40
P erspektif P erspektif FEBRUAR / ŞUBAT 2011 • Jg./Yıl: 17, Nr./Sa yı: 194 İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Yayın Organı Sünneti Öğrenmek

FEBRUAR / ŞUBAT 2011 • Jg./Yıl: 17, Nr./Sa yı: 194 İslam ... · HE SAP NO · BANK VER BIN DUNG: BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW Selamların

  • Upload
    others

  • View
    1

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

PerspektifPerspektifFEBRUAR / ŞUBAT 2011 • Jg./Yıl: 17, Nr./Sa yı: 194 İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Yayın Organı

SünnetiÖğrenmek

Kontakt: Jugendorganisation • Stichwort: KFÖ • Boschstr. 61-65 • 50171 Kerpen [email protected] • Mobil: 0178 3312404 • Fax: 02237 656369

Informationen zum Inhalt und zur Bewerbung unter www.igmg.de

editör Pers pek ti fIGMG AY LIK YA YIN OR GA NI

FEBRUAR / ŞUBAT 2011 Yıl/Jg.: 17, Sayı/Nr.: 194

Boschstr. 61-65, D- 50171 KerpenTel.: 02237/ 656-0

Fax: 02237/ 656 555www.igmg.de

E-Mail: [email protected]

YA YIN CI • HE RA US GE BERIs la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş • IGMG e.V.

Amt sge richt Bonn, VR 6621Vertreten durch den Vorstand:

Osman Döring, Vorsitzender; Oguz Ücüncü,Generalsekretär; Ali Bozkurt, stellv. VorsitzenderGenel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur:

Oğuz Üçün cü (V.i.S.d.P)Dizgi-Layout: İlhan BİLGÜ

Baskı · Druck: Ya vuz söh ne-Du is burg

Ya yın la nan ma ka le ve fi kir ya zı la rı nınso rum lu luk la rı ya zar la rı na ait tir.

Di e in der Ze itsc hrift ve röf fent lich ten Mei nun genbin den di e Au to ren, nicht di e IGMG

İLAN SER Vİ Sİ · AN ZE IGEN SER VI CE:Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555

E-Ma il: ta nit [email protected]

ABO NE SER VİSİ · ABON NE MENT:Is la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş

Lasts chrif tab tei lung:Boschstr. 61-65, D- 50171 Ker pen

Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555E-Ma il: mitg li [email protected]

Yıl lık abo ne üc re ti: 59,-EU ROJah re sa bon ne ment: 59,-EU RO

IGMG Ge nel Mer kez Üye le ri ne Üc ret siz dir

Für Ve re ins mitg lie der der IGMG kos ten los Der Be zugs pre is ist im Mitg li eds be it rag ent hal ten

HE SAP NO · BANK VER BIN DUNG:BANK AUSTRIA:

IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01SWIFT: BKAUATWW

Selamların en güzeli ile

İlk olarak Tunus’da başlayan “halk öfkesi” en çok Mı-sır’da yankı buldu. Ürdün, halkın öfkesinin daha da yay-gınlaşmasını önlemek için hükümeti değiştirdi. Yemen’dehareketli günler yaşanırken, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esadda reform yönünde adımlar atmaya başladı.

Mısır’da çok dramatik bir hâl alan gelişmeler, aynı za-manda Batı dünyasına karşı bir tepkiyi de gözler önüne ser-di. Halk sadece bir yönetime değil, bu rejimleri ayakta tut-mak isteyen uluslararası iradeye de tepkili idi. Pankartlar vesloganlar bu tepkiyi açıkça ortaya koydu. Batı dünyası, butepkileri yerli yerinde değerlendirmek durumundadır. Bukonudaki gelişmeleri gelecek sayımızda inceleyeceğiz.

Bu arada Türkiye Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik’in ge-çen ay gerçekleşen Avrupa ziyareti, bu coğrafyada yaşayanTürk vatandaşlarının Türkiye’deki seçimlerde oy kullana-bilmeleri, ikamet, aile birleşimi ve çifte vatandaşlık gibi so-runlarını tekrar gündeme getirdi. Berlin’de sivil toplum ku-ruluşları ile yapılan ve Genel Başkanımız Yavuz Çelik Ka-rahan’ın da katıldığı toplantıda bu konulardaki hassasiyet-lerimizi Sayın Bakan’a yeniden aktardık.

Öte yandan, son aylarda Avrupa’da camilere ve göçmenlereyönelik saldırıların artmasını büyük bir endişe ile izliyoruz.Elinizdeki sayımızda bu saldırıları değerlendiren bir yazı-ya yer veriyoruz. Kamuoyunun bu konudaki sessizliğini isemânidar buluyoruz. Sudan’da yaşananlar ve yapılan referandumhakkında bir değerlendirme yazısını da okuyucularımıza su-nuyoruz. Bu sayımızda ayrıca Şubat ayı içerisinde eda ede-ceğimiz Mevlid kandili vesilesiyle Efendimiz’in (s.a.v) sün-neti ve onu öğrenmenin önemi üzerinde durduk. Okullariçin hazırlanan rehber kitapçıklarla ilgili bir değerlendirmeyide bu sayımızda okuyabilirsiniz. Ayrıca değerli İslam araş-tırmacısı Annemarie Schimmel hanımefendiyi vefat yıldö-nümü vesilesiyle yâd ediyoruz. Geçen ay ele almaya başla-dığımız küreselleşme konusunu bu sayımızda kültürel bo-yutu ile irdeliyoruz. Hollandaca yazılmış bir hadis kitabınınyazarı ile söyleşinin yanı sıra Almanya’da oluşan yeni kim-liklere değinen bir yazıyı da ilginize sunuyoruz.

Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanetolun.

• Oğuz ÜÇÜN CÜ

“HALKIN ÖFKESİ”

5

6

8

10

12

14

18

20

22

24

26

28

30

32

34

36

38

iç indekiler

6

22

30

g ü n d e m“Önemli Bir Şey Yok”

Özel Muamele Gerekli mi?

t e ş k i l a tÜniversiteliler Tarih ve Sanat Seminerlerinde Buluştu

IGMG, Avrupa’da MüslümanlarınSiyasal ve Toplumsal Katılımını Ele Aldı

i s l a m v e h a y a tSünneti Anlamak

Sünnet: Çağlar Üstü Örneklik

Hollandaca Hadis Literatürüne Bir Katkı

t o p l u mTire Kimlikler

Kültürel Küreselleşme

d ü n y a“Bilinmeyen bir dilde konuşmuştur”

Referandum Sonrası Sudan Nereye Gidiyor?

Irak

k ü l t ü rAnnemarie Schimmel (1922-2003)

Dünya Gezegeni, Yer Bilimi, Doğa Olayları

i s l a m u n d l e b e nDie Sunna verstehen

a k t u e l lMuslime in der Schule – kein Sonderfall

Nichts von Bedeutung?

ÖZEL MUAMELEGEREKLİ Mİ?

KÜLTÜRELKÜRESELLEŞME

ANNEMARIE SCHIMMEL

g ü n d e m

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 5

Dünyanın her tarafında herhangi bir dinî kuruma, özel-likle de mabed özelliği olan mekânlara yapılan saldırılar her-zaman nefretle kınanmışlardır. Bu mekânlar arasında me-zarlıkların müstesna bir yeri vardır. Çünkü, ibadet mekânlarıdoğrudan, o mabedin temsil ettiği dini ve o dine mensubolan insanları sembolize ederken mezarlıklar ise, hem ya-şayanları hem de geçmişte yaşamış olanları temsil eder. Bugibi mekânlara yapılan saldırılar, umumî bir nefreti gös-termesi bakımından da önemlidir.

Son aylarda yine Avrupa’daki camilere yönelik kundaklamasaldırılarına şahit olduk, en çok da Almanya’nın başkentiBerlin’de. Berlin’deki saldırıların en dikkat çekici özelliğiise, camilerin sadece bir ay içerisinde 7 kere saldırıya uğ-ramaş olmaları. Örneğin Berlin’in en eski minareli cami-lerinden biri olan Şehitlik Camii bir ayda iki kez saldıra-ya maruz kalmış durumda.

Bu saldırıların Müslümanları nasıl bir güvensizlik psi-kolojisine sürüklediğini açıklamaya gerek yok. Bundan da-ha üzücü olan yönü belki de, bu saldırıların kamuoyundahak ettiği tepkiyi görmemiş olmasıdır. Müslümanların ter-kedilmişlik, saldırılara karşı emniyetsizlik ve huzursuzlukduygusuna kapılması, saldırılardan ziyade saldırı sonrasıkamuoyu ve yetkililerin ilgisizli-ği ile daha da derinleşmektedir.

Bu arada, kamuoyunun olan-ca suskunluğuna rağmen FederalHükümetin İnsan Hakları So-rumlusu, FDP’li Markus Löningve Hristiyan Birlik Partileri Mec-lis Grubu Kilise ve Dinî CemaatlerSorumlusu Dr. Maria Flachbarthile Yeşiller Partisi eski eş baş-kanlarından ve Berlin Eyalet Baş-bakan adayı Renate Künast’ınkamuoyunda hakim suskunluğauymayıp tepki göstermesini, gü-

venlik güçlerinin içinde bulundakları zaafiyeti bırakıp sal-dırıların önlenmesi için daha çok tedbir almasını isteme-lerini de takdirle karşılıyoruz.

Öte yandan, Strasburg’daki bir camiye yapılan kundaklamagirişimi sonrasında, Strasburg’daki Müslümanlar, polisin“önemli bir zarar olmamış, o kadar da üzerinde durmayın”yönlü açıklamasını bir teselli mi yoksa bir terkedilmişlikmi olarak algılamaları gerektiği ise ayrı bir soru olarak dur-maktadır. Polisin tespitince bu saldırılar sonucunda önem-li bir maddî zarar olmayabilir fakat bu saldırıların Müslü-manların güven duygularında açtığı yaranın büyüklüğününhiç mi önemi yok? Nitekim, ‘‘maddi zararın pek yüksek ol-madığı’’ bu saldırılar son bulmuş değildir ve Strasburg’dakibaşka cami ve göçmen kökenli vatandaşlara ait dernek veişyerleri de saldırıya uğramaya devam etmektedir. Türk Öğ-renci Kongresi Derneği ile Fas Havayolları’nın büroları busaldırıların en son örnekleri olarak hafızalardaki yerlerinikoruyor. “Önemli bir zarar olmamış, o kadar da üzerindedurmayın” diyen polis, varlık sebebi olan güven telkin et-me konusunda aslında ne kadar başarılı olmuş oluyor?

Berlin örneğine baktığımızda, saldırıları kimin düzenle-diğine dair herhangi bir ize ulaşılabilmiş değil. Nasıl oluyorda, sadece bir ayda 7 kere saldırıya uğrayan camilerin, dahadoğrusu bu camilerin temsil ettiği Müslümanların bir dahasaldırıya uğramaması için her hangi bir tedbir alınamıyor vesaldırganlar, istedikleri zaman yeniden saldırıda bulunabili-yorlar? Bu soruya bizler, Müslümanlar olarak duygularımızıda işin içine katarak ‘‘mâkul olmayan’’cevaplar bulabiliriz. An-cak emniyetimizden sorumlu olan güvenlik güçlerinin daha

mâkul cevaplar bulmasını beklemek de endoğal hakkımızdır. Aksi takdirde, gü-venlik güçlerinin bu saldırılara bir cevapbulma girişiminde dahi olmadıklarınıtelkin eden suskunlukları bizleri daha daderinden yaralayacak, saldırganları iseaynı ölçüde cesaretlendirecektir. Bu tu-tumun yanısıra, dile getirilmesi gerekenbir diğer rahatsızlık, siyasetçiler ve hükü-met yetkililerinin, Berlin’de entegrasyontartışmaları ile Müslümanları rencideedip toplumda Müslümanlara yönelik nef-reti kışkırtacak sözlerine dikkat etmek du-rumunda olmalarıdır. �

“Önemli Bir Şey Yok”Avrupa’da Camilere Saldırılar Çoğalıyor

İlhan Bilgü • [email protected]

Strasburg’daki bir camiyeyapılan kundaklama girişimi

sonrasında Strasburg’dakiMüslümanlar, polisin

“Önemli bir zarar olmamış, okadar da üzerinde durmayın”yönlü açıklamasını bir teselli

mi, yoksa terkedilmişlik miolarak anlayacaklar?

g ü n d e m

2008 yılı başında Kuzey Ren Vestfalya (NRW) Eya-leti Entegrasyon Sorumlusunun yayımladığı “Eğitim Ku-rumlarında Sorunlar ve Fırsatlar” (Herausforderungen undChancen in Bildungseinrichtungen), 2010 yılında da Ber-lin Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörü tarafından yayımlanan“İslam ve Okul” (Islam und Schule) kitapçığının ardından,bugünlerde Rheinland-Pfalz Eyaleti de “Okulda MüslümanÇocuk ve Gençler” (Muslimische Kinder und Jugendlichein der Schule) başlıklı okulda Müslümanlarla ilişkilerde na-sıl davranılması gerektiğine ilişkin rehber bir kitapçık ya-yımladı.

Her şeyden önce bu tür yayımlardaki tavsiyelere ger-çeklikle bağlantısı açısından ancak sınırlı olarak itibaredilebileceğini belirtmeliyiz. Bunun sebeblerinden birin-cisi, yayımlarda yer alan tavsiyelerin her hangi bir tecrü-beden yoksun olması, ikincisi ise, İslamî dinî cemaatlerinsürece dahil edilmesinde yaşanansorunlardır. Daha da önemlisiise, bu tür rehber niteliğindeki ki-tapçıkların yayınlanmasının ger-çekten gerekli olup olmadığı so-rusudur. Çünkü bu yayımlarda sö-zü edilen Müslüman öğrenciler san-ki başka bir iklime ait ve buradayaşamayan canlılar, ya da özel mua-mele gerektiren öğrenci grubu imişgibi lanse ediliyor ki, bu da bazıtereddütlere yol açabiliyor ya daeleştirilerin önünü açıyor.

Daha önce benzer yayımlarda

olduğu gibi sözünü ettiğimiz son kitapçığı da memnuniyetlekarşılayanların yanında reddedenler, eleştirenler de oldu. Tep-kiler bağlamında, Rheinland-Pfalz Eyaleti’nin CDU BaşkanıJulia Klöckner’in kitapçığı “dünyadan bihaber” olarak niteleyip,geri çekilmesini istediğini hatırlayalım. Benzer bir eleştiri,Berlin’de yayınlanan kitapçık için Eğitim ve Bilim Sendikası’ndan(GEW) gelmiş, spor ve yüzme derslerinin kız erkek ayrı ya-pılması teklifi, “dünyadan bihaber” olmak sözleri ile değer-lendirilmişti. Öte yandan, aksi yönde sesler de yükselmiş,kitapçığın hazırlanmasında katkıları da olan Rahib AlbrechtBähr, Klöckner’in eleştirisine, “Göçmenlerin sırtından seçimtaktiği politikası” ve “Burada mesele dersin Müslümanlaştırılmasıdeğil” sözleri ile cevap vermişti.

Rheinland-Pfalz Eyaleti’nde hazırlanan kitapçık, kısaolması hasebiyle “okul için gündelik hayatta pratik tavsiye-ler” bağlamında bir işlev görmek yerine, eyaletin siyasî du-ruşunu göstermeye hizmet ediyor gözükmesine rağmen,şimdiye kadar bu yönde yapılan yayımların en başarılısı gi-bi gözüküyor. Bunun altında yatan temel sebep ise kanu-nî düzenlemeleri dikkate alarak onlara dayanması, kanunlardabelirtilenden ne eksik ne de fazla taleplerde ya da tavsiyelerdebulunmamış olmasıdır. Bu yaklaşımın sonucu olarak ki-tapçık hazırlanırken ideolojik gerekçeler ve yaklaşımlar-

dan mümkün olduğunca kaçınılmış in-tibası veriyor. Doğal olanın da bu olduğu,dolayısıyla bu yaklaşımın zaten normalolduğu düşünülebilir. Oysa, örneğin, Ku-zey Ren Vestfalya’nın kitapçığında cin-siyetlere yüklenen roller, Berlin’de deokulda namaz konusunda yazılanlarınideolojik yaklaşımlar içerdiği düşünül-düğünde, maalesef doğal olan yaklaşı-mın her zaman benimsenmediği debir gerçektir.

En son yayımlanan kitapçıkta din-le doğrudan irtibatı olmayan “tereddütler”kavramının kullanılması da olumlu de-

Özel Muamele Gerekli mi?Eyaletlerin Okullar İçin Hazırladıkları Rehber KitapçıklarÜzerine Bir Değerlendirme

Ali Mete • [email protected]

s a y f a 6 • P e r s p e k t i f

Rheinland-Pfalz Eyaleti’ndehazırlanan rehber kitapçık,kısa olması hasebiyle “okul

için gündelik hayatta pratiktavsiyeler” bağlamında bir

işlev görmek yerine, eyaletinsiyasî duruşunu göstermeye

hizmet ediyor.

ğerlendirilmelidir. Çünkü, NRW’ninyayınlandığı kitapçıkta “kökeni muh-temelen dinî aidiyetlerde bulunan so-runlar” (s. 3) Berlin’dekin de ise “di-nî olarak gözüken çatışmalar” (s. 6-7) gibi ifadeler ile meseleler doğru-dan din ile irtibatlandırıyordu. Sonkitapçıkta kullanılan tereddüt kavramıise daha kapsamlı ve tarafsız olma-sı nedeniyle daha uygun duruyor. Bunedenle de tereddüt tabiri ile ilgili,aynı zamanda yayının gayesine de uy-gun olarak “başka dinî inançlardan do-ğan olgulara da uyarlanabilir,” de-nilmekte, doğrudan İslam ile irtibatkurulmamaktadır.

Ancak bu yaklaşımın da tutarlı birşekilde sürdürülmek istenmesi halinde,her dinî, kültürel ve etnik grubakendileriyle ilişkilerde oluşan te-reddütler nedeniyle özel bir muamelegerekecektir. Oysa okulun günlükakışında Müslümanlara ya da diğerazınlıklara özel bir muameleye ihti-yaç duyulması sözkonusu değildir.Aksi halde bu durum sadece yerin-de olmayan tavsiyelere yol açacak vedaha fazla kafa karışıklığını berabe-rinde getirecektir.

Yazımızın konusu olan Rheinland-Pfalz’daki kitapçıkta, okulların “ergenlikçağından itibaren spor ve yüzme ders-lerinin tüm imkânlar kullanılarak kızerkek ayrı düzenlenmesi” ile yüküm-lü tutulmasının önerilmesini mem-nuniyetle karşıladığımızı belirtmekle beraber, böyle bir çağ-rının zaten varolan kanunî düzenlemenin öngördüğünü yi-nelemesi nedeniyle,esasen gereksiz olduğunu da hatırlatmalıyız.Tüm bunlara rağmen öğretmenlere “Müslüman kızlar içinspor ve yüzme derslerinde onlar için özel hazırlanmış (‘Bur-kini’ gibi) kıyafetlerin çatışmanın çözümüne yardımcı ola-bileceği” gibi tavsiyeler edildiğinde ise sözünü ettimiz ka-nunun hiçbir işlevi olmayacaktır.

Bu tür özel sayılabilecek sorunlardan ziyade, ifade edil-mesi elzem olan hususlardan biri de bahsi geçen sorunla-rın sadece Müslümanların sorunları olmadığı gerçeğidir.Bu nedenle yetkililerin, genel anlamda okul ve öğrencile-rin sorunları ile ilgilenmeleri daha mantıklı olacaktır.Müslümanlar, Ramazan ayında oruç tutarlar ve kendile-rini duruma göre ayarlayabilirler. Fakat tüm yıl boyuncayeterli bir kahvaltı yapmadan okula giden nice öğrenci var-dır? Öte yandan okul gezileri öncesinde ailelerle yapılan

toplantılar ya da cinsel bilgiler der-si gibi konular da Müslümanların buülkeye yerleşmelerinden sonra ortayaçıkmış değildirler. Çocukların okulgezilerinde günlerce ya da hafta bo-yunca ailelerinden uzak olması gibiönemli meseleler, sadece Müslü-manların endişesini taşıdığı konularda değildir. Nitekim Berlin’de ya-yımlanan kitapçıkta bu konuda hak-lı olarak “Alkol, uyuşturucu kullanı-mı ya da cinsel ilişkiler konularında göç-men olmayan aileler de endişe taşıyorlar”(s. 16) denilmektedir.

Rehber kitapçığında yer alan“İhtiyaca binaen okuldaki günlük akı-şı uygun bir şekilde biçimlendirmeyeçalışan duyarlı öğretmen, aile ve ce-miyetler” ifadelerine katılıyor, te-melinde eyaletler ve federal yapınınsiyasi talepleri olmaksızın gidilenbu yolda kararlı olunması gerektiğinidüşünüyoruz.

Rehber kitapçıkların en büyük han-dikapı ise, yerinde tavsiyelerde bu-lunabilmek için empirik zemindenyoksun olmalarıdır. Eyaletler, ki-tapçıklardaki tavsiyeleri neye daya-narak yapıyorlar? Şüphesiz okullar-dan ve öğretmenlerden gelen beyanlaradayanıyorlar. Fakat bunlar bir kitapçıkhalinde tavsiyeler olarak yayımlan-madan önce nerede ve nasıl topla-nıyor? Müslüman cemaatler bu sü-recin neresinde ve nasıl – şayet yer

alıyorlarsa tabii – bulunuyorlar? “Tipik Müslüman sorun-ları” gibi gösterişli ifadeleri kullanmadan önce, kitapçık-larda ekseriyetle karşılaştığımız siyasî ve ideolojik yakla-şımları bertaraf etmek için, tavsiyelerin üzerine bina edi-leceği geniş bir empirik zemine ihtiyaç vardır.

Her şeyden önce, ki bunu ifade ederken özellikle KuzeyRen Vestfalya ve Berlin’deki kitapçıkları baz alıyoruz, dinîkonular da (Bayram günlerinin tespiti, oruç, namaz vb.)Müs-lüman cemaatlerin, kendi kaidelerini belirleme hakları ve yet-kilerinin tanınması gerekmektedir. Populist yaklaşım ser-gileyenlerin argümanları ancak bu şekilde ortadan kaldırı-labilir. Aynı şekilde okulda günlük akışın normalleşmesi deancak öğrencilerin varolan sorunlarını “İslamîleştirmek” gi-bi bir yanlışa düşmeden ya da kültürel farkları yok sayan birperspektifden bakılmadan sağlanabilir �

Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 7

Rehber kitapçıkların en bü-yük handikapı, yerinde tavsi-

yelerde bulunabilmek içinempirik zeminden yoksun ol-malarıdır. Eyaletler, kitapçık-lardaki tavsiyeleri neye daya-

narak yapıyorlar?

t e ş k i l a t

Gençlik Teşkilatı Üniversiteliler Birimi, yaklaşık kırküniversiteliyi yatılı eğitim programı çerçevesinde Kerpen’deağırladı. Misafir hocalarımız İbrahim Zeyd Gerçik ‘İleti-şim ile Yönetim Psikolojisi ve İnsan Kaynakları’ ve Düca-ne Cündioğlu ‘Sanatın Işığında Bilim ve Felsefe’ konula-rında seminerler verdiler. Ayrıca Osmanlıca, Yakın Tarih,Ömer Nesefi Akaidi dersleri ve öğrencilerin kendi sunumlarıda programda yer aldı. Öğrenciler ayrıca film akşamları dü-zenleyip Kitap Kulübü’ne ziyarette bulundular. IGMG Ge-nel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Genel Sekreter Oğuz Üçün-cü, Gençlik Başkanı Mesud Gülbahar da farklı zamanlar-da üniversitelilerle biraraya geldi. Genel Başkan Yavuz Çe-lik Karahan, öncelikle üniversitelilerin eğitimine verdik-leri önemi belirtti. Onlara, gerek üniversiteli olarak, gerekise bir kul olarak en iyiler arasında olmalarını öğütlerken,Allah ve Rasulünü her şeyden çok sevmek gerektiğinin vebunların sıkıntısız olmayacağının da altını çizdi. GençlikBaşkanı Mesud Gülbahar ise üniversitelilere, genelden öze-le giden bu eğitimin kıymetini bilmelerini, gençleri bu türeğitime kazandırmalarını ve üniversite sonrası akademis-yenler için projeler hazırlamaları öğüdünde bulundu.

Seminer süresince, Mehmet Küçükerdoğan’ın verdiğiOsmanlıca dersinde Hayati Develi’nin ‘Osmanlı TürkçesiKılavuzu 1-2’ kullanılırken, Ömer Nesefi (ö. 537/1142) Akai-di derslerinde orijinal metnin tercümesi işlendi. Ersin Ko-cakaya’nın verdiği Nesefi Akaidi dersinde öğrenciler genelhatlarıyla: ‘bilmeden yargılamamalı, tanımadan tanımlamamalı,hakkıyla eleştirmek için aynı konumda veya daha üstündeolmalı, haddini aşan, zıddına inkılâp eder, nefsini eleştirenkemale erebilir’ gibi tavsiyelerinden ve ‘özellikle ilmi, zihnive sosyal hiyerarşimiz bozuldu, yok oldu’ tespitlerinden fay-dalandılar. Kocakaya konuşmasına, ‘İlim zâtı için istendiğindeilim olur’ ve ‘görünürde veya zihinde doğru olan, doğrula-

nabilir olan, hakikatte yanlış olabilir’ cümleleriyle başladı vesözlerine devamla, zihni veya bedensel rahatsızlıklar, uyuş-turucu etkisi, dil kullanımı, farklı sosyalleşme, olgulara yük-lenen öznel/ferdi mânalar, ferdi çağrışımlar (iltizam) gözönünde bulundurularak, mümkün olduğu kadar bunlardanbağımsız bir şekilde, ön kabuller eşliğinde ilimin ve düşün-cenin üretilmesi ve tartışılması gerektiğini açıkladı. Koca-kaya akabinde, ‘ön kabulsüz düşünce yoktur’ ve ‘bilimle te-melindeki ön kabuller tartışılmaz dediklerinde, bilimi kut-samış oluyorlar’ tespitlerini de sözlerine ekledi. Kocakaya,metafiziğimizi yani nazariyemizi kaybettiğimize, klasik fizikile ilintili olarak İslami yorumların Osmanlı’da var olduğu-na, fakat izafilik teorisi çerçevesinde henüz İslami yorum-ların gelişmediğine dikkat çekti. Üniversitelilere önce kav-ram dünyalarını genişletmelerini, bilgi edinmelerini, fikir ge-liştirmelerini, daha sonra iddialarını ifade etmelerini ve yay-malarını, akabinde ise bu fikirler hakkında tartışmalarını veiddialarını savunurken geliştirmeleri tavsiyesinde bulundu.İbnu’l Ekfani’nin Tasnifu’l Ulum kitabından bahseden Ko-cakaya; artık Müslümanların ilmi alanda zayıf olmaktan vekendini savunanlar olmaktan çıkıp, soru soran, sorgulayan,eleştiren ve tanımlayan olmaya başlamaları gerektiğinin dealtını çizdi.

Yakın Tarih dersi veren Üniversiteliler Başkanı CelalTüter, Cemil Aydın’ın (2007) ‘Emperyalizm Karşıtı Bir İm-paratorluk: Osmanlı Tecrübesi Işığında 19. Yüzyıl Dün-ya Düzeni’ ile Avigdor Levy’nin (1983) ‘Osmanlı Ulemasıve Sultan II. Mahmud’un Askeri Islahatı’ makalelerini oku-tarak, üniversitelilerle bu makaleler üzerine müzâkerelergerçekleştirildi.

Dücane Cündioğlu ise dersinde Heinrich Wölfflin’in (1915)‘Kunstgeschichtliche Grundbegriffe’ (Sanat Tarihinin TemelKavramları) isimli eserini ve Erwin Panofsky’nin (1936) ‘İko-

nografi ve İkonoloji’ eserini temel ala-rak resim tarihine istisnaî, kendine hasbir özet ve bakış sundu. Batılı görsel sa-natlar arasında bulunan resim sanatı-nın Rönesans, Klasik, kısmen Maniyerizm,Barok, Rokoko, Neo-Klasik, Ön-Raf-faelloculuk, Desenizm, Kolorizm, Em-presyonizm, Ekspresyonizm, Kübizmgibi isimler altında tarif edilen akım vedönemlerini nasıl fark ve ayırt edebi-leceğimizi, nasıl anlamamız gerektiği-

Üniversiteliler Tarih ve SanatSeminerlerinde Buluştu

s a y f a 8 • P e r s p e k t i f

ni, bu sanat akımlarının dini, siyasi veya bilimsel etki altındakaldığını nasıl yorumlayabileceğimizi açıkladı. Cündioğlu özel-likle Klasik dönemi Barok dönem ile karşılaştırdı. Anlaşılır-lığı sağlama açısından Klasik-Barok, çizgi-renk, kemal-zeval,detay-dağınıklık, idealizm-realizm, biçim-içerik, belirlilik-belirsizlik, kesinlik-dinamizm, düzgünlük-düzensizlik, mut-laklık-değişkenlik, sebat-izafet, şekil-öz, tasvir-tahlil, pheno-men-essence, monarşi-demokrasi, alışılmış-yeni, Medrese-Tekke, Fıkıh-Tasavvuf gibi kelime çiftlerini kullanan Cündi-oğlu, Klasik bir eser olan Leonardo da Vinci’nin ‘Son AkşamYemeği’ ile başlattığı seminerlerini, Ön-Raffaellocular’dan (Pre-raphaelist) sayılabilecek Leighton’un ‘Alma Taderna’sı ile bi-tirdi. Yorumlarken de ilmi gelişmelerin (fizik, anatomi gibi),siyasi rejim ve görüşlerin (savaşlar, Fransız İhtilalı gibi) ve bur-juvanın oluşmasının sanat üzerindeki etkilerinden bahsetti.Müslümanlar olarak siyasi, toplumsal, sanatsal veya bilimselalanlarda Batı’daki gelişmelere müdahil olabilmek için, yanidünyayı, insanları, hayatı güzelleştirebilmek için, önce sahi-ci temasın, sonra ise anlama ve yorumlamanın gerekliliğini vur-guladı. Bunun için ise (ebru, çini, nakş, minyatür, tasvir, hatveya mimari kısmen ilgilenilmiş olsa da) görsel sanatlar ile faz-la ilgilenmemiş olan Doğu topluluklarından gelen bizlere, ‘gör-meyi öğrenmeliyiz’ çağrısında bulundu. Cündioğlu sözleri-ne şöyle devam etti: Doğulular olarak bizlerin, edebiyat ve şi-ir, biraz da musiki asıl sanat alanlarımız iken, bir yüzyıl için-de televizyonla, kamerayla, resimle, modayla, tasarımla vs. bir-denbire karşılaştığımız, tamamıyla görmeye odaklı bir dün-yada, ‘görmeyi öğrenmeliyiz’. Avrupa’da düşünce üretebile-cek yegane kesim olan üniversitelilere, bu süreci bizzat baş-latma görevi düştüğünü hatırlatan Cündioğlu’na göre, gele-cek nesiller için görsel sanatlar hakkında bilgi sahibi olmanınve yaşamı güzelleştirme yolunda kullanmanın doğal olacağı-nın altını çizdi.

İbrahim Zeyd Gerçik ilk seminerinde, ‘Bir Yönetim Mo-deli – Mimar Sinan ve Süleymaniye’ konusunu işledi. Biz-lerin eskiyi bünyemizde taşıdığımızı ama yeni çağın nesilleriolduğumuzu açıklayan Gerçik, geçmişin tecrübelerinden

istifade ederek, Mimar Sinan gibi kendimizi ve görüşümüzüdünyaya ancak ardımızda bırakacağımız eserlerle ifade ede-bileceğimizi ve hatırlatabileceğimizi söyledi. Osmanlı’nınbaşarısının kaynağında ilim, edep, sadakat, adalet, güven,insana kıymet verme, emanet duygusu gibi hususi değer-lerin yattığına dikkat çekti ve sözlerine Şeyh Edebali ör-neği ile devam etti. Osmanlı’da yapılan işin en iyi şekildeyapılması ilkesi Süleymaniye misalinde öne çıkıyorken, ozamanki eğitim sisteminin Sinan’ı taş ustalığında çıraklıkgibi kaba ve alçak bir işten başlatıp, en ince ve yüksek so-rumluluklara kadar taşıdığını vurgulaması da konuşması-nın önemli kısımlarındandı. ‘İletişim Psikolojisi ve İnsanKaynakları’ konusunda ise, öğrenme üzerine konuşanGerçik, tekrarın, azimle odaklanmanın ve hususi olarak ço-cuklar için tekrarlanan telkinlerin önemine işaret etti vesözlerine ‘‘bunlar, öğrenilmeye çalışılan şeyin 21-40 güniçinde insanda bir davranış alışkanlığına veya kişilik özel-liğine dönüşmesini sağlar’’ şeklinde devam etti. Gerçik’egöre: ‘‘Alışılanı terk etmek ise zordur, zira değişim için far-kındalık, rahatsızlık ve bahsedilen 21-40 gün içinde dirençlerekarşı kararlılık şarttır ki, alışkanlık değişebilsin. Herhangibir kişideki hoş olmayan bir alışkanlık değiştirilmeye ça-lışıldığında, kişiye seçim hakkı tanımak ve iyi niyetle da-hi olsa zorla biçimlendirmeye çalışmadan rehberlik yap-mak kaçınılmazdır ki, bu ailede başlar. Ancak bu şekildesamimi, eleştirebilen ve eleştiriyi kabul edebilen fertler ye-tişir.’’ Son olarak ailevi konularda birçok hayati bilgi ak-taran Gerçik, ehliyet sahibi liderlerin, liderler yetiştirme-si gerektiğini de vurguladı.

Katılımcı üniversitelilerden biri dolu dolu geçen bu do-kuz günü, “Avrupa’da yaşıyoruz, burada olup bitene bir ma-na vermeye çalışmanın yanısıra, kendi meselelerine yo-rum ve çözüm üretmek, geçmişte kaleme alınmış ciddi bireseri anlamaya çalışmak, hatta adını dahi duymak bize da-ha güçlü bir kimlik kazandırıyor. Artık ciddi sorumluluk-ların yüklenildiği bir yola çıkmış durumdayız.” Sözleri iledeğerlendirdi. �

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 9

t e ş k i l a t

IGMG Bölge Tanıtma, Basın-Yayın ve Dış İlişkilerBaşkanları’nın katılımlarıyla Kerpen’de düzenlenentoplantıda, Avrupa’da yaşayan Müslümanların siyasal vetoplumsal katılımı müzâkere edildi. IGMG Genel Sekreterlikbirimi tarafından organize edi-len koordinasyon toplantısında,merkez ve bölge çalışmaları daele alındı. Toplantının açılış ko-nuşmasını yapan İlhan Bilgü,Avrupa’da yaygınlaşan İslamdüşmanlığından hareketle, yapılandış ilişkiler, tanıtma ve basınyayın çalışmalarının öneminihatırlattı. Cami saldırıları ileiyice açığa çıkan İslam düş-manlığına karşı gösterilen tep-kilerin ölçülü, programlı ve ge-leceği hesaba katarak yapılma-

sı gerektiğine değinen Bilgü, bu tür tepkilerin organizelibir biçimde yapılması ile ancak faydalı sonuçlar elde edi-lebileceğini vurguladı.

Toplantının ilk gününde Hannover Bölge TanıtmaBaşkanı Hacı Davut Toklu’nun Hannover bölgesiyle il-gili sunumunun ardından, bölgelerde ve merkezde ya-pılan hizmetler ele alındı. Genel Sekreterlik bünyesin-de yürütülen çalışmalarda ilk olarak vatandaşlık ve der-nekler hukukunda yaşanan gelişmeler aktarıldı. Daha son-ra Hukuk Bürosu Ayrımcılıkla Mücadele Birimi sorumlusuÜmit Hazar, 2010 yılındaki gelişmeler hakkında bilgi ver-

di. Hazar, genel olarak okul, işyeri, ha-pishane ve gençlik daireleri gibi alan-larda ayrımcı uygulamaların söz konusuolduğunu ifade etti. Ayrımcılıkla Mü-cadele Birimi’ne okulda yaşanan ay-rımcı uygulamalar nedeniyle başvu-ruların yapıldığını kaydeden Hazar, bualanların yüzme dersi, spor dersi, sı-nıf gezileri, okulda namaz ve başör-tüsünden oluştuğunu bildirdi. Ha-zar, konuşmasında ayrıca, gelecekte ya-pılması hedeflenen çalışmalara da de-ğindi. Bu bağlamda ayrımcılıkla mü-cadele çalışmasında psikoloji ve sos-

IGMG, Avrupa’da Müslümanların Siyasalve Toplumsal Katılımını Ele Aldı

s a y f a 1 0 • P e r s p e k t i f

Genel Sekreterlik bünyesindeyürütülen çalışmalarda ilk ola-

rak vatandaşlık ve derneklerhukukunda yaşanan gelişme-ler aktarıldı. Daha sonra Hu-kuk Bürosu Ayrımcılıkla Mü-

cadele Birimi sorumlusu ÜmitHazar, 2010 yılındaki gelişme-

ler hakkında bilgi verdi.

yal pedagoji gibi alanlarda uzmankişilere ihtiyaç olduğunu hatırlat-tı. Basın Takip Sorumlusu Yusuf Kü-çük ise, Avrupa’da yayın yapanTürk basınında IGMG hakkında çı-kan haberler konusunda bölge bi-rim başkanlarını bilgilendirdi.

Toplantının sonraki bölümün-de Açık Cami Günleri Genel Koor-dinatörü Ali Mete, 3 Ekim 2010 ta-rihinde gerçekleştirilen Açık CamiGünü programıyla ilgili sonuç ra-porunu aktardı. Mete, IGMG’nin Al-manya’da toplam 134 cemiyette dü-zenlediği Açık Cami Günü içinfarklı materyaller hazırlandığınısöyledi. Bu etkinlik için AlmanyaMüslümanları Koordinasyon Ku-rulu bünyesinde yürütülen çalış-malara da değinen Mete; afiş, bro-şür ve site çalışmalarının bu bün-yede gerçekleştirildiğini aktardı.Mete, son olarak organizasyonunAlmanya dışına taşınması gerekti-ğini, üretilen materyallerin tercü-meyle Almanya dışı bölgelerdekullanılabileceğini hatırlattı. AliMete ayrıca, Genel Sekreterlik,Gençlik Teşkilatı ve Kadınlar Geç-lik Teşkilatı tarafından düzenlenenDış İlişkiler Eğitim Kursu (DİEK)hakkında bilgi verdi. Mart ayındabaşlayacak olan kursun amacının,bölgelerde dış ilişkiler alanında ih-tiyaç duyulan kişileri eğitmek ol-duğunu ifade eden Mete, kursun ayda bir seminer ola-cak şekilde, bir yıllık bir kurs olarak planlandığını hatırlattı.

Bölge birim başkanları ise, Av-rupa ülkelerinde ve Almanya böl-gelerinde yapılan yerel hizmetler hak-kında bilgi verdiler. Ayrıca Fransaİslam Konseyi seçimleri ve Avus-turya Diyanet seçimleri toplantıdagündeme gelen gelişmelerdi. Bunaek olarak Belçika Bölgesi Dış İliş-kiler Başkanı Mustafa Akyüz, dev-let tarafından tanınan camilere yö-nelik devlet desteği hakkında kap-samlı bilgi verdi. Ayrıca, Almanyabölgelerinde, Bremen 2010 En-tegrasyon Haftası, Dortmund Ya-bancılar Haftası ve Bielefeldt Ab-raham Fest gibi etkinliklere katılı-mın gerçekleştiğine dikkat çekildi.

Toplantının ikinci gününde‘‘Avrupa’daki Müslümanların SiyasalKatılımı’’ konusunda müzâkereyapıldı. Engin Karahan müzâkereyegiriş maksadıyla yaptığı konuşma-da siyasal katılımdan ‘siyaset’ bağ-lamında dar bir alanın anlaşılmamasıgerektiğini; medya, basın ve bilimcamiasıyla ilişkilerin geliştirilmesininde bu alana girdiğinin altını çizdi.Karahan, genel merkezin çalışma-larını bu anlayışla yürüttüğünü vetoplumun her katmanıyla ilişkile-rin geliştirilmesi için çaba sarfe-dildiğini söyledi. Yapılan müzâke-rede Avrupa ülkelerinde Müslü-manları siyaset alanında temsilmaksadıyla şekillenen oluşumlar da

ele alındı. Toplantı, kapanış Kuran’ı Kerim’inin okun-masıyla son buldu. �

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 1 1

Toplantının ikinci gününde‘‘Avrupa’daki MüslümanlarınSiyasal Katılımı’’ konusundamüzâkere yapıldı. Engin Ka-

rahan müzâkereye giriş mak-sadıyla yaptığı konuşmadasiyasal katılımdan ‘siyaset’bağlamında dar bir alanınanlaşılmaması gerektiğini;

medya, basın ve bilim camia-sıyla ilişkilerin geliştirilme-sinin de bu alana girdiğinin

altını çizdi.

Abdulgani E. Karahan

i s l a m v e h a y a t

Sünnet, sözlük anlamı itibariyle yol, gidiş, tabiat, şe-riat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol manalarına ge-lir. Dini ıstılahta ise, Hz. Peygamber (sav) Efendimizin söz,fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden bir terimdir. Ço-ğulu ise, “sünen”dir.

Sünnet, Fıkıh ilminde hüküm elde etme konusunda Kur’ân-ı Kerim’den sonra ikînci temel kaynaktır. “Âllah’a itaat edin,Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının”, (Mâide Suresi,[5:92]) “Kim Rasûle itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur”(Nisâ Suresi, [4:80]). “Peygamber size ne verdiyse onu alınve size neyi yasakladıysa ondan dasakının. Allah’tan korkun. ÇünküAllah’ın azabı çetindir“ (Haşr Su-resi, [59:7]). “De ki: Eğer Allahıseviyorsanız bana uyun ki Allah dasizi sevsin ve günahlarınızı bağış-lasın. Allah çok bağışlayıcı ve esir-geyicidir.” (Âl-i İmrân Suresi,[3:31]) ayetleri bunun delilidir.

Hz. Peygamber (sav)’in çeşitlivesilelerle söylemiş olduğu söz-leri, sözlü sünneti oluşturur.“Âmeller ancak niyetlere göredir veherkese niyetinin karşılığı vardır”1

hadisi gibi. Hz. Peygamber(as)’ın namaz kılış ve haccediş şe-

killeri O’nun fiili sünnetine misaldir. “Ben namazı nasıl kı-lıyorsam, siz de öyle kılın,”2 “Hac ile ilgili ibadetlerinizi ben-den alın”3 hadis-i şerifleri sözlü olarak O’nun fiili sünneti-ne işaret etmektedir. Bazen Hz. Peygamber (sav), görüpişittiği halde yapılan işlere karışmaz ve karşı çıkmazdı. Onuno işe karşı çıkmamış olması onu kabullenmesi demekti.Çünkü Peygamber (as), bir iş yapılırken veya bir söz sar-fedilirken orada hazır olur da yapılan işe veya söze müda-hele ederek düzeltme veya reddetme yoluna gitmezse, budurum onun o işi veya sözü uygun bulması ve doğru ol-duğunu hâl dili ile bildirmiş olması demektir. Örneğin Pey-gamber Efendimiz (as), kabir ziyareti yapan kadınları gör-düğü halde onları bundan menetmemiştir. Bu da takririsünnetin örneği olmuştur.

Sünnet, rivayet yani zamanımıza ulaşması yönü ile de,Mütevatir, Meşhur ve Âhad olmak üzere ayrıca üç kısmaayrılır. Ahad sünnetin alt bölümleri de vardır ki, böyle bir

yazıda o kısımlara inmek istemiyoruz.Ayrıca Sünnetin Kur’an’a nisbetle ye-ri ve fonksiyonu konusunu da bir baş-ka yazıya bırakıyor ve yazımızı sünne-tin gerekliliğine ve onu anlamanın lü-zumuna hasrediyoruz.

Peygamberler, Allah tarafından se-çilen ve gönderilen, “tevhid” elçileridirve de getirmiş oldukları tevhid mesajı-na insanları itaate çağırırlar. Dolayısıylapeygamberlerin iki önemli görevi var-dır. Birincisi, Rabbimizden almış olduklarıvahyi, insanlara ulaştırma, yani risaletgörevi, ikincisi ise, vahiy kaynaklı me-sajın yaşanması konusunda, insanlardanitaat edilmesi istenen uygulamaları biz-

Sünneti Anlamak

Sünneti anlamak ve yaşamak, dini anla-mak ve yaşamak demektir. Çünkü Sün-net, Kur’ân’la gelen hükmü destekler vegüçlendirir; açıklanmaya muhtaç olanKur’ân âyetlerini beyan eder, açıklayıcıhükümler getirir ve Kur’ân’da bulunma-yan meseleler hakkında hükümler getirir.

Hulusi Ünye • [email protected]

s a y f a 1 2 • P e r s p e k t i f

“Ben namazı nasıl kılıyor-sam, siz de öyle kılın,” “Hacile ilgili ibadetlerinizi ben-

den alın” hadis-i şerifleri söz-lü olarak O’nun fiili sünneti-ne işaret etmektedir. BazenHz. Peygamber (sav), görüpişittiği halde yapılan işlerekarışmaz ve karşı çıkmazdı.

zat tatbik etmeleri, yani iman eden-lere bizzat yaşantılarıyla örnek teş-kil etmeleridir . Yani Peygamberler,tebliğ etmiş oldukları vahiy bilgile-rini eylemleştirme konusunda ilkörnek olmuşlar ve onların örneklik-leri kesintisiz devam etmiştir.

Sünneti anlamak ve yaşamak di-ni anlamak ve yaşamak demektir. Çün-kü Sünnet, Kur’ân’la gelen hükmü des-tekler ve güçlendirir; açıklanmaya ih-tiyaç duyulan Kur’ân âyetlerini be-yan eder, açıklayıcı hükümler geti-rir ve Kur’ân’da bulunmayan mese-leler hakkında hükümler getirir. El-bette biz dinimizin temel pek çok hu-susunu, Kur’an’dan öğreniriz. AncakKur’ani bir ahlakın ve dış müdahe-le ile mücadele tarzımızın oluşma-sında ve Kur’an’ın bildirdiği hü-kümlerin uygulanmasında, Pey-gamberimizin örnekliği bizi yaki-nen ilgilendirir; bizim için en temelönceliği oluşturur.

Bütün bunlardan dolayı sünneti öğrenmeli, anlamalıve yaşamalıyız. Çünkü dinimizin bugün bize ulaşmış olanşekli, bilhassa sünnetle yoğrulmuş şeklidir. TemeliniKur’an’da bulan birçok ibadet ve insanlar arası ilişkilerinyaşam biçimi olarak ortaya çıkması, sünnetle olmuştur. Sün-neti aradan çıkarırsak birçok ibadeti yerine dahi getiremeyiz.Örneğin, namaz kılamayız, zekat veremeyiz, faiz gibi biryasağı kavrayamayız, şirket, vakıf gibi birçok kuruluşun yö-netim prosedürünü uygulayamayız. Yani sünnet sayesin-de dini daha iyi anlar ve onu hayatımızda tatbik ederiz.

Sünnet bilgisi, bize çeşitli kanallardan ulaşmaktadır. Bu-gün elimizde yüzbinlerce Peygamber sözünü sayfalarıarasında cemetmiş, hadis eserleri mevcuttur. Yani yazılı kay-naklarla sünnet bilgisine ulaşmaktayız. Son zamanlarda Arap-ça aslından Türkçe’ye de kazandırılan metin ve şerhleri içe-ren hadis eserleri, insanımızın sünnetten yararlanması adı-

na büyük imkânlar sunmaktadır.Bu eserler vasıtasıyla, karşımıza çı-kan problemleri çözme noktasındabüyük kolaylıklar edinilmiş durum-dadır.

Ayrıca sünneti öğrenme ve ya-şatma noktasında ev, aile, cami ve med-rese (okul) ortamları da çok büyükönem arzetmektedir. İslami hassa-siyetleri daha kuvvetli olan ailelerde,sünnete uygun yaşama biçimi dahaküçük yaşlardan itibaren çocuklarada öğretilmekte ve bir yaşama biçi-mi olarak sünnet ebediyyen onlarınhayatında yer almaktadır. Yemede,içmede, giyim ve kuşamda, helal veharamı her merhalede göz önündebulundurmada sürekli ve tek ölçü, sün-nete uygun yaşama kaygısıdır. Bir deberaber yaşanılan toplum içinde gö-zetilmesi gereken uygulamaların ce-reyan ettiği yerler vardır ki, bunlarınbaşında camiler gelir, bu mekanlar-da da sünnet bizim en önemli ölçü-

müzdür. Sünnet eğitiminde belki en temel ve metodlu eği-tim camilerimizde yapılan dersler sayesinde gerçekleşmektedir.Onun için de bilhassa gençliğimizin camilerimizde veri-len Kur’an ve Sünnet derslerine katılmalarına gerektiğin-ce dikkat etmemiz gerekmektedir.

Çocuklarımız ve gençlerimiz, Kur’an bilgisinin yanın-da, O’nun eksiksiz bir uygulaması olan Sünnet sayesinde,kendi kültürlerini bütünüyle içselleştirip, içinde yaşadık-ları kültür ikliminin zararlı etkilerinden, kendilerini, Allah’ıninayet ve keremiyle muhafaza etmiş olacaklardır. �

1 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, I; İmân, 41; Müslim, İmâre, 1552 Buhârî, Ezân, 18; Edeb, 27; Âhad, I3 Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 1 3

Sünneti öğrenme ve yaşatmanoktasında ev, aile, cami vemedrese (okul) ortamları daçok önem arzetmektedir. İs-

lamı daha canlı yaşayan aile-lerde, sünnete uygun yaşa-ma biçimi daha küçük yaş-

lardan itibaren çocuklara daöğretilmekte ve bir yaşama

biçimi olarak sünnet ebediy-yen onların hayatında yer

bulmaktadır..

i s l a m v e h a y a t

İslam dininin temel kaynaklarından biri olan “sün-net”, özel anlamıyla, bu dini tebliğ eden Hz. Muhammed’in (s.a.v), inananlar için örnekliğini ifade eden bir kav-ramdır. Arapçada fiil olarak, yeni bir şey ortaya koymak,iyi veya kötü çığır açmak anlamlarına gelen sünnet, isimolarak âdet, gidişat, davranış tarzı, kural gibi anlamlar içe-rir. Hz. Peygamber’in (s.a.v), İslam dininin öğretileriniaçıklamak, uygulamak, dinî ve ahlakî açıdan müminle-re örnek olmak için ortaya koyduğu söz, tatbikat ve tak-rirlerin (onayların) genel adıdır.İslam dininin Kur’an’dan sonrakiikinci kaynağı olarak “sünnet”inıstılahi (terimsel) bir anlam ka-zanması ise Hz. Peygamber’in(s.a.v) vefatından sonradır. Hic-rî üçüncü asırdan sonra hadis vesünnet terimleri genellikle eşanlamlı olarak kullanılmış vesünnet, kavlî (sözlü), fiilî vetakrirî (onaylı) olarak üçe ay-rılmıştır. Nebevî söz ve uygula-maların aktarıldığı şifahî rivayetlerve yazılı metinlerin hepsi “hadis”

genel kavramı altında ifade edildiği için tüm bunları ko-nu edinen ilim dalına da “Hadis” adı verilmiştir.

Sünnetin İşlevleri Hz. Peygamber’in (s.a.v), Allah’tan aldığı vahyi in-

sanlara tebliğ ederken gerekli hâllerde onu açıklama veuygulayarak gösterme görevi, sünnetin esasını teşkil et-tiği için, İslam bilginleri dinin anlaşılması ve yaşanma-sında hadis ve sünnetin işlevsel değerini üç kısımda elealmışlardır: Kur’an doğrultusunda hüküm getiren,Kur’an’ı açıklayan ve Kur’an dışında yeni hükümler ko-yan sünnetler.

Hz. Peygamber’in (s.a.v), Kur’an’da yer alan ilahî buy-rukların ve ahlakî kuralların yerine getirilmesini ashabındanistemesi birinci grup sünnete girmektedir. Örneğin,Hz. Peygamber’in(s.a.v), Kur’an’da bildirilen ibadetle-

rin yerine getirilmesini ashabına em-retmesi, onları Allah’a ortak koşmak-tan, yalancılıktan, ana-babaya isyan-dan, haksız yere insan öldürmekten,içki, kumar ve zinadan menetmesibu tür sünnetlerdendir. Bunlar birbakıma Kur’an’ın tebliği sayılabilir. Hz.Peygamber’in (s.a.v), çeşitli vesilelerleashabına, kendi ifadeleriyle yaptığıbu açıklamalar, Kur’an metnindenfarklıdır. Ancak bunlar Kur’an’a da-yandıkları için hüküm olarak aynenKur’an gibidir. Örneğin, Kur’an’da, “Eyiman edenler! Mallarınızı aranızda

Sünnet: Çağlar Üstü Örneklik

Ahmet Arslan • [email protected]

s a y f a 1 4 • P e r s p e k t i f

Hz. Peygamber’in (s.a.v)sünnetinin önemli bir

bölümü Kur’an’ı açıklama veyorumlama şeklindedir. Bu

görev bizzat Allah (c.c.) tara-fından kendisine verilmiştir.

Hz. Peygamber’in (s.a.v), Allah’tan aldığı vahyiinsanlara tebliğ ederken gerekli hâllerde onuaçıklama ve uygulayarak gösterme görevi, sün-netin esasını teşkil ettiği için, İslam bilginleridinin anlaşılması ve yaşanmasında hadis vesünnetin işlevsel değerini üç kısımda ele almış-lardır: Kur’an doğrultusunda hüküm getiren,Kur’an’ı açıklayan ve Kur’an dışında yeni hü-kümler koyan sünnetler.

batıl yolla yemeyin.” (Nisâ Suresi,[4:29]) buyrulmuş, Hz. Peygamber(s.a.v) de buna uygun olarak “Rı-zası olmadan bir kimsenin malınınbaşkasına helal olmayacağını” ifadeetmiştir. Kur’an’ın tebliğcisi veaçıklayıcısı olan Hz. Peygamber’in(s.a.v) pek çok söz ve uygulaması-nın Kur’an ayetleriyle benzerlikgöstermesi doğaldır ve bu konudaçok sayıda örnek göstermek müm-kündür.

Hz. Peygamber’in (s.a.v) sün-netinin önemli bir bölümü Kur’an’ıaçıklama ve yorumlama şeklinde-dir. Bu görev bizzat Allah tarafın-dan kendisine verilmiştir: “Sana daZikri (Kur’an’ı) indirdik ki düşünüpöğüt almaları için kendilerine indi-rileni insanlara açıklayasın.” (NahlSuresi, [16:44]) “(Kendilerine in-dirileni) açıklasın diye biz her pey-gamberi kendi kavminin diliyle gön-derdik.” (İbrâhîm Suresi, [14:4]) As-hap, inen ayetlerden anlayama-dıkları yerleri Hz. Peygamber’e(s.a.v) sorarlar, o da bunlarla ne kas-tedildiğini açıklardı. Örneğin,Kur’an’da namazın kılınması em-redilmiş ancak kaç rekât olduğu ve nasıl kılınacağı açık-lanmamıştı. Bu konuda bilgi almak isteyen arkadaşları-na Hz. Peygamber (s.a.v), “beni namaz kılarken gördü-ğünüz gibi kılınız,” buyurmuştur. Hac ve zekât ibadeti-nin nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğini açıklayan ha-disler de böyledir.

Hz. Peygamber (s.a.v) bazı durumlarda Kur’an’da bu-lunmayan hükümler de koymuştur. Peygamberliğinin ya-nı sıra toplumun lideri ve yöneticisi olması onu, bazı prob-lemlerin çözümünde bir tür içtihada yöneltmiştir. Bu hü-kümlerde aklî muhakemesini kullanmasının yanı sıra, için-de bulunduğu toplumun örf ve ihtiyaçlarını da dikkatealmıştır.

Örneğin, kadınların özel hâllerinde namaz ve oruçibadetlerini yerine getirmemeleri de sadece Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) beyanına dayanmaktadır. Hz. Peygamber

(s.a.v), özellikle bazı ticari ve top-lumsal ilişkileri düzenleyen kural-larda, içinde bulunduğu toplumunörf, âdet ve uygulamalarını esas al-mıştır. Alışverişte şart koşma öz-gürlüğü (muhayyerliği), şuf’a(önalım hakkı) kuralları ve diyet (ma-lî ceza) hükümleri buna örnek ve-rilebilir.

Hz. Peygamber’in (s.a.v)Kur’an’dan bağımsız hüküm ko-yamayacağını ileri süren bazı bilginlervarsa da, bu görüş isabetli değildir.

Çünkü evrensel bir din olanİslam’ın kıyamete kadar canlılığı-nı sürdürmesi, gelişen ve değişenşartlara göre yeni hükümler veril-mesiyle mümkündür. Dinin temelilkelerini referans alacak bu tür ye-ni hükümleri vermede fakihlere, müç-tehidlere tanınan hakkın bu dininpeygamberine tanınmaması düşü-nülemez. Bu yüzden, İslam tarihindeHz. Peygamber (s.a.v) ve arkadaş-larından başlayarak her dönemdeİslam bilginlerince Kur’an’da ol-mayan ama özü itibarıyla ona tersdüşmeyen çok sayıda hüküm ve-rilmiştir.

Sünnetin Müslümanlar İçin BağlayıcılığıKur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in (s.a.v) hem mü-

belliğ (tebliğ eden, duyuran), hem de mübeyyin (açık-layan) olarak gönderildiğini belirtirken, ona itaatin Al-lah’a itaatla eşdeğer olduğunu vurgulamış, müminleri onudinlemeye ve itaat etmeye çağırmıştır. Ayrıca bazı ayet-lerde onun ahlakî yüceliğine, meziyetlerine ve güzel ör-nekliğine atıfta bulunulmuştur. Hz. Muhammed’in(s.a.v)ilk muhataplarına yönelik bu hitapların sadece onlarlasınırlı olamayacağı açıktır. Sünnet, meşruiyetini ve kay-naklık değerini Hz. Peygamber’in (s.a.v) müminler kar-şısındaki konumuna işaret eden bu ayetlerden almaktadır.Hz. Peygamber’in (s.a.v) söz ve eylemlerinin bağlayıcılıkyönünden değerlendirilmesi, hadis ve fıkıh bilginleriniuğraştıran önemli bir konu olmuş, tarihî süreç içinde bir

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 1 5

Hz. Peygamber (s.a.v) bazıdurumlarda Kur’an’da bulun-mayan hükümler de koymuş-

tur. Peygamberliğinin yanısıra toplumun lideri ve yöne-ticisi olması onu, bazı prob-lemlerin çözümünde bir tür

içtihada yöneltmiştir.

s a y f a 1 6 • P e r s p e k t i f

hayli tartışılan bu konuyla ilgilibirçok eser kaleme alınmıştır.

Sünneti bağlayıcılık açısından de-ğerlendirmede sahâbe dönemindenberi süregelen başlıca üç yaklaşımsöz konusudur. Bunlar, zahirî, fık-hî ve içtihadî yaklaşımlardır. Za-hirî yaklaşım, Hz. Peygamber’in(s.a.v) sözlerinin zahirine sarılarak,onları lafzî ve harfî (literal) anlayan,davranışlarına ise daha çok şeklî veyüzeysel yaklaşan bir eğilimdir.Fıkhî yaklaşım, Hz. Peygamber’in(s.a.v) söz ve davranışlarının kay-nağının, gerekçesinin ve maksadı-nın ne olduğunu, onu hangi ortamve şartlarda söylediğini, bağlayıcı olupolmadığını kavramaya çalışan yak-laşımdır. İçtihadî yaklaşım ise, ba-zı yönetici sahabilerin Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) vefatından son-ra değişen şartlar karşısında sünnetiele alış tarzları, yeni problemlere çö-züm bulmaları, hakkında nebevî ta-limat ve tatbikat bulunan bazı ko-nularda içtihatlarına dayalı farklı ta-sarruflarını ifade etmektedir.

Konuyla ilgili çalışmalarda ör-nekleri verilen bu yaklaşımlardanfıkhî ve içtihadî olanların, İslam top-lumunun sosyal gerçekliğine, gelişmeve ilerlemenin temel dinamiklerine daha uygun olduğuaçıktır. Zahirî yaklaşımın sonraki asırlarda şekillenmişen katı biçimini temsil eden Zahiriyye mezhebi, gerçekliğeuymadığı için kısa sürede ortadan kalmıştır. Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) vefatının üzerinden henüz on yıl da-hî geçmeden, onu en iyi anlayan arkadaşlarından Hz. Ömer,sünneti maksadına uygun yorumlayarak, şeklen Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) tatbikatından farklı ama özü itibarıy-la aynı olan birçok uygulamaya imza atmış,

Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde mevcut olmayan150 civarında meseleye içtihatta bulunarak çözüm üret-miştir. Müslümanların sünnet anlayışlarının şekillenmesindesahâbe ve tâbiîn nesliyle onları takiben ortaya çıkan ekol-lerin büyük rolü olduğu şüphesizdir. Neyin sünnet olupolmadığı, sünnetse hangi ölçüde bağlayıcı olduğu, on-ların bakış açıları ve değerlendirmeleriyle belirlenmiş-

tir. Çoğu kez Hz. Peygamber’in(s.a.v) kendisinin olumlu ya daolumsuz bir görüş belirtmediği birdavranışın farz mı, vacip mi ya damendup mu olduğu özellikle fa-kihlerin değerlendirmeleriyle tes-pit edilmiştir.

İslam bilginleri genellikle, Hz.Peygamber’in (s.a.v) söz ve ey-lemlerini dinî ve dünyevî olmak üze-re iki temel ayırıma tâbi tutmuşlardır.Buna göre, Hz. Peygamber’in(s.a.v) dinle ilgili söz ve eylemlerimüminleri için bağlayıcı kabul edil-miş, dünyevî tutum ve davranışla-rı bağlayıcı sayılmamıştır. Buradadinî-dünyevî ayırımı, Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) söz ve eylemlerininkaynak ve niteliğini anlamak için ya-pılmıştır. “Yani Hz. Muhammed’in(s.a.v) bir davranışının kaynağı vah-ye mi; yoksa kendi bilgi ve tecrübe-sine mi dayanmaktadır? Bu davra-nış, dinin inanç ve ibadet alanıyla ve-ya diğer kurallarından biriyle mi il-gilidir yoksa bireysel veya toplumsalhayatla ilgili rutin insanî bir davra-nış mıdır?”

Aslında İslam dinine göre insanınbütün söz, eylem ve tutumlarınındinî bir değeri vardır. Dinin ama-

cı insanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak oldu-ğuna göre, bütün insanî eylemlerin iyi-kötü, doğru-yan-lış, güzel-çirkin, günah-sevap, helal-haram gibi dinî de-ğerlendirmelere tâbi tutulması doğaldır. Ancak kendi-ne itaat edilmesi ve örnek alınması Allah (c.c) tarafın-dan emredilen bir peygamber, hangi yönüyle örnek alı-nacak ve insanlara model olacaktır? Kur’an-ı Kerim, Hz.Muhammed’in (s.a.v) üstün ahlakî kişiliğine, insanî er-demlerine değindiği hâlde, onun fizikî özelliklerine, gi-yim-kuşamına, yeme-içmesine, dünyevî becerilerine te-mas etmemiştir. Örneğin Kur’an’da onun “yüce bir ah-lâk sahibi olduğu” (Kalem Suresi, [68:4]), “müminlere kar-şı şefkatli ve merhametli olduğu” (Tevbe Suresi, [9:128]),“utangaç olduğu” (Ahzâb Suresi, [33:53]), “nazik ve yu-muşak kalpli olduğu” (Âl-i İmrân Suresi, [3:159]) ifadeedilmiş, ancak sıradan beşerî faaliyetlerinden fazla bah-

Kur’an-ı Kerim,Hz. Muhammed’in (s.a.v)üstün ahlakî kişiliğine,

insanî erdemlerine değindiğihâlde, onun fizikî özellikleri-ne, giyim-kuşamına, yeme-

içmesine, dünyevî becerileri-ne temas etmemiştir.

i s l a m v e h a y a t

sedilmemiştir. Kur’an ona itaatedilmesini isterken peygamberlikmisyonuna, onu örnek gösterir-ken de ahlâki meziyetlerine dikkatçekmiştir. Bu durumda Hz. Mu-hammed (s.a.v)’in söz ve eylemle-rinin bağlayıcılık yönü, O’nun(s.a.v) peygamberlik görevi ve ah-lakî kişiliğiyle sınırlı olmaktadır. Ohâlde, Hz. Peygamber’in (s.a.v)Allah’tan (c.c) alıp insanlara tebliğettiği vahiy çerçevesindeki açıkla-mak, uygulamak, öğretmek, tavsi-ye etmek, emretmek, yasaklamak şek-linde tezahür eden hadis ve sünnetibağlayıcıdır.

Örneğin inanç ve ibadet konu-larında yaptığı açıklamalar ve uy-gulamalar bağlayıcı fakat tıp, zira-at, ticaret, sanat vb. konularda yap-tığı birçok tasarruf bağlayıcı değil-dir. Böyle bir ayırımı bizzat Hz. Mu-hammed (s.a.v)’in yaptığı, hadis kay-naklarında yer almaktadır. Misal ola-rak hurma aşılama hadisi olarak meş-hur olan bir rivayete göre Hz. Mu-hammed (s.a.v), Medine’ye gel-diğinde hurma aşılayan bazı kim-seleri görerek ne yaptıklarını sor-muş, onların aşılama yaptıklarını söy-lemeleri üzerine “yapmasanız dahaiyi olacağını umarım” demiştir. Bunun üzerine aşılama-yı bırakan çiftçilerin hurmaları olgunlaşmadan dökülmüş,durum kendisine iletilen Hz. Muhammed (s.a.v), “Benancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emredersem uyun,kendi görüşümden bir şey söylersem ben de insanım” şek-linde karşılık vermiştir. Rivayetin başka bir şeklinde ise,“Siz (kendi) dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz” ifadesi var-dır. Bu rivayetten anlaşıldığına göre tarıma elverişli birbölge olmayan Mekke’de yetişen Hz. Muhammed(s.a.v), Medine’ye geldiğinde, fazla tecrübesi olmadığıbir konuda tahminde bulunmuş, tahmininin doğru çık-maması üzerine de gerekli açıklamayı yapmıştır. Hz. Pey-gamber’in (s.a.v) fiillerinin müminler için bağlayıcıolan ve olmayan şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması, esasitibarıyla, onun sünnetinin yanlış anlaşılmasından kay-naklanan zorunlu bir durumdur.

Sonuç OlarakHz. Peygamber’in (s.a.v) vefa-

tından sonra onun misyonunu iyikavrayamayan bazı kimseler, bir yan-dan insanüstü nitelikler atfederekO’nu (s.a.v) her şeyden haber ve-ren bir kâhin gibi algılamışlar, di-ğer yandan, peygamberlerin her şe-yin en üst bilgisine sahip oldukla-rı varsayımından hareketle Hz.Muhammed (s.a.v)’in her alanda reh-berlik edebilecek bilgi ve beceriy-le donanımlı olduğu düşüncesinekapılmışlardır.

Buna göre Hz. Muhammed(s.a.v) Allah’ın elçisi olmasının ya-nı sıra, örneğin, en iyi tabip, en ba-şarılı tüccar, en bilgili çiftçi gibi ta-savvur edilmiştir. Hâlbuki Hz. Pey-gamber’in böyle bir iddiası olma-dığı gibi, bunlar O’nun (s.a.v) pey-gamberlik görevinin zorunlu un-surlarından da değildir. O (s.a.v),Allah’tan aldığı kutsal görevi yeri-ne getirir ve insanları Allah’ın dininedavet ederken, ahlakî kişiliği, ilke-li, tutarlı, azimli, sabırlı, fedakâr vehoşgörülü tutumuyla toplumunher kesimine önder ve örnek ol-muştur. Hz. Peygamber’in (s.a.v)sünneti, nasıl başarılı bir tüccar ya

da çiftçi olunacağının değil, nasıl iyi bir insan ve olgunbir Müslüman olunacağının reçetesi niteliğindedir. O ne-denle, Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir beşer olarak kişiselzevk ve tercihlerine göre ortaya koyduğu davranışlarıy-la, içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerine tâbi ola-rak yaptığı eylemleri bağlayıcı sünnet kapsamında yeralmamıştır. Hz. Peygamber’e (s.a.v) itaat etmenin ve onatâbi olmanın, onu taklit etmekle değil, örnek almakla müm-kün olacağının bilinmesidir. Çünkü örnek almak, bilin-çli, istemli ve öze ilişkin bir faaliyetken, taklit bilinçsizve yüzeysel bir davranıştır. �

Kaynak: İslam’a Giriş, Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar; Komisyon,DİB Yay. 653, Nisan 2007 Ankara, ISBN: 2007-06-Y-0003-653

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 1 7

O (s.a.v), Allah’tan aldığı kut-sal görevi yerine getirir ve

insanları Allah’ın dinine da-vet ederken, ahlakî kişiliği,ilkeli, tutarlı, azimli, sabırlı,fedakâr ve hoşgörülü tutu-

muyla toplumun her kesimi-ne önder ve örnek olmuştur.

i s l a m v e h a y a t

Sayın Hocam, yakın zamanlarda Inleiding tot de Ha-dithwetenschap adlı Hollandaca dilinde hadis metodo-lojisi, hadis ilimleri ve hadis tartışmalarına dair bir ki-tap kaleme aldınız. Niçin böyle bir kitabın neşrine ih-tiyaç duydunuz?

Özcan Hıdır: Kitabın önemini birkaç açıdan ifade et-mem mümkündür. Birincisi, Hollanda’da yaşayan yakla-şık bir milyon müslümana İslâmî terim, terminoloji, an-layış ve hakikatleri Hollandaca anlatmaya ihtiyaç bulun-maktadır. Aslında bu ihtiyaç Almanca’da da ihtiyaçtır. İkin-cisi, Avrupa’da yaşayan özellikle üçüncü ve dördüncü ne-sil artık Türkçe anlamada zorlanıyor. Onlara İslâmî terimleriHollandaca – ve dahi diğer Avrupa dillerinde – anlatacakeserler yazmak veya yazdırmak, burada yaşayan müslümanlarınönemli vazifeleri arasındadır. Üçüncüsü, genel olarak Ba-tı’da özelde de Hollanda’da Kur’ân-ı Kerîm bilinmekle bir-likte İslâm’ın ikinci kaynağı olan hadis ve sünnete dair ilim-ler pek bilinmiyor. Çoğu zamanda hadisler ve sünnet, bi-linçli veya bilinçsiz olarak “adet-gelenek” ile karıştırılıyor.Dolayısıyla kitap, İslâm’ın bu ikinci kaynağı hakkında Hol-landalı okuyuculara da akademik perspektiften derli top-lu bir bilgi vermeyi amaçlıyor. Zira Hollanda’da İslami araş-tırmaların oldukça köklü bir geleneği var. Biz bunlara “or-yantalistik çalışmalar” diyoruz. İstedim ki giriş tarzı olanbu eser, hem genel anlamda hadis ilimlerini Hollandacaokuyucuya takdim etsin hem de özellikle Kur’an ve hadi-se dair oryantalistik çalışmaların ve bu çalışmalardaki gö-rüş ve iddiaların bir değerlendirmesini yapsın.

Kitapta klasik hadis metodolojisi eserlerinde buluna-mayacak bazı konuları da ele aldık. Buna göre “Hollanda’dahadislerin önemi”, “Şia, Mu’tezile, Haricîlik ve Zeydîlik gi-bi mezheplerin hadise bakışları”, “Ehl-i Kur’an-Kur’ancı-lık, Ahmedîlik ve Selefîlik” gibi modern dönemdeki akım-

ların ve Fazlur Rahman gibi düşünürlerin hadis ve sünnetalgılamaları da kitapta ele alınıyor. Ayrıca Ebû Hanîfe’ninhadis anlayışına dair öteden beri yapılan tenkitler de de-ğerlendiriliyor.

Kitabın içeriği, en önemli hususiyetleri ve kitabı ha-zırlarken yaşadığınız zorluklar hakkında neler söyle-mek istersiniz?

Özcan Hıdır: Kitap her şeyden önce adı üzerinde ol-duğu gibi, “inleiding-giriş” tarzı bir eserdir. Kitap, temelhadis terimleri, hadis usûlü, hadis ilimleri, hadislerin olu-şum tarihi, temel hadis kitapları ve hadis âlimleri hakkın-da çok derinlemesine olmayan bilgiler içeriyor. Son bölümündeise 18. Yüzyıldan itibaren başta Ignaz Goldziher, SnouckHurgronje, Jospeh Schacht, G.H.A. Juynboll ve Harald Motz-ki olmak üzere Batılı islamologların hadis ve sünnete yö-nelik tenkitlerini ortaya koyuyor. Ardından da, Muham-med Mustafa el-A’zami ve Fuat Sezgin başta olmak üze-re, “müslüman oksidentalistler” veya daha doğru tabirle“hadis oksidentalistleri” olarak isimlendirdiğim âlim ve araş-tırmacıların Batılı islamologların hadis ve sünnete yöne-lik değerlendirmelerini konu ediniyor.

Dolayısıyla kitap, en temel özellik olarak Ehl-i sünnetbakış açısıyla, Müslüman bir araştırmacının kalemindenBatı’da ve özellikle de Hollanda’da yaşayan müslümanlarile Hollandaca konuşan insanlara hadis ilimlerini, hadis te-rimlerini, içerisinde yaşanılan konteksi de göz önünde tu-tarak, uygun bir dil ve üslûpla anlatmak gibi bir temeldenhareket ediyor.

Oryantalist terimi yaygın olarak bilinir ama bah-settiğiniz ‘Oksidentalistler’ kimlerdir?

Özcan Hıdır: Müslüman olmayıp İslâm’ı ve İslâmî kay-nakları araştıranlara biz “oryantalist” diyoruz. Buna göre Müs-lüman olup da Batı’yı araştıran Batı’nın kaynaklarına yöne-lik esaslı değerlendirmelerde bulunanlara da ben Cemil Me-riç ve Hasan Hanefî gibi düşünürlerin kullandıkları “müstağrip”ifadesinden hareketle “oksidentalist” diyorum. Her ne kadarCemil Meriç bunu o dönemin konjonktürü dolayısıyla da-ha ziyade “negatif” anlamda kullanmışsa da ben Hasan Ha-nefi’nin tanımını esas alıyorum. Dolayısıyla benim nazarımda

Hollandaca Hadis Literatürüne Bir Katkı‘Inleiding tot de Hadithwetensachap’ (Hadis İlmine Giriş)Kitabı Hakkında Özcan Hıdır İle Söyleşi

Ali Mete • [email protected]

s a y f a 1 8 • P e r s p e k t i f

oksidentalist bir çeşit “dinî -entelek-tüel lider”dir ve günümüzde içerisin-de yaşadığımız ülkelerde bu tür insanlaraşiddetle ihtiyaç duymaktayız.

Peki kitabınız kamuoyundanasıl karşılandı?

Özcan Hıdır: Çoğunlukla tak-dir gördüğünü söyleyebiliriz. Tabiiki ister istemez eleştiriler de oldu. Şuana kadar Hollandaca – hıristiyan-lara ait – iki dergide tanıtım yazısı çık-tı. Bu yazılarda büyük bir takdir ol-makla birlikte, eserin Ehl-i sünnet ba-kışıyla – Batılılar ortadoks diyorlar– ele alındığını ifade ediyorlardı ki,böyle bir eleştiriyi bekliyordum venormal karşıladım zaten. Kitabı ken-dilerine gönderdiğim Hollanda’nınbelli başlı oryantalistleri/İslamo-logları da tebrik ve takdir içerenmailler gönderdiler. Bunlar arasın-da Prof. Harald Motzki, Prof. Ko-ningsveld, Prof.J.J.Witkam ve Prof.Karel Steenbrink gibi şarkiyatçılar mev-cut. Zira Avrupa’da yaşayan müslü-man entellektüellerden bu tür kat-kılar her zaman bekleniyor ve usu-lüne uygun yapılırsa da takdir görüyor.Bu islamologların eleştirdikleri nok-talar da oldu, tabiatıyla.

İslamı kendi terminolojisiyleHollandaca anlatmaya ihtiyaç bu-lunduğunu söylediniz. Gelenek-sel İslami terminoloji ile hollan-daca karşılıkları noktasında zor-luklar var mıydı, bu anlamda kar-şılaştığınız zorluklar nelerdi?

Özcan Hıdır:Tabiatıyla var. Aslında bu sadece Hollandacaiçin değil genel olarak bütün Batı dilleri için geçerlidir. Herşeyden evvel Batı dillerindeki dini terminolojiler, genelde hı-ristiyan kültürü içerisinde ve Latince ve Yunanca kökenli oluş-muş. İslami ilimler ise Arapça gibi zengin bir dilde oluşmuş.Siz bu terimleri tercüme ederken hıristiyan arka plana dayananbazı terim ve anlayışları kullandığınız zaman başka bir prob-lemle, kullanmadığınız zaman ise, anlatmaya çalıştığınızı uy-gun bir terimle anlatamama gibi, daha başka bir problemlekarşılaşıyorsunuz. Bu itibarla aslında hemen her Batı dilin-de İslami terim ve terminolojilerin kullanımına dair bir ça-lışma yap(tır)mak elzemdir. Bu yapılmadığı zaman ferdi ça-lışmalarda oldukça farklı terimler kullanılıyor ve bu durum,İslam ile alakalı çok daha fazla kafa karışıklığına yol açabili-yor. Buna birçok örnek verilebilir ama bu aslında başlı başı-

na bir röportaj konusudur. Dolayısıylaİslami cemaatler ve kurumlar bu işlerdeöncülük etmelidir.

Bu eserinizin Batı dünyasına –özelde Hollanda toplumuna - sizintabirinizle “oksidentalist bir katkı”sağladığını söyleyebilir miyiz?

Özcan Hıdır: Öyle olduğunudüşünüyor ve umuyorum. Zira hadisve sünnetin müslümanların davranışkodları, günlük yaşayışları üzerinde-ki tesirini çok önceden keşfeden Ba-tılı araştırmacılar, yaklaşık 100-150 yıl-dan bu yana ortaya koydukları çalış-malarında İslam’ın temel kaynaklarıhakkında pek çok iddia ortaya at-mışlar ve teoriler geliştirmişlerdir.Ayrıca Hollanda, özellikle hadis araş-tırmaları bağlamında, önemli bir geç-mişe sahiptir. Şöyle bir misal vermekbunu açıklayıcı olur: Hadislerin 9 te-mel hadis kitabındaki orijinal kaynaklarınıbulmada bütün dünyada kullanılan 8ciltlik Concordance-el-Mu’cemü’l-müfehres adlı eser, Leiden Üniversitesibünyesinde 1936 yılında çalışmaları-na başlayan Hollandalı islamologArent Jan Wensink başkanlığındaki birheyet tarafından hazırlanmıştır. Bu ça-lışma 1980’li yılların sonlarında ta-mamlanabilmiş ve daha sonra da el-Mu’cemü’l-müfehres adıyla Arapçayatercüme edilmiştir. Yani burada şunavurgu yapmak istiyorum ki, Hollan-da aslında hadis ve hadis ilimlerine şuveya bu saikle katkısı olan bir ülkedir.

Ne var ki entellektüel ve bilimsel anlamda böyle bir geçmi-şe sahip olsa da günümüzde hadis Hollanda toplumunda pekaz biliniyor. Altı senedir, Hollanda’da bulunduğum süre zar-fında zaman zaman katıldığımız toplantı ve panellerdeki so-rulardan bu durum hemen anlaşılıyordu.

Hocam, son olarak neler söylemek istersiniz?Özcan Hıdır: Son olarak şunu ifade etmek isterim ki,

İslâm Dîni’nin temel kaynaklarına ve temel İslâm bilim-lerine dair Hollandaca dilinde referans kitaplarına önem-li gördüğüm şu iki sebeple ihtiyaç var: Birincisi, yukarıdada söylediğimiz gibi, müslüman nesillerin buna ihtiyacı var.Zira bu ihtiyacı Türkçe dilinde karşılayabilmek zordur. İkin-cisi de İslâmî meselelere ilgi duyan gayr-i müslimlerin, müs-lümanların anlatımıyla olan bu tür çalışmalara ihtiyacı var.

Teşekkür ediyor, kitabınızın hayırlı olmasını, amaç-ladığınız hedeflere ulaşmasını temenni ediyoruz. �

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 1 9

Hadislerin 9 temel hadis ki-tabındaki orijinal kaynakla-

rını bulmada bütün dünyadakullanılan 8 ciltlik Concor-

dance-el-Mu’cemü’l-müfeh-res adlı eser, Leiden Üniversi-

tesi bünyesindeki bir heyettarafından hazırlanmıştır.

t o p l u m

Her yenilik bir takım düşünce ve kavramları beraberindegetirir. Bu durum aynı zamanda bir söylem çatışmasınınhabercisidir. Nitekim yenilik, boş bir alanda değil, eskinin-öncekinin var olduğu bir ortamda vuku bulmaktadır. Buaçıdan bakıldığında Avrupa ülkelerinde göç ve İslam ko-nularında yaşanan çatışmalar ‘doğal’ toplumsal gelişmelerdir.Çünkü bu unsurlar, yakın dönem Avrupa tarihi göz önün-de bulundurulduğunda, adı geçen coğrafyada yaşayannüfus için yeni gelişmelerdir. Bu sebepten Avrupa ülkelerininkimlik tanımlamaları, halkların benlik algısı, Avrupa’yagöçün başlamasıyla birlikte gündemde yer alan konu-lardandır.

Zeez Sternhell’in Le Monde diplomatique’de yayınlananmakalesinde sorduğu sorular, tam da bu noktada konuyafarklı yaklaşımlar getiren iki tarafı tanıma noktasında ipuç-ları vermektedir. ‘‘...Bir ulusun kimliği neden oluşmakta-dır? Bir ulusal topluluk, siyasi ve hukuki olarak mı tanımlanır,yoksa tarihi ve kültürü üzerinden mi? Şayet ikinci durumsöz konusuysa, dinin kültür içerisindeki konumu nedir? Birinsanın hayatı için önemli olan nedir: Ortak noktalar mıyoksa onu diğerlerinden farklı kı-lan mı?...’’ 1 soruları bir tarafta ulu-salcı kanadı diğer tarafta da çok-kültürlü bakış açısını hatırlat-maktadır ki, dikkat çektiği konularsadece çoğunluğa mensup kişi-ler için değil, göç kökenli nüfusiçin de önem taşımaktadır. An-cak soruları, bu kesime mensupkişilerin biyografileri hesaba ka-tılarak yeniden formüle etmekgerekir. Bu durumda şu nokta-lar üzerinde düşünmek, onlarınbenlik algısını çözümlemede bir

başlangıçtır: Göçmen insanların kimliklerini oluşturanşeyler nelerdir? Özellikle de yaşadıkları ülkeyle hangi çer-çevede kimlik bağı kurmaktadırlar? Siyasi-hukuki çer-çevede mi, yoksa tarih-kültür çerçevesinde mi? Yenidenşekillenmekte olan kimlik unsurlarında etnik ve kültü-rel kökenin konumu nedir?

Göçmenlerin kimliğine yönelik bu sorgulama, yukarıdadeğindiğimiz eski ile yeni arasında yaşanan gerginliğinortaya çıkardığı bir durumdur. Batı Avrupa ülkelerine göçeden ilk neslin kendisini tek dil ve kültür üzerinden ta-nımlamasına karşın, üçüncü-dördüncü nesiller ise çift bo-yutlu kimlik tecrübesini yaşamaktadırlar. Bu nesiller do-ğum sonrası sosyalizasyon sürecinde öncelikle aile içe-risinde anadili-kültürü öğrenmiştir. Sonrasında, anaokulaveya ilkokula başlandığında ikinci bir dili öğrenme or-tamına girer. Bu yeni durum aynı zamanda bir diğer kül-türle tanışma imkânını sunar. Hayat, sonraki dönemlerdesürekli iki dil-kültür arasında yaşanılır. Aile hayatı dahaçok köken dilin-kültürün yaşandığı alan iken, okul ve işhayatı ise ikinci dilin-kültürün belirgin olduğu alanlar-dır. Sözünü ettiğimiz hayat tarzı, biyografisinde göçmenkökenli olma özelliğini barındıran kişinin karakteristiközelliğidir.

Peki, çift boyutlu gelişen kimlik olgusunu nasıl ta-nımlamak gerekir? Soru, bu toplumsal gelişmenin öznesiolan kişilerin üzerinde durması gereken bir noktaya işa-ret etmektedir. Zira maksadı, içinde yaşadığı topluma her

alanda katılımı gerçekleştirmek olangöçmen kesim için, reel çabanın yanısıra, bu realiteyi izah eden söylemle-rin geliştirilmesi de önemlidir. Ya göçkökenli kişinin yaşadığı durumu izaheden ve böylelikle onu, kimliğininher iki boyutuna da yabancılaştırma-yan kavramlar geliştirilecek, ya daasimilasyon veya marjinalleşmeyi için-de barındıran yaklaşımlar bu alanda hâ-kim olacaktır.

Göç eden veya göç kökenli bir ki-şinin aidiyyetini sadece etnik kökeniüzerinden değilde, yaşadığı ülke üze-

Tire KimliklerÇift Kültürlü Kimlik Algısı

Ünal Koyuncu • [email protected]

s a y f a 2 0 • P e r s p e k t i f

Batı Avrupa ülkelerine göçeden ilk neslin kendisini tek

dil ve kültür üzerinden ta-nımlamasına karşın, üçüncü-dördüncü nesiller ise çift bo-yutlu kimlik tecrübesini ya-

şamaktadırlar.

rinden de netleştirmeye başlama-sıyla farklı tanımlamalar gün yüzüneçıkmaktadır. Herşeyden önce eski-yerli halk ‘‘gerçek’’ ve ‘‘tam’’ gibi te-rimleri kullanarak kendi ‘‘özel’’ ko-numunun altını çizmektedir. Bu du-rumda yeni-yabancı kesim “ger-çek” veya “tam” değildir. ÖrneğinAlmanya’da eski nüfusu2 yeni birformla ifadelendirmede ‘‘Gerçek Al-man’’ ve ‘‘Bio-Alman’’ 3 gibi ad-landırmalar kullanılırken, yeni nü-fus ‘‘göç kökenli’’ ve ‘‘Yeni Alman’’gibi kodlarla isimlendirilmektedir.Aynı siyasi coğrafyada yaşayan in-sanlar arasında sınıflandırmaya ne-den olan bu yaklaşımla ayrıca bir güçilişkisi de inşa edilmektedir. Yine,Almanya’da son aylarda geliştirilenve göçmenin entegrasyonunu ölç-mede kullanılacak olan kriterlerinbazıları bir bakıma göçmenin‘‘Tam Alman’’a dönüşmesini sağ-layacak olan araçlar olarak değer-lendirilebilinir.

Fakat, her ne kadar da bir takım kamusal baskılar buyöne doğru zorlasa da, göçmen için, kendisini sadece yer-leşik kültür üzerinden tanımlamak gibi bir çaba söz ko-nusu değildir. Tabi burada kişiden kişiye, gruptan gru-ba değişen bir tutumdan bahsettiğimizi vurgulamak is-terim. Çıkış noktamız iki kültüre de yabancılaşmamış göçkökenli kesimdir ve bu kesimin hayatında yerleşik kül-türle birlikte köken kültürde canlılığını korumaktadır.Göç araştırmaları sahasında kullanılan ve son olarak Nai-ka Foroutan’ın ele aldığı ‘‘tire kimlikler’’ kavramı işte burealiteye işaret etmektedir.4 Ne yerleşik kültür ne de kö-ken kültür, aksine hem ilki hem de ikincisi.5 Anlamınıkısaca bu cümleyle ifade edebileceğimiz tire kimlikyaklaşımı, şahsa ve mensubu bulunduğu topluma, ortaknoktalarla birlikte farklılığı ifade etme fırsatı sunmaktadır.

Özellikle de çoğulcu yapıya sahip olan toplumlarda

tire kimliklerin kabulü ve yaygın-laşması yeni imkânlara kapı aralarve göç kökenli vatandaşlara yöne-lik şu ana kadar uygulanan bir ta-kım (bilinçli-bilinçsiz) siyasî zor-lamalardan kurtarır. Kamunun, be-lirli bir etnisite, dil ve tarih tasav-vurundan hareketle kültürcü bir yak-laşımla tanımlanmasından ziyadeanayasanın özgürlükçü ilkeleridoğrultusunda hareket etmesinisağlar. Dil konusunda örneğin ül-kenin yaygın ortak diline ek olarakazınlık veya göç kökenli kesimin di-li kabul görür. Bu durum o dili ko-nuşan kişilerin ülkeye yönelik aidiyyetduygularının güçlenmesine nedenolabilir.

Sonuç olarak göç toplumu ola-rak tanımlanan ülkelerde vuku bu-lan kimlik tartışmalarında sadece ço-ğunluk toplumdan yola çıkarak ta-nımlamalar getirmek eksik bir yak-laşım olacaktır. Göç hareketlerisonrasında oluşan azınlık kesimin

benlik algısı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bununiçin kimliği şekillendiren köken unsurlarla yeni ülke et-kilerini hesaba katan “tire kimlik” kavramı meselenin buboyutunu anlamada anahtar vazifesi görebilir. �

1 Zeez Sternhell: Nation, Gemeinschaft, Glaube. İç: Le Monde dip-lomatique, Ocak 2011, s. 3

2 “Eski nüfus” kavramı 1960 sonrası göç hareketi ile şekillenen yeniçerçevenin özelliklerini taşımayan nüfusa işaret etmektedir.

3 Tanımlamaların Almancası şu şekildedir: ‘‘Echter Deutscher’’, ‘‘Bio-Deutsche’’

4 Tire Kimlikler kavramıyla ilgili yaklaşım çin bkz.: Dr. Naika Forou-tan: Neue Deutsche, Postmigranten, und Bindungs-Identitäten. İç:Aus Politik und Zeitgeschichte, 46-47/2010, s. 9-15

5 Tire kimlik tanımlamasına örnek olarak yaygın bir kullanım olan “Türk-Alman” (Deutsch-Türke) kavramsallaştırması gösterilebilir.

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 2 1

Her ne kadar da bir takım ka-musal baskılar bu yöne doğ-ru zorlasa da, göçmen için,

kendisini sadece yerleşik kül-tür üzerinden tanımlamakgibi bir çaba söz konusu de-

ğildir. Tabi burada kişiden ki-şiye, gruptan gruba değişenbir tutumdan bahsettiğimizi

vurgulamak isterim. Çıkışnoktamız iki kültüre de ya-bancılaşmamış göç kökenlikesimdir ve bu kesimin ha-

yatında yerleşik kültürle bir-likte köken kültürde canlılı-

ğını korumaktadır.

t o p l u m

Siyasî, iktisadî ve sosyal yapıların küreselleşmesininivme kazanması ile birlikte kültürel küreselleşme olgu-su da daha hissedilir hâle gelmiştir. Bilgi ve iletişim tek-nolojilerinin giderek yaygınlaşması, süreci eşi görülmemişşekilde hızlandırmaktadır. Şüphesiz kültürel küreselleşme,bahsi geçen küreselleşme fenomeninin en tartışmalı bo-yutlarından biridir.

Dünya görüşleri (Weltanschaaung), düşünce ve‘‘inanç’’ların üretildiği, bu düşünce ve inançlara uygunhayat tarzlarının biçimlendirildiği kültür havzalarında or-taya çıkar ve kapsayıcılığı oranında yaygınlaşır. Buna pa-ralel bir yargıyla; tarihsel, toplumsal gelişme süreciiçinde yaratılan bütün maddî ve manevî değerler ile bun-ları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, in-sanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünügösteren araçların bütünü olarak kültür, içinden doğupçıktığı havzayı aşmaya, etkilerine açık toplumlara sızmaya,yani küreselleşmeye, bugün geç-mişte olduğundan çok dahameyyaldir. Her geçen gün ken-disinden daha sıklıkla bahsedi-len ve etkilerini her geçen gündaha çok hissettiğimiz küresel-leşme, kültürlerin içiçe geçişiniinsanlığın daha önce şahit ol-madığı ölçüde hızlandırmakla kal-mayıp, bir içiçe geçişten çok veçağdaş (contemporain) kültür-lerin benzeşmelerinden, birbir-lerinden etkilenmelerinden zi-yade, tek bir kültürel benzeşmeyi

ifade eden, (çağdaş) kültürlerin farklılıklarını ortadan kal-dıran bir anlam ihtiva etmeye başlamıştır.

‘Spaces of Identity’ kitabının yazarları David Mor-ley ve Kevin Robins’a göre de ‘kültürel küreselleşme’, ta-rih-aşırı ve ulus-aşırı modernleşmenin ve modernliğinevrensel gücü olduğundan dolayı aslında ‘batılılaşmadır’.Bu kavram, farklı pek çok olguya gönderme yapmasıy-la birlikte, batılılaşmayı savunanlar tarafından ‘ilerleme,kalkınma, modernleşme’ gibi olumlu kelimelerle açık-lanırken, ‘Batı gibi olma’, ‘ona benzeme’, ‘onun kalıplarıve tanımları içinde var olma’ tanımlamasını daha çok haketmektedir.

İngiliz Sosyolog Stuart Hall da, günümüzde küreselolanla yerel olanın iç içe geçtiği yeni bir tür küreselleş-me sürecinin başladığını, kültürel küreselleşmenin Ame-rikan kültürünün ve Avro-Amerikan yaşam tarzınınyeryüzüne yayılması olduğunu savunmaktadır. Hall ay-rıca, modern ve postmodern küreselleşme olmak üzereiki farklı küreselleşmeden söz eder.

Modern küreselleşme, ‘iktisadî dönüşümle’ sınırlı olanküreselleşmedir; postmodern küreselleşme ise ekono-miden siyasete, çevreden kültüre hayatın tüm alanları ku-şatan küreselleşmeyi ifade eder. Kültürel küreselleşmetartışmalarının ana odaklarından biri olan kültürün ho-

mojenleşme ve evrenselleşmesinin; bil-gi akışı, ülkeler için fırsatlar, evrenselahlâk ve ilkeler gibi ifadelerle olum-lu olarak algılanması sözkonusu olduğugibi, kültürlerin türdeşleşmesi, ben-zeşmesi, yaşam tarzlarının ‘Ameri-kanlaşması’ olgularını beraberindegetirdiği gerekçeleriyle olumsuz algı-lanması da sık görülen yaklaşımlar ara-sındadır.

Amerikali Profesör Fredric Jame-son ‘Globalization and Political Stra-tegy’ adlı makalesinde kültürel küre-selleşmenin ‘Amerikanlaşma’ oldu-

Kültürel KüreselleşmeHayat Tarzlarının Aynileşmesi, Farklılıkların Ortadan Kalkması

Taner Doğan • [email protected]

s a y f a 2 2 • P e r s p e k t i f

Modern küreselleşme, ‘iktisa-dî dönüşümle’ sınırlı olan kü-

reselleşmedir; postmodernküreselleşme ise ekonomi-

den siyasete, çevreden kültü-re hayatın tüm alanları kuşa-

tan küreselleşmeyi ifadeeder.

ğu tezini savunmakta, bunun so-nuçlarını ise “Amerikan televizyonprogramlarına, müziğine, yiyeceğine,giysilerine ve filmlerine yer açmak içinyerel, popüler ya da geleneksel biçimlerinsaf dışı edilmesi ya da dilsizleştiril-mesi yoluyla dünya kültürünün tektipleştirilmesi, küreselleşmenin esasıolarak görülmektedir. ABD model-lerinin yerel olan bir çok şeyin yeri-ni almasından duyulan bu korku, şim-di kültür alanından, geri kalan diğeralanlara doğru sıçramaktadır” söz-leri ile açıklamaktadır.Popüler kül-türün Amerika merkezli yayılmasıdil açısından büyük önem teşkil et-mektedir. Başta müzik ve film sek-törü olmak üzere ticaret ve siyase-tin küreselleşmesi ile birlikte İngi-lizcenin ortak bir dil olarak yayıl-ması küresel dili doğurmuştur. İş yer-lerine İngilizce isimlerin verilme-si küreselleşmenin dil üzerindeki so-mut etkilerinden bir tanesidir. Kü-resel bir dilin doğması, dünya ge-nelinde başta siyaset, ticaret veeğitim gibi konularda bir ihtiyaç ola-rak algılansa da, kültürün başındagelen, dünya coğrafyasında farklı ulus-ların varlığını anlamlı kılan ve kül-tür birikimini nesilden nesile taşı-yan ‘ana dilin’ geri plana atılması-na sebep olmaktadır. İngiliz ede-biyatçı George Orwell da, ‘1984’ ad-lı romanında,dilde yapılan tahribatıninsanları duygu ve düşünce birli-ğinden uzaklaştırıp sürü haline getireceğini, milli ben-liklerini eriteceğini vurgular.

Birçok sosyoloğa göre kültürel küreselleşme, verilendiğer örneklerin yanı sıra Amerikan hızlı restoran (fast-food) zinciri McDonald’s ile ayrıca hız kazanmıştır. Busüreci ilk defa ‘McDonalization’ (McDonaldslaşma) ola-rak adlandıran Amerikan sosyolog George Ritzer olmuştur.Ritzer’e göre bu durum iktisadın yanısıra, toplumun ha-yat tarzını da belirlemektedir. ‘Hızlı, lezzetli ve ucuz’ ola-rak tarif edilen McDonald’s tarzı yemek, kültürel küre-selleşme için verilebilecek en önemli örneklerden bir ta-nesidir. McDonald’s tarzı restoranların yayılmasıylageleneksel yemeklerin gözden düştüğü ve unutulmayayüz tuttuğunu hemen herkesin kişisel deneyimleri do-layımında da söyleyebiliriz.

Yukarıda izah ettiğimiz kültürel küreselleşme feno-

meninin hiç şüphesiz 20. yüzyıldaivme kazanan teknoloji, medya vekitle iletişim araçları ile eşi görül-memiş bir yaygınlık kazandığı yad-sınamaz. Kültür, artık üretilen ve dün-ya geneline ihraç edilen bir metâ ha-line gelmiştir. Yeni çıkan ürünlerin,bilhassa dijital ortamlarda yapılanreklamlar aracılığı ile pazarlanma-sı, bu ürünleri hedef kitleler için ca-zip hale getirmektedir. İnsanlarınilgisini çeken ve hayatlarının bir par-çası olan bu ürünler, o toplumlar-da daha önce varolmayan ilişkilerağını da beraberinde getirerek ge-leneksel kültürlerde erozyonlarasebep olmaktadır. Bu anlamdapazarlananlar sırf ürünler değil,aynı zamanda onların imgeleri veeşyayı anlamlandırış biçimleridir.Bu ürünler ile taşınan ve toplumadayatılan, belirli bir yaşam tarzıdır.

Kabul ettirilmeye çalışılan bu ha-yat tarzı, bilhassa yozlaşma ve ya-bancılaşmayı beraberinde getirerekgeleneksel kültürlerde telafisi im-kansız erozyonlara aracı olmakta-dır. Hızla benimsenen tüketim kül-türünün, geleneksel topluluk veaile bağlarında açtığı yaralar nok-tayı nazara alındığında dejeneras-yon sürecinin ana aktörü olduğu in-kar edilemez.

Sonuç olarak, başatlık ve ho-mojenlik gibi temel özelliklere sa-hip kültürel küreselleşmenin yeni

bir ‘Dünya Kültürü’nü doğurmakta olduğu tespitinde bu-lunabiliriz. Hızla yerleşen bu kültür insanları; ortak da-mak tadı, müzik, dil ve moda gibi bir çok konuda mer-kezî (yani tek bir merkezce belirlenen) bir noktada bu-luşturmayı hedeflemektedir. Böylelikle nesilden nesileaktarılan ve gelenek haline gelen farklı kültür havzala-rına ait değerlerin büyük ölçüde kaybolması hız kazanırken,empoze edilen ‘Dünya Kültürü’ popülerliğini arttırarakyerel kültürleri yerinden etmektedir. �

Kaynaklar‘Questions of Cultural Identity’ - Stuart Hall‘Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya’ - Erol Mutlu‘Globalization:

Social Theory and Global Culture ‘ - Roland Robertson‘Spaces of Identity’ - David Morley & Kevin Robins

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 2 3

Kültür, artık üretilen ve dün-ya geneline ihraç edilen birmetâ haline gelmiştir. Yeni

çıkan ürünlerin, bilhassa di-jital ortamlarda yapılan rek-lamlar aracılığı ile pazarlan-ması, bu ürünleri hedef kitle-ler için cazip hale getirmek-

tedir.

d ü n y a

Herhangi bir dilin kirli bir siyaset ve bir devletin sürekliliğinitesis çabalarında bir aracı olarak nasıl kullanılabileceğininen iyi örneklerinden birini son zamanlarda Türkiye’de gö-rüyoruz. Şu sıralar yeniden gündeme gelen “Kürtçe”nin özelya da resmî alanda kullanılıp kullanılamayacağı tartışma-ları tam da bu türden. Tartışmaların bir tarafında, “Türk-çe”yi korumak adına yok sayılan bir dil ve son derece hak-lı olarak bu dili kullanan insanların varlıklarının (artık) res-mi olarak da kabul edilmesi mücadelesi var iken , diğer ta-rafında, “Kürtçe”yi yok sayıp, sanki bu dilin kullanılması-nın “Türkçe”nin yok olmasına sebebiyet verecekmiş gibilanse ettirip Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını koruma id-diasında bulunanlar var. Türkiye Cumhuriyeti’nin beka-sının bu şekilde korunabileceği iddiası, salt bir iddia olmaktanöte resmî bir ideoloji haline gelmiş durumda ve halkın bü-yük bir kısmının vicdanlarında da kabul görmüş durum-da. Kürtçe’nin varlık mücadelesini siyaseten temsil ettik-lerini iddia eden kimi politikacılar ise bir başka kirli siya-setin oyuncuları. Sahip oldukları ideolojik kabuller ve ön-yargılar haklı oldukları iddialarında kendilerini destekle-yen insanların bir araya gelmesine bizzat engel teşkil edi-yor. Bütün bu tartışmalar içindeorta yolu izlemek isteyenlerinise kafası karmakarışık.

Eskiler, insan için “hayvân-ı nâ-tıka” der. Her ne kadar, kelime ilkakla gelen şekliyle “konuşan hay-van” olarak anlaşılsa da, asıl anla-mı, düşünüp konuşabilen canlıdır.Tasavvuf ehli de insanı, “nefs-i nâ-tıka” olarak tanımlarlar ki, anlamı,benzer şekilde konuşabilen canlıdemektir. Zira, insana has en be-lirgin iletişim aracı dildir.

Müslümanlar olarak bizler,tüm dillerin Allah tarafından ilk

insan olan Hz. Adem’e öğretildiğine ve kendisinden son-raki tüm dillerin de bu dillerden neş’et ettiğine inanırız. Do-layısıyla diller, tıpkı kavimler gibi, Allah’ın bir hikmete bi-naen insanoğlunun farklılıklarını ortaya koyan işaretlerdendir.Bu farklılıkların menşei “ilahî” olduğundan en tabiî do-kunulmazların başında gelir.

Kuran’da, Bakara Sûresi‘nde; “Ve Âdem’e isimlerinhepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘Haydi davanızdasadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin’ dedi” buyu-rulur (2:31) Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır,Hak Dini, Kur’an Dili adlı eserinde bu ayeti tefsir ederkenşu açıklamalarda bulunur: “Lisan hususunda bütün Âdemoğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlen-me) ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem’in ya-ratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özel-liğine borçludur. İlim ve mantık özelliği, bu şekilde, insan tü-rünün aslî yaratılışında kendisinde dahil bulunmuş ve bun-dan önce insanlığa ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem’e öz-gü ruh tamam olmamış olur.” 1 Demek ki, herhangi bir in-sanın kendi dilini kullanabilmesi ve o dili geliştirmesine,siyaset veya herhangi bir bekâ kaygısı ile muhalefet etmenindinî olarak imkanı yoktur.

Fakat, Türkiye’de dil tartışmalarını başlatanlar, başa-rısızlıklarını örtbas edebilmek ve kendilerini “kutsallaştırmak”adına, devraldıkları rejimi ve uygulamalarını “ecinnî”leş-tirebilmek için de çeşitli gayr-i kâbil-i bi’l idrâk (anlaşılmaimkanı bulunmayan) uygulamalardan geri kalmıyorlar. Buuygulamaların başında ise, dilde ve isimlerde “Türkçe”leş-

tirmenin yanısıra, bir kısım ahâlinin, yazorunlu göç, ya da doğrudan varlıkla-rının inkârı ve “Türk” olduklarının ka-bullendirilmesi uygulaması gelmekte-dir. Ulus devletlerin kuruluş ve akabindeyayılışları ile ve Türkiye’de de bir ulusdevlet oluşturulması çabası sonrasında,uluslararası anlamda vatandaşlık sıfatındanöte gitmemesi gereken “Türk”lük, ay-nı zamanda, “etnik” “tegayyür” (de-ğiştirim) anlamda da, diğer etnik un-surların var oluşlarının inkarını getirdi.

Bu minval üzere uygulanan devlet po-litikaları, ekonomik, sosyal ve siyasalgelişmelerde bir devlet ideolojisi olarak

“Bilinmeyen bir dilde konuşmuştur”

İlhan Bilgü • [email protected]

s a y f a 2 4 • P e r s p e k t i f

Türkiye’de dil tartışmalarınıbaşlatanlar, başarısızlıklarını

örtbas edebilmek ve kendileri-ni “kutsallaştırmak” adına,

devraldıkları rejimi ve uygula-malarını “ecinnî”leştirebilmekiçin de çeşitli gayr-i kâbil-i bi’l

idrâk (anlaşılma imkanı bu-lunmayan) uygulamalardan

geri kalmıyorlar.

“Türk” olmayan “ahâlî”nin (bir yeriyurt edinmiş herkesin) ezilmesini, ade-ta devletin (ülkenin değil) kalkınmasıve modernleşmesi olarak değerlen-dirilmiştir. İlkesel olarak karşı çık-madığımız ama içerik ve ideolojik he-def olarak muhalif kaldığımız ilk dö-nem “Türk Dil Kurultay”larında buruh hâlini (Türkçesi: Psikolojisini)görmek mümkündür.

Zamanın Maarif Vekili (MillîEğitim Bakanı) Dr. Reşit Galip, 26Eylül 1932 tarihinde toplanan 1.Türk Dil Kurultayı açılış konuşma-sında şunları söyler:

“Bizlerin, yani dünkü ve bugün-kü şartlar içinde okumuş ve yazmışlarınkonuştuğumuz ve bilhassa yazdığımızdile Türk dili demekte hakikî tereddüdümvardır. 17 milyon Anadolu Türküiçinde ancak yüzde ona varabilecek birzümrenin anlıyabildiği dile Türkçedenemez.” 2

31.8.1936 tarihinde üçüncüsüyapılan Türk Dil Kurultayı’nın ra-porunda ise herhâlde Bakan Dr. Re-şit Galip’e nazire olsun diye şöyle bir‘‘Türkçe’’ kullanılır.:

“1.- “Güneş – Dil” teorisi, lengüistik âleminde esaslı birdevrim yapacak mahiyette tamamıyla orijinal, enteresan vederin bir teoridir.

2.- Bu teori, yalnız lisaniyat meseleleriyle değil, aynı za-manda en geniş ve en çetin antropoloji, istuvar, preistuvar vebiyo – psikoloji meselelerinin halliyle de ilgilidir.” 3

Birkaç yıl öncesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde,4şimdilerde ise mahkemelerde karşımıza çıkan tutanaklar-da geçen, “Sanık (veya hatip) bilinmeyen bir dilde konuş-muştur” ifadelerinden, “Sanık, ‘Kürtçe olduğunu sandığımızdil’de konuşmuştur” ifadelerine geçişi başarı ile gerçekleş-tirmiş durumdayız. Mahkemelerin, “bilinmeyen bir dil”den,“Kürtçe olduğu sanılan bir dil”e geçiş yapması, aslında, Tür-kiye’deki anlamsız tartışmaların aslında ne denli büyük an-lamlar ifade ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Burada sorulması gereken soru aynı zamanda şudur:Yukarıda örneğini verdiğimiz, Türk Dil Kurultay’larındaortaya konulan dil ne kadar Türkçe’dir? Veya Abdullah Öca-lan’ın hem mahkemelere sunduğu, hem de, zaman zaman,“örgütlere” gönderdiği manifestolardaki dil ne kadarTürkçe’dir? Bana sorarsanız burada kullanılan ifadeler, “Türk-çe olduğunu sandığımız bir dilde” kullanılmış ifadelerdir.

Devlet olmak kolay değildir. Devlet olmayı kolaylaş-tırmak için ise “ahâlî”nin ahvalini bilmek ve ona göre ted-

bir almak önemlidir. Ahâlî’nin ah-valinin selameti ise, başta dil olmaküzere, o ahalinin inanç, gelenek vegöreneklerinin şuurunda olmak veona göre ahâlînin işlerini kolaylaş-tırmak, kültürünü, ekonomisini ve sos-yal bağlarını kuvvetlendirici tedbir-ler almaktan geçer. Ahâlîye ideolo-ji, inanç, yeni bir düşünüş ve hayattarzı dayatmak ise asla devletin gör-evi değildir. Hemen herkesin sıklıklavurguladığı “demokrasi” veya “cum-huriyet”,5 halkın, kendi (kamu) iş-lerini yazılı kurallara göre yönet-mesi demektir, yönetenlerin halka,kültür veya hayat tarzı dayatması de-mek değildir. Bu yüzdendir ki, dev-letin hangi resmî dili kullanacağıhalkın bir problemi olabilir. Bu an-lamda devletin, halka, resmî daire-de şu dili konuşacaksın veya şu dil-de resmî işlemleri yapacaksın diye birdayatması olamaz. Eğer illa ki, bir da-yatma söz konusu olacak ise, o da,halkın devlete, resmî işlemleri şu dil-de veya şu dillerde yapacaksın şek-linde bir dayatması olabilir.

Problem, çok dilli bir toplumda res-mî dil olarak hangi dilin tercih edileceği problemidir. Geçmiştoplumlarda olduğu gibi, modern toplumlar da bu problemeyaklaşırken, çoğunluk dilini tercih ettikleri gibi, zaman zamanazınlık dillerini resmî dil olarak tanımışlardır. Bugün birdenfazla resmî dilli ülkeler olmakla birlikte, bu problemin, ada-let ve hakkaniyet ölçülerine vurulduğunda hakikaten adil birşekilde çözümlenmiş bir örneğini göstermek mümkün değildir.

Türkiye, ahâlîsiyle barışık yaşamak için, dayatmacı po-litikalar yerine, makul ölçülerle ve iyi niyet ile yaklaşıp, her-kesin hakkını gözeten adil bir yol bulmak durumundadır.Üstelik, bu çetrefilli yolda herkesi memnun edene kadar.Yeter ki, araya “ucube sesler” girmesin. �

1 Hak Dini, Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır. Bakara Sûresi 31.Ayet tefsiri.

2 http://tdkkitaplik.org.tr/kurultay01/K010101.pdf3 http://tdkkitaplik.org.tr/gdtr/gdtraporu.pdf4 Büyük kelimesi haricinde Türkiye kelimesi dahil, hiçbiri Türkçe değildir.5 Demokrasi Yunanca bir kelimedir. Cumhuriyet ise Latince res pub-

lica kelimesinin tercümesidir. Her ikisinin anlamı da halkın ida-reye katılımı demektir. Siyaset bilimcilerinin bir kısmı demokra-siyi, tüm sosyal sınıfların, yani, halkın tamamının idareye katılımıolarak değerlendirirken, cumhuriyeti de üst sınıfların idaresi ola-rak tanımlar. Fakat bugün demokratik cumhuriyet diye bir siyasalve hukukî terim ile karşılaşmaktayız.

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 2 5

Birkaç yıl öncesinde, TürkiyeBüyük Millet Meclisi’nde,

şimdilerde ise mahkemeler-de karşımıza çıkan tutanak-larda geçen, “Sanık (veya ha-tip) bilinmeyen bir dilde ko-

nuşmuştur” ifadelerinden,“Sanık, ‘Kürtçe olduğunu san-dığımız dil’de konuşmuştur”ifadelerine geçişi başarı ile

gerçekleştirmiş durumdayız.Mahkemelerin, “bilinmeyenbir dil”den, “Kürtçe olduğusanılan bir dil”e geçiş yap-ması, aslında, Türkiye’deki

anlamsız tartışmaların aslın-da ne denli büyük anlamlarifade ettiğini göstermesi ba-

kımından önemlidir.

d ü n y a

Ocak ayında Güney Sudan’da yapılan referandum, Su-dan’ın 1956 yılında bağımsızlığını kazanması kadar önem-li bir tarihi gelişme olarak görülmelidir. Referandum so-nucunda Güney Sudan’ın muhtemelen ayrı bir devlet ola-rak ortaya çıkması beklenmektedir. Bu durum, doğuracağısiyasal sonuçlar açısından yeni bir sürecin başlangıcıdır. Buçerçeveden bakıldığında söz konusu referandum sıradanbir oylama olmayıp Sudan ve bulunduğu bölgenin kade-rini yeniden şekillendirecek denli önemlidir.

Afrika’daki en geniş yüz ölçümüne sahip devlet olan Su-dan, bölgenin en uzun süren iç savaşına sahne olmuş ül-kesidir. 1956 yılındaki bağımsızlıktan 1972’de Güney Su-dan bölgesine verilen kısmî otonomiye kadar süren ilk içsavaş, kısa bir durgunluktan sonra, 1983 yılından yenidenbaşlamış ve 2005 yılında yapılan ve bu yıl yapılan referandumunda önünü açan kapsamlı bir anlaşmanın imzalanmasına ka-dar devam etmiştir. 2005 sonrasında güneyin referandumhazırlıklarına, kuzeyin ise Darfur sorununa kilitlenmesi ne-deniyle yaşanan göreceli istikrar, bu referandum sonuçlarıile yeniden tehlikeye girecektir.

Bugünkü haliyle Güney Sudan, Batı Ekvatorya bölge-si hariç, dünyanın en fakir bölgelerinden birisi olarak gös-terilmektedir. Bu durum, hem referandum sonucu kaza-nılacak bir siyasî bağımsızlık durumunu, hem de kaynak-ların paylaşımı açısından bölgenin geleceğini şekillendirecektir.Temel gıda maddeleri, sağlık ve su eksikliği birçok yardımkuruluşunu şimdiden alarma geçirmiş durumda olup re-ferandum sonucu yeni çatışmaların yaşanması halinde cid-dî sorunlar ile karşı karşıya kalınması muhtemeldir. Temelihtiyaç malzemelerinin eksikliğinin burada doğacak yenibir iç savaş ve otorite eksikliğiyle birleşmesi durumundaGüney Sudan’ın ikinci bir Somali olması hiç de uzak birihtimal olarak görülmemelidir.

Bu referandumun iki temel sonucu olacaktır. Bunlar, böl-

gesel açıdan bakıldığında, referandumun ilkin Afrika’dakisınır tartışmalarını yeniden başlatacak olması ve benzer so-runlara sahip bazı devletlerde bölünme ve bağımsızlık taleplerinitetikleme ihtimalini arttırmasıdır. Bu durum, şimdiden Af-rika’daki birçok devleti ve hatta Afrika Birliğini endişelen-dirmektedir. Bu açıdan uzun vadede referandumun asıl yan-sımaları, yıllardır bağımsızlığının tanınmasını isteyen BatıSahralılar, Kongo’nun geleceği ve hatta bugünlerde tekrargün yüzüne çıkan fakat aslında Fildişi Sahilleri’nde yıllardırsüren din eksenli Kuzey-Güney çatışması üzerinde görüle-cektir. Yer yer çatışmaların yaşandığı ve temelde yine dineksenli bir ayrışmanın var olmasına karşın Kuzey-Güney bir-likteliğini koruyan Nijerya’da dahi bu referandumun uzunvadeli etkileri hissedilecektir. Daha dar anlamda referandum,Doğu Afrika ve Kuzey Afrika’daki güç dengesini yeniden dü-zenleyecek ve bölgesel aktörler de pozisyonlarını yeni olu-şan duruma göre yeniden belirleyecektir.

Uluslararası toplum açısından ise bu referandumun so-nuçları çok ciddî bir sınav niteliğinde olacaktır. Batılı dev-letler, Afrika kıtasında birçok kez kendi çıkarlarına uygunolarak bölünme dâhil birçok radikal eylemin uygulanma-ya konmasında temel bir rol oynarken, maalesef aynı et-kinliği bölgenin yeniden yapılanması sürecinde göstermemişlerya da bu konuda gayet seçici davranmışlar ve asıl sorum-luluğu hep Afrika ülkelerine bırakmışlardır. Zaten birçoksorunla boğuşan Afrika ülkeleri ise bu tür sorunlarla ye-teri kadar ilgilenememiş ve dolayısıyla başlangıçta küçükçaplı olan birçok sorun kronik hale gelmiştir. Güney Su-dan’da ortaya çıkacak yeni durumun çatışmaya dönüşmedenönce düzene konulması konusunda Batı’nın aktif bir tu-tum mu alacağı, yoksa her zamanki gibi Afrika’yı ‘‘doğalsürecine” mi bırakacağı, önümüzdeki dönemde herkesinmerak ettiği asıl meseledir.

Genel olarak Batı’da, özel olarak ise Amerika’da, Gü-ney Sudan ve Darfur meselesi insan hakları söylemine giz-lenmiş dinî bir bakış açısı ile okunmaktadır. 2005 yılındakianlaşmanın mimarlarından olan Amerika’nın bölgeye il-gisinin iki temel nedeni vardır. Birincisi Amerika’daki Hı-ristiyan grupların Güney Sudan’daki Hıristiyan gruplar ileçok yakın dayanışma içinde olması ve Amerikan kamuo-yunu bu konuda çok ciddî şekilde yönlendirmeleridir. Ay-

Referandum Sonrası Sudan Nereye Gidiyor?

Mehmet Özkan • [email protected]

s a y f a 2 6 • P e r s p e k t i f

nı şekilde BM ve diğer birçok insan hakları örgütü, 2005sonrasında Darfur’da çatışmaların ve ölümlerin azaldığı-nı rapor ederken, ‘Darfur’da soykırım yapılıyor’ söylemi-ni o yıllarda en çok kullanan ve büyük ölçüde dünya ka-muoyunu yönlendirerek uluslararası müdahale isteyen Ame-rika’daki muhafazakâr eğilimli kuruluşlardı. Geçmişe ba-kıldığında bu kurumların 1994 yılındaki Ruanda Soykırı-mı’nda hiç sesi çıkmazken Darfur’daki çatışma durumu-nun abartılmasında aktif rol almasının başka hiçbir açık-laması yoktur.

Amerika’nın oradaki ilgisinin ikinci sebebi ise, Çin’inSudan ile ilişkileri ve özellikle Çin’in bölgedeki petrol çı-karma işini doğrudan üstlenmiş olmasıdır. Çin Ulusal Pet-rol Şirketi, Sudan’daki petrol çıkarma işlerini kontroleden Büyük Nil Petrol Konsorsiyumu’nun en büyük or-tağı olup %40’lik bir pay sahibidir. Dolayısıyla, bugün içinSudan, Amerika ve Çin arasında Afrika kıtası üzerinde ya-şanan rekabetin en önemli merkezlerinden birisi haline gel-miştir. 2007 yılı sonrasında, o yıla kadar Darfur konusun-da son derece aktif olan Batı kamuoyunun bir anda ciddîbir sessizliğe büründüğü düşünüldüğünde, uluslararası gün-demin diğer öncelikleri ve konuya ilgisinin azlığı sebebiyleaynı durumun Güney Sudan’da ortaya çıkacak benzer so-runlar için de geçerli olabileceği düşünülebilir.

Genel olarak bakıldığında referandum sonrası Su-dan’da ortaya çıkacak yeni siyasî durum, referandum ön-cesi süreçten daha rahat geçmeyecektir. Yakın geçmiş dü-şünüldüğünde tarafların en küçük bir ihtilaf konusunda bi-le silahlara doğrudan ya da dolaylı olarak başvurabileceğihiç de ihtimal dışı değildir. Fakat her şeyden önce bölge-deki gelişmelerin kaderi dört sorunun başarılı bir şekildeçözülüp çözülememesine bağlı olacaktır: 1) Petrol gelir-lerinin paylaşımı. (Kuyular daha çok güneyde yoğunlaş-tığı için Güney Sudan’ın daha fazla hak talep etmesi bek-

lenmektedir.) 2) Petrol paylaşımı ile bağlantılı olarak ku-yuların yoğun olduğu özellikle Abyei bölgesinin durumu,yani kimin kontrolünde olacağı sorunu (Abyei’de aynı dö-nemde yapılacak olan referandum şimdilik ileri bir tariheertelenmiştir.) 3) Son derece kıt olan su kaynaklarının kont-rolü/paylaşımı. 4) Referandum sonucunda Güney’in ba-ğımsızlığını kazanması durumunda iki devlet arasındaki sı-nırın tam olarak nereden geçeceği meselesi. Bu sorunla-rın hepsi muhtemel çatışmalara yol açmaya son derece mü-sait olup, ancak uzun vadede çözülebilecek sorunlardır. Bu-nun için cevaplanması gereken en önemli soru referandumsonuçlarıyla beraber Sudan’da üçüncü bir iç savaşın mı baş-layacağı, yoksa göreceli de olsa yeni bir siyasi istikrar dö-neminin mi oluşacağı sorusudur. Bunu elbette zaman gös-terecek ancak göstergeler birinci ihtimalin daha yüksek ol-duğuna işaret etmektedir.

Referandum sonucunun beklenildiği gibi bağımsızlıkyönünde çıkması halinde güneyde yasayan Müslümanla-rın durumu ile kuzeyde yaşayan Hıristiyan azınlıkların du-rumu da yeni tartışmalara ve hatta etnik temizlik girişim-lerine yol açabilir. Şimdiden iki tarafın liderleri tarafındanbuna yönelik güvence verici açıklamalar gelse de, bu so-runun büyük ihtimalle yukarıda bahsedilen dört temel ko-nu çerçevesinde ele alınacağı ve hatta yer yer koz olarakdahi kullanılabileceği düşünülmelidir. Ayrıca referandumsürecinin genel olarak barışçıl geçmesine rağmen Ocak ayıiçinde özellikle Abyei’de yaşanan çatışmalarda yaklaşık 30kişi hayatını kaybetmiştir. Bu durum, Abyei bölgesinin önü-müzdeki dönemde ne kadar merkezî bir konuma gelece-ğini göstermesinin yanında bu tür çatışmaların referandumsonrasında da devam edeceğinin işaretidir. Genel olarakbakıldığında Sudan’daki referandum, şimdilik var olan te-mel sorulara doğru cevaplar vermek yerine yeni sorunlarve tartışmalar getirmeye gebedir. �

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 2 7

Güney Sudan’da referandum için sıraya giren halk

d ü n y a

Sümer, Akad, Babil, Asur ve Pers gibi dünyanın en es-ki medeniyetlerine ev sahipliği yapmış, geçmişte Mezopotamyaolarak adlandırılmış, sulak ve bereketli topraklar üzerin-de kurulmuş bir devlet olan Irak, sahip olduğu petrol re-zervleri ile yakın tarihte büyük güçlerin vazgeçemediği birbölge olmuş ve hali hazırda da olmaya devam etmektedir.

Resmi adı el-Cumhûriyetü’l-Irakıyye ve başkenti Bağ-dat olan Irak, körfez bölgesinde bulunan ülkeler arasındatopraklarının büyüklüğü bakımından 437.072 km2 yüz öl-çümü ile Suudi Arabistan ve İran’dan sonra üçüncü sıra-da gelmektedir. Kuzeyde Türkiye ile 331 km’lik sınırı bu-lunan ve bu anlamda Arap olmayan dünya ile komşu, tekArap körfez devleti olan Irak’ın, batısında Suriye ve Ürdün,doğusunda İran, güneyinde ise Suudi Arabistan ve Kuveytbulunur. Öte yandan Basra Körfezi’ndeki dar bir kıyı şe-ridi ile de dünya denizlerine açılma imkânına sahiptir.

Nüfus, Dini ve Etnik YapıIrak’ın günümüzdeki nüfusu yaklaşık olarak otuz mil-

yondur ve ülke oldukça genç bir nüfusa sahiptir. Nüfusundağılımı ve bölgesel olarak yerleşiminde daha çok Fırat veDicle nehirlerinin coğrafi konumu belirleyici olmuştur. İkinehir arasındaki bereketli topraklar, yerleşim ve dolayısıylanüfus bakımından yoğunluk kazanırken dağlık alan ve çöl-lerde yerleşim çok nadirdir. Kentleşme oranının en yük-sek olduğu bölge, yaklaşık yedi milyon nüfusu ile Bağdatve Bağdat’ın güneyinde yer alan Basra, Necef, Hille, Ker-bela, Nasırıyye şehirleri ve çevreleridir. Ayrıca zengin pet-rol yatakları sebebiyle, ülkenin kuzeyinde yer alan Musul,Kerkük, Erbil ve Süleymaniye şehirleri de giderek artan nü-fusuyla öne çıkmaktadır.

Nüfusun yaklaşık olarak %70-75’ini Araplar, %15-20’sini Kürtler ve %5’ini ise Irak Türkmenleri, Süryanilerve diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. %97’si Müslümanolan halkın, %60-65’i Şiiler, %32-37’si ise Sünnilerden oluş-maktadır. Irak’ın güneyinde genel olarak Şii Araplar yaşarken,Bağdat civarında Sünni ve Şii Araplar birlikte yaşamakta-dırlar. Ülkenin kuzeyinde ise Sünni, Yezidi Kürtleri ve IrakTürkmenleri yaşamaktadır.

Irak’ın İslam İle TanışmasıBugünkü Irak topraklarının bulunduğu Mezopotam-

ya bölgesi sulak ve bereketli toprakları ile dünyanın ilk veen önemli yerleşim merkezlerinden biridir. M.Ö. 7. yüz-yıla kadar Sümer, Akad, Babil ve Asur gibi medeniyetlerebeşiklik etmiş olan bu coğrafyada, daha sonra Persler hâ-kim olmuştur. İslam öncesi dönemde Araplar yine bu böl-gede Main, Sebai ve Himyeri devletlerini kurmuşlardı.

İslam’ın doğuşu ve hızla yayılması ile birlikte Müslü-manlar, fethetmeyi planladıkları bu bölgede siyasi birliğisağladıktan sonra bu bölgeyi önce İran, daha sonra da Hin-distan, Horosan ve Maveraünnehir’de gerçekleştireceklerifetihlerin merkez üssü olarak kullanmayı hedefliyorlardı.Hz. Ebubekir tarafından başlatılan ve Hz. Ömer zamanındatamamlanan Irak’ın fethi sırasında, fethedilen coğrafyanınsınırları kesin olarak bilinememektedir. Irak coğrafyası, Em-eviler ve Abbasiler dönemlerinde en parlak devrini yaşa-mıştır. Irak’ın, 637 yılında Müslümanlar tarafından fet-hedilmesinin ardından Ali bin Ebu Talib döneminde İs-lam’ın merkezi haline getirilmiş ve başkent de Kufe’ye ta-şınmıştır.

İlim ve Kültür Başkenti: BağdatAbbasilerin iktidara gelmesiyle Bağdat şehri 762 yılından

itibaren yeni baştan imar edilerek İslam dünyasının mer-kezi olmuştur ve dünyanın en önemli ilim ve kültür mer-kezlerinden biri haline gelmiştir. Halife ve devlet adam-larının desteklediği ilmi faaliyetler neticesinde Bağdat, âlim-lerin akın ettiği, ilim ve münazara meclislerinin son dere-ce faal olduğu bir merkez olmuştur. Bağdat’ta tercüme mer-kezi vazifesi görüp aynı zamanda halka açık bir kütüpha-ne olarak da hizmet veren Beytülhikme ve benzeri eğitimmüesseseleri yine bu dönemde kurulmuştur. Bu müesse-selerde birçok âlim, edebiyatçı, şair, muhaddis ve müder-ris yetişmiştir.

Ancak 1258’de Irak’a giren Moğollar, doğudan batıyadoğru ilerleyerek başta Bağdat olmak üzere önlerine çıkanbütün şehirleri yakıp yıkmış, insanları öldürmüş, kütüp-haneleri yok etmiş ve çok büyük bir tahribata neden olmuşlardır.Tarihi kaynaklar, bu istila sırasında Bağdat Kütüphanesi’ndekieserlerin atıldığı Dicle Nehri’nin günlerce mürekkep ren-ginde aktığı ve binlerce ciltlik eseri Basra Körfezi’ne taşı-dığını kaydederler. Bu dönemde Moğollardan kurtulan Irak’ta-ki âlim ve filozoflar Şam, Halep, Kahire, İskenderiye,Magrib ve Endülüs’e kaçarak oralarda ilim hayatlarına de-

Irak

Yusuf Ziya Altıntaş • [email protected]

s a y f a 2 8 • P e r s p e k t i f

vam edebilmişlerdir. Daha sonrakitarihlerde eski ilmî ve maddî zen-ginliğine tekrar erişemeyen Irak, sı-rasıyla Celayirliler, Timuroğulları, Ka-rakoyunlular, Akkoyunlular ve Saf-evilerin hâkimiyeti altında kalmıştır.

Osmanlı Dönemi ve Yakın TarihIrak coğrafyası daha sonra Osmanlı

Devleti ile Safeviler hanedanı arasındakihâkimiyet mücadelesine sahne ol-muştur. Kanuni Sultan Süleyman1534’te Irak’ın da içinde bulunduğucoğrafyanın tamamını fethetmiş ve bey-lerbeylik statüsüne sokmuştur. Irak’ınOsmanlı topraklarına katılması, Ya-vuz Sultan Selim döneminde başla-yan bir süreç olan Osmanlının İslamcoğrafyasının liderliğini üstlenme gi-rişiminin tamamlanması anlamınageliyordu. Bu dönemde kıymetliâlimler İstanbul’a götürülerek, çalış-maları için kendilerine her türlü im-kân temin edilmiştir. Ülke, 1917’yekadar Osmanlı yönetiminde kalmış-tır. 19. yüzyıl başları, İngiltere’nin ön-celikle Basra Körfezi’ne yönelik ilgi-sinin Irak’a da yöneldiği bir dönemolmuştur. İngiltere’nin Irak’taki eko-nomik ve stratejik çıkarları giderek dinî ve siyasi alanları dakapsamaya başlamış ve I. Dünya Savaşı öncesinde doruğaçıkmıştır. Bu nedenle savaş başlar başlamaz, 5 Kasım1914’te İngiliz askerlerinin bölgeye harekâtta bulunması ve22 Kasım’da Basra’yı işgal etmeleri hiç de sürpriz olmamıştır.Başlangıçta zayıf kalan Osmanlı kuvvetleri daha sonra to-parlanarak İngilizleri yenilgiye uğratmışlardır. Uzun zamanbüyük kayıp veren İngilizler, Bağdat’ı ancak 11 Mart1917’de işgal edebilmişlerdir. Ancak I. Dünya Savaşı’ndansonra Osmanlılar bölgeden çekildiklerinden Iraklılar yalnızve zayıf kalmışlardır. Bunun üzerine İngiltere ordularının Mu-sul’u ve petrol yataklarını işgal etmesi, daha sonra milletlerarasıbir mesele haline gelmiştir. 1920’de yapılan San Remo Kon-feransı’nda galip devletler Osmanlı Devleti’nin Arap vilayetlerinipaylaşırken, Irak’ın İngiliz mandası olması kararlaştırılmış-tır. 1932’de İngiltere’nin Irak üzerindeki manda yönetimiyoğun baskılar neticesinde sona ermiş ve Irak, sözde bağımsızlığınıkazanarak Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmiştir. İngilterebundan sonra da meşruti monarşi ile yönetilen Irak üzerindesiyasi ve iktisadi nüfuzunu sürdürmüştür. Bundan sonrakisüreçte kanlı darbeler ve diktatörlükler ülkenin yakın geç-mişine damgasını vurmuştur. 1963 yılında bir darbeyle ül-kenin başına geçen Saddam Hüseyin, 2003 yılında gerçek-leşen ABD işgaline kadar ülkeyi yönetmiştir. Bu arada

1980 yılında başlayıp sekiz sene sü-ren Irak-İran savaşı, ülkede yüz bin-lerce insanın hayatını kaybetmesineve milyarlarca dolarlık maddî zararayol açmıştır. Savaşın bir kazananı daolmamıştır. 1990 ortalarında Irakorduları Kuveyt’e girerek bu ülkeyi iş-gal etmiştir. Bunun üzerine başlayanKörfez Krizi, petrol fiyatlarının artmasınave ekonomik dalgalanmalara sebep ol-muştur. ABD ve Avrupa devletlerininmüdahalesiyle yenilgiye uğrayan Irakordusu bölgeden çekilmek zorundakalmıştır. Bu savaş sonrasında ülke-de çıkan Şii ve Kürt isyanları SaddamHüseyin yönetimince sert şekildebastırılmıştır. BM Güvenlik Konse-yi aldığı çeşitli kararlarla ülkeye ikti-sadî ve askerî ambargo koymuş ve da-ha sonraki senelerde de sıkıntılı sü-reç devam etmiştir.

ABD İşgali ve Bugünkü IrakABD, 2003 yılı Mart ayında,

Irak’ta kitle imha silahları olduğu id-diası ve aynı zamanda Irak halkını öz-gürleştirmek bahanesiyle Irak’a sal-dırarak Saddam Hüseyin hâkimiye-tini sona erdirdi. Ancak işgal güçle-ri Irak’ta ne kitle imha silahı bulabildi

ne de Irak halkı özgürleşti. Başlangıçta kayda değer bir di-reniş gerçekleşmezken, sonraki dönemlerde işgalci ABDgüçlerine karşı yer yer şiddetli direnişler kendini göster-di. Öte yandan ülkede mezhep çatışmalarının kışkırtılmasısonucunda derin bir ayrışma meydana gelirken, iç savaşıandıran ve günümüzde de hâlâ şiddetli çatışmaların yaşandığınaüzülerek şahit olmaktayız.

ABD’nin Irak işgali süresince yaşanan çeşitli şiddet olay-ları ve çatışmalarda bir milyondan fazla Iraklının öldüğütahmin ediliyor. Yine bu olaylar sonucunda yaklaşık dörtbuçuk milyon kişi evsiz kalırken, yaşanan şiddet arkasın-da beş milyon yetim ve iki milyona yakın da dul bıraktı.Ölen ABD askerlerinin sayısı ise beş bin civarında. Ayrı-ca ABD’nin Iraklı tutuklulara yönelik muamelesi, yaptığıişkenceler ve keyfi olarak öldürdüğü Iraklı siviller dünyakamuoyuna yansımış, maalesef bunlar sadece skandalolarak nitelendirilip kınanmakla yetinilmiştir. İşgal ettiğiIrak’tan son zamanlarda kısmen de olsa geri çekilenABD’nin arkasında bıraktığı enkazın birinci dereceden so-rumlusu olduğu aşikârdır. �

Kaynaklar“Irak”, TDV İslam Ansiklopedisi, 19. Cilt, s. 83-115Günlük gazeteler

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 2 9

ABD işgali, ölüm ve yıkım getirdi

k ü l t ü r

İslam tarihi, düşüncesi ve sanatı üzerine araştırmalar-da bulunmuş, konuları hakkında önemli ölçüde bilgi bi-rikimine sahip çok sayıda batılı müellifin olduğu, geçmiş-te olduğu gibi bugün de bir hakikattir. Oryantalist ya daşarkiyatçı olarak da adlandırılan, özellikle Edward Said’inmeşhur Oryantalizm adlı eserinden sonra ekseriyetleolumsuz bir imaja sahip bu araştırmacıların eserlerini ka-lın bir hamakat perdesinin arkasından bakmaksızın ilmî açı-dan göz ardı etmek pek mümkün değildir. Bununla birlikte,bu alanda kimi müellifler vardır ki, eserleri ve şahsiyetle-ri ile hem Batı’da hem de Doğu’da hayranlık uyandırmış,kendilerine haklı olarak büyük hürmet gösterilmiştir.

Vefatının yıldönümü münasebetiyle kendisini tanıtarak,hatırasını yâd etmeyi arzuladığımız Annemarie Schimmel ha-nımefendinin, sözünü ettiğimiz zümre içerisinde müstesna biryeri vardır. 7 Nisan 1922 tarihinde, Almanya’nın Erfurt şeh-rinde dünyaya gelen Annemarie Schimmel, felsefî ve mistikkonulara meraklı bir baba ile okumaya ziyadesiyle düşkün birannenin kızıdır. Bir ev hanımı olan annesi Anna Schimmel, 1978yılında vefatına dek sürekli kızınınyanıbaşında olmuş, kitaplarını her-kesten önce okumuş ve müşfik yar-dımını kızından hiç esirgememiştir.Doğu ve bilhassa İslam kültürüneilgi duyan hocalarının da katkılarıylaküçük yaşlardan itibaren tarih ve ede-biyat başta olmak üzere, çeşitli din-ler ve dinler tarihi hakkında yorul-maksızın okuyup araştırmalardabulunan Schimmel, okulda öğren-diği Fransızca ve Latince dillerininyanısıra Arapça eğitimi de almıştır.Araya giren ikinci dünya savaşı veberaberinde getirdiği olumsuz şart-lar, genç Schimmel’in üniversiteyedevamına engel teşkil etmemiştir.Üniversitede İslam sanatı tarihi veArapça derslerine devam eden

Schimmel’in bu alandaki kabiliyeti hocalarının da gözündenkaçmamıştır. İleriki yıllarda Arapça’nın yanı sıra Farsça ve Os-manlıca öğrenmeye başlayan Schimmel, “Memlüklüler dö-neminde, Mısır’da Halife ve Kadıların Durumu” başlıklı dok-tora tezini 1941 yılında tamamlamıştır. 1946 yılında, “Mem-lük Devleti’nde Asker, Emir ve Sultanların Sosyal ve KültürelRolleri” başlıklı doçentlik tezini sunduktan sonra, Marburg Üni-versitesi’ndeki akademik kariyerine doçent olarak başlamış-tır. Üniversitede Arapça, Türkçe ve Farsça’nın yanısıra, İslamsanatları ve İslam edebiyatı tarihi dersleri de veren Schimmel,bu esnada, dinler tarihi alanında ikinci bir doktora çalışması-na başlayıp çok geçmeden bu alanda da doktorasını başarıy-la tamamlamıştır.

Müteakip yıllar, Schimmel’in Türkiye ile ilişkilerinin sı-kılaşacağı yıllar olacaktır. İlk olarak 1952 yılında, yazma eser-leri incelemek üzere İstanbul’a gelen Annemarie Schimmel,kısa sürede aralarında Yahya Kemal, Samiha Ayverdi gibi isim-lerin de bulunduğu, ilim ve edebiyat çevrelerinden pek çokdost edinmekte gecikmeyecektir. Öyle ki dönemin İstanbul’undaçıkan Yeditepe, Hayat gibi edebiyat dergilerinde, “Cemile Kı-ratlı” müstear ismiyle yazıları dahi yayımlanır. Genç yaşla-rından itibaren Mevlana’nın şiirlerine hayranlık duyan ve Mesn-evi’ye atıfla; “hayatımın yeni dönemindeki o uzun ve çetingünlerimde acımı dindiren merhem” diyen Schimmel, Tür-

kiye’de bulunduğu bu dönemde Konya’yagiderek, Mevlana’nın türbesini de ziya-ret etme imkânı bulacaktır.

Annemarie Schimmel’in hayatındaayrıca zikredilmesi gereken bir de An-kara dönemi bulunur. Yeni kurulanAnkara İlahiyat Fakültesi’nde, Dinler Ta-rihi kürsüsü için yapılan hocalık tekli-fini kabul eden Schimmel, 1954-59yılları arasında fakültede Dinler Tarihidersi vermiştir. Bu dönemde hazırladığıDinler Tarihine Giriş adlı ders kitabı-nın yanısıra, Muhammed İkbal’in Ca-vidname adlı eserini de Türkçe’ye ter-cüme etmiştir. Hayatının bu dönemiSchimmel’e Anadolu kültürünü tanımaadına da kimi fırsatlar sunmuş, annesiAnna Schimmel ile birlikte Anadolu coğ-rafyasında uzun ve maceralı seyahatler

Annemarie Schimmel (1922-2003)Bereketli Bir Ömrün Kısacık Hikâyesi

Ömer Faruk Altıntaş • [email protected]

s a y f a 3 0 • P e r s p e k t i f

Doğu ve bilhassa İslam kültü-rüne ilgi duyan hocalarının dakatkılarıyla küçük yaşlardan

itibaren tarih ve edebiyat baş-ta olmak üzere, çeşitli dinler ve

dinler tarihi hakkında yorul-maksızın okuyup araştırma-

larda bulunan Schimmel, okul-da öğrendiği Fransızca ve La-tince dillerinin yanısıra Arap-

ça eğitimi de almıştır.

gerçekleştirmiştir.1959 yılında Türkiye’den ayrı-

larak, Marburg’a geri dönen Schim-mel, 1961 yılından itibaren Bonn Üni-versitesi’nde Arapça, Farsça veTürkçe derslerinin yanısıra, dinlertarihi, tasavvuf ve İslam tarihi üze-rine dersler vermiştir. Muhammedİkbal’e olan hayranlığı Hint-İslamkültürüne dair derin bir alâka duy-masını ve bilgi sahibi olmasını sağ-lamış, 1967 yılından itibaren, ta ki1992 yılında emekli oluncaya kadarHarvard Üniversitesi’nde Hint-İs-lam kültürü dersleri vermiştir.

Yazarın emeklilik dönemi de bereketli geçmiş, her yıl bir-den fazla kitap yayımlanmıştır. Alanının en önemli araştır-macılarından biri olan Annemarie Schimmel, “Doğu ve Ba-tı. Batılı-Doğulu Hayatım” (Morgenland und Abendland. Me-in west-östliches Leben) başlıklı hatıratını yayımladıktan kısabir süre sonra, 26 Ocak 2003 tarihinde Bonn’da vefat etmiştir.Mezar taşında, henüz küçük yaşlarda okuyup çok etkilendi-ği, ömrü boyunca hatırından bir an olsun çıkarmadığı, “İn-sanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” mealindeki hadis-i şerif Almanca ve Arapça olarak yazılıdır.

Ömrünü İslam dininin incelikleri, özellikle de tasavvufkültürü üzerine araştırmalar yaparak geçiren Schimmel, bukültürden neşet eden şiir, mûsikî, mimarî, minyatür, resimve hat gibi sanat dallarını incelemiş, bilgi ve izlenimlerini ki-taplarına vukufiyetle aksettirmiştir. Arapça, Farsça, Türkçe,Urduca, Peştuca, Sintçe, Gucerati, Marathi, Keşmiri, Ben-

gali, Sanskritçe, Çekçe, İbranice, es-ki Yunanca, Latince, İtalyanca, Rus-ça, İspanyolca, Hollandaca, Fransız-ca ve İngilizce bilen Schimmel, bu dil-lerin çoğundan tercümeler de yapmıştır.

Annemarie Schimmel, araların-da 1995 yılında verilen Alman Ya-yıncılar Birliği Barış Ödülü de olmaküzere birçok ödüle layık görülmüş-tür. Yazar arkasında yüzden fazla eserve binlerce makale bırakmıştır.

Öne çıkan ve Türkçe tercümeleride bulunan bazı eserleri şunlardır:Mystische Dimensionen des Islam.Die Geschichte des Sufismus. (İslam’ın

Mistik Boyutları. Sufizm’in Tarihi), Rumi: Ich bin der Windund du bist Feuer. Leben und Werk des Mystikers. (BenRüzgarım Sen Ateş, Mevlana Celaleddin Rumi’nin Hayatıve Eserleri), Die Träume des Kalifen. Träume und ihre Deu-tung in der islamischen Kultur. (Halifenin Rüyaları: İslam’daRüya ve Rüya Tabiri) Und Muhammad ist sein Prophet.Die Verehrung des Propheten in der islamischen Fröm-migkeit. (Ve Hz. Muhammed O’nun Peygamberi’dir: Pey-gambere İslam İnancında Gösterilen Hürmet), Wanderungenmit Yunus Emre (Yunus Emre ile Yollarda). �

Kaynaklar:1. Senail Özkan, Vefeyat-Zümrüt Hayallere Adanmış Bir Ömür, İs-

lam Araştırmaları Dergisi, Sayı 9, s.153-166, 2003 2. DİA İslam Ansiklopedisi, Annemarie Schimmel Maddesi, Cilt.36,

Yazar: Senail Özkan

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 3 1

Ömrünü İslam dininin ince-likleri, özellikle de tasavvuf

kültürü üzerine araştırmalaryaparak geçiren Schimmel,

bu kültürden neşet eden şiir,mûsikî, mimarî, minyatür, re-sim ve hat gibi sanat dalları-

nı incelemiş, bilgi ve izle-nimlerini kitaplarına vukufi-

yetle aksettirmiştir. .

AnnemarieSchimmel

Annemarie Schimmel'in İslam'ınMistik Boyutları adlı muhalled eserinin kapağı

Hatıratının başlığı Goethe'ninmeşhur divanını çağrıştırıyor

k ü l t ü r

127-151 yıllarında Batlamyus dünyanın konumu üze-rine kadim tasavvuru bildiğimiz kadarıyla ortaya koyan ilkisim oldu. Büyük bir astronom ve matematikçi olan Bat-lamyus dünyanın evrenin merkezinde yer alan sisteminiaçıklarken, sabit yıldızların boylamındaki değişikliğin yüz-yılda 1º ya da yılda 36 saniye olduğunu söylemiştir. “Ge-ce ve gündüz eşitlik zamanının gerilemesi” olarak adlan-dırılan bu hareketle ilgili olarak Müslüman astronomlar son-raları daha doğru değerler elde etmişlerdir.10.yy’ın Bağ-datlı ünlü astronomu Muhammed Battani bu rakamları alt-mışaltı yılda 1º ya da yılda 54.55 saniye olarak hesaplar-ken, 1009’da ölen İbn Yunus ise yetmiş yılda 1º ya da yıl-da 51.43 saniye ya da bir tam tur için 25,175 yıl olarak he-saplamıştır. Onların bulduğu bu değerler, bugün yılda 50.27saniye ya da tam tur için hesaplanan 25,787 yıla olan ya-kınlığıyla muazzam hesaplamalardır.

Dünya ekseninin yörünge düzlemine eğikliği mevsimlerinoluşmasına sebeb olmaktadır, Müslümanlar da bu konuhakkında incelemeler yapmış bu eğikliği hesaplamaya ça-lışmışlardır. 10.yy sonunda matematikçi ve astronom Ta-cikistanlı Hocendi de bu isimlerden biriydi ve güneşin me-ridyen geçişlerini gözlemlemek için İran, Tahran yakınlarındabir rasathane kurmuştur. Günümüzde 23º34 saniye ola-rak saptanan bu eğikliği Hocendi o zamanlar 23º32 sani-ye olarak hesaplayarak şimdiki de-ğerlere çok yakın bir rakam bul-muştur. Hocendi bu verilerden yo-la çıkarak belli şehirlerin enlem veboylamlarının yer aldığı bir listede hazırlamıştır.

9.yy’da Halife Memun, Müs-lüman astronomlardan dünya-nın çevresini ölçmelerini istedi vesonuç olarak 40,253.4 km raka-mına ulaşıldı; bugünkü rakamlarise ekvatordan ölçüldüğünde40,068.0 km kutuplardan40,000.6 km’dir.

11.yy’ın büyük âlimi Bîrûnî, karmaşık bir arazi ölçümü(jeodezi) denklemi kullanarak dünyanın çevresini hesap-ladı, bu konuyla ilgili çalışmalarını Şehirlerin KoordinarlarınınBelirlenmesi adlı eserinde anlattı. Bu kitapta, dünya çevresininölçülmesi sistematik ve ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.Bîrûnî, enlem ve boylamları ölçmüş, antipotları ve dünyanınyuvarlak olduğunu da saptamış, Galileo’dan altı yüzyıl ön-ce dünyanın kendi etrafında döndüğünü söylemiştir. O za-manlar, aralarında Bîrûnî’nin de olduğu eğitimli Müslü-manlar için dünyanın yuvarlak oluşu sıradan bir bilgiydi.

Arazi ölçümüJeodezi, zemindeki açı ve mesafelerin ölçülmesi saye-

sinde arazilerin haritalara, doğru olarak yansıtılabilmesi-dir. Arazileri dengelemek ya da eşitlemek amacıyla Ro-malılar basit arazi ölçüm teknikleri kullanmışlar, bu tek-nikleri İspanya’da Müslüman ve Hristiyanlar da kullan-mışlardır. Romalılar, bugün arazi ölçümünde kullanılannirengi1 usûlünü bilmiyorlardı. Bu usûlü Doğu’dan iki Müs-lüman İspanyol âlimi Mesleme ve İbn Sefer kendi ustur-lab tezleriyle birlikte getirmiştir. Mesleme’nin eseri 12.yy’daLatince’ye çevrilmiştir.

Dik açılı üçgen ve kare kullanarak usturlapla yapılabi-len bazı nirengi işlemleri bulunmaktadır. Bunların Romalılaraait yer ölçme işlemleriyle birlikte kullanılması sayesindeMüslümanlar, alidat2 yardımıyla basit nirengi işlemleriniyapabiliyorlardı.

Bugün nirengi ölçümü, düzlem trigonemetrisi ka-nunlarını kullanarak bilinmeyen bir noktanın konumunubelirlemek için hâlâ kullanılmaktadır. Ancak bugün ileri

teknoloji olan GPS yani küresel ko-numlandırma sisteminden yararlanıl-maktadır.

Yer bilimiMineraloji, minarelleri inceleyen

bilim dalıdır. Mineral, belirli kimyasalözelliklerde kristal yapıya sahip olan vedoğada kendiliğinden oluşan maddedir.Mücevher ve değerli taşlar özel türdeminerallerdir.

Eski Mısırlılar, Mezopatamyalılar,Hintliler,Yunanlılar ve Romanlılar’ın bel-li minareller, taş ve mücevherler hakkında

Dünya Gezegeni, Yer Bilimi, Doğa OlaylarıMüslümanların Günlük Yaşamımıza Katkıları

İlknur Melekoğlu • [email protected]

s a y f a 3 2 • P e r s p e k t i f

Ebu Reyhan el Birunî

bilgileri vardı. Bu medeniyetlerintopraklarının bir bölümünün İslamdevletinin bir parçası haline gelme-siyle değerli taş ve minareller hakkındayazılan eserler Arapça’ya tercüme edil-di. Bu eski bilgileri özümseyen Müs-lümanlar, bu alanda yapılan çalışmalarıbir sonraki aşamaya taşımışlardır. İs-lam dünyasının geniş bir alana ya-yılmasıyla Müslümanlar; Avrupa,Asya ve Afrika’da çalıştılar. Malay ada-ları gibi uzak yerlerden toplananmineral, bitki ve hayvan bilgileri2.yy’da yaşayan İbn Sina’nın felse-fe ve doğa bilimleri ansiklopedisi olanŞifa Kitabı gibi kitaplarda biraraya ge-tiriliyordu. O dönemlerde ünlenenbu kitap içerdiği bilgiler sebebiyle Rö-nesans sırasında Avrupalı bilimadamlarına ilham kaynağı olmuştur.

İbn Sina’nın Şifa Kitabı’nın mi-neral ve meteoroloji ile alâkalı bölümdeo dönemdeki tüm bilgiler eksiksiz ola-rak bulunur. Bu bölüm altı kısımdanoluşur: Dağların oluşumu, dağların bulut oluşmasındakiavantajları, su kaynakları, depremlerin kökeni, mineralle-rin oluşumu, yeryüzü şekillerinin çeşitliliği. Oysa bu bu-luşların çoğu bugün 18.yy’da yaşamış olan James Hutton’aatfedilir. Jeolojinin bu temel prensiplerinin ortaya konması,yer biliminin ilk kez jeoloji olarak adlandırılması Avrupa’dakiRönesans’tan yüzyıllar önce gerçekleşmişti. İbn Sina’nınbu alandaki katkılarını takdir eden tarihçiler, onun daha11.yy’da sıradağların kökeni hakkında ortaya koyduğu hi-potezin üstünden sekiz asır geçtikten sonra dahî Hristi-yan dünyasında radikal bir hipotez olarak karşılanacağınıbelirtmişlerdir.

973 yılında doğan Bîrûnî’nin diğer pek çok alanın ya-nı sıra bu alanda da çalışmaları vardır. Hindistan’da da uzunsüre bulunmuş olan Bîrûnî, Hintçe öğrenmiş, yoğun şe-kilde doğa tarihi ve jeoloji çalışmaları yapmıştır. Ganj hav-zasının çökelti özelliğini doğru şekilde tarif etmiştir. Bîrûnî’ninçok önemli bir mineroloji çalışması olan “Değerli taşlarıntanınması üzerine incelemeler” adlı eseri, onu bu alanın ön-de gelen isimlerinden biri yapmıştır.

857’de ölen Yahya bin Meseveyh “Değerli taşlar ve özel-likleri” adlı bir eser kalme almıştır, 873’lü yıllarda ölen Kin-di üç monografi yazmıştır; bunların en iyisi olan “Değerlitaşlar ve benzerleri” adlı eser ise kaybolmuştur. 10.yy âli-mi Hamdani ise Arabistan’la ilgili üç kitap yazmış bunlarda;altın, gümüş, mineral ve değerli taşların özelliklerinden, ne-relerde bulunabileceğinden ve arama yöntemlerindenbahsetmiştir. 10 yy da İhvanı Safa adıyla tanınan bilim adam-

ları da minerallerin sınıflandırılma-sı ile ilgili ansiklopedik bir çalışmayapmışlardır. Mineroloji alanında ya-zılan eserlerin çoğu maalesef kay-bolmuş, çok az bir kısmı günümüzeulaşabilmiştir.

Doğa olaylarıKurtubalı İbn Hazm’in yaşadığı

dönem ve öncesinde astrologlar, yıl-dız ve gezegenlerin ruhu ve zihni ol-duğuna ve insanları etkilediğine ina-nıyorlardı. 10.yy’da yaşayan İbnHazm ise yıldızların ruhu ve zihni ol-mayan gök cisimleri olduğunu ve in-sanları etkilemediğini şöylemiştir.

Bîrûnî de 11.yy da med-cezirin de-vinimsel olduğunu ve ayın evrelerindenkaynaklandığını belirterek, Hindistan’ınSomnath şehrindeki med-ceziri açık-layarak, bunun ayın hareketleriylealâkalı olduğunu ispatladı.

Kindi ise gökyüzünün mavirenkte gözükmesiyle ilgili açıklama

yapmış, karanlık havanın dünyadan yansıyan ışıkla karışarakgörünür hale geldiğini, ortaya da karanlıkla ışık arasındabir rengin yani mavinin çıktığını söylemiştir. Nitekim burenk gökyüzünün gerçek rengi değil, ışık ve karanlığı ka-rışması sebebiyle gözün algıladığı bir renktir.

Bundan bin yıl önce halife, İbn Heysem’den Nil’in akı-şını düzenlemesinin istemişti, ancak o bunu eğer eski Mı-sırlılar yapamadıysa kendisinin de yapamayacağını biliyordu.Sonrasında hayatını kurtarabilmek için deli numarası ya-pan İbn Heysem, ev hapsi cezasına çarptırıldı. Bu süre zar-fında penceredeki deliklerden gelen ışıkları inceledi ve gök-kuşağını, etkilerini gözlemledi. Güneş ve ayın ufuk çizgi-sine yaklaştıkça daha büyük gözükmesinin sebebini ise, at-mosferin yarattığı etkiyle beynin görsel oyun oynaması ola-rak açıkladı. Güneş ışınlarının atmosferde kırıldığını söy-ledi ve bundan yola çıkarak atmosfer yüksekliğini 10 mil(16 km) olarak hesapladı. 1319 yılında ölen KemaleddinFarisi, İbn Heysem’in çalışmalarını devam ettirerek geliş-tirmiş, güneş ışınlarının izlediği yolu cam bir kürenin için-de gözlemlemiştir. Elde ettiği verilerle de birincil ve ikin-cil gökkuşaklarının beyaz ışığın prizmayla kırılması sonu-cu ortaya çıktığını belirlemiştir. �

1 Bir ölçme usûlü. Bu usûlde, çeşitli arazi tafsilatının mevkileri bir üç-genler şebekesi kurularak bulunur

2 Bir dürbünü ve düz kenarlı cetveli bulunan aletKaynak: 1001 Inventions-Muslim Heritage in Our World, Prof.Salim T S

Al-Hassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisation

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 3 3

Mineraller uzerine yazılan eserlerin çoğukaybolmuş durumda

i s l a m u n d l e b e n

Etymologisch gesehen bedeutet das Wort „Sunna“gewohnte Handlungsweise, Brauch, oder überlieferteNorm bzw. die Praxis des Propheten Muhammad (saw).Im religiösen Kontext bezeichnet der Begriff Sunna dieGesamtheit der zu befolgenden Taten, Worte undHandlungen des Propheten. Der Plural von Sunna ist „Su-nan“.

In der islamischen Rechts-wissenschaft (Fikh) dient dieSunna, nach dem Koran, alszweitwichtigste Quelle des is-lamischen Rechts. FolgendeVerse verdeutlichen dieses:„Und gehorcht Allah und ge-horcht dem Gesandten undseid auf eurer Hut…“ (SureMâida, [5:92]) „Wer dem Ge-sandten gehorcht, der gehorchtAllah…“ (Sure Nisâ, [4:80])„… Was euch der Gesandteaber gibt, das nehmt, und waser euch verwehrt, das lasst sein.Und fürchtet Allah. Allahstraft fürwahr streng.“ (SureHaschr, [59:7]) „Sprich: Wennihr Allah liebt, dann folgt mir.

Dann wird euch Allah lieben und euch eure Sündenverzeihen; denn Allah ist verzeihend und barmherzig.“(Sure Âli Imrân, [3:31])

Die Worte des Propheten Muhammad (saw), dieer zu unterschiedlichen Anlässen gebrauchte, bildendie „verbale Sunna“:

„Die Taten entsprechen ihrer Absicht und jeder be-kommt den Gegenwert seiner Absicht.“ 1 Hadithe wie„So betet, wie ihr mich beten gesehen habt.“ 2 und „Hal-tet euch bei euren Gottesdiensten während der Hadschan mich.“ 3 deuten auf seine „praktische Sunna“ hin.Zeitweise griff der Prophet in Handlungen oder Ge-schehnisse nicht ein und ließ sie zu. Dies war in der

Regel ein Zeichen seiner Akzeptanz.Denn wenn der Prophet sich zu ei-nem Ereignis nicht äußerte und kei-ne Reaktion zeigte, galt dies als Ein-verständnis. So gestatte der Prophetbeispielsweise den Frauen, die er imFriedhof sah, den Besuch der Grä-ber, indem er sich nicht dazu äußer-te. Dies ist ein Beispiel dafür, dass erZeuge einer Handlung war, doch die-se weder empfahl noch verbat.

Die Sunna hat uns in Form vonÜberlieferungen erreicht und wirdin drei Kategorien unterteilt: „Mu-tawâtir“, „Maschhûr“ und „Ahad“.Die letztere Kategorie wird noch-mals unterteilt, doch darauf soll hiernicht eingehen werden. Stattdessensoll im Folgenden auf die Anwen-dung und Bedeutung der Sunna ein-

Die Sunna verstehen

Hulusi Ünye • [email protected]

s a y f a 3 4 • P e r s p e k t i f

Propheten sind auserwählteGesandte, die den Menschen

die Botschaft des „Tawhîd“(Monotheismus) vermitteln.

Sie erfüllen zwei wichtigeFunktionen. An erster Stelle istes die Aufgabe der Propheten,

die Offenbarung (Wahy) Al-lahs unter den Menschen zuverbreiten. An zweiter Stelle

besteht ihre Aufgabe darin, dieOffenbarung in ihrem eigenen

Leben umzusetzen, diese zubefolgen.

An erster Stelle ist es die Aufgabe der Prophe-ten, die Offenbarung (Wahy) Allahs unter denMenschen zu verbreiten. An zweiter Stelle be-steht ihre Aufgabe darin, die Offenbarung inihrem eigenen Leben umzusetzen, diese zu be-folgen. Propheten waren also die ersten Vorbil-der, die die Worte Gottes in ihrem Leben um-setzten und weiterführten.

gegangen werden. Propheten sind auserwählte

Gesandte, die den Menschen dieBotschaft des „Tawhîd“ (Mono-theismus) vermitteln. Sie erfüllenzwei wichtige Funktionen. An ers-ter Stelle ist es die Aufgabe derPropheten, die Offenbarung (Wa-hy) Allahs unter den Menschen zuverbreiten. An zweiter Stelle be-steht ihre Aufgabe darin, die Of-fenbarung in ihrem eigenen Lebenumzusetzen, diese zu befolgen.Propheten waren also die erstenVorbilder, die die Worte Gottes inihrem Leben umsetzten und wei-terführten.

Die Sunna verstehen und aus-leben bedeutet, die Religion (Dîn)zu verstehen und auszuleben.Denn die Sunna unterstützt underklärt den Koran. Sie legt unver-ständliche Koranverse aus und er-gänzt Angelegenheiten, die im Ko-ran so nicht vorzufinden sind. Na-türlich ist der Koran der Wegwei-ser des Islams. Wir entnehmenihm die religiösen Aspekte unse-res Lebens. Er ist die „gelebte Offenbarung“, ohne des-sen Vorbild die „verbale Offenbarung“, der Koran, nichtverstanden werden kann.

Aus diesen Gründen müssen wir die Sunna erler-nen, verstehen und leben. Denn der Islam, wie er un-sere heutige Zeit erreicht hat, wurde durch die Sunna ge-formt. Der Gottesdienst (Ibâda) und die zwischen-menschliche Beziehungen, die im Koran verankert sind,haben uns allein durch die Sunna erreicht. Wenn wirdie Sunna ausblenden würden, wären wir nicht im Stan-de, die Gottesdienste durchzuführen. Beispielsweisewären wir nicht in der Lage, das Gebet (Salah), das Fas-ten (Sawm), die Almosensteuer (Zakat) in umfassenderWeise zu verrichten oder etwa Zinsverbot zu verste-hen oder das Gesellschafts- und Stiftungswesen auszu-üben. Also können wir unsere Religion nur durch die

Sunna verstehen und in unserem Le-ben umsetzen.

Das Wissen über die Sunna er-reicht uns über verschiedene We-ge. Heutzutage haben wir Hadith-werke, die Tausende Überliefe-rungen des Propheten beinhalten.Es sind also schriftliche Quellen,die uns die Sunna näher bringen. Inletzter Zeit werden wieder ver-mehrt Übersetzungen von Ha-dithwerken aus dem Arabischenherausgegeben, durch die das Ver-ständnis der Sunna erleichtertwird. Dank dieser können wir un-sere Probleme lösen und sie ver-stehen.

Im Übrigen spielen die Fami-lie, das gesellschaftliche Umfeldoder etwa der Islamunterricht inder Moschee eine große Rollebeim Verständnis der Sunna. Vorallem in Familien, in denen der Is-lam praktiziert wird, wachsen Kin-der in einer Umgebung auf, in derihnen von klein auf die „praktischeSunna“ vermittelt wird. Die Sun-na ist der Maßstab für das musli-

mische Leben im Allgemeinen und etwa Kleidung undNahrung im Besonderen. Ein weiterer Maßstab der Sun-na sind die Moscheen, da hier die alltagsgebundeneSunna praktiziert wird. Sicherlich sind der Unterricht ansich und die Art und Weise der Vermittlung der Sunnaunseres Propheten wichtige Mittel, den kommendenGenerationen ein angemessenes Verständnis des Islamsnahe zu bringen. Daher ist es von großer Bedeutung,vor allem Jugendlichen in den Moscheen, die Not-wendigkeit der Sunna im Alltagsleben näher zu brin-gen und sie mit diesen Werten zu erziehen. �

Übersetzung: Meryem Özmen

1 Buchârî, Bad’ul-Wahy, I; Îmân, 41; Muslim, Imâra, 1552 Buchârî, Azan, 18; Adab, 27; Ahad, I3 Ahmad bin Hanbal, III, 318, 366

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 3 5

Die Sunna verstehen undausleben bedeutet, die Reli-gion (Dîn) zu verstehen undauszuleben. Denn die Sunnaunterstützt und erklärt denKoran. Sie legt unverständli-che Koranverse aus und er-gänzt Angelegenheiten, dieim Koran so nicht vorzufin-den sind. Natürlich ist der

Koran der Wegweiser des Is-lams. Wir entnehmen ihm

die religiösen Aspekte unse-res Lebens. Er ist die „gelebteOffenbarung“, ohne dessen

Vorbild die „verbale Offenba-rung“, der Koran, nicht ver-

standen werden kann.

a k t u e l l

Nach der Anfang 2008 erschienenen Handreichung(„Herausforderungen und Chancen in Bildungseinrich-tungen“) des nordrhein-westfälischen Integrationsbe-auftragten und der Ende 2010 herausgegebenen Bro-schüre des Berliner Senators für Bildung, Wissenschaftund Forschung („Islam und Schule“) hat nun auch dasKultusministerium des Landes Rheinland-Pfalz ein ähn-liches Faltblatt („Muslimische Kinder und Jugendlichein der Schule“) veröffentlicht.

Vorab sei darauf hingewiesen, dass die Empfehlungensolcher Publikationen nur begrenzt aussagekräftig sind,da erstens die empirische Basis fehlt und es zweitens an derMiteinbeziehung der islami-schen Religionsgemeinschaftenhapert. Noch wichtiger ist aberdie Frage nach der Notwendigkeitderartiger Handreichungen.Denn in diesen erscheinen mus-limische Schüler geradezu alsExoten bzw. gesondert zu be-handelnde Schülergruppe, wasoft zu mehr Unsicherheiten füh-ren kann oder Kritik provoziert.

Wie bei den vorhergehendenVeröffentlichungen gab es Stim-men, die das Papier begrüßtenbzw. ablehnten. So beurteilte dierheinland-pfälzische CDU-Vor-sitzende Julia Klöckner die

Handreichung als „weltfremd“ und forderte die Regie-rung auf, das Papier zurückzuziehen. Ähnliche Kritik gabes auch an der Berliner Veröffentlichung, etwa von Sei-ten der Gewerkschaft für Erziehung und Wissenschaft(GEW), die den Vorschlag, den Schwimm- und Sport-unterricht geschlechtergetrennt abzuhalten, ebenfalls als„weltfremd“ bezeichnete. In der Kritik Klöckners siehtder pfälzische Diakoniepfarrer Albrecht Bähr eine „wahl-taktische Politik auf dem Rücken von Migranten“. „Es geht nichtum eine Muslimisierung des Unterrichts“, so Bähr, der in dieVorbereitungen für das Papier eingebunden war.

Obwohl das rheinland-pfälzische Faltblatt sehr kurzgehalten wurde und daher kaum als „praktische Hand-lungsempfehlung für den Schulalltag“ dienen kann, son-dern eher den Zweck der politischen Positionierung desBundeslandes zu erfüllen scheint, ist es das gelungens-te unter den bisherigen Veröffentlichungen. Dies hathauptsächlich damit zu tun, dass es sich erstens stark aufdie gesetzlichen Bestimmungen stützt und nicht mehr und

auch nicht weniger verlangt bzw. emp-fiehlt, als dort festgelegt ist. Als Fol-ge dieser Ausgangslage verzichtet eszweitens weitestgehend auf ideologi-sche Begründungen und Herange-hensweisen. Das ist nicht selbstver-ständlich, wenn man bedenkt, dasssich die NRW-Handreichung bei-spielsweise beim Thema Geschlech-terrollen und das Berliner Papier etwain puncto Beten in der Schule eherideologisch leiten lassen.

So wird in dem Faltblatt das nichtunmittelbar auf die Religion bezoge-ne Wort „Unsicherheiten“ verwendet,anstatt von „Probleme, die ihren Ur-sprung womöglich in der Religionszu-

Muslime in der Schule – kein SonderfallÜber Handreichungen zum Umgang mit Muslimen im Schulalltag

Ali Mete • [email protected]

s a y f a 3 6 • P e r s p e k t i f

Obwohl das rheinland-pfälzi-sche Faltblatt sehr kurz gehal-ten wurde und daher kaum als„praktische Handlungsempfeh-lung für den Schulalltag“ die-nen kann, sondern eher den

Zweck der politischen Positio-nierung des Bundeslandes zuerfüllen scheint, ist es das ge-lungenste unter den bisheri-

gen Veröffentlichungen.

gehörigkeit haben“ (S. 3) wie in derNRW-Handreichung und „religiöserscheinenden Konflikten“ (S. 6-7)wie es im Berliner Papier heißt. DerBegriff der Unsicherheit ist um ei-niges geeigneter, da er umfassen-der und objektiver ist. Deshalb ister, entsprechend der Zielsetzungder Handlungsempfehlung, „über-tragbar […] auf Konstellationen, diesich aus anderen religiösen Bekennt-nissen ergeben“.

Wenn dieser Ansatz aber kon-sequent weiterverfolgt werdenwürde, käme man zu dem Ergeb-nis, dass jede religiöse, kulturelleund ethnische Gruppe aufgrundvon Unsicherheiten im Umgangmit ihr eine Sonderbehandlung be-nötigt. Eine besondere Behandlungvon Muslimen oder anderen Min-derheiten im Schulalltag ist jedochnicht vonnöten und führt nur zuunangemessenen Empfehlungenund noch mehr Unsicherheit.

So wäre bei der aktuellen Publi-kation zwar zu begrüßen, dass siedie Schulen grundsätzlich in diePflicht nimmt, „alle Möglichkeitenauszuschöpfen, um ab der Pubertäteinen nach Geschlechtern getrenntenSport- und Schwimmunterricht an-zubieten“. Jedoch ist dies nicht mehrals ein Hinweis auf die gesetzlichgeregelte Grundlage und daher ei-gentlich unnötig. Sobald Lehrernjedoch nahegelegt wird, dass, „speziell für muslimische Mäd-chen angefertigte Sport- oder Schwimmbekleidung (z. B. derBurkini) bei der Lösung des Konflikts hilfreich“ sein könn-ten, wird diese Regelung untergraben.

Abgesehen von solchen speziellen Problemen sind„muslimische“ Probleme sicherlich nicht ausschließlichProbleme von Muslimen. Deshalb wäre es sinnvoller,wenn sich die Verantwortlichen mit umfassenderen Pro-blemen der Schulen und Schüler befassen würden. Mus-lime fasten im Ramadan und können sich darauf ein-stellen. Aber wie viele Kinder gibt es wohl, die das gan-ze Jahr über ohne ausreichendes Frühstück in die Schu-le gehen? Ferner finden Elternversammlungen vor Klas-senfahrten oder dem Sexualkundeunterricht nicht erst statt,seitdem oder weil es Muslime in diesem Land gibt. Sor-gen, ihre Kinder für Tage und Wochen aus ihrer Obhut

zu geben haben nicht nur Muslime.Darauf weist die Berliner Veröf-fentlichung zu Recht hin, wenn dortsteht: „Manche solcher Bedenken, et-wa wegen Alkohol- und Drogenkon-sum oder sexuellen Kontakten, tei-len auch Eltern von Kindern ohneMigrationshintergrund.“ (S. 16)

Wie in der Handlungsempfeh-lung richtig festgestellt wird, „sindes engagierte Lehrer, Eltern und Ge-meinden, die aus dem Bedarf heraus,den Schulalltag angemessen zu ge-stalten versuchen“. An diesem prag-matischen Weg, der kaum auf denpolitischen Willen von Ländernund Bund zurückzuführen ist, soll-te weiterhin festgehalten werden.

Denn um überhaupt verlässli-che Empfehlungen geben zu kön-nen, fehlt eine empirische Grund-lage. Worauf stützen sich die Län-der und der Bund bei solchenEmpfehlungen? Sicherlich auf Aus-sagen und Erfahrungen von Schu-len und Lehrern. Doch wo und wiewerden diese festgehalten, bevorsie in eine Handlungsempfehlungeinfließen? Welche Rolle kommthierbei den muslimischen Religi-onsgemeinschaften zu, wenn sieüberhaupt in die Erstellung solcherPapiere eingebunden werden? Be-vor also etwas über „typisch mus-limische“ Probleme ausgesagt wer-den kann, müsste erst einmal eine

breite empirische Basis bestehen, um politischen undideologischen Motivationen den Boden zu entziehen,wie sie teilweise in den bisherigen Publikationen zumAusdruck kommen.

Sie müssten ferner, und das bezieht sich insbeson-dere auf die Handreichungen aus NRW und Berlin,den muslimischen Gemeinschaften in religiösen An-gelegenheiten (Bestimmung der Festtage, Fasten, Ge-bete usw.) ihr Recht auf Selbstbestimmung gewähr-leisten und ihre Kompetenz in Sachen der Religionanerkennen. Nur so kann man der Argumentation vonPopulisten aller Couleur den Boden entziehen und zueiner Normalisierung des Schulalltags gelangen, oh-ne bestehende Probleme von Schülern zu „islamisie-ren“ oder aus einer übertrieben kulturrelativistischenPerspektive zu betrachten. �

FEBRUAR • ŞUBAT 2011 • say fa 3 7

Wie in der Handlungsempfeh-lung richtig festgestellt wird,

„sind es engagierte Lehrer,Eltern und Gemeinden, dieaus dem Bedarf heraus, denSchulalltag angemessen zu

gestalten versuchen“.An diesem pragmatischen

Weg, der kaum auf den poli-tischen Willen von Ländernund Bund zurückzuführenist, sollte weiterhin festge-

halten werden.

a k t u e l l

Angriffe auf religiöse Einrichtungen, insbesondereauf Gebetshäuser, werden überall in der Welt aufsSchärfste verurteilt. Das gilt auch für Friedhöfe. Ge-betshäuser symbolisieren die Religion und damit auch sei-ne Anhänger. Friedhöfe stehen sowohl für die Leben-den als auch die Verstorbenen. Angriffe auf diese Ein-richtungen betreffen also die gesamte Gesellschaft.

In den letzten Monaten wurden wir Zeugen vonBrandanschlägen, die auf Moscheen in Europa verübtwurden. In der deutschen Hauptstadt Berlin gab es diehäufigsten Moscheeanschläge. Auffällig hierbei ist dieTatsache, dass binnen eines Monats sieben Anschlägeauf Moscheen in Berlin verübt wurden. So war die Şehit-lik-Moschee, als eine der ältesten Moscheen Berlins, in-nerhalb eines Monats zwei Mal Ziel eines Anschlags.

Welche psychischen Auswirkungen diese Übergriffeauf die muslimische Bevölkerung in Europa haben, istunschwer zu erahnen. Doch vor allem die unzureichen-de mediale Aufmerksamkeit ist besorgniserregend. DasGefühl der Schutzlosigkeit, das infolge der Anschlägeentsteht, wird durch die Teil-nahmslosigkeit der Öffentlichkeitund der Politiker umso mehrverstärkt.

Lobenswert ist in diesemZusammenhang jedoch die Hal-tung von Politikern wie demMenschenrechtsbeauftragtender Bundesregierung, MarkusLöning (FDP), der Beauftrag-ten der CDU/CSU-Bundes-tagsfraktion für Kirchen und Re-ligionsgemeinschaften, Dr. Ma-

ria Flachsbarth, und der Spitzenkandidatin der Grünenfür die Wahl zum Berliner Abgeordnetenhaus, RenateKünast, die sich mit ihrer Kritik an den Übergriffen vonder schweigenden Mehrheit abhoben und Maßnahmenzur Verhinderung weiterer Brandanschläge forderten.

Doch das sind leider nur Ausnahmen. Nach dem An-schlag auf eine Moschee in Straßburg meinte ein Polizist,es gebe keinen bedeutenden Sachschaden und man sol-le das nicht so ernst nehmen. Werden die Muslime inStraßburg diese Äußerung als Trost auffassen oder sichim Stich gelassen fühlen? Zwar mag kein bedeutenderSachschaden entstanden sein, aber die Auswirkung desAnschlags auf die Psyche der Muslime ist nicht unbe-deutend. Es sollte nicht der letzte Anschlag in Straßburgsein. Die Übergriffe auf eine türkisch-französische Kul-tureinrichtung und ein marokkanisches Reiseunterneh-men sind die jüngsten Beispiele. Wie vertrauenerweckendist eine Polizei, die einen Anschlag kleinredet?

Bezüglich der Moscheeanschläge in Berlin gibt esnoch keinerlei Hinweise auf die Täter. Die Ereignissewerfen die Frage auf, wieso nach zahlreichen Anschlägennoch immer keine Vorkehrungen zum Schutz der mus-limischen Gemeinden dieser Moscheen getroffen wer-den, obwohl die Täter jederzeit erneut angreifen könn-ten? Auf diese Frage könnten sich Muslime emotional ge-ladene Antworten zurechtlegen. Ohne Zweifel haben

wir jedoch ein Recht darauf, von derPolizei, die für den Schutz der Bürgerverantwortlich ist, eine zufriedenstel-lende Antwort zu erwarten. Andern-falls wird das Schweigen der Polizei, dasdarauf hindeutet, dass sie nicht ein-mal bestrebt ist, Antworten zu finden,die Täter bestärken und sie ermuti-gen. Darüber hinaus sollten PolitikerAbstand davon nehmen, mit islam-feindlichen Ausdrücken Hass gegen-über Muslime zu schüren. �

Übersetzung: Fatma Yılmazer

Nichts von Bedeutung?In Europa nehmen Anschläge auf Moscheen zu

İlhan Bilgü • [email protected]

s a y f a 3 8 • P e r s p e k t i f

Nach dem Anschlag auf eineMoschee in Straßburg meinteein Polizist, es gebe keinen be-deutenden Sachschaden undman solle das nicht so ernst

nehmen. Werden die Muslimein Straßburg diese Äußerungals Trost auffassen oder sich

im Stich gelassen fühlen?

IGMG HADSCH-UMRA REISEN GmbHBosch Str. 61-65, 50171 Kerpen

Tel.: (02237) 656-310 • Fax: (02237) 656 319Internet: www.igmghacumre.com Mail: [email protected]: KREISSPARKASSE KÖLNBLZ: 370 502 99 • Hesap-Nr. 149277781

IGMG EĞİTİM MÜFREDATIAna Sınıfı: 03-06 Yaş Grubu

Hazırlık Sınıfı: 07-08 Yaş Grubu

Temel Eğitim İlk Seviye: 09-12 Yaş Grubu

Temel Eğitım Orta Seviye: 13-15 Yaş Grubu

İhtisas Sınıfı: 16-18 Yaş Grubu ders konularınıiçermektedir. Cami ve Eğitim merkezlerimizde

sınıf sisteminde uygulmaya konualcaktır

IGMG EĞİTİM MÜFREDATIAvrupa’da yaşayan okul öncesiçocuklarımızın, dinini, dilini vekültürünü tanımaları vekimliklerinin oluşması içinhazırlanan kitabın içeriğini Ayetler,Hadisler, Dualar, Öğretici Oyunlar,Boyamalar, Türk Dili Etkinlikleri,Deneyli Etkinikler ve El Becerilerioluşturmaktadır.

IGMG TEMEL EĞİTİM MÜFREDATI

Kitap KulübüMerheimer Str. 229, D- 50733 KölnTelefon: + 49 (0) 221 / 73 90 441 8Fax: + 49 (0) 221 / 72 30 61Email: [email protected]