45
başyazı Kemal DEMİR Kültürel Zenginlikleriyle: Sakarya Sakarya ilimiz, yer aldığı coğrafî bölge bakımından, en eski çağlardan beri çeşitli kavimlerin gelip geçtiği göç yolları üzerinde bulunmaktadır. Onun için kültürel zenginlik açısından gayet potansiyelli bir ilimizdir. İlde kül- türel olarak Kafkas, Karadeniz, Balkan halklarıyla ve yerli Manav Türklerinin etkileri görülür. Kafkas halklarından Sakarya’da yaşayan Abhaz, Gürcü, Hemşin Laz ve Çerkes toplulukları; bizi biz yapan aynı inanç etrafında birleşen, iman ve ideal kardeşliğinin en bariz örneklerini göstermektedir. Sakarya’nın ekonomisi tarım ve sanayiye dayanır. Faal nüfusun % 65’i tarım sektöründe % 15’i sanayi sektö- ründe, gerisi diğer sektörlerde çalışmaktadır. Sakarya, 1987-1998 yılları arasında Türkiye’nin refah düzeyi artan il- leri içinde yer almıştır. Kaldı ki bu gelişme istatistikleri Sakarya’da her yıl üretilen, Gayri Safi Milli Hasıla’yı tam an- lamıyla yansıtmamaktadır. Sakarya’da faaliyet gösteren büyük çaptaki firmalar Türkiye’nin en büyük 500 kuruluşu içinde yer almaktadır. Bu açıdan Sakarya Türkiye’nin hızla gelişen bir ilidir. Sakarya Marmara Bölgesi’nde önemli bir turizm merkezidir. Karadeniz sahili boyunca uzanan geniş doğal gü- zellikleri başta olmak üzere gölleri, zengin orman ve yaylaları, vadi ve kanyonları, sıcak su ve içme suyu kaynakla- rı Sakarya’nın sahip olduğu doğal değerleridir. İlde çeşitli turizm faaliyetleri yapılacak alanlar vardır. Deniz, akarsu, göl, yayla, termal, orman, doğa, flora turizmi kaynakları yer alır. Sapanca Gölü, mesire yeri ve su sporları açısından önemlidir. Sakarya Nehri kıyılarında kır lokantaları, dinlenme tesisleri yer alır. Özellikle denize döküldüğü Karasu Yenimahalle’de yoğunluk daha fazladır. Maden deresi tarihî kalıntıları, şelalesi, mağaraları, yürüyüş parkurları ve serin ortamı ile yazın sıcak günlerinde uğrak yeridir. Çark Deresi şehir içinde yapılan mesire alanı ile ilgi çeker. Do- ğançay ve Aygır dereleri doğal yürüyüş alanlarıyla hafta sonları İstanbul ve yakın çevreden ziyaretçi çeker. Dergimizin bu sayısında Sakarya ilimizi tanıtan yazıdan başka okuyucularımızın dikkatini çekecek, onların gö- nül iklimine bilgi tohumları ekecek yazılarımız da vardır. Prof. Dr. Kadir Özköse “Hakikat Yoluna Bende Olan Aklın Safiyeti” yazısında akıl ile kalbin birbiriyle olan münase- betini şöyle açıklıyor: “Tasavvufta bilgi edinmenin kaynağı akıl değil kalbdir. Ancak bu durum kalbin akıl karşıtı oldu- ğu anlamına gelmez. Aslında kalb ve akıl iç içedir. Çünkü akletme kalbin bir işlevidir ve düşünceyi üreten aklın kay- nağı kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas almışlardır. Mutasavvıfların akla yaklaşımları, filozoflarınki gibi salt akıl merkezli bir yaklaşım değildir.” Prof. Dr. Enbiya Yıldırım da: “Kulluğun Zor Sınavı: İyi ve Kötü Alışkanlıklarımız” başlıklı yazısında; “Esasında ailemiz, okulumuz ve arkadaş çev- remizden edindiğimiz her şey bizim hayata bakışımızı ve kimliğimizi oluşturmaktadır, diyebiliriz. Bu da bize, bizi biz yapanın esasında ailemiz, okulumuz ve çevremiz olduğunu gösterir. Dolayısıyla bunlar ne kadar iyi olursa ve kişi ne kadar güzel bir terbiyeden geçerse, toplumun huzuruna çıkacak olan kişi o kadar makbul olur.” diyor. Güzel konu ve tasarımıyla yine dengimiz sizlerle aziz dostlar… Sakarya, geographically, has been on the road of migration of numerous tribes and peoples since ancient ti- mes. As a result of this, it is culturally a rich city .In the city, in terms of culture, there seem the effects of different nations of the Caucasian, Blacksea and Balkans, besides the local Manav Turks. the Caucasians living in Sakar- ya such as; the Abkhaz, Georgian,Hemshen, Laz and Circassian are the best examples of how to live in peace and unity around the same religious faith, which, as a whole, makes us “we”. The Big Firms and Companies in Sakarya are amongst the top 500 organizations of Turkey. It develops rapidly and is an important touristic place in Marmara Region. The natural beauties lying through the Blacksea coast, la- kes, rich forests and plateaus, valleys and canyons, hot water and drinking water sources are some of the examp- les of the natural values of Sakarya. With Its Cultural Wealth, Sakarya somuncubaba 1

başyazı - Somuncu Baba Dergisi · unity around the same religious faith, which, as a whole, makes us “we”. The Big Firms and Companies in Sakarya are amongst the top 500 organizations

  • Upload
    others

  • View
    2

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • başyazı Kemal DEMİRKültürel Zenginlikleriyle: Sakarya

    Sakarya ilimiz, yer aldığı coğrafî bölge bakımından, en eski çağlardan beri çeşitli kavimlerin gelip geçtiği göç yolları üzerinde bulunmaktadır. Onun için kültürel zenginlik açısından gayet potansiyelli bir ilimizdir. İlde kül-türel olarak Kafkas, Karadeniz, Balkan halklarıyla ve yerli Manav Türklerinin etkileri görülür. Kafkas halklarından Sakarya’da yaşayan Abhaz, Gürcü, Hemşin Laz ve Çerkes toplulukları; bizi biz yapan aynı inanç etrafında birleşen, iman ve ideal kardeşliğinin en bariz örneklerini göstermektedir.

    Sakarya’nın ekonomisi tarım ve sanayiye dayanır. Faal nüfusun % 65’i tarım sektöründe % 15’i sanayi sektö-ründe, gerisi diğer sektörlerde çalışmaktadır. Sakarya, 1987-1998 yılları arasında Türkiye’nin refah düzeyi artan il-leri içinde yer almıştır. Kaldı ki bu gelişme istatistikleri Sakarya’da her yıl üretilen, Gayri Safi Milli Hasıla’yı tam an-lamıyla yansıtmamaktadır. Sakarya’da faaliyet gösteren büyük çaptaki firmalar Türkiye’nin en büyük 500 kuruluşu içinde yer almaktadır. Bu açıdan Sakarya Türkiye’nin hızla gelişen bir ilidir.

    Sakarya Marmara Bölgesi’nde önemli bir turizm merkezidir. Karadeniz sahili boyunca uzanan geniş doğal gü-zellikleri başta olmak üzere gölleri, zengin orman ve yaylaları, vadi ve kanyonları, sıcak su ve içme suyu kaynakla-rı Sakarya’nın sahip olduğu doğal değerleridir. İlde çeşitli turizm faaliyetleri yapılacak alanlar vardır. Deniz, akarsu, göl, yayla, termal, orman, doğa, flora turizmi kaynakları yer alır. Sapanca Gölü, mesire yeri ve su sporları açısından önemlidir. Sakarya Nehri kıyılarında kır lokantaları, dinlenme tesisleri yer alır. Özellikle denize döküldüğü Karasu Yenimahalle’de yoğunluk daha fazladır. Maden deresi tarihî kalıntıları, şelalesi, mağaraları, yürüyüş parkurları ve serin ortamı ile yazın sıcak günlerinde uğrak yeridir. Çark Deresi şehir içinde yapılan mesire alanı ile ilgi çeker. Do-ğançay ve Aygır dereleri doğal yürüyüş alanlarıyla hafta sonları İstanbul ve yakın çevreden ziyaretçi çeker.

    Dergimizin bu sayısında Sakarya ilimizi tanıtan yazıdan başka okuyucularımızın dikkatini çekecek, onların gö-nül iklimine bilgi tohumları ekecek yazılarımız da vardır.

    Prof. Dr. Kadir Özköse “Hakikat Yoluna Bende Olan Aklın Safiyeti” yazısında akıl ile kalbin birbiriyle olan münase-betini şöyle açıklıyor: “Tasavvufta bilgi edinmenin kaynağı akıl değil kalbdir. Ancak bu durum kalbin akıl karşıtı oldu-ğu anlamına gelmez. Aslında kalb ve akıl iç içedir. Çünkü akletme kalbin bir işlevidir ve düşünceyi üreten aklın kay-nağı kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas almışlardır. Mutasavvıfların akla yaklaşımları, filozoflarınki gibi salt akıl merkezli bir yaklaşım değildir.” Prof. Dr. Enbiya Yıldırım da: “Kulluğun Zor Sınavı: İyi ve Kötü Alışkanlıklarımız” başlıklı yazısında; “Esasında ailemiz, okulumuz ve arkadaş çev-remizden edindiğimiz her şey bizim hayata bakışımızı ve kimliğimizi oluşturmaktadır, diyebiliriz. Bu da bize, bizi biz yapanın esasında ailemiz, okulumuz ve çevremiz olduğunu gösterir. Dolayısıyla bunlar ne kadar iyi olursa ve kişi ne kadar güzel bir terbiyeden geçerse, toplumun huzuruna çıkacak olan kişi o kadar makbul olur.” diyor.

    Güzel konu ve tasarımıyla yine dengimiz sizlerle aziz dostlar…

    Sakarya, geographically, has been on the road of migration of numerous tribes and peoples since ancient ti-mes. As a result of this, it is culturally a rich city .In the city, in terms of culture, there seem the effects of different nations of the Caucasian, Blacksea and Balkans, besides the local Manav Turks. the Caucasians living in Sakar-ya such as; the Abkhaz, Georgian,Hemshen, Laz and Circassian are the best examples of how to live in peace and unity around the same religious faith, which, as a whole, makes us “we”.

    The Big Firms and Companies in Sakarya are amongst the top 500 organizations of Turkey. It develops rapidly and is an important touristic place in Marmara Region. The natural beauties lying through the Blacksea coast, la-kes, rich forests and plateaus, valleys and canyons, hot water and drinking water sources are some of the examp-les of the natural values of Sakarya.

    With Its Cultural Wealth, Sakarya

    somuncubaba 1

  • KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

    Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

    Yıl: 21 Sayı: 169 Kasım 2014

    Basım Tarihi: 01 Kasım 2014

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniKemal DEMİR

    Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

    Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ

    Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]

    Yapım

    www.grafiturk.com.tr

    Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

    Sanat YönetmeniCihat ÖZÖNAL

    Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanıNo: 95/1 İskitler/ANKARATel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50

    Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

    Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇINProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

    Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

    Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

    /SomuncuBabaDergisi

    Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

    içindekilerkünye

    İlmi ve merhameti her şeyi kuşatan, zenginliği her fakire yetip artan: El-Vâsi’ 10 • Gelir/Geçer 13 • Bir İmparatorluk Bakiyesi: Sakarya... 14 • Sakarya Türküsü 21 • Bir Selâmın Kudreti 26 • Dil Bilene, Bu Yol Yeter... 33 • Osmanlı Ordusunda Sıradışı Kahraman Askerler: Deliler 38 • Osmanlı’nın Son Muallim(e)leri 42 • Geleneksel Aile Yapımız Çözülüyor mu? 46 • Batı Dünyasında ve Bizde Çocuk Eğitimi 56 • Aşk Yükünü Omuzlamak 60 • Rûha Sesleniş 63 • Osman Hulûsî-i Dârendevî’nin ‘Mektûbât’ında Seçkin Vecizeler 64 • Kudret ve Azamet Yılları 68 • Yaşanan Dil Buhranı 70 • Dün/Bugün/Yarın 73 • Bolu Velîleri 74 • Aziziye’den Mektup Var! 76 • Televizyon ve Aile 80 • Bilen Var 83 • Sizin Tarafınız Nedir? 84

    6

    54

    50

    78

    3422

    HİKMET BOYUTUYLA ALIŞVERİŞ KULLUĞUN ZOR

    SINAVI: İYİ VE KÖTÜ ALIŞKANLIKLARIMIZ

    DERS ÇALIŞIRKENBALIK TUTAMAYANLAR

    HAKİKAT YOLUNA BENDE OLAN AKLIN SAFİYETİ

    MARİFETNAME’DE MUSİBETLERE KARŞI TAVSİYELER

    TEBLİĞDE GÜZEL ÖRNEK OLMAK

    Ali AKPINAR

    Yüce Rabbimiz, dünyayı ve dünyalıkları insan için yaratmış ve onun emrine sunmuştur. İnsana düşen, kendisine emânet edilen

    bu nimetleri...

    Mehmet SOYSALDI

    Bilindiği gibi peygamber-lerde bulunması gereken birtakım vasıflar vardır...

    M. Emin KARABACAK

    Okullar açıldı ve okulun ilk haftasını geride bıraktık. İlk hafta kitap forma, kırtasiye ihtiyaçlarını karşılamakla geçti...

    Enbiya YILDIRIM

    Esasında ailemiz, okulumuz ve arkadaş çevremizden edindiğimiz her şey bizim hayata bakışımızı ve kimliğimizi oluşturmaktadır...

    Ali SEYYAR

    Maddî ve manevî bilimleri bir bütünlük

    içinde ele almış olmanın ötesinde tasavvufî

    eğitimden...

    Kadir ÖZKÖSE

    Akıl, varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher, maddeden şekilleri...

    444 36 61(0422) 615 15 54

    ABONE İLETİŞİM HATTI

  • Gönülde doğsa âsâr-ı muhabbet

    Anınla yâr olur yâr-ı muhabbet

    Dilin bir özge hâli kâl olsa

    Olursa cümle etvârı muhabbet

    Başı Arş’a ayağı Kürs’e değer

    Kişinin olsa envâr-ı muhabbet

    Şuhûd-ı dost olur baktıkca her yan

    Şu gözde olsa envâr-ı muhabbet

    Veren cânlar alır cânân yerine

    Ezelden böyle pâzâr-ı muhabbet

    Selâmet kûşesi yokluk evidir

    Yok olan var olur varı muhabbet

    Hulûsî vasl-ı dil-dârı dilersen

    Gönülde koyma ağyâr-ı muhabbetDîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

  • HikmetBoyutuylaAlışveriş

    İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*

    Yüce Rabbimiz, dünyayı ve dünyalıkları insan için yaratmış ve onun emrine sun-muştur. İnsana düşen, kendisine emânet edilen bu nimetleri, nimetin asıl sahibinin ölçü-leri doğrultusunda kullanmaktır.

    “Allah alış verişi helâl, fâizi haram kıldı.”1

    “Ey İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlık-la değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.”2

    Pek çok ibadetin layığı ile yapılabilmesi, va-riyete bağlıdır. Namaz kılabilmek için, temizlik, giyim kuşam için variyet sahibi olmak gerekir. Oruç tutabilmek için, iftar ve sahurluk ihtiyacı vardır. Zekât ve hac zaten başlı başına mâlî iba-detlerdir. Allah yolunda cihad edebilmek için, malî imkânlara sahip olmak gerekir. Nikâhın ve onunla beraber gereken mehir-nafaka gibi so-rumlulukların yerine getirilebilmesi de öyledir. Bütün bunların olabilmesi için ise alış verişe ihtiyaç vardır.

    İnsanın bütün hayatını kuşatan İslâm, alış veriş işlerinin de belli ölçüler çerçevesinde gerçekleşmesini istemiştir. Bu meyanda alım satımı helâl olan olmayan şeyler belirlenmiştir. Bunların hangi şartlarda alınıp satılabileceği, ödemelerin nasıl yapılacağına dair temel ilke-ler konulmuştur. Sözgelimi fâiz, tefecilik, kara-borsa, aldatma, hile-hurda, alışverişte yemin, yalan söyleme, yalan yere yemin atma yasak-lanmıştır. Yine alkol, domuz eti, çalıntı mal gibi şeylerin alım satımı haram sayılmıştır. Hz. Ömer, “Dinî konularda yeterli bilgisi olmayanlar bizim pazarımızda satış yapmasın.”3 diyerek ticaret il-mihalini bilmenin önemine dikkat çekmiştir.

    Kültürümüzde ticârî hayatla dinin sıkı bir ilişkisi vardır. Bizim ticarethanelerimiz, Pazar yerlerimiz besmele ve duâlarla açılır. İlk siftah-lar, “Salavât ve siftah senden, bereket Allah’tan.” duâlarıyla yapılır. Sonuçta, “Alan satan hayrını görsün, sen aldığın malını hayrını göresin, sen de kazandığın paranın hayrını göresin.” şeklinde temennîleriyle taraflar birbirlerinden ayrılırlar.

    Yani alış veriş esnâsında dinî ölçülerden aslâ uzaklaşılmaz, tam tersine alış veriş dinin belir-lediği ölçüler doğrultusunda gerçekleşir. Nite-kim âyette buna dikkat çekilmişti:

    “Allah’ın gözde kullarını ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.”4

    Kur’ân, rızık talebini ve bu yolda koşturmayı fadlullah/Allah’ın lütfu olarak niteleyerek hem teşvik etmiş, hem de bunun ilâhî ölçüler çer-çevesinde yapılmasını arzu etmiştir. “Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rızık aramanız O’nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda kulak veren toplum için dersler vardır.”5 Cuma namazı için, alışı verişi bırakıp namaza koşmalarını em-reden Rabbimiz, namazdan sonra rızık talebine yönelmeyi şöyle emretmiştir: “Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah’ın lütfundan rızık isteyin Allah’ı çokça anın ki kurtuluşa eresiniz.”6 Yüce Rabbimiz, “Hac mevsimlerinde ticaretle Rabbiniz-den rızık istemenizde bir günah/sakınca yoktur.”7 buyurarak ibadetle ticaretin iç içe olmasına izin vermiştir. Bizim kültürümüzde bedestenlerimiz/çarşı-pazarlarımız, mescidlerin hemen yanıbaşı-na yapılır ve kurulur. Bunun anlamı şudur: Müs-lümana mescidin gölgesinde, mescid ruhundan kopmadan, ibadet ruhuyla ticaret yakışır. Bunun için de İslâm’ın ticaret ahlakı, pek çok ilke ve öl-çüyü barındırır. Müslümanlar, bu ilkeler ve ölçü-ler doğrultusunda alışverişlerini yaparlar, ticarî/ekonomik hayatlarını düzenlerler.

    Alış Verişte Rıza

    Karşılıklı rızâ ile yapılan alış verişler saye-sinde insanlar, ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılamış olurlar. Şâyet alış veriş meşrû kılınmamış olsay-dı, insanlar ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayamaz ve bu sefer hırsızlık, gasp gibi meşrû olmayan yollara başvururlardı.

    Ticaret sayesinde, insan kendi ayakları üs-tünde durmayı, kendi kendisine yetmeyi ve başkalarına muhtaç olmamayı öğrenir. Tica-rette zengin/variyet sahibi olmak vardır. Bu

    6 KASIM 2014 somuncubaba 7

  • Ticarî alış verişler, yeni dostlukları berabe-rinde getirir. Ticaret sayesinde, kişi yeni tecrü-beler, yerler ve bilgilerle tanışır.

    Ticaret sayesinde, farklı yerlerin malları farklı yerlere ulaşır, insanlar kendi yaşadıkları yerlerde yetişmeyen/üretilmeyen eşyâya bu sâyede sahip olurlar.

    İnsanı Tanımak İçin

    Alış veriş insanların birbirini tanımasına ve-sile olur. Nitekim Hz. Ömer, insanların birbirini tanıyabilmeleri için, “aralarından ticaret yap-ma, emânet edip sonucunu bekleme ve yolculuk yapma”nın gerekli olduğunu söylemiştir. Ger-çekten de ticaret sayesinde insanlar birbirlerini tanırlar, ne kadar güvenilir olduklarını, doğru söylediklerini, kaliteli mal üretip pazarladıkları-nı ortaya koyarlar. Yahut bu sayede birbirlerini aldatan, bunun için yalan söyleyen, yalan yere yemin atan insanlar ortaya çıkar.

    Bir hadislerinde Peygamberimiz, “Güvenilir ticaret erbâbının peygamberlerle beraber oldu-

    ğunu…”12 söyleyerek ticarette dürüst ve güve-

    nilir olmaya yönlendirmiş; “Bizi aldatan bizden

    değildir.”13 buyurarak da ticarette aldatmanın

    Müslümana yakışmayacağını haber vermiştir.

    Bolluk ve berekete ermek için, meşrû ölçü-

    ler doğrultusunda helâlinden kazanmak gere-

    kir. Çalışanlar bunun için çalışsınlar, koşturanlar

    bunun için koştursunlar. Bereket kaynağı Yüce

    Rabbimiz, şehrimizi, ölçü tartılarımızı, mahsul-

    lerimizi, çalışmalarımızı bereketlendirsin!

    sayede insan, zekât-infâk gibi malî ibadetle-

    ri yapabilecek konuma gelir. Zaten İslâm’da,

    Allah’ın dinine ve O’nun kullarına hizmet için

    zengin olmayı istemek övülmüştür. Süleyman

    Peygamberin “Rabbim! Beni bağışla, bana ben-

    den sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hüküm-

    ranlık ver.”8 duâsına yer verirken; Peygambe-

    rimiz de “Salih kimse için, variyet ne güzeldir.”

    buyurarak buna teşvik etmiştir. Kur’ân, gerçek

    mü’minleri tanımlarken “Onlar zekât için çalı-

    şırlar.”9 buyurarak, zekât vermek ve zekât ve-

    recek konuma gelmek için çalışıp gayret etme-

    yi teşvik etmiştir.

    Boş durmayı hoş karşılamayan dinimiz,

    meşrû ve hayırlı işlerde koşturmayı emretmiş-

    tir. Yüce Dinimiz, koşturma anlamına gelen ve

    Hz. Hacer annemizin, çocuğuna su aramak için

    Safa ve Merve tepeleri arasındaki koşturmasını

    hac ibadetinin bir parçası saymıştır. Mehmed

    Akif, bunu şu dizeleriyle ifade eder: Allah’a da-

    yan sa’ye sarıl, hikmete râm yol/Yol varsa budur,

    bilmiyorum başka çıkar yol!

    İnsanın kendi el emeğiyle kazandığını ye-mesini en helâl kazanç10 olarak sayan dinimiz, zirâatla ve ticaretle uğraşmayı en güzel kazan-ma yollarından saymıştır. Bunun için, “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” denilmiştir.

    İnsanın İnsana İhtiyacı Var

    İnsanların birbirlerinden farklı şeyleri alıp satmaları birbirlerine muhtaç olduğunu hatırla-tır. İnsan ne kadar variyet sahibi olursa olsun, bir başkasına muhtaç olduğunu görür. Zira ha-yat, toplumun bütün fertleriyle birlikte bir bü-tün olarak yaşanır. Toplumda şehirlinin köylü-ye, alıcının satıcıya, tüketicinin üreticiye, zengi-nin fakire ihtiyacı her zaman vardır. Bunun için, “Müşteri velinimetimizdir.” ifadesi sıkça kullanı-lır. Zaten Yüce Yaratıcımız, insanlar birbirlerinin ihtiyaçlarını görsünler diye onları farklı farklı konumlarda yarattığını hatırlatır bizlere: “Allah rızıkta kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.”11

    Mal sevgisi insanda fıtrîdir. İnsan bu tutkusu-nu, alış veriş sayesinde meşrû yollardan gider-mekle birbiriyle yarışır, çalışır ve gayret eder.

    Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

    1. 2/Bakara, 275.2. 4/Nisâ, 29.3. Tirmizî, Vitir 21.4. 24/Nûr, 37.5. 30/Rûm, 23.6. 62/Cuma, 10.7. 2/Bakara, 198.

    8. 38/Sâd 35.9. 23/Müminûn, 4.10. Buhârî, Büyû’, 15; Nesâî,

    Büyû’ 1.11. 16/Nahl, 71.12. Tirmizî, Büyû’ 4.13. Müslim, Îmân 164.

    8 KASIM 2014 somuncubaba 9

  • El-Vâsi’

    İlmi ve merhameti her şeyi kuşatan,zenginliği her fakire yetip artan:

    Yüce Allah’ın (c.c) el-Vâsi’ ismi, “genişlik, bolluk ve zenginlik” anlamına gelen se’â kökünden türemiş bir sıfat olup, “bir şeyi içine alacak şekilde geniş ve güç yetiren” de-

    mektir. Bu bağlamda el-Vâsi’, “kullarına her şeyi

    geniş anlamda lütfeden, ilmi her şeyi kuşatan,

    verdiği rızık bütün kullarına bol bol yeten, ihsân

    ve ikrâmı nihâyetsiz olandır. Cenâb-ı Hakk’ın bu

    ismi her ne şekilde kullanılırsa kullanılsın, mut-

    lak Vâsi’ olan, ilmi ve ihsânı nihayetsiz ancak ve

    ancak O’dur.

    Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan

    el-Vâsi’, Kur’an-ı Kerim’de “Hakîm” ve “Alîm”

    ,isimleriyle birlikte sekiz âyette geçmektedir.

    O’nun yüceliğinin farklı boyutları bu güzel isim-le ifade edilir. Bu konuda bazı misaller şöyledir:

    Yüce Allah’ın İlmi HerşeyiKuşatmıştır

    Meselâ şu âyette Yüce Allah’ın el-Vâsi’ ismi, “Alîm” ismiyle birlikte kullanılır: “Doğu da, Batı da (bütün yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zatı, işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”1 İlim, “bilmek” demektir. Yüce Allah, bilinmek şanından olan her şeyi bilir. Bilmemek O’nun için düşünüle-mez. Allah geçmişi, ânı ve geleceği; açıkta olanı ve gizliyi; zorunluyu, imkânsızı ve mümkünü bi-lir. Allah’ın bilgisi, insanın bilgisinden farklıdır.

    GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*

    Zira Allah’ın bilgisi ezelî ve ebedîr, zorunlu-dur, sınırsızdır, değişmez, azalıp çoğalmaz. İl-min zıddı olan cehâlet Allah için söz konusu değildir.

    İtikâdî alanda yüce Allah’ın ilmi, yarat-mak ve belirlemek anlamlarına gelir. İnsa-nın sorumluluğuyla ilgili (inanç, ibadet ve ahlaki davranışlar, adalet, toplumun refahını artırmak için şartların iyileştirilmesi, değiş-tirilmesi vb.) alanlarda Allah’ın ilmi, belir-lemek değil yaratmak mânâsına kullanılır. Bu alanlarda insan özgür seçimler yapma hakkına sahiptir. Cüz’î irâde bunu gerekti-rir. İşte insan, kendi özgür irâdesiyle yaptı-ğı ihtiyârî fiillerinden sorumlu tutulur. İman ve hidâyet gibi alanlara yönelen kimselere Yüce Allah’ın tevfîki vardır. O’nun geniş ilmi insanın sorumlu tutulduğu alanda müdâhil değildir. Eğer insan eylemlerinde özgür ol-masaydı, cennet ve cehennemin, günah ve sevâbın iman ve küfrü seçip seçmemenin bir anlamı kalmazdı.

    Bir de insanın irâde ve ihtiyârının dışında kalan hâdiselerle ilgili alan vardır ki, bu alan-da Yüce Allah’ın bilmesi ve ilmi belirlemek anlamına gelir. Şu âyette bu durum çok gü-zel anlatılır: “Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”2 Bu âyetteki Kitap, “yasalar” anlamına gelir. Tabiat olayları (fırtına, sel, deprem, gibi olay-ların yol açtığı âfetler, hayat ve ölüm, güneş ve ay tutulmaları, kıyâmetin kopması, bir insanın anne ve babasını, dili ve ırkını, cin-siyet ve akrabasını, coğrafya ve ecelini akıl ve fizikî yapısını seçememesi gibi durumlar ızdırârî irâde kapsamı alanına girer. Bütün bunlar küllî irâde alanında cereyân eder. İn-san bu alanlarda sadece tedbir alır, mutlak

    takdir yetkisi Allah’a aittir. Görüldüğü gibi Allah’ın ilmi geniştir, her şeyi kuşatmıştır. Hiç bir şey O’nun ilminin dışında cereyân etmez.

    O’nun Bağışının BirNihâyeti Yoktur

    Diğer taraftan yine bir başka âyette Cenab-ı Hakk’ın el-Vâsi’ ismi, mağfiretle bir-likte zikredilir: “Şüphesiz rabbin bağışlaması çok geniş olandır:”3 Mağfiret kökünden gelen el-Gafûr, hatâları ve ayıpları “örtmek”, “giz-lemek” demektir. Allah’ın günahları örtmesi, görmemesi, ayıpları gizlemesi bu güzel is-min bir yansımasıdır. Bu durum sadece dün-yada değil, aynı zamanda âhirette de geçer-lidir. Allah’ın affediciliğinin bir sınırı yoktur. Allah’ın affediciliğinin genişliği ile ilgili bu isimlerin arka arkaya gelmesi, Allah’ın kulla-rını, işledikleri isyan dolu fiillerden nedâmet duygularıyla vazgeçtikleri takdirde, bağışla-yacağının güçlü bir şekilde te’kid edilmesi mânâsını taşır. Kaldı ki Allah’ın bağışlayıcılı-ğı, sadece suçları affetme konusunda değil, dinî sorumlulukları hafifletmek ve kolaylaş-tırmak konusunda da geçerlidir.

    İslâm’ın Allah tasavvuru merhamete da-yanır. O’nun Celâl, zü’l-intikâm, Cebbâr gibi isimleri vardır. Bunlar O’nun yüceliğini gös-terir. Fakat O’nun rahmeti ve mağfireti her şeyi kuşatmıştır. Her iman sahibi mü’min Allah’ın engin mağfiretini, bağışını daralt-mamalıdır. O’nun bağış ve merhametini üzerimize çekecek işler yapmalıyız. İslâm’da ümitsizliğe yer yoktur. Böyle bir Allah tasav-vuruna sahip her mü’min, özgüven sahibi olmalı, ölüm sendromu yaşamamalıdır. Ni-tekim bir âyette şöyle buyrulur: “Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: “Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. (Bununla beraber) suçlu bir toplum-dan O’nun azabı geri çevrilmez.”4

    10 KASIM 2014 somuncubaba 11

  • Allah’ın Saltanatı Sınırsızdır

    Allah, Vâsi’dir. Bu anlamda vasilik O’nun mülk ve saltanatının sınırsızlığını anlatır. Şeytan ve avânesi, insanı Allah’ın yolundan alıkoymak için her türlü tuzağı kurar. Mal ve mülk sahibi insanların servetlerini infak etme konusundaki arzu ve isteklerini kısıtlamak için elinden geleni yapar. İnsana cimriliği emreder ve infâk etme konusunda endişeye sevkeder. Bunu da türlü mâzeretlerle gerek-çelendirir. Meselâ, “Eğer infakta bulunursan, aç ve yoksul kalırsın. Kaldı ki bu servet sade-ce senin özel bilgi ve gayretin sonucu ulaş-tığın şeydir. Bunda fakirin ve yoksulun hakkı yoktur. Sen yaşa da yoksullar açlıktan ölürse ölsüni” gibi telkinlerde bulunur. Şu âyette şeytanın insanları fakirlikle korkutması ve bunun karşısında yardım edildiği takdirde değil malların noksanlaşması, aksine artırı-lacağına, Allah’ın zenginliğinin nihâyetsiz ol-duğuna dikkatlerimiz çekilir:

    “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cim-riliği telkin eder. Allah ise size katından bir ba-ğış ve daha fazlasını va’deder. (Şüphesiz) Allah Vâsi’dir, ‘Alîm’dir.”5 Bu âyette anlatıldığı gibi, eğer kişi, insan ve cin şeytanların cimrilik tu-zağına düşerse, bu onların Allah’ın el-Vâsi’ oluşuna güvenmediklerini gösterir. O zaman burada iman meselesi gündeme gelir. Eğer Yüce Allah, şeytanın cimriliği telkin edece-ği konusunda kullarını uyarıyorsa, bunun mânâsı, “İnfâk edin artırayım, imkânlarınızı olabildiğince genişleteyim.” demektir. Çün-kü her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Meselâ, malın şükrü, zekât ve sadaka vermek;

    ilmin şükrü, bilgiyi başkalarıyla paylaşmak;

    bedenin şükrü, onu Hak yolunda kullanabil-

    mektir. Bir âyette: “Eğer şükrederseniz, size

    olan nimetimi artırırırm”6 buyrulur. Bir başka

    âyette de mallarını Allah yolunda harcayan-

    ların durumu şöyle beyan edilir: “Mallarını

    Allah yolunda harcayanların durumu, yedi

    başak veren ve her başakta yüz dâne bulu-

    nan tohuma benzer, Allah dilediğine kat kat

    verir: zira Allah, Vâsi’dir, Alîm’dir.”7

    Netice-i Kelam, Yüce Allah’ın el-Vâsi’ is-

    minden alacağımız birçok ahlaki sonuç var-

    dır. Allah’ın ilim, ihsân ve lütufunun geniş

    olduğuna inanan bir mü’min, özgüven sahibi

    olmalıdır. Bu varlık alanında olup-biten her-

    şey O’nun engin bilgisi dışında değildir. O,

    kullarına şahdamarlarından daha yakındır.

    Mülk ve saltanat O’nundur. İhsânı boldur.

    Varlıklı kimseler, imkânları nispetinde fakir

    ve yoksulları gözetmeli, ilim sahipleri, bilgi-

    lerini paylaşmalıdırlar. Kim meşrû bir çerçe-

    vede mal, ilim ve zaman gibi sahip olunan ni-

    metleri ihtiyaç sahipleriyle paylaşırsa, Allah

    onlara bu yaptıklarının karşılığı olarak kat kat

    verecektir.

    Dipnot

    * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

    1. 2/Bakara, 115.

    2. 57/Hadîd, 22.

    3. 53/Necm, 32.

    4. 6/En’âm, 147.

    5. 2/Bakara, 268.

    6. 14/İbrâhim, 7.

    7. 2/Bakara, 261.

    Gelir/GeçerYaprak raks ederken rüzgâr önünde

    Hazâna dönüşür, güz gelir geçer.

    İnsan acze düşer ömrün sonunda

    Dışın şöyle dursun, öz gelir geçer.

    Canım fedâ olsun yâri bilene

    Günah lekesini kalpten silene

    Dayan bu dünyâda başa gelene

    Mevsimler tükenir, yaz gelir geçer.

    Azdıkça azıyor şu nefis atı

    İnkârla kirlenen kalpler çok katı

    Pek uzun sandığın dünya hayatı

    Sağ(a) nak yağmur gibi, tez gelir geçer.

    İnsan Mevlâ’sından ümit keser mi?

    Gül dalına konan bülbül susar mı?

    Seven, sevdiğine bilmem küser mi?

    Sitemle karışık, naz gelir geçer.

    Kara’m içindeki benliği yaksa

    İlimde, irfanda zirveye çıksa

    Her kimin kalbinde îmanı yoksa

    Ne söylesen ona, vız gelir geçer...

    Hanifi KARA

    12 KASIM 2014 somuncubaba 13

  • ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ

    Bir İmparatorluk Bakiyesi:

    Sakarya...“Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!...”

    (Sakarya Türküsü-Necip Fazıl KISAKÜREK)

    Şehrin Derinliği Kentin Sığlığı

    İnsanoğlunun dünyaya ilk adımını attığı; ço-cukluğunu, gençliğini ve yaşlılığını geçirdiği; hüznünü, umutlarını, heveslerini, acılarını ve keşmekeşliklerini kattığı müstesna mekânlardır şehirler... Orada yaşayanlar söz konusu mekâna güçlü bir aidiyet duygusuyla bağlanıp öylece hayat sürerlerse şehrin temel değer ve dina-mikleri, şahsın karakterinin gelişmesinde öncü rol oynar.

    Son yıllarda kadim kültürüyle birlikte “şe-hir” kelimesini de medeniyet lügatlerinden atma uğraşı içindeyiz. Onun yerine ikâme et-meye çalıştığımız, derinliği ve şiirselliği olma-yan, Soğdca kökenli “hisar, kale” anlamındaki “kent” kelimesi, şehrin içimizi ısıtan sıcaklığını ve mütebessim çehresini yansıtmıyor; yavan kalıyor. İskender Pala’nın dediği gibi “Son zamanlarda sık kullanılmaya başlayan kent sözcüğü şehir kelimesini tam olarak karşıla-maktan uzaktır. Şehrin kişilikler ve kimlikler üzerindeki etkisi, şehir adında biriktirilmiş bir iltifat gibidir ve söz gelimi şehir, kimliklerimizi muhafazakâr ölçülerde belirleyen bir mekân iken, kent sözcüğüyle kendimizi biraz daha nevzuhur hissediveririz. Şehir denildiğinde zihnimizde bir kuşatıcılık ve insicam, kent de-diğimizde ise duyarsızlık ve tekilleşme çağrı-şımı belirir. Bunlardan birincisinin ifade ettiği ruh ile ikincisindeki kimliksizlik çatışma halin-de gibidir. Yalnızca kelime olarak düşünüldü-ğünde bile birincisi toparlayıcı, ikincisi dışar-lıklıdır. İlkinde toplumsallık, ikincisinde birey-sellik ön planda görülür. Birincisinin medîne (medeniyet), ikincisinin ise city (modernite) ile izahı daha kolaydır.”

    Eski ismiyle şehirler, uydurulmuş adıyla kentler kozmopolitleştikçe oradaki bize ait ka-dim değerler yok olup gidiyor. Şehirlerimizin ruhu çalınıyor; içi boşaltılıyor. İşte ruhu çalı-

    nan ve içi boşaltılan şehirlerimizden birisi de Sakarya’dır. Bu yazımızda Sakarya’nın ruhuna ayna tutacağız.

    Sakarya, Anadolu’nun Saf Çocuğu

    Türkiye’nin kavşak şehirlerindendir Sakar-ya. Doğunun en batısı, batının en doğusudur. Adapazarı Ovası’na kurulan Sakarya’nın tarihi geçmişi ta milattan önce 378’e kadar indirile-bilir. Daha sonra sırasıyla Selçukluların ve Os-manlıların egemenliği altına girmiştir bu güzel yerleşim yeri. Şehir 1324 senesinde Orhan Gazi tarafından fethedilmiştir. Bundan sonra şehre Türk-İslâm mührü vurulmuştur. Ankara ile İstanbul arasında kilit bir noktada yer alan Sakarya, adını hemen yanı başında bulunan ve Karadeniz’e dökülen, ülkemizin üçüncü uzun akarsuyu olan Sakarya Nehri’nden almakta-dır. Bu şehre halk arasında Adapazarı da denir. Oysa Adapazarı, merkez ilçenin adıdır. Adapa-zarı ismi ise Sakarya’nın merkezinde kurulan bir pazardan gelmektedir.

    Merkez ilçe Adapazarı’yla birlikte on üç il-çesi vardır tarihî İpek Yolu üzerinde yer alan Sakarya’nın. İlk olarak Bitinyalıların ve Bizans-lıların yaşadığı Sakarya, her mevsim güzeldir. Marmara Bölgesinin doğal zenginlikler bakı-mından en şanslı şehridir burası. Sakarya Irma-ğı üzerinde kurulan 429 metre uzunluğundaki sekiz kemerli tarihî Sakarya Köprüsü (Beşköp-rü), Bizans İmparatoru Justinianos tarafından yaptırılmıştır. Rahime Sultan Camii, Sapanca Rüstempaşa Camii, Hasan Fehmi Paşa Camii, Şeyh Müslihiddin Camii, Yunus Paşa Camii şeh-rin günde beş vakit maneviyat teneffüs eden yapılarıdır. İkinci Beyazıt Köprüsü, Paşalar Kale-si, Seyifler Kalesi, Harmantepe Kalesi görülme-ye değer diğer tarihî yapılardır. Şehirde Sakarya Müzesi, Deprem Müzesi ve Kuvayı Milliye Mü-zesi mâziyle istikbal arasında acı tatlı nostalji köprüleri kurmaktadır.

    14 KASIM 2014 somuncubaba 15

  • sanın bir araya gelerek oluşturduğu bir huzur ve sükûn beldesidir. Bu hususta “Adapazarı, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan hatta Afrika’dan gelen göçlerle oluşmuş bir şehir.” diyen ve şehre dair ne varsa kayda geçiren Fahri Tuna hiç de haksız değil. Bu özelliğinden dolayı bu şehre “Küçük Osmanlı” yakıştırması yapılıyor. Sakarya’nın ruh tomografisini çeken Fahri Tuna, bu mevzuda da “Adapazarı, 17 ayrı dilin konu-şulduğu, farklı milletlerin seccade üzerindeki nakışlar gibi ahenkle yan yana durduğu, besle-yen, barındıran, asla ötekileştirmeyen bir küçük Osmanlı’dır. Hırsızlığın olmadığı, camilerin do-lup taştığı, hoşgörülü insanı, verimli ovası, be-reketli çarşılarıyla, güvenli ve huzurlu bir şehir ” diyor. Kendisine hak vermemek mümkün değil.

    Depremin Acıları Şehirden Silinse deZihinlerden Silinmiyor

    Adapazarı, hep yıkılan ve yeniden kurulan bir şehir olsa da, geçmişten izler taşır. Bu şehir depremlerden çok çekmiştir. Şehir 17 Ağustos 1999’da yaşadığı depremde büyük maddi ve manevî kayıplara uğramıştır. Anne ve babalar

    evlatlarını, çocuklar da anne ve babalarını kara

    toprağa değil, acılı yüreklerine gömmüştür. Bu

    deprem başta Sakarya ve Gölcük olmak üzere

    bütün Türkiye’yi tarifsiz kederlere boğmuştur.

    Maddi kayıplar el ele verilerek kısa zamanda

    telâfi edilmiştir. Fakat gönül hisarlarında açılan

    manevî gedikleri hiçbir şey dolduramamıştır.

    Ateş düştüğü yeri yakıp kavurmuştur. Bu büyük

    yara, kabuk bağlamış gibi görünse de aslında

    hâlâ içten içe sızlamaktadır.

    Sakarya, mâziyle hâlin terkibidir. Sakarya

    şehrinin manevî hayatının aynası olan Orhan

    Camii, Tozlu Camii, Ağa Camii bugün de dimdik

    ayaktadır. Esnaf kültürünün yaşatılmaya çalışıl-

    dığı Uzun Çarşı, Bakırcılar Çarşısı, Kapalıçarşı,

    Kömür Pazarı, Pirinç Pazarı, Soğan Pazarı gibi

    çarşı ve pazarlar dünden derin izler taşımakta,

    mâziye tutkun insanların uğrak yeri olmaktadır.

    Sakarya sürekli gelişen bir şehirdir. Kurtuluş

    Savaşı yıllarında tahta araba üretilen Sakarya’da

    artık modern otomobil fabrikaları göz kamaştır-maktadır. Makine ve otomotiv yan sanayi, önde gelen sektörlerdir. Ulusal ve uluslararası firma-lar burada ciddi yatırımlar yapmıştır. Arifiye, Hendek ve Söğütlü Organize Sanayi Bölgeleri gözde üretim ve istihdam alanlarıdır.

    İnsanı kendine hayran bırakan tabiî güzel-liklere sahip olan Sakarya’da yaylalar bir başka güzeldir. Sakarya yaylaları, Karadeniz yaylala-rıyla boy ölçüşebilecek kadar güzeldir. Bu ba-histe İnönü Yaylası, Sapanca Çiğdem Yaylası ve Karagöl Yaylasını özellikle zikretmek gerekir. Kırkpınar, İstanbuldere, Maşukiye ve Derbent, tertemiz havası ve doğal güzellikleriyle adın-dan söz ettirir.

    Sakarya, 17 Farklı Dilin KonuşulduğuKüçük Osmanlı’dır

    Son dönem Osmanlı şehirlerinden biri olan Sakarya’nın nüfus yoğunluğunu, Osmanlı’nın hâkim olduğu coğrafyalardan gelen göçmenler oluşturur. Adapazarı; “Boşnak, Gürcü, Çerkez, Arnavut, Laz” gibi farklı ırklardan birçok in-

    16 KASIM 2014 somuncubaba 17

  • Suyu Mavi, Bahtı Açık, SadeceAdı Kara Şehir: Karasu

    Karadeniz’in nazlı kızı Karasu, masmavi suların kıyısında yer alan bir huzur diyarı-dır. Maviyle yeşilin sarmaş dolaş olduğu bir güzellik abidesidir.

    Her yıl düzenlenen “Karasu Kültür, Tu-rizm ve Fındık Festivali” bu şirin şehrin tanı-tımında öncü rol oynamaktadır. Düşmanı bu güzel kıyı şehrine sokmayan Kurtuluş Sava-şı kahramanlarından İpsiz Recep’in anıt me-zarı da Karasu’dadır. Karasu’da demir yolu ağı bulunmaktadır. Yakın zamanda yapımı-na başlanan modern Karasu Limanı şehrin ticarî nabzının attığı yer olmaya namzettir.

    Termal Turizminin Payitahtı:Akyazı Kuzuluk Kaplıcaları

    Türkiye, termal kaynakları bakımından dünyanın sayılı ülkeleri arasındadır. Termal turizmi denince akla gelen yerlerden birisi de Akyazı’dır. Akyazı’daki Kuzuluk Kaplıcaları yılın dört mevsiminde ziyaretçilerine sağlıklı bir hayat sunmaktadır. İhlas Kuzuluk Kaplıca Evleri ülkemizin ve Sakarya’nın yüz akıdır. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından buraya gelen in-sanlar, senenin 12 ayında da burada sağlıklı ve huzurlu bir tatil geçirebilmektedir. Tatil, dinlen-me ve sağlık gayesiyle buraya gelenler, büyük şehirlerin vücutta ve zihinlerde biriktirdiği tok-sinleri atmaktadır.

    Tarihin Dönüm Noktası:Sakarya Meydan Muharebesi

    Sakarya salt bir şehirden öte, bir tarihtir. Sakarya deyince Türklerin kaderini tayin eden, neticesi itibariyle kederleri sevince dönüştüren Sakarya Meydan Savaşı gelir akıllara. Melhame-i Kübra( çok büyük ve kanlı savaş) adıyla da anılan Sakarya Meydan Savaşı, Türk

    Şairin ve Şiirin Duygu Sığınağı:Sapanca Gölü

    Oldum olası suyun yanı başında ve suya

    dost şehirleri severim. Su, etrafındaki şehre

    duygu ve şiirsellik katar. İzmit Körfezi’nin do-

    ğusunda yer alan Sapanca, Rabbimizin bizle-

    re emsalsiz bir armağanıdır. Burası Doğu Roma İmparatorluğu döneminde “Sofhan” veya “Sofhange” diye adlandırılmıştır. Ana-dolu Selçukluları buraya yerleşince söz konusu yerleşim yerine Ayanköy adını ver-mişlerdir.

    Doğal bir akvaryumu andıran Sapan-ca Gölü’nde yirminin üzerinde balık çeşidi yaşamaktadır. Balıklar göl kıyıları boyun-ca uzanan sazlıklarda kendilerine üreme imkânı bulmaktadır. Bu göl, dünyanın içile-bilir dört su kaynağından biridir. Sapanca, Marmara Bölgesi ve Adapazarı için hayatî öneme sahip içme suyu kaynağıdır. Bu gölü kirletmek, ahmağın bindiği dalı kesmesin-den farksızdır.

    Bugüne kadar Bahattin Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Erdem Bayazıt, İlhan Berk, Ataol Behramoğlu, Haydar Ergülen, Refik Durbaş, Cahit Koytak, Nurullah Genç, Sedat Umran, Talat Sait Halman gibi ülke genelin-

    de ismi duyulmuş şairlerin iştirak ettiği Ulus-lararası Sapanca Şiir Akşamları, uzun yıllardan beri sürdürülen kültürel bir etkinliktir. Şairler burada bir araya gelip kaynaşmaktadır. O güzel Sapanca Gölü şairlerin canlı şiir dinletilerine emsalsiz bir fon olmaktadır.

    18 KASIM 2014 somuncubaba 19

  • tarihinin dönüm noktalarından biridir. “Yunan-lılarla yapılan en uzun meydan savaşı” olarak tarihe geçen bu muharebe, Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktalarındandır.

    Sakarya’nın Tarih Kokan Güzideİlçesi: Taraklı

    Şehirlerde yaşam kalitesi her geçen gün düş-mektedir. Bu yüzden insanlar huzur ve sükûn bulmak için alternatif yaşam alanları keşfetme-nin gayreti içerisindedir. Aslında fazla ara(ştır)maya gerek yok. Sakarya’nın tarih kokan Taraklı ilçesi sizi tabiatın içinde tabiî bir yaşama davet ediyor. Stresten uzakta, tabiatla baş başa demli çayınızı yudumlamak istiyorsanız Taraklı’ya git-melisiniz. Burada her şey doğadan ve alabildi-ğine doğal… Taraklı’nın toprağından sağlık ve bereket fışkırıyor. Dünyanın en kaliteli termal su kaynakları burada… Zira Taraklı topraklarının gizli hazinesidir su…

    Kuruluşu ta milattan evvelki kadim yıllara dayanan Taraklı, birçok millete ve farklı kültüre ev sahipliği yaptıktan sonra Osmanlı’nın şefkat-li kollarında ebedî huzuru bulmuştur. Bu sakin beldede Yavuz Sultan Selim tarafından yaptı-

    rılan Yunus Paşa Camii beş yüzyıldan beri za-mana adeta meydan okumaktadır. İlçenin Yusuf Bey Mahallesinde bulunan ve şehrin simgesi olan yedi asırlık koca çınar, görülmeye değerdir. Taraklı’nın Arnavut kaldırımlı daracık sokakları, tarihî hanı, cumbalı ahşap evleri, hisarı ve su değirmeni bizi özlenen mâzinin şefkat iklimine götürmektedir.

    Emsalsiz Lezzetlerin Resmi Geçidi:Bir İmparatorluk Mutfağı

    Gürcü, Laz, Çerkez, Abhaz, Boşnak, Arnavut, Makedon, Pomak ve Türkmen kökenli insanların bir araya gelmesiyle oluşan Sakarya’nın mutfa-ğı, tabir caizse, bir imparatorluk mutfağıdır. Lez-zetlerin resm-i geçit yaptığı bu zengin mutfakta üç kıtanın emsalsiz lezzetlerini bulabilirsiniz. “Islama köfte, boza, Boşnak böreği, Arnavut ci-ğeri, kaçamak, lutuka, gurnik, kaymakçına, Po-mak pastırması, damat paçası, ciğer sarma, pre-şa, prazenika” gibi lezzetler Rumeli mutfağının Sakarya’daki tatlı esintileridir. “Dartılı-tereyağlı keşkeği, kabak tatlısı, gözleme, cizleme, bazla-ması, incir uyutması, üresi, sütlü üzümü, uhut tatlısı; Türkmenlerin Sakarya mutfağına hediye-sidir.

    Sakarya Türküsüİnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

    Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

    Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

    Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

    Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

    Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

    Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;

    Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

    Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

    Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

    Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

    Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

    Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

    Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.

    Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

    Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..

    Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

    Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

    İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

    Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

    Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

    Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

    Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

    Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

    Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

    Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

    Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

    Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

    Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

    Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

    Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

    Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

    Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

    Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

    İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

    Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

    Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

    Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

    Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

    Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

    Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,

    Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

    Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;

    Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

    Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

    Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

    Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

    Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

    Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

    Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

    Necip Fazıl Kısakürek

    20 KASIM 2014 somuncubaba 21

  • SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*

    Hakikat Yoluna Bende Olan Aklın Safiyeti

    Akıl, varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden ba-sit bir cevher, maddeden şekilleri so-yutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç şeklinde tanımlanabilir. İnsanın her çeşit faâliyetinde doğruyu yanlış-tan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran güç olan akıl, ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri be-lirlemede en önemli fonksiyon olarak görülür.1

    İnsana Allah’ın bağışladığı en büyük nimet olan akıl, aynı zamanda insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran, onun her tür-lü aksiyonlarına anlam kazandıran en önemli haslettir. Kur’an’da 750’den fazla yerde akıl ve düşünmeye yer verilmesi, İslâmiyet’in akla verdiği değeri göstermesi açısından önem-lidir. Kur’an’a göre insanın düşünmesi2 ve öğüt alması, ibret alması3, hidâyete ermesi4, câhillikten kurtulması, kalbî körlükten yani basîretsizlikten uzaklaşması5 için en iyi yar-dımcı akıldır.6

    Akıl mürüvvetin ölçüsüdür. Kelâbâzî aklı; akl-ı huccet ve akl-ı mahaccet diye ikiye ayırır. Akl-ı huccet delil olan akıldır. Akl-ı mahaccet ise delil gösteren akıldır. Akl-ı huccet, Allah’ın yarattığı doğuştan gelen akıldır. Her bâliğ ve mümeyyize verdiği akıl olup, bu sâyede Allah’ın mahlûkatına hücceti tamam olur. Bu akıldan yoksun olan kişi deli, çocuk ve hay-vanlar gibi mükellef değildir.7

    Akl-ı mahaccet ise kişinin kendisine verilip ve Allah’ın tabiattaki âyetlerine bakarak terbi-ye ettiği akıldır. Bu akılla kişi, Allah’ın emirle-rine tâbi olur, onu yerine getirir; nehyettikle-rinden de kaçınır. Bunları yapmayanın aklı yok demektir.8 Bundan dolayı, Allah pek çok âyette “akletmezler”, “düşünmezler” buyurmuştur. Aklın kemâli, ahlâkın güzelliğini; dolayısıyla şehvetlerden ve kötü sıfatlardan uzaklaşmayı gerektirir. Akıl rubûbiyyetin, ulûhiyetin, yer-li yabancı herkesin ve kendi nefsinin hakkını vermeyi gerektirir. Kim Rabbine ibadet ediyor, hakka hukûka dikkat ediyor ve kendi nefsinin

    hakkını veriyorsa mürüvvet sahibidir. Bu sı-fatlar da kimde bulunmazsa bu kişiler akıldan yoksun olan hayvanlar gibi, hatta daha aşağı-dırlar. Dini ve aklı kıt olanın şükrü ve sabrı az olur.9

    Akıl, Zât İtibariyle Sınırlıdır

    Tasavvufta bilgi edinmenin kaynağı akıl de-ğil kalbdir. Ancak bu durum kalbin akıl karşıtı olduğu anlamına gelmez. Aslında kalb ve akıl iç içedir. Çünkü akletme kalbin bir işlevidir ve düşünceyi üreten aklın kaynağı kalbdir. Me-tafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konularda kalbin sezgisini esas al-mışlardır.10 Mutasavvıfların akla yaklaşımları, filozoflarınki gibi salt akıl merkezli bir yakla-şım değildir. Çünkü onlara göre vahiy, ilhâm ve duyular da akıl gibi bilgi kaynağıdır. Akıl, zât itibariyle sınırlı olduğu için tek başına ha-kikate ulaşamamaktadır. Bunun için onlar, ak-lın yanına, psikolojik yönünü temsil eden kal-bi, Kur’anî ifadeyle “fuâd”ı koymaktadırlar.11

    Tasavvufta insanın Allah’a, Allah’ın peygam-berlerine, kitaplarına ve âhirete iman edip iyi işler yapmasını ve Allah’ın iyi bir kulu olmasını sağlayan akıl ziyâdesiyle övülür. Bu amelî/pratik akıldır. Ama metafizik konularda hüküm veren teorik akıl ise Kur’ân’da ağır bir biçimde yerilir.12

    Tasavvufî TecrübeAklıl Ötesi Bir Tecrübedir

    Bu gerçekten hareketle sûfîler tasavvufî tec-rübenin temelde akıl ötesi bir tecrübe olduğu-nu söylerler, dolayısıyla tasavvufî tecrübenin aklî ve mantıkî düzlemde doğrudan anlaşılıp açıklanmasının zorluğuna dikkat çekerler. Çün-kü sûfîler aklın metafizik konularda kesin çözü-me ulaşamayacağını iddiâ etmektedirler. Diğer metafizik meseleler gibi tasavvufî tecrübenin de akıl ve hissin sınırlarının ötesinde olması tasavvufî tecrübenin, aklî ve mantıkî delillerle eleştirilmesi imkânını ortadan kaldırmaktadır. Bu itibarla aklın, bütün kompleks yönleriyle varlığı ve metafizik hakikatleri kendi telkinleri-ne ve mantıkî statüsüne uydurmaya yeltenmesi

    22 KASIM 2014 somuncubaba 23

  • Görülüyor ki genelde İslam’da, özelde ta-savvufta aklın işlevi ve görevi mü’minleri şert-ların hükümlerine bağlamak, hevâ ve heves-leri peşinden gitmelerine mâni olmaktır. Bu esas gayeye sürekli vurgu yapan sûfîler aklın ne olduğundan ziyâde ne işe yaradığın araş-tırmışlardır.18

    Makaleme İbrahim Hakkı Erzurûmî’nin şu ye-rinde tesbitleriyle son vermek istyiyorum: Akıl, sâdık bir dosttur, her şeyden ibret alır. Olgun insanın aklı çok, konuşması azdır. Allah, sevdi-ğine temiz kalp, iyi ahlak, doğru akıl ihsan eder. Akıl, Allah’a hitap vâsıtasıdır. Dünya ve âhiret mutluluğunun sermâyesi ve bir fıtrî nurdur ki hikmet nurlarını aldıkça ışığı artar. Akıl odur ki; nefsi şehvetlerden, kalbi şüpheli şeylerden, gözü harama bakmaktan meneder ve hepsini

    Allah’ın huzurunda toplar. Akıl odur ki, işlerin

    sonunu görebilsin, kâinâtın defterini okusun.

    Akıl, insânî ruhtur ve hayvânî ruhun binicisi-

    dir. Hayvânî ruhsa şehvânî nefistir ve bedenin

    binicisidir. Akıl ve kalp, melekût ve semâ, gök

    âlemine mensuptur, nurlu ve yüksektir. Beden

    ve nefis yer (dünya) âlemine mensuptur, ka-

    ranlık ve alçaktır. Akıl, yaratıcısının kulu, güzel

    ahlakın sultanıdır. Akıl kalpte nurlu bir gözdür,

    ona muhâlefetin sonu pişmanlıktır. Akıl hak ile

    batılı, doğru ile yanlışı ayıran, gönlü parlatan

    bir nurdur. Akıl âlemin özünde Allah’ın rahme-

    ti, her iki cihanda işleri idare eden bir vezîridir.

    Akıl, hayır ve şerri ayıran bir sultan, insan kalbi-

    nin hayatıdır.19

    yerine kendi telkinlerini bu gerçekliklere uyar-laması gerekir.13

    İbn Sînâ amelî/pratik akıl ve soyut/evren-sel akıl diye iki ayrı akıldan bahseder. Pratik akla akl-ı âmile adını verir ve pratik aklın icrâ eden akıl olduğunu söyler. Pratik akıl, günlük hayatın pratik yönleriyle ilgilenen; tefrik, tah-lil, ayrıntılara dikkat, akıl yürütme gibi işleri üstlenen akıldır. İbn Sînâ soyut/evrensel akla ise akl-ı âlime adını verir ve zihnin kuramsal ve soyut yeteneği olduğunu belirtir. Bütünlü-ğü kavrama, dinî arzular, estetik değerler, psi-kolojik ve felsefi mülâhazalar akl-ı âlimenin işlevleridir. Buna göre insan zihninin yaratıcı ifadeleri, mânevî ve mistik dışavurumlar soyut aklın göstergeleridirler.14

    Pratik ve evrensel akıl bütünlüğüne dikkat çeken Frithjof Schuon ise inancı zedelemedi-ği sürece aklın, akla muhalif olmadığı sürece inancın güzelliğine dikkat çeker. Sözlerinin devamında Allah’ın her insandan ancak yerine getirmeleri gereken ve yerine getirebilecekleri

    şeyleri istediğinden, ancak akıllı insandan buna ilâve olarak aklını hakikatin hizmetinde kullan-masını talep ettiğinden bahseder. Zira akıl ha-kikat için vardır ve hakikat vasıtasıyla varlığını sürdürür. O mânevî değerlerin düşünce ile me-ziyet, zihin ile güzellik arasındaki bir dengede yattığından bahseder.15

    Akıl Hakikatin Hizmetinde Olmalı

    Hakikatin hizmetinde hayâtiyet kazanan ak-lın, akla muhâlif olmayan bir inancın güzelliği-ne vurgu yapan sûfîler, ilk zamanlardan itibaren yegâne amaçlarının, ma’rifetullah/Allah’ı bilme olduğunu vurgulamışlardır. “Allah’ı bilme”nin yolu nedir?” sorusu, onların yöntemlerini, diğer disiplinlerden ayıran bir muhtevâ taşır. Sûfî lite-ratüründe, insanı Allah’ın bilgisine ulaştırabile-cek iki vasıtadan sıklıkla bahsedilir. Bunlar akıl ve keşif ile elde edilen bilgidir. 16 Hacı Bektaş-ı Veli ise aklın bu işlevini şu şekilde sembolize etmektedir: “İman koyun sürüsü, akıl çoban, İb-lis ise kurttur.”17

    Dipnot

    * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE

    1. Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, DİA, İstanbul 1989, c. II, s. 238.

    2. 38/Sâd, 29; 28/Kasas, 51.

    3. 20/Tâhâ, 54; 39/Zümer, 21.

    4. 2/Bakara, 171; 39/Zümer, 17-18.

    5. 2/Bakara, 172.

    6. Vahit Göktaş, Kelâbâzî (ö. 380/990) ve Tasavvuf Anla-yışı, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007, s. 126.

    7. “Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için Allah’ın varlığını gösteren deliller vardır.” (13/Ra’d, 4); “Yeryü-zünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun.” (22/Hac, 46)

    8. “Bu şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum ol-malarındandır.” (5/Mâide, 58); “Bu onların anlamaz bir toplum olmaları sebebiyledir.” (5/Maide, 58).

    9. Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 128-129.

    10. Süleyman Uludağ, “Kalb”, DİA, c. XXIV, s. 232.

    11. Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 126.

    12. 6/En’âm, 22.

    13. M. Mustafa Çakmaklıoğlu, İbn Arabî’de Marifetin İfade-si, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 128-129.

    14. Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi Benliğin Ruhu, Ruhun Bil-geliği, İnsan Yayınları, İstanbul 2000, s.16.

    15. Frithjof Schuon, Tasavvuf kabuk ve öz, ter. Veysel Sezi-gen, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 94.

    16. Abdullah Kartal, Abdülkerîm Cîlî –Hayatı, Eserleri, Ta-savvuf Felsefesi-, İnsan yayınları, İstanbul 2003, s. 295.

    17. Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât, haz. M. Esad Coşan, Seha Neşriyat, trs., s. 41.

    18. Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 44.

    19. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sad. Turgut Ulusoy, Elif Ofset, 4. Baskı, İstanbul 1978, s. 80.

    24 KASIM 2014 somuncubaba 25

  • EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ

    Bir SelâmınKudreti

    Selâm esenliktir, selâm barıştır. Selâm emniyettir, hayır duada yarıştır. Kur’an’ın ifadesiyle1; “Allah sana hayırlı uzun ömür versin.” diyerek dinî ve dünyevî afetlerden kurtulma niyazıdır. Söze Allah’ın adıyla selâm ism-i şerifiyle başlama tarzıdır. Karşılaşan iki mü’minin Es-selâmüaleyküm: Selâm sizin üze-rinize olsun, Allah sizi her türlü kaza ve belâdan korusun demesi, diğerinin de buna aynı manada olmak üzere “aleyküm selâm” (ve aleykümü’s-selâm) diye hayır duada bulunmasıdır.

    Selâm Hidayet ve Hayat Kaynağıdır

    Umeyr b. Vehb el-Kureşî; İslâm’a düşmanlı-ğını ispatlamak için Hz. Muhammed’i (s.a.v.) öl-düreceğini söyleyerek yola çıkar. Babası Ümey-ye b. Halef ve kardeşi Ali’yi savaşta kaybeden amcasının oğlu Safvân b. Ümeyye ile Kâbe’nin yanında bulaşarak onunla gizlice anlaşır. Buna göre Umeyr, oğlu Vehb’in fidyesini ödeme ba-hanesiyle Medine’ye gidecek ve bir fırsatını bulup Hz. Muhammed’i (s.a.v.) öldürecektir. Safvân da onun borçlarını karşılayacak ve aile-sinin bakımını üstlenecektir. Kılıcına zehir sü-

    rüp yola çıkan Umeyr bir sabah vakti Medine’ye ulaşır. Mescide gireceği sırada kendisini gören Hz. Ömer çevredeki sahâbîleri yardıma çağırır; ancak Rasûl-i Ekrem müdahale etmemelerini ister ve Umeyr ile konuşmaya ortam hazırlar.

    Umeyr b. Vehb el-Kureşî, Resûlullah’ı o dö-nemin âdetine göre, “Sabahınız hoş olsun.” di-yerek selamlar. Bunun üzerine Allah’ın Rasulü (s.a.v.): “Allah bize lutufta bulunarak seninkinden daha hayırlı olan ve cennet ehli tarafından da kullanılan ‘esselâm’ sözüyle selâmlaşmayı öğ-retti.” buyurur.2 Rivayete göre önce gerçek ni-yetini gizleyen Umeyr, Hz. Peygamber’in onun Safvân ile yaptığı anlaşmayı kendisine bildir-mesi üzerine Müslüman olur, hidayete erer. Ve işte selâm hidayettir…

    “Allah Rasulü Sana Selâm Gönderdi”

    Selâmın kudretini yine Peygamberimizin döneminden şöyle nakledelim:

    Hz. Rasulullah’ın (s.a.v.) vefatı yaklaşınca,

    - Ya Rasulallah hırkanı kime verelim, diye sordular.

    26 KASIM 2014 somuncubaba 27

  • - Veysel Karanî’ye, buyurdu. Hz. Peygam-ber’in vefatından sonra Ömer ve Ali (r.a.) Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (r.a.) hutbe esnasında yü-zünü Necd halkına doğru çevirerek,

    - Ey Necdililer! Ayağa kalkınız, dedi. Onlar da ayağa kalktılar. “Aranızda Karen’den bir kimse var mıdır? diye sordu. “Evet, var.” dediler. Ve aralarından seçtikleri bir kaç kişiyi Ömer’in hu-zuruna gönderdiler. Hz. Ömer onlara Veysel’den haber sordu. Onu tanımıyoruz, dediler. Bunun üzerine “Bu dini tebliğ eden (Hz. Peygamber a.s.) bana haber vermiştir. Ve O, asla boş söz söylemez. Gerçekten onu bilmiyor musunuz?” dedi. O vakit içlerinden biri,

    - O, müminlerin emirinin soruşturmayacağı kadar hakir bir kişidir, halktan ayrılarak yalnız yaşamaktadır, dedi. Hz. Ömer,

    - Şimdi o nerededir? Çünkü bizim aradığımız odur, dedi. Şöyle dediler:

    - Urene vadisindedir. Akşama kadar deve güdüyor, elde ettiği ücretle de ekmek alıyor. İn-

    sanların arasına karışmaz, kimse ile sohbet et-mez, halkın yediğini yemez, gam ve neşe nedir bilmez, halk ağlayınca da, o güler.

    Sonra Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhüm) oradan vadiye gittiler. Onu namazda buldular. Deve-lerini otlatsın diye Hak Tealâ bir melek vazi-felendirmişti. Veysel Karanî insan geldiğini hissedince namazını kısa kesti. Namazı bitirip selâm verince, Hz. Ömer ayağa kalktı, selâm verdi, o da selâmını aldı. Hz. Ömer, “Adın ne-dir?” “Veysel!” dedi. “Sağ elini göster” dedi. O da gösterdi. Hz. Ömer, Peygamber’in bahsetti-ği nişanı gördü, derhal öptü ve “Allah Rasulü sana selâm gönderdi. Ümmetine dua etmeni söyledi” dedi. Veysel, “Dua etmeye sen daha ziyade layıksın. Zira yeryüzünde senden aziz bir kimse yoktur.” dedi. Hz. Ömer, “Bu işi ben de yapıyorum ama Rasululullah’ın vasiyetini yerine getir.” dedi. Veysel, “Ya Ömer! Dikkatle bak, aradığın zat başkası olmasın.” dedi. Ömer, “Peygamber senin nişanını vermiştir.” dedi. Veysel, “O halde Hz. Peygamber’in hırkasını bana veriniz ki dua edeyim, dilekte buluna-yım.” dedi.

    Hırka Hürmetine

    Sonra da onlardan uzakça bir yere gidip bir köşeye çekildi, hırkayı bıraktı, yüzünü ye-rin üzerine koydu ve “İlahî, bütün ümmet-I Muhammed’I bana bağışlamadığın sürece şu hırkayı giymeyeceğim. Peygamberin bu işi bu-raya havale etmiştir. Rasul, Ömerü’l-Faruk ve Aliyyü’l-Murtaza kendi üzerlerine düşen işi yap-mışlardır.Ya Rabbi şimdi iş sana kalmıştır.” Diye naz makamında niyazda bulundu. “Şu kadarını sana bağışlamış bulunuyorum hırkayı giy.” Diye hatiften bir ses geldi ama o, “hepsini isterim” dedi. Böyle diyor ve böyle sesler işitiyordu. Derken Hz. Ömer ve Ali, “Veysel’in yanına va-ralım ne yaptığını görelim” dediler. Veysel bun-ların geldiklerini görünce bir âh çekerek “Niçin geldiniz? Gelmemiş olsaydınız bütün Muham-med ümmetini Allah benim için bağışlamadıkça hırkayı giymeyecektim.” dedi.

    Sonra Veysel hırkayı giydi ve “Şu hırkanın

    yüzsuyu hürmetine Muhammed ümmetinden

    Râbia ve Mudar kabilelerindeki koyun sürüle-

    rinde mevcud olan tüyler adedince kimse ba-

    ğışlanmıştır.” dedi.

    Can Kulağını Verenlere Pîr Selâmı

    Selâmla ilgili yukarıdaki güzel tabloları siz-

    lerle paylaştıktan sonra şimdi de Es-seyyid

    Osman Hulûsi Efendi Hazretlerinin notları ara-

    sında yeni rastladığımız  birşiirçalışmasından

    bahsedelim. Kanaatimize göre Hulûsi Efendi

    Hazrteleri bir Kurban Bayramında mürşidi İh-

    ramıcızade İsmail Hakkı Toprak Hazeretlerinin

    ziyaretine gider. Orda birkaç gün kalır. Ayrıla-

    cağı zaman müsaade ister. İhramcızade Hazret-

    leri “İhvanar kadaşlara tek tek selam ederim,

    selâmımı tebliğ et.” buyurur. Bu mübarek kelam

    üzerine oradan ayıralan Hulûsi Efendi Hazret-

    leri Darende’ye gelince bir kutlu emanet olan

    Pir Selâmını ihvana sunmak için şiir kaleme alır.

    Şiire şöyle başlar:

    Derdinize isterseniz bu gün âcildevâ

    İşte ey dostlar bir melek dostdan size hoş

    merhabâ

    Cümleye bir bir selâm-ı yâr etti o yâri vefâ3

    (Ey dostlar, derdinize deva, acil gönül hasta-lıklarına bir çare istiyorsanız, sevgili Allah dostu pirimizden bize merhabalar selâmlar getirdim. Bir vefa örneği göstererek, hepinize tek tek selâm eyledi.)

    Sonra şiir şöyle devam eder:

    Hastalar muhtâc-ı dehândır devâ isterseniz

    Şerhâ şerhâ sîne zahmına şifâ istersenizNoktası bin cân değer bir merhabâ isterseniz

    Gûş urun men âcize yârin selâmın söylemem

    Derd-i câna bin devâşîrîn kelâmın söylemem

    (Onun mübarek dudaklarından güzel ağzın-dan dökülen kelamlar, selâmlar gönülden iste-yenler için hastalığa ve ayrılık acısıyla yarılmış olan gönüllere şifadır. Onun bir merhabasına

    28 KASIM 2014 somuncubaba 29

  • hatta merhaba kelimesinin bir noktasına bin can verilse yeridir. O kadar kıymetlidir. Beni can kulağıyla dinleyenlere onun kutlu selâmını teb-liğ ederim, başkalarına söylemem. Canlara bin türlü deva sunan mübarek kelamını herkese, dikkat kesilmeyenlere söylemem.)

    Bir merhabasına bin can verilen kişi mürşid-i kâmildir, Allah dostudur. “Merhaba” kelimesinin Arap harfleriyle yazılışında “Ba” harfinin altında bir tane nokta vardır. Bu arada nokta hakkında şunu da izaha çalışalım. Kur’an-ı Kerim, dolayı-sıyla Besmele ile “Ba” harfi ile başlar. “Ba” har-finin derecesinin yüksekliği ona nokta verilişi sebebiyledir. O birçok nokta içinden sadece bir nokta almıştır. Bu onun bir sevgiliyle yeti-nen âşkının eseridir. Himmetinin yüceliğidir.4

    Mürşid-i kâmil gönül tabibidir. Gönüllere şifa sunan doktordur. Onlar Hz.RasûlulIahın (s.a.v.) varisleridir. Onlardan ilim, hikmet ve edeb öğ-renmek isteyen her talabe bu edeblere dikkat etmelidir. Allah için önünde diz çökülmeli ge-reken makama saygı göstermeli, kibri bırakıp tevazua sarılmalıdır.

    Her mü’min, mürşid-i kâmili, Allah ve Rasûlü’nün bir emaneti olarak görmelidir. Ona kar-şı yapacağı hürmetin, aslında Allah ve Rasûlü’ne yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu bilmelidir.

    Mürşidden Alınacak Güzellikler

    Kâmil mürşidlerin sadece duasını almak için değil, onlarda bulunan güzel ahlakı almak için-de yanlarına gidilmelidir. Hak yolcusu mürşi-dinde gördüğü edeb, zikir, taat, tevazu, hürmet, nezaket, insan sevgisi, sabır, kusurları örtmek ve affetmek, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahla-kından az da olsa almalıdır. Susuz bir kimsenin tatlı bir su kenarına varıp hiç su almadan geri dönmesi ne kadar acıdır.

    Büyük velilerle beraber olan kimseye on-lardan muhakkak güzel bir hâl bulaşır. Bu gü-zel hâller, sevgi ve samimiyete göre değişir. Onlarla bulunmaya sabreden kimse, kesinlikle bunun bereketini görür. Bunun için samimiyet, sabır ve mürşidin sohbetine devam gerekir. Bu konuda Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle bu-yurmuştur:

    “Salih insanlarla beraber bulunan kimse güzel koku satanla beraber olan kimseye benzer. Güzel koku satan kimse kokusundan ona ikram eder. O hiç bir koku almasa bile, onun yanında durdu-ğu sürece ondaki güzel kokuyu teneffüs eder ve koku üzerine siner. Kötülerle bulunmak da körük-çü dükkânında oturmak gibidir. Orada bulunan kimse elini hiç kömüre bulaştırmasa bile, oradaki pis havadan bir parça üzerine siner.”5

    Biz şiire dönelim:

    Hamdüli’llâh kim huzur-ı Hazretine varmışamKapısına baş koyup ol mâh cemâlin görmüşemŞan-ı dergeh-i hâkine lutf ile yüzler sürmüşemGûş olsa da men âcize yârin selâmın söyle-

    memDerd-i câna bin devâşîrîn kelâmın söylemem

    (Allah’a hamd olsun ki Pirimin yüce huzuru-na varıp, bütün tevazuumla yüzümü kapısının eşiğine koyup, sohbetine katılıp yüzünü gör-müşüm. Beni can kulağıyla dinleyenlere onun kutlu selâmını tebliğ ederim, başkalarına söy-lemem. Canlara bin türlü deva sunan mübarek

    kelamını herkese, dikkat kesilmeyenlere söy-lemem.)

    Kapısına lâyık olmadı meğer kurbânlığımMahşere dek dinmese şayestedir giryânlığımBir iki gün yâr ile var şöyle kim mihmânlığımGûş urun men âcize yârin selâmın söylememDerd-i câna bin devâşîrîn kelâmın söylemem”

    (Her ne kadar Kurban bayramında ziyaretine gittiysem de, o bir kurban kesti ama beni değil. Canımı onun yoluna kurban etmek isterdim. Bu arzu ile mahşere kadar ağlarım. Ama o sevgili-nin yanında bir iki gün kaldım, misafiri oldum. Ondan güzel şeyler işittim. Beni can kulağıyla dinleyenlere onun kutlu selâmını tebliğ ede-rim, başkalarına söylemem. Canlara bin türlü deva sunan mübarek kelamını herkese, dikkat kesilmeyenlere söylemem.)

    Selâm Sevgiyi Âleme Yayar

    Aslında bu şiir çalışmasını okuyanlardan meseleye can kulağını verenlere de, bu selâm bu vesileyle ulaşıyor kanaatindeyim.

    30 KASIM 2014 somuncubaba 31

  • Es-Seyyid H. Hamidettin Ateş Efendi’nin selâm hakkındaki şu veciz kelamlarıyla yazımızı taçlandıralım:

    “Sevgili Peygamberimiz (s.a.v): “Selâmı ara-nızda yayınız” buyurmakla sevgiyi topluma ve tüm dünyaya yaymamızı emrediyor. Birliği beraberliği, kardeşliği, sevgiyi bütün insanlık âlemine yayın diyor.

    Selâm hem yaşadığımız dünyada hem de ebedi kalacağımız bakî âlemde geçerli bir kelam-ı mukaddestir. Cennet-i a’lada melekle-rin inananlara, inananların birbirlerine selâm vereceklerini Yüce Kitabımız bizlere şöyle bil-dirilmektedir. “Rablerine karşı gelmekten sa-kınanlar da grup gurup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: “Size selâm ol-sun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedi kalmak üzere buraya girin.”6

    Selâm, gönüllere muhabbet tohumunu eker, gönül kazanmayı sağlar. Selâm insanların atası Hz. Âdem’den (a.s.) günümüze kadar gelmiş gü-zel bir ameldir. Peygamberler sünnetidir.

    Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadislerin-de selâm’ın şeklinin AllahuTeâla tarafından Hz. Âdem’e (a.s) öğretildiğini şöyle bildirmektedir. “Allah Teâlâ, Âdem (a.s)’i yaratınca ona:

    - Git şu oturmakta olan meleklere selâm ver ve senin selâmına nasıl karşılık vereceklerini de güzelce dinle; çünkü senin ve senin çocukları-

    nın selâmı o olacaktır, buyurdu. Âdem aleyhi’s-selâm meleklere:

    - Es-Selâmüaleyküm, dedi. Melekler:

    - Es-Selâmüaleyke ve rahmetullâh, karşılığı-nı verdiler. Onun selâmına “ve rahmetu’l-lâh”ı ilâve ettiler.”

    Pirimiz Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-retleri (k.s) Hutbeler adlı eserinin 7. Hutbesin-de iman ehlinin vasıflarını sayarken şöyle bu-yuruyor:

    “Selâm veren müminin selâmını güzelce al-mak ve hastaları yoklamak ve ölmüş olan mü-minlerin namazlarını kılmak, herkese karşı cûd u sehada bulunmak ve küçüklere şefkat, büyük-lere hürmet etmek ve kendi nefsi için istemedi-ğini mümin kardeşine de istememek, herkese kendi gibi bakmak dahi imanın şûbelerinden ve iman ağacının dallarındandır ki, ağaç dalsız ol-mayacağı gibi, iman dahi bu güzel sıfat ve has-letsiz olmaz.”7

    Dipnot

    1. 4/Nisa, 86

    2. İbnHişâm, II, 661-662.

    3. H. Hulûsi Ateş, Şeyhzadeoğlu Özel Kitaplığı Arşivi, 1221. Nolu Belge.

    4. İsmail Hakkı Bursevi, (Haz: Heyet) Ruhul Beyan Tefsiri, C.1, s. 78, Erkam Yay, İst, 2012.

    5. Buhari, Zebaih 31; Müslim, Birr, 146; Ebu Davud Edeb, 16.

    6. 39/Zümer, 73

    7. H. Hamedettin Ateş Efendi Mektup Arşivinden.

    Hoş bak mâ’nâ âlemine;

    ‘Gül’ bilene, bu yol yeter!..

    Sığın Hakk’ın keremine;

    ‘Kul’ bilene, bu yol yeter!..

    Âdem’i gör, aş engeli;

    Cândır ömrün aşk bedeli!..

    Hilkate sor her ahvâli;

    Yol bilene, bu yol yeter!..

    Yûsuf ‘tan al kul vecdini;

    Halîl bilir cân derdini!..

    Duy Yûnus’un aşk virdini;

    Sal bilene, bu yol yeter!..

    Gönül ne var tahtta, taçta?

    Eyyub gibi sabret içte!..

    Süleymân’ı gör bu göçte;

    Yel bilene, bu yol yeter!..

    Mûsâ’ya sor gayb özünü;

    Çöz bu ilmin içyüzünü!..

    İsâ ile aç gözünü;

    Hâl bilene, bu yol yeter!..

    Dost’tan mı bu aşk, iştiyak?

    Zikre dalmış dağ, taş, eflâk!..

    O’nsuz değil düşen yaprak;

    Dil bilene, bu yol yeter!..

    Rıfat ARAZ

    Dil Bilene, Bu Yol Yeter...

    32 KASIM 2014 somuncubaba 33

  • Her insanın itiyat edindiği işler vardır. Hatta bu alışkanlıklar bölgeden bölgeye değişiklik arz edebilir. Bu sebeple her bi-rimiz, kendi bölgesine bakarak alışkanlık haline gelmiş birkaç husus sayabilir. Meselâ Karadeniz insanı çay içmeden duramaz.

    Alışkanlıklarımızı başta ailemiz olmak üzere çevremiz bize kazandırmaktadır. Yemek kültü-rümüz de bunun gibidir. Nitekim ülkemizdeki insanların müşterek bir damak tadı vardır. Bazı bölgelerde etli yemekler, bazılarında sebzeli ye-mekler öne çıksa da, hepsinin zevkine hitap eden yemekler vardır. Bundan dolayı bir Aydınlı ile bir Diyarbakırlı sofraya oturduğunda, yemek ister Ege yemeği olsun, isterse Doğu yemeği olsun, her ikisi de sofradan karınlarını doyurarak kalkarlar. Ancak yurt dışına çıkıldığında, gidilen ülkedeki yemek kültürü damak tadımıza hitap etmiyorsa, çoğu zaman peynir ekmek ve benzeri şeyler yeni-lerek, yarı aç bir şekilde ülkemize dönülür.

    Bizi Biz Yapan Ailemiz

    Esasında ailemiz, okulumuz ve arkadaş çev-remizden edindiğimiz her şey bizim hayata ba-kışımızı ve kimliğimizi oluşturmaktadır, diyebi-liriz. Bu da bize, bizi biz yapanın esasında aile-miz, okulumuz ve çevremiz olduğunu gösterir. Dolayısıyla bunlar ne kadar iyi olursa ve kişi ne kadar güzel bir tezgahtan geçerse, toplumun huzuruna çıkacak olan kişi o kadar makbul olur.

    Bu durum bize, insanın kendi haline bıra-kılmadığını ve sürekli olarak birileri tarafından şekillendirildiğini göstermektedir. Bu sebeple insanlara bakınca, onların tavır ve davranışları ile konuşmalarını izleyince; ailesinden, oku-lundan veya arkadaş çevresinden bazı şeylerin yolunda gitmediğini anlarız. Meselâ küfürlü ko-nuşmalar yapıyorsa nasıl bir muhitten geldiğini tahmin ederiz. Ancak bazen öyle olur ki, bu üç unsurdan birisi veya ikisi çok iyi olmasına rağ-men, kötü olan diğer taraf çocuğun ahlakını bo-zar. Meselâ ailesi ve okul ortamı çok iyi olma-sına rağmen, arkadaş çevresi onun istikâmetini kaybetmesine sebep olur. Bazen de aile ona iyi

    bir rehberlik yapmaz. Çocuk yanlışları ailesin-den öğrenir ve alışkanlık haline getirir.

    Kazanılan alışkanlıklar bağlılık oluşturur. Bu sebeple her türlü alışkanlık insanın alışmış ol-duğu şeye daha fazla yapışmasına ve ondan ko-pamamasına sebep olur. Meselâ kumar illetine yakalanan insanların bir türlü bu alışkanlıkları-nı bırakamadıklarını ve ellerine geçen üç-beş kuruş parayı bir yolunu bularak kumarda har-cadıklarını görürüz. Aynı husus içki müptelâsı insanlarda da görülür. İçkiyi bırakmak isteseler bile içki onları bırakmaz. En küçük fırsat içki kadehini kafalarına dikmelerine sebep olur. Kumar ve içkiyle aynı olmasa bile, sigara alış-kanlığı da alışmak açısından böyledir. Kansere sebep olduğunu bilmesine rağmen, alışkanlık-tan sıyrılmanın gerçekten zor olması sebebiyle, pek çok kişi bu zararlı dumanı içine çekmekten kendisini kurtaramaz.

    Demek oluyor ki, alışkanlıklar insanları ken-dilerine bağlarlar. Bunun yanında, alışılan şey -kumar misâli- İslâm’ın yasakladığı bir şey ise, kişi alıştıktan sonra onu basit ve önemsiz bir şey olarak görmeye başlar. Meselâ içki içmeye başlayan bir insan, bunun haram olduğunu bili-yorsa ilk başlarda çok zorlanır. Kalbi içerken da-ralır ve haramı işlemesi hiç de kolay olmaz. An-cak içmeyi sürdürdükçe alışkanlığı artar ve ha-ramlığı gözünde küçülmeye başlar. Bir müddet sonra da içkinin haram oluşu sıradanlaşır, onu ürpertmez. Oysa rabbimiz şöyle buyurmuştu: “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.” (5/Mâide, 90).

    Böylesi insanların ellerinden tutacak ve doğ-ru yola sevk edecek güzel insanlar bulunmaz-sa, ölene kadar bu kötülükleri işlemeleri kuv-vetle muhtemeldir. Bu sebeple cemâatlere ve mâneviyat önderlerine büyük görev düşmekte-dir. Bu insanları Allah’ın râzı olacağı istikâmete onlardan başkası çok zor çeker.

    Alışkanlığa tersinden bakacak olursak, na-maz kılmayı ve diğer ibadetleri yerine getirme-

    Kulluğun Zor Sınavı:İyi ve Kötü Alışkanlıklarımız

    “Esasında ailemiz, okulumuz ve arkadaş çevremizden edindiğimiz her şey bizim hayata bakışımızı ve kimli-ğimizi oluşturmaktadır, diyebiliriz. Bu da bize, bizi biz

    yapanın esasında ailemiz, okulumuz ve çevremiz oldu-ğunu gösterir. Dolayısıyla bunlar ne kadar iyi olursa ve kişi ne kadar güzel bir tezgahtan geçerse, toplumun hu-

    zuruna çıkacak olan kişi o kadar makbul olur.”

    KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*

    34 KASIM 2014 somuncubaba 35

  • yi kalbine sindirerek itiyat haline getirmiş olan insanda, bu ibadetleri zamanında edâ etmek hususunda müthiş bir azim vardır. Namazın vakti geçecek diye ödü patlar. Ne yapıp edip vaktinde kılmak için her türlü yola başvurur. Allah’a ibadetten almış olduğu mânevî lezzet karşısında dünyadaki hiçbir şey umurunda ol-maz ve bir şekilde onu edâ eder. Gece çok geç vakitte yatmasına rağmen saati kurmadan sa-bah namazına kalkabilen insanın hali burada bahsettiğimiz durumdur. Oruç ve diğer ibadet-ler hususunda da aynı hassasiyeti vardır.

    Bahsettiğimiz bu güzel yöne rağmen, alış-kanlık edindiğimiz ibadetlerin edâsı açısından korkmamız gereken çok önemli bir nokta bu-lunmaktadır. Şöyle ki, insan ibadetleri yerine getirmeye çok önem verirken, ibadetin mânevî hazzının kaybolmaması ve bundan lezzet alma-nın devamlı canlı tutulması gerekir. Dolayısıyla sıradan bir alışkanlığa dönüşmemesi icap eder. Eğer ibadet sıradanlaşmaya başlar ve o ibade-tin ruhu insandan uzaklaşırsa, hem ibadetinden lezzet alamaz hem de ibadeti onu istikâmet üzere tutmaz. Nitekim farzlar hususunda çok hassas olan ve bir vakit geçirmemek için çır-pınan, ancak bunun yanında Allah’ın haram kıldığı bir takım fiilleri işlemekte hiç tereddüt etmeyen insanların durumu böyledir. Çünkü ibadet artık sıradan ve fazla değeri olmayan

    bir alışkanlık haline dönüşmüştür. Mânevî bo-yutu zayıfladığından dolayı da insanı istikâmet üzere tutmaz. Allah bizleri böylesi hallerden muhâfaza etsin. Hayatını zikrullah ve benzeri nâfile ibadetlerle süslemeyen insanın durumu böyledir. Namaz dışında kalan vakitlerde yaşa-mını Allah’ın istediği gibi düzenlemediğinden ve rabbinden koptuğundan dolayı, beş vakti edâ ederken Allah bir kere olsun, aklına doğru düzgün gelmez.

    Bahsettiğim bu alışkanlığın alt seviyedeki ör-neklerinden birini Kâbe’de görürüz. Bizim gibi dışarıdan gelen insanların Kâbe’ye ve o beldeye gösterdikleri ihtimam ile orada sürekli yaşayan-ların gösterdikleri saygı arasında büyük fark var-dır. Dışarıdan gelenler göz yaşlarını döküp titre-me haliyle Kâbe’nin etrafında dönerken, sürekli orada oturanlarda bu durumu pek göremeyiz. İşte bu, alışkanlığın sonucu olan bir durumdur. Eğer bizler de sürekli orada kalsak, belki de üç beş ay sonra oranın yerlileri gibi oluruz. Zira de-vamlı yanında durmak sebebiyle artık Kâbe’ye ünsiyet peydâ ederiz ve bir nevi arkadaşımız gibi olur. Bu sebeple, sürekli birlikte olmak se-bebiyle ortaya çıkabilecek gevşeklik ile ihlas arasındaki çizgiyi korumak son derece önemlidir ve bu ciddî bir çaba gerektirir. Allah bizi ibadet-lerimizi sıradanlaştırmaktan korusun.

    Alışkanlık Değil Allah’ın Rızası

    Mü’mine düşen görev, İslâm’ın emrini, alış-kanlıktan çıkarıp Allah’ın rızası gözetilen bir boyuta taşımasıdır. Meselâ hanım kardeşleri-miz için tesettür İslâmın zorunlu bir emridir. Bu emri yerine getirebilen insan gerçekten büyük bir samimiyet ve Allah’a bağlılık göstermekte, çevre baskısına aldırmadan yaratanının emrini îfâ hususunda titizlenmektedir. Bu sebeple her türlü takdir ve övgüyü fazlasıyla hak etmekte-dir. Lakin aynı insan, bulunduğu arkadaş çevresi sebebiyle, İslâm’ın tasvip etmediği bazı şeyleri yapmaya başlayabilmektedir. Nitekim tesettürlü bir bayanın ağzında sigara ile yolda yürümesi veya kafe köşelerinde tavla ve benzeri oyunlar oynayarak sigara tüttürmesi bizlerin akıllarının on kilometre ötesinden bile geçmeyecek şey-lerdi. Ancak artık bu manzaranın da çoğaldığını ve sıradanlaştığını üzülerek seyrediyoruz. Bunu gördüğümüzde, tesettürün aslî vazifesini yerine getirmekten uzaklaştığını ve bir yük haline gel-meye başladığını, hicâbın anlamını yitirdiğini ve bir geleneğe dönüştüğünü anlıyoruz. İşin kötü tarafı ise, bu manzaraları sıkça görmeye başla-yan dindar insanların da buna alışmaya başla-masıdır. Dolayısıyla bu hal devam ettikçe, çarşı pazar içinde, kafe köşelerinde, tesettürlü bir bayanın kağıt oynayıp yüksek sesle kahkahalar atmasını, bu esnâda sigarasını tüttürmesini “Bu da olabilir, ne var bunda?” diyerek sıradanlaştı-racağız. Çünkü sıklıkla karşılaşılan manzara, biz-lerde görme alışkanlığına sebebiyet verecek ve hiç yadırgamadan yolumuza devam edeceğiz. Nitekim on veya yirmi yıl önce çok abes şeyler olarak gördüğümüz nice fenâlığa bu şekilde alış-madık mı? Halbuki rabbimiz bizim dışarıda nasıl olmamız gerektiğiyle ilgili şöyle ferman etmişti: “Rahman’ın kulları yeryüzünde mütevâzı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel ve yumuşak söz söylerler.” (25/Furkân, 63).

    Bazı şeyleri sıradanlaştıran alışkanlıklar sa-dece bu örnekle sınırlı değil elbette. Hem er-kekler hem de hanımlar tarafından pek çok misâl bulmamız mümkündür.

    Bizleri bir tehlike daha beklemektedir. Ona da mutlaka dikkat çekmek gerekiyor: “Güzel alışkanlıklarımızı sıradanlaştırmayalım.” diyo-ruz ancak, aynı zamanda bu alışkanlıklarımızı kaybetmememiz ve korumamız da gerekiyor. Yani ibadetimizi yerine getirmeyi sıradan bir iş haline getirmeyeceğiz, lâkin aynı zamanda, bu alışkanlığımızı da kaybetmeyeceğiz. Bu hususta iki örnek zikretmek istiyorum:

    Camilerde cemâatle namaz kılma alışkanlı-ğımız sürekli şekilde azalıyor. Mescid sayısı her gün artmasına rağmen cemâatin özellikle vakit namazlarda ne kadar az olduğu hepimizin malu-mudur. Hele sabah ve yatsı namazlarında cami-lerde neredeyse sadece yaşlılar bulunuyor. Bu güzel alışkanlığımızı canlandırmak zorundayız. Zira Allah’ın evlerini mahzun bırakmaya hiç hak-kımız yok. Hz. Peygamberin şu hadisini unutma-yalım: “İnsanlar ezanın ve ilk safın sevabını bilse-lerdi, ezanı okumak ve ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının fazîletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namaz-ları cemâatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî, 615).

    İkinci olarak: İbadet esnâsında takke takma alışkanlığımız zayi olmaya başladı. Başı açık namaz kılmak on yıl öncesine kadar pek hoş karşılanmazken, şimdilerde ise camilerde takke takanlar azınlığa düştü. Bazı İslâm ülkelerinde cami girişlerine sepetler konmakta ve takkesi olmayanlar buralardan emânet takke almak-tadırlar. Böyle bir uygulama yapılabilir, ancak buna hiç gerek kalmadan bu güzel alışkanlığı-mızı ve geleneğimizi canlı tutabiliriz. Cebimiz-de cüzdana ve cep telefonuna yer var ancak küçücük bir takkeye yer yok?!

    Güzel adetlerine sahip çıkan ve bunları alış-kanlık haline getiren, bunu yaparken de mânevî haz boyutunu ihmâl etmeyen, yaptıklarını sıra-danlaştırmayan kullardan olmamız niyazıyla.

    Dipnot* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

    36 KASIM 2014 somuncubaba 37

  • TARİH / Resul KESENCELİ

    Deliler Ocağı

    Osmanlı fetihlerinin sürdüğü ve toprakların genişlemeye devam ettiği dönemde Rumeli sı-nır boylarında düşmanlara korku salan yeni bir askeri sınıf ortaya çıkmıştır. Vahşi hayvanların derisinden yapılmış başlık ve elbiseler giyen, vahşi görünüşleri ile düşman askerlerinin yü-reğine korku salan, gözü kara, korku nedir bil-meyen süvari birliğidir bunlar. Bunlara Deliler denilmiştir. Deliler 15. yüzyılın ortalarından başlayarak görünmeye başlar ve 16. yüzyılda tam bir düzene erişir. Meşhur Müverrih Meh-met Neşrî’nin aktardığına göre 1444 yılındaki Varna ve 1448 yılındaki Kosova Muharebele-rinde Osmanlı ordusunun bir parçası olarak sa-vaşırlar. Eserde Delilerden şu şekilde bahsedil-mektedir. Topların tüfeklerin sesinden kulaklar sağır oldu, gürültüsünden beyinler dondu. Bu ulu cengin heybetinden deniz dibindeki ba-lıklar ürktü, dağ canavarları vatanlarını koyup gittiler, sesten, bağırtıdan, yankıdan, atların kişnemelerinden, erenlerin nağralarından, ba-ğırıp çağırmalar nefirinden ödler patladı, nice-lerinin başı gitti, kan ırmak gibi aktı, dumandan tozdan havanın yüzü kapkara oldu, can alıcı can almaktan yoruldu... “Deri takkeli Deliler’in atlarının boyunlarında öten ziller, savaştıkları kâfirlerin iniltileri ve figanları idi. Bu garip tarz ve acayip tavırla kâfirlere köpeksiz koyuna kurt girer gibi koyuldular. Dünya depreme tutuldu. Kaf Dağı yerinden oynadı, gökler yer üstüne yı-ğıldı sandılar, gaziler kâfirleri öyle kırdılar ki…” Bunlar öylesine cesurdurlar ki bir hükümdarın hizmetine girdikten sonra, onları vazgeçirebi-lecek hiçbir unsur yoktur. Bir başka kaynakta, Delilerden şöyle bahsedilir: Deli sözü Türkçede mecnun anlamına gelir, ama bundan bu adam-ların mecnun ya da akıllarını yitirdikleri anlamı çıkarılmamalıdır. Bu, kendilerini tehlikeye at-mak konusunda gösterdikleri azim ve inattan, nefislerini tehlikeye gerçekten deli gibi bir per-vasızlıkla atışlarından dolayıdır. Orduyu Hüma-yun bünyesinde yer alan Deli Ocağı, genellik-le sınır boylarında, Rumeli Beylerbeyleri veya sancakbeyleri maiyetinde bulunan hafif süvari

    birliklerinden oluşuyordu. Olağanüstü cesaret-leri, oldukça gösterişli kıyafetleri ve gözlerini daldan budaktan sakınmayan tavırları ile düş-mana saldırmalarından dolayı “deli” diye anılı-yorlardı. Sadece Osmanlı tarihinin değil dünya tarihinin de en renkli askeri birliklerindendiler.

    Ölümüne Sadakat

    Rumeli sınır beyleri, akıncılardan farklı ola-rak doğrudan kendilerine bağlı hafif atlılardan oluşan süvari birliklerini çözüm olarak gördü-ler. Ve böylece Deliler tarih sahnesindeki yer-lerini aldı. Başlangıçta Semendire, Bosna gibi Rumeli’nin önemli merkezlerinde kurulan Deli askeri teşkilatı zamanla büyüdü, önceleri küçük bir bölük biçiminde yalnızca sınır beylerinin muhafız birlikleri iken, gün geçtikçe Osmanlı ordusunun en korkutucu savaş unsurlarından birisi durumuna yükseldi. Kuruluş yıllarında yal-nızca Rumeli’deki sınır beyliklerinde görev alan Deliler XVII. yüzyıldan itibaren merkezde veziri-azamın, Anadolu’daki vezir ve beylerbeylerinin maiyetlerinde de oluşturulmuş ve tamamen ücretli maiyet askeri statüsüne geçmişlerdi. Ne sadakatlerinden ne de cesaretlerinden en ufak kuşku duyulmadığı için de bu beylerin özel ko-rumaları olmaları son derece olağandı. Öyle ki, Osmanlı tarihinde sıkça görülen, Yeniçeriler ve diğer askerler tarafından başlatılan ve çoğu za-man bir devlet büyüğünün katli ile sonuçlanan olayların hiçbirine Deliler’in katılmadığını gö-rürüz. Barış dönemlerinde etkileyici ve sıra dışı kıyafetleri ile sadrazamların düzenlediği divan alaylarının en önünde giden Deliler sadrazam-lara yol açar, olası suikastlere karşı güvenliği sağlarlardı. Sefer sırasında ise ordunun en ön safında giden Deliler korku bilmeksizin düşma-nın içine dalar, onların hatlarını yarmaya çalışır ve canlı esir ele geçirerek düşman hakkında bil-gi edinmeye çalışırdı. Sultan III. Murad’ın oğulla-rının sünnet şenliğinde Deliler sultanın önünde hem binicilik yeteneklerini hem de daha sonra çıplak bedenlerine sapladıkları çeşitli kesici aletlerle, dayanılmaz acılara dayanabildiklerini ve sultana olan ölümüne sadakatlerini göster-mişlerdir. Deli Ocağı’na katılmak kolay değildi.

    DelilerOsmanlı OrdusundaSıradışı Kahraman Askerler:

    38 KASIM 2014 somuncubaba 39

  • Öyle her isteyen Delilere katılamıyordu. Deli-lere katılmak isteyen kişinin yerine getirmesi gereken iki temel şart vardı. Gösterişli bir fiziki yapıya sahip olmak ve cesaretini, savaşma be-cerisini kanıtlayabilmek. Cesaretlerini ve savaş aletlerini kullanmaktaki hünerlerini kanıtlamak için savaşta hiç olmazsa 8-10 düşman süvarisi-ni öldürerek zaferle dönmeleri yine Delilerden beklenen şeylerdi. Bu koşulları yerine getirip kendini ve cesaretini kanıtlayarak eğitim aşa-masını başarıyla tamamlayan Deliler, düzen-lenen bir tören ile yemin eder ve ocağa özgü başlıklarını giyerek Deliler Ocağı’na resmen ka-tılmış olurlardı. Bayrak adı altında 60’şar kişilik küçük ocaklara ayrılan Delilerin birkaç ocağı bir delibaşının emrine verilirdi.

    Sıra Dışı Askerler

    Genellikle Türklerden oluşmasına karşın Deliler Ocağı’nda Devşirmelere de rastlamak olasıydı. Delileri Osmanlının diğer askeri bir-liklerinden ayıran en önemli özellikleri hiç kuşkusuz kıyafetleriydi. Delilerin elbiseleri as-lan, kaplan, sırtlan ve ayı benzeri hayvanların kürklerinden yapılır, rahat hareket edebilmek ve yaralandıklarında yaraları ile de düşmana korku salmak için zırh falan giymezlerdi. “Ser-hatlik” adı verilen yüksek topuklu, sivri burun-lu, arkasında mahmuzu bulunan ve genelde sarı renkte deri çizme veya ayakkabı giyerlerdi. Delilerin deli kalpağı adı verilen kalpakları çiz-gili sırtlan, kar leoparı, samur ve pars benzeri vahşi hayvanların derisinden yapılır, bu kalpak-ların üzerinde kartal kanadı ya da tüyleri bulu-nurdu. Kullandıkları başlıca silahlar ise mızrak, kılıç, satır balta, bozdoğan, şeşper, gürz ve sa-vaş çekici idi. Delilerin atları da en az kendileri kadar sıradışıydı. Atlar çoğu zaman kartal tüy-leri ile süslenir, atın kafası üzerine serilen bir aslan postunun ağzından çıkardı. En parlak dö-nemlerinde sayıları on bine ulaştığı düşünüle-cek olursa, üzerlerine doğru gelmekte olan on bin vahşi görünüşü süvarinin düşman askerleri üzerinde nasıl bir psikolojik etki yarattığ