40
Günlerdir süren halk isyanı Taksim’in polisten arın- dırılmasıyla en yüksek noktasına ulaştı. AKP’ye ve sisteme karşı öe duyanlar günlerdir sokaklara akıyor ve önlerinin kesildiği noktada direniş ateşini yakıyorlar. Gençliğin devrimci öesi, mücadele azmi barikatların başında... Her yaştan, her halktan işçiler, emekçiler, öğrenciler sokakta. Direniş tam bir dayanışma ve karar- lılıkla devam ediyor. Halkın öesi, inancı, cesareti çok daha büyümüş durumda. 12 Eylül’den bu yana baskı altında sindirilen halk korku duvarlarını yıktı! 31 Mayıs şimdiden devrimci mücadele tarihimize önemli bir gün olarak kendini yazdırmış durumda. Şimdi bu enerjiyi daha örgütlü, hedefli ve organize hale getirme zamanı. Halkın kendiliğinden hareketini kendisi için harekete dönüştürebilmek için tüm devrimcilere çok daha büyük görev sorumluluk düşüyor. SYKP olarak direnişin ilk gününden beri barikatların ön saflarında, mücadelenin merkezinde olduk ve olma- yı da sürdürüyoruz. Partimizin kuruluşunu mücadele- nin çelikleştirici ateşi içerisinde gerçekleştiriyoruz. Şim- di hepimize düşen bu öe ve cesareti örgütlü, kararlı ve sürekli hale getirmek, doğru hedeflere yönlendirmek ve birleştirici, kolektif bir önderlik aracılığıyla organize davranmasını sağlamaktır. Hepimize kolay gelsin... Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Haziran 2013 / Sayı 5 Mahir Sayın Çapulcular iktidara... Türkiye halklarının isyanı bir kez daha tarih sahnesindeki yerini aldı. Tasfiye’den demokratik Türkiye’ye PKK attığı adımlar- la, bir terör örgütü olduğu konusunda- ki yargıları dünya çapında kırıyor. Tuncay Yılmaz Yaşamın kıyısından, savaşın ortasına Yaşadığım şehrin, bir gün dünya- nın gündemine, savaşın yol açtığı- katliamla gelebi- leceği asla aklıma gelmezdi. Gulabi Çetesi Hindistan’ın başkenti Delhi’de bir otobüste gerçekleşen tecavüz kadınlara “Artık ye- ter” dedirtti. Seda Karakaş Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin s. 8 s. 19 İzzet Koldan s.7 SYKP’yi sokakta kuruyoruz Ayaklar başa çapulcular iktidara s.4

Siyaset Sayı 5

  • Upload
    siyaset

  • View
    269

  • Download
    9

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Siyaset Sayı 5

Günlerdir süren halk isyanı Taksim’in polisten arın-dırılmasıyla en yüksek noktasına ulaştı. AKP’ye ve sisteme karşı öfke duyanlar günlerdir sokaklara akıyor ve önlerinin kesildiği noktada direniş ateşini yakıyorlar. Gençliğin devrimci öfkesi, mücadele azmi barikatların başında... Her yaştan, her halktan işçiler, emekçiler, öğrenciler sokakta. Direniş tam bir dayanışma ve karar-lılıkla devam ediyor. Halkın öfkesi, inancı, cesareti çok

daha büyümüş durumda. 12 Eylül’den bu yana baskı altında sindirilen halk korku duvarlarını yıktı! 31 Mayıs şimdiden devrimci mücadele tarihimize önemli bir gün olarak kendini yazdırmış durumda. Şimdi bu enerjiyi daha örgütlü, hedefli ve organize hale getirme zamanı. Halkın kendiliğinden hareketini kendisi için harekete dönüştürebilmek için tüm devrimcilere çok daha büyük görev sorumluluk düşüyor.

SYKP olarak direnişin ilk gününden beri barikatların ön saflarında, mücadelenin merkezinde olduk ve olma-yı da sürdürüyoruz. Partimizin kuruluşunu mücadele-nin çelikleştirici ateşi içerisinde gerçekleştiriyoruz. Şim-di hepimize düşen bu öfke ve cesareti örgütlü, kararlı ve sürekli hale getirmek, doğru hedeflere yönlendirmek ve birleştirici, kolektif bir önderlik aracılığıyla organize davranmasını sağlamaktır. Hepimize kolay gelsin...

SiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Haziran 2013 / Sayı 5

Mahir Sayın

Çapulcular iktidara...

Türkiye halklarının isyanı bir kez daha tarih sahnesindeki yerini aldı.

Tasfiye’den demokratik Türkiye’yePKK attığı adımlar-la, bir terör örgütü olduğu konusunda-ki yargıları dünya çapında kırıyor.

Tuncay Yılmaz

Yaşamın kıyısından, savaşın ortasınaYaşadığım şehrin, bir gün dünya-nın gündemine, savaşın yol açtığı-katliamla gelebi-leceği asla aklıma gelmezdi.

Gulabi Çetesi Hindistan’ın başkenti Delhi’de bir otobüste gerçekleşen tecavüz kadınlara “Artık ye-ter” dedirtti.

Seda Karakaş

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

s. 8

s. 19

İzzet Koldan

s.7

SYKP’yi sokakta kuruyoruz

Ayaklar başaçapulcular iktidara

s.4

Page 2: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 52 Si asetyEditörden

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 37 60 Bas kı: Gün Mat ba acılık Beşyol Mah. Akasya Sk. 23/A Küçükçekmece - İstanbul Tel:(0212) 580 6381

Toplumların tarihinde nadir görünen isyan günlerinden geçiyoruz. Ülkenin dört bir yanında milyonların sokağa çıkıp, devletin copuna, biber gazı-na, plastik mermisine, kurşununa, TOMA’sına, eli satırlı-bıçaklı çeteleri-ne karşı AKP diktatörlüğüne, Tayyip Erdoğan’ın padişahlık heveslerine ve kibrine, sermayenin her şeyi paraya çevirme hırsına karşı isyan ettiği gün-lerdeyiz. Despot yönetime karşı omuz omuza dövüşmenin, kolektif eylemin, dayanışmanın, sokakların ve meydan-ların özgürlüğünün tadını çıkarıyoruz.

Düşen yoldaşlarımızın acısıyla öfke-miz büyüyor. Yaralılarımız yaralarını sarıp barikatlara koşuyor. Devletten koparıp aldığımız Taksim 1 Mayıs Meydanı’nı gece gündüz yüzbin-ler doldurup doldurup boşaltıyor. Özgürleştirdiğimiz Taksim’de bin çiçek açıyor: Duvarlarını, binalarını demokrasi ve sosyalizm güçlerinin pankartları, bayrakları, duvar yazıları süslüyor günlerdir. Paranın geçmedi-ği, lokmaların paylaşıldığı, yasakların

yasaklandığı, devletin “yasal zor”unun ortalıkta görünmediği, ama acaiptir(!) kimsenin burnunun kanamadığı, kaşının üstünde gözün var demedi-ği zamanları yaşıyoruz. Meydan ve sokaklar elbirliğiyle temizlenip çiçek gibi yapılıyor, bir yandan gitar, saz sesleri geliyor, bir başka köşede “Gezi Flarmoni Orkestrası” Köçekçe’yi çalıyor, insanlar çimenlere uzanmış kitaplarını okuyor, ya da akşamdan sabaha, sabahtan akşama konuşuyor, tartışıyor, slogan atıyor.

Kanımızı emen, başımızı ezen kapita-lizmin ortasında bir vaha, bir özgür-lük molası sanki Taksim. Bir tadımlık devrim gibi… mini minnacık, belki birkaç günlük komünizm; evet, in-sanların bileğinin hakkıyla kazandığı, ama ülke, bölge, dünya koşullarının da şimdilik mümkün kıldığı. Elbette biliyoruz, yaşamın kılcal damarlarına kadar kollarını uzatmış, hatta kendi beyinlerimize kadar sızmış devasa bir ahtapot kapitalizm; ve onu yenip özgürlük dünyasını yaratmak, bugün-

kü küçük zaferimizle karşılaştırılama-yacak kadar büyük bedeller ödemeyi, büyük savaşlar vermeyi gerektirecek.

Zaten dedik ya, Taksim bir vaha; aynı günlerde Ankara’dan Dersim’e, Erzincan’dan İstanbul’a kadar her yerde sokağa çıkan halka karşı devle-tin yumruğu vurmaya devam ediyor. İnsanlar ölüyor, binlerce kişi yaralanı-yor, gözaltına alınıyor.

Her ne kadar Başbakan esip gürle-meye devam etse de, kuşkusuz ondan habersiz değil, Hükümet onun yoklu-ğunda yangını söndürmenin manev-ralarını yapıyor; tabii en az zararla isyanı şiddetle ezmenin planlarını da.

SİYASET’in okurları, dağıtımcıları, yazarları, editörleri, muhabirleri bir yandan barikatlar, sokaklar, mey-danlardaki devrimci görevlerini gece gündüz yerine getirirken, bir yandan da aynı zamanda artık son tuğlalarını koymakta olduğumuz Parti’yi kurma hazırlıklarını yürütüyor. 2,5 yıldır, farklı geleneklerden ve örgütsel yapı-lardan gelen veya birey olarak sürece katılan devrimci, yenilenmeci, enter-nasyonalist sosyalistler olarak yürü-düğümüz yeniden kuruluş yolunun Partileşme etabında varış çizgisine ulaşmak üzereyiz.

Sosyalist Yeniden Kuruluş (SYK) sürecinde hem tartıştık, hem yürüdük. Baştan öngördüğümüz gibi, organik bir komünist partisini kur-mak için yeterince güçlü bir ortak

teorik-politik zeminimizin olduğu ortak pratiğimizle kanıtlandı.

Yine öngördüğümüz gibi, ikincil dü-zeyde görüş ayrılıklarımızın olduğunu yaşayarak gördük. Kaldı ki, günümü-zün devrimci partisinin “her konuda aynı düşünenler”in monolitik örgütü değil, “çoğulcu” bir Parti olacağı, politik program zemini üzerindeki farklılıkların zenginliğimizi oluştura-cağı konusunda hemfikirdik.

Ama kurulacak ortak, organik partiye “ruh” da gerekiyordu. Bu ruhu, 2,5 yıllık ortak pratiğimizde ve ama en çok 1 Mayıs’ta ve “Gezi Parkı İsyanı” günlerinde sokaklarda, barikatlarda omuz omuza dövüşmekten gelen gü-ven ve yoldaşlaşmayla kazandık.

15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi-nin 43. yıl dönümünde işçi sınıfının devrimci partisini, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’ni (SYKP) kuracağız. Partimizin ana rengi, emekçilerin mü-cadelesini, devrimi ve komünizm he-defini simgeleyen “kızıl” olacak; ama yanı sıra, sınıfın öncülüğünde birle-şecek tüm anti-kapitalist ve devrim-ci-demokratik dinamikleri temsilen kadın kurtuluş hareketinin “mor”u ve doğa-yaşam savunucularının “yeşil”i bayraklarımızda yer alacak.

Tüm okurlarımızı SYKP’yi destekle-meye, birlikte kurmaya, sınıf mücade-lesinin her alanında bayrağı yükselt-meye çağırıyoruz.

Bir tadımlık devrimDevletten koparıp aldığımız Taksim 1 Mayıs Meydanı’nı gece gündüz yüzbinler doldurup doldurup boşaltıyor. Özgürleştirdiğimiz Taksim’de bin çiçek açıyor: Duvarlarını, binalarını demokrasi ve sosyalizm güçlerinin pankart-

ları, bayrakları, duvar yazıları süslüyor günlerdir.

İÇİNDEKİLER

SYKP partileşiyor / Mustafa Kahya s.3 Çapulcular iktidara / Tuncay Yılmaz s.4 Barış süreci / Nevra Akdemir / Tolga Tören s.5 Barış ne kadar yakında? / Kadir Akın s.6 Barış yoluyla tasfiyeden, demokratik Türkiye’ye / Mahir Sayın s.7 Yaşamın kıyısından savaşın ortasına / İzzet Koldan s.8 Patlama halkların kardeşliğini bozamadı / Tülay Hatimoğulları s.9 Hegemonya sonrası çağda Ortadoğu / Abdullah Karabulut s.10 Suriye Cenevre’ye güçlü gidiyor / Meryem Defne s.11 Rusya’da sosyalist yapılanma / Aleksandra Çelik s.12 Chavez’siz Venezuela son mu? başlangıçmı? / Hakan Deniz s.13 Uslanmaz bir maratoncunun ardından / s.14 Vergi adaleti mi dediniz? / Mustafa Durmuş s.15 Kadınlar Gezi direnişinde / Hikmet Sarıoğlu s.16 Anadili yasak kadınlar / Ayşe Panuş s.17 Çocuk da yaparım, kariyer de! / Nermin K. s.18 Kadınların öz savunma örgütü: Gulabi Çetesi / Seda Karakaş s. 19 Taksim direnişinden kareler / s. 20-21 Sendikal hareket kendini yeniden kurmalı / Mehmet Ali Karabekmez s.22 15-16 Haziran direnişi / Volkan Yaraşır s.23 Bu nasıl grev? / K. Güven s. 24 Nakış işçileri grevde! / Kasım Kaygısız-Resul Çatar s.25 Kadınların ve Gençlerin işsizliği / Nejla Kurul s.26 Engelliler taraf olmalı / İknur Turgut s.27 Kampüsleri yeniden kurmaya / Burak İmrek s.28 Üniversiteler hedefte / Nilgün Yılmaz s.29 Bir karadeniz masalı: Lazlar / Adnan Avcı Bucaklişi s.30 Öteki 15-16 Haziranı unutma / Erol Yeşilyurt. s.31 Sinop Fukuşima olmayacak! / Özlem Bayat s.32 GDO’lu pirinç komedisi / Fatoş Osmanağaoğlu s.33 Bir tuhaf yazar, çok tuhaf... / Ebru Yıldırım s.34 Şarkılarıyla geçti aramızdan... / Sevim Erdoğan - Gülseren Erdoğan s.35 Tanrının belası parçacık! / Onur Kolcu s.36 LGBT ler susmayacak, sen de susma! / s.37 Haberler / s.38 - 39 AKP rüyasına halkın sillesi! / SYKP s.40

Page 3: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 3Si asety Politika

Reel sosyalizmin çöküşü ve tarih sah-nesinden çekilişi, sosyalist bir dünya hedefinin mümkünlüğü düşüncesinin ağır yaralar almasına neden oldu. Bu durum, sömürülen ve ezilen tüm toplum kesimleri burjuvazinin dizgin-lenemez bir saldırıya geçmesine yol açtı. “Sosyalizme karşı kapitalizmin kazandığı zafer” izafi bir zafer olsa da, bir kaç mevzi dışında, sistem dışı direniş odakları kapitalizme içerildi.

Kapitalizmin içine sürüklendiği krizle birlikte, işçi sınıfı ve diğer sistem dışı güçler yönünden artık o karanlık devir sona erdi. Krizle birlikte işçi sınıfının siyasete müdahale olanakla-rı arttı. Kapitalist küreselleşmeye ve neo-liberal politikalara karşı başkal-dıran milyonlarca işçi ve emekçi artık eleştirilerinin mızrak ucunu doğrudan kapitalizme yöneltmeye başladı.

Bu yeni mücadele dalgası, bir kez daha “var olan her şeyin eleştirisi” olarak Marksizm’e itibarını iade ediyor. Kapi-talizmin derinleşen krizine tutarlı bir açıklama, bir kez daha Marksizm’de aranıyor ve bulunuyor. Buna karşılık Marksizm, küresel kapitalizme yönelik her düzeyde eleştiriden yeniden bes-leniyor. Reel sosyalizm pratiklerinden çıkarılan derslerle sosyalizmi yeniden seçenek haline getirme imkanlarına kavuşuyor.

Marksizm yeniden

“Devrimci ve enternasyonalist özüy-le Marksizm ... emekçileri yeniden devrimci bir dünya görüşüyle dona-tıyor; dünya devrimi umudunu canlı tutuyor, harekete görüş derinliği ve inanç sağlamlığı aşılıyor. Marksizm dünya çapında bir devrimin soruları-na ve sorunlarına yanıt verme yetene-ğini yeniden kazanıyor ama ona asıl yaratıcı gücünü, bir devrimle yeniden kanıtlanması, dünyayı değiştirmenin

bilgisini gerçeğe dönüştürmesi iade edecek.”

Sosyalist Yeniden Kuruluş süreci, yu-karıda ifade edilen anlayışın, üstünde yaşadığımız topraklarda politik ve örgütsel bir iradeye dönüştürülmesi,

bir başka deyişle ete kemiğe bürün-dürülmesi girişimi olarak başlatıldı. Enternasyonalist bir eksende yürüme kararlılığında olanların olanaklarını, değerlerini, kazanımlarını ve birikim-lerini sentezleyerek partileşme hedefi ile yola çıkıldı. Sürecin gereklerine ve başlangıç tariflerine uyum sağlaya-mayanlar, kendilerini sürecin dışına çektiler. Süreci başlatırken oluşturulan anlayış ve tanımlanmış hedefe kilitle-nenler ise sınıf mücadelesinin gerekle-ri ve ihtiyaçları üzerinden kararlılıkla başlatılan süreci ilerletmeye devam ettiler.

“Her şeyin eleştirisi” ile

Ancak, Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecini işletirken birçok zaaflarımız da oldu. Her daim olduğu gibi dü-

şünülenle yapılan arasındaki makas aralığı bizim sürecimizde de görüldü. Bu durumun oluşmasında, geçmiş alışkanlıklarımız, her birimizin daha önceki mücadele ve faaliyet zemin-lerinde edindiği davranış ve çalışma tarzları, demokrasi kültürü ve en

önemlisi de sürecin gereklerine uygun düşen bir örgütlenme düzeyimizin olmayışı önemli bir rol oynadı.

Bütün bu zaaf ve eksiklerimize karşın üzerinden atlanıp geçilemeyecek deneyimlerimiz de oldu. Çoğulculuk iddiasındaki birlik partilerinde dahi hiç uygulanmamış olan doğrudan demokrasi pratikleri yaşadık. Ace-miliklerimiz ve deneyimsizliklerimiz nedeniyle beklentilerimize denk düşen sonuçlar elde edemesek de, bu yöndeki pratikleri geleceğe dair kaza-nım hanemize yazabiliriz. Biz kendi sürecimize de eleştirel bakabilen, eleş-tirilerimizin sonuçlarından korkma-yan bir işleyiş kültürünü de oluştu-rarak yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Zaaflarımızı, yetmezliklerimizi bilerek

ama kazanımlarımız ve başarılarımızı da görmezden gelmeden partileşme hedefimize doğru hızla yol alıyoruz.

Partiyle ileri

Partimizin adını, amblemini belirle-dik. Yeterli bir zaman dilimi içinde hakkını vererek bir tartışma yapa-masak da, yapabildiğimiz kadarıyla tartışarak ve eksiklerini kongreleri-mizde aşmak ve tamamlamak üzere, Program ve Tüzüğümüzü de 16-17 Haziran 2013 tarihinde gerçekleşti-receğimiz partimizin kuruluşundan önce tamamlayacağız.

15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfının, mücadele tarihinin en anlamlı ve doruk noktalarından birisini oluştu-ran eylemini gerçekleştirdiği tarihsel günlerdir. Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) işte bu büyük İşçi Direnişinin yıldönümünde kuruluyor. “Kapitalist sömürü ve tahakkümün bütün biçimlerinin, bütün eşitsizlik-lerin, bütün hiyerarşik ve dışlayıcı toplumsal ilişkilerin tasfiye edildiği; burjuva özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı; ‘herkese emeğine göre’ normunun geçerli olduğu bir evreyi takiben bayrağında ‘herkesten yete-neğine göre, herkese ihtiyacı kadar’ şiarı yazılı olan bir komünist uygarlık hedefiyle yola çıkıyor.”

Türkiye, kapitalizmin bütün çelişki-lerinin biriktiği ve devrimci tarzda aşılmasının imkanlarının giderek arttığı bir coğrafyada bulunuyor. Şimdi bu imkanları değerlendirecek ve burjuvaziyi vurup devirecek bir kuvvete ihtiyaç var. Tarih Türkiye sosyalist hareketini bu rolü oynamaya davet ediyor. SYKP, bu rolü oynamak için gereken bilinç, cesaret ve atılgan-lığın bir ifadesiyle, yeni bir yürüyüşü başlatmanın ilk adımı olarak kuru-luyor. Coşkumuzu, heyecanımızı ve kararlılığımızı, partimizin kuruluşuyla taçlandırmak için görev başına!

Sosyalist yeniden kuruluş partileşiyor

SYKP, zayıf halka Türkiye’de proletaryanın devrimci öncü gücünü oluşturmak için gereken bilinç, cesaret

ve atılganlığın bir ifadesiyle, yeni bir yürüyüşü başlatmanın ilk adımı olarak kuruluyor. Coşkumuzu,

heyecanımızı ve kararlılığımızı, partimizin kuruluşuyla taçlandırmak için görev başına!

Mustafa Kahya

Biz kendi sürecimize de eleştirel bakabilen, eleştirilerimizin sonuçlarından korkmayan bir işleyiş kültürünü de oluşturarak yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Zaaflarımızı, yetmezliklerimizi bilerek ama kazanımlarımız ve başarılarımızı da görmezden gelmeden partileşme hedefimize doğru hızla yol alıyoruz.

Page 4: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 54 Si asety

Türkiye halklarının isyanı bir kez daha tarih sahnesindeki yerini aldı. Tahrir’de, Wall Street’te, Sintagma’da olduğu gibi dünya devrim mücadelesi-ne dersler bırakacak günler yaşıyoruz.

Sadece sokaklar değil, düşünme bi-çimleri, alışkanlıklar, uyuşukluklar da alt üst oluyor. Bir hafta önce hayatın rutinini kolay kolay bozulmaz gören pozitivist akıllar, şimdi olup bitenin peşinden sürükleniyor. Toplumsal gelişmelerin matematik probleminin çözümü gibi ilerleyeceğini düşünen rasyonalistler, evrim-devrim diyalekti-ğinin sıçrama anlarını gözden kaçır-manın şaşkınlığını yaşıyorlar.

Toplumsal mücadeleler yavaş yavaş biriktirerek ilerlediği gibi, kimi anlar-da sıçramalarla büyük yollar da kat ederler. Ve bu duruma hazırlıklı, açık olmayan örgütsel paradigmalar bu sıç-rama anlarında akıl tutulması yaşayıp donup kalırlar. Biz bu deneyimi yakın zamanda Tunus’da, Mısır’da, ABD’de gördük.

Elbette bu kendiliğinden hareketleri bir politik devrim hamlesinin yerine koymuyoruz. Bu hareketlerin öyle bir noktaya gelebilmesi için en başta bu dönemin ruhuna uygun birleşti-rici, kapsayıcı, taşıyıcı bir önderliğin ortaya çıkabilmiş olması gerekir. Her ne kadar bu hareketler henüz ciddi dönüşümlere yol aç(a)mamış olsalar da ezilenlerin ve emekçilerin zihninde büyük sıçramalara, yeni konumlan-malara imkan tanımıştır.

12 Eylül’den bu yana her geçen gün daha fazla köşeye sıkıştırılan halk Devletin Taksim Gezi Parkı’na sert müdahalesiyle korku duvarını yıktı ve sokaklara aktı. Mutlaka vurgulamak gerekir ki bu korku duvarının yıkılma-sında 1 Mayıs’tan bu yana süren devlet tehdidine ve polis şiddetine rağmen taksim sokaklarını terk etmeyen dev-rimcilerin özel bir yeri vardır. Devle-tin polis gücünün düşmanla savaşır-casına sürdürdüğü saldırıları cesaret ve ustalıkla püskürten devrimciler kitlenin korku duvarlarının yıkılma-

sında en önemli darbeyi vurmuştur. Ve bu ilk andan sonra üç gün öncesine kadar belki de hiçbir politik gündemi olmayan binlerce genç barikatların ön saflarında yerlerini almıştır.

Devrimci bir özne, devrimi ileri-de bir vakit olacak bir şeymiş gibi değil de güncel olarak algılayan bir siyasal özne, bu gelişmelerden an-cak heyecan duyabilir! Gelişmeleri, örgütsüz kitlelerin sokağa yansıyan lümpenliğini “kaygı verici gelişmeler” olarak algılayıp kenarda bir an önce bu sürecin bitmesi için bekleyen bir anlayışın devrim yürüyüşünde yeri ol-mayacaktır. Devrimcilerin bu süreçte

yapması gereken şey boylu boyunca hareketin içine girip, kitlenin ideoljik, pratik öncülüğünü bileğinin hakkıy-la kazanmasıdır. Nitekim Taksim’de durum tam da böyle olmuştur. Polis püskürtüldükten sonra alanları dol-duran yüzbinlerin içerisinde CHP’li, TGB’li hatta MHP’lilerin oluşu çok da önemli değildir. Alanın hakimiyeti devrimcilerin elindedir. Bu tüm alanı yönetebildiğimiz, koordine edebildiği-miz anlamına gelmiyor elbette. Ancak Taksim Meydanı kazanılırken devrim-cilerin gösterdiği cürret kitle üzerinde hak ettiği saygı ve itibari sağlamıştır.

Bundan sonrası ağır bedeller verilerek

ve büyük bir mücadeleyle elde edilen kazanımları korumak, bu isyanda elde eden birikimleri bir sonraki hamlenin cephanesi yapabilmektir. İşte bu da başka bir ustalık gerektirmektedir. Sadece ‘an’a ve bulunduğu mekana kilitlenmiş bir bakış, gelişmeleri, güçler dengesinin doğru değerlendire-meyecektir. Şimdi yapılması gereken bu direnişi somut kazanımla yeni biçimlere aktarabilmektir. Yerellerdeki mücadeleleri bir kazanım atmosferi oluşturacak eylem ve etkinliklerle ta-rihsel birikim yatağına akıtabilmektir.

Durum analizinde dört çizgiyle ara-mıza mesafe koyarak kendi konumla-

nışımızı daha da netleştirelim.

Birinci yaklaşım, yitirilmiş yaşamlar, binlerce yaralı ve gözaltıyla kazanılmış bu siyasal atmosferi hızla bir eğlence, festival, karnaval havasına çevirme eğilimidir. Evet elbette vuruşanlar, zaferlerini kutlayacaklar! Ancak bu kutlamalar siyasal içeriği boşaltılmış, ülke genelinde süren direnişlerden, hatta yanı başındaki barikatlarda devam eden çatışmalardan bihaber kutlamalar olamaz!

İkinci yaklaşım, kazanımı abartan ve en keskin, en radikal hedefi işaret ederek alanın en devrimcisi olduğu-nu sanan yaklaşımdır. Kimi siyasal

yapılar mevcut durumun İstanbul’un idaresini ele alma imkanı sunduğu-nu bile iddia edebilmiştir. Başta da belirttiğimiz gibi mücadele birikimler ve sıçramalarla iç içe gidecektir. Her ikisine de hazır olmak, ikisinde birine takılı kalmamak gerekmektedir.

Üçüncü yaklaşım ise direnişin içe-risinde ulusalcılar, milliyetçiler var diyerek mücadele alanından uzak duran, yarım ayak katılan, hızla uzak-laşan eğilimlerdir. Elbette tamamen ulusalcıların başlattığı, organize ettiği, hakim olduğu alanlarda işimiz olmaz. Ama başta sosyalistler olmak üzere, ekolojistlerin, anarşistlerin, feminist-lerin öncülüğünü yaptığı bir alanda ulusalcı, cinsiyetçi hatta ırkçı nüveler var diye alanlardan uzak durmak en hafif deyimle gelişmeleri doğru oku-yamamak olacaktır.

Son olarak ise kimi demokratik kitle örgütlerindeki temsilcilerine, direni-şin koordinasyonundaki bağlantıla-rına güvenerek kolektif bir isyan olan bu süreci tek başına kendi hanesine yazdırma beyhude çabasıdır. İradesini kapsayıcı, kolektif bir pratikle değil de yaptım oldu uyanıklıkları, ayak oyun-ları, el çabukluklarıyla kabul ettirmeye çalışanlar kaybedeceklerdir.

SYKP olarak direnişin örüldüğü ve isyanın başladığı andan itibaren en ön saflarda yer aldık. Bu süreçte ne gücümüz abarttık ne de “gerçekçiliğin” imkansızlıklarında boğulup kaldık. Hep bir adım ilerisine odaklandık ve bulunduğumuz her alanda siyasal etkimizi daha da arttırmaya çabaladık.

Belli ki önümüzdeki günler daha da yoğun mücadeleler bizi beklemek-te. SYKP’yi tam bir isyan şafağında kuruyoruz. Şimdi “çapulcuların” söz, yetki, karara ve iktidarı ele alması için mücadeleyi yükseltme dönemindeyiz. Ya isyanla birlikte büyüyecek ve hep birlikte bu karanlık dünyayı aydınlata-cağız, ya da daha yoğun bir baskı, zu-lüm ve sömürüyle yüz yüze kalacağız.

Direniş alanlarında hep söylediğimiz gibi: yorulanlar, yaralananlar, gazla-nanlar arkaya, dinlenenler, iyileşenler, enerjikler ön saflara!

Tuncay Yılmaz

Çapulcular iktidara!Söz yetki karar halkaPolitika

Page 5: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 5Si asety

Malum, son dönemlerin en önemli gündem maddelerinden birisi, “barış” ya da “çözüm” süreci. Sürecin içinde yer alan tüm aktörlerin sürece ilişkin kurduğu stratejilerin ya da süreçten beklentilerinin aynı olmadığı ise su götürmez bir gerçek. Bu bağlamda kimi noktalara dikkat çekmekte fayda var. Bunlardan ilki, Kürt meselesinin bugünkü noktaya gelmesinde, Kürt siyasetinin ulusal hakları için verdi-ği mücadelenin yanında, kapitalist sistem içerisinde uluslararası ölçekte yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümden Ortadoğu’ya düşen pay. AKP’nin bu süreci yeni-Osmanlıcılık olarak da ifade edilen “bölgesel/emperyal güç” olma çabalarının bir kaldıracı olarak tasarladığı, dolayısıyla, Türkiye serma-yesinin yayılma dinamiklerine zemin hazırlamaya çalıştığı aşikar. Dolayısıy-la, en önemli hedeflerinden birisi de, Kürt siyasetinin seküler, emek tabanlı ve emek dostu güçlerini, ABD yanlısı ve Ortadoğu bölgesinde kapitalist

üretim ilişkilerinin derinleşmesine hizmet edecek güçlerle ikame ederek Kürt siyasetinin haritasını değiştir-mek. AKP’nin bu konuda bu zamana kadar ki girişimlerinin başarılı olma-ması, yeni girişimlerde bulunmayaca-ğı anlamına gelmiyor.

Sermaye Türkiye’de Çin istiyor

Yıllardır süren savaşın son ermesi, sermaye birikiminin bu krizli anı için oldukça önemli. Bu yüzden AKP ve sermayedarlar bölgesel asgari ücret, yerel yönetimler yasası ve pek çok düzenleme ile pazarlık masasına oturmayı hedefliyor. Bölgeye yapılan yatırımlar sıkça gündeme geliyor; ancak bunlar genelde sabit sermayesi düşük ve geçici sektörlere yapılacak yatırımlar. Karşımıza çıkan en önemli sektörler ise tekstil, gıda gibi, ucuz işgücüne ve esnek çalışmaya ihtiyaç duyan alanlar. İlgili sektörlerde yapılacak üretimin, ileri teknolojiye dayanan kısmının batıda gerçekleştirilecek olması, alt sözleşme ilişkilerinin bölgedeki önemli dinamiklerden birisi olacağı-

nın bir göstergesi. Madencilik, enerji -özellikle HES’ler- ve hizmet sektörü-ne dayalı lojistik, çağrı merkezi, sağlık dikkat çeken diğer alanlar. Genelde kayıt dışı çalışan kadınlar, düşük ücretler, uzun çalışma saat-leri bölgede sermayenin daha çok birikmesinin önemli unsurları ve bu

durum, bölgedeki iş cinayeti istatis-tiklerinde de yansımasını buluyor. Nitekim bölgede iş nedeniyle ölüm ve yaralanmada dikkat çekici bir artış söz konusu. Görünen o ki, AKP, artan emek sömürüsüne ve doğa talanına maruz kalan bölgeye Çin, Tayvan, Bangladeş gibi ülkelerden de yatırım-cı çekme niyetinde ve buna yönelik politikalar, pazarlık masasında Kürt siyasetinin karşısına çıkacak.

Sosyal cumhuriyet talebi

Kürt siyasetinin öz üretim ve yönetim önerileri bu süreci tersine çevirme olanağı sunuyorsa da, Kürt hareketi şimdiden alternatif modelleri dene-meye başlamışsa da, yukarıda aktarı-lanlar, doğası gereği, bir dizi çelişki, çatışma ya da uzlaşma ile devam eden sürecin önümüze önemli görevler koyduğu gerçeğini ortadan kaldırmı-yor. Kürt siyasetinin verdiği müca-delenin yanında kapitalist sistemin uluslararası ölçekte yeniden yapılan-ması ve Ortadoğu’da güç ilişkilerinin değişen yapısı, Kürt halkının ulusal haklarının yok sayıldığı yapıyı işlev-sel olmaktan çıkarmış, dolayısıyla, yönetenlerin eskisi yönetme imkânı ortadan kalkmıştır. Yönetilenlerin es-kisi gibi yönetilmek istemediğinin en

önemli kanıtı ise Kürt halkının, uzun-ca bir süredir yürüttüğü mücadeledir. Tam da bu noktada, süreçte hangi öznelerin ön plana çıkacağı, bundan sonrasının şekillenmesi için yaşamsal bir önem arz etmektedir. Kürt siyaseti, bu zamana kadar, “Sivil Cuma” eylemlerinden, “ezilenler

koalisyonu” olarak da tanımlanabi-lecek olan HDK’nin oluşumundaki rolüne kadar, AKP’nin Kürt siyasetini şekillendirme çabalarına yanıt üret-meyi becerebildi. Öte yandan, çatışma sürecinin son bulması, Türk emek-çilerinin mücadelelerini başta Kürt emekçileri olmak üzere diğer ulusların emekçileri ile buluşturma imkanını ortaya çıkarmaktadır. Çözüm görüş-melerinin en önemli gündem madde-lerinden birisi haline geldiği bugünkü süreç, liberal/ulusal ikileminin dışına çıkarak bir sosyal cumhuriyet çağrısı-na imkan tanıyan anayasa görüşmeleri başta olmak üzere, biri dizi mücadele alanını önümüze koymaktadır. Kürt siyasetine yön veren öznelerin, politikalarını, ulusal değil bölgesel bazda kurgulaması, AKP’nin neo-Os-manlıcılığına karşı, emek yanlısı özne-lerin Ortadoğu halkları ile ilişkilerinin daha da derinleşmesi olanağını sun-maktadır. Türkiye siyasetinin yeniden yapılandığı bu süreçte, sürecin dışında kalmanın siyasetin de dışında kalmak anlamına geldiği ölçüde, “Gündüz-lerinde sömürülmeyen/gecelerinde aç yatılmayan/ekmek gül ve hürriyet günleri” özleminde olan tüm öznele-rin, sürecin şekillendiricileri arasında olması yaşamsal bir görev.

Nevra Akdemir – Tolga Tören

Barış süreci Sermaye Çin istiyor,

ezilenler “sosyal cumhuriyet”

AKP, artan emek sömürüsüne ve doğa talanına maruz kalan bölgeye Çin, Tayvan, Bangladeş gibi ülkelerden yatırımcı çekme niyetinde ve buna yönelik politikalar, pazarlık masasına Kürt siyasetinin karşısına çıkacak.

Çözüm görüşmelerinin en önemli gündem maddelerinden birisi haline geldiği bugünkü süreç, liberal/ulusal ikileminin dışına çıkarak bir sosyal cumhuriyet çağrısına imkan tanıyor.

Politika

Page 6: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 56 Si asety

25-26 Mayıs tarihlerinde Ankara’da toplanan Demokrasi ve Barış Kon-feransı, bugüne kadar bu amaçla yapılmış toplantı ve konferansların katılım açısından en kapsamlısıydı de-mek abartı olmayacaktır. Anadolu’dan beklenen düzeyde bir katılım sağlana-masa da, delegasyonun temsiliyet ve nitelik bakımından göz doldurduğu söylenebilir.

500’e yakın katılımın olduğu ve iki gün süren konferansın, katılanların tümünün görüşlerini ortaya koymada ve bu görüşleri ortaklaştırmada elbette kimi sorunlarla karşılaşacağı bilini-yordu ve ilk günkü oturumun öğleden sonrası üç ayrı paralel oturumla daha fazla katılımcının konuşmasına imkan sağlanmaya çalışıldı.

Ne var ki; paralel toplantılardan “Mü-zakere sürecinde barışın toplumsallaş-ması ve demokratik siyaset” konulu oturumun, konferansın bütününü ilgilendiren en önemli paralel toplantı olduğunun yeterince bilince çıkartı-lamamış olmasının zaafı, kendisini oturum boyunca gösterdi. Gerek söz konusu paralel oturumun çerçevesini çizen sunuş metni, gerekse konuşma-ların içeriği, eğer ikinci gün konferans devam etmiyor olsaydı bir bütün ola-rak konferansı sıkıntıya sokabilecek nitelikteydi. Henüz sürüp sürmediğinden bile emin olmadığımız bir “müzakere süreci” ile karşı karşıya olduğumuz unutulmuş, sürüyorsa müzakere süre-cine batıdan güçlü bir muhatabın bu sürecin kalıcı hale getirilmesi gibi bir görev ile karşı karşıya olduğu unutul-muş ve sanki barış sağlanmış, “barışın çözmesi gereken diğer meseleler” konuşulmaya başlanmıştı. Kaldı ki, diğer iki paralel oturum “hukuk, yol temizliği ve yeni Anayasa” ile “ha-kikat, yüzleşme ve adalet” konuları, içerik bakımından barışın sağlanma-sına giden yolda ve sonrasına ilişkin

tasarlanmış tartışma başlıklarıydı.

Daha yolun başındayız

Bu haliyle belki de konferans, genel bir yanılsamayı ve edilgenlik hali-ni ortaya çıkarması bakımından da öğreticiydi. Silahların susmuş olması ve gerillanın mevzilerini terk ederek sınırların dışına çıkmış olması belli ki AKP iktidarının propagandasını yap-tığı gibi “sorunun çözüme kavuştuğu” illüzyonunu yaratıyordu.

Öcalan’ın çağrısı üzerine Kandil Dağı ve Mahmur Kampı’ndan gelerek Ha-bur Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriş yapan 34 gerilla ile başlayan ve Oslo ile devam eden müzakere süreçleri-nin akamete uğramasının ardından yaşanan çatışmaların şiddetini kim aklından çıkarabilir ki? Bugün R.T. Erdoğan’ın soruna bakışında köklü bir değişimden, demokratik ve eşitlikçi bir perspektifin egemen olduğundan söz edilebilir mi? Erdoğan’ın, daha önce defalarca yaptığı gibi gerek uluslararası arenada ve özellikle Orta-doğu’daki sıkışmışlığına çare olarak, gerekse yaklaşan yerel, Cumhurbaş-kanlığı ve milletvekili seçimleri öncesi “kısmi bir rahatlama” sağlayabilmek için bu manevrayı yapmadığını kim söyleyebilir? Üstelik Kürt sorunun eşitlikçi bir perspektifle yasal güven-ceye kavuşturulmasında önemli bir adım olacak yeni anayasa çalışmala-

rının yerel seçimler sonrasına bırakıl-ması da gündeme gelmişken AKP’ye kim neden inansın?

Bütün bu belirsizlik içinde “50 bin ki-şilik gerilla” gücüyle sürdürülebilecek bir savaş yerine “silahların susması ve silahlı güçlerin sınır dışına çıkması” gibi stratejik değerdeki kararın mi-

marı Abdullah Öcalan’ın bu sözlerini “Müzakerede AKP’nin taahhütlerini yerine getirmemesi durumunda 50 bin kişiyle geri geliriz” diye niye anla-mayalım?

Konferans sürecin muhatabı

Dolayısıyla Ankara’da toplanan “De-mokrasi ve Barış Konferansı” sonuç bildirisinde Konferans’ın kendisini müzakere sürecinde bir muhatap ola-rak gördüğünün açıklanması önemli-dir: “Kürt sorununda çözüme yönelik

görüşmeler sürecinin desteklenmesi ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyo-ruz. Konferansımızın, müzakere sü-recinin kesintisiz olarak sürdürülmesi için kararlı bir tutum ve çaba içerisin-de olacağını ilan ediyoruz.”

Bildiri şöyle devam ediyor: “Sürecin kalıcı bir barışa ulaşması için çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir demokrasi-yi bütün kurumlarıyla oluşturmanın ve buna işlerlik kazandırmanın kaçı-nılmaz olduğunu vurguluyoruz. De-mokrasiyle barışın birbiriyle doğru-dan bağlantılı olduğunu bir kez daha saptayarak, demokratikleşme yönünde atılacak adımların barış sürecini de ilerleteceğini belirtiyoruz… Konferans katılımcıları olarak kendimizi barış ve müzakere sürecini izlemekle görevlen-diriyoruz. Güvenlikçi politikalara asla geri dönülmemesi, sürecin kesintiye uğramaması ve geliştirilmesi gereğini özellikle vurguluyor ve bu bakımdan üzerimize düşen bütün çabaları gös-terme kararlılığını ilan ediyoruz.”

Bu süreci toplumsallaştırmak için illerde konferanslar yapma kararını almış olmasını, konferansın en önemli başarısı olarak değerlendirmek gereki-yor. Şimdi yapılması gereken, konfe-ransın aldığı kararların yaşam bulma-sını sağlamak için çaba göstermektir. Barışın hiç de kolay tesis edilemeyece-ğini ve yakınlarda olmadığını bilmek gerekiyor.

Kadir Akın

“Kürt sorununda çözüme yönelik görüşmeler sürecinin desteklenmesi ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Konferansı-mızın, müzakere süre-cinin kesintisiz olarak sür-dürülmesi için kararlı bir tutum ve çaba içerisinde olacağını ilan ediyoruz.”

Şimdi yapılması gereken, konferansın aldığı kararların yaşam bulmasını sağlamak için çaba göstermektir. Barışın hiç de kolay tesis edilemeyeceğini ve yakınlarda olmadığını bilmek gerekiyor.

Barış ne kadar yakında?

Politika

Page 7: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 7Si asety

Türkiye’de uzun yıllardır nasıl edip de “şu Arapların elinden parayı kapa-biliriz” hevesleri vardır. Bu iş için İslamcılar kendilerini en kuvvetli aday olarak gördüklerinden Erbakan’dan beri İslam dünyasından para sızdır-manın planları yapılıp durur. Erbakan bu hevesini tatmin edecek imkanı pek bulamadı ama, çırağı Erdoğan bunu yakaladığına inandı. Özellikle ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin “eşbaşkanlık” ile bu imkanı getirdiğine emin oldu. Libya’da yavaş davranmaktan dolayı kaçırdığını dü-şündüğünü yakalamak üzere, Suriye’de “Etten önce kazana atladı”.

Birkaç ay içerisinde Esad’ın düşürüle-ceğini umarak her türlü riski üstlen-mekten imtina etmedi. Bu ona savaşın gürültüsü içerisinde, Barzani’yle işbirliği içerisinde PKK’yi tasfiye etme olanağını vereceği gibi, Suriye’nin işgalinin ardından, bölgedeki ABD politikalarının da vazgeçilmez oyun-cusu olma imkanını sunacaktı.

Zira Suriye’nin işgali tek başına bir olgu oluşturmuyor, tersine bütün böl-genin yeniden düzenlenmesinin baş-langıcı anlamına geliyordu. Suriye’nin yanında Lübnan, Irak ve İran yeniden düzenlenecek ve Türkiye de bölgenin İsrail’den de daha önemli bir hegemon gücü olacaktı.

Bu hesaplar doğrultusunda PKK’nin imhası/etkisizleştirilmesi politikası sürdürülürken, TC dış politikasının kırmızı çizgilerinden birini oluş-turan bir Kürt devletinin kuruluşu da ABD’nin bölgedeki ihtiyaçlarına bağlı olarak pembeleşmiş ve Ergene-kon davasıyla da, kırmızı çizgilerin savunucusu generallerin darbecilik vesilesiyle tasfiyesi sonucu, yeşile dönmüştü. ABD’nin, Irak iç dengeleri açısından ihtiyaç duyduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY), TC açı-sından da meta pazarı, petrol ve gaz temin edilecek bir kaynak olarak Türk

burjuvazisini, bu devletin varlığını bağımsızlığa bile uzanacak ölçüde akla uygun kılmıştı. Türk ve Kürt burjuva-ların bu durumu, el birliğiyle PKK’nin tasfiyesinde daha sağlam bir ortaklı-ğın da temelini oluşturacaktı. Kırmızı çizgilerin yeşile dönüşümü çok hızlı oldu, Barzani’nin Maliki’yle arasının gerilmesi için her şey yapıldı. Dahası, Bağdat’ın idama mahkum ettiği Sünni lider Haşimi, Maliki’ye hiç aldırmadan korumaya alındı. Barzani’yi bağımsız-lığa yaklaştırırken, Maliki’yi de İran’a biraz daha iten petrol anlaşmaları, ABD’nin canını sıkmasına rağmen, imzalandı. Ne var ki, RTE’nin beklediklerinin hiç biri olmadı; gerek krizin yarattığı etkiler, gerekse Irak ve Afganistan savaşlarının başına sardığı dertler ve nihayet Çin-Rusya’nın Şanghay İşbirli-ği Örgütü’nü genişletmesinin yarattığı durum, ABD’yi bu bölgeye ağırlık vermeye zorladı. Bunun sonucunda, Suriye’ye müdahaleden uzak kalarak, TC’nin üstlendiği yükleri gittikçe ağırlaştırırken, PKK’nin de askeri ve politik olarak bir adım geriletilmesi mümkün olmadı. Tam tersine, PKK her iki alanda da sanılandan daha güçlü olduğunu ortaya koydu. Bu yetmedi, Suriye işgalinin uzaması bek-lenmeyen bir başka sorunu RTE’nin karşısına dikerken, Rojava’da da bir özerk Kürt yönetiminin kurulması, PKK’yi tarihinin en güçlü konumu-na getirdi. Bu konjonktür değişimi, RTE’nin vizyonunu kaybetmesine yol

açarken, farklı taktiklerin kurulmasını zorunlu kıldı. Suriye’deki çatışmala-rın TC’nin istikrarını etkileyeceğini, PKK’nin mücadeleyi askeri ve politik olarak yükselteceğini herkes görüyor-du. Bu durumda RTE, ne yeni bir ana-yasa hazırlayabilir, ne başkanlık hayali görebilir, ne de yerel ve genel seçim-lerde başarılı olacağına emin olabilir-di. Konjonktürü ve AKP’nin zaaflarını iyi değerlendiren Öcalan, PKK’nin savaşa hazırlanmasına karşın, gerillayı sınır dışına çekmeye ve barış görüş-meleri yapmaya hazır olduğunu ilan edince, RTE de aradığı taktiği bulmuş oldu. En azından, görüşmeler süresin-ce Türkiye sakin görünecek ve RTE’de bunu siyasi prestije tahvil edebilecekti. TC sınırları içerisinde silahsızlanan ve politik mücadeleyi öne geçiren bir PKK’yi, Barzani’nin de yardımıyla, kuzeyde etkisizleştirerek, etkinliğini tümden kırmak mümkün olabilirdi

RTE’nin bu hesabı yaptığını gerek Öcalan, gerekse diğer PKK önderleri, elbette hesaba katıyorlar ve karşılığın-da 50 bin kişilik bir gerilla ordusuyla geri gelebileceklerini de hatırlatıyorlar. RTE’nin Obama’yla yaptığı son gö-rüşme, sahte barış oyununu hakikate çevirmeye çalışan Özgürlük Hareketi-nin benimsediği doğrultunun, hak-lılığını işaret ediyor. Bu kez RTE’nin işine gelmeyen noktada görüşmeler-den kaçması Habur ve Oslo’daki kadar karşılıksız olmayacak. PKK attığı adımlarla, bir terör örgütü olduğu konusundaki yargıları dünya çapında kırarken, Öcalan’ın da gerek Dünya-Türkiye ve gerekse tüm Kürt kamu-oyunda, daha fazla baba Barzani’nin yerini almasına olanak sağlıyor. Bu güneyle oynanmak istenecek oyunu da bozacak faktördür. Meşruiyetin tanınması zaferin kendisidir.Bölgede 923 TC şirketi 15 bin personelle faaliyet sürdürüyor. Bölgeye ihracat 2012 yılında 12 milyar dolara ulaştı, Almanya’nın payı ise 13 milyar dolardır. TC şirketi Genel Energy Plc TaqTaq’da günde 120 bin varil petrol çıkarı-yor ve Yumurtalığa günde 400 bin varil petrol taşıyacak bir boru hattı planlıyor. TPAO’nun kuruluşu TPIC de, dünya devi Exxon Mobil ile ortak faaliyet sürdürüyor.

Barış yoluyla tasfiyeden, demokratik Türkiye’ye

PKK attığı adımlarla, bir terör örgütü olduğu konusundaki yargıları

dünya çapında kırarken, Öcalan’ın da gerek Dün-

ya-Türkiye ve gerekse tüm Kürt kamuoyunda, daha

fazla baba Barzani’nin ye-rini almasına olanak sağlı-yor. Bu güneyle oynanmak istenecek oyunu da boza-

cak faktördür. Meşruiyetin tanınması zaferin

kendisidir.

RTE’nin Obama’yla yaptığı son görüşme, sahte barış oyununu hakikate çevirmeye çalışan Özgürlük Hareketinin benimsediği doğrultunun, haklılığını işaret ediyor.

Mahir Sayın

Politika

Page 8: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 58 Si asety

52 yıllık hayatımın 40 yılını yaşadığım şehrin, bir gün dünyanın gündemine, savaşın yol açtığı katliamla gelebilece-ği asla aklıma gelmezdi. AKP ve uğur-suz lideri RTE’nin politikaları nede-niyle 2012’nin ilk aylarından itibaren, dünyanın dört bir yanından şehre gelen haramilerin Reyhanlı halkına şer’den başka bir şey getirmeyeceği belliydi, ama bunu insanların anlaya-bilmesi hiç de kolay değildi. Kapitaliz-min yarattığı bencil, parayı her şeyden önemli gören insan yapısının Reyhanlı gibi yoksul bir şehri de kapanına alabilmesi, tabii ki uluslararası savaş lobisinin ve ülkemizdeki taşeronları-nın işini kolaylaştırmaktaydı.

Arap ülkelerindeki isyanların ateşi sönmeye başlayıp, toplumsal hare-ketlerin dünya oligarşisini tehdit

edebilme olasılığı savuşturulunca, sıra Ortadoğu’nun diğer devletlerinin hesabını görmeye geldi. İran, Irak ve de öncelikle Suriye’nin defteri dü-rülmeliydi. AKP’nin ateşli desteğini arkasına alan ABD ve müttefikleri, Suriye’nin işini bitirmenin çok kolay olacağı sanısıyla planlarını 3-4 aylık bir zamana göre yapıp Türkiye’ye ihale ettiler. Bu durum, AKP’nin bölgesel güç olma hayallerine denk düşen,

Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” olarak formüle ettiği “Yakın Kara Havza Stratejisi”nin Ortadoğu’da hayata geçirilmesi için mükemmel bir fırsat oluşturmaktaydı. Artık uygu-lama zamanı gelmişti, Ortadoğu’ya açılan her kent, her kasaba bu uygula-manın kapsamına alınmalıydı.

Reyhanlı’da ne oldu?

Suriye sınırında yaklaşık 60 bin nüfu-sa sahip Reyhanlı ilçesi, Ortadoğu’ya açılan önemli bir yerleşim. Cilvegözü Gümrük Kapısı nedeniyle birçok ülkeye uluslararası ticaretin geçiş noktası. Savaş başlamadan önce özellikle Halep’le önemli ticari ilişkiler gerçekleştirilmekteydi. Ancak olduk-ça verimli topraklara sahip olmasına rağmen Hükümet’in tarım politika-ları nedeniyle yoksullaşma gün be gün artıyor. Yüzde 70’e yakını bedevi Araplardan oluşan halkın önemli bir bölümü 2002 yılından bu yana AKP’yi desteklemektedir. Reyhanlı’nın müte-deyyin halkının, Suriye’ye karşı olası savaşta dini temelde kullanılması hiç de zor olmaz gibi görünüyordu.

Fakat ABD ve müttefiklerinin Suriye’yi işgal için ileri sürdüğü baha-neler Reyhanlı halkını ikna edemedi; zira hemen hemen her kesimin Suriye halkı ile akrabalık ilişkisi vardı. Hem komşumuzla ne alıp veremediğimiz olacaktı! Uluslararası paramiliter güçlerin bu haliyle Reyhanlı’ya yerleş-

tirilmeleri, işlevsiz hale getirilmiş olan sınırlardan saldırılar düzenlemeleri problemler doğurabilir ve tepkilere neden olabilirdi. Bu sebeple savaş lobisi dünyanın her yerinde uygulaya geldiği bir yöntemi Reyhanlı’da da gerçekleştirecekti; paramiliter güçler-le eş zamanlı Dolar ve Riyal devreye sokuldu.

İnsanlar birden savaşın getireceği felaketleri düşünmeden, savaş rantı kırıntılarının esiri oldular. Ulusla-rarası kaçakçılık, yüksek kira geliri, gasp, hırsızlık, yevmiyeci savaşçılar vs Reyhanlı’ya hükmetti. Reyhanlı artık ne güvenli bir şehirdi, ne de başına geleceklerinin farkındaydı. Üstelik çok büyük destek verdikleri belediyeleri, hükümetleri savaş kışkırtıcılığından başka bir iş yapmıyor, devletin olanak-larını savaşa aktarıyordu.

2. Cenevre toplantısı ve 11 Mayıs

ABD ve Rusya’nın Suriye’de siyasi çözüm için ön mutabakata varması, önümüzdeki günlerde Cenevre’de uluslararası bir toplantının yapılacağı, savaşın sona ereceği umudunu Rey-hanlı insanına vermiş olabilir, ancak AKP hükümetinin askeri operasyon-da ısrar etmesi 11 Mayıs saldırısına önemli bir zemin hazırlamış, El Kaide, En Nusra gibi cinayet şebekelerinin eylemlerine davetiye çıkartmıştır. Suriye’de gerçekleşebilecek siyasi bir çözüm, AKP hükümetinin Ortadoğu

politikasının iflasının tescili olacağı gibi, halen Türkiye’de ve Suriye’de konuşlanmış olan savaş örgütlerinin de bölgeden tasfiyesini getirecektir. RTE’nin 16 Mayıs’ta ABD’ye yapacağı ziyaret öncesinde, savaşın devamı için, elinde öyle bir gerekçe olmalıydı ki ABD ikna edilebilsin. Masaya mazlum Reyhanlı halkının kanından daha etkileyici ne konabilirdi. Gün geldi, plan devreye konuldu. 11 Mayıs günü Reyhanlı halkı bu dünyada cehennemi yaşadı.

Parçalanmış cesetler, yanan beden-ler, kaybolan insanlar, onlarca ölü, yüzlerce yaralı, harabeye dönen şehir. Reyhanlılılar bu manzara karşısında, büyük bağlılık gösterdikleri Başbakan-larının en azından tesellisini alacağını düşünmüş olabilirler.

Bilemediler ki onun esas arzusu Rey-hanlı halkının taze kanını soğumadan dünyanın en büyük kan emicilerinin masasına ulaştırmak ve bir pazarlık kozu olarak kullanmaktır. Reyhan-lı halkının katledilmesi ile beraber AKP’nin bölgesel güç liderliği hesabı da, Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik paradigması da, Anadolu’nun bir sınır kasabasının daracık caddelerinde rögar kapaklarının altında kalmıştır. Şimdi biz tüm emekçiler ve ezilenlere düşen görev, AKP ve savaş baronla-rının iktidarını tarihin çöp sepetine göndermektir.

İzzet Koldan Yaşamın kıyısından savaşın ortasına

Bu yazıyı hasta yatağından yazan SYKP Ortak Merkezi Kurul üyesi Reyhanlılı yoldaşımız İ. Koldan, 11 Mayıs’taki patlamada yaralananlar arasındaydı. Başından ve vücudunun çeşitli yerlerinden yaralanan İ. Koldan bir dizi tıbbi operasyon sonucunda sağlığına kavuşma yolundadır.

RTE’nin 16 Mayıs’ta ABD’ye yapacağı ziyaret

öncesinde, savaşın devamı için, elinde öyle bir gerekçe

olmalıydı ki ABD ikna edilebilsin.

Politika

Page 9: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 9Si asety

Türkiye ısrarla Suriye’ye dış müdaha-leyi körüklerken, Haziran’da yapı-lacak Cenevre toplantısının Rusya ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir anlaşmayla sonuçlanma olasılığı, AKP’nin dış politikasının tamamen iflas ettiğini, pastadan payına sadece kırıntıların düşeceğini gösteriyor. AKP’nin “Büyük Türkiye Projesi” can çekişiyor. AKP oldukça yüzeysel, Ortadoğu dengelerini kavramayan yaklaşımlarıyla bir bataklığa sürükle-niyor. Bu bataktan çıkmaya çalıştıkça yaptığı hatalarla daha da saplanıyor.

Reyhanlı patlaması da bu bataklığın derinliğini gösteriyor. Reyhanlı’yı iki açıdan irdelemek lazım. Her iki açının kendi içinde kategorileri var: Birincisi, bu patlamanın gerçekleşece-ğinden Türkiye istihbaratının haberi olduğunun belgeleri ortalıkta geziyor. Türkiye’nin bu işin neresinde olduğu açıklanmalıdır. İkincisi, patlama ilk gerçekleştiğinde Hükümet hızlıca sorumluluğu Beşşar Esad’a yıkmak istedi. Ama buna kendi de inanmadı. Esad’ın bu saldırıyı gerçekleştirme-si, mevcut konumu açısından onun aleyhinedir. Üçüncüsü, patlamanın hazırlığının bir bölümünde bilinçli

olarak Alevi insanlar kullanılmış, iz bırakılarak planlama gerçekleş-miş. Sonra bu insanlar avuçlarının içindeymiş gibi kısa sürede bulundu. Kimi tutuklandı, kimi serbest bırakıl-dı. Tutuklanan insanların çapları ve alakalarına bakıldığında Hükümet’in hedef şaşırtmaya kilitlendiği rahatlıkla söylenebilir. Reyhanlı patlaması, sıra-dan kafadarların elbirliği ile gerçekle-şecek bir patlamanın çok ötesinde bir eylemdir. Bu işin içinde kimi ülkelerin gizli servisleri olabileceği gibi; Türkiye’nin yıllardır kucağını açtı-ğı, her türlü siyasi ve askeri desteği verdiği Nusra Cephesi gibi güçlerin ortaklığı ile gerçekleşmiş olma olasılı-ğı çok yüksektir.

Halklar dengesi

Obama-Erdoğan görüşmesinden hemen önce gerçekleştirilen Reyhanlı katliamının en önemli hedeflerinden biri, Obama’nın Suriye’ye müdahale için ikna edilmesidir. Ama tam tersi oldu. Obama Erdoğan’ı kendi planına ikna ederek gönderdi. Bu, Erdoğan’ın Türkiye’ye adımlarını atarken yaptığı açıklamaların satır aralarından anla-şılıyor. Erdoğan dış politika ile ilgili benzer basıncı Fethullah Gülen’den gördü. ABD ile paralel düşünen Gülen, aynı zamanda AKP’nin Suriye politikasındaki acemiliğinin ve başarı-

sızlığının da farkında.

Ele alınacak ikinci açı ise patlamanın Hatay’ın dengeleriyle oynamayı he-deflemesidir. Arap’ı, Türk’ü, Kürt’üyle, Alevisi, Sünnisi, Hristiyanıyla Hatay, farklı etnik ve inanç topluluklarının barış içinde yaşadığı bir bölgedir. Barış ve huzur ortamı hassas den-geler üzerinde inşa edilmiştir. Buna “halklar dengesi” denebilir. Patlama olduğu günden beri Hükümet yanlısı medya ısrarla patlamayı Alevilerin gerçekleştirdiğini vurguladı. Savaş rantını yemek isteyen insanların Sün-nisi, Alevisi olmaz. Gizli servislerle bağlantılı çalışan, kendini kullandıran insanlar yüzünden, Alevi veya Sünni halkı bütünüyle zan altında bırakmak

kelimenin tam anlamıyla provokas-yondur. Kaldı ki yakalanan insanların olayla ilgileri hakkında yeterince bilgi mevcut değil. AKP bu ithamdan ne bekliyor? Olası bir Alevi-Sünni çatışması kimin işine yarar? Bugünkü koşullarda egemen sınıfların bile işine yarayıp yaramayacağı tartışmalıdır. Yoksa Erdoğan’ın mezhepçi yaklaşımı, mantığının önüne mi geçti?

İnsan kanı üzerinden siyaset

Hükümet bu olayla Türkiye’de (Ale-viler dışında) Suriye’ye karşı “milli kenetlenme” yaratmak istedi. Suriye politikasıyla ilgili halkı ikna etmek istedi. Ancak başaramadı. Bu etkiyi Türkiye genelinde yaratamadığı gibi, Hatay’da hiç yaratamadı. Günler sonra Reyhanlı halkını ziyaret eden Başbakan’ın mitingine AKP harıl harıl çalışarak dışarıdan insanları taşıdı ve zevahiri kurtarmaya çalıştı. Reyhanlı halkı başta olmak üzere Hatay halkı sağduyu ile davrandı. Uluslararası düzeyde pazarlamak istediği Reyhanlı patlamasını Hatay’da bile pazarlaya-mayan Başbakan, insan kanı üzerin-den siyaset yapmada bir beis görmedi.

Hatay’da denge bozulur mu?

Hatay’ın ilhakından bu yana, yapay idari sınır değişiklikleri ve planlı, içe dönük göç politikaları ile Hatay’ın demografik yapısı değiştirildi. Arap Alevilerine dönük sistematik asimilas-yon politikası uygulandı.

Derin güçler tarafından zaman zaman mezhep çatışmaları kaşındı. Ancak halklar dengesi ısrarla kendini koru-du. Önemli bir sosyal model teşkil eden Hatay, bir bütün olarak bu provokasyona karşı durarak onu boşa çıkardı. En son Reyhanlı sınavından da başarıyla çıkarak barış, kardeşlik şehri olma yolunda devam ediyor.

Uluslararası dengelerde ve tasarla-nan yeni Ortadoğu sınırlarında; hem bir sınır ili hem de denize açılan bir kapı olması itibariyle de önemli olan Hatay’da daha büyük provokasyonlar beklenebilir.

Dengeleri bozmak için yeni girişimler söz konusu olabilir. Ne yazık ki Orta-doğu tarihi bu ve benzeri örneklerle doludur. Bunlara karşı uyanık olmak, halklar arası dayanışmayı ve örgüt-lenmeyi geliştirmek, iç ve dış bütün kötücül planları bertaraf etmek tek se-çeneğimizdir. Hatay halkı birikimiyle, deneyimiyle, bilinciyle bu planları geri püskürtecektir. Barışın, kardeşliğin bir tek teminatı vardır: Halkların kardeş-liği perspektifi ile örgütlü duruş.

Patlama halkların kardeşliğini bozamadı

Hatay halkı birikimiyle, deneyimiyle, bilinciyle barış ve huzur ortamını bozmak isteyen Reyhanlı gibi provokasyonları geri püskürtecektir. Barışın, kardeşliğin bir tek teminatı vardır: Halkların kardeşliği perspektifi ile örgütlü duruş.

Tülay Hatimoğulları

Politika

Page 10: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 510 Si asety

ABD’nin hegemonya sonrası çağa girmesi nedeniyle Ortadoğu yeni bir krize yürümektedir.

Hegemonya sonrası çağ, Ortadoğu’ya üç boyutta yansır.

• Birincisi, ABD tarihsel sonu nede-niyle hegemonya sonrası çağa sürük-lense de “devireni” olmadığı için, batı merkezli küresel kapitalizmin devamı-nı sağlamak üzere Çin’in yükselişini sürdürdüğü Uzakdoğu’ya, Pasifik’teki ada devletlerine ve Afrika’ya yönelir.

• İkincisi, Ortadoğu petrollerine ihtiyacı, sanayi sektöründeki atıllık nedeniyle, önemli ölçüde azalmıştır. Petrole ihtiyacı, Amerika kıtasından temin edilecek boyutlara gerilemiştir.

• Üçüncüsü ise imparatorluk yürüyü-şünün 6 trilyon dolara ulaşan maliyeti nedeniyle ancak silah sanayiini finan-se edebilmektedir. Bütçesi bu yükü kaldıramamaktadır.

ABD’nin bu üç sorun nedeniy-le Ortadoğu’dan uzaklaşması, Ortadoğu’ya şamil bir “iktidar boşluğu”na neden olmuştur. Bu “iktidar boşluğu” ekonomik, politik, askeri, kültürel öğelerden mürekkep devletlerarası “ekosistemi” bozacak bir “krizin ebesi”dir.

Bölgede oluşan “iktidar boşluğu”nu ABD’nin haricinde herhangi bir gü-cün doldurma olasılığı yoktur. ABD, herhangi bir gücün bölgeye müdaha-lesine imkân tanımayacak tedbirleri post hegemonyanın arifesinde almış,

bölgeyi, körfez ve körfez ülkeleri bağ-lamında silah deposuna çevirmiştir.

Nitekim Rusya, “Ortadoğu, dış politi-kamızın önceliği…” diyerek bölge pay-laşımının tarafı olduğunu ilan edince

patriotlar Malatya Erhaç’a ve Maraş’a yerleştirilip Rusya’nın Ortadoğu’ya inişi kısıta alındı. Putin bu kısıta karşı Akdeniz’e savaş gemileri gönderdi.

Merkel ayrıca Rusya’yı Güney Kıbrıs bankalarının yaşadığı kriz üzerinden de kısıta alarak Avrasya, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bakımından stratejik önemi haiz Güney Kıbrıs’tan çıkarma-ya yöneldi.

Güney Kıbrıs’taki Rusya

Güney Kıbrıs’ta 50 bin Rus vatandaşı yaşamaktadır. En büyük bankalardan olan “Kıbrıs Ticaret Bankası” tüm var-lıkları ile Rusya’ya aittir. Kısaca Rusya, Güney Kıbrıs’ta önemli bir mali varlığa ve siyasi etkinliğe sahiptir. Rusya’nın 20 trilyon metreküp Güney Kıbrıs doğalgazına ulaşması halinde ise Doğu Akdeniz’deki askeri gücü daha da boyutlanacak, siyasi etkinliği daha da artacaktır.

AB (Merkel) Ortadoğu’da sıkıntı yara-tabilecek bu gelişimi Güney Kıbrıs’ın yaşadığı mali kriz nedeniyle, Güney Kıbrıs’a gelecek tüm mali değerlerin giriş ve çıkışını, AB merkez bankası-nın kontrolüne aldı. Böylece, görüş-

meleri başlatılmış olan “mali yardım – doğalgaz” anlaşması, dolayısıyla Rusya’nın Güney Kıbrıs doğal gazına ulaşması engellenecek.

Rusya’yı Güney Kbrıs’tan çıkarma girişimi

Merkel Güney Kıbrıs’a, yaşadığı kriz nedeniyle ihtiyacı olan 15,8 milyar euroyu verirken 5,8’ini Güney Kıbrıs bankalarına büyük değerler üzerinden mudi olmuş Rus vatandaşlardan yüzde 10 vergi alarak geri ödemesi şartı-na bağladı. Böylece Merkel, Güney Kıbrıs’a verdiği parayı Rus vatandaş-larına, Rusya’ya ödetmekten öte, Rus mudilerin paralarını kurtarmak için Güney Kıbrıs’ı terk etmelerine neden olacak ortamı oluşturmaya yöneldi. Merkel’in stratejik hesaplarla Gü-ney Kıbrıs’ı baskıya alarak başlatmış olduğu akla ziyan bu kolonyalist tutum karşısında Putin, Rusya’nın tüm savaş gemilerini ve 7 bin askerini Karadeniz’de savaş haline geçirdi.

İktidar boşluğunda öne çıkan gelişmeler

Suriye’de iktidar çaptan düşerken mu-halefette de parçalanmaların arttığı, Halep ve Şam arasındaki tarihi soru-nun yeniden boyutlandığı, Suriye’nin kaça bölüneceğinin tartışıldığı, kanlı kavgalı bir kaos ortamının oluşabi-leceği, İsrail’in Golan Tepeleri baha-nesiyle Esat iktidarına karşı koçbaşı olmaya yönelebileceği görülüyor.

Lübnan’da ise, Lübnan Hizbullahı’na lojistik desteğin gerilediği, Suriye’deki mezhep çatışmalarının Lübnan’a yan-sımaya başladığı, Lübnan dâhilinde iktidarsızlığa yol açacak çelişkilerin uç verdiği koşullarda; Lübnan’ı da Suriye gibi iç çatışmalar üzerinden bertaraf etmek için Obama, önce Türkiye ile İsrail’i barıştırıp İsrail, Türkiye ve Ürdün arasında bir ittifak gerçek-leştirmeye yöneldi. Suud, Lübnan’da istikrarsızlık yaratan amil olarak rol alıyor.

Ayrıca not etmek gerekir ki: ABD’nin herhangi bir gücün (müttefiki olsa dahi) bölgede etkinlik oluşturmasına müsaade etmeyeceğini idrak edeme-yen, Osmanlı fikri-sabitesine sahip Tayyip, Davutoğlu yönlendirmesiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Müs-lüman Kardeşler iktidarı üzerinde oluşturacağı etkinlikle, bölge liderliği elde edip şeri nizama geçebileceği hayalleriyle Obama’ya hizmette kusur etmemektedir.

Hegemonya sonrası çağda

ABD’nin Ortadoğu’dan uzaklaşmasıyla doğan ikti-dar boşluğu, devletlerarası “ekosistemi” bozacak bir

“krizin ebesi”dir.

Abdullah Karabulut

Ortadoğu Obama ve Merkel tarafından uygulanan askeri ve mali tedbirlerle, Güney Kıbrıs’ta önemli bir etkinliğe sahip olanRusya’nın Ortadoğu’ya inişi kısıta alındı

Dünya

Page 11: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 11Si asety

AKP hükümeti, bölge liderliği hevesiyle, Ortadoğu’nun derinlikli kavrayışından uzak, dengeleri kollayamayan politikalarıyla oynadığı savaş oyununda sürekli kay-bediyor. Türkiye dış politikası, Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Cenevre’de tasarlanan çözüm için hizaya getirildi.

2011’in Mart’ından beri Suriye’de devam eden savaşa ilişkin, Haziran ayında Cenevre’de yapılacak toplan-tıyla birlikte önemli gelişmeler olacağı görülüyor.

ABD ve Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye yönelik müdahale politika-sının temelinde bölgedeki petrol ve doğalgazı kontrol isteği, yeni pazar alanları yaratma niyeti ve stratejik çıkarlar yatıyordu. Bu süreçteki en yakın somut beklenti de petrol boru hatlarının oluşturulmasıydı: Katar ve Suudi Arabistan’dan Ürdün, Suriye, Akdeniz yolu ile Avrupa’ya; Şii Güney Irak’tan, Suriye ve Akdeniz yolu ile Avrupa’ya. Bu hatların inşasını ve uzun vadede korunmasını garanti altına alma, Suriye denkleminin en önemli öğelerinden biri olarak görülü-yor.

Cenevre’den ne bekleniyor?

Suriye’deki savaş, gerçekte ABD ve müttefikleri ile karşılarında oluşan yeni küresel güçler blokunun (Rusya, Çin, İran…) savaşıdır. Dolayısıyla Cenevre’de Suriye sathı üzerinde, bu güçlerin hesapları konuşulacaktır. ABD bu bölgedeki emellerini gerçek-leştirmeye çalışırken Rusya gerçeğini aşamayacağını gördü. Şimdi her iki taraf bir anlaşma noktası bulma üze-rinde yoğunlaşıyor. Yukarıda ifade et-tiğimiz enerji boru hattı yapımı büyük olasılıkla kabul görecek. Buna karşılık Rusya Suriye’deki hayati öneme sahip askeri üslerini koruyabilecek. Bu üsler Rusya’ya Akdeniz’in kapılarını açıyor ve bölge politikasında etkili olma olanaklarını sağlıyor.

Hakiki anlaşmanın bu zeminde gerçekleşmesi olasılığına karşılık, bunun kamuoyu ile paylaşılan yüzü ne olabilir? Elbette bu sürecin popüler meseleleri öne çıkarılacaktır. Bunlar-dan biri Esad’ın iktidarda kalıp kal-

mayacağı konusudur. Görünen o ki, 2014 seçimlerine kadar Esad iktidarda kalacak. Suriye muhalif güçlerine verilen destek eskisi kadar olmayabilir ama geçiş dönemi sürecinde rejim ve askeri güçlerinin zayıflatılmasına devam edilebilir. Bu da Suriye’deki şiddetin birden kesilmeyeceği anlamı-na gelir.

ABD’yi Suriye’ye dış müdahale yerine Cenevre’ye yönelten en önemli se-bepler, kendi iç meseleleri ve Irak ile Afganistan’da batağa saplanmasıdır. Küresel ekonomik krizin merkezinde yer alan ABD, yeni bir savaş cephesi açmakta zorlanıyor. Ayrıca Afganis-tan, Irak örneklerinden de görüleceği üzere dış müdahale ile bu ülkeler iste-nilen düzeyde denetlenemiyor. Kaldı ki Suriye’ye olası bir dış müdahalede sadece Suriye ile değil Rusya, İran ve müttefikleri ile savaşılacaktır. Bu geliş-meler bölgesel savaş anlamına gelir ki, ABD’nin şu an için işine gelmiyor.

ABD-Rusya yakınlaşmasının bir diğer nedeni El Nusra’dır. ÖSO ile ilişkileri-ni kesen El Nusra, muhalefeti bölen, farklı bir merkez yaratmayı hedef-liyor. Aşırı İslamcıların önemli bir savaş gücüne dönüşmesi ABD’nin de Rusya’nın da arzu edeceği bir durum değildir. Afganistan’da yaşananlar emsal olarak değerlendiriliyor.

Ortadoğu’nun direniş noktası: Golan Tepeleri

İsrail Suriye topraklarına iki saldırı gerçekleştirdi. Beşşar Esad bu saldı-

rıların akabinde Golan Tepeleri’ni İsrail’e karşı direniş cephesi haline getirme ve burayı bütün anti-siyonist güçlere açma tehdidinde bulunuyor. Ortadoğu’nun kanayan yarası olan Filistin sorunundan dolayı bölgede siyonizme karşı güçlü bir tepki var. Böylesi bir cephenin açılması duru-munda Filistin, Ürdün, Lübnan ve birçok ülkeden savaşçı bu cepheye katılabilir.

Hizbullah’ın burada oynayacağı rol çok önemlidir. Nitekim yakın zaman-da Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın Suriye savaşı ile ilgili demeci, olası Golan cephesini de aşan nitelik-te. Nasrallah, “Lübnan’ın Sırtı” diye tanımladığı Suriye’de ABD-İsrail cephesine karşı doğrudan savaş açtıklarını ilan etti. Daha önce de Bosna-Hersek’te Sünnileri korumak için savaştıklarını ifade eden Hizbul-lah lideri, Suriye direnişinin din ve mezhepler ötesi bir mücadele olduğu-nu özellikle vurguladı.

Bölgedeki aktörler: Türkiye-İran

Bölgedeki gelişmelerin doğrudan aktörü olan iki ülke: Türkiye ve İran. Türkiye başından beri Birleşmiş Milletler’in Suriye’ye müdahale et-mesini istiyordu. Bütün çabalarını da buna odakladı. Ancak Türkiye hiçbir

planında muvaffak olamadı. Bir savaş uçağını kaybetti ve Reyhanlı patla-ması gibi provokasyonlara kapı açtı. Muhaliflere (El-Kaide, cihatçı mili-tanlar) askeri üsler sağladı, sınırlarını onların kullanımına bıraktı. Fırlattığı bütün okları kendisine dönen AKP hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana en büyük dış politika yenilgisi-ni yaşıyor. Bölge liderliği hevesiyle, Ortadoğu’nun derinlikli kavrayışın-dan uzak, dengeleri kollayamayan politikalarıyla oynadığı savaş oyu-nunda sürekli kaybediyor. ABD’nin planına çarpan Türkiye dış politikası, Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Cenevre’de tasarlanan çözüm için hizaya getirildi. Ufuk çizgisi fazlasıy-la daralmış olan Başbakan, Cenevre planında önemsiz bir role razı olmak zorunda kalacak gibi görünüyor.

Türkiye’nin tersine İran, bölgedeki dengeleri iyi okuyabiliyor ve buna göre konumlanabiliyor. Suriye’nin düşmemesi için her desteği veriyor. Bunu kaba bir siyasetle değil, tarihsel deneyimiyle, ince hesaplarla yapıyor. Cenevre İran’ı görmezden gelemez. Rusya ABD ile masaya otururken İran’ı mutlaka hesaba katacaktır. İran Cenevre’den, bölgedeki gücünü tazele-yerek çıkabilir.

Suriye Cenevre’ye güçlü gidiyor

Meryem Defne

Suriye’deki vekalet sava-şında, ABD ve Rusya, bu ülkeden geçecek enerji boru hattı yapımının kabulü ve buna karşılık Rusya’nın askeri üslerinin korunması üzerinden anlaşmaya doğru gidiyor.

Dünya

Page 12: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 512 Si asety

SSCB halkları reel sosyalizmin ege-menliğinde uzun bir dönemdir özgür-lüklerden, her türlü insan haklarından ve iyi hayat şartlarından yoksun bu-lunmaktaydı. 1991 yılında gerçekleşen karşı devrim, bir dönemi resmi olarak sona erdirirken; geniş halk kitlelerinin yaşamında demokratikleşme bakımın-dan bir değişiklik yaratmadığı gibi, hayat koşullarını daha da ağırlaştırdı.SSCB’nin parti yöneticileri bir çırpıda yeni kapitalist dönemin sermayedarla-rı oluvermişlerdi.

Karşı devrim sonrası muhalefet

Rusya’da karşı devrimci dönüşüme muhalefetin esasını özelleştirme dalgasına karşı olmak oluştururken, muhalefet oldukça geniş bir zemine oturmaktaydı. Başlangıç dönemlerin-de işçi sınıfından tutun da eski Sovyet bürokrasinin alt hatta orta katmanla-rını içerisine almaktaydı. Ama muha-lefet giderek daralmaya başladı. Protestolar sürekli artan baskılar-la yerini uyuma ve kabule terketti.Daralmanın sebeplerinden birisi de geniş sosyal ilişki ve kitle temeline rağmen hareketin siyasal bir kimlikten yoksun oluşudur. Muhalefetin ülke düzeyindeki eylemleri, kampanyaları birbirinden kopuk ve koordinasyon-suz olduğundan başarısız oldular.

İlk dönemlerde muhalefet daha çok SSCB Komünist Partisi ve Stalin yanlılarının önderliğinde yürüyordu.Yeni sistemin oturması ve toplumsal muhalefetteki daralmayla birlikte, SSCB Komünist Partisi yeni iktidar güçlerine karşı rövanşist muhalefetten ve parlamento dışındaki sokak gös-terilerinden çekilip, oluşmakta olan yeni sistemle uyumlaşarak onun bir parçası haline dönüştü. Böylece radi-

kal sol sokaklarda kendi başına kaldı. O da çalışmalarını parti içerisindeki çelişkilere, kimlik politikalarına ve geleneklere dayalı yeni kadrolaşma çalışmasına kilitledi.

Sınıf hareketinin krizi ve çıkışın anah-tarı Rusya sol hareketinin, içerisine düştüğü büzülmenin ve kadro çalış-

masının dışına çıkabilmesi için yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu açıktı.Bu yapılanma geçmiş dönemlere damgasını vuran koalisyonlar, cephe-ler ve bloklaşmalar şeklinde olamazdı.Krizden çıkışın anahtarı bu tarz olu-şumları da doğru yönlendirebilecek koşullara uyan bir program temelinde yeni bir örgütlenmeydi. İşte bu amaçla 2011 yılında Sosyalist İleri Hareke-ti, Devrimci İşçi Partisi ve Sosyalist Direniş adlı üç örgüt biraraya gelerek Rusya Sosyalist Hareketi’ni kurdular. Her üç hareket de Troçkist gelenekten gelmekteydi fakat daha sonraları çeşit-li örgütsel katılımlar ve SSCB Komü-nist Partisi’nden ayrılanlarla birlikte gelenekçiliği aşan, anti-kapitalist, eko-sosyalist ve enternasyonalist bir program çerçevesinde geniş zeminli bir hareket oluşturdular.

Kuruluş konferansı ve sonrası

Rusya Sosyalist Hareketi’nin kuruluş konferansında, soldaki diğer örgütle-rin ve toplumsal hareketlerin temsil-cilerinin katılımıyla desteklenen “yol haritası”, birliği sağlayacak olan geniş

tabanlı, anti-kapitalist bir sol partinin inşasını öngörmekteydi. Bileşenler eşzamanlı konferanslar örgütleye-rek kendi yapılarını feshetme kararı aldılar.

Konferansta seçilen sekiz kişilik merkezi kurula, yeni oluşumun müttefiklerinden Sol Cephe’nin bir temsilcisinin de “danışman üye” sıfa-tıyla eklenmesi ileriye dönük bir iyi niyetin göstergesiydi. Rusya Sosyalist Hareketi’nden bir aktivist de aynı şe-kilde, Sol Cephe’nin yürütme kurulu-na “danışman oyu” vermek koşuluyla eklendi. (Bkz. internationalviewpoint.org)

Rusya Sosyalist Hareketi, örgütlen-mesini programa bağlayıp belli bir

zemine oturttuktan sonra, başlangıçta verdiği karara bağlı kalarak, oldukça geniş bir ittifaklar ilişkisi yarattı. Sol Cephe, Sosyalist Gençlik Federasyo-nu, Pötr Alexeev Direniş Hareketi, Otonomlar (Anarşistler), Ne Yapmalı Platformu, Kolektif Eylem Enstitüsü ile kurulan ilişkiler, söz konusu ittifak-ların ne kadar geniş bir alanı kapsadı-ğının ifadesidir.

Aralık 2011 seçimlerinden sonra Putin’in iktidarına karşı yeniden yükselişe geçen protestolar sol mu-halefete meşruiyet kazandırdı. Buna rağmen oldukça yaygın olan liberal muhalefetin yanında sol muhalefetin henüz güçsüz olduğunu belirtmek gerekir.Yine belirtmek gerekir ki Rusya’da sınıf mücadelesi aşılması çok zor engellerle karşı karşıyadır. Çünkü sosyalizm, komünizm kavramları halk tarafından bir öcü olarak algılanmak-tadır. Reel sosyalizmin bu olumsuz mirası Rusya sınıf mücadelesinde daha epey baş ağrıtacağa benzemek-tedir.

Sosyalist yenilenme

Rusya Sosyalist Hareketi, gelenekçiliği aşan, anti-ka-pitalist, eko-sosyalist ve en-ternasyonalist bir program çerçevesinde geniş zeminli

bir ittifak öngörüyor.

Aleksandra Çelik

Rusya’da yaygın olan liberal muhalefetin yanında sol hareket henüz güçsüz. Yeni iktidar güçlerine karşı muhalefetten ve parlamento dışındaki sokak gösterilerinden çekilen SSCB Komünist Partisi, yeni sistemle uyumlaşarak onun bir parçası haline dönüştü.

Rusya’da

Dünya

Page 13: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 13Si asety

Tabandaki dönüşümü “bir yere kadar” destekleyen Chavez, petrol ve elektrik işçilerinden gelen öz yönetim taleplerini “bunların stratejik sektörler olduğu” gerekçesiyle reddetti.

‘‘Sosyalizmi bir tez, bir proje ve bir yol olarak, fakat yeni tipteki bir sosyalizm, makineleri veya devleti değil insan-ları her şeyin üzerinde tutan, insancıl bir sosyalizm olarak yeniden talep etmeliyiz”.

Sovyetler Birliği’nde var olandan baş-ka bir sosyalizm, 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda ilerlediklerini bu sözlerle açıklayan ve özellikle iktidarının ikinci döneminde söylemini belirgin bir şekilde sivrilten Hugo Chavez’in Venezuela’sı; beklenmeyen bir anda kapitalizme alternatif bir yaşam iddi-asıyla ortaya çıktığında, artık sosya-lizmi tarihe gömdüklerini öngören düşmanları tarafından olduğu kadar henüz Sovyet deneyiminin yenilgisi-nin ölü toprağını üzerinden atamamış dünya solu tarafından da yakından takip edilen bir ülkeydi. Devlet baş-kanlığına, Chavez’in ölümünden önce halefi olarak işaret ettiği, eski otobüs şoförü Nicolas Maduro’yu getiren Venezuela, aynı nedenlerle, artık çok daha yakın bir ilgiyle izleniyor.

Chavez, ülkesinin yoksulları, dışlan-mışları üzerinde kapitalizmin yarattığı tahribatı onarmada tartışmasız büyük yol kat etti. Yaklaşık 14 yılı bulan iktidarı boyunca sosyal harcamalar yüzde 60 artarken yoksulluk yüzde

44, eşitsizlik yüzde 54 azaldı. Cha-vez öncesinde yüzde 21 olan yetersiz beslenme oranı yüzde 5’e kadar düştü. Yoksulların kronik konut sorununda önemli adımlar atıldı. Üniversiteye gitme oranı üç kat artarken işsiz-lik yarı yarıya azalarak yüzde 7’ye geriledi. Toplumsal refahtaki artış, Chavez’in arka arkaya üç seçimden de zaferle çıkmasının en önemli maddi zeminini oluşturdu.

Soldan esen rüzgar

Dış siyasette “çok kutuplu bir dünya” perspektifiyle hareket ederek, ABD emperyalizmine her fırsatta bayrak açtı. ABD’nin arka bahçesi olarak adlandırılan Latin Amerika’da ALBA, UNASUR, ERCOSUR, CELAC gibi ekonomik ve siyasi ittifakların kurul-masında önemli rol üstlenerek, kıta-daki dönüşüme katkı sağladı. Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârın esin kaynağı olmakla kalmadı, petrol gelirlerini paylaşma yoluyla yaşanan değişimlere ekonomik destek de verdi.

Başta petrol olmak üzere kritik sektörlerdeki kamulaştırmalar, Venezuela’nın ekonomik dönüşümün-de önemli köşe taşlarından biriydi. Ancak yönetim -gelirlerin büyük oranda sosyal fonlara aktarılmasının da bir sonucu olarak- petrole bağım-lılığı ortadan kaldıracak alternatifler geliştirmede kayda değer bir başarı gösteremedi. Uygulanan kur poli-tikalarıyla birleşince sonuç; geniş çaplı kamulaştırmalara rağmen ülke ekonomisinde özel sektörün payı-nın yükselmesi, sosyal yardımları çevreleyen ticari ağ ve bankacılık gelirlerinin artması, kısaca kapitaliz-min alan genişletmesi oldu.Ülkedeki sistem değişikliğine yönelik ajandası ise soldan gelen eleştiriler ve gelecek

bahsinde Chavez iktidarının yumu-şak karnını oluşturdu. Chavez’in karizmatik kişiliği ve etkinliğinin, bir yandan devrim sürecinin omurgası ve varlık koşulunu oluştururken diğer yandan iktidarın tabandan örgütlen-mesi önündeki en büyük engel olarak görülmesi, Venezuela’nın en büyük paradoksuydu.

Lider öldü - bayrak halkın elinde

Teknik olarak iktidar demokratikleş-me, “öz yönetim-yerinden yönetim” amacına yönelik önemli adımlar attı. Bu kapsamda yerellerde oluşturulan komünal konseylerin sayısı 30 bini buldu. Kapatılan kimi fabrikaların işçilerin denetimine verilmesi sağlan-dı. Tüm bunlar umut vericiydi. Solda hayal kırıklığı yaratansa, Chavez’in tabandaki dönüşümü “bir yere kadar” desteklemesi oldu. Komünal konseyler uygulamada gittikçe büyüyen bürok-rasinin önlerine çıkardığı engellerle uğraşmak zorunda kaldılar. Chavez kamulaştırılmış petrol ve elektrik şirketlerinin işçilerinden gelen öz yönetim taleplerini “bunların stra-tejik sektörler olduğu” gerekçesiyle reddetti. Çoğu zaman işçi muhalefeti,

soruşturmalarla karşı karşıya kaldı, bağımsız sendikacılık ötekileştirildi. Chavez’in 2007’de kurduğu PSUV’da (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) “partiyi devletin inşa etmesine”, “İşçi-lerin azlığına, otoriteye bağlı persone-lin etkinliğine” yönelik eleştiriler sık sık dile getirildi.

Yapıcı eleştiri, sosyalist inşa süreci-nin olmazsa olmazı. Diğer yandan Chavez’li Venezuela’nın geçtiğimiz 14 yıl boyunca dünya solu için çölde bir vaha, bir umut olduğunu da unutma-mak gerekiyor. Tam da bu nedenle şimdi Venezuelalılar çok daha çetin bir sınavla karşı karşıya. Birincisi sosyalizmin sadece liderlerinin değil, ayrıca ve öncelikle kendilerinin seçimi olduğunu, onun ölümüyle devrimin ölmeyeceğini, tarihe birey öznelerin değil halkların yön verdiğini ispatla-mak gibi bir yükümlülükle karşı kar-şıyalar. İkincisi, daha da ileri giderek Chavez’in yapamadığını yapmaları, tümüyle aşağıdan yukarıya örgüt-lenmiş, gerçek anlamda öz yönetime dayalı ve ekonomik bağlamda kapita-lizmin artıklarından temizlenmiş bir rol modeli inşa etmeleri gerekiyor.

Chavez’siz Venezuela:

Son mu, başlangıç mı?

Venezuela halkı, liderin ölümüyle devrimin öl-meyeceğini, tarihe birey öznelerin değil halkların yön verdiğini ispatlamak gibi bir yükümlülükle karşı karşıya.

Hakan Deniz

Dünya

Page 14: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 514 Si asety

Sosyalizm mücadelesinin bir neferini, bir maraton koşucusunu, bir karınca-sını yitirdik.Yitirdik tam doğru sözcük değil. Çünkü biz Ali Rıza Köse’yi sağlık alanındaki dönüşüme, piyasa-laşmaya, ticarileşmeye, performansa dayalı çalışmaya kurban verdik. Ve asla piyasanın katı kurallarına terk edilmemesi gereken bir alanda, bunun sonuçlarını daha yakıcı olarak ya-şayacağımız günler var önümüzde. Daha nice kurbanlar vereceğiz. Yirmi beş gün boyunca süren bu acı, sağlık alanında siyasal ve sendikal bir müca-delenin önemini ve vazgeçilmezliğini bir daha çıplak bir şekilde gözümüze batırdı.

Neden neferdi? Çünkü devrimci yaşa-mı boyunca yer aldığı yapı ve örgütler içersinde resmen hangi konumda olursa olsun, yoldaşları ve çalışma arkadaşlarıyla hiyerarşik ilişki kurma-yan; küçük iş, büyük iş ayrımı yapma-yan; en kolay eleştirilebilen, herkesle hemen eşitleniveren, tevazuyu bir jest olarak değil, karakterinin ayrılmaz bir ögesi olarak kendisiyle birlikte taşıyan biriydi o.

Neden karıncaydı? Karıncalar bir kolektifin parçası olarak, bir kolektifi tamamlayarak ve gösterişsiz biçim-de çalışırlar, ama hep çalışırlar. Ali Rıza’nın sosyalist mücadeledeki var oluş tarzı buydu.

Neden maraton koşucusuydu? Ali Rıza bir 100 metre veya bilemediniz bir 1000 metre koşucusu değildi. Bu yüzden hiçbir zaman hayal kırıklığı yaşamadı. Köşesine çekilmedi. Küs-künlüğe veya buna yakın ruh hallerine kapılmadı. Hep bir mücadele kanalı buldu. 1960’ların sonundan son nefe-sini verdiği ana kadar onun sosyalist

mücadelesinde bir kesinti anı yoktur. Maratonculuk budur. Bazen hızlanır, bazen yavaşlar, bazen hafif depara kalkar ama koşudan kopmazsınız. Soluğunuzu buna göre ayarlarsınız. O hep aramızdan biriydi

Kiminiz onu hiçbir zaman kopma-dığı ve ilgisini yitirmediği öğretmen hareketinden ve ta TÖBDER yöneti-ciliği yaptığı dönemlerden; kiminiz onu örgüt toplantılarından, kongre-lerinden ve hücrelerinden; kiminiz onu THKO’dan; kiminiz onu THKO-MB’den; kiminiz onu TKEP’ten; kiminiz onu KKP’den; kiminiz onu hiç bitmezmiş gibi görünen polis sorgusundan; kiminiz onu Diyarbakır zindanından veya cehenneminden tanıyorsunuz veya yollarınız kesişti.

Ama hepsi bu kadar değil. Kiminiz de onu başta Toplumsal Kurtuluş, Emek Dünyası, Emek Sosyalist Dergi olmak üzere dergi bürolarından ve yayın kurulu faaliyetlerinden, kiminiz onu 12 Eylül’den çıkışta işçi hareketinin yeniden toparlanma faaliyetleri ve İstanbul Sendika Şubeleri Platformu örgütlenmesinden, kiminiz onu bahar eylemlerinden, kiminiz onu rah-metli Sait Üner’le birlikte 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkış mücadelelerinden, kiminiz onu mahkeme kapılarından, kiminiz gözaltı arkadaşlığından tanı-yor ve biliyorsunuz.

Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği

Ali Rıza’nın yaşam öyküsü Türkiye’nin son kırk elli yıllık tarihinin, çelişkileri-nin, çatışmalarının, alt - üstlüklerinin, kendince ve hallince bir kişiye yansı-mış özetidir. Onun yine kendince ve hallince son yarım asır boyunca içinde

yer almadığı bir tavra ve duruşa sahip olmadığı herhangi bir kesit, an ve uğrak yok gibi.

Ali Rıza iflah olmaz bir iyimserdi. Fakat bundan koşulların farkında olmayan naif bir iyimserliğin kastedil-diği sanılmasın. Bu naif değil, daima olanaklara çalışan son derece gerçekçi bir iyimserlikti.

Türkiye’de 12 Eylül, polis ve cezaevi direnişleri konusunda, “çok kahra-manlık öyküleri” anlatılmıştır. Bu öy-külerdeki ölçütleri esas alacak olursak, Ali Rıza da bir kahramandır. Fakat o böyle bir nitelemeden asla hoşlanmaz-dı. Ona göre “Direnmek işimizin adı”, “Yoldaş ele verilmez”. Bunlar “olmaz-sa olmaz” düsturlarımız. Üstünlük taslama vesilelerimiz değil. Ola ki bazı yoldaşlar zayıflık gösterdi. İnsanlık halleridir. Kazanmaya bakmak lazım yeniden.

Ali Rıza hiç kuşkusuz milliyet, din, mezhep, cinsiyet gibi mevcut belir-lenimlerin ötesinde bir toplumsal kurtuluş idealinin komünizmin savunucusuydu. Onun kimliğinin başat özelliği budur. Fakat bu başat-lık, bir soyutlama ve bütün arka planı silen bir boş evrensellik değildi. O bir Kürt ve Dersimliydi. Böyle olmanın bütün tarihsel travmalarının taşıyıcı-

sıydı adeta. O Dersimliliği bastırılmış Dersim İsyanı’nın izlerini ve Kürtlüğü bir genetik kod gibi içimize taşıdı. Ve bize hep şu uyarıda bulundu: Sosyalist mücadelenin bir neferiyim ama bun-ları görmeyen bir sosyalist mücadele sosyalist nitelemesini hak etmez. Bu yüzden o: Daima milliyetçi olmayan Kürt hassasiyetlerinin içimizdeki kı-ran kırana bir sözcüsü ve kavgacısıydı.

Güle güle Ali Rıza yoldaş!

Sınıf mücadelesi ve sosyalizm kav-gası Ali Rıza’nın yaşamının ayrılmaz ve içkin bir parçasıydı. Sosyalizm kavgasını, herkesin erişemeyeceği bir fedakarlık, bir feragat, bir yaşamın nimetlerinden vazgeçiş, bir üstünlük ve ululuk hali olarak idealize etmemi-ze gerek yok. Sosyalizm kendimizin de içinde olduğu, sıradan insanların gün-delik yaşamları ve çelişkileri içerisinde yakalanıp geliştirilecek bir boyuttur. Yaşam budur zaten. Yaşanırken sosya-list olunur, sosyalizm kavgası yaşama yedirilir. Sosyalizm kavgasına böyle yaklaşırsanız pişmanlıklar sizden da-ima ırak durur. Yaşamımızla sosyalist mücadele arasında birbirini gerekti-ren bir denklem kurmak zorundayız. Abartmadan ifrat ve tefrit hallerinden kaçınarak. O böyle yaşadı. Bu yüzden defterinde hiç pişmanlık olmadı.

Ali Rıza’nın yaşam öyküsü Türkiye’nin son kırk elli - yıl-lık tarihinin, çelişkilerinin, çatışmalarının, alt üstlükle-rinin, kendince ve hallince bir kişiye yansımış özetidir.

Uslanmaz bir maratoncunun ardından

Anma

Page 15: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 15Si asety

Geçtiğimiz hafta vergileme açısından önemli düzenlemelere ve gelişmelere tanık oldu. Bunlardan ilki “2. Varlık Barışı” olarak da anılan düzenlemeydi. Bu yasaya göre yurt dışındaki servet-lerinin tutarı toplamda 130 milyar do-ları bulan Türk sermayedarlar, sadece yüzde 2 oranında bir vergi ödeyerek paralarını ülkeye getirebilecek ve böy-lece de servetlerini aklayabilecekler.

İkinci gelişme bankaların Nisan sonu itibariyle, kârlarını ve bundan ödedik-leri Kurumlar Vergisini açıklamala-rıydı. Buna göre geçen yıl en fazla Ku-rumlar Vergisi ödeyen ilk 15 kurum arasında ilk 9 sırayı bankalar alıyor. İlk 15’in içinde bankacılık dışı kurum olarak sadece Türkcell (10), TÜPRAŞ (14) ve TEİAŞ (15) yer alabildi. Bu ve-riler kendi içinde, sanayi sektörünün hızla gerilemekte ve finansın hege-monyasının kurulmakta olduğunu ortaya koyarken, aynı zamanda da bu bankaların bu vergileri ödeyebilecek kârı nasıl elde ettikleri sorusunu akla getiriyor. Yanıt belli: Yüksek faizler, tüketicilerden aldıkları hukuksuz komisyonlar ve diğer ücretler.

Üçüncü gelişme ise bugünlerde Meclis’e gelecek olan yeni Gelir Vergisi Kanunu tasarısı. Buna göre Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi tek bir vergi altında birleştiriliyor. Mevcut uygu-

lamaya göre şirketler yasal indirim-ler sonrası kârları üzerinden vergi ödüyorlar. Bu kurumların sahipleri kâr dağıtımı söz konusu olduğunda bu kez “menkul sermaye iradı” adı altında bu gelirlerinden vergi ödü-yorlar. Tasarı ile sermaye şirketlerinin ortakları artık iki vergi ödemekten kurtulacaklar. Yani ödedikleri vergi toplamda azalacak.

Vergi yükü halkın sırtında

Bu satırları okuyanlar sermayenin, bankaların, servet sahiplerinin bu ül-kede ağır bir biçimde vergilendirildi-ğini, bu nedenle de bu düzenlemelerle bu yükün hafifletileceğini düşünebilir-ler. Ama durum öyle değil.

Türkiye’de yıllık beyanname vererek gelirlerini bir yıl sonra ödeme imti-yazına sahip kâr payı/temettü, faiz ve kira geliri gibi sermaye geliri elde eden yaklaşık 1,8 milyon varlıklının ödediği

Gelir Vergisinin yıllık toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 1’i geç-miyor. Bunların çoğunluğunun sahip olduğu şirketler tarafından ödenen Kurumlar Vergisinin payı ise yüzde 10’u ancak buluyor. AKP iktidarı-nın temel destekçisi konumundaki küçük esnaf ve sanatkârdan oluşan ve “Basit Usule Tabi Mükellefler” olarak adlandırılan yaklaşık 700 bin kişi ise vergilerin sadece binde 1’ini ödüyor.

Kısaca bu ülkede küçüğünden bü-yüğüne sermaye sahipleri, şirketler, rantiye ve servet sahiplerinin ödedik-leri vergi devede kulak bile değil.

O halde bu vergileri kimler ödüyor? Vergilerin yaklaşık yüzde 66-70’i KDV ve ÖTV’den oluşuyor. Bu vergi-leri işçiler, memurlar, işsizler, yok-sullar kısaca halkımız ödüyor. Kalan yüzde 30-35’in yüzde 10’u Kurumlar Vergisinden ve yüzde 19-20’si Gelir Vergisinden geliyor. Ancak Gelir Ver-gisinin de üçte ikisini yine ücretliler, yani emekçiler ödüyor.

AKP’nin sermayeye yaptığı “güzellikler”

Tüm bunların sonucunda bakınız vergi yükü nasıl dağılıyor: Resmi Kurumlar Vergisi oranının yüzde 20 olmasına rağmen bankalar geçen yıl efektif olarak (vergi/gelir) yüzde 3 ile yüzde 6,6 arasında bir vergi ödediler. Örneğin bu yılın vergi rekortmeni olan Garanti Bankası’nın 2011 yılı iti-bariyle ödediği efektif verginin oranı sadece yüzde 3,7 oldu. Geçen yıl da bu oran aşağı yukarı aynıydı. Finans dışı sermayede de farklı bir durum yok. Koç Holding 2011’de gelirlerinin yüzde 1,1’i ve BİM Marketler zinciri ise sadece binde 9’u oranında Kurum-lar Vergisi ödedi.

Kâr payı biçiminde gelir elde eden sermaye sahiplerinin ödedikleri ver-ginin yükü ise yüzde 26. Bu oran 2006

yılında yüzde 46 dolayında idi. AKP bunu aşama aşama aşağıya çekti. Ve AKP sermayeye son “güzelliği” Gelir Vergisi ve Kurumlar vergisini birleşti-rerek yapmayı planlıyor.

Diğer yandan sadece 978,6 liralık bir brüt asgari ücrete çalışan asgari ücretli işçiden Gelir Vergisi, fon payı ve SSK primleri olarak 489,4 lira kesiliyor. Bu durumda ödenen bu vergilerin brüt ücrete oranı yüzde 50’yi, net asgari ücrete (699,6 lira) oranı ise yüzde 70’i buluyor.

Vergi devlet marifetiyle kaçırılıyor

Vergi adaletsizliği ile ilgili çok şey söy-lenebilir. Ama iki tanesi çok önemli:

Adaletsizlik bizzat devlet eliyle yapılı-yor, zira sermayenin vergi yükündeki bu hafiflik onların vergi kaçırmasın-dan ziyade, onlara tanınan muafiyet, istisna ve indirim gibi yasal düzenle-melerle gerçekleşiyor.

Esastan bir değerlendirme

Sermaye kendi yarattığı değerden vergi ödemiyor, zira kendisi her hangi bir değer yaratmıyor. Değeri işçi ya-ratıyor, ama onun önemli bir kısmına (artı değer) sermayedar el koyuyor ve buna kâr diyor. Kâr üzerinden (Kurumlar Vergisi) ya da kâr dağı-tımı sırasında gelir üzerinden vergi alındığında da (Gelir Vergisi) sanki bu vergiyi sermaye ödemiş gibi bir algı ortaya çıkıyor. Oysa bu vergile-rin, dolayısıyla da kapitalist devletin gelirlerinin tek kaynağı yarattığımız artı değer.

Bu nedenle de Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı eserinde be-lirttiği gibi kapitalist bir toplumda adil vergileme olamaz. “Adil vergileme” söylemi bir yanıyla halkın haklı talebi olduğu kadar, diğer yanıyla artı değer sömürüsünü gizlemeye yarayan bir söylemdir.

Kapitalist bir toplumda adil vergileme olamaz.

“Adil vergileme” söylemi bir yanıyla halkın haklı

talebi olduğu kadar, diğer yanıyla artı değer sömü-

rüsünü gizlemeye yarayan bir söylemdir.

Mustafa Durmuş

Vergi adaleti mi dediniz? Vergilerin yaklaşık yüzde 66-70’i KDV ve ÖTV’den oluyor. Bu vergileri işçiler, memurlar, işsizler, yoksullar kısaca halkımız ödüyor. Kalan yüzde 30-35’in yüzde 10’u Kurumlar Vergisinden ve yüzde 19-20’si Ge-lir Vergisinden geliyor. Ancak Gelir Vergisinin de üçte ikisini yine ücretliler, yani emekçiler ödüyor.

Ekonomi

Page 16: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 516 Si asety

İsyan günleri başladı; bu ülkede uzun yıllardır görmediğimiz isyan günlerinden geçiyoruz. İstanbul Taksim’den Dersim’e, Ankara’dan Antakya’ya ülke-nin dört bir yanında milyonlar sermayenin ve erkek egemenliğinin iktidar partisi AKP’nin diktatörlü-ğüne isyan ediyor. İktidara geldiği günden bugüne dek neo-liberal muhafazakar politikalarının alanını genişletmeye çalışan AKP’ye karşı biz kadınlar isyandayız. Evlerimizden, mutfaklarımızdan çıktık. Alanlarda, sokaklarda çatışmaların ön saflarındayız. Ama durun bir dakika, biz kadınlar uzun zamandır sokaklardayız. Neden mi?

Çünkü AKP bedenimize, emeğimize, kimliğimi-ze yani cinsimize karşı amansız bir savaş veriyor. Boşanmak isteyen kadınları erkekler sokaklarda, evlerde acımasızca dövüyor, öldürüyor. Erkek devlet haksız tahrik indirimi ile kadınların katillerine “Sen devam et, ben arkandayım” diyor. Sokakta tacize uğruyoruz, “O saatte senin orada işin ne, a iffetsiz kadın” deniyor. Doğuracağımız çocuk sayısı için önce “Allahın hakkı üçtür” diye buyuran Başbakan, şimdi “Üç Allahın hakkıydı, İki de benden olsun” diyerek sayıyı beşe çıkardı.

“Haydi kadınlar eve” kampanyasıyla ev kadınına erken emeklilik hakkı vereceklerini söylüyorlar. Çocuk doğuran kadını evinden ya da mahallesin-den fazla uzaklaşamayacak şekilde esnek çalışma marifetiyle, önce eve sonra da güvencesiz çalışma-nın kollarına teslim ediyorlar.

AKP elini bedenimden çek

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç‘ın “Bir evli, bir bayan çocuğu olan milletvekili kendisi ile ilgili bir organını nasıl böyle açıkça konuşabilir. Nasıl bundan yüzü kızarmaz” diye “edep ya hu” demişti. Organın adını söyleyemese de -biz utanmaz, ar-lanmaz kadınlar söyleyelim, vajina- AKP daha dün kadın bedenine elini uzatmış, kürtajı yasaklamaya kalkışmıştı.

Allahtan biz marjinal, üstelik de çapulcu birkaç(!) kadın ülke genelinde kürtaj eylemleri yaptık da, bu saldırıyı şimdilik durdurduk. Ama AKP’de oyun çok. Evli olmayan hamile kadınların ailelerine sms

yoluyla ihbarı, bazı hekimlerin kürtajı reddetme-si, ertesi gün haplarının reçeteye bağlanması, vd önlemlerle kürtaj yasağı fiilen uygulanıyor zaten. Bunlar yetmemiş olacak ki, “Kürtaj cinayettir” diyen AKP tecavüze uğrayan kadına “Sen doğur, ben bakarım” diyor.

Kadınlara yönelik bu saldırı silsilesi uzar gider, ama gerçek şu ki, AKP erkeklere dünyayı vaat ederken kadınlara ev içi köleliği reva görüyor. Önümüzdeki dönemde AKP’nin beden politikalarına, kadın eme-ğine, kadın kimliği saldırılarını daha da artıracağını biliyoruz. Yani kadınlara üç vakte kadar daha çok eylem görünüyor.

Kadınlar isyanda ön saflarda

İşte tam da bu yüzden biz kadınlar uzun zamandır öfkeliyiz. Uzun zamandır isyandayız. Biz kadınlar AKP’nin bize biçtiği önlükleri giymeyi reddettik, bundan sonra da reddedeceğiz. AKP’nin zorbakar-muhafazakar politikalarının doğrudan muhatapları biz kadınlar evlerimizden, mutfaklarımızdan çıka-rak bu isyanda ön saflarda yer alıyoruz.

Ama bu kez isyanda erkeklerle beraberiz. Bu da gözümüzü kulağımızı dört değil ondört açma-mız için önemli bir neden. Taksim Dayanışma Platformu’nun taleplerine kendi cümlemizi ekledik. “Kadınların bedenleri üzerindeki muhafazakar erkek politikalarına karşı...”

Gezi Direnişi’nden kadınlar olarak eylemler süre-cinde atılan sloganlarda, yazılamalarda kullanılan cinsiyetçi-homofobik dili teşhir etmek, kadınlar olarak bu dile karşı olduğumuzu duyurmak için Taksim’de “Küfretmek tacizdir, inatla diren” eylemi düzenledik. Cinsiyetçi sloganları boyayıp üzerine femina işaretleri çizdik, kendi sloganlarımızı yazdık.

Yolumuz uzun

Bu süreçte eylemciler arasındaki her türlü erkek egemen davranış biçimine karşı bir dizi etkinlik kararı aldık. Çünkü komünlerin oluşturulduğu meydanlarda evimizdeki mutfaklardan çıkıp başka mutfaklara girmek istemiyoruz.

Evet, isyan günlerindeyiz. Bu isyan biz kadınların AKP’nin muhafazakar politikalarına karşı sesimizi yükseltmemiz için önemli bir fırsat. Eylemlerin ol-

duğu her şehirde kadınlar olarak daha çok bir araya gelmeli, bu süreçte kadınlar olarak beklentilerimizi dillendirmeli, sesimizi ve taleplerimizi yükseltme-liyiz. Bu yüzden kadınların isyan süresince şehir-lerde kurulan platformlarda karar alma süreçlerine katılması çok önemli.

Tarihin bu anında milyonların eylemleri şimdi-lik çok ciddi dönüşümlere yol açmayabilir. Erkek egemen AKP iktidarının saltanatının henüz sonlan-mayacağının farkındayız. Ancak bu eylemlilikler, bu süreçte yer alan biz kadınlar için yeni mücadele-lerin, yeni kazanımların önünü açacak, onu da bili-yoruz. Erkek egemenliğinin yeryüzünden silineceği güne kadar, biz kadınlar mutfakları değil sokakları mesken tutmaya devam edeceğiz.

Kadınlar Gezi direnişinde

Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa!

İktidara geldiği günden bugüne dek neo-liberal muhafazakar politikalarının alanını genişletmeye çalışan AKP’ye karşı biz kadınlar isyandayız.

Hikmet Sarıoğlu

Kadın

Page 17: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 17Si asety

Toplumsal bir barışın gerçekleşebil-mesinin önünün açıldığı bugünlerde, barışabilme olasılığının yüksekliği biz kadınlar için ne anlam ifade ediyor? 30 yıldır süren bu savaşta, Türkiye’nin farklı yerlerindeki kadınlar bu savaşı nasıl yaşadılar ve hangi deneyimlere sahipler? Kürt bölgelerinde kadınların savaş deneyimleri ile batının savaş deneyimleri kuşkusuz birbirinden çok farklı. Kürt bölgesinde 30 yıl-dır süren savaşta Kürt kadınlarına dayatılan zorunlu göç, baskı, taciz,

tecavüz, yoksulluk ile birlikte tüm bu süreçlerden Kürt kadınları güçlenerek çıkmışlardır.

Kadınlar yıllardır barış talepleri için sık sık bir araya gelerek, toplumsal bir barışın mümkün olabileceği müca-delesini verdiler ve vermeye devam ediyorlar.

Kuşkusuz, toplumsal bir barışın ger-çekleşebilmesinin en önemli taleple-rinden birisi de, ana dilinde eğitimin gerçekleşebilmesidir. Anadilinde eği-tim kadınlar için ne ifade etmektedir?

Eğitim, devletlerin aile kurumun-dan sonra gelen en önemli ideolojik aygıtlarından biridir. Eğitim yoluyla devlet, toplumdaki tüm güç ilişkileri-ni ve yapılandırılmasını yaygınlaştırır ve standart hale getirir. Ulus devletler tek dilli, tek uluslu milliyetçi karak-terlerinden dolayı da zaten eşitsiz, cinsiyetçi, milliyetçi ve ırkçı bir karak-tere sahiptir. Eğitimin tüm bunların yeniden üretilmesinde önemli bir işlevi vardır

Okullarda cinsiyet eşitsizliği oyunlar-dan ders kitaplarına, öğretmen tutum-larından müfredata kadar yeniden üretilir. Kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden şekillenen bu durum; kız öğrencileri aile içine hapsederken, erkekleri de kamusal hayat içinde belirlemektedir. Tıpkı Serpil Sancar’ın kitabının adı gibi: Erkekler devlet ku-rar, kadınlar aile… Eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin temeli de buna dayanır. Ulus devletin milliyetçi eğitim anlayışı da hepimizin bildiği gibi asimilasyon-dur.

Türkçe konuş, Kürtçeyi unut!

Bütün bunlar ana dili yasak olan kadınlar için ne anlama gelmektedir? Dünyanın her tarafında kadınların eğitim hakkı önünde yığınla engel bulunmaktadır. Bir de buna anadi-linde eğitim hakkı engeli eklendiğin-de eşitsizlik katmerlenerek devam etmektedir. Zorunlu göç sonucu met-ropollere göç eden Kürt kadınları en başta dil sorunu ile karşılaşmaktadır. Gittikleri doktordan alışveriş ettikleri yerlere, ulaşım araçlarına kadar dil sorunu ile baş etmek zorundadırlar ve

Türkçe bilmedikleri içinde ayrımcılık-la karşı karşıya kalmışlardır. Erkekler iki dilli olarak kamu hayatında yer alırken, kadınlar mahallelere sıkışmış-lardır.

Anadili ile eğitim göremeyen kız çocukları yaşıtlarından çok daha fazla çaba göstermek durumunda. Çoğu zaman da dil yüzünden uğradıkları ayrımcılıkla baş edemeyip, okuldan ayrılmak zorunda kalıyorlar. Daha iyi Türkçe konuşabilmek için dillerini unutmak zorunda kalabiliyor, kendi aileleri ile karşı karşıya gelebiliyorlar.

Bütün ulus inşa etme süreçlerinin ortak paydası ve kültürün aktarıcısı olarak görülen kadınları bu konu sıkıştırmaya devam ediyor. Burada temel yaklaşım “Kürt kız çocuklarını herhangi bir siyasal projenin nesnesi değil, kendi başlarına birer özne ola-rak yaşamları ve bedenleri üzerinde söz sahibi özgürlüğe sahip özneleri olarak değerlendirmek”1 olmalıdır.

Çok dilliliğe yasal güvence

Anadil tartışmaları ve talepleri ge-nellikle eğitim odaklı yapılagelmekte. Ancak ana dili, salt okul merkezli bir durum değildir kadınlar açısın-dan. Kamusal hayatın her noktasında anadilin özgür olması gerek. Bundan dolayı anadilinde eğitim hakkı: 1- Toplumsal yaşamın her yanında

olmalı ve her yerde çok dillilik eşitlik üzerinden yasal güvenceye alınmalı.

2- Eğitim kurumları parasız olmalı, anadilinde eğitim ve öğretim yapılma-lı ve eğitim kurumları her mahallede olmalı. Anadil eğitimi, kreşlerden başlayarak tüm öğrenim süreçlerini kapsamalıdır.

3- Öğretmen tutumları değişmeli, demokratik öğretmen tutum ve davra-nışları için öğretmenler eğitilmelidir.

4- Ders kitaplarından ayrımcı ifa-deler çıkartılmalı ve cinsiyet eşitliği üzerinden yeniden yazılmalıdır.

5- Anadilin yasak olduğu süre bo-yunca yaşananların telafi edilmesi için devlet pozitif ayrımcılık politikaları geliştirmeli ve uygulamalıdır.

Bitirirken, “Söz konusu ayrımcılıkları yaşayan halkların lehine işleyecek bir eğitim sistemi talep etmenin ve geliş-tirmenin en önemli adımı ayrımcılığa uğrayanların tecrübeleridir. Bu tecrü-beler ve yaşanmışlıklar esas olarak bu talepleri belirler. Bu yapılmadığında, öne sürülen öneri ve değişiklikler genelde eşitsizlikleri üreten ve sadece belli seçkinlerin karşılayabildiği stan-dartların ötesine geçemeyebilir.”2

1,2 -Toplumsal Cinsiyet Eğitim ve Anadili, M. Şerif Derince, Eylül 2012, http://www.disa.org.tr/amac.html

Ayşe Panuş

Anadilin yasak olduğu süre boyunca yaşanan-ların telafi edilmesi için devlet pozitif ayrımcılık politikaları geliştirmeli ve uygulamalıdır.

Ana dili yasak kadınlarKürt kadınları gittikleri doktordan, alışveriş ettikleri yerlere kadar her yerde dil sorunu ile baş etmek zorundadırlar.

Kadın

Page 18: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 518 Si asety

AKP Hükümeti tarafından, hem kadınları istihdamda tutacak hem de çocuklarını rahatça büyütmelerine olanak tanıyacak “esnek çalışma” mo-deli olarak yansıtılan yasa hazırlıkları tamamlanıyor. Bakan Faruk Çelik’in ifadesiyle: “Doğum izinlerinin 24 haf-taya çıkarılması gündemimizde. Ma-liyeti kamu tarafından karşılanabilir. İlk 6 ayda süt izni 3 saat, ikinci 6 ayda 1,5 saat olarak tasarlanıyor. Memurla-rın ücretsiz doğum iznindeki süreleri derece -kademe hesaplarına katılabilir. Çocuk yardımlarının artırılması ve kreş zorunluluğu getirilmesi gündem-de. Şu anda SSK’lı anneler ancak 2 çocuğu borçlanabiliyorlar.

Bu sayının artırılmasını planlıyoruz. Doğum sonrası çalışmak isteyen kadın için işe alınma zorunluluğu getireceğiz. Çocuk sayısına göre kadınlar açısın-dan emeklilik yaşının aşağı çekilmesi söz konusu. Yarı ve kısmi zamanlı ya da öğlene kadar çalışma söz konusu.”

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, çocuk teşvikini de içeren çalışmada; çocuk sayısına göre ka-dınların emeklilik yaşını öne çekmeyi planladıklarını, çocuk sayısının artışı-na bağlı olarak hizmet süresinin oran-tılı bir şekilde azalacağını söylüyor. Yüzde 27 olan kadınların istihdama katılma oranını yüzde 38’lere taşımayı hedeflediklerini belirten Faruk Çelik, üç çocuk politikası ile ilgili olarak da “65 yaş üstü nüfus oranı 2023’te yüzde 10.2 düzeylerine çıkacak. Bu açıdan çocuk meselesi çok önemli. Başba-kanımızın asgari 3 çocuk ifadesinin altında yatan gerçekler var. Bunlar bilimsel verilere dayanıyor” ifadelerini kullandı.

Doğum izinlerinin yeniden düzen-lemesi sanki yepyeni bir habermiş gibi basında yer alıyor ve “Memura müjdeli haber” başlıklarıyla lanse ediliyor. Oysa bu taleplerle ilgili, 2002 yılından bu yana, KESK ve diğer kadın

gurupları kampanyalar düzenliyor, bu talepler her platformda dile getirili-yordu:

• Ücretli doğum izni sürelerinin biti-minden itibaren tercihe bağlı olarak 1 yıl ücretsiz izin hakkı tanınmasını, anne ve babanın bu hakkı 6’şar aylık sürelerle dönüşümlü olarak kullana-bilmesinin sağlanmasını,

• En az 50 çalışanın çalıştığı işyerle-rinde devlet tarafından kreş ve gün-düz bakımevleri açılmasını, kreşlere ücretsiz servis olanakları sağlanma-sını,

• 24 saat hizmet veren kurumlarda, kreşlerin de 24 saat açık olmasını,

• Küçük il/ilçe ve beldelerde ise mer-kezi kreşler açılmasını,

• Çalışan kadınlara verilen emzirme saatleri artırılmasını, sağlıklı emzirme koşulları sağlanmasını, talep ederek yıllardır bir dizi eylem ve etkinlikle-riyle seslerini duyurmaya çalışmışlar-dır.

Yani söylenegelenler yepyeni müjdeli bir haber değil, kadın istihdamını ar-tıracak tedbirler hiç değil. Çocuk ba-kımını sadece annenin görevi olarak tanımlayan, kadını eve hapseden, hem evde hem işte sömürüyü derinleştiren zihniyetin kendisi çocuk bakımının toplumsallaştırılmasının önünde bir engel olarak duruyor.

Yeni olan ne?

Kadının doğum sonrasında ücretsiz izin döneminde “kısmi çalışma”,”evden çalışma” adı altında istihdam edilmesi esnek çalışmanın ve güvencesizliğin diğer adıdır. Erken emeklilik kadın hareketinin taleplerinden biriydi. Fakat erken emekliliğin çocuk do-ğurmayla birlikte düşünülmüş olması kadını çocuk doğurmaya teşvik et-mekten başka bir şey değildir. Kadının istihdamı adı altında yapılmak iste-nen, düşük emeklilik ücreti ve erken emeklilik aldatmacasıyla kadınların esnek çalışmaya yönlendirilip, güven-cesiz, düşük ücretle yeniden istihda-

mıdır.

Yasalarda 150 kadının çalıştığı yer-lerde zaten kreş açma zorunluluğu var. Ancak organize sanayi bölgele-rinde açılan kreşlerden yararlanmak isteyenlerden asgari ücret düzeyinde ücret istenmekte.

Masada bulunan önerilerden biri de, bebek bakımı için işçi-işveren-devlet katılımıyla bir fon kurulması. Hak-İş hazırladığı bir raporda, 100-150 kadın çalışanı olan işyerlerinin çocuk bakım hizmetleri sunması zorunluluğu yüzünden işverenlerin erkek çalışan istihdam etmeye yöneldiğini açıkladı. Bunun yerine, çocuk bakım hizmeti sağlayan işyerlerine teşvik verilmesi ve çocuklu ailelere bakım yardımı önerdi. İşsizlik sigortası kapsamında, çocuk bakım hizmetleri sağlanması amacıyla fon oluşturulması üzerinde durularak, fonun işçi -işveren ve dev-let olmak üzere üç ayaklı prim siste-miyle oluşturulması düşünülüyor.

Doğum yapan kadının kreş veya bakı-cı ücretinin, Bebek Fonu’ndan kar-şılanması öngörülüyor. İşsizlik fonu muamması yanına bebek fonu ekle-nerek, çalışanın cebine bir kez daha el

atılmış oluyor.

Nüfusu 50 binin üzerinde olan beledi-yelere kreş açma zorunluluğu getiril-mesi planlanıyor. İşçi-işveren ve bele-diye üçgeninde finansman sağlayacak bir yapı kurulması planlanıyor. Yine işçinin cebine el atılarak, bunun adına da ucuz ve çok sayıda kreş kurulması planı deniliyor.

Daha çok kamu emekçilerine yönelik düzenlemeleri içeren tasarıda işçiler açısından yeni uygulama yok. Örne-ğin kamu emekçileri için süt izni 3 saat iken, işçiler için günde 1.5 saat. Kamu emekçileri 24 aya kadar ücretsiz doğum izni alırken, işçilerde bu 6 ay ve erkek işçilere izin yok.

Aile merkezli bakış

Tasarı aile merkezli bir bakış açısıyla, kadının emeğinin esnek istihdamını amaçlayıp kadın emeğini daha da görünmez hale getirmekte.

Bugün kadın hareketinin en önemli talepleri arasında yer alan görünme-yen emeğin görünür kılınması ve ev içi emeğin ücretlendirilmesi talepleri-nin karşısında yer alan bir yasa tasarısı karşımızdaki.

Nermin K.

Kadın

“Çocuk da yaparım kariyer de!”

Page 19: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 19Si asety

Hindistan’ın başkenti Delhi’de bir otobüste gerçekleşen tecavüz kadınlara “Artık yeter” dedirtti ve Hindistan’ın dört bir tarafı ezber bozacak eylemliliklere sahne oldu.

16 Aralık 2012 tarihinde bir grup ERKek, 23 yaşındaki üniversite öğren-cisi genç bir kadına sırayla tecavüz etti ve dövdü. Tecavüzcüleri aynı zaman-da katilleriydi. Hindistan’ın başkenti Delhi’de bir otobüste gerçekleşen tecavüzün ardından, genç kadın üç ameliyat geçirmesine rağmen haya-ta devam edemedi.1 Kadına şiddet, taciz, tecavüz dünyanın her yerinde hele de Hindistan’da öylesine “normal-leşmişken”, ne devletten ne de toplu-mun geniş kesimlerinden hayıflanıp üzülmekten, başsağlığı dileyip yoluna bildiği gibi devam etmekten başka bir tepki beklen(e)mezdi. Lakin bu tecavüz yaşanan onca şeyden son-ra bardağı taşıran son damla oldu. Hindistan’da kadınlara “Artık Yeter” dedirtti ve Hindistan’ın dört bir tarafı ezber bozacak eylemliliklere sahne oldu.

Feminist olsun olmasın kadınlar, varoluş mücadelelerini sokaklardan örgütlemeye başladılar. Eylemlilikler çeşit çeşitti ama tek ses vardı: “Kadına şiddete, taciz ve tecavüze son”. Pasif direniş eylemlerinden tutun da yoğun katılımlı mitinglere, polisle çatışmak-tan öz silahlanmaya; önceden akıllara gelemeyecek kadar uzak sanılan bir yere evrildi Hindistan’da kadın hare-keti.

Hindistan Parlamentosu’ndan caydırıcı yasa

Mart ayında Hindistan Parlamentosu’nun Üst Kamarası tarafından onaylanan yasaya göre kadına şiddetin cezası katılaştırıldı. Tecavüzcünün alacağı azami hapis cezası 7 yıldan 20 yıla kadar çıkarılır-ken, tecavüz ettiği kadını öldürmüş/ölümüne sebebiyet vermiş olması halinde cezanın müebbete çevrilmesi yahut direkt ölümle cezalandırılması söz konusu. Ayrıca yeni çıkan yasaya göre; yolda takip etmek, gözle taciz etmek ve üzerine asit dökerek “ceza-

landırmak” da cinsel taciz kapsamında yargılanacak. 2

Bu yasaların parlamentodan geçmiş olması hemen ardından yasaların uy-gulanabilirliği/toplumsal hayata etkisi sorusunu getiriyor akıllara. Şüphesiz, önceden şiddet, taciz ve tecavüzün bu sıklıkta vuku bulmasının sebebi, bu yasaların böylesine “caydırıcı” olma-ması değildi. Aşikar ki, salt cezaların

“ağırlaştırılması” da şiddeti azaltmak ve nihayetinde yok etmek için bir aşa-ma/kazanım olsa bile, tek etken asla olmayacaktır. Toplumsal hareketlen-me iktidarı bu konuda tavır almaya iş yapmaya zorladı ama kağıt üstündeki değişikliklerin sosyal hayata akset-mesi için kadın mücadelesinin daha da güçlenerek örgütlü bir şekilde yol alması şart.

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir!

2006 yılında özellikle aile içi şiddete ve her alanda kadına şiddet türle-rine karşı mücadele için kurulan Gulabi 3 Çetesi karısına şiddet uygu-layan erkeklere kadınların yalnız ve savunmasız olmadığını kendi yöntem-leriyle öğretiyor. Nasıl mı? “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” atasözü yöntemlerini açıklamanın en kolay yolu. Silahları ise bambu sopaları. Ge-

rekirse devleti ve organlarını karşıla-rına almaktan geri kalmayacak kadar da cesur ve güçlüler. Halkı müşkül duruma sokan, işini hakkıyla yapma-yan rüşvetçi elektrik kurumu görevli-lerini “şiddetle” adalete çağırmışlıkları

da var. Gulabi Çetesi belgesellere, filmlere konu oluyor, üye sayısı ve temas edip güçlendirdiği kadın sayısı her geçen gün artıyor.

Hindistan’ın kuzeyinde “bazı kadın-lar” kendi dünyalarını değiştirmek dönüştürmek ve “müdahil olmak” adına şimdi sayamadığım onca şeyi yapabiliyor, bunu nasıl yapabildik-lerini anlamak için deneyime ortak olmak şart. Öbür yandan kamusal alanda kadının görünmezliğini; kız çocuklarının küçük yaşlarda kaçırı-lıp pazarda şeyleştirilip satılmasını; yemeği beğenmeyen kocanın kadını öldürmesini ya da yüzünde hayatı boyunca unutamayacağı bir iz bırakı-

şını; gebelikte ölüm oranının yük-sekliğini, müstakbel kız çocukların kürtajla yok edilmesini, doğanların öldürülmesi olasılığının yüksekliğini; çocuk gelinleri; seks işçiliğini, seks işçilerinin hayatta kalma mücadele-sini; sokakta, okulda, evde, -çalışabi-liyorsa- işyerinde tacizi; ulaşım için kullanılan otobüslerin bir kadın için ulaşılabilirliğini anlatmak ve anlamak için Hindistan’da yaşamak şart mı?

Yapılan bir araştırmaya göre -G20 ülkeleri için geçerli, örneklem bu ülkelerle sınırlı- kadınlar için en ya-şanılabilir ülke Kanada iken, en kötü ülke Hindistan çıkıyor. 4 G20 zirve-sinin problemleştirilmesi bir yana; Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır; İsveç, Almanya, Kanada’da kadın olmakla

Hindistan’da kadın olmak arasındaki farkı belirleyen -ince- çizgi ne? Yoksa erkek egemen sisteme boyun eğmeye zorlanan, direnen, başka bir dünya mümkün diyen kadınlar, herhangi bir toplumda yine o toplumun kendine özgü ama kesinlikle benzer ve ilişkili başka iktidar mekanizmaları ve onla-rın yaptırımlarıyla mı karşı karşıya?

Pembe giyen kadınlara selam olsun!

1- (http://turkish.ruvr.ru/2013_01_12/Hindis-tanin-bashkenti-kadinlar-ichin-tehlikeli/ ) 2- (http://turkish.ruvr.ru/2013_03_21/hindis-tanda-kadinlara-uygulanan-/) 3- gulabi: pembe (Hintçe) 4- (http://t24.com.tr/haber/kadinlar-icin-en-guvenli-yer-kanada/206295 )

Kadınların öz savunma örgütü:

Gulabi Çetesi karısına şiddet uygulayan erkeklere

kadınların yalnız ve savunmasız olmadığını

kendi yöntemleriyle öğretiyor.

Seda Karakaş

Gulabi Çetesi

Kadın

Page 20: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 520 Si asety

Page 21: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 21Si asety

Page 22: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 522 Si asety

Kapitalist devletler, sermaye egemenli-ğinin geleceği için arka arkaya yasalar çıkartarak, geçmişte iç pazarı güçlen-dirme ve “sosyal devlet” yaklaşımıyla kabullendikleri sendikaları şimdi sistemin dışına sürerek parçalayıp yok etmeye çalışıyor. Oysa refah dönemle-rine ait kalkınma modelinin, sendika-ları sistemin vazgeçilmez bir parçası gibi görüp, onu araç gibi kabullendiği yıllar çok geride kalmış değil. Yeni saldırıların esasını, burjuvazinin tıka-nan ve eskimiş birikim düzenini terk ederek yerine neo-liberal politikalar temelinde esnek ve kuralsız çalışma modeline geçiş arzusu oluşturmakta-dır. Bu durum bir paradigma değişik-liği olarak da yorumlanabilir. İşte bu çarpıcı değişiklik, işçi sınıfının önceki dönemlere koşullanmış örgüt ve sen-dika yapılarını tek kelimeyle iflas ettir-miştir. Böylece neo-liberal saldırıların ilk tarihsel evresine sendikal hareketin krizi damgasını vurmuştur.

Türkiye’de sendikal durum

Türkiye’de sendikal hareket, çeşitli konfederasyon ve bağımsız sendika-

larla birlikte uzun bir dönemden beri parçalı ve dağınık yapıdadır. Ameri-kan projesiyle oluşturulan Türk-İş, gelişen sınıf hareketini ve sendikal örgütlenmeyi sermayenin icazet sınır-larında tutmayı hedeflerken; ayrışan ve yeni birlikler oluşturan sendikal ha-reket bir yanıyla sermayeye karşı daha iyi ücret ve sosyal haklar için mücade-le ederken, diğer yanıyla da sendikal rekabeti ve ayrışmayı hızlandıran bir rol oynamıştır.

Son yıllarda hızlanan özelleştirme ve taşeronlaştırma politikaları sendikalı işçi sayısını oldukça aşağıya çektiği gibi, gündemde olan son özelleştirme dalgası Türk-İş’in ve devlet sendikacı-lığının sonunu getireceğe benzemek-tedir.

Türk-İş camiasında çeşitli sendika-ların bir araya gelerek oluşturduk-ları “Sendikal Güç Birliği Platfor-mu” Türk-İş’in AKP yanlısı tutum ve politikalarını eleştirerek, ilki Lüleburgaz’da düzenlenen bölgesel mitinglerle, gerici yasal düzenlemelere karşı tabanla buluşmayı amaçlayarak yeni bir konfederasyon düşüncesini seslendirilmeye başlanıştır. Belirtmek gerekir ki, yenilenmeden amaç hükü-met karşıtı bir zeminden klasik sen-dikacılığı sürdürmek değildir. Ayrıca çok sayıdaki konfederasyon ve bağım-sız sendikalara bir yenisini eklemek, nitel bir değişimi içermediği müddet-çe parçalanmayı daha da büyütmekten başka bir sonuca yol açmaz.

Klasik sendikacılıktan kopuş sancıları

Öte yandan bir yıl gibi bir sürede DİSK’teki çeşitli çalkantı ve istifalar Konfederasyon’u olağanüstü kongreye zorlamıştır. Nisan ayında gerçekleşen kongre sınıfın ve sendikal hareke-tin birliğine dönük yeni adımlar ve umutlar içermesi gerekirken, Lastik-İş ve Genel-İş ağırlıklı daha sağda bir

yönetim oluşmuştur. Konfederasyon içi dengelere oynayan, içinden geçilen dönemi iyi okuyamayan bir Genel Kurul yaşanmıştır. Bu haliyle art arda gelen DİSK yönetimleri sendikal ba-şarılarla dolu geçmişin mirasını hızla tüketmişlerdir. DİSK’teki tıkanıklığın esası klasik sendikacılıktan kopuş sancısı olarak değerlendirebilir.

Tüm bu gelişmeler birlikte değerlen-dirildiğinde, sendikal yapının hiç de iyi bir pozisyonda olmadığını belir-tebiliriz. Bugün gelinen noktada sınıf sendikacılığı alanında konfederas-yonlar arası ayrım çizgileri silinmiştir. Bundan sonrası için sendikal hareketi tüm parçaları ile bütünlüklü kavra-yacak, klasik sendikacılığı değiştirip dönüştürerek politikleşmenin önünü açacak yeni bir yapılanmadan yana olmalıyız. Sendikal yapıların özünde bir sınıf ve kitle örgütü olduğu gerçe-

ğini unutmadan ve doğrudan siyasal parti işlevi üstlenmesi yanlışlığına düşmeden ama kapitalizmi aşan bir si-yasal perspektifle, yeni örgütlenmenin temeli atılabilir.

Bugün gelinen noktada Türk-İş, DİSK, bağımsız sendikalar ayrımına bakıl-maksızın, hatta kamu çalışanlarının da bu büyük yeni birlik içerisinde yer almalarının yasal engelleri de aşılarak, gerçek bir emek odağı yaratılabi-lir. Zaman, sendikal planda, sınıfın kendini yeniden kurma hamlesini ete kemiğe büründürme zamanıdır.

Bilinmelidir ki sınıfın sendikal örgüt-lenmesini ıskalayan/es geçen onun sendikal birliği için çaba harcamayan siyaset, sınıfla bütünleşmeyi, dolayı-sıyla onun dibe vurmuşluğunu sadece politik ilişkilerle ayağa kaldırmayı başaramaz.

Sendikal hareket kendini yeniden kurmalı

Bugün gelinen noktada sınıf sendikacılığı alanın-da konfederasyonlar arası ayrım çizgileri silinmiştir. Bundan sonrası için sendi-kal hareketi tüm parçaları ile bütünlüklü kavrayacak, klasik sendikacılığı değiştirip dönüştürerek po-litikleşmenin önünü aça-cak yeni bir yapılanmadan yana olmalıyız.

Mehmet Ali Karabekmez

Sendikal yapıların özünde bir sınıf ve kitle örgütü olduğu gerçeğini unutmadan, kapitalizmi aşan bir siyasal perspektifle yeni örgütlenmenin temeli atılabilir.

Emek

Page 23: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 23Si asety

1960’lar Osmanlı-Türkiye işçi sınıfı açısından bir tarihsel moment oldu. İşçi sınıfı 125 yıllık bir mayalanma, biriktirme sürecinden sonra ayağa kalktı. İşçi sınıfı kendi otonomisinden beslenerek, toplumsal-maddi bir güç olduğunu gösterdi.1960’lı yıllar sınıfın hem nicel, hem de nitel olarak hızla gelişimini beraberinde getirdi.

1961 Saraçhane Mitingi; 1963 Kavel Grevi, 1965 Kozlu Direnişi, 1966 Paşabahçe Grevi işçi hareketini şekil-lendiren eylemler oldu. Bu gelişmeler DİSK’in kuruluşuyla sonuçlandı. Greve çıkan işçi sayısı, grev başına düşen ortalama işçi sayısı ve grevde kaybedilen ortalama işgünü sayısın-da geçmiş yıllara oranla muazzam bir artış yaşandı. Yükselen dalga bir yandan sendikalı işçilerin mücadele yeteneğini artırırken, diğer yandan örgütsüz işçileri de hızla sendikal ya-pılara yöneltti. Sınıfın bilinç ve kimliği gelişti, örgütlenme ve eylem kapasitesi güçlendi.

İşçi hareketinde yükseliş sermaye-yi rahatsız etmiş ve önlemler alma ihtiyacı doğurmuştu. 1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik öngören iki kanun tasarısı parlamentoya sunuldu. Sendikal hakları kısıtlayan bu yasa önerilerinin hedefi DİSK’ti. Çünkü bu süreçte DİSK, bir çekim merkezi

işlevi görerek, işçi sınıfının sınıfsal ve sendikal mücadelesinde önemli atı-lımlar kaydetmekte ve diğer toplumsal kesimlerin mücadelesinin gelişmesin-de önemli roller üstlenmekteydi. Bu anlamda DİSK’in ve genel olarak işçi sınıfının yükselen mücadelesinin en-gellenmesi finans kapitalin önündeki en temel sorundu.

İstenen DİSK’in tasfiyesiydi ve sendi-kal alanda devlet güdümlü Türk-İş’in tek örgüt olarak bırakılmasıydı. İşçi sınıfı bu politikalara karşı net bir karşı duruş sergiledi. 15-16 Haziran direnişi bir volkan gibi patladı.

Öfke ve isyan

15-16 Haziran direnişi işçi hareketinin doruk noktası, aynı zamanda da geri çekilmenin başlangıcı oldu. Hareket bu eylemde politik boyutlar kazandı ve politik alana sıçradı. Her ne kadar talepler yasalara ve parlamentoya yönelmiş olsa da eylemler yasadışı olarak sokaklarda gerçekleşti. Fabri-kalar sokaklarla, sokaklar fabrikayla buluştu. O güne dek tek tek fabrikalar-da yürütülen mücadele işyeri çitlerini aşarak, genellik kazandı. Onlarca fab-rika, on binlerce işçi birlikte eyleme çıktı. İşçi sınıfı toplumsal ve maddi bir güç olduğunu yaşayarak öğrendi. Kav-ganın içinde yıkıcı gücünün farkına vardı ve devletin ideolojik hegemon-yasını parçalayacak adımlar attı.

1965-1970 arasında yaşanan eylemler ağırlıkta yeni bir sendikal arayışın ifadesiydi. Türk-İş’in işbirlikçi ve bürokratik yapısına karşı bir tavır alışı gösteriyordu. Bu direniş ve eylemler-de, kendine has örgütlenmeler doğ-muştu. Ne var ki her eylemin ürettiği örgütlülük kendi işyeriyle sınırlı ka-lıyor, eylemin bitmesiyle de sönüyor-du. İşgal, direniş ve değişik eylemler içinden çıkan öncü işçiler de, kendi

işyeri sınırları düzeyinde hapsolmuş durumdaydılar. Çünkü her hareket tek başına başlayıp, yaygınlaşmadan bitiyordu.

Kavganın anaforu

15-16 Haziran direnişi işçi sınıfının kolektif ayağa kalkışıydı. Sınıfın mevzi savaşından cephe savaşına geçişiydi. İşyeri sınırlarında kalan eylemler sokakla, diğer fabrikalarla birleşti. İstanbul kavganın şehrine dönüştü.

15 Haziran’da ağırlıkta DİSK’li işçi-ler (Türk-İş’e üye işçilerle birlikte) sokakları işgal ettiler. 16 Haziran günü ilk günkü eyleme daha az katılmış olan Türk-İş’li işçiler, bu kez çoğun-luğu oluşturuyordu. 15-16 Haziran direnişine katılan 168 işyerinin 121’inde Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçilerin bulunması, bir gerçeği açığa çıkarıyordu. Sınıf kardeşliği ve dayanışması önünde her türlü bürok-rasi dağıtılabilirdi.

15-16 Haziran ağırlıkla kendiliğin-den bir kitle eylemiydi. Ama sınıfın

kendiliğinden mücadelesinin bile ne kadar sarsıcı ve yıkıcı bir güce sahip olduğunu ortaya koyuyordu. Sınıf hareketinin biriktire biriktire geliştiği, kapitalist egemenlik ilişkilerinin kök-ten sorgulamasının ancak bu biriktir-me sürecinin sonunda olabileceğini gösteriyordu.

15-16 Haziran bugündür

15-16 Haziran sınıftan ögrenmenin yaşamsal önemini ortaya koydu. Sını-fın yıkıcı gücünü dışa vurdu.

15-16 Haziran direnişi basit bir anma günü değildir. Bugün açısından da son derece anlamlı mesajlarla yüklü bir direniş destanı ve anti-kapitalist bir manifestodur.15-16 Haziran “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseridir” şiarının somut bir pratiğidir. Aslolan faaliyetin işçi sınıfı içinde yürütülme-sini ve “Başka Bir Dünya”nın ancak işçi sınıfıyla yaratılabileceğinin altını çizmektedir.

15-16 Haziran bügündür, dünden beslenen, bugünden geleceği kuran.

Türkiye’nin 1 Mayıs’ı

15-16 Haziran, bugün açısından da son derece anlamlı mesajlarla yüklü bir direniş destanı ve anti-kapitalist bir manifestodur.

Volkan Yaraşır

15-16 Haziran direnişi15-16 Haziran direnişi işçi hareketinin doruk noktası, aynı zamanda da geri çekilmenin başlangıcı oldu. Hareket bu eylemde politik boyutlar kazandı ve politik alana sıçradı. Her ne kadar talepler yasalara ve parlamentoya yönelmiş olsa da eylemler yasadışı olarak sokaklarda gerçekleşti

Emek

Page 24: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 524 Si asety

Çaykur grevi, belki de Türkiye’de son zamanlarda en kısa süren grev olma-sı bakımından ilgi çekecek sadece. Ancak doğurduğu sonuçlar nede-niyle Tek Gıda -İş Sendikası Doğu Karadeniz’de şiddetli bir depremle sarsıldı. Görünen o ki artçı deprem-lerle sarsılmaya devam edecek. 76 gün süren ve emek cephesine umut ve moral aşılayan Tekel işçilerinin direnişi hatırlandığında, Çaykur grevi tam tersi bir etki yaratarak Çaykur önünde tuz buz oldu ve bir teşebbüs olarak kaldı. Geriye hüzünlü bir tablo, kırılgan sendikal ilişkiler ve kırılan umutlarla birlikte “Bu iş yerinde grev vardır” yazısı kaldı.

Tarihsel ve toplumsal koşulların ba-şarısızlığı zorunlu kıldığı bahanesinin arkasına sığınarak bir takım genelle-melerle kolaycılığa kaçmak, işin içinden sıyrıl-

maya çalışmak sendika bürokrasisini kurtaramaz. Klasik sendikacılık bile sayılmayacak kadar naif, sıradan ve basiretsiz insanların çeşitli ahbap çavuş ilişkilerini kullanarak sendika yönetimlerine gelmesine imkan tanı-yan sendikacılık oyunundan başka bir şey beklemek de safdillik olurdu. Biz işçiler süreci içeriden takip ederek yü-rütmeye çalışsak da kaderimizin böyle

tecelli edeceğini öngörüyorduk. Fakat bir bütün olarak süreci tek başına taşıma ve kilitlenme irade ve örgüt-lülüğünden yoksun olduğumuzun da farkındaydık.

Çaykur işçisi sendikasızlaştırılmak isteniyor

Çaykur işçisi 2008 yılında da sen-dikasından ayrılması için baskı ve tehditlere maruz kaldı. Sendika genel merkezinden işyeri temsilcilerine ve işçilerine kadar herkes, yaklaşık yedi aylık bir mücadele sürecinde, sınıf dayanışması sayesinde sendi-kasına sahip çıkmasını bildi. İşvereninin ve iktidarın baskı-larına boyun eğmedi. Çaykur işçisi, neo-libe-ral politikalarla

birlikte işçi sınıfını sosyal kültürel ve siyasi kuşatma altında tutma ve esnek çalışmaya mahkum etme sürecinin karşısında durmaya çalıştı.

Son beş yıl içerisinde; işverenin işçile-ri sendikasızlaştırma ve sendikayı Çaykur’dan tasfiye etmeye yönelik çabalarının boşa çıkarılmasının, işveren cephesinde yarattığı öfkenin

bugünlere taşınacağı ve sermayenin rövanş almaya çalışacağı belliydi. İşte tam bu noktada 2013 yılında başlayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin zora sokulacağını ve tıkanıklık yaşa-nacağını sendikamız öngöremedi. Ve bu saldırıya hazırlıksız yakalandı.

Başarısızlığın nedeni: Sendikanın bürokratik tavrı

Müzakere süreçlerinin tüketilmesi ve grev kararı alınmasının ardından sendika, Giresun’dan Artvin’e kadar uzanan geniş bir grev sahasında (altı

şube başkanlığı, bölge temsilciliği ve işyeri

temsilcilikleri) grevi amacına

uygun biçimde örgütleyeme-di. Sendika-mızın bölge

(Artvin, Rize, Trabzon ) sorumluları ve temsilcileri işveren cephesinin baskı ve tehditleriyle grevi işlevsiz kılmaya çalışma manevralarına karşı işçilerin yanında duramadılar. Gerçi bunu yapacak ne deneyimleri ne biri-kimleri ve ne de işçi sınıfının zengin mücadele tarihinden gelen kazanım-larından haberleri vardı. Bölgemizde

sendikamızın yöresel kadrolarının çok az bir kısmı dışındakilerin, yerel yakınlık ilişkilerini ve nüfuzunu kul-lanarak seçilmiş yöneticiler olduğunu da hesaba katarsak, sonucun kaçınıl-maz olduğunu iyice anlamış oluruz.

Altmış yıldır Çaykur’da örgütlü bulu-nan sendikamızın iç işleyişi tamamen bürokratik ve yönetimi işçilerden çok kendi çıkarlarını gözeten kişilerden oluşmakta. Bu durum sınıf müca-delesine zarar vermektedir ve sınıf sendikacılığının esas alınması için bu durumdan en kısa zamanda sendika-mızı kurtarmak gerekmektedir.

Hal böyle olunca mücadelenin so-nuçları da böyle oluyor. İşçiler kendi sınıf dayanışması ve bilinçleriyle hareket ederek yöneticilerini seçerken, çıkarlarını

savu-nan arkadaşla-

rına öncülük tanıma-lıdır. Sınıf ve kitle sendikacılığı bunu gerektiriyor.

Ama bu kendiliğinden olmayacak. Bunun olabilmesi için sınıf bilinçli işçilerin, Çaykur işçileri arasında, kurtuluşun yalnızca kendi ellerinde olduğu bilincini durmaksızın yaymak ve güçlendirmek için çok daha fazla emek sarf etmesi gerekiyor.

K. Güven

Bu nasıl grev?76 gün süren ve emek cephesine umut ve moral aşılayan Tekel işçilerinin direnişi hatırlandığında, Çaykur grevi tam tersi bir etki yaratarak Çaykur önünde tuz buz oldu ve bir teşebbüs olarak kaldı. Geriye hüzünlü bir tablo, kırılgan sendikal ilişkiler ve kırılan umutlarla birlikte “Bu iş yerinde grev vardır” yazısı kaldı.

Emek

Page 25: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 25Si asety

Haftanın 6 günü vardiyalı olarak çalışan nakış işçileri cumartesi günleri çalışma saatlerinin saat 13’te son bulması, sigortasız çalışmaya son verilmesi ve asgari maaşın 1.350 lira olması talebiyle 1 Haziran Cumartesi günü kitlesel bir eylem yaptı. Güngö-ren, Bahçelievler, Zeytinburnu, Merter ve Bağcılar bölgelerindeki nakış atölyelerinde çalışan yaklaşık bin işçi taleplerinin karşılanması için saat 13’te iş bırakarak, Bahçelievler’deki Karadeniz Parkında buluştu.

Nakış işçilerinden ilk sözü alan Veysi Ekinci ve Rıfat Oğur, işçi sömürüsü-nün birlik ve beraberlik olmadan son bulmayacağını, bugüne kadar gasp edilen haklarını mücadele ederek kazanacaklarını söylediler. İşçilerin cumartesi günü fazla çalışma saatleri-ne son verene kadar mücadele etmeye kararlı olduğunu dile getirdiler. İşçi-lerin ardından söz alan HDK İstanbul Milletvekili Levent Tüzel işçilerin birlik olup haklarına sahip çıkmasının önemli bir gelişme olduğuna vurgu yaptı. Nakış işçilerinin sorunlarını Meclis’e taşıyacağını belirtti. Eylemde sık sık “Cumartesi Gecesi Evimizde-yiz, Yaşasın İşçilerin Kardeşliği, Köle Değil İşçiyiz Birleşince Güçlüyüz”

sloganları sık sık atıldı. Eylem halay-larla son buldu.

Siyaset muhabiri, eyleme katılan nakış işçilerinin görüşlerini aldı:

Nakış işçilerinin çalışma koşullarından bahseder misiniz?

Tuncay: Nakış işçileri sabah saat 8’den akşam saat 19’a kadar çalışıyor. Gece vardiyası da 19’dan sabah 8’e kadar çalışıyor. Cumartesi günleri de aynı saatlerde çalışıyoruz. Resmi tatillerde olduğu gibi cumartesileri mesai değil.

Çalışma saatlerinin uzunluğu yetmi-yormuş gibi bir de gün boyu perfor-mans çizelgesi tutup bizi birbirimizle yarıştırıyorlar. Bizim çalışma koşul-larımız çok ağır. Makinelerimiz çok gürültülü çalışıyor. Bazı arkadaşları-mız bir zaman sonra duyma sorunu yaşamaya başlıyor. Birçok nakış atöl-yesinde SGK yok, maaşlar çok düşük. Sigara ve kahvaltı parasına çalışıyoruz, geçinemiyoruz. Hepimiz borç içinde-yiz. Demek ki bu işten sadece patron-lar kazanıyor.

Nakış işçileri nasıl bir araya geldi ve bugünkü eylemden sonra ne olacak?

Tuncay: Nakış işçilerinin çalışma koşulları çok ağır ve hepimizin sorunu ortak. Yıllar önce bir araya gelmeliy-dik, ama kimse öncülük etmediği için kısmet bugüneymiş. Bu birlikteliği Veysi ve Rıfat arkadaşlarım organize etti. Nakışçılar piyasası birbirini tanı-yor. Koşullar iyi olmadığı için sürekli iş değiştiriyoruz. Bundan dolayı çok hızlı bir araya geldik. Facebook’ta grup kurduk, oradan her geçen gün sayımız artı ve 1 Haziran’da hepimiz alanda olduk. 4 Haziran’da patronlar toplantı yapacak. Cumartesi çalışması kalkmazsa her cumartesi öğlen saat 13’te iş bırakacağız.

Bu grevden neler bekliyorsunuz?

Mehmet: Bugün biz buraya “Yeter artık dur” demek için toplandık. Emeğimizin karşılığını almak için bir araya geldik. 25 yıldır nakış işçisiyim. Eskiden biz cumartesi günleri çalış-tığımızda mesai parası alırdık. Her geçen gün elimizde olan hakları aldı-lar, maaşlarımız düştü, resmi tatillerde yüzde yüz mesai alamıyoruz. Biz bu haklarımızı alabilmek için, insanca bir yaşam, insanca bir çalışma istediği-miz için bugün buradayız. Patronlar insanları “Suriyeli işçileri alırım” diye tehdit ediyorlar. Kimi alırlarsa alsınlar, işten de çıkarsalar nakış işçileri artık ayaklandı, haklarını almadan vazgeç-meyecek. Gelemeyen arkadaşlarımız da bize bu konuda destek olsunlar. Biz onlar için de buradayız.

Kasım Kaygısız - Resul Çatar “Cumartesi gecesi evimizdeyiz”

Nakış işçileri grevde!Emek

Page 26: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 526 Si asety

Kapitalizmin şu ana kadar görülen en derin krizi olarak nitelenen 1929–33 krizi sırasında işsizlik resmi olarak ABD’de yüzde 25’e kadar çıkmıştı. Bu-gün resmi oranlar bu düzeyde olmasa da özellikle de kadın ve genç işsizli-ğinde bu oranların bazı ülkelerde çok aşıldığı görülüyor. Bu durum üstelik 1970’lerde olduğu gibi azgelişmiş ülkelerle de sınırlı değil. Tam tersine tıpkı yüksek borç stokları sorunu gibi, işsizlik de günümüzde daha çok metropol kapitalist ülkelerin ağırlıklı bir sorunu gibi duruyor.

En büyük İşsiz ordusu: Kadınlar

Eurostat 2012 verilerine göre kadın işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkeler sırasıyla; Yunanistan (yüzde 28,1), İspanya (yüzde 25,4), Portekiz (yüzde 15,8), Slovakya (yüzde 14,5). En düşük olan ülkeler ise Norveç (yüzde 2,8) Avusturya (yüzde 4,3), Almanya ve Hollanda (yüzde 5,2). Bu tabloda Türkiye’nin yeri ise yüzde 9,4 ile ortalarda bir yerlerde. Ancak bu oranın gerçeği yansıtmadığını, kadın işgücüne katılım oranının erkeklere göre üçte iki düzeyinde daha düşük olduğu gerçeğinden hareketle anla-mak zor değil.

Öyle ki 27 AB ülkesinde 2011 yılında

işgücüne katılım oranı yüzde 71,2 idi. Bu oran erkeklerde yüzde 77,6, kadınlarda ise yüzde 64,9. Türkiye’de ise TÜİK verilerine göre bu oran genelde yüzde 50 (Aralık 2012), ancak erkeklerde yüzde 71 iken kadınlarda ise sadece yüzde 30 civarında. Yani bu ülkede çalışma çağında olan her üç kadından sadece bir tanesi iktisadi olarak aktif durumda. Bir başka anla-tımla Türkiye’de her üç kadından ikisi iktisaden bağımsız değil, geleneksel ailede cinsiyet rollerinin mahkûmu olarak yaşıyor. İktisaden bağımlı olmayanların ne tür işler bulabildiği ve hangi çalışma ve ücret koşullarında çalıştığı, nasıl bir ayrımcılığa uğradığı ise ayrı bir tartışma konusu.

Genç işsizliği artıyor

Gençlerin işsizliği ile ilgili veriler ise kapitalist düzenin ne gelişmiş ne de azgelişmiş modelinde gençlere iş, is-tihdam olanağı veremediğini ve hızla gençleri içinde yaşadıkları topluma yabancılaştırdığını ortaya koyuyor.

Öyle ki dünya genelinde gençler, yetiş-kin işsizlerden üç kat daha fazla işsiz-lik gerçeği ile karşı karşıyalar. Örneğin 15–24 yaş arası gençlerin yaklaşık üçte ikisi işsiz. Bu genel ortalama. Ama oranlar gelişmiş kapitalist ülkelerde de çok iç açıcı değil. Avrupa’da bu gruptaki gençlerin işsizliği yüzde 7,6 (Hollanda) ile yüzde 46,4 (İspanya)

arasında değişiyor. 2011’de çalışma-yan, eğitim veya yetiştirme program-larında olmayan 15–24 arası yaş arası gençlerin AB’de ortalaması yüzde 12,9, Hollanda da yüzde 3,8, Bulgaristan’da

yüzde 22,6.

Keza Avrupa’da 2012 yılında 25 yaş altı genç işsizliği oranı, AB-27’de yüzde 22,8 ve Avro Bölgesinde yüzde 23,1. Genç işsizliğinin en yüksek olduğu ülkeler beklendiği gibi; Yuna-nistan (yüzde 55,3), İspanya (yüzde 53,2), Portekiz (yüzde 37,7), Slovakya (yüzde 34). En düşük olduğu ülkeler ise; Almanya (yüzde 8,1), Avusturya (yüzde 8,7), Hollanda (yüzde 9,5). Yine Eurostat verilerine göre bu oran Türkiye’de 15,7.

Diğer yandan örneğin Türkiye’de bu oranın gerçeği yansıtmadığını,

gençlerin işgücüne katılım oranının düşüklüğünden biliyoruz. Bu ülkede yaklaşık 4,5 milyon üniversite öğren-cisi, 900 bin civarında asker ve çok sa-yıda mahkûm, genç yaş grubu içinde olsa da bu konumlarından dolayı işsiz sayılmıyorlar. Bu kesimler de dâhil edildiğinde, Türkiye’deki genç işsizliği oranının yüzde 30’u bulması beklenir.

İşsizlik sorununun gelip geçici ik-tisadi dalgalanmalar ya da üretimi olumsuz etkileyen doğal felaketlerden öte kapitalist üretim tarzına içkin bir sorun olduğunu biliyoruz. Kapitalist üretim tarzındaki uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklar, plansız kaynak tahsisi ve kâr güdümlülüğü işsizliği sürekli gündemde tutuyor.

Diğer yandan aynı etnik ve dinsel gruplardan gelseler dahi, kadınlar ve gençler, hâlihazırda ötekileştirilen grupların “ötekileri” olarak yaşamak durumunda kalıyorlar. Dolayısıyla işsizlik gibi iktisadi olguların açıklan-masında, etnisite ve ırk kavramları ile birlikte, cinsiyet ve yaş olguları da karmaşık ve oldukça girift bir durum sergiliyor. İnsanlar için trajik sorunlar yaratan yeni ırkçılık gibi, işsizlik olgu-su da iktisadi temelde açığa çıkmakla birlikte yarattığı hasar itibariyle farklı ırk ve etnisiteden kadınları ve gençleri derinden etkileyen bir olgu.

Yüksek kadın ve genç işsizliği oranları, bu grupları bir yandan ekonomide daha düşük ücretli işlere razı olmak zorunda bırakırken, diğer yandan da kadınları erkeklere ve gençleri ise ebeveynlere iktisaden bağımlı kılıyor. Bunun anlamı, kadınların ve gençlerin özgürleşememeleri ya da geç özgürleş-meleridir.

Hedeflerinden biri tam istihdam olan sosyal demokrasinin de kemer sıkma ve uzatılmış resesyonlar çağında çö-züm olmadığını görüyoruz.

Geriye ihtiyaç temelli bir üretimi esas alan ve kaynaklarını buna göre dağıtan, dolayısıyla da, geçmişte de görüldüğü gibi, çalışabilecek yaştaki ve konumdaki hiçbir insanını işsiz bırakmayan sosyalist bir toplum ve ekonomi çözüm olarak kalmaktadır.

Nejla Kurul

Kadınların ve gençlerin işsizliği

İşsizlik, gelip geçici ikti-sadi dalgalanmalar ya da üretimi olumsuz et-kileyen doğal felaketler-den öte kapitalist üretim tarzına içkin bir sorun.

Yüksek kadın ve genç işsizliği oranları, bu grup-ları bir yandan ekonomide daha düşük ücretli işlere razı olmak zorunda bırakırken, diğer yandan da kadınları erkeklere ve gençleri ise ebeveynlere iktisaden bağımlı kılıyor.

Emek

Page 27: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 27Si asety

Onurlu ve kalıcı bir barış toplumun bütün ezilen, horlanan, ötelenen, dışlanan, sınıf ve katmanlarının çabası ve örgütlü mücadelesiyle mümkündür. Engelliler de bu mücadelede yerlerini almalılar.

Engelliliğe yol açan birçok neden var-dır. Bunların en önemlilerinden biri, yeryüzünde çıkan savaşlardır. Dün-yada çıkan savaşlar sonucu sayısını bile tasavvur edemeyeceğimiz kadar insan ölmüş ya da eski deyimle sakat, yeni deyimle de engelli olmuşlardır. Özellikle Ortadoğuda çıkan savaşlar,

çaresiz birçok engelli insanı yokluk ve yoksulluk içerisinde sefalete itmekte-dir. Afganistan, Irak gibi ülkelerden her gün ölü ve yaralı haberleri gel-mektedir. Bundan da anlaşılacağı üzere, her geçen gün engelliler ordusuna yenileri eklenmekte ve böylece özellikle yoksul ülkelerde engelli sayısı hızla artmakta, içinden çıkılamaz bir duruma dönüş-mektedir.

Savaşlar engelli sayısını artırıyor

Güncel olması açısından buna en gü-zel örnekse, ülkemizin de bir biçimde dahil olduğu Suriye’de süren savaş-tır. Her an ölüm haberleri aldığımız Suriye’deki dehşetin yarattığı engelli sayısı konusunda en küçük bir bilgiye

bile sahip değiliz. Ancak bilanço-nun çok ağır olduğu bir gerçektir.

Örneğin Reyhanlı’daki patlamada 50 kişiyi aşkın ölünün olduğu

ve de birçokta yaralının olduğu söylenmektedir. Bu yaralıların çoğunun engelli olarak kalması ise kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu insanların durumlarının ne olacağı meçhuldür.

Savaş kışkırtıcıları, hiçbir insani ve vicdani kaygı

duymaksızın, binler-ce belki de mil-yonlarca insanın

ölmesini ve de sakat kalmasını

umarsızca seyretmek-

tedirler.

Arap baharının sonuçlarıysa henüz bir netliğe kavuşmuş değildir. Anla-şılan odur ki, kavuşacağa da benze-memektedir. ABD emperyalizminin ve iş birlikçilerinin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) vb planlarının önü-ne geçilemediği ölçüde, kaynayan Ortadoğuda, kimbilir, daha ne kadar sakatlanmış insan engelli kategorisi-ne dahil olacak belli değildir. Coğ-rafyamızda süre gelen 30 yıllık kirli savaşta ise; sakatlanma sonucu engelli konumuna gelmiş çok sayıda insana rastlamak mümkündür. Bu durumun en iyi tanıklarıysa, engelli örgütleri-dir. Ne yapacağını bilemez durumda kalan birçok engelli insan, yaşama tutunabilmek için engelli örgütlerine başvurmaktadırlar. İstismarcı engelli örgütleriyse bu durumdan yararlanma yolunu seçerek, bu kişiler üzerinden duygu sömürüsü yapıp, rant devşir-meyi yeğlemektedirler. Ne yazık ki, konuyla ilgili yasal düzenlemelerse istismara karşı mücadele etmenin önünde bir engel olarak durmaktadır.

Daha demokratik gibi görünen engelli örgütleriyse, ulusalcı politika-lardan öteye geçemediği için olumlu bir perspektif sunamamaktadır. Bu nedenle, savaşın karşısında barıştan yana bir tutum sergileyememektedir. Ülkede süren kirli savaşta 30 bin ki-şinin öldüğü söylenmektedir. Elbette, bu doğruluğu ispatlanmış kesin bir rakam değildir.

Sakatlanarak engelli durumuna düşen insanlardan söz bile edilmemektedir. Yani bu insanlar kaderlerine terk edilmektedirler.

Yukarıda da yazılanlardan anlaşılacağı üzere savaşlar engellilerin çoğalma-sında en başta gelen nedenlerden biri-sidir. Engellilerin sayısının her geçen gün artması, engelli bireylerin yaşam koşullarının daha kötüye gitmesi anlamına gelecektir. Savaşın hızının artması ve kargaşa ortamlarının ço-ğalması, engelli bireylerin bir kat daha horlanıp, ötelenip dışlanmasına neden olacaktır.

Engelliler Konfederasyonu’nun ve

ona bağlı federasyonların açıklamış olduğu kesin olmayan verilere göre, ülkemizde yaşayan engellilerin okur-yazar oranı yüzde 10’ları geçememek-tedir. Eğitim, istihdam gibi en temel gereksinimlerse, bundan çok farklı değildir. Savaşa ayrılan bütçe bütün sosyal harcamalara ayrılan mebla-ğın hesaplanamayacak kadar kat kat üstündedir. Ülkede sürmekte olan kirli savaşın devam etmesiyse, eldekilerin daha da gerilere çekilmesi demektir. Bu neden-lerle, en çokta engellilerin savaşa karşı çıkmaları gerekmektedir. Engelliler ülkede yükselen barış çığlıklarına kulak vermeli ve barışa giden yol-da yapılan eylemliliklerde, yerlerini almalıdırlar. Ayrıca sadece kendile-rinin değil, yakın çevrelerinin de yer almasını sağlamalıdırlar.

Engellilerin örgütlü mücadelesi şart!

Bizler şunu çok iyi bilmekteyiz ki, hem dünyada hem de ülkemizde engelli sayısının artması var olan sorunların çoğalmasına yol açacaktır. Bu nedenle her şeyden önce örgütlü olmamız gerekmektedir. Çünkü hayat şunu göstermiştir ki, örgütlü insan güçlü insandır. Çözüm süreci diye bilinen bu süreçte bütün engelliler; örgütlerini savaşa karşı çıkmak ve barışın yanında olabilmek için zorla-malıdırlar ve savaşa karşı oluşan top-lumsal barış muhalefetinin içerisinde mücadelelerini sürdürmelidirler. Çünkü bu konu bir insanlık sorunu olduğu kadar, aynı zamanda engel-liliğin önüne geçmenin bir yoludur da. Bunun için engelli örgütlerinde bulunan, devrimci demokrat engel-liler; ırkçı şoven dalgayı kırmak için mücadele etmeli ve engelli örgütle-rinin ırkçı şoven ve ulusalcı ideolo-jilerden arınıp, engellilerin barıştan yana devrimci demokratik politikalar oluşturmasını sağlamak için, mücade-le etmelidirler.

Şu çok iyi bilinmelidir ki, onurlu ve kalıcı bir barış toplumun bütün ezilen, horlanan, ötelenen, dışlanan, sınıf ve katmanlarının çabası ve örgütlü mü-cadelesiyle mümkündür.

Engelliler taraf olmalı

İlknur Turgut

Engelliler

Page 28: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 528 Si asety

Üniversitelerin bu seneki panoramik bir resmini çekmeye çalışırsak, ön planda çatışmalar ve eylemler görü-lecektir. Bu dönemin başından bu yana faşistlerin, güvenlikçilerin ve polislerin saldırılarına maruz kalan öğrenciler, bir yandan üniversitelerini savunurken bir yandan hak talep eden eylemlere imza attılar. Bu eylemlerin skalası çok genişti; yeni YÖK yasa-sından, Kürt halkının zindanlarda başlattığı direnişe, konferanslardan, anti-faşist mücadeleye kadar uza-nıyordu. SYKP’li gençler olarak biz de bu süreçlerin özneleri idik. Kimi zaman kantin işgallerinde, kimi zaman açlık grevlerinde, YÖK’e karşı sokakta ve kampüste asistanlarla ya da ODTÜ’de RTE’ye karşı direnenler ara-sında bizler de vardık. Şimdi, 7 aydır tutuklu bulunan Okan yoldaşımızın ve diğer PAÜ’lü tutsakların özgürlüğüyle daha da güçlü olarak alanlarda olmaya devam edeceğiz. Tüm bu süreçlerde SYKP’li gençler çeşitli araç ve yöntem-lerle mücadele bayrağının yükseldiği her yerde en önde durdu.

SYKP sürecinin artık organik bir parti formuna dönüşmesiyle birlikte, üni-versitelerde yürüttüğümüz mücadeleyi masaya yatırdık ve yeniden yapılanma sürecinin öznesi olan tüm üniversite öğrencilerinin ortak mücadele hattını örme iradesine sahip olduğunu kanıt-ladık. Bu alanda mücadeleyi örecek programatik bir birlik yaratma, yeni dönemde önümüzde duran en önemli görev olarak belirdi. Bu görev, muhte-vası gereği tartışma olanaklarının ya-ratılması, birbirini içtenlikle anlamaya çalışan ve ortaya atılan fikirleri yerip yok etmektense; hayatla bağlantısını en doğru şekilde kurmaya yardımcı olan bir anlayışın, sürekli kendini var etmesi ile gerçekleşecektir.

Her alanı yeniden örgütleyeceğiz

Üniversite mücadelesinin kendi özgünlüğünde gelişen akademik ve demokratik talepleri; Partimizin iktidar mücadelesine endekslemeden,

üniversite mücadelesinin eksiklik-lerini görerek, yeniden yapılanma perspektifine uygun bir formda, kitle çalışmasını rahatlıkla yürütebilecek bir araç ile yükselteceğiz. Bu aracı işletirken asla üniversite mücadelesi-nin tam içerisinden doğan ve en geniş zeminlere yayılan öz örgütlenmelere karşı ikameci davranmayacak; ör-gütleme peşine düşüp kocaman bir üniversitenin kendini örgütlediği bir durumda kör, sağır, dilsiz bir pozisyo-na düşmeyerek kendimizi oluşabilecek geniş örgütlenmenin en aktif çalışanı konumuna sokacağız.

Aynı şekilde pre-sendikalist örgütlen-meleri en kuvvetli şekilde destekleye-rek, öğrenci arkadaşlarımızı öğrencisi oldukları mesleki branşlara göre mes-lek örgütlerinin gençlik çalışmalarına yönlendirerek, işçi sınıfıyla sendikal bir bağ kurmak için çaba harcaya-cağız. Aynı zamanda üniversitelerin taban örgütleri olan öğrenci kulüpleri ve kol faaliyetlerinin, içerisinde etkin rol alıp, alanın politize olmasına katkı sağlayarak, bulunduğumuz her alanı yeniden örgütleme sorumluğunu alacağız.

Üniversitelerin demokratikleşmesi için atılan her adımın bizi bir adım ileriye götüreceğinin farkında olarak, ancak biz komünist gençler işçi sınıfı-nın önderliğinde kurulacak sosyalizm mücadelesinin üniversitelerle sınır-lanamayacağını da bilerek, üniver-sitelerde iktidar aracımız olan parti-mizi de örgütleyecek olan üniversite komitelerimizin içerisinde, il ve ilçe örgütleriyle eşgüdüm içinde çalışarak iktidara yürüyeceğiz.

İki düzeyde örgütlülük: Gençlik içinde ve Partide

Üniversitelerde anti-emperyalist, anti-şovenist, anti-faşist ve anti-cin-siyetçi tüm unsurla birlikte mücadele etmenin yollarını arayıp, üniversiteye dair akademik-demokratik bir söylem üretirken; bu alana dair, sistemin pro-fesyonel aygıtlarıyla ürettiği yıkıma ve hegemonyaya karşı üretilecek komü-nist bir perpektife/kılavuza olan ihti-

yacı da karşılayacağız. Bu ihtiyaç par-tili üniversite öğrencilerinden oluşan ve merkezi düzeyde gerekli uzmanlık ve birikimle çalışan bir organ tarafın-dan giderilecektir. Bu organ üniversi-telerin SYKP’li olmayan unsurlarına herhangi bir karar alıp dayatmaya gitmeyecek, bizleri üniversitelerde dar grupçu bir zemine sürüklemeyecek, ancak eğilim oluşturma hakkına sahip olacaktır. Partili üniversitelilerin ide-olojik perspektiflerinin üretimine ve alana dair eğitimlerine destek olacak olan bu organ, alandaki öznelerin de-netiminde ve desteğinde çalışmalarını titizlikle sürdürecektir.

Akademik ve demokratik üniversite mücadelesinde yalnız olmadığımızı biliyoruz ve sosyalist yeniden kuru-luş perspektifiyle şekillendirdiğimiz pratiğimizi, yaşam ve üretim alanla-rına da yansıtacağız. İlkelerimizin ve değerlerimizin önüne geçmeyen farklı öğrenci kesimlerinin barındığı çeşitli muhalefet dinamiklerini kapsamayı hedefleyecek ve demokratik merkezi-yetçi bir formda örgütlenerek; sosya-list demokrasiyi yaşam biçimi olarak uygulayıp, eylemimiz içinde dönüş-meyi ve dönüştürmeyi amaçlayarak, gelişimimizi sağlama yolunda adımlar atacağız.

Ülke gündemine ve gidişatına bak-tığımızda önümüzde çetin, sarp, dolambaçlı bir yol görünüyor. Gele-cek dönem bu dönemden daha fazla yorulacak, daha fazla çalışacak ve mücadele edeceğiz. Biz serüvenciler olarak, bu yolda kararlılıkla yürü-meye, dövüşmeye, düşmeye adayız. Yüreklerimizden fışkıran başarısız ihtilallerin yangınları, gönüllerimizi ve beyinlerimizi yeniden kuruluşa kazanıyor, sosyalizme daha da güçlü sevdalandırıyor.

Kampüsleri yeniden kurmaya

Burak İmrek Ülke gündemine ve gidişatına baktığımızda

önümüzde çetin, sarp, dolambaçlı bir yol

görünüyor. Gelecek dönem bu dönemden daha fazla yorulacak, daha fazla ça-

lışacak ve mücadele edece-ğiz. Biz serüvenciler

olarak, bu yolda kararlılıkla yürümeye, dö-

vüşmeye, düşmeye adayız.

Üniversite mücadelesinin kendi özgünlüğünde gelişen akademik ve demokratik talepleri; Partimizin iktidar mücadelesine endekslemeden, üniversite mücadelesinin eksikliklerini görerek, yeniden yapılanma perspektifine uygun bir formda, kitle çalışmasını rahatlıkla yürütebilecek bir araç ile yükselteceğiz.

Gençlik

Page 29: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 29Si asety

Gençlik bedensel, düşünsel ve sosyal anlamda bir değişim sürecidir. Genç-lerin dinamizmi, geleceğe dönüklüğü ve atılganlığı; onları, tarihteki birçok kez olduğu gibi, bugün de toplumsal değişim ve dönüşümün belirleyici güçlerinden biri haline getiriyor.

Bu özelliği nedeniyle gençlik, her zaman sistemin çeşitli sindirme poli-tikalarının muhatabı olagelmiştir. Çok yönlü ve sistematik saldırılarla genç-lik; bireyci, topluma yabancılaşmış ve iradesiz bir topluluk haline getirilme-ye çalışılmıştır.

Gençliği hedef alan bu saldırıların en çok yoğunlaştığı alan ise eğitim kurumları ve özellikle de üniversite-lerdir.

AKP’de oyun bitmez

Üniversiteyi bir şirket olarak yeniden dizayn etme gayreti içerisinde olan AKP, geçmişte bu yönlü hesaplarla attığı bazı adımları, ( yüzde 500 harç zammı vs) yükselen muhalefet karşı-sında geri çekmek zorunda kalmıştı. Planladığı andan önce muhalefetle karşı karşıya gelerek bir çuval inciri berbat etmek yerine taktiksel geri çekilişlere başvuran AKP, aynı anda birkaç saldırı hamlesini birden hayata geçirmekten de geri durmadı.

“Demokrat rektör” olarak amba-lajlanan ve pazarlanan rektörler ve gençleri tweet atarak protesto yapma yöntemine ısındırmaya çalışan YÖK Başkanı da, toplum nezdinde öğrenci direnişinin meşruiyetini sarsmayı hedefleyen “inceltilmiş” bir saldırıyı yürüten aktörler olarak karşımıza çıkmıştı.

Ancak demokratik öğrenci hareke-

tinin, özgür demokratik üniversite talebindeki ısrarlı konumlanışı bu sahte demokratların maskesini kısa zamanda düşürdü.

Bugün ise öğrenci gençliğin, toplum-sal muhalefet içerisindeki sürükleyici rolü hedef tahtasına konarak, açık zora daha sık başvuruluyor. Türkiye ve Kürdistan’da gerek özel güvenlik birimleri ve polisler gerekse de polis, ögb ve idare ile eşgüdüm içerisinde hareket eden sivil faşistler üniversite-lerdeki saldırılarını yoğunlaştırıyor.

Öğrenci gençlik muhalefetinin yer yer asistanların ve taşeron işçilerin dire-nişleriyle buluşarak ortaklaşması ise AKP’nin üniversiteye dönük kaygıları-nı bir kat daha artırıyor.

Barış süreciyle birlikte Eskişehir’de başlayan saldırı furyası bu dönemde söz söylemeye çalışan her öğrenciye uygulanmaya devam etti.

İTÜ’de başlayan asistan kıyımıyla bir-likte güvencesizliğe karşı asistanların topyekün direnişi KTÜ’de ve birçok üniversitedeki işten çıkarılan taşeron işçilerin direnişleri, AKP iktidarını tedirgin etti.

AKP’nin emperyalist savaş tezgâhında üstlendiği rol ile Ortadoğu halkları-nın yaşamı sonucu olarak Reyhanlı patlaması üzerine üniversitelerde “Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak” şiarıyla birleşen gençler üzerinde polisin fütursuzca şiddeti yine ortaya çıktı. ODTÜ’de Kocaeli’nde ve Ankara’da öğrenciler polis şiddetine maruz kaldı.

Üniversitede söz söyleyen, gerici politikaların karşısında duran muhalif gençler, AKP dönemiyle birlikte bas-kı-denetim mekanizmalarından biri olan polis baskısı ile her geçen gün daha fazla kuşatılmaya çalışılmaktadır.

Bu baskı-denetim mekanizmaları üniversiteden üniversiteye farklılık gösterebiliyor. Kimi üniversitelerde yoğun polis baskısının yerini başka mekanizmalar alıyor. Örneğin Kara-deniz Teknik Üniversitesi’nde, Anado-lu Üniversitesi’nde faşist örgütlenme-lerle işbirliği içerisinde hareket eden polis, devrimci demokrat öğrencilere saldırılarını doğrudan olmasa bile bu grupları kullanarak sürdürmeye devam ediyor.

Polis şiddeti kampüse taşınmak isteniyor

AKP, politikalarının temelini sağ-lamlaştırarak YÖK’ün öncülüğünde üniversitedeki baskılarını meşrulaştır-mak istiyor. Özel güvenlik birimleriyle yeterince kontrol sağlayamadığını dü-şünen AKP, daha sert adımlar atmaya hazırlandığını belli ediyor.

RTE’nin ABD dönüşü “üniversiteler-de özel güvenlik birimlerinin yerini polisin alacağına” dair açıklamasından sonra, stadyumlarda ve üniversite kampüslerinde yaşanan olaylarla ilgili olarak, özel güvenlik birimlerinin huzuru yeterince ve olması gereken biçimde sağlamakta zorluk çektiği-ni değerlendirdiklerini dile getiren

Bakan Kılıç, “Dolayısıyla stadyumlar, spor salonları, üniversite kampüsleri ve buna belki yüksek öğrenim öğrenci yurtlarını da dahil edeceğiz, bu gibi alanlarda özel eğitimli polislerin ka-nunları uygulama ve asayişi sağlama-da daha nitelikli görev yapabilecekleri konusunda hemfikir olduk” dedi.

Bu söylemlere göre, yaşam alanlarımız olan kampüsler ve yurtlarda her türlü örgütlenme ve hak arama girişimleri polislerle birlikte tahakküm altına alınacaktır.

Geçmişte ve bugün olduğu gibi sistem her çözümsüzlük anında toplumsal muhalefetin en etkili kategorisini bas-tırmak ister. AKP iktidarı da yükselen bu güçlü muhalefetten korkmakta ve bu muhalefeti sindirebilmek için her türlü baskı-denetim mekanizmaları-nın yollarını aramaktadır.

Bizler, iktidarın ve sermayenin her hamlesine karşı direnen üniversiteliler olarak anti-kapitalist alanda konum-lanıp, akademik-demokratik talepler doğrultusunda özgür demokratik üniversite mücadele şiarını her türlü baskı ve saldırı politikalarına karşı dile getirmeye, bu sesi yükseltmeye devam edeceğiz.

Üniversiteler hedefte!

Bizler, iktidarın ve sermayenin her hamlesine karşı direnen üniversiteliler olarak anti-kapitalist alanda

konumlanıp, akademik-demokratik talepler doğrultusunda özgür demokratik üniversite mücadele

şiarını her türlü baskı ve saldırı politikalarına karşı dile getirmeye, bu sesi yükseltmeye devam edeceğiz.

Üniversitede söz söyleyen, gerici politikaların karşısında duran muhalif gençler, AKP dönemiyle birlikte baskı-denetim mekanizmalarından biri olan polis baskısı ile her geçen gün daha fazla kuşatılmaya çalışılmaktadır.

Nilgün Yılmaz

Gençlik

Page 30: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 530 Si asety

Lazlar ile ilgili herhangi bir şey söyle-meden önce ne yazık ki hâlâ “Lazlar kimdir?” sorusu ile başlamak gereki-yor.

Bir kez daha tekrar edelim; Lazlar Doğu Karadeniz’in (tarihsel adıyla Lazona) yerli halkıdır. Lazca Rize’nin Pazar, Ardeşen, Fındıklı ilçeleri, Artvin’in Arhavi, Hopa ilçelerinde ve Batum’da konuşulur. Lazlarla yakın akraba olan Megreller Gürcistan’ın batı bölgelerinde yaşarlar, konuştuk-ları dil Lazca ile neredeyse aynıdır. Lazlar Anadolu’nun en geç Müslü-manlaşan halkıdırlar, Megreller ise Hıristiyan bir halktır. Lazların milat-tan önce 600’lere dayanan Kolheti ve Lazika krallıkları vardır. Bir dönem Persler ve Bizans arasında kalan Laz-ların yaşadığı coğrafya daha sonra da

Osmanlı ve Rusya çekişmesine sahne olmuştur.

Osmanlı döneminde de Lazlar, Lazis-tan vilayeti bir çeşit özerkliğe sahipti. İlk Kurucu Meclis’te Lazistan mebus-ları da yerini almıştır. Ayrıca Lazlar çeşitli zamanlarda yaşanan göçler ile Marmara Bölgesi çevresindeki ilçeler ve büyük şehirlerde de yaşarlar. İstan-bul aynı zamanda en büyük Laz kenti. Lazlar, derin bağları olmakla beraber sosyo-kültürel olarak Karadeniz’in geri kalanından ayrılırlar. En önemlisi Lazların kendilerinin Lazuri dedikleri bir dilleri vardır.

Günümüzde Lazlar ve Lazca hak-kındaki bilgi kirliliği, hiç şüphesiz asimilasyoncu devlet politikasının başarısı. Lazlar Türkiye’deki resmi ide-oloji tarafından, diğer birçok Anadolu halkı gibi sadece yok sayılmadı, aynı zamanda kimliksizleştirildi. Laz keli-

mesi Laz halkını anlatmak için değil de Karadeniz coğrafyasını nitelemek için kullanıldı. Böyle olunca bir halkın dili ve kültürü arada kaynamış oldu. Lazca deyince “celeyirum, cideyirum” anlaşıldı, “Lazım” dediğinde “yani Karadenizlisin” denildi. Oysa Laz-lar binlerce yıllık dil ve kültürleriyle kadim bir Doğu Karadeniz (Lazona) halkı.

Lazona’da asimilasyon

Çok eskilere dayanan asimilasyon ve kimliksizleştirme politikaları Cum-huriyet ile beraber bir devlet geleneği haline geldi ve bu gelenek günümüzde de bütün hızıyla sürmektedir. Mart 2012’de Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, Gazeteciler ve Muhabirler Derneği’nin bir toplantısında şu ifadeleri kullanmaktan çekinmedi: “Bölgemizde Laz olarak tabir edilen hemşerilerimizin büyük bölümü Laz değildir. Laz kültüründen etkilenmiş Türklerdir. Öz ve öz Türk’türler.”

Yine 2012 yılında Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ne (Rize Üniver-sitesi) Laz Dili ve Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezi kurulması için başvuru yapıldı. Rize Üniversitesi Rektörü Arif Yılmaz’ın başvuruya verdiği olumsuz yanıtta “Laz dilinin akademik çalışmalara konu olabilecek edebi değer taşıyan tarihi metinleri bulunmamaktadır” ibaresi bulunu-yordu. Bırakın Lazca’nın 19. yüzyıl sonlarından beri yazı dili olmasını, son 4 yılda tamamı Lazca yirminin üzerinde kitap çıktı. Romanlar, şiir ki-tapları, dünya klasiklerinden Lazcaya

çeviriler, çocuk kitapları, sözlük ve de-yimler kitabı... Bütün bu çalışmaların olmadığını düşünsek bile şu sorular sorularak bir araştırma merkezi kurul-ması gerekirdi: Lazca edebi ve tarihsel metinlerin oluşmasının önündeki engeller nelerdi? Binlerce yıldır bu topraklarda konuşulan bir dil neden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya?

Habitatımızda yeni bir dilin oluşabile-ceğine dair herhangi bir işaret olma-dığı gibi mevcut dillerin yarısı yüz yıl içinde yok olma noktasına gelecektir. Lazca yok olma tehlikesi ile karşı kar-şıya olan dillerden sadece bir tanesi. Artık çocuklarla Lazca konuşulmuyor, 25 yaş altı gençler Lazca anlayabiliyor ama konuşamıyorlar. Bütün Türkiye halklarının benzer şekillerde yaşadığı bu felaketten bir geri dönüş yaşana-caksa, bu yine Türkiye halklarının ortak mücadelesi ile olacaktır.

Bu ortak, birleşik mücadeleyi hep beraber yürütmek zorundayız, aksi halde Lazca’nın yok olması bütün insanlığın yediği bir gol olacak.

Doğu Karadeniz insanının bir diğer sorunu da hızla artan ekolojik tah-ribat. Yörede yapılan ve yapılmakta olan HES projeleri, barajlar ve ma-den ocakları düşünüldüğünde Doğu Karadeniz’in gözden çıkarılmış bir bölge olduğu ortaya çıkıyor. Ekono-mik nedenlerden dolayı Lazona’nın nüfusu hızla azalmakta, bunun üzeri-ne bir de HES ile şekillenen ekolojik tahribat eklenince yöre insanı yaşam alanlarından göçe zorlanmaktadır.

Bu yazıyı Hopalı komünist bir Laz olan Hasan Xelimişi’nin 1960’larda yazdığı Khoministhuri Phartias (Ko-münist Parti’ye) başlıklı umut yüklü Lazca bir şiir ile bitirmek isterim.

Phartia khoministhuri Phartia Leninuri Phartia şeni vibirt Ha birapa Lazuri Phartia / Phartia Didi-çhutas Khatha nenas / Khatha guris Khatha şuris Skhidun Phartia Skhidasenia

Komünist Parti Leninist Parti Parti için çalışıyor İşte Laz çocuklar Parti / Parti Sen çok yaşa Her dilde / Her yürekte / Her canda Yaşasın parti Yaşayacak da

Bir Karadeniz masalı:

LazlarAdnan Avcı Bucaklişi

Yöre insanının kendine özgü “celeyirum, cideyirum” şeklinde özetlenen ağzına “Karadeniz şivesi” diyelim, Lazca ise insanlık mirası bir dil olarak yaşamaya devam etsin.

Halklar

Page 31: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 31Si asety

Günümüz Türkiye’sinde 1980’li yıl-lardan beri süren, onbinlerce insanın ölümüne ve maddi bir yıkıma yol açan savaşın ardından barış arayışları öne çıkıyor. “Ortak bir vatan” ve “demok-ratik bir cumhuriyet” yaratılmasının gerekliliği üzerine sürdürülen tar-tışma, 19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılda trajik sonuçlar vererek günü-müze değin süren ulus devlet yaratma projesinin iflasını gözler önüne serer-ken, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi-nin sorgulanmasını barış ve demokra-si yolunda ilerlemenin olmazsa olmaz koşullarından biri haline getiriyor. Bu gereklilik, bir yandan geçmişin ada-letsizliklerini hatırlayarak unutmaya karşı tavır alırken, diğer yandan da, bu çok-uluslu ve çok-kültürlü toprakların “Türk vatanı” haline dönüştürülmesi sürecinde üretilen resmi söylemlerin reddi anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet’in kurucuları, tarihi galiplerin bakış açısından yeniden yazarken geçmişin adaletsizliklerini unutturmayı esas aldı. Ancak baskı ve zulüm mekanizmaları olmaksızın kurban ve suçluların yer değiştirdiği bir söylem yaratmak, geçmişin ada-letsizliklerini unutturmak ve meşru kılmak mümkün olamazdı. Resmi söylemlerin, ülkenin sağından so-luna uzanan bir dizi akımın tarihsel ve geleceğe yönelik perspektiflerini belirlemiş olmasını yalnızca baskı ve zülüm ile açıklamak mümkün gözük-memektedir.

Ulus devlet ve sol

Örneğin, Türkiye solunun yirminci yüzyıl başlarındaki Mustafa Suphi, Şe-fik Hüsnü gibi liderleri ve bu ekolden gelen Nazım Hikmet gibi şair ve ya-zarlar, aktif bir şekilde resmi söylemin üretimine, -uğratıldıkları felaketlere rağmen- katıldılar: Ermeni, Rum, Sür-

yani, Pontus ve diğer halkların kendi yurtlarından atıldıkları yıllar, “Kurtu-luş Savaşı” yılları olarak tanımlanır-ken, 1920 ve 1930’lu yıllardaki Kürt isyanları emperyalizm ile ilişkilendiri-lip “gerici” isyanlar olarak nitelenerek Kemalizm ile günümüze kadar süren bir kader yoldaşlığı içine girildi.

Geçmiş kuşakların mücadele gelenek-leri; Türk, Kürt, Rum, Ermeni ve diğer

halklardan işçi ve köylülerin, demok-ratların birçok örnekte omuz omuza verdiği mücadeleler bir yana bırakıla-rak, İttihat ve Terakki ve Kemalizm’in ulus devlet projesinin savunucuları haline gelindi.

Yukarıda dile getirilen tezi doğru-lamak için tarihimizin bugün hatır-lanmayan kara yapraklarına bakmak yeterlidir: 15-16 Haziran 1915 gecesi Beyazıt Meydanında halkın gözü önünde asılan sosyal demokrat Hın-cak Partisi üyesi 20 Ermeni devrimci-sosyalisti hatırlayalım. 10 Mayıs ve 17 Mayıs 1915 tarihleri arasında süren ve sanıkların halkı isyana teşvik, bölü-cülük ve vatan hainliği gibi suçlardan idama mahkum edildiği göstermelik mahkemeler sırasında yargılanan ve ağır işkencelere uğrayan 49 dev-

rimcinin sözcüsü olarak konuşan Paramaz’ın mahkemenin son duruş-masında Yargıç Hurşit’e sanık kürsü-sünden söylediği sözler günümüz için de geçerliliğini korumaktadır:

“Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için öylesine fe-dakarlıkları kabul ettik, ne kadar ener-ji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık; bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığı-mız nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadı-nız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Suç ve baskıyı desteklediniz ve her türlü protesto biçimini susturmayı denediniz. …

“Bir gün kendi onurumuzu korumak için kendimizi savunmaya karar verdi-ğimizde bizi katletmeye başladınız…

“Ben bu ülkeden ayrılmak isteyen biri değilim. Tam tersine, bana ilham veren fikirlerle yüzleşmeyi reddederek kendisini benden ayıran bu ülkedir.” 1909’da Adana’da gerçekleştirilen Ermeni katliamının ardından, Hıncak

Partisi’nin 1913’de Köstence’de yapılan bir toplantıda, İttihat ve Terakki yöneticilerine suikast düzenlemesini kararlaştırdığının ihbar edilmesi üze-rine 120 kişi 1914 Temmuz’unda apar topar tutuklandı. Ancak, ortada bir suikast girişimi olmaması nedeniyle kimse tutuklananların idam cezası ile karşılaşacağını tahmin etmedi. Nite-kim tutuklanan 120 kişiden 71’i rüşvet ödenmesi ve araya aracılar konması sonucu serbest bırakıldı.

“Yaşasın Sosyalizm yaşasın Ermenistan”

15 Haziran’ı 16 Haziran’ a bağlayan gece Paramaz ve 19 yoldaşı başları dik ve onurlu bir şekilde idam sehpalarına yürüdü. İdam sırasında hazır bulunan Papaz Der Kalust Kahana Boğosyan’ın aktardığına göre, Paramaz, idam sehpasına çıktığında “Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla... Yarın Ermenilik, ülkenin Doğusunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlaya-caktır!” diye var gücüyle haykırdı. Paramaz, ilmik boğazını sıkarken son bir gayret ve nefesle, boğuk ve ancak duyulabilen bir sesle “Yaşasın Sosya-lizm, Yaşasın Ermenistan” sözlerini haykırarak can verdi.

Paramaz ve yoldaşlarının ardından yıllar sonra devrimciler birbirini ardı sıra idam sehpalarına çıkarıldı; aynı gerekçelerle yargılanıp yine aynı şekilde, gerek ulusal gerekse de sosyal mücadelelere olan inançlarını hay-kırarak son nefeslerini verdiler. Adil ve demokratik bir ülkenin inşası için bu toprakların Spartaküs’lerini ayrım yapmaksızın hatırlamamız, onlardan öğrenmemiz ve artık, bugün konuş-ması mümkün olmayan kurban ve savaşçıların dili olmamız gerekiyor.

Öteki 15-16 Haziran’ı unutma!

Paramaz, idam sehpasında “Siz, sadece bizim vücu-dumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla... Yarın Ermenilik, ülkenin Doğusunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır… Yaşasın Sosyalizm, Yaşasın Erme-nistan” sözlerini haykırarak can verdi.

Erol Yeşilyurt

Adil ve demokratik bir ülkenin inşası için bu toprakların Spartaküs’ lerini milliyet ayrımı yapmaksızın hatırlamamız, onlardan öğrenmemiz ve artık, bugün konuşması mümkün olmayan kurban ve savaşçıların dili olmamız gerekiyor.

Halklar

Page 32: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 532 Si asety

Yaşadığımız dünyada küresel kapitalist sistem kendisine yeni sömürü alanları arıyor. Dünyayı kuşatan küresel iklim krizi koşullarında doğa, sermayedarla-rın gözünde büyük karlar sağlayan bir sektör haline geliyor. Doğanın piya-salaştırılması süreci, dünyada 1980’li yıllardan itibaren yürürlüğe giren neo-liberal politikaların ülkemizde de hızla uygulamaya sokulmasıyla başlamıştır. Bu süreçte küresel kapita-list sistem, Türkiye’yi enerji ihtiyacını karşılayacağı bir yatırım alanı olarak görüyor.

Yerel sermayedarların iştahını kabar-tan, beraberinde Karadeniz’in kapita-listleşme sürecinin de tamamlanma-sının önünü açan, Karadeniz’i “enerji cenneti” yapma projesi kendini tam da buradan temellendiriyor. “Enerji” bahanesiyle bölgeye; hidro-elektrik, termik ve nükleer santraller yapıl-maya başlanması, yaşam alanlarının talana açılmasının ön koşulu oluyor.

Nükleer santral fanatizmi ve AKP

Enerji.. Öyle ki her kaynağı da ayrı bir tartışma konusu. Havadan, sudan, rüzgardan, güneşten, kömürden, petrolden, ama şu sıralar ülkemiz için en popüleri, nükleerden elde edilecek enerji. İlk kez gündemimize,1956’da Atom Enerjisi Komisyonu’nun kurul-masıyla girdi. O tarihten bu yana da göreve gelen tüm hükümet yetkilileri nükleer enerjiye sahip olmak istedi. Daha acımız tazeyken, 27 yıl önce 26 Nisan 1986’da yaşanan Çerno-bil felaketini unutmadan, nükleere lanet okuyan Karadenizliler bugün yine aynı tehlikeyle karşı karşıya. Bu kez Karadeniz’in toptan yok oluşuna neden olacak bir proje ile...Tüm dünya nükleer santrallerden tehlikesi ne-deniyle vazgeçerken, 2010’da Mersin Akkuyu’da nükleer santral inşası için Ruslarla yapılan anlaşmanın ardından, 3 Mayıs 2013’te de AKP hükümeti “Sinop’a Japon Mitsubishi ve Fransız Areva ortaklığı tarafından 4 adet, her biri yaklaşık 1100 megawtt’lık AT-MEA1 tipi nükleer reaktörden oluşan santral inşa edileceğini” açıkladı. İşin ilginç tarafı ATMEA1 reaktörü kağıt üzerinde onaylanan, henüz işleme sokulmamış, bir başka ülkede çalışıl-

mamış ve Fransız Güvenlik Kurumu ASN’den güvenlik lisansı almamış bir reaktör tipidir. Türkiye’nin daha önce de bu konuda tecrübesinin olmaması ülkemizin resmen kobay olarak kulla-nılması anlamına gelmektedir. Ayrıca Fukuşima’nın etkilerinin halen devam ediyor olması ve buna rağmen AKP hükümetinin Japonya’ yla bu anlaşma-yı yapması ise resmen bir akıl tutul-masıdır. Fukuşima nükleer santralin-de yaşananlardan sonra Japonya, “50

reaktöründen 48’ini kapatmışken ve Eylül 2012’de yayınladığı yeni enerji politikasıyla (Enerji ve Çevre İçin Ye-nilikçi Strateji Belgesi) mümkün olan en kısa sürede nükleer enerjiye dayalı olmayan toplum yapısına geçmeyi hedeflediğini” açıklarken, AKP hükü-metinin bu konudaki ısrarı yersiz ve

kaygı vericidir. Sinop halkının gelece-ğiyle böyle pervasızca oynanamaz.

Enerji kimin için üretiliyor!

Peşinen söyleyeyim ki nükleere karşı çıkmak gerekir; doğayı kirlettiği için, insan sağlığına olumsuz etkileri oldu-ğu için, nükleer silahların üretiminde başat rol oynadığı için... ve benzer birçok sebeple birlikte. Tarihsel sürece de bakıldığında enerjinin yıllardan bu yana “kim için ve ne için üretildiği” sorularını irdelersek, enerji pastasın-dan küresel endüstriyalizmin, özellikle savaş endüstrisinin ne kadar büyük bir pay kaptığını görürüz.

Kendi mezar kazıcılığını yapan kapi-talizm, kendini devam ettirmek için uydurduğu; kalkınma, yeni iş alanları yaratma, küresel ısınmayla mücadele ve ucuz enerji sağlama yalanları, bir yönüyle de anti kapitalist çevre hare-ketlerini sindirme amacı taşır. Çünkü sürdürülebilirliği imkânsız olan bir ekonomik-politik sistemden, kendisi-ne can simidi olacak bir enerji politi-kası çıkmayacağı gün gibi ortadadır.

Eminim birçoğumuzun aklında “Peki, insan evladı enerjisini han-gi kaynaktan üretecek ve bu enerji sorununu doğayla uyumlu bir şekilde

nasıl çözecek?” sorusu belirmiştir. Bu sorunun cevabını, kapitalizmin dışın-da aramalıyız. Tabi kapitalizmin bize dayattığı sınırlar içinde mevcut enerji üretim ve tüketim ilişkilerini yeniden sorgulamalıyız. Daha fazla tüketim için daha fazla üretim isteyen kapita-listlerin sınırsız enerji ve hammadde ihtiyacı doğanın ve emeğin sömürüsü demektir.

Kapitalistler endüstri araçlarını yenilemeyip, enerji ihtiyacını arttı-rırlar. Yüzde 1’lik bir grubu temsil eden bu kitle tüm insanlığı ve doğayı tehlikeye atacak kadar vahşileşmiştir. Biz bu adaletsiz paylaşıma, sınıfsız, sömürüsüz bir toplumda ihtiyacımız kadar olan kolektif enerji üretimiyle, tüketimi ise doğru enerji yatırımları ile yaparak son vereceğiz. Eşit, adil, özgür ve ekolojik bir toplumu inşa etmenin sorumluluğuyla, ülkemizin geleceğini tehlikeye sokacak olan nükleer santrallerin kurulmaması için mücadele etmeliyiz.

Son söz yerine, doğamızı, gelece-

ğimizi, kültürümüzü korumakla yükümlü olan biz yaşam savunucuları tüm dünya da “nükleere inat, yaşasın hayat” sloganını haykırmaya devam edeceğiz.

Yüzde 1’lik bir grubu temsil eden kapitalistler tüm insanlığı ve doğayı tehlikye atacak kadar vahşileşmiştir.

Sinop Fukuşima olmayacak!

“Türkiye’de hiç radyasyon olmasa da sistemin ken-

disi yeter zaten. Beni rad-yasyon değil, Türkiye’deki

sistem kanser etti.”

Kazım Koyuncu

Özlem Bayat

Ekoloji

Page 33: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 33Si asety

İki kısım, tekmili birden. Konu: GDO lobisi ajanları Türkiye’de. Başrolde: Mehdi Eker, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı

Öncelikle olan bitenin vehametini anlamak için bir kronolojik sıralama yapalım:

4 Nisan’da, Çin ve Afrika’da üretilen, GDO’lu diye ABD’nin ülkeye sokma-dığı 150 milyon TL değerindeki 23 bin ton pirince 2 Mart’ta Mersin’de el konulduğu basında yer aldı. İthalat-çılardan Tat Bakliyat’ın itirazı üzerine TÜBİTAK MAM’da yapılan analizler-de ürünlerin GDO’lu olduğu ortaya çıktı. Karara tekrar itiraz edilince, bu kez ürünler Ankara’da analiz edildi ve ürünlerin GDO’lu olduğu kesinleşti. Yapılan muayene sonuçlarına göre, pirinçte bulunması gereken kadmi-yum (kanserojen ağır metal element) miktarının standartlardan 35 kat fazla olduğu ortaya çıktı.

10 Nisan’da GDO’lu pirinç Tekirdağ ve Manisa’da da ortaya çıktı. Gümrük Ba-kanı Hayati Yazıcı açıkladı: Yakalanan 8 ton, oysa 2012 yılında aynı firmalar tarafından ülkeye sokulan binlerce ton pirinç var.

14 Nisan’da Gıda Tarım ve Hayvancı-lık Bakanı Mehdi Eker “Dünyada şu ana kadar ticarete konu olan GDO’lu pirinç olmadığını” belirtip, taşımadan kaynaklı çeltiğin kabuğuna bulaşmış olabileceğini ama pirincin kabukla yenmediğini ifade etti. Bunun da yeterli olmadığını düşünmüş olacak ki, “Bakan olarak ben söylüyorum, pirinçte GDO yok, güven içerisinde tüketebilirsiniz” diyerek görevini

tamamladı.

29 Nisan’da Mersin Başsavcılığının bilirkişi olarak atadığı İTÜ genetik laboratuarı pirincin GDO’lu olduğunu açıkladı. İTÜ’nün analizi Avrupa’da GDO’lu gıdaların DNA incelemesinin yapıldığı akredite kuruluşlardan çık-ma özel cihazlarla gerçekleştirildi.

4 Mayıs’ta Başsavcı iddianamesini hazırladı.

8 Mayıs’ta İTÜ rektörü açıklama yaptı: Rapor usulde yapılan hatadan dolayı geçersiz sayıldı, bölümün başındaki kişi açığa alındı.

20 Mayıs’da İTÜ Rektörü Mehmet Karaca, savcılığa göderdiği yazıyla bilirkişilikten çekildiklerini açıkladı.

GDO lobisi dünyayı kontol etmeye çalışıyor

“Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanlığı kontrol edersin.” Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in 70’lerde söylediği bu söz aslında durumu özetliyor. Yukarıdaki traji komik oyunu da anlamamıza yar-dımcı oluyor. Bizdeki GDO lobisinin güçlenmesi ve yasal düzenlemelerin başlamasının geçmişi 5-6 yıl. ABD Tarım Bakanlığı bir önceki dönemde beş AKP’li vekili davet etti, ne için, “tarımdaki teknolojik gelişmeleri pay-laşmak” için. Aslında daveti yapıp tüm masrafları karşılayan, dünya GDO pazarının yüzde 90’ını elinde bulun-duran Monsanto şirketi. Şu sıralarda tüm dünyada yapılan GDO’ya hayır eylemleri, esas olarak Monsanto’ya karşı yapılıyor. Hem tohum hem de tarım ilaçları üreticisi, ismini çok iyi bildiğimiz başkaları da var tabii; Cargill, Bayer, Syngenta, Du Pont gibi. Monsanto öylesine güçlü bir şirket ki, Avrupa Birliğinin ithal ettiği ürünler-deki GDO oranını beğenmediği için dava açmıştır.

GDO projesine düşen bomba

Yukarıdaki komedi yalnızca bizde

oynanıyor zannedip üzülmeyin, tüm dünyada aynı. Oyunun boyutunu kav-rayıp tepki vermek gerek. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama benimçar-pıcı bulduğum bir örneği paylaşayım. 1995’te Monsanto’nun fonlarıyla İs-koçya Tarım Ofisi, Rowett Araştırma Kurumu’yla 1,5 milyon dolar bütçeli 3 yıllık bir sözleşme yaptı. Projenin yönetimini Dr. Pusztai yapıyordu. Pusztai, GDO’nun vaat ettiği tekno-lojiye inanıyordu. Ama 97 sonuna doğru Dr. Pusztai’de şüpheler oluştu çünkü 110 günden fazla GD patatesle beslenen farelerde ciddi değişiklik oluşmuştu. Kalp, beyin ve ciğerlerinin küçük olmasının yanısıra bağışıklık sistemleri de zayıflamıştı. 98’de bir programda açıkladıkları bile yeterince korkunçtu. Sadece “Yiyecekleri gü-venle tüketebiliriz ama vatandaşları-mızın birer kobaya dönüşmesine izin veremeyiz, ben seçmek durumunda kalsam tüketmem” mealinde bir cüm-le. Bu açıklama bilim, siyaset, tarım ve biyo-teknoloji çevrelerinde bir hidrojen bombası patlatmış oluyordu. Pusztai’nin patronu Prof. Philip James özenle yapılmış bu araştırmalardan sonra içtenlikle tebrik etti. Ama 48 saat içinde bu destek yokoldu. 68 yaşındaki bu bilim insanı ve projede

eşlik eden eşi kapıdışarı edildiler, meslektaşları inanılmaz bir karalama kampanyası başlattı. Bir süre sonra bu saldırılara muhalefet eden 13 ülkeden 30 bilim insanı açık bir mektuba imza attı. Mektup The Guardian’da yayınla-nınca ortalık karıştı. İngiltere Kraliyet akademisi, ardından Başbakan Blair mektubu kınayan bir açıklama yaptı. Blair kadim dostu Clinton’dan tali-matları almıştı. Rowett’e 33 yıl hiz-met etmiş bir arkadaşı Prof. Orskov Pusztai’nin Monsanto tarafından işten çıkarıldığını öğrenmişti. Ekim 99’da Pusztai araştırmasını zar zor bir bilim dergisinde yayınlattı. Ardından bu projedeki yardımcısı Aberdeen Üni-versitesi’ndeki görevinden oldu.

Bu örneklerden de görebileceğimiz gibi çok güçlü bir lobi ile karşı karşı-yayız. Tezgahlarını yürütebilmek için yapmadıkları hiç birşey yok, tehdit, şantaj, karalama kampanyası veya rüşvet.

Bizim basınımızda sadece pirincin alerji yaptığı yazılabildi. Bu en basit sonucudur. Raporların bu kadarı bile yukarıda anlatılan komediyi yaratma-ya yetmiştir. Mücadele etmek gerekir, kobay olmadığımızı haykırmak gere-kir, GDO’ya hayır! demek gerekir.

GDO’lu pirinç komedisi

“Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen

insanlığı kontrol edersin.” Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in 70’ler-de söylediği bu söz aslında

durumu özetliyor.

Fatoş Osmanağaoğlu

Ekoloji

Page 34: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 534 Si asety

İlk kitabı Hallaç yayımlandığında yıl 1960. Kitap, “Nothing is more real than nothing” diyen Samuel Beckett’in “hiç”e dair söylediklerini ima eden varoluşçu izler taşıma-sıyla ya görmezden gelinmiş, ya da “anlamaramatanrıları”nca eleştirilmiş. Yok sayılma serüveni de böyle başla-mış Leyla Erbil’in: her türden iktida-rın canını sıkan uzlaşmama, yanaşma-ma hali ile bugün tam 82 yaşında.

Bu kitap hiçbir ‘‘ödül’’e katılmamıştır

Leyla Erbil’in hem kendisini, hem eserlerini anmak bu satırlara sığmaya-cak denli özgün, çetin. II. Yeni şiirinin düzyazıdaki temsicisi biraz da Erbil. Tuhaf uzamların, tuhaf bir dilin, kendi ürettiği tuhaf noktalama işaretlerinin, iki romanını isimlendirecek “tuhaf-lıkların” yazarıdır. Anlatıcı olmayan poetik tutumu ile bugünün “reklama-daçıkarımyazarları” ndan farklıdır. Bugüne kadar yayımlanmış on kurgu metninin hepsinin girişinde kitapları-nın hiçbir yarışmaya, “ödül” e katıl-madığını özellikle belirterek edebiyat dünyasına da göndermede bulunur. Bu gönderme, Cüce isimli novellasın-da açık eleştiriye dönüşür. Tüm yapıt-larında Freud ve Marks’ın etkisinde şekillenmiş bir söylem biçimi vardır. Ya da en önemlisi alaycıdır Leyla Erbil; kara mizahın, küçümsemenin amacı kolay tüketilir olmak değildir elbet. Mutsuzluğun ve isyanın dilidir alay onda. Aile terörüne, geleneklerin cenderesine sıkışmışlığa, bu cendere-den çıkmak isteyip de bedel ödemek-ten kaçanlara, bu kaçışların yarattığı ikiyüzlülüğe isyan ve öfke…

Deli kadın… hiç sen anlaşılmadın

Tekrarlamalara dayalı, yer yer epik

anlatım özelliklerinden yararlanılmış söyleyiş ritimlerine uzanan dili ile çizgisel olmayan bir kurguyu yara-tır yazar. Geçmiş ve bugün içiçedir, yerleştirilmiştir (installation) onun metinlerinde. Geçmişten bugüne kalanların mekanına dönüşür İstan-bul “deli dil”i olan kadınların sesinde: cinselliğini yaşayamamış, aile ku-rumunun şiddetine maruz kalmış, alaycılığı gücünden gelen kadınlar. Ta-lan edilmiş, iktidarlarca kimlikleri ve tarihi silinmeye çalışılmış İstanbul’u kimi zaman Vapur da devrimci bir ses ile, kimi zaman Karanlığın Günü’nde “yazarannekız” aracılığı ile dinleriz.

Tarihe, güncel gelişmelere (Kürt sorununa, 19 Aralık katliamına, Hrant Dink cinayetine, Sivas katliamına…) dayalı göndermelerin eksik olmadığı yapıtlarında temelde birey olgusunu sorgular. Din-töre-gelenek üçgeninde birey olmanın karşısına dikilen güç-lere karşı savaşın dili ile karşılaşırız onun eserlerinde. Anlam kaymaları-na açık metinler, yaratılan “Leylaca” dil ile de erk’i bozar, yıkar. Teşhisi ve tedavisi olmayan klinik kişilikler atipiktir; kimi zaman kapanmış, kimi zaman kapatılmıştır. Tescilli deliliğin yanı sıra hayata karşı bir tavır olarak da delirme halini çıkarır karşımıza yazar.

Gertrud Stein’ı, Samuel Beckett’ı, Ja-mes Joyce ve Sartre’ı anıştıran temsi-liyeti Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım?” ya da “Çağrılmayan Yakup” izleğinden düşer içimize. Şiire hep çok yakındır yazdıkları.

Güzel insan

1970 yılında Türkiye Sanatçılar Birliği, 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından olup, PEN Yazarlar Derneği üyesidir. 1961 yılında Türkiye

İşçi Partisi üyesi olan Leyla Erbil, aynı partinin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev almıştır. Bugüne değin hiçbir edebiyat ödülüne katılmasa da PEN Yazarlar Derneği tarafından 2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne ül-kemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilmiştir.

İnsanı toplumdan, toplumu bi-reyden ayırmayan, sorumlu aydın tavrıyla çağdaşı onlarca yazardan ayrılan Leyla Erbil, “bilici”lerden ve “bilgici”lerden uzak yazmaya devam ediyor. Tuhaf insanları seven Erbil, İş Bankası Yayınlarınca yayımlanan son romanı Tuhaf Bir Erkek ile 82 yaşın-da okuyucuları ile yeniden buluştu. Yıllar önce yazmış olduğu Tuhaf Bir Kadın romanında düzenin bekçi-

si annesinden kurtulmaya çalışan kadın karakterin edebiyat çevresinde gezinmesiyle başkaca bir iktidarın içine düştüğünü görmüştük. Tuhaf Bir Erkek’te ise “gorgo”da cisimleşmiş iktidarın gazından, suyundan, şid-detinden nasibini almışları görmek mümkün. Ve bu “gorgo”lar, eklektik olmayan bir düz çizgide hayatlarımıza kast ederken çizilir Tuhaf Bir Erkek’te. “Güzel insan” sıfatını elde edecek az yazarın kaldığı ülkemizde yazıyı onun tümceleri ile bitirelim: c. ertesi annele-ri kaybedilen oğullarının ve kızlarının acısını bekliyor galatasaray’da mekteb-i sultani’nin muhkem içeriye de dışarıya da kimseyi sızdırmayan olağanüstü kültürümüzün bekçi kapısının dibinde oturarak. (Tuhaf Bir Erkek- İş Bankası Yayınları s. 80)

Bir tuhaf yazar, çok tuhaf… çok tuhaf…

‘‘Nasıl bir şeyse kendim, belki de uzaklaştıkça bilebildi-ğim.” Kalan’dan

Bu topraklarda sorgulanması yasak sayılmış her şeyi sorgulayan; zihnimizi zorlayan poetikasıyla “dil”in ikti-darını da yerle bir eden Leyla Erbil’i okumak zamanıdır.

Ebru Yıldırım

Kültür-Sanat

Page 35: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 35Si asety

Kazım Koyuncu aramızdan ayrılalı sekiz yıl oldu.

Bugün Kazım Koyuncu, onun hiç de hak etmediği (ve de hayattayken istemeyeceği) bir biçimde metalaştı-rılıyor, popüler kültürün bir parçası haline getiriliyor, onun hayattayken mücadelesini verdiği değerler gör-mezden geliniyor. Kendimizi Kazım’ın hayatının en eski tanıkları saydığımız için onun hakkında bir şeyler söyle-mek istiyoruz; biz tanıdığımız Kazım’ı anlatmak istiyoruz.

Kazım’la tanıştığımız dönem; 80 son-rası devrimcilerin yeniden sesini yük-seltmeye başladığı; işçilerin, öğrenci-

lerin, kadınların ve tabii ki Kürtlerin taleplerini haykırmak için sokaklara çıktığı, bu arada da ağır bedellerin ödendiği günlerdi. Herkes sokaktay-dı. 80 darbesinin baskıcı ortamından sonra yeniden filizlenmeye başlayan politik sanat da…

O dönemde Çağdaş Oyuncular’ı oluş-turan bir grup, sanatın da örgütlene-bileceğini; devrimci sanat adına başka şeylerin de yapılabileceğini, örgütsüz ama politik sanatçıların bir araya gele-bileceğini ve uzun devrim yürüyüşüne omuz verebileceğini savunuyordu ve bu amaçla da 1989 yılında bir atöl-

ye kurdular: Çağdaş Sanat Atölyesi (ÇSA).

Atölyeyi kuran çekirdek kadronun ta-bii ki politik bir örgütlülüğü ve iradesi vardı. Ama atölyenin o günlerdeki en büyük amacı, politik bir örgüte insan kazandırmaktan ziyade kendini poli-tik olarak tanımlayan sanatçıları bir araya getirmekti.

Atölyenin henüz Zeytinburnu’nda bir bodrum katında çalışmalara yeni yeni başladığı günlerde katıldı aramıza Ka-zım. Bu anlamda da aslında atölyenin kurucularından sayılabilir.

Her şeye rağmen

Kazım’ın aramıza katılışı da onun müzik serüveni kadar ilginçti. Onunla İstanbul Siyasal’da tanışan ve atölye-nin kurucularından bir arkadaşımız, müzik grubu kurmak isteyen Ali’ye, Kazım için “Gitar çalmayı pek bil-miyor, ama bütün eylemlere eski bir gitarla gelip şarkı söylüyor. Sesi de çok iyi” demişti. Gerçekten de Kazım kendine has bir sese sahipti, müzikte özgün fikirleri vardı, yapılmamışları yapmak, denenmemişleri denemek istiyordu. Atölye ve orada yapılmak istenenler tam da onun o günlerde aradığı şeylerdi.

Ve bundan sonrasında hayata, sanata ve politik mücadeleye bakış açımız bizi uzun yol arkadaşları; atölyeyi de sağlam bir sanat kurumu haline getir-di. Ama o dönemin bir de handikabı vardı: Politik mücadele yükselirken sanat çok da devrimci bir faaliyet alanı olarak görülmüyor, politik sanatçılar ya da sanatın politikliği çok önem-senmiyordu. Atölyenin ve orada çalışanların birçok anlamda kendile-

rini ispatlamaları gerekiyordu. Bu da zamanla politik iradenin isterleri ile sanatsal faaliyetler yürüten arkadaşla-rın yapmak istediklerinin ayrışmasına neden oldu. Bazı arkadaşlar yorul-muştu, devam etmek istemediler, bazı-ları da her şeye rağmen devam etmeyi seçtiler. Kazım da onlardan biriydi.

Kazım’ın, eski bir gitar eşliğinde İstan-bul Siyasal’ın koridorlarında söylediği direniş marşlarıyla başlayan müzik serüveni, ÇSA’da Ali ile kurdukları Hayal’in ve daha sonra Arzu’nun katılımıyla devam eden Dinmeyen müzik grubuna, oradan da Mehmet Ali Beşli’yle kurduğu Zuğaşi Berepe’ye doğru evrildi. Zuğaşi Berepe dağıl-dıktan sonra da Kazım tek başına gibi görünse de yine arkadaşlarıyla yürü-dü.

Her zaman “vicdan” dedi

Her zaman “vicdan” dedi. O vicdan onu yeri geldi eylemlerde, grev çadır-larında şarkı söyleyen bir direnişçi, yeri geldi Karadeniz’e, dünyaya sahip çıkan bir eylemci, yeri geldi “Herkes kendi dilinde şarkı söylesin” diyen bir devrimci yaptı. Aramızdan ayrıldığın-da hepimiz için daha çok erkendi ve yapacağı daha çok şey vardı.

O sayısal olarak kısa, yaşanmışlık ve

üretkenlik adına uzun sayılacak bir hayat yaşadı. Hepimize unutulmaz anılar ve büyük bir acı bıraktı. Bir de eğilmeden bükülmeden yaşanmış onurlu bir hayat... Belki de en önem-lisi, daha birkaç ay önce insanların taşlandığı Karadeniz’den, dağların çocuklarına selam gönderdi. İşte bu yüzdendir ki cenaze töreninde dağ-ların çocukları da denizin çocuğunu selamlamaya geleceklerdi.

Onun için söylenebilecek tek şey var: Kazım bugün yaşasaydı yine devrimci olurdu. Yine ezilenlerin yanında, halk-ların kardeşliği için söylerdi türküleri-ni. Yine inandığını inatla savunurdu. Yine HES’lere, doğanın rant uğruna talanına, toprağın ve suyun kirle-tilmesine karşı çıkardı. Bugün Gezi Direnişi’nde şarkılarıyla aramızda olan Kazım, yaşasaydı o alanda olurdu ve “Haydi gidelim” derdi “Ernesto gibi yıldızların çok olduğu yere.”

Son sözü Kazım’a bırakalım: “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Kara-denizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi, çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem.”*Çağdaş Sanat Atölyesi’nden yol arkadaş-ları adına.

Sevim Erdoğan - Gürsel Erdoğan*

Şarkılarıyla geçti aramızdan

Belki de en önemlisi, daha birkaç ay önce insanların taşlandığı Karadeniz’den,

dağların çocuklarına selam gönderdi.

Kültür-Sanat

“Hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlara, ateş hırsızlarına, Ernesto Che Guevera’ya, yollara, çocuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamaz-lıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyo-ruz. Kötü şeyler gördük, savaşlar katliamlar, öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü ve kendisini kaybeden insanlar ve topluluklar gördük; yanan kentler, köyler, ormanlar, hayvanlar gördük; yoksul insanlar, ağlayan anneler babalar, her gün bile bile sokak-

larda ölüme koşan tinerciler gördük; biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu dünyada şarkılar söyleyebildik. Teşekkürler dünya.” Kazım Koyuncu, Hayde Albümünden (2004) -

Page 36: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 536 Si asety

Parçacıklar dünyası hiçbir dönemde son zamanlardaki kadar ilgi görmedi. Bu ilginin önemli bir kısmını da “Higgs Parçacığı” adı verilen parçacık işgal etti.

İnsanlık tarihi boyunca insanlar hep yaşadıkları evreni anlama gayreti içinde olmuşlardır. Önceleri felsefe-cilerin temel olarak etrafındakileri yorumlamaları ölçeğinde gelişen bi-lim, sonraları işin erbaplarının ortaya çıkmasıyla bugünkü modern bilim anlayışının ortaya çıkmasına temel oluşturdu. Makro düzeyde ele alınan ve doğrudan gözlemlenebilir olan bilimsel değerlendirmeler bir süre sonra kendisini daha küçüklerin dün-yasının merakına ve keşfine bıraktı. Küçükler dünyasının, yani maddenin temel düzeyde oluşturucusu olan par-çacıkların keşfi de bu merakın tarihsel bir ürünü oldu. Parçacıklar dünyası hiçbir dönemde son zamanlardaki kadar ilgi görmedi. Bu ilginin önemli bir kısmını da “Higgs parçacığı” adı verilen parçacık işgal etti.

Higgs parçacığı özellikle üzerine yapışan isimlendirmeyle herkesin daha yoğun ilgisini çekti. Aslında parçacıklar dünyasında önemli bir yer işgal eden bu parçacık Nobel ödüllü fizikçi Leon Lederman’ın yazdığı bir kitap sonrası “Tanrı Parçacığı” ismiyle anılır oldu. Lederman ilk olarak kita-bını “Tanrının Belası Parçacık” olarak adlandırmış olsa da editör marifetiy-le tanrı parçacığı ismini alan Higgs bozonu bu adla kendisi için şöhret basamaklarını çifter çifter çıkmış oldu.

Ancak bu içeriğinden ve kendisinden bağımsız ünün yanlış yargılara sebep olması, keşfinin görkemini gölgeleyen bir şey haline geldi.

Öyle ki yurdum ilahiyatçılarının bir kısmı Higgs’in bulunmuş olabileceği ilk açıklandığında “haşa huzurdan” pozisyonuna geçerek, hepimizin, tabii ki tanrının yarattıkları olduğunu belirtme gereğini hissettiler. Popüler hale getirmek ve bilginin alıcı kitlesi-

ni arttırabilmek açısından metafizik yanının daha öne çıkarıldığı televiz-yon programlarından farklı olarak bu yazıda Higgs bozonu kendi adıyla adlandırılacaktır.

Higgs bozonu parçacıklara kütle kazandırdığı düşünülen bir bozondur. Bozonlar kuvvet taşıyıcısı olan ve Higgs bozonu özelinde kütle kazanma mekanizmasını oluşturan parçacıklar olarak özetlenebilir. Bu durumu anla-mak için bir örnek bize yardımcı ola-bilir. Örneğin karlı bir kış günü yokuş aşağı inerken ayağınız kaydı ve sırt üstü düştünüz. Siz o durumdayken apartmanlardan birinde camdan size

bakıp kıs kıs gülen birini gördünüz ve etrafınızdaki kardan bir kartopu yaparak penceredeki hınzırı alnın-dan vurdunuz. İşte siz bunu yaparak ona kuvvet aktarımında bulunmuş olursunuz. Parçacıklar dünyasında da bu kuvvet aktarımını kuvvet taşıyıcı bozonlar yaparlar.

Higgs bozonu da parçacıklar arasında kütle kazanım mekanizmasının sağla-yıcısı olarak şöyle örneklendirilebilir; eğer attığınız kar topu penceredeki hınzırın hayatına alnındaki kar topuy-la devam etmesine yol açıyorsa, atılan kartopunun Higgs bozonu olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre evrenin oluşumunun, parçacıkların ve bu yolla

elementlerin farklı kütlelere sahip olmasının temelinde yatan parçacıktır. Bu durum da ona kütlenin ne olduğu ve parçacıkların neden ve nasıl kütle kazandığına anlam verebilmemiz açı-sından büyük önem atfetmektedir.

CERN’de ne bulundu?

1964 yılında Peter Higgs, Gerald Guralnik, Richard Hagen ve Tom

Kibble tarafından simetri kırılması-nın ve higgs mekanizmasının teorik olarak ortaya atılmasının ardından, nihayet 2012 yılında CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Higgs bozonu olduğunu umdukları yeni bir parçacığı deneysel olarak bulduklarını açıkladılar. Ancak hatırlanacağı üzere 2012 yılında yapılan açıklamada net olarak Higgs bozonunun bulundu-ğu duyurulmamıştı. Bunun sebebi

ise 125 GeV kütleye sahip bir bozon bulunduğunun yalnızca biline-bilir olmasıydı. Bu bozonun Standart Model’in Higgs bozonu mu yoksa başka bir modelin Higgs bozonu olup olmadığını veya yeni bir parçacık mı değil mi anlamak için bozona ait daha fazla özelliğin bulunması gerekiyor-du. Nihayet 2013 Mart’ı ile beraber CERN yeni bir açıklama daha yaparak bulunan parçacığın Higgs bozonu olduğunu doğruladı. Bunu açıklaya-bilmesinin sebebi ise bulunan parça-cığın spin ve parite gibi kendisine ait fiziksel büyüklüklerin ölçülebilir hal-de olması. Bununla birlikte bulunan Higgs’in şu anda Standart Model’in öngördüğü Higgs bozonu olduğu iddiası daha da güçlenmiş durumda.

Peki Higgs ne işe yarar?

Memleketimizin öngörü sahibi bir profesörü, Higgs ile yeni bir farmako-lojinin çıkacağı iddiasını dahi ortaya atmaktan kendini alamamış olsa da, Higgs bozonunun ne işe yarayacağı ile ilgili bugünden bir şey söylemek ger-

çek manada üfürükçülükten başka bir şey değil. Ancak bu hiçbir işe yarama-yacağı anlamına elbette ki gelmemek-tedir. Michael Faraday’a 1850 yılında dönemin İngiltere başbakanı William Gladstone elektriğin ne işe yaradığını sorduğunda, “Bilmiyorum ama birgün ondan vergi sağlayabileceğinizi söyle-yebilirim” demişti. Higgs’in ne işe ya-rayacağını merak edenler için tavsiye edilebilecek tek şey henüz ücretsizken Higgs’in keyfini çıkarın.

Tanrının belası parçacık!

Yurdum ilahiyatçılarının bir kısmı Higgs’in bulun-

muş olabileceği ilk açıklan-dığında “haşa huzurdan” pozisyonuna geçerek, he-pimizin, tabii ki tanrının yarattıkları olduğunu be-lirtme gereğini hissettiler.

Onur Kolcu

Bilim

Page 37: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 37Si asety

“Homofobi ve transfobi hepimi-zin meselesi. Ayrımcı bir ideoloji olan heteroseksizme, homofobik ve transfobik şiddete teslim olmaya-cağız. Neoliberal otoriterleşmeye, muhafazakârlaşmaya, ırkçılığa ve mil-liyetçiliğe, militarizme, cinsiyetçiliğe, türcülüğe ve ayrımcılığın her türlüsü-ne karşı 17 Mayıs’ta bir aradayız.

‘‘Tıpkı şehrin tamamını istediğimiz gibi kampüslerin de tamamını istiyo-ruz. Homofobik ve transfobik şiddete karşı kurduğumuz öğrenci topluluk-larıyla birlikte, dayanışma içinde he-teroseksizme karşı yürüyor, gökkuşağı bayrağını yükseltiyoruz. Bizler sınıfsız ve sömürüsüz olduğu kadar cinsi-yetsiz de bir dünya istiyoruz. Bizler özgürleşmeden hiç kimse özgürleşmiş olmayacak. Heteroseksizmin kalesi okullar bizim hayallerimize dar gelir. Haydi heteroseksizmin duvarlarını yıkmaya, hep birlikte özgürleşmeye!”

Boğaziçi Üniversitesi luBUnya Heteroseksizm Karşıtı Öğrenci Topluluğu’nun yaptığı çağrıyla Mar-mara Üniversitesi MadıMar, MSGSÜ

Flu Baykuş, İÜ Radar ve çeşitli üniversitelerden gelen öğrencilerin katılımıyla 17 Mayıs Homofobi ve Transfobi Karşıtı ilk kampüs yürüyüşü Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleş-tirildi. Saat 16:00’da Şevval Kılıç’ın katılımıyla gerçekleştirilen açık dersin ardından ortalama 250 kişinin katı-lımıyla homofobi ve transfobi karşıtı yürüyüş başladı. Kuzey Kampüsten Güney Kampüse gökkuşağı bayrak-ları ve üzerinde “Alışın her yerdeyiz”, “Lezbiyenler vardır”, “Velev ki ib-neyiz”, “Dönmeyiz, buradayız”, “Aşk örgütlenmektir”, “Cinsiyet kimliği ve Cinsel yönelim eşitliği”, “Genel ahlak-sız” yazan dövizlerle Güney Kampüs’e doğru yürüyüş gerçekleştirildi.

Yürüyüş sırasında “Okulda, işte, mec-liste; eşcinseller her yerde”, ‘‘Çürük değil eşcinsel, askere de gitmeyece-ğiz, kimsenin askeri olmayacağız”, “Dünya yerinden oynar ibneler özgür olsa”, “Nefret öldürüyor, devlet bunu görmüyor”, sloganları atıldı. Transfobi, homofobi, bifobi, interfobi, heterosek-sizm, cinsiyetçilik, militarizm, faşizm,

kapitalizm, türcülük ve şovenizme karşı ses çıkarıldı. 17 Mayıs Uluslara-rası Homofobi ve Transfobi Karşıtlığı Günü Türkiye eylemlilik tarihin-deki yerini ilk kez 2006 Mayısında KaosGL’nin çabalarıyla gerçekleşen Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluş-ma ile birlikte aldı. Homofobi Karşıtı Buluşma 2006’dan bu yana her yıl çapını büyüterek gerçekleşti.

Bu yıl,“Homofobiye ve Transfobiye

Karşı Yürüyüş” 19 Mayıs’ta Ankara’da, Kıbrıs Caddesi Kavşağı’ndan başladı ve Sakarya Meydanı’nda yapılan basın açıklamasıyla sonlandırıldı.

17 Mayıs Uluslararası Homofobi Karşıtlığı Günü Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yöneliminden ötürü her türlü şiddet, nefret ve ayrımcılığa karşı dur-ma, ses çıkarma, nefretin üstüne bir kürek toprak atma günüdür. LGBTler susmayacaklar sen de susma!

LGBT’ler susmayacak

sen de susma!

17 Mayıs Homofobi ve Transfobi Karşıtı ilk kampüs yürüyüşü

Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirildi

Boğaziçi’nden bir luBunya

LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans)’lerin 1960’ların sonlarında başlayan hak ve özgürlük mücade-lelerinin neticesinde Dünya Sağlık Örgütü’nün, 17 Mayıs 1990’da eşcin-selliğin bir “hastalık” olmadığını ilan etmesinin yıl dönümü.

Heteropatriarkal kapitalist sistemin inkâr ettiği, ezdiği, ötekileştirdiği, damgaladığı, dışarıda bıraktığı yüz binlerce eşcinsel, biseksüel ve trans cinsel kimliklerini saklamadan var olabildikleri eşit ve özgür bir dünya için sokakları dolduracaklar.

Toplumu muhafazakârlaştırmayı temel politik hattı haline getiren AKP iktidarında LGBT’lerin hak ve temsil talepleri ısrarlı bir biçimde

görmezden geliniyor. LGBT’ler üstü örtülü yahut açık biçimde katıksız bir nefretin ve şiddetin nesnesi olarak işaretleniyor. İleri demokrasi söy-lemini diline pelesenk etmiş AKP, LGBT’lerin en temel insan hakla-rı konusunda adım atmadığı gibi bedenlerinin nefret cinayetleri ile ortadan kaldırılmasına göz yumuyor.

LGBT’lerin mücadelesine destek ve dayanışma sunmanın ötesinde, bütün ezilenlerin kurtuluşunu içeren sosyalist toplumun inşasında temel dinamiklerden biri olarak gören Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) olarak barış, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin bir parçası olan 17 Mayıs’ı selamlıyoruz. Bugün artık siyasal mücadelenin aynı

zamanda yaşam ve aşk için mücadele olduğunu hatırlama zamanı.

Bugün artık başka bir dünya kurma-nın yolunun burada ve şimdi beden-lerimiz üzerindeki tahakküme hayır diyebilmekten geçtiğini haykırmanın zamanı.

Bugün artık Sosyalist hareketin “Kurtuluş Yok tek başına, ya hep be-raber, ya hiç birimiz!” şiarı ile LGBT hareketinin “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecek-tir” şiarının birbirini nasıl bütünledi-ğini ve bütünleşebileceğini gösterme zamanıdır.

Yaşasın 17 Mayıs.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi

Kurtuluş yok tek başına!

LGBT

Page 38: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 538 Si asety

1 Mayıs pek çok ilde emekçilerin ve demokrasi güçlerinin katılımıyla kutlandı. SYKP 1 Mayıs’ta Samsun, Giresun, Antep, Antakya, Mersin, Muğla, Denizli, Antalya, Ankara, Trabzon, Hopa, Sinop, Amasya, Çankırı, Adana, Edirne, İzmir, Bursa, Eski-şehir ve İstanbul’da alanlara çıktı.

İstanbul’da 1 Mayıs’a saldırı!

AKP hükümeti ve Valilik’in İstanbul’da 1 Mayıs’a günler kala sürmekte olan inşaatı bahane ederek, Taksim’de mitingi yasaklaması karşısında meydanın emek-demokrasi güçlerine kapatılamayacağını ifade eden binlerce işçi-emekçi ve devrimci Taksim’e ulaş-mak için her yerden harekete geçti. Ağır bir devlet şiddetiyle engellenmeye çalışılan kitle, saatlerce süren çatışmalarla Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak için barikatları zorladı. Yaklaşık 700 SYKP’li de İstanbul’un sokaklar-da, eylemlerin içindeydi. Büyük çoğunluğu Mecidiyeköy’de buluşan SYKP kitlesi tüm çabasıyla

Taksim’e çıkmayı zorladı. Eylem akşam üstü saatle-rinde Çağlayan Meydanı’nda sonlandırıldı.

Yasağın bilançosu ağır!

Devletin Taksim yasağı konusunda uyguladığı ağır şiddet sonucunda biri SYKP üyesi Serdal Gül olmak üzere 5’i ağır 200’e yakın kişi yaralandı. Çok sayıda gözaltı yaşandı.

Taksim’deki saldırılar protesto edildi.

İstanbul’da 1 Mayıs’ta gerçekleşen polis saldırıları İHD’nin çağrısıyla 2 Mayıs günü Taksim Tramvay Durağı’nda protesto edildi.

Yapılan saldırılarda Dilan Alp, Serdal Gül, Meral Dönmez, Zafer Yolcu, İbrahim Akal, Fehmi Oran Meşe’nin ağır yaralandığının hatırlatıldığı pro-testoda HDK İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve SYKP Eş Sözcüsü Tuncay Yılmaz da birer konuşma yaptı.

Yurtsever tutsakların açlık grevlerine destek olduk-ları için 28’i tutuklu 102 Pamukkale Üniversitesi öğrencisinin yargılandığı davanın 24 Mayıs Cuma günü görülen duruşmasında, aralarında 7 aydır tu-tuklu olan SYKP üyesi Okan Karakuş’un da bulun-duğu tutuklu öğrenciler tahliye edildi.

Duruşma öncesinde Ankara’da 23 Mayıs günü SYKP üyeleri, Pamukkale Üniversitesi öğrencilerine adalet ve özgürlük talebiyle Yüksel Caddesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

SYKP 1 Mayıs’ta alanlardaydı

Okan Karakuş ve PAÜ öğrencilerine

tahliye

Süryani, Ermeni soykırımı anıldı24 Nisan Asuri - Suryani - Keldani ve Ermeni soykırımı, 98. yılında Ankara, İstanbul, Adana, Amed ve İzmir’de gerçekleşen etkinliklerle anıldı. İstanbul’da yapılan anmada tüm katılımcılar adına açıklamayı HDK Yürütme Kurulu üyesi Prof. Dr. Gençay Gürsoy okudu. Gürsoy, geleceği birlikte tasarlamanın yolunun geçmişle yüzleşmekten geç-tiğini vurguladı.

“Unutmayacağız... Unutturmayacağız... 98 yıl oldu: Soykırım kurbanlarını saygıyla anıyoruz” pan-kartıyla gerçekleştirilen anmada Ermeni ağıtları çalındı. Mum ve karanfillerle gerçekleştirilen sessiz anma töreninde katılımcılar, 1915’te hayatını kay-bedenlerin fotoğraflarını taşıdı.

Cezaevlerinde PKK ve PAJK’lı tutsakların başlattı-ğı açlık grevleri sürecinde tutsaklara ve tutsakların taleplerine destek olmak amacıyla 30 Ekim’de İstan-bul Okmeydanı’nda gerçekleşen eylemde gözaltına alınarak tutuklanan SYKP üyeleri Duygu Ciniviz ve Mehmet Dalpalta’nın da aralarında bulunduğu 30 Ekim tutsaklarının davaları 9 Temmuz’da Çağlayan Adliyesi’nde görülecek.

Tüm okurlarımızı destek vermeye ve kitlesel katılım göstermeye çağırıyoruz.

Duygu ve Mehmet’e özgürlük

Haberler

Page 39: Siyaset Sayı 5

Haziran 2013 # 5 39Si asety

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Mersin millet-vekili Ertuğrul Kürkçü, 6 Haziran’da Taksim Gezi Parkı’nda Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin (SYKP) düzenlediği “68’den Günümüze Direnişin İçinden” adlı forumda “Sonuç elde etmeden bura-dan gitmeyeceğiz” dedi.

Forumda kalabalık bir kitleye konuşan Kürkçü, Gezi Parkı Direnişi’nin gençlerin, kadınların ve emekçilerin eseri olduğuna vurgu yaparak “Dire-nişin sonuç verip vermeyeceğini birlikte göreceğiz” dedi. Kürkçü sözlerini şöyle sürdürdü:

“Türkiye’yi yönetenler Taksim direnişiyle beraber ‘mesajı aldık’ diyorlar ama ben bundan emin deği-lim. Taksim bizim dediğimiz gibi olacak mı? Gö-zaltındakiler, hapistekiler çıkacak mı, polis müdür-leri görevden alınacak mı? Onlar bu taleplerimizi yerine getirmediği sürece direnişimiz sürecek.”

“Taksim direnişin kalbidir”

Gezi Parkı ile beraber tüm Türkiye’de meydana gelen direnişe değinen Kürkçü, “Taksim direnişin kalbidir bu yüzden bütün Türkiye’nin sorumlu-luğunu sırtına aldı” dedi ve konuşmasına şöyle devam etti:

“Bütün meydanlar ne bir partinin ne bir politik hareketindir. Bu meydanlar kadınların, cinsel yö-nelimleri ile mücadele etmek isteyenlerin, Kürtle-rin, Arapların, Alevilerin, Ezidilerin, Hıristiyanla-rın, Anti-kapitalist Müslümanların, hiçbir inançta olmayanların, her inançta olanların meydanı. O yüzden bize düşen bu ortak çıkarı kendi varlığı gibi yaşamaktır.”

“Demokratik cumhuriyet istiyoruz”

“Türkiye tarihinde halk hiçbir zaman kendini yö-netmedi. Biz burada geleceğin komününü kurduk. Merkezden bir tek iktidarın yönetiminde yöne-tilmek istemiyoruz. Özerk yönetimlerden oluşan demokratik cumhuriyet istiyoruz.”

“Yalnızca insanlar için değil aynı zamanda ağaçla-rı, hayvanları korumak için mücadele ediyoruz. Bu mücadelede kedinin, köpeğin, karıncanın da hakkı var.”

“Mücadeleye katılanların aynı siyasi eylem ve par-tilerden gelmediğini biliyoruz. Bu kurtuluş müca-delesinde herkesin payı var.”

Kürkçü, konuşmasını Kürtçe “An azadî, an azadî” (ya özgürlük, ya özgürlük) diyerek bitirdi.

11 Mayıs günü 52 kişinin ölümüyle sonuçla-nan Reyhanlı Katliamı Halkların Demokratik Kongresi’nin ve demokratik güçlerin çağrısıyla İstanbul, Ankara, Batman, İzmir, Bursa, Antalya, Antakya, Eskişehir, Van, Niğde, Samsun, Muğla ve bu illerin çeşitli ilçelerinde yapılan eylemlerle protesto edildi.

Kocaeli’de polis müdahalesi

Kocaeli Emek ve Demokrasi Platformu’nun çağ-rısıyla gerçekleşen ve SYKP, BDP, ESP, EMEP ve SDP’nin de dahil olduğu Reyhanlı Katliamı protes-tosuna polis müdahalesi gerçekleşti.

İstanbul’da SYKP İkitelli örgütü Reyhanlı katliamını ve AKP’nin savaş politikalarını protesto etmek için bir yürüyüş düzenledi.

Samandağ’da barış eylemi

Samandağ’da SYKP, ÖDP, Halkevleri, DİSK Genel-İş, Kadın Emeği Kolektifi’nin de aralarında bulun-

duğu demokrasi-emek güçleri Reyhanlı Katliamını kitlesel basın açıklamasıyla kınadı. Binlerce insanın katıldığı eylemde SYKP adına söz alan Tülay Ha-timoğulları, Hatay halkının bölgede yaratılmak iste-nen Sünni-Alevi çatışmasına izin vermeyeceğini, devrimciler olarak barışı savunmaya ve haykırmaya devam edileceğini belirtti.

HDK Heyeti Reyhanlı’da

HDK Yürütme Kurulu üyeleri Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ve İstanbul Milletvekili Levent Tüzel’in yanı sıra SYKP’den temsilcilerin de ara-larında bulunduğu bir heyet, Reyhanlı’ya giderek katliama ilişkin incelemelerde bulundu. Heyet ilk olarak katliamda yaralanan SYKP üyesi İzzet Koldan’ı hastanede ziyaret etti. Heyet, ilçede halkla yaptığı görüşmelerin ardından bir basın açıklaması yaparak, katliamın sorumlusunun Suriye’ye müda-hale eden, sınırlarını ÖSO ve Nusracılara açan AKP hükümeti olduğu ifade edildi.

Kürkçü: Geleceğin komününü kurduk!

Reyhanlı katliamı protesto edildi.

Haberler

Page 40: Siyaset Sayı 5

Beklenen oldu…

Bir süredir siyasal değerlendirmeleri-mizde sık sık dile getirdiğimiz toplum-sal sıkışma sonunda infilak etti. Ezilen-ler ve emekçiler, genel olarak kapitalist sistemin ve özel olarak AKP rejiminin ekonomik, siyasal krizinin bedelini hal-ka ödetme politikalarına “Artık yeter” dedi.

Taksim Gezi Parkı’nda doğal, tarihsel ve kentsel dokuya sahip çıkan direnişçilere hunharca saldıran polis, farkında olma-dan isyanın fitilini ateşlemiş oldu.

Peki, halk neye isyan ediyor?

Tabii ki öncelikle rant için doğanın fütursuzca talan ediliyor oluşuna. Bu isyan bir süredir Anadolu ve Mezopotamya’nın çeşitli noktalarında kendini göstermekteydi zaten. HES’lere, nükleer santrallere, kentsel dönüşüm politikalarına duyulan tepki irili ufaklı direnişlerle ortaya konulmuştu. Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası görü-nümünde AVM yapma projesi pratikte ağaç kesme aşamasına geçince duyarlı-lık ve direniş büyüdü.

İsyanın hedefi: AKP ve Erdoğan

Ancak yaşanan isyanı Gezi Parkı katliamıyla sınırlı görmek durumu eksik değerlendirmeye neden olacaktır. Sokakları dolduran milyonların (evet, abartı değil, milyonların!) sloganlarının hedefi Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AKP. Farklı sınıfsal, siyasal, kültürel kökenlerden direnişçiler Erdoğan’ın saltanat özentili, otoriter, faşizan ve muhafazakâr politikalarına karşı sokak-lara döküldü.

Erdoğan’ın “Ne istersem yaparım” kibri halkın öfke duvarında paramparça oldu. AKP hükümetinin 12 yıllık zulüm ve sömürü politikaları bu patlama için gerekenden çok daha fazla birikimi yaratmış durumda. İşsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, özelleştirme ve taşeron-laştırma kıskacıyla bunalmış kitleler uzunca zamandır bu isyanın cephanesi-ni biriktirmekteydi zaten.

Ekonomik krizin teğet geçtiği yalan-

larıyla uyutulmak istenen emekçiler; her geçen gün erkek egemen, hete-roseksist sistemin ve muhafazakâr AKP rejiminin sömürü, tahakküm ve kıyımıyla daha fazla yüz yüze kalan kadınlar, lgbt’ler; inançlarını özgürce yaşayamayan Aleviler, gayrimüslim-ler ve inançsızlar; bilimsel ve nitelikli eğitime hasret kalan, şikeli sınavlardan, gelecek kaygısından bunalan gençler; eşitliğe ve özgürlüğe susayan Kürtler ve diğer halklar; nehirlerine, ormanlarına, kentlerine, doğalarına, tarihlerine sahip çıkan, savaş politikalarına karşı duran halkımız AKP diktatörlüğüne isyan etti!

Bu daha başlangıç

Evet, bu isyan henüz somut hedefler etrafında toparlanmış ve süreklilik arz edecek bir halk hareketine dönüşebil-miş değil. Ancak halkın, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere yetmişe yakın ilde sergilediği direnç, kararlılık, öfke ve cesaret doğru talepler ve güçlü bir önderlikle buluştuğunda neler yapa-

bileceğine ilişkin çok önemli işaretler ortaya koymuştur.

Halkın AKP politikalarına isyanının sembolü haline gelen Taksim Gezi Parkı direnişinde başlangıç vuruşunu sosya-listler, ekolojistler ve anarşistler yapmış-tır. Devrimcilerin yılların deneyimiyle polis karşısında kazandığı mevziler hızla kitleler tarafından doldurulmuş ve isyan günlerinin öğreticiliği kitlenin bilincinde, korku eşiklerinde sıçrama-lara yol açmıştır. Sokaklarda polise kök söktüren eylemcilerin büyük kısmı, gel-dikleri noktayı bir gün öncesinde hayal bile edemezlerdi. Tarih bu kez mücade-lenin öğreticiliğine bizleri şahit kıldı.

Sokakları dolduran kitlelerin cinsiyetçi, şovenist hatta yer yer ırkçı söylemleri elbette kabul edilemez. Ancak büyük oranda örgütsüz, kendiliğinden halk hareketinin bilinçli, steril bir kimlik

taşımasını beklemek de saflık olacak-tır. Bizlerin görevi sokaklara taşan bu öfkeyi mümkün olduğunca etkilemek ve bir sonraki ayaklanmaya kadar daha örgütlü hale getirebilmektir.

SYKP her yerde eylemin içinde

CHP, İP ve hatta MHP’nin bu isyanı kendi politik hatlarına doğru yönlen-dirme çabaları bizim bu hareketliliğe mesafe koymamız şöyle dursun, daha fazla yüklenmemiz gerektiğinin en bü-yük gerekçelerindendir. SYKP bulundu-ğu her yerde halkın AKP politikalarına isyanının örgütleyicilerinden olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Şovenist, cinsiyetçi unsurların doğrudan örgütle-yicisi ve sürükleyicisi olmadığı tüm ey-lemler devrimciler için eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesini yaygınlaştıra-cakları ortamlar olarak algılanmalıdır.

Halkın bu isyanının, Özgürlük Hareke-tinin silahlı mücadelenin yerine siyasal mücadeleyi geçirme kararıyla çakışmış

olması, Kürt halkının Türkiye’nin tüm diğer halklarıyla mücadele birliğini geliştirebilmesinin eylemli zeminini ortaya çıkarması açısından önemli bir tarihsel imkanı sunmaktadır.

Partimizi mücadelenin içinde kuruyoruz

AKP, bölgedeki konjonktürün aleyhine değişmesi sonucu başlatmak zorunda kaldığı “müzakere” sürecini, 2016’ya ka-dar çatışmasız bir ortamda yapılmasını istediği seçimler için kullanmak istiyor. Bu süreci gerçek bir barış ve demokra-tik çözüm sonucuna ulaştırabilecek tek güç halklarımızın AKP karşısında vere-cekleri kararlı mücadeledir ve bugün bu tarihsel şans önümüzde durmaktadır. Taksim direnişini, militaristlere, ulu-salcılara mal eden yorumlar yapanlar sadece halklarımızın özgürlük mücade-

lesine zarar vermiş olurlar.

Kentine sahip çıkan İstanbul halkının bu talebi kentsel özgürlük statüsünün yaratılmasına imkan sağlayacaktır. Özgürlük Hareketinin de talebi olan yerel yönetimlere gerçek bir iktidar tanıyarak, onu merkezin denetiminden kurtaracak bir kent yasasının oluşturul-ması talebini de öne çıkartabilmelidir.

Gezi Parkı katliamıyla, üçüncü köp-rüye katliamcı Yavuz Sultan Selim’in ismini koymanın, Reyhanlı katliamıyla Roboski katliamının, iş cinayetleriyle kadın cinayetlerinin arasındaki bağları kurmak ve bunu kitlelerin bilincine çıkartmak bizlerin görevidir. Evet, bu iş kolay değildir. Ancak halkın kendi ikti-darını kurabilmek için bunu yapmaktan başka da bir yolumuz yoktur!

Sosyalist Yeniden Kuruluş, tam da bu sorumlulukla ortaya konmuş bir iddi-adır. Varoluşunu işçi sınıfının siyasal hareketini tüm ezilenlerin tarihsel, konjonktürel ve güncel mücadeleleriyle buluşturma hedefiyle anlamlandırmak-tadır.

Mücadelenin sıcağında kurmakta oldu-ğumuz Partimiz, bugüne kadarki dene-yimlerimizi bizleri bekleyen hareketli günlere daha güçlü taşıyacaktır.

Kahrolsun kapitalizm, emperyalizm!

Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm!

AKP hükümetinin 12 yıllık zulüm ve sömürü politikaları bu patlama için gerekenden çok daha fazla birikimi yaratmış durumda. İşsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, özelleştirme ve taşeronlaştırma kıskacıyla bunalmış kitleler uzunca zaman-dır bu isyanın cephanesini biriktirmekteydi zaten.

SYKP, varoluşunu işçi sınıfının siyasal hareketini tüm ezilenlerin tarihsel, konjonktürel ve güncel mücadelele-riyle buluşturma hedefiyle anlamlandırmaktadır.

AKP rüyasına

halkın sillesi!