kent yoksullarının oyunu alarak 2001 ve 2005 yıllarında girdiği seçimleri kazanmış, ardından da ekonomide yüzde 5’in üzerinde bir büyüme gerçekleşmişti. Bu durum, kral ile ara-larındaki çekişmeyi artırıyordu ancak ABD’den destek alan ve taşradan yeni bir zenginler tabakası yaratan Şinavatra pek sarsılacak gibi görünmüyordu. Kral taraftarı medyanın harekete geçmesiyle birlikte kraliyetin sembolü olan sarı gömlekleriyle kral yanlıları sokaklara döküldü. Geniş halk desteğine sahip olan Şinavatra ise bu desteğe güvenerek er-ken seçim kararı aldı ancak darbeden ve ülke dışına sürgün edilmekten kurtulamadı.

Darbeden bir buçuk yıl sonra, sürgünde olan Şinavatra’nın destekçileri yeniden seçimleri kazandılar ancak yine protes-tolar ve çeşitli davalar sonucu iktidardan indirildiler. Bu kez Şinavatra destekçileri Kırmızı Gömlekliler olarak sokakları doldurdu. 2011’de iktidara gelmelerinden önce son ola-rak 2010 yılının Mart ayında on binlerce kişiyle sokaklara dökülen Kırmızı Gömlekliler ile iktidarın kolluk güçleri arasında çıkan çatışmalarda 91 kişi ölmüş binden fazla insan yaralanmıştı.

Tayland’da 1997’de demokratik anayasal sisteme geçilmesin-den sonra burjuvazinin liberal olarak adlandırabileceğimiz Şinavatra kanadı ile kral yanlısı kanadı arasında süregiden çatışma, emekçileri popülist söylemlerle de olsa yanına çek-meyi başaran ve seçimle iktidara gelen partiyi bir kez daha yerinden edecek gibi görünüyor.

Ukrayna’da iki aydır ivme kazanarak tırmanan

kriz, Avrupa’nın yanı başında Rusya ile AB’nin koçbaşları arasında kökeni ve örneklerine imparatorluk dönemlerinde rastlayabileceğimiz gerilimin 21. yüzyıl versiyonu olarak, bir türbülansa dönüşme yolunda. Yönetimin sokakların ateşini söndürme adına attığı taktik geri adımların, Avrupa Birliği tarafından yapılan açıklamalar ve üst düzey ziyaretlerle açık bir şekilde desteklenen mu-halefet kanadında karşılığını bulamadığı bir ortamda, Rus-ya’nın Batılı ülkelere soruna müdahil olmamaları yönünde yaptığı uyarıların tonu da giderek sertleşiyor.

Göstericilerin Başkent Kiev başta olmak üzere etkin oldu-ğu bölgelerde kamu binalarını işgal etmesinin ardından Başbakan’ın “diyalog zeminini oluşturmak adına” istifası ve gösterileri yasaklayan yasal düzenlemenin iptali sonrasın-da “sokakların boşalacağı” yö-nündeki beklenti muhalefetin geri adım atmaması nedeniyle boşa çıktı. Yönetimin “önce kamu binalarının boşaltılması sonra af ” şeklindeki yol harita-sı, muhalefet kanadında “Önce af sonra kamu binalarını terk etme” şeklinde karşılık bulup pazarlıkların kısır döngüye girdiği noktada ordudan Dev-let Başkanı Viktor Yanukoviç’e “Duruma müdahale etmezse ülkenin bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı” şeklin-deki uyarı krizi yeni bir boyuta taşıdı.

Ordunun uyarısı aslında Ukrayna’da geleneksel olarak Rusya’nın nüfuzu altındaki Doğu bölgeleri ile ülkenin yüzünü Avrupa Birliği’ne dönmesi gerektiği savının geniş bir destek bulduğu Batı bölgeleri arasındaki uçuru-mun her geçen gün açıldığı bir ortamda çok da uzak olmayan bir ihtimalin yüksek sesle dile getirilmesi anlamına da geliyor. Önümüzdeki günlerde

Ukrayna özelinde yaşanan Batı-Rusya arasındaki güç sa-vaşında tarafların nereye kadar gidebileceklerinin, bir başka ifadeyle kırmızı çizgilerinin test edildiği gelişmelere şahit olacağız.

Geçtiğimiz sayıda Ukray-na’daki gelişmelerin, Suriye ve Çin Denizi’nde olduğu gibi bir tarafında Çin ve Rus-ya, diğer tarafında ABD ile başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği’nin çekirdek ülkelerinin yer aldığı kü-resel hegemonya savaşının cephelerinden biri olduğuna vurgu yapmıştık. Ukrayna’da bu savaş düşük yoğunluklu

olarak 10 yıldır devam ediyor. Aslında 10 yıl önce Rusya destekli hükümetin ABD ve güçlü AB ülkelerinin destek verdiği gösterilerle devrildiği “Turuncu Devrim”den bu yana bir türlü suların durulmadığı Ukrayna’da taraflar bu kez, “AB anlaşması” tartışmaları çer-çevesinde karşı karşıya geldi. Geride kalan 10 yılda “Tu-runcu Devrim”in kısa sürede çöktüğünü, Batı destekli Yuliva Timoşenko’nun yolsuzluk suçlamasıyla cezaevine konul-duğunu, Rusya’nın eski Sovyet yurdu üzerinde yeniden etkin-liği ele geçirdiğini gördük.

Son olarak Ukrayna Devlet Başkanı Yanukoviç’in, AB ile

ticarette sınırların kaldırıl-masını da kapsayan Ortaklık Anlaşması’nı askıya alması kavgayı alevlendirdi.

Batı medyasında Yanukoviç’in bu kararı, Ukrayna’nın hem siyasi hem de politik olarak AB yörüngesinden koparak Beyaz Rusya ve Kazakistan’la oluşturduğu gümrük birliğine katılmasını isteyen Rusya’nın baskıları sonucunda aldığı iddiaları yer aldı. Kararın ardından onbinlerce kişinin sokaklara döküldüğü Kiev’deki olaylarda göstericilerin hedef-leri arasında Lenin heykeli de yer aldı.

Ukrayna: Avrupa’yı korkutan türbülans

Önümüzdeki günlerde Ukrayna özelinde yaşanan Batı-Rusyaarasındaki güç savaşında tarafların nereye kadar gidebileceklerinin, bir başka ifadeyle kırmızı çizgilerinin test edildiği gelişmelere şahit olacağız.

Tayland’da “Demokrasi Oyunu”

Hakan Deniz

Page 21: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

21

Dün

ya

Ne Türkiye’de ne de İspanya’da

Kürtaj hakkımızdan vazgeçmeyizİspanya’da bir süredir tartışılan, ik-

tidardaki muhafazakar Halk Par-tisi’nin kürtajı yasaklamaya yönelik yasa tasarısı, Başkent Madrid’de binlerce kişi tarafından protesto edildi. Bakanlar Kurulu tarafından

kabul edilip Meclis’e gönderilen yasa tasarısı kabul edilirse, sadece tecavüz sonucu hamileliklerde ve hamileliğin kadın için hayati teh-likeye yol açtığı durumlar dışında kürtaj yasaklanacak.

İspanya’da kadınların devlete ve kili-seye karşı yıllardır yürüttükleri mü-cadele sonucu kürtaj yasal ve sosyal sigorta kapsamına alınmış; 2010 yılında iktidardaki sosyalist hükü-met, kürtaj yasasındaki sınırlamaları kaldırmış, kürtajı 14 haftaya kadar serbest bırakmış, fetüsün deforme olduğu vakalar için 22 haftaya kadar kürtaj izni vermişti.

300’e yakın kadın örgütünün bu-luştuğu ‘’Karar vermek bizi özgür kılıyor’’ adlı platformun sözcüsü İsa-bel Serrano, ‘’Hükümet’in yapmak istediği yasa, demokratik bir ülkede deliliktir. Bizi, Avrupa’da utanç duyulacak bir konuma sokuyor. Bu yasaya karşı çıkmak için çok sebep var. Milyonlarca kadın, güvensiz kürtajın mağduru olacaktır’’ açıkla-masını yaptı. 

Türkiye’de de “Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu” İspanya-lı kadınların kürtaj hakkı için 1 Şubat’ta İstanbul’da İspanya Kon-solosluğu’nun önünde bir protesto eylemi düzenledi. Platform adına basın açıklamasını okuyan Öznur Subaşı, Türkiye’de yaşanan kürtaj yasağı tartışmalarını hatırlatarak “Ne Türkiye’de ne de İspanya’da kürtaj hakkından vazgeçmeyeceğiz, İspanya’daki kadınların yanındayız” dedi.

İspanya hükümetinin kadınların kürtaj hakkına yönelik bu saldırısı Avrupa’nın birçok kentinde kadınlar tarafından protesto edildi.

Londra metrosunda çalışan emekçiler, belediye ile sendi-kanın anlaşmaya varamaması üzerine greve gitti. 3 Şubat akşamında başlayan grevin 7 Şubat’ta sona ereceği, an-cak anlaşma sağlanamaması durumunda 11 Şubat’ta tekrar başlayacağı belirtiliyor.

Metro emekçilerinin greve gitmesinin sebebi, belediyenin “modernleşme” gerekçesiyle metrodaki bilet gişelerinin kapatılması ve yüzlerce iş biriminin ortadan kaldırıla-rak yaklaşık bin kişinin işten çıkarılması planları oldu.

Londra Belediyesi’nin bu dayatmasına karşı ulaşım emekçilerinin örgütlü olduğu Taşımacılık Sendikası (RMT) ve Seyahat Satış Görevlileri Derneği (TSSA)grev çağrısı yaptı. Greve yüzde 70 katılım sağlandı.

Günde yaklaşık 4 milyon kişi-nin kullandığı metroda hizme-tin durması, Londra’da ulaşımı felce uğratmış durumda.Belediyenin, grevin yaşamı etkilememesi için 100 ek otobüsü seferber etmesinin ise, Londra caddelerinin trafik nedeniyle sıkışması ve ula-

şımın alt üst olması dışında hiçbir etkisi olmadı. Ekonomilerindeki bütçe açığı-nı gidermek için 2010 yılından beri kamusal alan başta olmak üzere birçok alanda kesintilere giden İngiltere’de bu girişim-ler elbette beraberinde işten çıkarmaları getiriyordu. Ancak örgütlü işçi sınıfının üretim-den gelen güçlerini kullanarak kendini göstermesi, egemen-leri ürkütmüşe benziyor. Grev için Londra Belediye Başkanı Boris Johnson, “gerekli olma-yan bir grev”, Başbakan David Cameron ise “utanç verici” açıklaması yaptı.

Londra’da emekçiler gücünü gösterdi

Meksikanın yağmur kokan Chiapas ormanlarında yoksul köylülerin

isyanını örgütleyen Zapatistalar direniş ve mücadelede 31 yılı geride bıraktılar. Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) “Yeter! (Ya Basta!)” sloganları ile tüm dünya halklarının mücadelelerine ilham kaynağı oldular. Kapitalizmin piyasalaş-tırma saldırılarına karşı yok sayılan yerli halkların varoluş mücadelesini devrimci bir şiirsellikle ortaya koymayı başaran EZLN önderliğinin savunduğu örgütlen-me modeli, sosyalist hareketler içerisinde de oldukça yaygın bir şekilde tartışıldı. Ataerkillikle mücadele, demokratik özerk yönetimler genel tercihleri oldu. Tercihleri, politik taktikleri kimi zaman tartışmalara neden olsa da mücadele geleneği olarak önemli etkiler bıraktılar ve bırakmaya devam ediyorlar.

Zapatistalar 31. yaşında

Page 22: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

22

Emek

Haziran İsyanına dair çok şey söylendi. Onur ve özgürlüğün peşindeki milyonların isya-nı hakkında pek çok yorum yapıldı ve yapılacak. İsyan günlerinde en çok konuşulan kesimlerden birisi “beyaz ya-kalılar” oldular. Gezi Parkı’na, Kızılay Meydanı’na boynunda-ki kravatı, üzerindeki döpiyesi ile mesai çıkışlarında koşarak gelen, takım elbisenin üzerine baret takan, çatışan bu insanlar alışılagelmiş ezberleri bozmuş oldu. Kimisi için tuzu kuru ke-simler, kimisi için apolitiklerin eğlencesi idi. Peki ama beyaz yakalılar da neyin nesiydi?

“Beyaz yakalı” ifadesi içeriği, anlamı farklı kullanımlar-la belirsizleşebilse de genel manada büro işçilerini anlatır. Uzun süre “kafa emeği” olarak tanımlansa da kapitalist üre-timin geldiği aşama açısından kafa kol emeği ayrımlarının sınırları oldukça belirsizleşti.

Günümüzde nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan kafa-kol emeği ayrımı tartış-maları kapitalistler tarafından büyüyen işçi sınıfı kitlesinin birliğini bozmak ve sömürüyü saklamak için de kullanılageli-yor. Bilişim, iletişim ve medya sektörlerinde, plazalarda, modern ofislerde tasarımcı, yazılımcı, mühendis, avu-kat, mimar, bankacı vs büro çalışanlarından oluşan, işçi sı-nıfının “beyaz yakalılar” olarak adlandırılan ve daha çok kafa emeğine dayanan kesimi için kullanılan bu kavram kapitalist üretimin değişimlerinin etki-siyle daha geniş, daha proleter kitleleri de tanımlamaya başla-dı. Beyaz yakalılar tartışmaları, Marksizm alanı içinde dahi kimileri için sınıf dışı unsurlar,

kimileri için de sınıfın yeni ve yegane biçimi olarak algılana geldi. Ancak günümüzde işçi sınıfının bileşenleri içerisine, kapitalist üretimin yapısındaki değişimlerin de etkisiyle yeni aktörler katıldığını ve gittikçe daha da görünür olduklarını kimse inkar edemiyor.

Döpiyesin tulumdan ne farkı var?Hepimiz işçiyiz

Beyaz yakalıların maruz kaldıkları sömürünün bi-çimlerinin değişik olmasının dışında özünde bir fark yok. Geçmişte işçi sınıfının dışın-da sayılan mühendis, doktor, avukat gibi serbest meslekler de giderek kapitalist ilişkiler eliyle proleter büro işçiliğine

doğru hızlı bir çözülüş içinde-ler. Kültürel ayrımlar, görece ayrıcalıklar, toplumsal olarak sınıf bilincinin zayıf olması beyaz yakalıların da kendile-rini işçi saymamasına neden olabiliyor. Plaza ve şirketlerde herkesten “prezentabl” olun-masının beklenmesi, takım elbiseyi ya da döpiyesini giyen bir beyaz yakalı için üst sınıfta olduğu hissiyatı yaratabiliyor. Yüksek okul okumak, iletişim araçlarını daha iyi kullanmak, işyerlerinin şehrin merkezi ve lüks yerlerinde bulunması bu tutumları tetikleyebiliyor. Banka-finans kurumu çalı-şanları, bilişim işçileri, çağrı merkezi işçileri, medya işçileri, ofis çalışanları vb... yaşadıkları sorunlar o kadar benzer ve çok ki!

Rekabetçi çalışma ortamının stresi, olağanlaşan mobbing uygulamaları, ücretsiz zorunlu fazla mesailer, düşük ücretler, düşük gösterilen sigortalar, performans uygulamaları, iş güvencesinin olmaması büro işçileri için ilk elden dile getirilen sıkıntılar. Beyaz yakalıların çalışma ortamın-daki cinsiyetçi uygulamalar da en yüksek perdeden hissede-bileceğiniz bir halde. Görsel ve duygusal olarak kadın çalışanlardan satışı arttırmaya dair beklentiler ve sonuçları kapitalist ahlakın en “güzel” örneklerinden: Sabahın 7’sinde makyajı yetersiz bulunan bir kadının ikaz edilmesi, şirketin yapısına göre uzun etek giydin ya da kısa etek giydin baskı-ları...

Hak aramanın tek yolu: Örgütlenmek

Kadın ya da erkek, işçi sınıfın diğer kesimleri gibi beyaz ya-kalıların sorunlarının çözümü de örgütlenmekten geçiyor.

Genelde sigortalı olmaların-dan dolayı “güvenceli” sayılan beyaz yakalı işçiler için de kapitalizm koşullarında olası iş güvencesi “toplu sözleşme” olabilir. Bunun için ise örgütlü olmak gerekiyor. Beyaz ya-kalılar da işçi sınıfının diğer kesimleri gibi örgütsüzler. Onlar da siyasi baskılardan etkilenip politik tercihler yap-ma, apolitik kalma tutumuna sürüklenebiliyorlar. Onlar da hukuksuz olduklarını bildikle-ri hak gasplarına karşı bireysel olarak ses çıkaramıyorlar. Onlar da rekabetçi çalışma ortamının etkisi ile patronlar sınıfının değil birbirlerinin kuyularını kazıyorlar. Susuyor-lar, siniyorlar.

Ama Haziran İsyanında bir araya gelmeyi, görünür olmayı sağlayan beyaz yakalılar artık yalnız olmadıklarını biliyorlar. Hem ofislerde politik kim-liklerini saklamak zorunda olmadıklarını, hem haklarını arayabileceklerini gördüler. Az olmadıklarını gördüler. Ve en önemlisi ayrıcalıklı değil diğer sınıf kesimleriyle aynı ailenin bir parçası olduklarını gördü-ler. Şimdi bu görünen fener ışıklarının peşinden gidilmesi, ışıkları bir araya getirmek gerekiyor. Beyaz yakalıların ortak örgütlenmelerini sağ-layacak farklı örgütlülükleri, isyanın yaratıcı aklıyla üret-mek ve çoğaltmak gerekiyor. Mevcut platform, dernek ve sendikaları büyütmek gereki-yor. Çalışma saatlerinin düşü-rülmesi, ücretlerin arttırılması, angaryanın yasaklanması, mobbingin ve rekabetçi çalış-ma ortamının düzeltilmesi, cinsiyetçi çalışma ortamının düzeltilmesi hedefleri örgüt-lenmenin çağrıcısı olacaktır.

Beyaz yakalarımızdaki ter lekesi ile örgütlenme zamanı.

Beyaz yakadaki ter lekesi hakkını istiyor!

Kerem Emre Berk

Plaza Eylem Platformu, Çağrı Merkezi Ça-

lışanları Derneği, Kaç Bize Gel Platformu bu

alana yönelik örgütlenme girişimlerinden

birkaçı. Sosyal İş, Bank Sen gibi geleneksel

sendikalar da bu alana yönelik örgütlenme

girişimlerinde bulunuyorlarsa da henüz

yürünecek istikrarlı bir yol bulamamış gö-

rünüyorlar.

Beyaz yakalıların maruz kaldıkları sö-mürünün biçimleri-nin değişik olmasının dışında özünde bir fark yok. Geçmişte işçi sınıfının dışında sayılan mü-hendis, doktor, avu-kat gibi serbest meslekler de giderek kapitalist ilişkiler eliyle proleter büro işçiliğine doğ-ru hızlı bir çözülüş içindeler.

Page 23: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

23

Emek

Haziran 2012’de gerek AB normlarına uyum politi-

kaları gerekse özelleştirme po-litikaları sonucu ortaya çıkan yasa gereği artık işçiler daha güvende olacak(mış). Özel işletmelerde meydana gelen iş cinayetleri ayda 8 dakikalık iş sağlığı ve güvenliği uzmanlığı hizmeti ile son bulacak, işçi ölümleri engellenecekmiş. Bu yasa da alışılageldiği gibi kağıt üzerinde işçileri korumak üzerine çıkarılmış fakat işçi cinayetlerinde ve teknolojik altyapı eksikliğinde devletin ve işverenin sorumluluğunu yine bir işçi olan İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) uzmanına yıkmak üzere çıkarılmıştır.

İş sağlığı ve güvenliği uzman-lığında en temel yaklaşım; çalışanın işe girmeden önceki sağlık durumu ile işten ayrıl-dığı süre arasında herhangi bir sağlık problemi yaşamadan işten ayrılmasıdır. Ne yazık ki mevcut durumda birçok özel ve kamu işletmesinde işçi sağ-

lığını gözeten uygulamalar en alt düzeyde olduğundan işçiler çalıştıkları süre boyunca mes-lek hastalıklarına yakalanabil-mekte, uzuvlarını kaybedebil-mekte ve hatta iş cinayetlerine kurban gidebilmektedirler. 2013 yılı içerisinde 1233 iş cinayeti olduğunu İstanbul İSG meclisi açıklanmıştır. TÜİK’e göre 706 bin iş kazası olduğu iddia ediliyor. Oysaki temel İSG yaklaşımlarında bir ölüm-lü iş kazası olmadan önce 29 adet uzuv kayıplı işkazası, 300 adet yaralanmalı iş kazası olur. 706 bin iş kazasının hepsinin yaralanmalı olduğunu kabul etsek bile sonuç olarak 81 işçi iş cinayetine kurban gidecek demektir. Oysa ölen işçi sayısı istatistiklerde verilenin yakla-şık 15 katı. 1,5 milyon işyeri-nin yarısından fazlası üretim ve işçi çalıştırmak için uygun koşullara sahip değil. Yani bir çok işyerinde işçinin sağlığı ve yaşam hakkı güvence altında değil.

Anayasa’nın 50. maddesine ve İLO’nun 155 sayılı sözleşmesi-ne göre kimsenin yaşam hakkı

elinden alınamaz. Türkiye’de işçilerin ücretleri, sağlıklarını riske attıkları oranda artar. Bugünün çalışma koşullarını Ortaçağ’ın kölelik koşulların-dan ayıran budur. Yükselen maaşların yoksulluk sınırı altında olduğu gerçeği ise değişmemektedir.

İş cinayetleri madalyonunun bir tarafında işçiler, diğer tarafında iş sağlığı ve güvenliği uzmanları var. Sağlıksız çalış-ma koşullarına sahip işletme-lerde günü kurtarmak için İSG

uzmanları devreye giriyor. İSG uzmanları, 6331 sayılı yasaya göre tehlikeli ya da çok tehli-keli sınıfına giren bir işyerinde ayda 8-12 dakikada işyerini denetleyerek o işyerindeki riskleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Teknik altyapıyı, çalışma koşullarını uygun hale getirmek yerine işyerindeki tehlikeleri, iş sağlığı ve gü-venliği uzmanına yıkmak eski düzeni sürdürmekten başka bir şey değil. Ayda bir kere işye-rine uğrayan bir İSG uzmanı,8 dakikalık uzmanlığı süresince ancak çay içip çalışanlara hal hatır sorduktan sonra işyerini denetlemekten çok işverene iyi niyet sunmaktan başka bir iş yapamaz.

Peki tüm bunların sonucunda ne olur?

Bir işyerinde İSG uzmanı risk değerlendirmesi yaptıktan sonra iş kazası olmaması için gerekli tedbirleri bildirir ve işvereni önlem alınması için uyarır fakat işveren bunları kulak arkası yapar,öngörülen iş kazası gerçekleşir, işçi

hayatını kaybeder... Ve devlet kapıya dayanır ve işçi ölümü-nün nedenlerini araştırır ve kabak İSG uzmanına patlar. Oysaki İSG uzmanı rapor hazırlamış, işvereni uyarmıştır. Fakat yönetmeliğe göre ölüm riski olan bir durumu işverene bildirmesine rağmen önlem alınmazsa bakanlığa bildirmek zorundadır... İSG uzmanla-rının maaşlarını işverenden almasına rağmen işvereni bakanlığa sikayet etmesi isten-mekte fakat bu bildirimin nasıl yapılacağı ile ilgili herhangi bir düzenleme de bulunmamak-tadır. Bu durum iş cinayetle-rinde İSG uzmanlarını günah keçisi yapmak ve işverenleri aklamak için yapılmıştır. İSG uzmanının 8 dakikalık hizmeti ile uyardığı işçi, 8 dakikalık iş güvenliği ve iş sağlığı eğitimi ile ikna olmamış ve işi bildiği gibi yapmaya devam etmiştir.

Devlete gelince, tüm Türki-ye’de 358 kişilik işyeri denetçisi ancak kaza olduğunda gelebilir durumdadır. Geldiğinde ise ne denetim ne de iş cinayetlerini önleme amacı ile gelir. Tek gayesi işvereni kurtarmak-tır. Hatta bakanlıktan yetkili kişiler verdikleri demeçlerde iş cinayetlerinin neredeyse her gün yaşandığı Tuzla Tersane-leri’nin soyunma odalarının 5 yıldızlı otel gibi olduğunu söyleyerek bakanlığın verdiği “önemi” vurgularlar. Çünkü iş cinayetleri soyunma odala-rında yaşanmaktadır. Sonuç olarak bugün olduğu gibi 70’in üzerinde İş(çi) sağlığı ve Güvenliği Uzmanı cezaevine girer ve bu çark böyle dönme-ye devam eder, işçi cinayetleri sürer...

İşveren ise zaten önemseme-diği işçi cinayetlerinin so-rumluluğunu 8 dakikalığına tuttuğu taşeron İSG uzmanına yıktıktan sonra bir taşla iki kuş vurmuş hissiyatıyla koltuğun-da rahat bir nefes alır. Hem işçinin hem de İSG uzmanının patronu olan işveren iş bulmak için kuyrukta bekleyen İSG uzmanları ile işletmesini tam güvenceye alır ve kervanını sürdürür.

Teknik altyapıyı, çalışma koşullarını uygun hale getirmek yerine işyerindeki tehlikeleri, iş sağlığı ve güvenliği uzma-nına yıkmak eski düzeni sürdürmekten başka bir şey değil.

İşveren, işçi cinayet-lerinin sorumlulu-ğunu 8 dakikalığına tuttuğu taşeron İSG uzmanına yıktıktan sonra bir taşla iki kuş vurmuş hissi-yatıyla koltuğunda rahat bir nefes alır. Hem işçinin hem de İSG uzmanının pat-ronu olan işveren iş bulmak için kuyruk-ta bekleyen İSG uzmanları ile işletmesini tam güvenceye alır ve kervanını sürdürür.

Ayda 8 dakika ile

İş cinayetleri son bulur mu?

Turgay Yılmaz

Page 24: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

24

Emek

Cerrahpaşa yemekhane işçileri işlerine geri

dönebilmek için başlattıkları direnişlerinin 22 gününde hedeflerine ulaştılar.

Dev Sağlık-İş üyesi 11 işçi, 22 gün boyunca hergün Cerrahpaşa Hastanesi bah-çesinde direniş çadırlarını kurmuş, diğer emek örgüt-

lerinin desteği ile Hastane yönetimi ve taşeron firma Beyaz Saray Şirketi’ni geri adım atmaya çağırmışlardı.

Taşeron firmanın geri adım atmak zorunda kalması so-nucu işe geri dönecek olan işçiler destekçileriyle birlikte günlerce kordukları çadırı 4 Şubat’ta birlikte kaldırdılar.

Denizli’de kurulu Zorlu Tekstil fabrikası yöneti-

mi, sendikaya üye oldukları için işten çıkardığı 36 işçinin fabrika önündeki direniş-leri sürerken, 60 işçinin daha işine son verdi. 10 işçi ise işverenin baskılarına dayanamayıp işten ayrıldı. Buna rağmen hem fabrika kapısındaki direniş, hem de çalışmakta olan işçilerin direnişçilere desteği sürüyor.

9 Ocak’tan itibaren dalga dalga işten çıkarılan işçiler her gün fabrika önünde bekleyerek, sloganlar atarak işe iade edilmelerini talep ediyor ve diğer işçileri sendi-kalaşmaya çağırıyor. Dire-nişçiler, özellikle işbaşı ve iş bitimi saatlerinde, ayrıca çalışanların yemek saatlerin-de çalışmakta olan işçilere yönelik “Köle değil işçiyiz, birleşince güçlüyüz”, “Direne direne kazanacağız” şeklin-de slooganlar atıyor. Buna karşılık içerideki işçiler de telefon ederek, el sallaya-rak direniştekilere destek veriyor.

İşçiler arasındaki bu daya-nışmayı kırmaya çalışan Zorlu Tekstil yönetimi ise dışarıda atılan sloganların duyulmaması için yemek-

hanede yüksek sesle müzik çalıyor ve işçilerin kendi aralarındaki konuşmaları engellemek için tuvaletlere bile nöbetçi koyuyor.

Zorlu Tekstil’in işten çıkar-dığı işçiler işveren hakkında işe iade ve sendikalı olmak-tan dolayı atılmaları nede-niyle tazminat talebiyle dava açtı.

Hergün fazla mesai

10 yıl, 16 yıldır aynı fab-rikada çalıştıkları halde sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan işçiler, işye-rindeki çalışma koşullarının son derece ağır olduğunu, düzenli olarak fazla mesai yaptırıldığını, günlük olağan çalışma saatinin 12 oldu-ğunu, patronun böylece 3 vardiyayı 2 vardiya haline getirdiğini söylüyor. Yaklaşık 800 işçinin çalıştığı fabri-kada işçiler sürekli olarak daha kısa sürede daha fazla üretim yapmaya zorlanıyor ve birbiriyle rekabete soku-luyor.

Diğer işçilere göre biraz daha fazla üretim yapanla-ra ise ikramiye veya prim yerine gofret ve çikolata veriliyor.

Sendikal haklara engelde “modern” taktik e-sahtekarlık7 Kasım’dan itibaren uygu-

lamaya giren e-devlet uy-gulaması ile işçi sendikalarına üye olmak ve üyelikten çıkmak PTT’den alınabilen şifreler yoluyla internetten gerçekleşti-rilebiliyor. Bu uygulama işçiler için 12 Eylül’de getirilen noter yükünü kaldırdığı bürokrasiyi azalttığı için sendikal harke-tin elini güçlendirir mi yoksa e-devlet bilgileri patronun eline geçip baraj örgütlenme tamamlanamadan işten atma saldırısına uğranılır mı tartış-maları yapılıyordu.Sendikal hakların engellenme-si, işçilerin iradelerinin dışında patron yanlısı sendikalarda ör-gütlenmeye mahkum kılınması Türkiye sendikal hareketi içe-risindeki yaşana gelen olumsuz durumlardan birisidir. Ancak geçtiğimiz haftalarda İzmir’in Torbalı ilçesinde bulunan Yatsan fabrikasında patron ve işbirlikçi sendikalar eliyle orga-nize edilen e-devlet üzerinden sahtekarlıkla işçilerin zorla Türk-İş’e bağlı Teksif Sendika-sı’na üye yapılması “çağa uygun sahtekarlık” olarak tarihe geçti.Patronun kendilerini Hak-İş’e bağlı Öz İplik-İş Sendikası’na üye yapmaya çalışmasına tepki gösteren işçiler, DİSK’e bağlı Tekstil Sendikası’yla iletişime geçmiş ve burada örgütlenme

dileklerini dile getirmişlerdi.

DİSK’ Tekstil’in daha sonra bölgede örgütlenmesi bulunan Türk-İş’e bağlı Teksif ’in fabri-kadaki sendikalaşma sürecine müdahil olması sonucunda kimi toplantılar yapıldı. DİSK Tekstil, TEKSİF ve Hak-İş’e bağlı Öz İplik-iş sendikalarının yanısıra patron temsilcilerinin de katıldığı bir toplantıda, fabrika yemekhanesinde bir re-ferandum yapılması ve işçilerin hangi sendikayı seçeceklerine kendi özgür iradeleriyle karar vermesi yönünde anlaşma sağlanmıştı. 18 Ocak günü yapılması kararlaştırılan refe-randum, patronun tek taraflı vazgeçmesi ve işçileri “ma-dem Hak İş istemiyorsunuz o zaman Türk-İş olsun” bakışıyla Teksif ’e yönlendirmesiyle iptal oldu.

Referandum iptalinin ardından DİSK’te örgütlenme iradesi gösteren işçiler e-devlet uygu-laması gereği PTT şubelerin-den şifrelerini aldılar. DİSK’e üye olmaya çalıştılar ama şifreleri hata veriyordu. Daha sonra Türk İş sendika yetkisni aldığını ilan etti. Türk İş’e üye olmuş gözüken işçilerin ha-berlerinin bile olmadığı ortaya çıktı. DİSK şüpheli durumu

araştırınca işveren ve vekille-rinin Torbalı PTT şubesinden işçiler adına e-devlet şifresi aldığı ve bu yolla Teksif sendi-kasına üyelik başvurularının yapıldığını öğrendi. İşçilere ise şifrelerini istediklerinde geçerli olmayan şifreler verildiği orta-ya çıktı.

Ortaya çıkan bu skandal uygu-lamalara ilişkin bir açıklama yapan DİSK Genel Sekreteri Arzu Atabek Çerkezoğlu, ya-şananların, Türkiye’de sendikal hak ve özgürlüklerin düzeyini göstermesi bakımından ibret verici olduğunu vurguladı. Patronun, “DİSK olmasın da ne olursa olsun” tavrıyla işçileri Türk-İş’e yönlendirdi-ğine dikkat çeken Çerkezoğlu, işyerinde baskıların arttığını ve hukuk dışı yollar kullanıldığını belirtti.

Çerkezoğlu, DİSK’in bu tür yetki anlaşmazlıklarındaki tu-tumunun net olduğunu belirt-tiği açıklamada, “Birden fazla sendikanın işyerinde faaliyet göstermesi durumunda Kon-federasyonumuz ilkesel olarak işyerine sandık kurulmasını, bir referandum ile demokratik yollardan yetkili sendikanın belirlenmesini savunmaktadır” dedi.

Örgütlü mücadele taşerona geri adım attırdı

Zorlu Tekstil: Dışarıda direniş içeride baskı

e-devlet sınıfın önünü açar mı?

E devlet uygulaması hayata geçtikten sonra Anadolu

Ajansı’na Çalışma Bakan-lığı’nın servis ettiği kimi haberlerde işçilerin e-devlet sayesinde örgütlenme eği-limlerinin arttığı, her gün yüzlerce işçinin sendikalara üye olduğu vs göze çarpma-ya başladı. Sendikal alanda faaliyet gösteren uzmanlar ise durumun hiç te yansıtıldığı gibi olmadığını belirtiyorlar.

Bu haberlere temel oluşturan durum ise yeni e-devlet uygu-laması tabanına verilerin eksik aktarılması sonucu zaten üye

olan binlerce işçi üye gözük-meyen halde idi. Sendikalarda mevcut üyelerini e-devlet üze-rinde yeniden üye yaptılar. Bu girişimlerde veri olarak yeni üye olunuyormuş algısı yarattı.

e-devlet uygulamasından önce sendikaya üye olmak ya da istifa etmek için notere gidi-liyordu. Hem ücreti, hem za-man kaybı nedeni ile bir külfet yaratıyordu işçiler üzerinde.

Noter şartının kaldırılması kesinlikle bir kolaylık getiriyor ancak bu kolaylığın yanında Torbalı’da yaşanan durum gibi

ciddi güvenlik riskleri barın-dırıyor.

Bir çok işyerinde patronların işçilerden zorla e-devlet şifre-lerini istediği biliniyor. Ayrıca e-devlet üzerinden üyeliklerde fiilen örgütlenme yapılabilen taşeron örgütlenmelerin önü de kapatılmış oldu. Taşeron işçilerin asıl işverenin işçileri ile aynı sendikaya üye olması büyük ölçüde engellenmiş durumda. İşçilerin kolayca üye olabilmesinin dışında sendi-kal engellemeler, yasaklar ve baskılar sürdükçe işçilerin önü açık falan olmayacak.

Page 25: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

25

Kadın

Kadın Emeği Platfor-mu (KEP), ilk çıkışını,

geçtiğimiz yılın son ayların-da AKP hükümetinin kadın istihdamına dönük “Kadınlara müjdeler olsun!” yasa paketi haberlerine/reklamlarına kar-şılık, “AKP’nin istihdam paketi kime müjde?” manifestosuyla gerçekleştirdi. Yaklaşık kırk sendika, parti, kadın ve meslek örgütlerinden kadınların bir araya gelerek oluşturduğu platform, muştulanan ancak içeriğinin bir türlü kadınlar-la paylaşılmadığı torba yasa taslağını masaya yatırdı. Hem yasanın oluşturuluş sürecini ki hükümet hiçbir biçimde kadın örgütleri ile müzakere etme-mişti, hem de taslağın kadın emeğini erkek egemen düzene uyumlu olmakla birlikte neoli-beral politikalar doğrultusunda biçimlendirmesini hazırladık-ları broşür yoluyla teşhir etti. Broşürde platform bileşen-leri paketin sunuluşundaki “doğum izni” veya “doğum yardımı” gibi kadınlara cazip

gelebilecek cımbızlamaların esasını ayrıntılı ele aldı. Kadın-lar hükümetin hali hazırdaki kadın bedenine dönük saldırı-larına -kürtaj yasaklama çalış-maları- ve kadınları anneliğe hapsedici buyurgan “3 çocuk doğur” söylemlerine de dikkat çekerek; kadınların güvencesiz, esnek ve düşük ücretli çalıştı-rılmasına itiraz etti.

Platform basın yoluyla, er-keklerin devredilemez çocuk bakım sorumluluğunun belir-lendiği bir yasa düzenlemesini, çocuk bakımından kaynaklı izinlerin ücretlendirilmesini, aile içinde kadın erkek eşitsiz-liğinin son bulmasını, emek piyasasında kadın emeğinin değersizleştirilmesine dönük uygulamalarının terk edilmesi-ni içeren taleplerini açık ve net biçimde duyurdu.

Platform Türkiye genelinde örgütleniyor

Daha sonra, Gezi sürecinden de gelen deneyimlerle birlikte, kadınları bir araya getirebile-cek, sorunları dillendirecek,

sorunların ortaklığını görü-nür kılacak forum etkinliği düzenlendi. Forumda esnek çalışmaya zorlanan çeşitli iş kollarından kadınlar çalışma hayatlarında yaşadıkları emek sömürülerini, kadın kimliğin-den dolayı yaşadıkları zorba-lıkları kadınlarla paylaştılar. Kadınlar kadınlarla konuştu; kadınlar birbirlerini dinleme fırsatı buldu.

Tarlada çalışan tarım işçisin-den, kendilerine haber veril-meden işlerinden çıkartılan, gösterdikleri direnişle emek tarihinde önemli yere sahip olan Kazova emekçilerine; ev işçilerinden mimarlara kadar pek çok kadın forumda söz aldı. Farklı gelir dağılımı, eğitim durumlarına karşılık çalışma hayatlarında kadınlık durumlarından kaynaklı yaşa-nan eşitsizliklerin dillendiril-mesinde platformun etkinliği zihin açıcı oldu.

Buraya kadar sıraladığım çalışmalar Platform’un İstan-bul ayağıydı. Türkiye çapın-da kadın örgütlerinin ortak

çalışmalarına zemin oluşturma gayretinde olan Platform, İzmir ve Ankara’ya da örgüt-lenme çalışmalarını taşıdı. Kadınlar forumlarla, sokak ey-lemlikleriyle kısıtlı olan kadın haklarının sermaye ve erkekler karşısındaki törpülenişine ses çıkardılar. Birbirlerine değerek içselleştirilmiş ayrımcılık deneyimlerini paylaştılar. İş yerlerinde erkek çalışanlarla kendilerini karşılaştırdılar, işten çıkarılışlarda neden kadınların ilk sırada olduğunu tartıştılar. Ocak ayı içerisinde Antalya Kadın Emeği Plat-formu da kuruldu ve hızla çalışmalarına başladı.

Politik bir zemin olarak KEP

Kadın Emeği Platformu’nun erkek ve sermaye iktidarının kadın emeğini değersizleş-tirmeye dönük politikalarını deşifre etmesi, taleplerimizi yüksek sesle duyurması, ortak-laşmış politikalar üretmesi biz kadınlar için çok önemli. Fark-lı kadın örgütlerini kapsıyor oluşu keza önemini arttırmak-

ta. Belirli günler dışında kadın örgütlerinin ortaklaşa çalış-maları örgütlerin gündemleri, Türkiye’nin gündem krizleri nedeniyle pek mümkün ola-mamakta. El birliği ile kurulan KEP’i kadın politikalarının ortaklaştırılmasında etkili bir politik zemin olarak görmek gerek. Gündemi sürekli yoğun olan Türkiye’nin iç politikasın-da kadın politikasını görünür kılmak, uygulamaya geçecek olan “gizli” yasa paketlerini kadınlar açısından ıskalama-mak için platformu diri tutmak da biz kadınların sorumluluğu. Patriarkal düzenin beden ve kimlik politikalarına paralel kadın emeğinin evde erke-ğe hizmetçi, bakıcı; çalışma hayatında sermayeye ucuz ve vazgeçilebilir emek gücü olarak sunulması kadınların birlikteliğinden gelen güçle engellenebilir.

Politik bir zemin

Kadın Emeği Platformu Halime Ç.

Kadın politi-kasını görünür kılmak, uygu-lamaya geçecek olan “gizli” yasa paketlerini ka-dınlar açısından ıskalamamak için platformu diri tutmak da biz kadınların sorumluluğu.

Page 26: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

26

Kadın

Akşam saatleri, yorucu bir iş günü ardından eve

dönüş yolundaki kadın, yol üzerindeki markete uğrar, ak-şam yemeği için evin eksikleri-ni giderir. Çocukların istekleri gelir aklına, kırtasiyeye de girer. Annesinin biten ilaç-larını son anda hatırlar, açık bir eczane bulur. Nihayet eve varmıştır. Okuldan yeni dön-müş çocuklarıyla günün nasıl geçtiği üzerine sohbet ederken, bir yandan da mutfakta yemek hazırlıklarına girişmiştir. Yemekten sonra bulaşıklar makineye dizilirken, çocuklar ödevlerin başına geçmiştir çoktan ve takıldıkları sorulara yardım beklemektedirler. Bir yandan ödevler yapılırken, diğer yandan ertesi günün hazırlıkları başlar. Makineden çıkan çamaşırlar, giyileceklerin ütüsü, ortalığın toplanması, çocukların yatağa hazırlanma-sı, okul hazırlıklarının yapıl-ması…

Kadın evde ekonomik getirisi olmayan ikinci mesaisinin akşam kısmını da böylece tamamlamıştır. Sabah kaldığı

yerden devam etmek üzere… Kadınlara erkek egemen tarihin biçtiği cinsiyet rolleri gereği yüklenen sorumluluk; aile reisi olarak görülen erke-ğin ertesi güne diri bir işgücü olarak hazırlanması, çocukla-rın gelecekteki işgücü olarak yetiştirilmesi ve artık üretim sürecinin dışında kalmış aile büyüklerinin bakımını üstlen-mesi ve tüm bunların dışında, yapabiliyorsa, ekonomik geti-risi olan bir işte çalışmasıdır. Tüm kriz dönemlerinde önce kadınların işsiz kalması da bundandır. Kadının asli görevi evdeki işi, yani toplumsal ye-niden üretimin gerçekleştiril-mesidir. Çocuk ve yaşlı bakımı gibi sosyal alanlardan devlet çekildiğinde kadınlar daha da eve kapanmaktadır.

Evden çalış, esnek çalış

Kadının evde harcadığı bu emek, toplumsal cinsiyet rolü gereği doğal görevi olarak değerlendirilmesi nedeniyle görünür değildir. Görünmeyen emek olarak kalması da ata-erkiden beslenen kapitalizme son derece uygundur. Kadınlar asli görevleri sayılan bakım işlerini evde yerine getirirken; devlet, bu alanı desteklemek için ayrıca bütçe ayırmasına gerek kalmadığından kazançlı

çıkar. Ayrıca bakım hizmetleri piyasalaştırılarak ayrı bir kar alanı haline getirilmiştir. Ev içi bakım işlerinde çalışan kadın-lar düşük ücretlerle, güvencesiz çalışmaktadırlar. Kadınların evde arta kalan zamanlarında, gene kadınlık rollerine uygun işleri çok düşük ücretlerle, sabit olmayan gelir karşılı-ğı güvencesiz, ek iş olarak yapmaları hükümetin çıkar-dığı torba yasalarla özendiril-mektedir. Kadınlar güvenceli işlere değil “esnek” çalışma adı atında enformel alana yönlen-dirilmektedir. Evdeki görünmeyen emeğimizi biraz görünür kılmaya çalışa-lım ki, evde harcanan ikinci mesai dediğimizde anlaşılır olsun. Kadınlar ev ve bakım iş-leri için bir günün ne kadarını

ayırıyorlar? Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2006 yılında yaptığı zaman kullanım anketi 15 yaş ve üzerindeki 11.815 bireyi kapsa-mıştır. Anket kapsamında aile fertleri hafta içi ve hafta sonu olarak ikiye ayrılmış zaman di-liminde 24 saat boyunca onar dakika aralıklarla yaptıkları faaliyetleri kaydetmişler.

Anket sonuçlarına göre

Çalışan erkekler günde orta-lama 6 saat 8 dakika, çalışan kadınlar ise ortalama 4 saat 19 dakikayı ekonomik bir işte çalışmaya ayırmaktadır. Buna karşın çalışmayan erkeklerin hane halkı ve ev bakımına ayırdığı süre sadece 1 saat 12 dakika iken kadınlarda bu süre

5 saat 43 dakikadır. Bu süre çalışan erkeklerde sadece 43 dakika, çalışan kadınlarda ise 4 saat 3 dakikadır. Yani kadın-ların ekonomik getiri için çalıştıkları süreyle hane halkı ve ev bakımına ayırdıkları süre neredeyse eşittir. TV seyretme, kitap, gazete vb. okuma gibi faaliyetlere çalışan kadınlar sa-dece 1 saat 34 dakika ayırırken çalışmayan kadınlar 2 saat 18 dakika ayırmaktadır. Çalışma-yan erkeklerin ayırdığı süre ise 3 saat 12 dakikadır.

15 ve daha yukarı yaştaki kadınların hane halkı ve ev bakımına ayırdığı sürenin ayrıntısına bakıldığında bu işler için harcadıkları zamanın yüzde 46’sı yiyecek hazırla-ma, pişirme, bulaşık yıkama vb faaliyetlerde, yüzde 21.2’si konutun temizlenmesi ve bakımında, yüzde 13.8’i ise çocuk bakımında geçmektedir. Erkekler gün içindeki ortalama 51 dakikanın yüzde 13.5’ini yiyecek hazırlama, pişirme, bulaşık yıkama vb faaliyetle-rine yüzde 20.4’ünü ise çocuk bakımına ayırmaktadır. Avrupa ülkelerinde yapılan benzer çalışmalarda da durum çok farklı değil. Kadınlar za-manının önemli bir kısmını ev ve bakım işlerine, erkekler ise çalışmaya ayırıyorlar. Yemek, uyku ve kişisel bakım için ayırdıkları sürelerse birbirine yakın.

Bu araştırmanın istatistikleri kadınların meramını özetliyor sanırım. Ev ve bakım işleri için harcanan emeğin yoğunluğu, kadınlara yüklenen toplumsal cinsiyet rolünde ısrar eden politikaları yorumlamamızı kolaylaştırıyor. Başbakan Er-doğan’ın “3 çocuk” söylemiyle öne çıkan, kadın bedeni üze-rinden sürdürdüğü politik hat, aslında geleceğin işgücü için kadınları bir yandan doğurma-ya teşvik ederek eve kapatırken diğer yandan eve kapanan kadının sistemin tam da iste-diği gibi enformel çalışmaya zorlanmasından başka bir şey değildir. Muhafazakar politik hattıyla örtüştürerek aslında ataerkil kapitalizmin küresel kadın düşmanı politikasını kadınlara dayatmaktadır.

Evde de üretmeye, yeniden üretmeye devam eden biz kadınlar; “Ev işini bırakalım, dünya dursun” desek, nasıl olur?

Ev işini bırakalım, dünya dursun

Deniz Nalbantoğlu

Çalışan erkekler günde ortalama 6 saat 8 dakika, çalışan kadınlar ise ortalama 4 saat 19 dakikayı ekonomik bir işte çalışmaya ayırmaktadır. Çalışan erkeklerin hane halkı ve ev bakımına ayırdığı süre sadece 43 dakikayken, bu süre çalışan kadınlarda 4 saat 3 dakikadır. Yani kadınların ekonomik getiri için çalıştıkları süreyle hane halkı ve ev bakımına ayırdıkları süre neredeyse eşittir.

Page 27: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

27

Tekn

oloj

i

Düşünceyi ifade etme, örgütlenme, basın özgür-

lüğü gibi konularda hemen her istatistik çalışmasında Türkiye’nin korkunç sicilini görüyoruz. Buna bir yenisi, devletin kontrolünde internet de eklendi.

Devletleştiği oranda kontrol etme isteği dizginlenemez hale gelen AKP hükümeti, uzun süredir internete şekil vermeye çalışıyordu. Google’ın 2013 Şeffaflık Raporu’ndan öğren-diğimiz kadarıyla bu kontrol isteği öyle bir noktaya ulaş-mış ki, 2013’ün ilk yarısında Google’a hükümetlerin yaptığı 3846 başvurudan 1673’ü Türkiye’nin. Önceki altı aylık verilerin on katı demek.

Sansürde birincilik

Bu “kaldırtma arzusu” kendisi-ni kolay kolay gerçekleştireme-yince yurt içindeki düzenleme tek seçenek haline geldi. Bir kez daha YouTube’un kapa-tılmasına benzer bir skandal olmaması için sansüre kafa yoranlar, teknik bilgiye sahip olanlarla oturup adres temelli bir yasaklama yapılmasını öngören, bunu da Telekomüni-kasyon İletişim Başkanlığı’nın yapmasını sağlayan kanun teklifini hazırladılar. Teklif yasalaştı, yani bu konuda da

birinciliği kimseye bırakmaya-cak bu ülke.

Adres temelli erişim yasağı-nın ötesinde internet servis sağlayıcıların kayıt tutmasını öngören henüz tam olarak nasıl işleyeceğini bilemediği-miz ama deneyimlerimizden yola çıkarak dijital fişleme olarak adlandırabileceğimiz bir düzenleme daha yapıldı. Buna göre tüm servis sağlayıcılar hangi sitelere girdiğimizi 2 yıla kadar kaydedecek. Bu tip bir takibin, bir yerden girilen site-nin konusunda uzman savcılar tarafından nasıl davalara dö-nüştürüldüğünü bilerek basit bir kayıt altına alma durumu olmadığını söyleyebiliyoruz.

Çocukları korumak sadece bahane

Bu düzenlemelerin gerek-çesi olarak çok sık başvuru-lan çocukların ve gençlerin korunması, çocuk pornografisi söylemleri bu kısıtlamaların en meşru noktası gibi gö-rünüyor. Ancak çocukların neye göre korunacağına da devlet ve servis sağlayıcılar herkesin yerine karar vererek “aile paketi” diye bir sansürü zaten bir hizmet gibi sunuyor.

Tüm dünyada örnekleri olan çocukların ve ebeveynlerin eğitilmesine dönük gerçekçi bir girişim bulunmuyor. Ço-cuklar için içerik üretilmesini teşvik eden, internetin hayatın doğal bir parçası olduğundan hareketle temel bilgisayar-in-ternet okur yazarlığı edindir-meyi amaçlayan uygulanabilir program, politika belgesi yok. Anadili Türkçe olan çocuklar için arama motoru Almanya’da var (www.blinde-kuh.de) ama Türkiye’de yok. Çocukları ön-celeyen ve onlara göre katılım, bilgiye erişim mekanizmaları yerine çok kaba, esnetilemez bir filtre varken çocukları korumak için meşru zeminden söz edilemez.Sıkça duyduğumuz bir de soru var: “Saklayacak bir şeyin yoksa neden çekiniyorsun?” sorusu. Aslında bu soru Bri-tanya’daki inanılmaz sayıda gü-venlik kamerasının meşruiyeti için üretilmiş kamu spotunun sloganından alınma. Mesele-nin neo-liberalizmle ilişkisini buradan görebiliyoruz. Cevabı ise kolay; sana ne! Hangi şeffaf-lık var ki ben devletin benim internet hayatıma erişmesin-den çekinmeyeyim ki? Yaklaşık 40 gündür şahit olduğumuz içinde hukuk geçen hükümet-

cemaat taktik savaşının bu topraklarda adaletin değil ama bir egemenin hukukunun ol-duğunu gösterirken, o hukuka göre ne zaman suç sayılacak, ne zaman ileri sıfatıyla demok-rasi parantezine alınacak bir internet gezintisi yaptığımızı bilebiliriz?

Gözetleme toplumsal güvensizliği besliyor

Üstelik gözetleme ile elde edilecek yığınsal verinin doğru işlenmesi çok zor olmakla beraber ancak bir sonuca bizi götürür. Mesele kötü olanın engellenmesi ise bu yolla zaman zaman engellense bile o kötüye sebep olanları ortadan kaldırmaz, bir sargı bezi bile değildir. Gözetleme, içinde ya-şadığımız güvensizlik iklimini besleyerek toplumsal güveni ve haliyle dayanışmayı zayıflatır. Herkesin dinlendiğini düşün-düğü, izlenmekten korktuğu ve rakip gördüklerine karşı gözetleyerek güç kazanmak istediği bir toplumdayız. Her yer, altgeçitlerden lüks tekno-loji marketlere kadar çeşitli şekillerde gözetleyecek, dinle-yecek kameralar, mikrofonlarla veya bunu imkansız kılacak jammerlarla dolu. Devletin

gözetleme arzusuyla paralel bir süreçten söz edebiliriz.

Özgür yazılıma yasak olmaz

Hepsine bakıp büyük bira-derin, “yassah hemşerim” sözüne teslim olmak istemiyor hiç kimse. Biraderin pazar-lığa niyeti yok, izlemekten vazgeçeceği de. Muhalefetin örüldüğü nokta ise “tüketici boykotu” önerisinin ötesine geçmek zorunda. Devlet her dedikodudan haberdar olmak istiyorsa da, her karşı fikri bir yere kapatmak da istiyorsa da “iptal ederim, kullanmam” ötesinde, araçları ve gözetleme arzusunu bükebileceğimiz bir fırsata sahibiz. Yeryüzünde binlerce özgür yazılımcı, inter-netin bu yasaklamalara teslim olmaması, kişisel gizliliğin korunması için yöntemler ve araçlar geliştiriyor. Tor, VPN, proxy önümüzdeki günlerde daha sık duyacağımız ve tıpkı YouTube yasağında olduğu gibi hayatımıza girerek toplumsal bir bilgiye dönüşecek kavram-lar, araçlar olacak. Şimdi de biz soralım; “bize mi yassah hem-şerim?” Toplumsallaşan bilgi bu yasağı görünmez kılacaktır.

Bize mi ‘yassah?’

Özgür Mehmet Kütküt

İnternet sansürüne karşı muhalefetin

örüldüğü nokta “tüketici boykotu” önerisinin ötesine geçmek zorunda. Sansürü aşacak

araçlara ilişkin bilgi toplumsallaştıkça

devletin gözetleme arzusunu

bükebileceğiz.

Page 28: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

28

Gen

çlik

Geçtiğimiz günlerde ya-pılan YÖK Genel Kuru-

lu’ndan sonra Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı 2-3 yıl için-de üniversiteye giriş sistemini tamamen değiştireceklerini ve ortaöğretime geçiş yöntemi-ne benzer bir uygulama için hazırlık yaptıklarını söyledi: “Tıpkı Amerika’da olduğu gibi çocuğun sportif, sanatsal ve kültürel başarılarının da değerlendirmeye katılacağı bir sistem üzerine çalışıyoruz. Sistemi iyi oturtabilirsek bazı üniversiteler öğrencinin belli alanlarda gösterdiği başarıyı ölçü alarak öğrenci alabile-cek.” Yapılacak değişiklerle ilgili henüz net ve detaylı bilgilere sahip değiliz. Ancak sadece yukarıdaki cümlede geçen ‘Tıpkı Amerika’daki gibi’ vurgusu, bize değişikliklerin hangi sistemi model alarak gerçekleşeceği hakkında öngö-rüde bulunma imkanı veriyor.

Amerikan sistemi

Kısaca Amerika’daki üniver-siteye giriş sistemini incele-mekte fayda var. Amerika’daki üniversiteler başvuru yoluyla öğrenci kabul ediyorlar. Yani öğrenci öğrenim görmek iste-diği üniversitelere, o üniver-sitelerin belirlediği kriterlere göre hazırlanmış belgelerle başvuruda bulunuyor. Her üniversite kendi kriterlerini belirlese de hemen hemen her üniversitenin öğrenci kabul ederken dikkat ettiği ortak hususlar bulunuyor. Bunlardan bazıları şöyle; öğ-rencinin, YGS-LYS’ye benze-yen, merkezi olarak yapılan SAT1-SAT2 sınav sonucu, lise

not ortalaması, ders dışın-da aldığı sertifikalar, burslu mu burssuz mu başvurduğu. Ayrıca öğrencinin üniversiteye başvururken yapacağı bağışın miktarı da üniversiteye kabul edilme konusunda ciddi bir faktör olabiliyor.

Tıpkı Amerika’daki gibi paralı

Kabaca bir karşılaştırma ya-parsak, merkezi olarak yapılan sınavların ve lise not ortalama-sının üniversiteye girişte etkili olması Türkiye’de de geçerli olan bir durum. İki sistem ara-sındaki temel fark ise; Ameri-ka’da devlet üniversitelerinin paralı olması ve kendi giriş kriterlerini oluşturması. ‘Tıpkı Amerika’daki gibi’ bir üniver-siteye giriş sisteminin otur-ması için yapılması gerekenler şöyle; üniversitede öğrenim görmenin bir ücreti olacak, lise öğrencileri üniversiteye kabul edilebilmek için kurslara ücret ödeyerek sertifika almak zorunda kalacak ve başvuru esnasında bir miktar ‘bağış’ta bulunması gerekecek.

Amerika’daki üniversite giriş sisteminin Türkiye’deki üniversite giriş sistemiyle karşılaştırıldığında olumlu ve olumsuz yanları bulunmakta. Amerika’da üniversiteler yapı-lan merkezi sınavlar dışında kendi oluşturdukları kriter-lerle öğrenci alarak görece özerklik kazanmış oluyorlar.

Bu özerklik Amerika’daki üniversitelerin belli alanlarda uzmanlaşmasına ve o alan-larda dünyada en çok üretim yapan üniversiteler olarak görünmesine neden oluyor. Ancak Amerika’daki sistemde üniversiteye girebilmek ve o üniversitede öğrenim görebil-mek için kurslara, sertifikala-ra, üniversitenin kendisine bir

hayli para vermeniz gerekiyor.

Bu sistemin Türkiye’de uy-gulanması yoksul ve emekçi çocuklarını burslu okuyabilen-ler dışında büsbütün üniversi-tenin dışına atacaktır.

Buraya kadar yaptığımız kar-şılaştırmalardan çıkardığımız sonuçlardan biri 2-3 yıl içinde uygulamaya konması plan-lanan sistemin kamuoyunda tartışıldığı gibi ‘sınavsız üni-versite’ tartışması olmadığıdır. MEB’in uygulamaya koymayı planladığı bu sistem doğrudan üniversite giriş sınavlarını kal-dıracak bir sistem değil, olsa olsa üniversitelere, yapılacak merkezi sınavların yanında bazı ek kriterler koyabilme hakkı tanıyacak bir sistem ola-caktır. AKP bütün alanlarda hız kesmeden savunmaya ve uygulamaya devam ettiği neo-liberal politikaları bu düzenle-meyle eğitim alanı içinde daha etkili kılmaya çalışmaktadır.

Sınavsız Üniversite için

Peki en çetin soruya gelecek olursak; sınavsız bir üniver-siteye giriş mümkün müdür ve nasıl olmalıdır? Bu soruyu elbette burada birkaç satırda tam olarak cevaplayabilmek güç. Ancak şunları belirt-mekte fayda var. Üniversite giriş sistemi sadece bir lise sorunu değildir. Okul öncesi eğitimden yükseköğrenime kadar tüm eğitim sistemi ile ilgilidir. Sınavsız bir üniver-site giriş sistemi için rekabeti temel alan, maddi üretimden uzak bir eğitim anlayışı yerine dayanışmacı, maddi üretim ile birleştirilmiş eğitim sistemi gereklidir.

Eğitim sistemi, öğrencinin tek bir yönde gelişimini sağlamak yerine fiziksel ve zihinsel çalış-ma arasındaki farkı kaldıracak şekilde çok yönlü gelişimini sağlamalıdır. Okul öncesi eği-timden yükseköğrenime kadar tüm eğitim sistemi; bölgeler, okullar ve cinsiyetler arasın-daki eşitsizliklerin giderildiği, herkesin eğitim hakkından, eşit ve parasız olarak yararlan-dığı ve kimsenin eğitim hak-kından mahrum bırakılmadığı bir şekilde yeniden düzen-lenmelidir. Bu düzenlemeler yapılmadan sınavlara dayalı çözümsüzlük sisteminden kur-tulmak mümkün değildir.

Osman Taşkın

Sınavsız bir üniversite giriş sistemi için rekabeti temel alan, maddi üretimden uzak bir eğitim anlayışı yerine dayanışmacı, maddi üretim ile birleştirilmiş eğitim sistemi gereklidir.

Sınavsız üniversite Mümkün mü?

Page 29: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

29

Gen

çlik

Gezi İsyanında İstanbul Ümraniye’de öldürülen

Mehmet Ayvalıtaş’ın duruşma-sı 5 Şubat’ta Kartal Anadolu Adliyesi 8. Ağır Ceza Mahke-mesi’nde görüldü. Yüzler insan Mehmet Ayvalıtaş için adliye önündeydi. Ayvalıtaş ailesi, Berkin Elvan’ın, Ethem Sarısü-lük’ün, Abdullah Cömert’in ya-kınları, HDP İstanbul Belediye Eşbaşkan adayı Pınar Aydınlar, CHP milletvekilleri, sosyalist örgüt temsilcileri, aydınlar duruşmayı izledi.

Mehmet Ayvalıtaş ve annesi Fadime Ayvalıtaş’ın resimleri duruşma salonunda taşınırken,

dışarıda Mehmet ayvalıtaş için adalet talebini dile getiren yüz-lerce insana polis gaz bomba-larıyla saldırdı. Duruşmada ara karar açıklandı. Sanık Cengiz Aktaş’ın ve tanıkların zorla ge-tirilmesine karar verildi. Dava 21 Mayıs’a ertelendi.

Duruşma sonrası adliye önün-de bir açıklama yapan Mehmet Ayvalıtaş’ın yakını Volkan Ay-valıtaş; “Yine hazırlanmış bir senaryonun kurbanıyız. Adalet istiyoruz.” dedi.

Aynı günün akşamı Mehmet Ayvalıtaş’ın davasının 2. Duruşmasının ardından ya-

şanan adaletsizlikleri protesto etmek için Kadıköy Boğa Heykeli meydanında çok sayıda kişi toplanıp protes-toda bulundu. “Adalet için yürüyoruz” diyerek Kadıköy Boğa’dan yürüyüşe başlayan kitle “Hepimiz Mehmet’iz öldürmekle bitmeyiz”, “Fadime Ana onurumuzdur” slogan-ları atarak Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’nda basın açıklaması yaptı.

Mehmet Ayvalıtaş Meyda-nı’nda yapılan açıklamanın ardından Altıyol’a yürümek isteyen kitleye polis TOMA ve gaz bombalarıyla saldırdı.

Ağaç yaşken eğilir deyimini desteklercesine yeni nesli

eğmek, istenilen şekli vermek gayesini güden eğitim siste-miyle hayatımızın en kritik çağında karşılaşıyoruz.

Eğitimle neyin doğru neyin yanlış olduğunu, hayatımızın amaçlarını -sınavlar, kariyer, iyi insan olmak- iktidarın is-tediği şekliyle zorla öğrenmek zorunda kalıyoruz. En kötüsü de; bu dayatmanın, baskı ve stresinin normalleştirilme-si oluyor. Bu yüzdendir ki yıllardır dayatmanın gerekçesi olarak gösterilen kanunların ve yönetmeliklerin kaderle aynı anlama geldiği sanıldı.

Eğitim ve öğrenim piyasacı zihniyetin elinde ucuz işgücü üretim çarkına dönüşmüş,

bilimsel eğitimden eser kal-mamıştır. Okullar da dersha-neler de ücretli hale gelmiştir. Zorunlu din dersleriyle devlet eliyle bir dayatma uygulan-maktadır. Karma eğitimin bitirilmesi, kadın ve erkek öğrencilerin harem-selamlık şeklinde eğitim alması tartışıl-maktadır. Dershane adıyla açılan ku-rumların Cemaat örgütlenme-sinin payandası olduğu herkes tarafından başından beri bili-niyor. Fakat AKP ve Cemaat arasındaki gerilimi körükleyen asıl mesele dershane meselesi değildir. Dershanelerin kapa-tılmasına kılıf hazırlayanlar öncelikle özel okul-devlet oku-lu ayrımına ve ayrımcılığına bakmalıdır. Bugün yandaşın, zenginin, hırsızın, patronun çocuğuysan özel okullarda ve hatta Amerika’da okuyabilir-sin. Öte yandan bu ülkenin emekçi halkının çocuklarına

reva görülen, sadece gelecek-sizliktir.

Dershanelerin kapatılmasın-da “eğitimde tam bir eşitlik” şiarını kendine maske edin-meye çalışan Hükümet eğer gerçekten bu konuda sami-miyse, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim taleplerini de gözden geçirmek zorundadır. Eğer gerçekten samimiyse; öğretmen olmak için gerekli eğitimi başarıyla bitiren bütün emekçiler, çalışma alanlarında görevlendirilmeli ve iş güven-cesine sahip olmalıdır. Eğitim ve öğrenim tüm kademelerde parasız olmalı ve devlet tara-fından sağlanmalıdır. Bunun için vakıf-özel üniver-siteler de dahil tüm okullar kamulaştırılmalıdır. Bilimsel eğitim bütün kademelerde sağlanmalıdır. Din ve inanç özgürlüğüne aykırı olan zorunlu din dersleri kaldırıl-malıdır.

Tam da bu noktada bizim karnımız tok, tavrımız nettir! Eğer gerçekten samimiyseniz dershaneleri kapatın, özel okulları kamulaştırın, eğitim öğretim müfredatını bilimin kılavuzluğunda yeniden yapı-landırın. Sizin de tavrınız net ise herkese parasız, cinsiyetsiz, bilimsel, eşit ve anadilinde eğitim verin.

İdil Özbek

Sistemin çılgınlığının bir yöntemi var

Gezi İsyanı sırasında Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinin yargılandığı, Eskişe-

hir’den Kayseri’ye taşınan davanın ilk duruşması 3 Şubat’ta görüldü.

Türkiye’nin bir çok kentinden binlerce kişi, yolda yapı-lan birçok saldırıya ve engellemelere rağmen Ali İsmail Korkmaz için Kayseri’ye gitti. Duruşma boyunca mahkeme önünde sloganlar atıldı, kitleye hitaben konuşmalar yapıldı. Salona giren Ali İsmail Korkmaz’ın annesi sanıklarla karşılaşınca gözyaşları içinde: “Ali’ye nasıl kıydınız! Oğlum ne yaptı size?” diye haykırdı. Adliye önünde bir açıklama yapan Ali İsmail Korkmaz’ın ağabeyi Gürkan Korkmaz şunları söyledi: “İlk defa Ali’nin katilleriyle yüz yüze geli-yoruz. Ama onlar yüzümüze bakamıyorlar, hatta başlarını bile kaldırmıyorlar.”

Adliye önünde bekleyen kalabalığın yanında konuşlanan çevik kuvvetin kitleyi taciz etmesi üzerine gerginlik yaşan-dı. Duruşmanın ikinci bölümünde sanık polisler ifadelerini verdi. Polisler genel olarak ya olayı hatırlamadıklarını ya da kendilerine verilen talimatları uyguladıklarını söyledi. Duruşmanın sonunda mahkeme heyeti, tüm tutuklu sanık-ların tutukluluk hallerinin devamına, tutuksuz yargılanan katil zanlısı Yalçın Akbulut’un tutuklanma talebinin reddi-ne karar verdi. ava 12 Mayıs 2014 tarihine ertelendi.

“Çocuğuma nasıl kıydınız?”

Ayvalıtaş duruşmasında halka polis saldırısı

Page 30: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

30

Ekol

oji

HDP MYK Üyesi Prof. Dr. Beyza

Üstün ile ekoloji ve su meselesi üzerine bir röportaj gerçekleş-tirdik.

Su - yaşam ilişkisinden başlayarak su meselesini bize anlatabilir misiniz?

Suyu konuşmak için suyun önce yaşam içindeki çok temel yerini iyi algılamak lazım ve yolculuğunu yaptığı bütün kara ve sucul ekosistem içindeki davranışını da iyi kavramak lazım. Su döngüsü dediğimizde aslında yerkü-redeki döngüyü de iyi kavra-mak lazım. Su yaşamın temel kaynağıdır, susuz hiçbir canlı yaşamını idame ettiremez.

Suyun yerküredeki uzun yol-culuğuna bir bakalım: Yağışla yeryüzüne kar ya da yağmur olarak düşen su, havzadaki topraktan süzülerek yüzey sularını yani gölleri, akarsula-rı, denizleri ve yeraltı sularını besler; birleşerek dereleri, akarsuları oluşturur. Aktığı yol boyunca da cansız yapıdan, topraktan, yeraltından süzü-lürken mineralleri temel besin maddelerini çözerek canlılara besin olarak taşır; yağış olarak düştüğü toprakta yüzeyden akarken yeraltı su katmanları-na sızar, yeraltında geçtiği kat-manlarda mineralleri çözmeye devam eder ve tekrar yüzeye çıkarak akarsu, göl ve deniz sularını canlı yaşamı için zenginleştirir. Akışı sırasında atmosferden çözdüğü oksijeni de alarak yolculuğu ile ulaştığı her yerde, çevresinde var olan canlılara hayat verir. Bu yol-culuğunda su; kaybolmadan,

dünyanın var oluşundan bu yana, doğanın var oluşu için döngüsüne devam eder.

Suyun yeryüzüne yağış olarak düştüğü en üst koddan akarak geçtiği tüm alan o suyun hav-zası olarak bilinir. Bir akarsu ya da göl yatağını düşündüğü-nüz zaman, bu yatağı besleyen, en yüksek kotlardan suyu göle, dereye, denize akıtan tüm karasal alan, bu alanın içinde var olan dereleri, gölleri besle-yen yeraltı sularının ve yeraltı akışı ile suyun geçtiği yeraltı katmanı, suyun yolculuğunu sürdürdüğü havzasıdır.

Su havzalarındaki sanayileşmenin etkilerini nasıl görüyorsunuz?

İç Anadolu’da Beyşehir Gö-lü’nün sularının yeraltı akışı ile Akdeniz’e kadar ulaştığı bi-linmektedir. Artvin’de yapılan Borçka Barajı’nın oluşturduğu nemin Hopa’yı, Kemalpaşa’yı etkilediği, coğrafi olarak, başka bir havzada olduğu dü-şünülen Kemalpaşa-Hopa’da çay hasadını etkilediği bilin-mektedir. Bu nedenledir ki su havzasının sınırlarını coğrafi olarak çizmek mümkün değil-dir, havzayı belirleyen suyun akışı ve döngüsü ile etkilediği bölgedir. Dolayısı ile bu suyun etkilediği alanın tümüne ve tüm yaşama müdahaledir. Kir-lenme arttıkça sucul sistemin kendi kendine kirlilikle baş etme yetisi de azalır.

Ne yazık ki Türkiye ve ben-zeri ülkelerde su havzaları; doğal olarak korunma yerine; kullanıma ve yerleşime açıldı-ğından atıkların doğayı tehdit etmesi engellenememektedir. Toplanamayan ve arıtılamayan atık sular bir şekilde havzanın

yüzeysel sularına, yeraltı suyu-na ya da toprağına doğrudan sızmaktadır. Suda bulunan oksijen tüketildiğinde; bu or-tamda yaşayan diğer canlıların yaşamları tehdit altına girer. Doğanın baş edemeyeceği miktarda kirliliğin ortama ve-rilmesi durumunda ise doğal ortamın kendini yenileye-bilmesi zorlaşır. Endüstriyel üretimler sonucunda doğaya

daha dirençli kirleticilerin bırakılması durumunda bu kirleticiler suyun akışı bo-yunca karşılaştıkları canlının bünyesine geçer ve besin zin-ciri ile bir üst yapıdaki canlıya geçerek insana kadar ulaşır. Canlıyı, yaşamını, ölüme ka-dar, türünün yok olmasına ve besin zincirinden kopmasına kadar götüren olumsuz sürece sokarlar.

Sözünü ettiğimiz, üretimlerin sonucunda kirlenme ile doğa yıkımları 1970’li yıllardan beri sürmektedir. 2000’li yıllara geldiğimizde, kapitalizmin son krizine kadar su havzalarının kullanıma yerleşime, sanayiye, turizme açıldığını görüyoruz. Bunun sonucunda su hav-zaları, toprağı ile, dereleri, gölleri, yeraltı suyu ile giderek kirletildi. l992 yılında Rio’da alınan uluslararası kararlar, doğanın kapitalizmin kıskacı-na sokulmasını, doğal özellik-lerini daha fazla ve daha hızlı yitirmesine neden oldu.

Röportaj: Fatoş Osmanağaoğlu

‘Su yaşamın temel kaynağıdır’

HDP MYK Üyesi, Prof. Dr. Beyza Üstün

Page 31: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

31

Ekol

oji

“Sürdürülebilir kalkınma” gerçekten sürdürülebilir midir?

BM tarafından protokollere konan, “sürdürülebilir kalkın-ma” stratejisi uluslararası ve ulusal düzenlemelerle hızlıca yürürlüğe sokuldu. Böylece kapitalistlerin doğayı sınırsız-ca kirletmeleri, suyu ve toprağı sınırsızca üretimlerinde kul-lanmaları için yasal dayanak sağlanmış oldu. “Kalkınma” sınır tanımazken, sermaye bi-rikiminin gereklerinin doğa ve toplum koruma stratejileri ile

dengede ve eşdeğer kılınabi-leceği savı emeğin ve doğanın sermaye birikiminde sınırsız kullanılması ile yaşama geçti. Sulak alanların kirlenmesine ve kirlenen sucul sistemlerde ve çevresinde yaşayan türlerin yok olmasına göz yumuldu.“Sürdürülebilir kalkınma” stratejisi doğrultusunda çevre yasa ve direktiflerde “kirleten öder” mantığı yasallaştı, doğal ortama boşaltılan atıklar için, kirleticiye kirletme hakkı ve-rildi, bu hak da yasallaştırıldı. Su havzalarının havza koru-ma statülerinin değiştirilmesi siyasi bir yönetim strateji-

siydi. Dönemin siyasi yetki-lileri tarafından su havzaları koruma kararları kaldırılarak turizme, sanayiye, yerleşime açıldı. Böylece su havzalarının kirletilmesine izin verildi/göz yumuldu. Beraberinde orman ekosistemi yok edildi.

Örneğin, dünyanın sayılı lagünlerinden biri olan Kü-çükçekmece Lagün Havzası 1984’te koruma statüsünden çıkarıldı. Böylece 400 sanayi kuruluşu bu bölgeye konuşlan-dı. İSKİ kanalizasyona deşarj edilebilecek suların derelere boşaltılmasına göz yumuldu.

Ergene Nehri, Konya Şehri atık suyunun boşaltıldığı, bu nedenle kirlenen Tuz Gölü, bu kararların mahkumlarından sadece birkaçıdır.

Suyun metalaştırılması için neler söylemek istersiniz?

Kapitalizmin hırsı sadece suyu kullanmak ve kullanılmış suyu su havzalarına sınırsızca bırak-makla kalmadı. Kapitalizmin son krizinden sonra kapita-lizmin doğaya saldırısı suyun metalaştırılması ile boyut değiştirdi. BM’ye bağlı Dünya Su Konseyi’nin işlevi ile şirket-lerin suya sahip olma çabaları “suyun kıtlaştığı” iddiaları ile “suyu boşa akıtmayalım” argümanları ile gizlenerek yaşama geçirilmeye çalışıldı. Doğanın koruyucusu olan su; metalaştırılmaya, piyasa-da fiyatlandırılan mal haline getirilmeye başlandı. Suyun metalaştırılması sonucunda ekosistemin ne denli hızlı ve geri dönüşümsüz biçimde tahrip olacağı açıktır.

1992’de Dublin’de yapılan BM Su ve Çevre Konferansı’nda su; piyasada fiyatlandırılabilir mal olarak tanımlanarak su hav-zaları ile ilgili bir diğer kritik uluslararası karar da alınmış oldu. Ardından 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün Hizmet Ticareti Genel Anlaş-ması’nda: erişilebilir su kay-naklarının kimin yönetim ve denetiminde olacağı, kullanı-labilir suyun hangi kanallarla tüketiciye ulaştırılacağına dair üretim, pazarlama ve dağıtım yetkisinin kimde olacağı, içme suyunun üretim ve dağıtımı-nın kimin tarafından ve nasıl yapılacağı kararlaştırıldı.

Su-tarım ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?

Suyun metalaştırılması, ona sahip olan şirketin sermaye birikimini arttırırken halkın giderek daha yoksullaşması anlamına gelecektir. Suya erişim, yoksullaşan halk için giderek daha imkansızlaşacak-tır. Bunun en yıkıcı etkisini geçimlik çiftçilik ve hayvancı-lıkla uğraşanlar yaşayacaktır. Suyla üretim yapamaz, ürün yetiştiremez hale gelecekler, metalaşan suya erişimleri zorlaştıkça şirketlerce kontrol edilen tohumları, GDO’lu ürünleri ekmek zorunda

kalacaklar ya da ekim yapa-madıkları tarlalarını satmak durumda kaldıkları şirketlerin emrinde çalışacaklardır. Prole-terleşme ve yoksulluk giderek artacaktır.

Parası olmayanlar, suya erişe-meyenler sağlıksız koşullarda suya erişmeye çalışacaklar, giderek salgın hastalıklar ve sağlık problemleri artacaktır. Bunun sonucunda suya erişe-meyen tüm canlıların yaşamı giderek yok olacaktır. Önce bitkilerin, onarım bölgele-rindeki ormanlık alanların ve sularda yaşayan canlıların, ardından kıraçlaşan toprakta ve denizlerde yaşayan canlıla-rın ve yoksulların yaşamı son bulacaktır. Bu yıkıma karşı koyanlar, koyacak olanlar ise yaşamını, emeğini, doğayı kapitalizme karşı koruyanlar olacaktır. Günümüzde Anado-lu’nun her köşesinde, vadiler-de, tüm canlılar ve insanlar için verilen halk mücadelesi-nin; kapitalizm doğadan elini çekene kadar süreceği açıktır.

HDK-HDP’nin yerel seçimlerde ekoloji vurgusu nerede olacak?

Tüm bu nedenlerden HDK-HDP olarak biz en başta suyun ticarileştirilmesine karşıyız. Su havzalarının sermaye elinde dolaşıma sokulmasına da karşıyız. Biz suların piyasa üzerinden satışını önlemek için, halk için kişi başına üç ton suyun ücretsiz ve sağlıklı erişimini hayata geçirece-ğiz. Bugün suyun satışının en temel aracı “ön ödemeli sayaçlar”dır. Ne enerji üreti-minin tespitinde, ne suyun tespitinde ön ödemeli sayaçları kabul etmiyoruz.

Tarlalara veya evlere ön öde-meli sayaç takılmasını kabul etmiyoruz. Kent içi parkları ve meydanları yaşam alanı olarak görüyoruz, cadde ortalarına veya yol kenarlarına dikilen üç beş ağacın orman ekosis-temi olmadığını biliyoruz. Bu nedenle kent içi ormanlar, meralar, bostanlar her anlam-da korunması gerekli alan-lardır. Doğal alanların daha çok imara açılmasına izin vermeyeceğiz. 3. Köprü böyle olacaktır, 1. Köprü yapıldı-ğında bunu deneyimledik. Deniz yollarına, trenlere, toplu taşımaya öncelik vermeliyiz, karbon izi bırakmayan ulaşımı kullanmalıyız.

Page 32: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

32

Ekol

oji

Anadolu toprakları üzerin-de nükleer santrallerin ve

nükleer silahların tohumlarını atmaya çalışan AKP Hükümeti ve yandaşları, nükleer enerji sevdasından vazgeçmiyor. Her fırsatta Japonya’nın ileri teknolojisine güvendiğini dile getiren ve her gün yeni bir teh-like haberi aldığımız Fukuşima felaketini görmezden gelen Başbakan, radyasyonun ayak-kabı kutusunda saklanabilecek bir şey olduğunu düşünüyor. Hatta halka da bu düşüncesini kabul ettirmek için, bilimsel-likten uzak “Din Adamları Enerji Halkası” projesini uygu-lamaya sokuyor.

29 Ekim günü Japonya ile imzalanan ve 9 Ocak günü Meclis`te onaylanan Sinop`ta Nükleer Santral kurulmasını hedefleyen anlaşma, 24 Ocak günü Japonya Meclisi`nde onaya sunulacak. Anlaşma girişimini protesto eden İstanbul Nükleer Karşıtı Platform (NKP) bileşenleri 22 Ocak günü İstanbul Japon-ya Başkonsolosluğu önünde

bir basın açıklaması yaptılar. Basın açıklamasının ardından Japon milletvekillerine mektup gönderen NKP üyeleri “Japon yöneticilerinin önceliği, nükleer ihracat peşinde koşmak değil, Fukuşima felaketi ile ortaya çıkan kirliliği temizlemek olma-lıdır” dediler.

“Daha çok kâr etmek uğruna, nükleer atıklarla, nükleer si-lahlarla kirlenmiş, Çernobil ve Fukuşima felaketlerini yaşamış dünyamızın biraz daha kirlen-mesini, canlı yaşamına daha fazla zarar verilmesini istemi-yoruz. Nükleer tehlikeyi çok iyi tanıyan Japon Parlamentosu Türkiye halkı ile dayanışma içerisinde olmalı; halkımıza zarar verecek bu anlaşmayı onaylamamalıdır.

“Hiroşima ve Nagazaki’de nükleer silahlanmanın en acı boyutunu yaşamış Japonların, nükleer silah malzemesi plü-tonyumu uluslararası ticarete açan, adı barışçıl olmasına rağmen nükleer silahlanma-ya göz kırpan bu anlaşmayı

Türkiye ile imzalamasını çok tehlikeli buluyoruz” denilen mektupta “Yüzlerce yıl etkisi olacak bu nükleer anlaşma, TBMM’de sadece birkaç daki-kada onaylandı. AKP vekilleri, halkın geleceğini değil, rüşvet alan politikacılarının gelece-ğini kurtarmakla meşguller. Bağımsız ve onurlu yaşayalım diye uğruna dedelerimizin ni-nelerimizin hayatlarını verdiği Anadolu toprağı, sonsuza dek kirliliğe terk edilmek üzere ve TBMM vekilleri işin ciddi-yetinin farkında bile değil” vurgusu yapıldı.

“Beş on yıllık hükümetler geçi-ci, Anadolu toprakları kalıcı-dır. Bizler nesiller boyu sağlıklı bir şekilde burada yaşamımızı sürdürmek istiyoruz” denilen mektupta “Japon vekiller san-masınlar ki nükleer enerji pro-jeleri halkın desteğini almıştır. Biz bu toprakların insanları, Sinop’ta ya da Türkiye’nin herhangi bir yerinde nükleer santrale ve silahlanmaya izin vermeyeceğiz” sözleriyle uyarı-da bulunuldu.

Demos Fuarcılık ve Organizasyon Ltd. Şti. tarafından bir araya getirilen sermayedarlar, “Barajlar ve HES Fuarı”

ile eş zamanlı olarak “2. Barajlar Kongresi”ni de gerçekleşti-recekler. “Türkiye’deki Barajlar ve HES Projelerinde Örnek Uygulamalar”ın ele alınacağı söylenen fuara ilişkin Demos Fuar’ın internet sitesinde yer alan haberde, “Hızla büyü-yen ülkemizde Barajlar&HES Fuarı’nda hızla gelişen enerji sektörü içinde önemli bir yer tutan HES’lerin, sulama amaçlı baraj ve göletlerin, su yollarının proje aşamasından bitişine kadar kullanılan tüm teknolojiler, hizmet, ekipmanlardaki son gelişmeler sergilenecektir” yazıyor.

Bu fuarın ekolojik gözlükle okunması ise kapitalizmin kendi yarattığı sorunları “yenilenebilir enerji olarak gördüğü HES’lerle” sözde çözmeye çalışma masalını anlatmasıdır. Buradaki amacı ise sundukları “çözümler” üzerinden yeni-den sermaye birikimi yaratmayı amaçlamaları olarak açık-layabiliriz. HES’çi şirketlerin, yatırımcıların, müteahhitlerin bir araya geleceği organizasyonun düzenleyici kurumları arasında, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Devlet Su İşleri de var. Barajlar ve HES Fuarı’na, yerellerden tepki gösteren yaşam savunucularının duygularına, Toroslar’daki vadi temsilcileri ortak bir protesto mektubuyla tercüman oldular. Protesto sosyal medya üzerinden hızla yayıldı. Sosyalist par-tilerden, emek örgütlerine kadar geniş bir çevre, fuara karşı eylemleri yükseltmek konusunda ısrarlı. Doğa katliamları-na karşı Anadolu’nun her köşesinde vadilerini, sularını ve yaşamı sermayeye karşı koruyanların mücadelesi kapitalizm doğadan elini çekene kadar sürecek.

Sermaye elini derelerimizden çek

Radyasyonu ayakkabı kutularında saklayamazsınız

Şırnak halkı termik santrale karşı

Şırnak Çevre Platformu, Avgamasya bölgesinde kurul-ması planlanan termik santrali, 1 Şubat’ta düzenlenen

yürüyüşle protesto etti. Yürüyüşe katılan binlerce Şırnaklı, doğaya zarar verecek termik santrallerin yapılmasına izin vermeyeceklerini haykırdılar. Yürüyüşün ardından platform adına Kürtçe ve Türkçe açıklamalar yapıldı

Page 33: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

33

Hal

klar

Sakarya’daki Ezgi Cafe’de çay içerken bir arkadaş elinde

bir imza föyüyle geldi. “Bu nedir?” diye sorduğumuzda da “Çerkes Soykırımı Tanın-sın İmza Kampanyası”, bütün dünyaya Çarlık Rusyası’nın 1864’de 1 milyon 500 binden fazla Çerkes’in soykırıma uğra-dığını veya diasporaya sürgüne gönderildiğini anlatacağız, dedi. Hiç tereddüt etmeden al-dım imza föyünü ve dedim ki: İstanbul ayağında sorumluluğu ben alırım, hatta Taksim’de stand açarım, Yoğurtçu Parkı da destek olur, İstanbul’da en az 5 bin imza toplarım..

İstanbul’a döner dönmez ilk iş “Adalet Yürüyüşü” ekibinden arkadaşlarımla konuyu pay-laşmak oldu.. İşimizin çok zor olduğunu çünkü hiçbir kurum ve kuruluştan bir kuruş bile maddi destek almayacağımızı, bu işi gönüllülük prensibiyle, kolektif bir biçimde, dayanı-şarak yapacağımızı anlattım. Onlar da kabul ettiler ve kol-larımızı sıvayıp işe koyulduk. Sonrasında bize güvenen Türk, Kürt, Arnavut, Laz arkadaşlar da destek verdiler. İlk zamanlar elimizde föyler sokak sokak gezerek, insanlara teker teker soykırımı anlatarak başladık işe. Daha sonra barlar, kafeler, kıraathaneler ve derneklere

gittik. Forumlara da gittik ama Yoğurtçu Parkı bizi hayal kırıklığına uğrattı, özellikle de “ulusalcı” kesimler; Yoğurt-çu’dan sadece “Çapulcu Pazarı Ekibi” destek oldu.İstanbul’daki ilk imza standı-mızı bin bir güçlükle Galatasa-ray Meydanı’nda açtık. Bin bir güçlükle diyorum çünkü imza standı açma dilekçesini Valiliğe götürdüğümde Vali Yardımcı-sı imzalamak istemedi. Ama cebren ve hile ile aldım imzayı. Sonra Valilik Vatan İl Emniyet Müdürlüğü’ne yönlendirdi.

Vatan’da komiser kaşe bastı dilekçeme ama imza atmak istemedi. Oradan Beyoğlu İlçe Emniyet’e yönlendirdiler. Ora-dan da Beyoğlu Belediyesi’ne vs.. Anlayacağınız dolap bey-giri gibi döndürdüler durdular beni. Neticede uzun uğraşlar sonucunda evrak işlerini tamamladım ama masamız eksikti. Tam bütün materyal-leri temin ettik ama masayı unutmuştuk ki Tanrı karşımıza HDK’li arkadaşlarımızı çıkardı. Bize masa temin edebile-ceklerini ve her türlü desteği

sağlayabileceklerini söylediler sağ olsunlar. Aynı akşam bizi HDK Beyoğlu binasına davet ettiler, çay, kahve, sohbet, mu-habbet derken aramızda ciddi bir samimiyet gelişti. HDK/HDP ile olan ilk resmi tema-sım bu şekilde oldu..

HDK’yı ilk kurulduğu gün-den beri biliyordum bazı arkadaşlarımdan dolayı ama bize (Çerkeslere) gösterilen bu dayanışma örneği bizi daha da yaklaştırdı HDK/HDP’ye. Daha sonraları da

davet ettiler bizi, gittik, uzun uzun sohbetler ettik. Halklar ve İnançlar Komisyonu bizlere çok ilgi gösterdi sağ olsunlar. Bu komisyon toplantılarında kendimi hiç yalnız hissetme-dim. Bir akşam yine bu uzun sohbetler sırasında bize bir teklifleri oldu HDK’li dostla-rımızın, “Gelin Çerkesler’in sorunlarına beraber çözümler üretelim” dediler.. “Beraber çö-züm üretmek!” Daha önceden de diğer partilerden teklifler gelmişti ama “beraber çözüm üretmek” yaklaşımından hiç söz etmemişlerdi. “Gelin, katılın bize sorunlarınızı biz çözeriz” gibi tahakkümcü bir yaklaşım sergilemişlerdi. Fakat HDK/HDP’nin yaklaşı-mı, dayanışma zihniyeti çok etkiledi beni. Ertesi gün mese-leyi arkadaşlarımla paylaştım ve büyük beğeni topladı HDK/HDP’nin bu zihniyeti. Emin olmak için partideki Çerkes dostlarımızla, büyüklerimizle de görüştükten sonra emin oldum ki Çerkeslerin kendile-rini en iyi ifade edecekleri yer HDP. Bu fikre inanmasaydım emin olun bir dakika bile bulunmazdım bu oluşumun içerisinde.

Bana bu inancı aşılayan Halklar ve İnançlar Komisyo-nu’ndaki tüm dostlara HDK/HDP çatısı altında özveriyle dayanışan tüm eşit ve kardeş halklara selam olsun…

Cemal Demirok

Bir Çerkes’in HDP’ye katılışı

Çerkesler Soçi Olimpiyatlarını protesto ettiÇerkesler, Soçi’de 7-23 Şu-

bat tarihlerinde yapılacak olimpiyat oyunlarını İstanbul, Ankara ve Reyhanlı’da yaptık-ları eylemlerle protesto etti.

İstanbul’da aralarında Çer-kes Dernekleri Federasyonu, Jineps gazetesi ve No Sochi 2014 İnisiyatifi’nin de bulun-duğu, birçok Çerkes kurumu-nun çağrısıyla biraraya gelen yüzlerce Çerkes, 2 Şubat’ta Rusya Konsolosluğu’na yü-rüyerek Soçi’de düzenlenecek olimpiyat oyunlarını protesto etti. Kafkasya’ya özgü kalpaklar takarak ve geleneksel Çerkes kıyafetleri ile eyleme katılan göstericiler Olimpiyat meşa-

lesine atfen siyah, dikenli telle çevrili simgesel bir meşale taşındı. Daha sonra meşale konsolosluk önüne bırakıl-dı. Göstericiler adına basın açıklamasını okuyan Billur Aktürk, “Çerkes Soykırımı’nın 150. yılında gerçekleştirilecek 2014 Soçi Kış Olimpiyatları’na karşı yürüttüğümüz uzun soluklu mücadele olimpiyatla-rın son gününe kadar sürecek. Başından beri amacımız, bu-gün hala sömürge siyasetiyle yönetilen soykırım coğrafyası Soçi’nin bu büyük buluşma için doğru bir seçim olmadığı-nı anlatmaktı” dedi.

Ankara’da ise Kafkas Dernek-leri Federasyonu (KAFFED)

öncülüğü’nde bir araya gelen yüzlerce Çerkes, Soçi’nin 1864’de yaşanan Çerkes soy-kırımı ve sürgününün simgesi olduğunu ifade ederek, burada yapılması planlanan Kış Olim-piyatları nedeniyle Rusya Bü-yükelçiliği önünde bir protesto gösterisi yaptı.

Ellerinde, ‘Olimpiyat kar üstünden yapılır kan üstünden değil’, ‘Kızılçayır kanlarını kar-lar örtmez’, ‘Olimpiyat soykırı-mı unutturamaz’ yazılı Türkçe ve Rusça döviz ve pankartlar bulunan kalabalık sloganlar atarak tepkilerini dile getirir-ken, temsili olarak yanan bir olimpiyat ateşini de söndürdü. Çerkes Andı okuyan kalabalık

daha sonra gökyüzüne dilek fenerleri bıraktı.

Hatay’da Suriye sınır kapısın-daki Cilvegözü kavşağında toplanan Reyhanlı Çerkes-leri de Kış Olimpiyatları’nın Soçi’de yapılmasını protesto ettiler. Burada yapılan açıkla-mada “Çerkesler tüm dünya halklarıyla kardeşlik bağı içerisinde yaşamak istiyor. Rus halkıyla barış içinde yaşamak istiyoruz. İntikam değil adalet istiyoruz. Rusya Federasyonu dünyanın 50 ülkesinde yaşa-yan Çerkeslerden kayıtsız şart-sız özür dileyerek haklarının iade etmeli. Anavatanlarında mutlu ve özgür yaşama fırsatı vermeli” dendi.

Page 34: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

34

LGBTİ

Homofobiye, ayrımcılığa, militarizme, cinsiyetçiliğe

karşı mücadele veren; iktidar, baskı ve tahakküm ilişkilerini sorgulayan ve gittikçe daha çok görünür olan LGBTİ hareke-tine dair Kaos GL aktivisti, SYKP ve HDP Parti Meclis Üyesi Remzi Altunpolat ile keyifli bir söyleşi yaptık.

LGBTİ mücadelesini bir anti-kapitalist mücadele dinamiği olarak görüyor musun?

Evet. 1960’ların sonunda ortaya çıkan LGBTİ hareketi o zamanki toplumsal hareket içe-risinde kendisini anti-kapitalist bir güç olarak var etti. 80’lere geldiğimizde burjuva demok-rasisi içerisinde kazanılan kimi yurttaşlık haklarına bağlı olarak bazı çevreler sistem karşıtı özelliklerini yitirdiler. LGBTİ hareketini homojen bir özne olarak ele alamayız. 90’larda Queer hareketi ortaya çıktı ve sistem içi taleplerin bir adım ötesine geçerek devrimci politikayı tartıştılar. Queer çağrısında, aynı zamanda he-teroseksüelleri de kapsayarak onların da kendi cinsiyetlerini, cinsel kimliklerini sorgulama-sını istedi.

Sistem, ideolojik aygıtları ile LGBTİ’leri ne kadar içermeye çalışırsa çalışsın, onu bir bütün olarak içeremez. Kapitalist sistemin normalize ederek mas etme politikaları bir yerde tıkanacaktır. LGBTİ’lerin her kazanımı, mevcut sistemi

yıpratma ve onun temellerini sarsma adına önemlidir.Türkiye’de de mücadele sistem karşıtı olarak yürütülmekte, resmi-egemen ideolojinin karşısında kendisini konum-landırmaktadır.

Hareket başından itibaren anti-militarist, feminist, Kürt öz-gürlük hareketi, ekoloji, emek mücadelesi ve tüm muhalif kesimler ile yakınlık içinde ve ittifak kurma çabasında. Ana damar budur. LGBTİ hareketi-nin kendisi ve politikası sistem karşıtıdır.

Sosyalist hareket içindeki güçlerin LGBTİ’ler

ve LGBTİ hareketi hakkındaki tutumu nasıl? Bir sınıflandırma yapılırsa hangi ana eğilimlerden söz edilebilir?

Hem sosyalist hem de LGBTİ hareketi içerisinde yer alan biri olarak bu konu üzerine uzun yıllardır düşünüyorum. Sa-dece Türkiye’de değil 70’lerde dünyanın başka yerlerinde de egemen sosyalist yapılar gerek LGBTİ meselesinde gerek kadın sorununda görmezden gelen, hatta dışlayan bir tutum içerisindeydiler. Ama orada bu tartışma-lar kısa sürede aşıldı ve bu

sorunlar mücadeleye içerildi. Türkiye’deki özgül durum şu ki bu süreç geç başlamış uzun sürmüş ve halen devam etmektedir. ÖDP’nin kuruluş aşamasında bu konular tartışıl-dı. Değerli bir deneyim olan bu döneme ilişkin benim eleşti-rim, LGBTİ’lerin parti içeri-sinde sadece vitrin olabilme-sidir. Talepleri ÖDP’nin genel politikası değildi. Eşcinsellerin haklarını savunuyoruz, ayrım-cılık yapılmayacak, “onlar da insan” mantığıyla hareket edil-di. Homofobiyle, transfobiyle, heteroseksizmle cepheden bir yüzleşme yapılamadı. Bir iki kişinin görünürlüğü üzerinden yapılan bu tarz siyaset sadece söylemsel düzeydeydi ve ger-çek bir dönüşüm sağlayamadı. 2000’lerde sosyalist yapı ve kurumlarla etkileşim başladı. Bunda başat rolü LGBTİ’ler oynadı. Sosyalistlerle birlik-te yürümekteki ısrar bunu mümkün kıldı. İlk kez 96’nın 8 Mart’ında ve 2001’in 1 Ma-yıs’ında alana çıktık. Çevreden “Bu ibnelerin burada ne işi var”dan tutun da “Çok renkli ve eğlenceli insanlarmış”a kadar çeşitli tepkiler aldık. Tabii bazı sol/sosyalist çevre ile zaman içerisinde çeşitli ortaklıklar yaşasak da birçok

kurumla da sıkıntılar cereyan etti. Mesela Güler Zere Platfor-mu’na katılmayı istediğimizde

özellikle bir yapı buna karşı çıkarak, onların yer alması halinde platformdan ayrılaca-ğını söyledi ve bizimle birlikte yer alan sosyalist yapıları da çürümüş olmakla itham etti. Hala da aynı tavrı sürdürmek-teler. Halkın değerleri adına en geri şeyleri savunmak sosya-lizm değil popülizm yapmaktır. Bilinmelidir ki halkçılık başka popülizm başka bir şeydir.Trajikomik bir örnek anlata-yım; 2007 Homofobi Karşıtı Buluşma’da “Devrim Beni Aramadı” adlı bir belgesel film gösterdik. Çeşitli sol/sosyalist çevrelerden insanlara eşcinsel-lik hakkında ne düşündüğü so-ruluyordu. Bir kadın, eşcinsel-liği çürümüş kapitalist sistemin bir sonucu olarak görüyordu. Devrim sonrasında eşcinselleri

Gezi isyanından yerel seçimlere

Röportaj: Özlem Bayat

LGBTİ hareketinin Gezi İsyanında bir sıçrama yaşaması 20 yıllık mücadelesinin bir kazanımıdır.

İsa Şahmarlı’nın intiharının saiki kendisinin de veda mektubunda belirttiği gibi toplumun ta kendisidir. Toplum bu intiharların hem saiki hem de failidir. Çünkü toplumdur hem bir bir, hem de bir bü-tün olarak kendini de çürüten o sistemin bekçisi ve neferi.

Remzi Altunpolat: Hareket başından itibaren anti-militarist, feminist, Kürt özgürlük hareketi, ekoloji, emek mücadelesi ve tüm muhalif kesimler ile yakın-lık içinde ve ittifak kurma çabasında.

LGBTİ hareketi

Page 35: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

35

LGBTİ

Küba’da tedaviye göndererek iyileştirileceklerini söyleyebil-mişti. Gezi İsyanından sonra herkes LGBTİ meselesine bakmaya başladı. Güzel bir gelişme, ancak hareket sanki Gezi’yle çıkmış gibi davranılı-yor. LGBTİ hareketinin Gezi İsyanında bir sıçrama yaşaması 20 yıllık mücadelesinin bir kazanımıdır. HDP ile yeni bir evreye girdik. İnsanlar artık bu alanı tanımak, bu alanla tanış-mak istiyorlar. LGBTİ kavram-sal setini söylemlerinin içeri-sine yerleştirmeye çalışıyorlar. HDP içerisinde LGBTİ’ler kendilerini misafir ya da vitrin ögesi olarak değil evlerinde hissediyorlar. Müdahil oluyor, değiştirmeye, dönüştürmeye, birlikte eylemeye çalışıyorlar.

Geçtiğimiz ay Program ve Tüzük konferansını yapan ve programında ayrı bir yer tutan LGBTİ taleplerini geliştiren, üyesi olduğunuz SYKP ve LGBTİ hareketi ilişkisi üzerine neler söylemek istersin?

SYKP’yi oluşturan bileşenler daha önceden bu meseleyi tanımış, bilen, bunun farkın-dalığı içinde olan kesimlerdi.

LGBTİ hareketiyle ilk kez tanışan ve çeşitli platformlarda LGBTİ hareketinin hakkını müdafaa eden yapılar olarak bugün SYKP içerisinde yer alan gelenekleri sayabiliriz. Bu bilinç SYKP’nin kuruluş süre-cinde bir sıçrama yarattı. Kendini daha rahat ifade eden LGBTİ’lerin burada yer alması tesadüf değildir. Tabii SY-KP’nin heteroseksizm başlı-ğında herkeste eşit bir bilinç oluşturduğunu söylemek için erken. Kuşkusuz bunlar zaman içinde olacaktır, daha fazla yol alan SYKP’nin de süreci daha hızlı yürüteceğini düşünüyo-rum. Diğer yapılarla mukayese ettiğimde SYKP’nin, LGBTİ meselesindeki farkındalığını derinleştirmeye ihtiyacı var.

Diğer yandan SYKP’yi öz-gül kılan taraflardan biri de, LGBTİ’lerin öz örgütlenmesini önemli bir dinamik olarak görmesi ve desteklemesidir. Kendisine eklemleme ve mas etme değil, LGBTİ dinamiği ile müttefik olma, yoldaşlık ilişkisi kurmak şeklinde bir perspekti-fi var SYKP’nin.

Remzi Altunpolat ile yapılan bu söyleşinin tam halini

siyasihaber.org sitesinde okuyabilirsiniz.

Benim için önemli olan toplumun değişmesi

değil, ondan bir talebim yok. Toplum bir bataktır ve kurtarılamaz. Yaşamımın her döneminde benim dışımda kaldı, beni dışlayamaz bu yüzden. Ancak cinsel ter-cihleri yüzünden incinen insanlar var ki, toplumun kendi eksikleri yüzünden bu insanları horlamasına asla izin vermem.” Kaos GL, Sayı 14, Okur Mektupları, 1994Heteroseksist patrialkal sistemin temelinde “makul” ve “makul olmayan” kategori-ler vardır. Bu kategorilerden makul sınıfına girme hakkı kazananlar devamlı daha merkeze itelenirken, makul olmayan kategoriler yok sayı-lır, dışlanır, sürülür ve katle-dilirler. İkili cinsiyet sistemi-nin hegemonik erkekliğine biat eden bedenler, bu biatın seviyesi çok da gözetilmeksi-zin birer nefere dönüştürülür, hiçbir zaman ulaşamayacağı bu kalıbın formuna duyduğu özlemle faşizan bir hırçınlığa bürünür. Neferler bir başla-rına değillerdir, arkalarında koca bir sistem yanlarında da bu sistemi yaşatan toplumsal bir ahlak vardır.

Eşcinsel, biseksüel ve trans cinayetleri LGBT hareketinin her zaman tam göbeğinde duran bir meseledir. Bir gün bir gazete açarsınız ve üçüncü sayfada şöyle bir haber gözü-nüze çarpar . “50 bıçak darbe-si ile öldürüldü.” Haberin son

cümlesi de şöyledir. “Kimliği belirlenemeyen erkek cesetin ayak parmaklarında kazınmış ojeler bulunuyordu”. İsim yoktur, cisim yoktur haberde. Bir sonraki sayfaya geçiliveri-lir. O ojeler neden kazınmıştır halbuki? Bir insan ne gibi bir gerekçe ile 50 bıçak darbesini vurabilir? Ya da nedir böylesi bir vahşeti üç satırla özetleye-cek kadar münferit kılan? Ve bilir miyiz acep, biz eşcinsel çocukların kefeni neyden dikilir?

Hareketin sahiplenebildiği bu cesetler genelde temas edilebilir yakınlıkta olanlar ve fısıltı gazetesinin taşıdığı bilgilerin verdiği ipuçları ile “nedenleri” daha aşikâr olanlardır. Benzer canilikte katledilen ve adı bile bilin-meyen yüzlerce kişi katleden zihniyetin karanlığı içinde kaybolur gider. Ki, büyük ihtimalle daha fazlası da daha az görünür olan başka metot-ların kurbanı olur. İntihara sürüklenme gibi…

Eşcinsel intiharları politiktir

Heteroseksizmin gücü, bıçak sallamaya bile ihtiyaç duy-madan birçok “işini görebil-mesinden” de gelir. Cinayet deyince aklımıza ilk gelen şey, faili bir veya birkaç kişilik bir katledilme biçimi olsa da, bu failin daha da kitlesel olduğu bir form daha var, intihar. Son günlerde birçoğunu-zun da haberlerini okuduğu İsa Şahmarlı intiharı da bu

türden bir cinayet işte. İsa Şahmarlı’nın intiharının saiki kendisinin de veda mektu-bunda belirttiği gibi toplu-mun ta kendisidir. Toplum bu intiharların hem saiki hem de failidir. Çünkü toplumdur hem bir bir, hem de bir bütün olarak kendini de çürüten o sistemin bekçisi ve neferi.Bu tarz intiharları bireysel bir seçenek, bir karar olarak görmek eşcinselleri yok sayan ve ezen zihniyeti bir kez daha meşrulaştırmakta. Nice ana akım bilimsel araştırmalar bile var ki, şöyle diyor “eşcin-sel çocuklarda intihar oranı heteroseksüel akranlarına göre yüksektir”. Yani ne diyor, “Sen ne yaparsan yap, senden önceki düzen sen değiştirme-diğin sürece seni 1-0 mağlup bir şekilde başlatıyor” diyor. Yani ne diyor, “Senin rengin bu dünyaya fazla” diyor!

Bazı zamanlar bire bir destek-ler birçok kişinin işine yarasa, birçoğunun hayatını kurtarsa da sebep zaten ortada ve nihai çözüm de gayet net ve açık. Eşcinsel ve trans cinayetleri herkesin meselesidir. Ve bizler bu meseleyi karşımıza alma-dığımız sürece, bu mesele bizi yüz yıllardır olduğu gibi içine almaya devam edecektir.

*Kaos GL

Evren E. Çakmak *

Eşcinsel, biseksüel ve trans cinayetleri LGBT hareketinin her za-man tam göbeğinde duran bir meseledir. Heteroseksizmin gücü, bıçak sallamaya bile ihtiyaç duymadan birçok “işini görebilmesin-den” de gelir. Cinayet deyince aklımıza ilk gelen şey, faili bir veya birkaç kişilik bir katledilme biçimi olsa da, bu failin daha da kitlesel olduğu bir form daha var, intihar.

Mendilden mi olur eşcinsel çocukların

kefenleri?

Page 36: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

36

Kül

tür -

San

at

Enformasyon çağında-yız! Bu ilan ya da çağrı

kiminin ağzında oldukça olumlu yankılanırken, kimi-nin gelecek korkularını ifade ediyor. Enformasyon; bilgi veya haber anlamına gelen, Latince kökenli dillerden Türkçe’ye orijinallerine benzer biçimde (İng: Information) uyarlanarak girmiş bir sözcük. Ama bugünlerde gündelik hayattan akademik makalelere kadar birçok mecrada kulla-nımı, sadece bilgi veya haberi ifade etmenin ötesine geçmiş durumda. Mesela, “enformas-yon çağı” ifadesinde küresel internet ağlarının sağladığı, tarihte görülmüş en hızlı ileti-şim biçimince iletilen bilgi ya da haberleri ifade etmekte ve vurgu bilgiden çok internet ya da iletişim hızına doğru çekil-mektedir. Yani Mike Wayne’in de dikkat çektiği üzere bilgi “bit’lere, devrelerce elektronik sinyallere, bilgisayar dilinin 1 ve 0’larına dönüştürülmüş” di-jital verilerle özdeşliğe doğru koşar adım anlam mutasyon-larına maruzdur. Günümüzün tartışması bu minval üzeredir; bu dijital hız hayrımıza mıdır şerrimize mi?

Elbette böylesi bir soruya her ideolojik tutum, her politik taraf kendi meşrebince cevap

verecektir. Serbest piyasanın kutsallığına inananlar “bı-rakınız tweetlesinler, bırakı-nız paylaşsınlar” diyecektir örneğin. Zira gelişen iletişim teknolojilerinin her eve, her ele erişebilme yeteneği insanları özgürleştirecektir ve haliyle bireysel özgür seçim hakkı ve fırsatlarıyla donanan insan, pa-zarın sağlığını güvence altına alacak, paranın soğuk almasını engelleyecektir!

Enformasyon özgürleştirir!

Kulakta hoş bir tını bırakıyor. Gelgelelim gerçek şu ki iletişim sosyolojisi, hukuk, siyaset bilimi (ve siyasal iletişim) ve kültürel çalışmalar alanında özgürlük ve dijital iletişime başat yaklaşımların çoğunluğu kaygı yüklü. Herkes “Ama ne yapalım çiğ süt emen insandan bu kadar güzellik çıkıyor işte” diyerek yarı gönülsüz bir rızaya ortak olsa da serbest piyasada hiçbir şeyin çamura bulanma-dan parlamasının mümkün olmadığı da aşikar.

Yakın zamanda Youtube’a açılan “sahte tık” davası pek ilgi görmedi ya da pek teşhir edilmedi ama esasında bu dava ürkütücü bir piyasa gerçeği-

nin yansımasıydı. İnternet paylaşım sitelerinde beğen ya da yorum yap butonlarına yö-nelen her tık, piyasada finansal bir karşılık buluyormuş meğer! Peki, internet başındaki sadece kendi işiyle meşgul sınırsız tık sahibi milyonlarca kullanıcı, kazandırdığı milyon liralardan haberdar mı? Hani serbest pi-yasanın şeffaflığı? Bu döngüde özgürleşen bireyler mi yoksa bizatihi paranın kendisi mi?

Özerk bir iletişim mümkün mü?

Evlerinizden, telefonlarınız-dan interneti kovun, şeytanın yeni sureti internettir! Vaktiyle televizyon için koparılan ver-yansına pek benziyor değil mi? O zamanki savunmaları bir hatırlarsak: Evet, TV bir şeytan aleti değildi ve bilgi/haberin daha hızlı iletilmesi müreffeh

bir toplumun da garantisi olacaktı. Çarkıfelek’lerden Var mısın Yok musun’lara, Saklambaç’lardan İzdivaç’lara, yüzlerce “yoksul ama mutlu” aile dizilerinden boyu dizileri aşan reklamlara varan biriki-miyle TV, yarattığı kendine bağımlı kültür nedeniyle çok tartışıldı, çok eleştirildi. Bu bağlamda şeytan elbette alette değil, alet edende aranmalıdır; bakınız serbest piyasa ve devlet kapitalizmi!

Sayılabilecek tüm olumsuzluk-larının yanı-sıra internet dün-yanın çeşitli ülkelerinde (Arap Baharı, Wall Street, Yunanistan ve Gezi/Haziran İsyanı gibi) çıkan isyanlarda alternatif ileti-şim kaynakları sunması ile ha-nesine olumlu notlar katmayı başardı. Sözü edilen eylemlerin örgütlenmesinde gerçekten de eşi görülmemiş bir katkısı oldu internetin. Lakin bu olumlu not, internete yönelik tüm eleş-tirilerin karşısına sert bir duvar ördü. 21. yy direnişlerinin yüce aracı interneti eleştirmek ya çağdışılık, gericilikle ya da aymazlıkla itham edilir oldu!Peki, baştaki soruya geri dö-nersek, bu dijital hızın faydası kimedir? W. Benjamin’in “hep değişen ama hiç değişmeyen” ifadesiyle tanımladığı mo-

dern yaşam biçiminde Eski ile Yeni’nin mesafesini sıfırlayan, bilgi edinmenin ve toplumsal belleğin doğasına aykırı bu hız olgusunun zirvesi internet değil midir? Öyle bir hız ki; “Yeni”den, güvenilir bilgiden ve eğer bilgisayarlarınkini kas-tetmiyorsak bellekten bahset-meyi imkansız hale getirmekte. Şair olmak için şiirlerin bir dergide/kitapta yayımlamasını beklemenin gereksiz olduğu, facebook gibi programların, beğen butonuyla tüm şiir denemelerini Turgut Uyar’ın-kilere denklediği çağdan söz ediyoruz.

Elbette, bu eleştirilerin sonucu “Bırakalım bu işleri, yıkalım tüm aletleri mektup çağına dönelim” çağrısı olmamalıdır. Sadece modern çağın hızı-nı normal ve doğal; bu hıza direnmeyi de geride kalmak şeklinde yorumlayanın yine Modernizm olduğunu her daim akılda tutmak elzemdir. Zira bu yoruma ortak olan sol ağızlardaki artış ziyadesiyle endişe verici!

WAYNE, Mike, Marksizm ve Medya Araştırmaları, Yordam Yay. 2009, s. 57 KEANE, John, Medya ve Demokrasi, Ayrıntı Yay. 2011, s. 65

Turgut Uyar profil resmini değiştirdi;

Göksel Ilgın

Facebook gibi programların, beğen butonuyla tüm şiir denemelerini Turgut Uyar’ınkilere denklediği çağdan söz ediyoruz.

Öyle bir hız ki; ‘Yeni’den, güvenilir bilgiden ve eğer bilgisayarlarınkini kastetmiyorsak bel-lekten bahsetmeyi imkansız hale getirmekte.

beğen, yorumyap!

Page 37: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

37

Polit

ika

Engelli örgütleri, yıllarca kapsamlı bir yasa çıkar-

tılması için mücadele ettiler. Ancak Mecliste bulunan bütün siyasi partiler bir yasa çıkartmak yerine, çeşitli yasa maddeleri içerisine engelliler-le ilgili konuları sıkıştırmayı yeğlediler. 2005 yılındaysa AKP hükümeti bir yasa çı-kartarak, çıkarmış olduğu bu yasayı yönetmeliklere bağladı. Böylece yasanın uygulanırlı-ğı da, imkânsızlaştı. Çünkü yönetmelikler, sık sık değiştiği ve birçok kurum-kuruluş eski yönetmeliklerine bağlı kal-dıkları için, yasanın geçerliliği büyük ölçüde imkânsızlaştı.

Seçim sürecine girilmesiyle birlikte, engelliler yeniden hatırlanıp, engellilerle ilgili yasa tasarıları tekrardan gün-deme gelmeye başladı. AKP hükümetinin, torba yasa diye bilinen yasa paketi içerisinde,

engellilerle ilgili yeni bir yasa tasarısını meclise getireceği söylenmektedir. Bu tasarıyla ilgili engelli örgütleri harekete geçerek, taleplerini ilgili yer-lere götürmüşlerse de, ancak olumlu bir sonuç elde edeme-mişlerdir. Mali hükümlülükler konusunda problemler olduğu öğrenilmiştir. AKP hükümeti-nin, torba yasa içerisinde yer alan yeni yasa tasarısı neleri getirir bilemeyiz. Ancak şunu çok iyi biliriz ki, geçmiş gelece-ğin teminatıdır.

Öte yandan ana muhalefet partisi CHP bir milletvekilinin konuyla ilgili bir yasa taslağı hazırladığı ve parlamentoya getireceği kamuoyuna yansı-mıştır. Bu tasarıyla da, sosyal hizmetler yasasında değişiklik yapılması, engellilerin gelir du-rumuna bakılmaksızın, bakım hizmeti almaları öngörülmek-tedir. Bu da bir yasak savucu-luktur. Engellilerle ilgili “Bizde bir şeyler söylüyoruz”dan ileri gidemeyen bir anlayışın ürü-

nüdür. Konuyu sadece bakım hizmetiyle sınırlamak, engelli sorunlarını bilmemek anlamı-na gelmektedir. Çünkü bugün engellilerin sorunu, sadece bakım hizmeti almak değildir. Bakım hizmet, kendisini sosyal devlet diye lanse eden bir dev-letin koşulsuz yapması gereken bir şeydir. Bakım hizmeti gibi ayrıntılı sorunlar; ana madde içerisinde yer almalıdır. Anla-şılan o dur ki, seçim çalışma-ları içerisinde, engelli oylarına da, ihtiyaç vardır.

Halbuki engellilerin en büyük sorunları, bugün için eğitim, istihdam, rehabilitasyon gibi en temel ihtiyaçlardır. Bu sorunları halledilemediği süre içerisinde, engelliler için yapıldığı söylenen bütün argü-manlar, bir seçim yatırımı ol-maktan öteye geçemeyecektir. Çünkü kesin olmayan verilere göre, ülkede 10 milyonu aşkın engellinin yaşadığı bilinmekte-dir. Bu rakamın yüzde 10’u bile sokağa çıkmış değildir.

Seçim zamanı çıkan engelli yasa tasarıları

Zühtü Turgut

AKP hükümetinin, torba yasa diye bilinen yasa paketi içerisinde, engellilerle ilgili yeni bir yasa tasarısını meclise getireceği söylenmekte. CHP’li bir milletvekilinin konuyla ilgili bir yasa taslağı hazırladığı ve parlamentoya getireceği kamuoyuna yansıyan haberler arasında

Davutpaşa’da bir patlayıcı imalathanesinde yaşanan

patlamanın ve 21 işçinin yaşamı-nı yitirmesinin ardından adalet taleplerini dile getiren ailelerin mücadelesi 5 yıldır sürüyor. Kat-liamın 5. yılında bir araya gelen aileler, Davutpaşa caddesi üze-rinde toplanarak yürüyüşe geç-tiler. “Davutpaşa’yı Unutmadık, Unutturmayacağız!” pankartıyla yürüyen aileler, “İş Kazası Değil Cinayet!”, “Davutpaşa’yı Unut-ma, Unutturma!”, “Sorumlular Belli Hesap Sorulsun!” sloganla-rıyla cinayeti protesto ettiler.

Patlamanın yaşandığı alana

gelindiğinde aileler adına bir basın açıklaması yapıldı. Açık-lamaya “Tam 5 yıl oldu. 5 yıldır seslerine, kokularına, sıcaklık-larına, yarenliklerine hasretiz. 5 yıldır her gün yüreklerimizde meydana geliyor aynı patlama. Hâlâ sesleri kulaklarımızda. Hâlâ iş çıkışlarını gözlüyoruz camlarda. Boğazımızdan geçen her lokmadalar. Ve 5 yıldır her gün yüreklerimiz dağlanıyor, acılarımız taptaze.” sözleriyle başlayan yaşamını yitiren Gül-han Çabuk’un eşi İdris Çabuk “iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden tüm işçilerin acısını kalplerinde hissettiklerini, bütün

sorumluların yargılanması ve başka işçilerin canının yanma-ması için çaba harcadıklarını” ifade etti. İşçilerin can güvenliğinin sağlanmasını ve denetimlerin yapılmasını, sorumluların so-rumluluklarını yerine getirme-sini isteyen Çabuk, patlamanın unutturulmaması için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden ve Zeytinburnu Belediyesi’nden patlamanın gerçekleştiği alanın park haline getirilmesini talep ettiklerini de aktardı. Bu arada patlamanın sorumlularının yargılanması için dava 7 Nisan’a ertelendi.

5 yıldır adalet yok

Page 38: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

38

Hab

erle

r Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), 18-25

Ocak tarihlerinde Rusya’da Siyasi Tutsaklarla Uluslararası Dayanışma Günleri’ni selamladı. SYKP bugün saat 13.00’te Rusya Konsolosluğu önünde Rusya Devleti’ni ve Putin Hükümeti’ni protesto etti.

Putin’in faşizan uygulamalarına karşı gelen Rusya’nın solcuları, sosyal-istleri, eşcinselleri, göçmen-leri anarşistlerinin Bolot-naya Davası gibi davalarla cezalandırıldığını vurgulayan SYKP açıklamasında, bu uygu-lamalara Türkiye’den aşina olduklarını belirtti.

Rusya’da yüzlerce Putin karşıtının yargılandığı Bolot-naya Davası’na dikkat çeken SYKP açıklamasında;

“6 Mayıs 2012’de Putin’in hileli seçimlerle iktidara gelmesi protesto eden on binlerce insan Bolotnaya Meydanı’na inmişti. Polisin kitle içine yerleştirdiği provokatörlerin devreye girmesiyle ortalık savaş alanına döndü. Kitleye yoğun şiddet uygulayan polis o gün 600 kişiyi gözaltına

aldı. Bolotnaya Davası olarak bilinen bu davadan hala 15 kişi cezaevinde, 3 kişi de ev hap-sinde olmak üzere, yüzlerce insan yargılanıyor. Çok sayıda insan ise yurt dışına çıkmak zorunda kaldı” dedi.

Ülkede Zenofobi dalgası yayılıyor

Rusya’da göçmenlere ve eşcinsellere yönelik faşizan baskılara da değinen SYKP şu açıklamayı yaptı:“Bu günlerde Putin rejimi muhalefeti bastırmak ve halkı korkutmak amacıyla yabancı korkusu ve nefreti yani ze-

nofobi dalgası yaymaktadır. 2013 Ekim’inde Moskova’nın Birülövo kenar semtinde ırkçılar tarafından çoğunlukla Orta Asya’dan gelen göçmen-lerin çalıştığı pazar yeri basıldı. Akabinde benzeri görülmemiş polis baskını yapıldı. Adeta sınır dışı etmek için ‘yasa dışı göçmenler’ arandı. Aynı baskıyı eşcinseller üzeri-nde yaratarak, kitle bilincini zehirlemeye devam ediyorlar. Direk Kremlin’den talimat alan medya, önemli bir baskı ve toplumu zehirleme aracı görevi görüyor. Rusya halkına suni düşmanlar yaratarak, onları koruyan iktidar edasına bürünen Putin, ABD ile girdiği kirli ilişkilerin de üzerini kapatmaya çalışıyor. Suskun çoğunluk oluşturmak isteyen bir iktidar, konuşanlara her türlü şiddeti uyguluyor.

Bu kinizmle dolu Putin’in ‘muhafazakâr dönüşü’ organik bir şekilde Rusya sermayesinin vergi cenneti haline gelmesi ve Batı Avrupa’ya akmasıyla kaynaşıyor.

Bir yandan sermaye güçleri, öte yandan onları koruyan bürokratlar kendilerine dünya-da cennet satın alıyorlar.”

30 Aralık 1984 tarihin-de polisler tarafından

işkencede katledilen devrimci önder Behzat Baykal, mücadele arkadaşları ve SYKP Bahçeli-evler İlçe Örgütü tarafından Çobançeşme’deki mezarı başında anıldı.

Anmada 1980’li yıllardaki mücadele arkadaşları Kurtuluş İleri, Ali Kemal İpek, Mustafa Kemal Kaçaroğlu ile SYKP Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz konuşmalar yaptı. Anma tö-reninde “Kavgamızın Rehberi Behzat Baykal ölmedi, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür, Katil Polis Hesap Verecek, Yaşasın Devrim ve Sosyalizm” slogan-ları atıldı.

Anmanın ardından SYKP Bahçelievler İlçe Örgütü’nün açılış etkinliğine geçildi. SYKP Bahçelievler İlçe Örgütü açılış

etkinliği; özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelesindeki şehitleri adına yapılan saygı duruşuyla başladı. Açılışta SYKP Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz söz alarak, Türkiye ve dünyadaki siyasi gelişmelere ilişkin de-ğerlendirmelerde bulundu ve SYKP’nin kuruluş sürecini ve

amacını anlattı. Tuncay Yılmaz konuşmasında SYKP’nin her zaman kendini yenileyerek, geçmişten dersler çıkartarak ve yeniden kuruluşu gerçekleşti-rerek kolektif bir özne olması gerektiğini ve ancak bu şekilde içinde bulunduğumuz döneme devrimci bir yanıt olabileceğini ifade etti.

Daha sonra, Bahçelievler ilçe-sinde bulunan dost kurumlar söz alarak; SYKPlilere, çıktık-ları bu yolda başarılar dilediler. Etkinlik SYKP çalışmalarının anlatıldığı sinevizyon gösteri-mi ile devam etti. Açılış, yerel sanatçı Hüsniye Özdemir’in söylediği türkü ve marşlarla son buldu.

Bahçelievler’de Behzat Baykal anması ve açılış

Enternasyonalist dayanışma

Zeki Erginbay anıldıKaranlık güçlerce 1977’de

kaçırılarak işkenceyle öldürülen, İnşaat Mühendisleri Odası dergisi Teknik Güç’ün yazı işleri müdürü, devrimci militan Zeki Erginbay, ölü-münün 37. yılında dostları ve Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) üyeleri tarafın-dan mezarı başında bir törenle anıldı.

İstanbul Üsküdar-Kısıklı Me-zarlığı’nda gerçekleşen anma, devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başladı. Ardın-dan, Erginbay’ın yoldaşı ve en son görüştüğü kişilerden olan Mustafa Kemal Kaçaroğlu bir konuşma yaptı. Erginbay’ın devrimci kişiliğini ve mücade-lesini anlatan Kaçaroğlu, onun Türkiye’de sosyalistlerin güç-

lenmesini engellemek isteyen CIA destekli faşist güçlerce ka-çırılıp öldürüldüğünü belirtti.

Erginbay’ın işçi sınıfının örgüt-lenmesine ve siyasal militanlı-ğa verdiği önemi vurgulayarak sözlerini, “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, “Kurtuluşa kadar savaş” diyerek bitirdi.

Daha sonra söz alan SYKP Eş-genel Başkanı Tuncay Yılmaz ise, “Devletin ve faşistlerin saldırılarına karşı koymak için direnmeyi ve savaşmayı öğre-ten Zeki Erginbay gibi dev-rimci önderlerimiz var” dedi. Yılmaz, konuşmasında tarihten ders çıkarmak gerektiğini, dev-letin her türlü saldırısına karşı direnmenin başlıca yolunun kitleler içinde kök salmak, kit-leselleşmek olduğunu söyledi. Geçmişte yürütülen anti-faşist mücadelenin önemini vurgu-layan Tuncay Yılmaz, devrim-cilerin devletten gelebilecek her türlü saldırıya karşı hazır olması gerektiğini ifade etti.

Zeki Erginbay, 1960’lı yılla-rın sonunda TİP ve devrimci gençlik hareketi içinde yer aldı. 12 Mart 1971’den sonra Dev-Genç ve THKP/C dava-larından yargılanan Erginbay, 1976’dan itibaren ise Kurtuluş Hareketinin İstanbul’daki örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. İnşaat Mühendisle-ri Odası’nda çalışan Erginbay, Oda’nın çıkardığı Teknik Güç dergisinin yazı işleri müdürlü-ğünü yürütüyordu.Zeki Erginbay, 23 ocak 1977 günü kaçırıldıktan 12 gün sonra, 5 Şubat 1977 günü Şile yolu üzerinde cesedi bulundu. Cesedin incelenmesinden, sol göğsünde bir kurşun yarası ve vücudunun çeşitli yerlerinde işkence izleri tespit edildi.

Page 39: Siyaset sayı 11

Siy

ase

tŞu

bat

2014

39

Spor

CHE formalı takımBrezilya’nın 3. Lig takımla-

rından Madureira Esporte Clube, resmi formasında Che Guevara’nın fotoğrafını ve “Zafere kadar daima!” sözünü taşıyor.

Brezilya’da Rio de Janeiro’nun bir banliyösünün futbol takımı Madureira Esporte Clube, yeni formalarından birinin tasa-rımında devrimci lider Che Guevara’nın Alberto Korda tarafından çekilmiş ünlü fotoğrafına yer veriyor. Bu sene kendi liginde şampiyonluğa ulaşan takımın formalarında sadece Che Guavera’nın silüeti bulunmuyor. Ayrıca kendisinin söylediği “Hasta la Victoria Siempre” (zafere kadar daima) sözü forma numaralarının altında yer alıyor.

Bu forma kulübün Küba’yı ziyaretinin 50. yılı anısına tasarlandı.Zamanın Madureira Esporte Clube futbolcuları ülkeyi ziya-ret ettiklerinde Küba Devri-mi’nin üzerinden sadece dört yıl geçmişti. Küba’da kaldıkları sürede 5 maç yapıp hepsini kazanan takımı Havana’daki son maçında izleyenler ara-sında o dönem Sanayi Bakanı olan Che Guevara da vardı. Madureira’nın 3-2 galibiyetiy-le sona eren maçın ardından futbolcular, Arjantin doğumlu ünlü gerilla komutanıyla da bir araya gelmişti.

Madureira’nın yeni “devrimci” forması sayesinde, futbol ile Che’nin bağlantıları ölümün-den 40 yıl sonra yeniden canlanmış oldu.

Başrollerini Sonam Kapo-or ve Farhan Akhtar’ın

paylaştığı film, Hindistan’ın gelmiş geçmiş en başarılı ve önemli sporcusu “Uçan Sikh” de denilen Milkha Singh’in çarpıcı yaşam öyküsü.

1947’de Hindistan ve Pakis-tan bağımsızlıklarını kazanıp birbirinden ayrılınca, yaşadığı köy Pakistan sınırlarında kalan Milkha Singh’in ha-yatı, hep acılardan kaçmak için koşması üzerine kurulu aslında. Ailesinin Pakistanlı askerler tarafından katledil-

mesi üzerine köyünden kaçan, mülteci kampında dayaktan kurtulmak için çeteye katılan ve görevlilerle köşe kapmaca oynayan Milkha Singh’in haya-tı askere gitmesiyle değişir.

50-60’lı yılların efsane 400 metre koşucusu olan Milk-ha’nın ailesi, askeri ve spor yaşamı, atletizmdeki başarı öyküsü, aşkı ve arka planda Hindistan’ın bağımsızlık tarihi-nin anlatıldığı film, her sahnesi özenle çekilmiş, içeriği dolu arşivlik bir yapım.

Geçtiğimiz yıl Ediz Bahti-yaroğlu’nun kalp krizi so-

nucu hayatını kaybetmesinin ardından, evinde çok sayıda boş enerji içeceği kutusu bu-lunduğu ve enerji içeceklerine düşkünlüğü nedeniyle Ediz’in daha önce uyarıldığı yönünde bir iddia ortaya atılmıştı. Daha önce üzerini hiç okudum mu bu içecek kutularının? Hayır... Geçen gün aldım bir tane, sırf üzerinde yazanları buraya aktarmak için:

• Alkol ile karıştırılarak veya beraber tüketilmemelidir.

• Çocuklar, 18 yaş altı kişiler, yaşlılar, diyabetikler, yüksek tansiyonu olanlar, gebe ve em-zikli kadınlar, metabolik has-talığı olanlar, böbrek yetmez-liği olanlar ile kafeine hassas kişiler için tavsiye edilmez.

• Sporcu içeceği değildir, yo-ğun fiziksel aktivite sırasında ve sonrasında tüketilmeme-lidir. Günlük 500 mililitre-den fazla tüketilmesi tavsiye edilmez.

İşin kötü tarafı, eczanelerde reçetesiz bile satılmaması gere-ken son derece ciddi yan etki-leri olan bir içecek; büfelerde, marketlerde rahatça satılıyor...

Konu üzerine araştırmaya giriştim; şu enerji içecekleri ne menem bir şeydir diye, sizinle paylaşıyorum:Enerji içeceklerinde gazoz, kola, soda gibi benzeri alkol-süz içeceklere göre çok daha fazla kafein bulunuyormuş. Bunların çoğunun 250 mili-litresinde 80 miligram kafein olmakla beraber, bazılarında

kutu başına 14 kutu kola iç-mekle alınacak miktarda yani 505 miligram kafein mevcut-muş.Yapılan araştırmalarda, enerji içeceklerinin bilinçsizce kulla-nımlarına bağlı olarak kafein zehirlenmesinin de her geçen gün arttığı ortaya çıkmış.

Kafein zehirlenmesi: Sinirli-lik, huzursuzluk, baş ağrısı, çarpıntı, ritim bozukluğu, uykusuzluk, terleme, ajitas-yon, ellerde titreme gibi sinir sistemi ve mide ağrısı, göğüste yanma, bulantı, kusma, ishal gibi sindirim sistemi belir-tilerine sebep oluyor. Fazla miktarda kafein özellikle de hipertansiyon, kalp yeter-sizliği, ritim bozukluğu gibi hastalıkları olanlarda kalp ve yüksek tansiyon krizlerine yol açabiliyormuş.

Enerji içecekleri Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde yasak. Norveç’te sadece ecza-nelerde satılmasına izin var, İsveç’te 15 yaşından küçüklere satılmıyor. İngiltere’de enerji içeceklerinde 16 yaşından küçükler, gebeler ve süt veren anneler ve kafeine duyarlı kişi-ler için uygun olmadığına dair etiketler bulunması zorunlu.

Başlığımıza dönersek... Evet! Enerji içecekleri ka-natlandırır, hatta bazen fazla kanatlandırdıkları acil servis-lere başvurur.Bence Türkiye’de de ölüme dahi sebep verebilecek pek çok zararı olan enerji içeceklerinin tümünün yasaklanması ya da en azından satışlarının sıkı denetim altına alınması artık şart.Siz ne dersiniz?

Enerji içecekleri kanatlandırır mı?

Bir film: Bhaag Milkha Bhaag (Koş Milkha Koş)

Page 40: Siyaset sayı 11

Halkın adayları konuşuyor

Halkı karar süreçlerine tamamıyla katan, bili-

min yol göstericiliğini temel ilke edinen bir yerel yöne-tim anlayışıyla yola çıktık. Kent hakkını demokratik bir ülkeye dönüşmenin ilk adımı ve olmazsa olmazı sayan bir anlayışla 1 Nisan’da geliyoruz.

HDP çatısı altında, “Şehir senin”

ve “Kentimizi de kendimizi de biz yöneteceğiz” sloganları

etrafında, Samsun’u Samsun halkı ile birlikte yönetmeye talibim. Adaletsizlik ve eşitsizliğin arttığı, kamusal olan her şeyin yağmalandığı, yerel yönetimlerin merkezileştiği ve sermayenin hizmetine verildiği bu ortamda, sermay-enin değil halkın belediyecilik anlayışını getirmek önümüz-deki temel görev olacaktır. Samsun’u kadınlar, gençler, çocuklar, yaşlılar ve engelli vatandaşlarımız için daha yaşanılır bir hale getirecek, sermayenin değil tüm ezilenlerin yerel yönetimini oluşturacağız.

En basitinden partilerin programlarına baktığımızda aralarındaki farkları göre-biliyoruz. Ben yıllardan beri sağlık hakkı için müc-adele ettiğimden partilerin programlarını biliyorum. Diğer alanlardaki çalışmalarına da bakıldığında HDP’nin

farkını daha iyi görebiliyoruz. Bu nedenle de HDP’den aday oldum. Bu kent patronlara ve erkeklere göre dizayn edilmiştir. Kentin artık yapısını değiştirerek işçilerin ve kadınların da kolayca yaşayabileceği bir kent haline getireceğiz.

İlçemizin en önemli sorunu, mevcut yönetimin “kent-

sel dönüşüm” saldırısıdır. İlçemizdeki 16 mahalleden 10’u “kentsel dönüşüm” adıyla yıkım tehdidi altında. Mezarlıkları bile rant alanına çevirmek istiyorlar. HDP olarak biz çevreye duyarlı, yeterli büyüklükte, sağlıklı, güvenli konutların yapımını, yerinde dönüşümü savunuyoruz. Şehirde yaşayan herkesin barınma hakkı vardır. Yerel yönetimlerin de bu hakkın gereklerini yerine getirmesi lazım.

Yerel yönetim anlayışımızda kadınların özel bir yeri var. Belediyelerde eş başkanlık uygulamamız bunun bir örneği. Kadınların sadece elişi, ev işi dışında bilgisayar kullanımı, web tasarımı vb farklı işlerde meslek edinmesi için kurslar açacağız. Beledi-yede işe almada kadın kotası uygulayacağız. .

HDP’ye göre, yerel yönetimler de-

mokrasi ve barışın teminatıdır. Bu nedenle Adana’da taş üstüne taş koymayan düzen partilerinin taşeronlarına karşı, “Müşteri değil, kentimizin yöneticileriyiz” diyoruz. Bunu da Adana halklarının temsil-cileriyle birlikte yani Arap’ı, Kürt’ü, Türk’ü, Çerkes’i, Laz’ı, Alevi’si, kadını, lgbti’si ve işsizliğe ve uyuşturucuya mah-kum edilen gençlerimizle ortak irade oluşturarak yapacağız. Bu

şehir bizim, bizler yönetecegiz, ezilenler kazanacak! Adana taştan köprülerle değil halklar arasında kurulacak köprül-erle demokrasi ve barışla buluşacak.

HDP olarak yerel yönetim

anlayışımız, yönetimin gerçekten yerele, halka ver-ilmesine dayanıyor. Mevcut egemen belediyecilik, asfalt belediyeciliğidir. Asıl belediye-cilik yerelin iktidar olmasıdır. Asıl soru, yurttaşların yöne-time nasıl katılacağıdır. Bizim belediyelerimiz mahallelerden kent düzeyine kadar halk meclislerinin kararlarını uygu-layacak.

Herşeyin anahtarı, “Şehir

senin” tanımında saklıdır. “Şehir senin” demek, halkın onu yönetecek organlarının oluşturulması, asıl karar sa-hibinin yerel meclisler olması demektir.

Kent halkını oluşturan eme-kçilelerin, tüm ezilen kesim-lerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin kendi talepleriyle, görüşleriyle ve kararlarıyla yerel yönetime katılması demektir. Bizim belediyeciliğimiz interaktif belediyeciliktir.

HDP’nin daha kuruluş

aşamasında önümüze çıkan yerel seçimler hepimiz için hem bir zorluk hem de fırsatlar içeriyor. Zorluğu şurada, partinin yeni ve tanınmıyor olması sebebiyle her şeyi baştan anlatmak gerekiyor. Kolaylığı ise şurada seçimlerde HDP’yi anlatmak için somut

imkanları var. Beşiktaş şehrin merkezi bir yerinde olması sebebiyle ilçedeki kamu binalarının arazi değeri çok yüksek. Sermaye gözünü buralara dikmiş durumda. Bu yağma ve talan projeleriyle mücadele edeceğiz. Beşiktaş trafik, ulaşım, otopark, konut sorunlarının da yoğun bir şekilde yaşandığı bir yer.

Bu sorunlara ilişkin de çalışmalar yapacağız. Belediye’deki güvencesiz, sendikasız, taşeron altında çalışmanın da yoğun olduğu bir yer. Taşeronlaştırmayla da mücadele edeceğiz. Seçimi kazansak da kazana-masak da Beşiktaş’ta ezilen-lerin, emekçilerin sözünü söyleyeceğiz.

HDP yüzde 50 kadın kotasıyla, kadını

yok sayan sisteme karşı, kadına siyasette söz, yetki, karar hakkını tanımanın, eşitlik mücadelesinin adresidir.

Bunun yanı sıra HDP, içerisinde devrimci kurumların, anti-kapital-istlerin olduğu, LGBTİ arkadaşlarımızın olduğu ve çok renkliliği barındırdığı için HDP benim sahiplendiğim “halkların kardeşliği” şiarıyla

paralel bir çizgide. İstanbul’u bir kadın kent olarak görüyorum. İstanbul’un pek çok göçü bağrında barındıran bir anne edasındaki

savaşçı bir kadın gibi olduğuna inanıyorum. Varoşlardaki görmezden gelinen katliamlar, saldırılar, kentsel dönüşüm altında evsizleştirilen halk açısından baktığımızda İstanbul kavganın başkentidir. Biz bunu Gezi Direnişiyle bir kez daha gördük.İstanbul’un bir sanayi kenti, çok fazla işçi emeğinin sömürüldüğü, taşeronlaştırıldığı bir şehir. İstanbul’u egemenlerin elinden kurtaracak, halkın egemenliğinde bir yönetimi mümkün kılacak tek parti HDP’dir.

İstanbul BüyükşehirSırrı Süreyya Önder

Samsun Büyükşehirİlhan Cüre

Kocaeli BüyükşehirNilay Etiler

İstanbul / GaziosmanpaşaFeray Mertoğlu

Adana BüyükşehirLeyla Uyar

İstanbul / FatihTurhan Yıldırım

İstanbul / BeşiktaşAhmet Saymadi

İstanbul BüyükşehirPınar Aydınlar