56

Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

Embed Size (px)

DESCRIPTION

http://www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 3 - Nisan 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

NECİD ÇÖLLERİ'NDEN MEDİNE’YE / Mehmet Akif ERSOY

BOZKIR ORTASINDA BİR ÇINAR / Elif Kumru PAKSOY

TÜRK’ÜN İSLAM ÜLKÜSÜ VE BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ / Mehmet Oğuz ATABERK

İMAM MATURİDİ VE İMAN KAVRAMI / Murat KARATAŞLI

HEP BATIDAN DİNLEDİNİZ / Bülent ERDİL

SÖYLEŞİ: İKBAL VURUCU

GALİP AĞABEYE MEKTUP / Abdullah KILAVUZ

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN MANİFESTOSU: KÖRFEZ SAVAŞI / Sertaç EKEMEN

URMU GÖLÜNÜN KURU(TUL)MASININ EKOSİSTEME ETKİSİ / Halil İbrahim KOÇ

UYAN TÜRK MİLLETİ! SAĞLIĞIN TEHLİKEDE / Dr. Alperen KIZIKLI

KİMLİĞİNİ KAYBEDEN EKONOMİ / Recep BAYRAM

TARİHİ BİLİM ADAMLARI: CÂBİR BİN HAYYAN / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

1

NECİD ÇÖLLERİ'NDEN MEDİNE’YE Mehmet Akif ERSOY

Yâ Nebî, şu hâlime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;

Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!

Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;

Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.

“Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar?

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!

Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;

Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak...

Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sûdân'ı,

Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı.

Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada;

Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada:

Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;

Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!

İrâdem olduğu gündür senin irâdene ram,

Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram.

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim;

Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!

Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü...

Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?

Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir...

Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?

Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,

Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?

Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden;

Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!

Nedir o meş'ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!...

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

2

BOZKIR ORTASINDA BİR ÇINAR Elif Kumru PAKSOY

Bir devlet ne zaman kurulur? Rejimini ilan

ettiğinde mi? Bağımsızlık savaşını

kazandığında mı? Milleti adına ilk

antlaşmayı yaptığında mı? Yoksa bunların

hepsini yapacak iradeyi bir çatı altında

topladığında mı?

92 yıl önce, 1920 yılının 23 Nisan’ında bir

devlet kuruldu. Ayak sesleri yıllar

öncesinden duyuluyordu. Samsun’da

başladı, Erzurum’a, Sivas’a kulak verdi.

İzmir de yanındaydı, Diyarbakır da.

Milletin iradesini temsil etmek için

küçücük bir binaya yerleştiler. Cuma

günüydü. Hayırlara vesile olsun diye

duayla başladılar işe. Hacı Bayram

dergâhının şeyhini davet ettiler. Gelmek

istemedi önce, ısrar ettiler. Kurbanlar

kesildi. Bir yanda Hacı Bayram Şeyhi, bir

yanda Müftü Börekçizade Rıfat Efendi…

İşleri zordu farkındaydılar. Yokluğun

içinden gelmişlerdi. Osmanlı Devleti’nin

yetiştirdiği subaylar, aydınlar olarak

savaşı, zorluğu biliyorlardı ama bir daha

kalem tutan eller silaha gitmesin, bez

bebeklerin yerini mermiler almasın

istiyorlardı. İnançları tamdı ve inancın

yapabileceğinin sınırı olmadığını da

biliyorlardı. Şimdilik hedefleri tekti. Vatanı

kurtarmak. Gerisi elbet gelirdi.

O günden sonra olanlar bir milletin varlık-

yokluk mücadelesiydi. Bir milletin varını-

yoğunu nasıl birbirine kattığının

göstergesiydi.

Bozkırın ortasında bir taş binadan

kocaman bir devlet çınarını, inancı ve

inadı tam adamların gayreti ile milletin

“kan” suyu yükseltti.

Savaşı kazandıktan sonra başladıkları yeri

unutmadılar. Yitip giden nesillerin hesabı

yoktu. İşte bu yüzden iki mihenk taşından

birine ”ÇOCUK BAYRAMI”, birine de

“GENÇLİK BAYRAMI” dediler. Çünkü onlar

çocukların ve gençlerin sadece bayram

yapmaları gerektiğini biliyorlardı.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

3

TÜRK’ÜN İSLAM ÜLKÜSÜ VE BAŞBUĞ

ALPARSLAN TÜRKEŞ Mehmet Oğuz ATABERK

Türk’ün İslam Ülküsü’ne gönül vermiş

yiğitlerin boynunun bükük kaldığı,

kolunun kanadının kırıldığı gündür 4

Nisan 1997. Ve bu Nisan’da da

Başbuğumuzun dünyadaki misafirliğinin

sona erişinin 15. yılında hatırasına olan

saygımızı göstermek üzere yine mezarı

başındaydık. Ben mi karamsarım yoksa

mezarı başındaki kalabalık her geçen yıl

gerçekten azalıyor mu kestiremiyorum.

Fakat yine de insan, gördüğü manzara

karşısında bazı şeylerin eksikliğini ve

noksanlığını hissediyor.

O, uğruna ömrünü adadığı milletinden

hiçbir zaman emeğinin karşılığı olan

değeri görmedi. Halk, Türk milliyetçiliğine

gönül vermiş bir lidere, “Türk” diyebilen

bir siyasi partiye hiçbir zaman hak ettiği

değeri vermedi. Buna rağmen yılgınlık

belirtisi göstermedi Başbuğ… Ve sonuca

ulaşmak için asla yanlış yola girmedi.

Bizim açımızdan üzücü olan, o öldükten

sonra da millet olarak hatırasına saygı

gösterip sahip çıkma konusunda eksik

kalmış olmamızdır.

1944’te Turancılık davasıyla başlayan

çilesi, ömrünün sonuna kadar azalmadan

devam etti Tabutlukta yatıp tırnaklarının

sökülmesi belki de insanlık onurunun en

çok ayaklar altına alındığı dönemdi.

Yaşadığı azap dolu günleri sineye çeken

Alparslan Türkeş ordudaki görevine

döndü ve 1960 İhtilali’nin “Kudretli

Albayı” oldu. Milli Birlik Komitesinin

içinde dönen entrikalar, 14’ler diye anılan

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

4

milliyetçi-vatanperver kahraman ruhlu

subayları dünyanın dört bir yanına sürgün

etti. Sürgünden döner dönmez de siyasi

arenaya çıkmak üzere çalışmalara

başlayan Türkeş CKMP’nin genel başkanı

olarak birilerinin kurtlar sofrası haline

getirdiği Türk siyasetinde yerini aldı.

Yakın zamanda gençlik hareketleri,

devrimcilik adı altında ülkemize sokulmuş

olan hastalıklı görüşler, yabancı

kuvvetlerin içimizdeki maşalarının elinde

şekillenince, karşılarında durulması,

zararlı faaliyetlerine en azından sekte

vurulması iktiza etti. Alparslan Türkeş de

bâtılın karşısına geçip hakkı savunanların

“Başbuğ”u oldu. Fırtınalı yıllar ve özellikle

de devrimciler tarafından hazırlanmış

şartlar 12 Eylül 1980 İhtilali'ni meydana

getirene kadar Rus emperyalizmine ve şer

odaklarına karşı şerefli bir direnişin

kumandanı oldu. İhtilalle birlikte, yine

kendini dört duvar arasında buldu.

Tutsaklık bitip de yasaklar kalkınca

siyasete, MÇP ile döndü ve çalışmalarına

kaldığı yerden devam etti. O hep diğer

siyasi parti liderlerinden farklı oldu.

Çünkü diğerleri siyaseti bahane edip türlü

hilelere, sahtekârlıklara başvururken o

karakterinden, “Ülkücü Duruş”tan taviz

vermedi. Türk Milliyetçiliği çizgisinden

sapmadı ve sadece Türkiye’deki Türklerin

değil, Dünyadaki Tüm Türkleri Başbuğ’u

oldu.

Sovyetler dağılana kadar, esir milyonlarca

soydaşımızın derdiyle dertlenen, onları

düşünen ve onlar için çalışan Başbuğ,

Sovyetler Birliği dağılınca Türk Dünyası’na

gezi düzenledi ve büyük heyecan

uyandırdı. Karabağ’da Ermeni faşizminin

zulmüne uğrayan kardeşlerimizin,

soydaşlarımızın yardımına Fırtına

Taburu’nu yolladı ve tüm Türk

coğrafyasında Başbuğ olarak bilindi,

sevildi. Türlü sıkıntı ve çileyle dolu 80

yıllık ömrünün ardından da ebedi

istirahatine çekildi. Bugün aradan onca yıl

geçmesine rağmen “Başbuğ” diye

anlatılıyorsa, yaşı itibariyle kendisini canlı

görme imkânı bulamamış ben ve birçok

ülküdaşıma da ışık olabiliyorsa; onun

hakkında yapılan olumsuz ve acımasız

eleştirileri dikkate almak zaten

anlamsızdır.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

5

Eleştirilerin kaynağıyla görüşlerimizin

frekansı çoğu zaman tutmamıştır. Çünkü

bizim davamız modern kuramlar ışığında

şekillenmedi ve milliyetçiliği yakın

zamanın modası olduğu için seçmedik.

Tarih okumayı sadece Osmanlı Devleti’nin

bazı dönemlerini at gözlüğü takarak

incelemek sanan bazı kesimler Fransız

İhtilali’nden sonra yayılan milliyetçilikten

etkilendiğimizi iddia etse de

görüşümüzün, duruşumuzun tarihi Orhun

Yazıtları’na, İslamiyet öncesine, milattan

önceye kadar gider.

9 Işık Doktrin'imizdeki Milliyetçilik tanımı

" Her şey Türk milleti için, Türk milleti

ile beraber ve Türk milletine göre

sözleriyle özetlenebilecek, Türk

milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye

devletine sadakat ve hizmettir."

Başbuğ'un bir konuşmasında;

"Milliyetçilik; milletini sevmek ve

milletinin menfaatleri doğrultusunda

hareket etmektir." şeklinde yaptığı

milliyetçilik tanımı da yukarda

savunduğumuz görüşün dayandığı

temeldir. Ülkücünün İslam’a bakışı da

zamane sahtekârlarınkinden illa ki

farklıdır. Cuma namazı çıkışı güneş

gözlüğüyle poz vererek, çocuklara

oyuncak dağıtarak örnek Müslüman

olunmayacağının bilincinde olan ülkücüler

ve Başbuğumuz, ne böyle ucuz oyunları

kullanma ihtiyacı hissetmiş, ne de ağzı

bozuk, Rayban gözlüklü “karizmatik” ve

“dindar” siyasetçilere itibar etmiştir.

Bugün birçok ülkücü Başbuğ Alparslan

Türkeş’in hacı olduğunu bilmemektedir,

bilenlerin de yine büyük bölümünü onun

hac sırasında çekilmiş fotoğraflarını

görmemiştir bile. Başbuğ’un sağlığında

onun sohbet meclislerinde bulunanlar da

Hac günlerini ballandıra ballandıra anlatıp,

her fırsatta söyleyip prim yapmaya

çalıştığına şahit olmamıştır.

Fikriyatımızın tabanı geniş, beslendiği

kaynaklar derya denizdir. O yüzden ucuz

siyasetle, gündelik kaygıların ürünü olan

sahtekârlıklarla geçirecek vaktimiz yoktur.

Üzerine yüzlerce sayfalık kitaplar yazılmış

olmasına rağmen Ülkücülüğün tam bir

tanımı yoktur. Başbuğ’un bir sohbetinde

söylediği gibi en genel haliyle “ülkücülük,

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

6

vatanını sevmektir.” ve Türk’ün İslam

Davası’na gönül verenler yapay sınırlara

hapsedilmemiştir. Entelektüel birikimden

yoksun olduğumuz, aydınımızın olmadığı

ve sadece bir şiddet hareketi olduğumuz

iddia edilse de; Dündar Taşerler, Galip

Erdemler, Hüseyin Nihal Atsızlar, Erol

Güngörler, Arvasiler bu iddiayı

savunanlara gösterilecek en güzel

kanıtlardır. Kitap okuyarak, laf cambazlığı

yaparak ellerine bulaşan kanı kamufle

edebileceklerini sanan komünizm

yandaşları kendilerini, şerden beslenen

Alman bir ideoloğun "kutsal kitap"

mahiyetinde gördükleri safsatalarına

teslim etmişken, ülkücülüğün kanaat

önderlerine laf etmeleri de zaten başlı

başına bir ironidir. O yüzden bu mesnetsiz

iddialara kulaklarımızı tıkamalı ve kendi

yolumuza bakıp, dik durup doğru

yürümeliyiz. En basitinden; insanı ve

insanî değerleri önemsediklerini iddia

eden, insanları sömürdüğü için

kapitalizme savaş açan Marksistler nasıl

olur da insanın hayatında vazgeçilmezi

olan, yaşam tarzını belirleyen dine yapılan

"toplumların afyonu" yakıştırmasını

kabul edebilir? İşçi haklarını

savunduklarını iddia edenler nasıl olur da

sırf kendileriyle aynı görüşleri

paylaşmıyor diye işçileri canice

katledebilirler? Halk için, "halkların

kardeşliği" için çalışıp da halka böylesine

zarar veren bir topluluk daha var mıdır

acaba?

Kendilerini ideal düzenin, olması

gerekenin savunucusu sanan

Marksistlerin, "halk için, halka rağmen"

diyen Fransız jakobenlerinden ne farkı

vardır? Hem "halkların kardeşliği" deyip

hem de "silahlı devrim"i savunmak da

büyük bir çelişki değil midir? Öyleyse biz

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan

sıradan insanlar olarak; Filistin'de El-Fetih

kamplarında gerilla eğitimi almış,

Türkiye'ye dönünce de dönemin ODTÜ

rektörünün izni ve bilgisi dâhilinde

ODTÜ’nün ormanlık arazisinde atış

talimleri yapmış olan eli kanlı, bölücü,

Sovyet aşığı militanları mı savunacağız?

Yoksa bu katillerin karşısında kararlı

duruş gösterebilen, vatanı, milleti, dini için

mücadele veren, "Kanımız aksa da zafer

İslam'ın" diyen vatan evlatlarını, Anadolu

çocuklarını mı savunacağız?

"Sahipsiz vatanın batması haktır

Sen sahip çıkarsan bu vatan

batmayacaktır."

düsturuyla hareket eden, Başbuğ

kumandasındaki ülkücüler vatana sahip

çıkmış, batmaması için canlarını ortaya

koyup mücadele etmişlerdir. Konu derin,

söylenecek söz fazla iken, yaşanmış

olaylardan verilecek örnekler

sayılamayacak kadar çokken bu konuyu

bir kaç sayfalık yazıya sığdırabilme

çabamız anlamsız olur. Fakat maksadımız

gönlümüzden geçeni dilimiz döndüğünce

anlatabilmek, bakış açımızı küçük bir

pencereden de olsa göstermeye

çalışmaktır.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

7

Yine bu anlayışla hazırlanmış ve şu an

gösterimde olan " ÜLKÜCÜLER" belgesel

filmi, bir devre ışık tutmaya çalışmış,

şimdiye kadar hep tek taraflı ve

saptırılarak anlatılan barut ve kan kokulu

yılları ülkücülerin gözünden anlatmıştır.

Her ne kadar yıkıcı ve ağır eleştiriler alsa

da, belgeseli hazırlayan ekip "İbrahim'e

su götüren karınca misali" ellerinden

geldiğince çalışmış ve bizi anlatan, bizden

olan bir çalışma ortaya koymuştur.

Ülkücüler olarak hem kendimizi daha iyi

tanıyabilmek, tanıtabilmek için hem de bir

ilk olan bu çalışmanın benzerlerinin daha

da gelişerek devam edebilmesi için filme

başta seyirci olarak gidip, anlayıp

özümseyip, sonrasında ise tanıtıp

anlatarak, üzerine konuşarak vazifemizi

yerine getirmemiz gerekmektedir.

Ülkücülerin; Said Nursi'nin hayatının

anlatıldığı Hür Adam filmi gösterimdeyken

salonları ağzına kadar dolduran

nurculardan paradan başka neyi eksik! Bir

sinema bileti almak da bizi büyük bir

maddi külfetin altına sokmayacağına göre,

en kısa zamanda filmi izlemeli, küfür ve

bel altı esprilerle dolu toplumsal ahlak ve

milli değerlerden soyutlanmış filmler

milyonlar tarafından izlenip gişe rekorları

kırarken, "ÜLKÜCÜLER" i boynu bükük

bırakmamalıyız.

Yazımı noktalarken Başbuğumuz

Alparslan Türkeş’e, ülkücü şehitlerimize

ve ebediyete intikal etmiş bütün

ülküdaşlarımıza, büyüklerimize Allah'tan

rahmet, mağfiret diliyor, siz değerli

ülküdaşlarıma da saygı ve muhabbetlerimi

sunuyorum. Allah'a emanet olun...

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

8

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

9

İMAM MATURİDİ VE İMAN KAVRAMI Murat KARATAŞLI

Türk dil kurumunun e-sözlüğüne göre;

inanma, inanç ve İslam dinini kabul etme.1

gibi anlamlara gelen, insan hayatının

bütün süreçlerindeki etkenliği

tartışılamayacak kadar kesinlik arz eden

bir kavram olarak îmân konusu,

mezhepsel farklılıkların yoğurduğu İslam

felsefesinde büyük İslam düşünürlerinin

de farklı bakış açılarının imbiğinden

geçerek değişik yorumlamalara maruz

kalmıştır.

Bu şekilde mezhepsel rölativizm ile fikrî

bir ihtilafın öznesi olan îmân konusuna

İmam-ı Matüridi’nin getirdiği yorum, bir

‘itikat imamı’ olması sebebiyle oldukça

önemlidir. Zira îmân hususu son derece

girift ve muğlâk bir konu olmakla birlikte,

somut bir ölçü getirmenin oldukça zor

olduğu bir alandır ve bu yönüyle insanlar

arasında farklı yorumlara, bireysel iddia

ve tezlere konu olmuştur. Buna rağmen

bütün yaklaşımların da ötesinde bir gerçek

olarak duran ve büyük ekollerin üzerinde

mutabık kaldığı en yaygın kanaât, herkesin

îmânının ölçüsünün, yalnızca Allah’ın

ebedi âlemde önümüze getireceği ölçülere

göre belirleneceğidir. Çünkü nihai gerçeği

bilen yalnızca Allah’tır.

Kerramiyye mezhebinde olanlara göre

îmân, yalnızca dil ile ikrardan ibarettir.

Bundan başka bir mevhum gibi

algılanması bu mezhebe göre mümkün

değildir. Zira bu mezhebin literatüründe

aktarılanlara göre efendimiz (S.A.V) “Ben

insanlarla Lâ ilâhe illâllah demelerine

kadar mücadele edeceğim.” demiştir.

İmam-ı Matüridi’ye göre ise bu durumun

esası gerçekte bu değildir. O’na göre kalbe

ve gönle önem veren bir dinin en büyük

temsilcisi olarak Allah’ın elçisi, bu şekilde

bir cümleyi yalnızca metaforik bir üslupla

beyan edebilir, ‘aksi mümkün değildir’.

Çünkü yaratıcı, Kuran-ı Kerim’de “onlar

ağızları ile îmân ettik derler, hâlbuki

kalpleriyle îmân etmiş değillerdir”

buyurmaktadır. Bu açıdan onların bu

sözlerine göre münafıkların da mümin

sayılması lazım gelir.2

İmam-ı Matüridi, iman problematiğine

daha çok, Muhammed bin Kerram’ın

“îmân sadece dil ile ikrardan ibaret olup

kalple bir alakası yoktur” beyanına karşı,

“hem akıl hemde nakil yoluyla sabit

olduğu üzere imanın oluşmasına en

layık olan yetenek kalptir” çıkışıyla ve

daha çok bu husus üzerinde

yoğunlaştırarak, bir izah ve bir yorum

getirmeye çalışmıştır. Zira bu izahı getirme

amacı, Kerram’ın görüşlerinin giderek

itibar görmesi ve İslam’ın insanlar

tarafından anlaşılmasına giden yollara bir

virüs gibi sızma tehlikesidir. Bu

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

10

“tehlike”nin öyle bireysel bir görüşten

gelen bir görüş olup, son derece sınırlı bir

alanda kalacağı varsayımıyla hareket

edilmesi ve üstten bakarak

önemsenmemesi, son derece ciddi ve o

kadar da yanlış bir yaklaşımdır. Bu bâbta;

Suudi Arabistan’daki Vahhabilik örneği -

Mâtürîdî görmese de- bizim için çarpıcı bir

sonuç olarak karşımızda durmaktadır.

Ayrıca tıpkı siyasal kitle hareketlerinde

olduğu gibi dinsel alanda da propagandif

yayılımın dehşet verici hızı mâlumdur.

Matüridi felsefesinde îmâna dair

yorumları incelerken İmam-ı Mâtürîdî’nin

‘aklî’ ve ‘naklî’ vasıtalarla oluşturduğu

basamaklardan hareket edeceğiz.

Mâtürîdî’nin ‘naklî’ delil olarak îmânın

felsefi sorgulamasını yaptığı bu aşamada

esas olan, ayet ve hadislerden naklolan

bilgidir.

Naklî Delil

İmam-ı Matüridi ‘îmân’ mevhumunun

yalnızca dil ile söylenen ve kabulünün

yalnızca dil ile yapılan bir durum

olmadığını Kelam-ı Kadim’deki;

“kalpleriyle îmân etmedikleri halde

ağızlarıyla îmân ettik derler” 3 ayetine

atıfla ve buna benzer ayetlerle ve

hadislerle yorumlayarak, dil ile ikrarın

iman etme noktasındaki yetersizliğini

açıklamaya çalışır. Kuran-ı Kerim’de

âlemlerin efendisi ve sahabelere karşı

iman ettiklerini söyleyip amaçlarına

ulaşmaya çalışan münafıklara ilişkin

oldukça fazla ayet bulunmaktadır.3 Kuran-ı

Kerim’de iman hususunu örnekleriyle

açıklayan birçok ayet mevcut olduğu için

bu ayetlerden yola çıkan Mâtürîdî,

Kerramiye ehline şu soruyu yöneltir:

“Zahiri hükümlerin uygulanması

sırasında münafık ve benzeri grupların

iman beyanlarının yeterli görülmesi,

imanın sadece ikrardan ibaret

olduğunun delilini teşkil ediyorsa,

beyanlarının mevcudiyetine rağmen

neden mağfiretten ve imanın karşılığı

olarak vaat edilen ebedi nimet ve sonsuz

mükâfattan mahrum bırakılmışlardır?”5

Kuran-ı Kerimdeki ayetler bu kadar sahih

ve açık bir şekilde dururken bu soruyu

cevaplamak ve Kerram’ın yukarıdaki

iddiasını savunmak abeslik teşkil

etmektedir. Allah çoğu surenin

başlangıcında “Ey îmân edenler” şeklinde

hitap ederken muhatabı iman edenler ve

bu imanı yaşayanlardır. Allah’ın muhatap

alırken yaptığı bu kıstasa, ancak kalp kulak

verebilir ve bu hazine yalnızca kalpte

saklanabilir. Çünkü kalp; bütün duygu ve

düşüncelerin imbiği ve bir anlamda irade

kontrol merkezidir. İman düşünce kökenli

bir kavram olsa da fıtri olarak düşünce

duygudan daha önemsizdir. Ve imana dair

her hangi bir onama ve tasdik bütün baskı

ve esaret emarelerine rağmen kalpte

meskûndur.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

11

Aklî Delil

Yukarıda ‘kutsi’ ifadelerle naklolan

bilgilerden yapılan yorum ve

işaretlemeler, bu aşamada insan akıl ve

mantığının sınırlarına tabi tutularak

kendisini gösterir. Mâtürîdî’nin, îmân

problematiğini akıl süzgecinden geçirip,

mantık dairesinde sorular sorup cevaplar

araması, bu yönüyle akla önem vermesi

bakımından çok önemli bir bakış açısı

olarak karşımızda durmaktadır. Mâtürîdî,

imanın kalbin onayından geçmeden

vücudun herhangi bir uzvu ile herhangi bir

ortamda sergilenir hale gelmesini îmân

olarak kabul etmez. Çünkü herhangi bir

insan istemeyerek ya da herhangi bir

münafık amacına ulaşmak için, dolayısıyla

îmân etmediği halde, îmân ettiğini diliyle

veya başını sallayarak, elini kaldırarak îmâ

edebilir, ama bu îmân için yeterli bir

durum değildir. İmânla mükellef olmak

ancak aklın mevcudiyetiyle gereklilik

kazanır. Bunun yanında îmânı oluşturan

hususların mahiyetinin bilinmesi de yine

aklın tefekkür ve istidlâli ile imkân

dâhiline girer; bu ise zihnin –kalp- bir

fonksiyonundan ibarettir: îmân da aynı

statüye dâhildir Şu da var ki dil, vücudun

diğer organları gibi cebir altında tutularak

başkaları tarafından da kullanılabilir.6

***

Mukallitlerin, yani dini taklit edenlerin

îmân durumunun incelenmesi hususunda

Mâtürîdî, yine ayetlerden yola çıkarak ve

mantık dairesinde izahlarda bulunarak

onların îmân durumunu açıklar.

Mâtürîdî’nin bu husus için destek aldığı

ayette şöyle denmektedir; “çöl Arapları –

bedeviler- îmân ettik dediler, onlara de

ki, siz îmân etmediniz, lâkin İslam olduk

deyiniz”7 buyurmuştur.

“Îmân tasdik midir, yoksa marifet mi?”

Îmân problematiğini tartışırken oldukça

sık karşılaşılan ve cevabında ince bir çizgi

olan bu soru oldukça önemlidir. Kelime

anlamıyla ‘tasdik’; bilerek, kabul ederek

onaylamak ve benimsemektir. ‘Marifet’ ise;

bilmek ve tanımak yapabilmek

anlamlarına gelmektedir. Şimdiye kadar

söylenenlere bağlı olarak, ‘îmân marifetten

ibarettir’ diyenin sözünde, îmân, “tasdike

sevk eden marifetin bulunması halinde

tasdikten ibarettir” anlamına gelir; bu

bağlantı sebebiyle îmân marifetle

‘tanımlanmıştır’, tıpkı imanın Allah’ın

lütfu, nimeti, rahmeti, ele geçirilmesine

vesile olan benzeri şeyler gibi bu

nitelendirme, îmânın gerçekte Allah’ın

eylemi olduğu manasına gelmez, “fakat

onun gerçekliği bundan soyutlanmış da

değildir”, bu sebeple ‘lütfuna, nimetine’

nispet edilmiştir. İşte îmânın ilme ve

marifete izafe edilmesi de aynı

konumdadır. Yani insan kendisini îmâna

sevk eden aygıtlardan mahrumsa onun

îmân eksikliği iradi bir günah değildir. Bu

bilinci ve aklı olmayan bir insanın karşı

karşıya kaldığı bir durumdur. Buradan

yalnızca ‘düşünebilen insanlar îmân

edebilir’ sonucu ortaya çıkar. Fakat

yalnızca düşünce de îmân hususunda

yeterli değildir, fakat bir ‘yol’ olarak

önemlidir. Hz. İbrahim ile ilgili şu ayet, bu

konudaki kargaşayı düzeltebilecek önemli

ve manidar bir anekdot olarak karşımıza

çıkmaktadır: “Hani İbrahim, “Rabbim!

Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster”

demişti. (Allah ona) “İnanmıyor

musun?” deyince, “Hayır (inandım)

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

12

ancak kalbimin tatmin olması için”

demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları

kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp

her bir parçasını bir dağın üzerine

bırak. Sonra da onları çağır. Sana

uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah

mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet

sahibidir.”8

Hz İbrahim’in bilmediği bu hususta

yaşadığı çok küçük bir tereddüt, yalnızca

Allah’a olan imanı sayesinde düşüncesini

dizginlemiştir. Bu aynı zamanda îmânın

yalnızca bilgi olmadığını göstermesi

bakımından da önemlidir. Zira Allah;

“bilmiyor musun?” yerine “inanmıyor

musun?” şeklinde sormuştur.

İman ve Bilgi

İmam-ı Mâtüridi’nin îmân kritiğinde

‘tasdik’e neden olan bir bilginin varlığı

gereklidir. Bu kalbin aklî bir bilgidir.

Mâtüridi, bu bilgiye istidlali bilgi

demektedir. Yani çözümlemesini vicdan ve

kalple yapıp hükmünü ona göre veren bir

bilgi çeşidinden bahsetmektedir. Bu

durumda Mâtüridi’nin, bu tür bir bilginin

îmândan önce geldiğini ve îmânın temelini

oluşturduğunu söylemesi, onun gerçek

bilginin de îmândan önce geldiği

görüşünde olduğunu göstermez. Çünkü

Mâtüridi’nin düşünce sisteminde îmândan

önce gelen bilgi ile îmândan sonra gelen

bilginin mahiyeti oldukça farklıdır.

Îmândan önce gelen bilgi ‘istidlali bilgi’dir.

Îmândan sonra gelen bilgi ise ‘hissi bilgi’;

beş duyu ile hissedilip algılanan bilgidir.

Ona göre îmân, bilgiden önce geldiği gibi

inanılan şeyin bizzat görülmesiyle, bu

iman, iman olmaktan çıkıp bilgiye

dönüşmektedir. Yani inanılan şey, bizzat

görülüp, onun inanıldığı gibi olduğu

anlaşılınca îmân olmaktan çıkıp bilgi

haline gelmektedir. Mâtüridi’ye göre

îmânın objesi olan şeyler, aynı zamanda

bilginin de objesi olabilmektedir. Çünkü

bir süre ‘inanılan bir şey’, bir süre sonra

‘bilinen bir şey’ olmaktadır. Mâtüridi,

îmânın ihtimalli olduğunu, yani kesin

olmadığını kişiden kişiye değişen sübjektif

bir kavram olduğu kanaatini taşımaktadır.

Çünkü bir kimsenin inandığı bir değer bir

başkasına göre inanılmayan bir şey

olabilmektedir. Ayrıca Mâtüridi, küfrün

imanı yok edip, bilgiyi yok edemediğini bir

başka deyişle, bilinen bir şeyin bilindikten

sonra bilinmezliğinin mümkün olmadığı

fikrini taşımaktadır. Bu durumu,

peygamberlerin hepsinin ayrı ayrı

bilinmesinin iman için olmazsa olmaz bir

gereklilik olmadığını, onlara ve getirdikleri

mesajlara toptan inanılabileceğini

belirtmesi de onun îmânda ihtimal, bilgi de

kesinlik bulunduğu görüşünde olduğunu

gösterir.9

***

İmam-ı Mâtüridi, kelâmi görüşler arasında

büyük günahlar ve iman konularında en

fazla dikkat çeken görüşlere sahip bir

düşünür olarak karşımızda durmaktadır.

Bu kısa çalışmanın son kısmını Sönmez

Kutlu’nun çerçevesini çizdiği haliyle,

İmam-ı Mâtüridi’nin şu görüşlerine yer

vererek sonlandırmak gerekiyor. Bu

hususlar İmam-ı Mâtüridi’nin îmân

konusundaki kırılma noktalarını içeriyor:

Büyük günah: Bir Müslüman işlediği

büyük günah sebebiyle îmândan

çıkmaz ve küfre de girmez. O bu

dünyada hakiki mümindir. Yalnızca

işlediği günahı dolayısıyla fasık yani

ahlaksız mümindir. İşlediği günah

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

13

sebebiyle Allah’ın cezalandırma

tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin

ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine

kalmıştır.

Amel-iman münasebeti: Ameller

îmânın bir parçası olmayıp, îmân

dışında bir farzdır.

İmanda istisna: Şartlı ve şüpheli îmân

olmaz. Bir mümin, îmânını açıkça ve

şüpheye düşmeden ifade etmelidir.

Yani “ben müminim” demelidir.

“İman tasdiktir”: Îmânın

gerçekleşmesi kalbin tasdikiyle olur.

İnsanlar Allah’ın yaratıcı Hz.

Muhammed’in ise onun elçisi

olduğunu gönülden kabul ederek

mümin olurlar. Bunun için de bir irade

organizasyonu olarak marifetin olması

gerekmektedir.

İmanda artma ve eksilme: Ameller

imanın bir parçası olmadığı için

amelleri işlemekle îmân artmaz. Onları

terk etmekle veya günah işlemekle de

azalmaz.

İman-İslam ilişkisi: Îmân vasfını

kazanan bir insan İslam vasfını da

kazanır. Yani Müslüman olur. Bu

çıkarıma göre bütün müminler

Müslüman, bütün Müslümanlar da

mümindir.

Vaat ve vaid: Allah bazı ayetlerde

iyilik yapanları mükâfatlandıracağını

vaat etmiş, bazılarında ise kötülük

yapanları, zulmedenleri ve günah

işleyenleri cezalandıracağını veya

ebedi olarak cehennemlik olduklarını

söylemiştir. Ama Allah bütün bu

tehditlerinden rahmeti ve acımasıyla

vazgeçerek kulunu affedebilir.10

Dipnotlar:

1. http://tdkterim.gov.tr/bts/?kategori

=verilst&kelime=%DDMAN&ayn=ta

m

2. Prof. Dr. Yusuf Ziya YÖRÜKAN,

‘İslam Akaid Sisteminde

Gelişmeler’, ‘İmam- Azam Ebû

Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı

Mâtüridi, Ötüken Yayınları, İstanbul

2006, sf. 245.

3. Maide sûresi 5/41

4. Tevbe sûresi 9/29, 9/66, Mûnafikün

63/1, 63/8

5. Ebû Mansûr el- Mâtürîdî, ‘Kitâbü’t-

Tevhid Tercümesi’, Tercüme: Prof.

Dr. Bekir Topaloğlu, Türkiye Diyanet

Araştırmaları Merkezi Yayınları,

Ankara 2002, sf 491.

6. Ebû Mansûr el- Mâtürîdî, a.g.e, sf

493.

7. Hucurât suresi 49/14.

8. Bakara suresi 2/260.

9. Prof. Dr. Hanifi ÖZCAN,

‘Mâtürîdî’de Bilgi Problemi’,

Marmara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Vakfı Yayınları İstanbul

1998 sf. 192.

10. Sönmez KUTLU, ‘İmâm-ı Mâtürîdî

ve Mâtürîdîlik, Tarihi Arka Plan ve

Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve

Mâtürîdîlik Mezhebi’, Kitabiyat

yayınları, Ankara 2006 sf. 37.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

14

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

15

HEP BATIDAN DİNLEDİNİZ Bülent ERDİL

Uzunca bir zamandır sormak istediğim bir

sorum var… Son dönemde yaşayan efsane

bir Türk yiğidi vardı, biliyor musunuz?

7 Şubat 1988’de Azerbaycan’ın Bilesuvar

kentine bağlı Aliabad Köyü’nde doğmuş.

2005 yılında Azerbaycan Özel Kuvvetlerde

askerliğini yapmış. İki yıl sonra terhis

olmuş ama askerliği çok sevmiş. Bu

yüzden sivil hayatta çalıştıktan sonra

gönüllü olarak 2009’da Uzman Çavuş

olarak Azerbaycan Ordusuna katılmış.

Yine gönüllü olarak Karabağ cephesinin

sınır birliğine atanmış. Çevresinde hep

vatansever ve milli konulara duyarlı bir

genç olarak tanınmış. Yaşıtları gibi gezip

tozacağına, ülke sorunlarına yoğunlaşmış.

Son yüzyılda milletinin başına gelenleri

düşünmekten, bunlara kafa yormaktan;

içten içe erir olmuş.

Peki, bu yiğidin doğduğu Azerbaycan

nerededir? Hazar Denizi’nden Akdeniz’e

kadar uzanan kimine göre Anadolu, kimine

göre Rumeli; bana göre de Batı Türkeli*

olan toprakların doğu kesimidir. Batı

Türkeli’ni ikiye bölüp, burada yaşayan

Türklerin bağlantılarını kesme

operasyonun ürünü olan Ermeni-stan**

(Türkçesi Ermeneli olmalı) Rus ve diğer

batılıların programları doğrultusunda Batı

Türkeli’nin göbeğinde kurduruldu. Yine

onların programları doğrultusunda

bölgedeki Türklerin topraklarını alarak,

bir tümör gibi büyütüldü. Başkenti de

tarihi bir Türk kenti olan Erivan oldu.

Kuyruk gibi bir uzantıyla İran’a koridor

açtırıldı ki rahatça nefes alsın. Böylece

Hazar’dan Ege’ye uzanan Türk toprakları

ikiye bölünerek birbirleriyle bağlantısı

koparıldı. Zaten 1000 senedir Türkler

tarafından yönetilen İran’daki yönetim,

1925’de İngilizler tarafından Farslara

verilmişti. Stalin’in en büyük projelerinden

olan “Türkiye’nin etrafını

Türksüzleştirme” planı doğrultusunda;

Ahıska başta olmak üzere, Kars’ın yanı

başındaki Türk kentlerinde yaşayanlar

Asya’nın içlerine sürülmüştü. Hepsi

birleşince, Rusya’sıyla, İran’ıyla ve

Avrupa’sıyla tüm dünyanın adeta bir olup;

Batı Türkeli’ni ikiye ayırıp aradaki teması

kesmeye ant içtikleri daha belirgin bir hale

gelmişti. Şimdi sırada ortada kalan

Nahcivan vardı. Ancak hesaba katılmayan

bir durum vardı.

Nahcivan, Atatürk zamanında yapılan

anlaşmalara göre Türkiye

garantörlüğündeydi. Yani oraya gelecek

herhangi bir saldırıda Türkiye’nin

müdahale hakkı vardı. Bu yüzden buraya

saldırma cesareti bulamayan Türk

düşmanları rotayı Karabağ’a çevirdi.

İnsanlık dışı bir soykırımın yaşandığı

Hocalı’nın da dâhil olduğu Karabağ bölgesi

işgal edildi.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

16

1992 yılında Hocalı’da 83 çocuk, 106 kadın

olmak üzere 613 Türk katledildi. Binlerce

kişiden hala haber yok.

(1992’de Hocalı’da kolu koparılan bu Türk

kızı sizin kız kardeşiniz de olabilirdi)

Hocalı soykırımını bir de yapanların kendi

ağzından dinlersek olayı daha iyi

anlayabiliriz. Bu soykırıma katılan Ermeni

Doktor Zori Balayan bir eserinde Hocalı’yı

şöyle anlatıyor: “Arkadaşımız Haçatur’la

ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz

13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye

çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış

çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur

çocuğun annesinin kesilmiş memesini

çocuğun ağzına soktu... Başından,

ensesinden ve karnından derisini yüzdüm.

Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika

sonra kan kaybından öldü... Ruhum

sevinçten gururlanıyordu. Haçatur daha

sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini

parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı

kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı

şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık...”

(Karabağ’da katledilip topluca gömülen

Türkler)

Katledilen binlerce insanımızdan sadece

birkaçının başına gelenlerdi bunlar.

Üzülerek şunu da belirtmek istiyorum ki

Hocalı’da yaşananları Pakistan ve Meksika

soykırım olarak tanırken, Türkiye hala

bunu kabul etmemiştir!

Hocalı’da 1992’de katledilen Türk çocuğu.

(pkk’nın katlettiği çocuklarımızdan farkı

yok)

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

17

Sayısız katliamla tüketilemeyen Türklerin

ülkesidir Azerbaycan. Türkiye’yi ata

vatanından koparmak isteyen Türk

düşmanlarının bir türlü yok edemediği,

Türkiye’nin can simidi olan yerdir

Azerbaycan. Çünkü ha Hocalı ha Dörtyol,

ha Gence ha Kırşehir, ha Bakü ha

Ankara’ydı… Hepsi aynıydı.

Bu şartların içinde büyümüş yiğidimiz.

Tarih ve millet bilinci son derece güçlü

biriymiş. Artık dayanamamış, 19 Haziran

2010’da gece yarısı ana ve babasına bir

mektup yazıp, evinden çıkmış. Kimseye

haber vermeden, Kürşad’ın 40 atlısıyla Çin

sarayını basması gibi sonunu bilerek,

üstelik yalnız başına işgal edilmiş bölgeye

girmiş. Bir kilometrelik mayın döşeli sınırı

cesurca aştıktan sonra yanında getirdiği

teçhizatla Ermeni karakolunu basmış.

Uzun çatışmalardan sonra hepsini imha

etmiş. Haberi alan destek güçleri bölgeye

gelmiş. Karakolda ele geçirdiği

mühimmatla onlarla da çatışmaya devam

etmiş. O sırada Dünyanın birçok ülkesinde

TV kanalları programlarını durdurup son

dakika yayınına girerler. Azerbaycan ve

Ermeneli (Farsçası: Ermeni-stan) arasında

savaş çıktığını zannederler. Ancak çok

geçmeden gerçek anlaşılır. Bu çılgın Türk

sabaha karşı açık arazide şehit olur. Şehit

olduğunda, imha ettiği düşman asker

sayısı 45’i bulmuştur.

Haftalarca dünya medyası bu haberi

konuşurken Türkiye’de bu olay nerdeyse

hiç gündeme gelmez. Ermeni hükümeti bu

yiğidin na’şını karşı tarafa teslim etmez.

Azerbaycan hükümeti birçok kanaldan bu

gencin bedenini almak için çabalar. Ancak

bu durum karşısında Türkiye kılını dahi

kıpırdatmaz. Nihayet iki ay sonra Rus

Ortodoks Patrikhanesinin araya girmesiyle

türlü işkenceler görüp, parçalanan bedeni

Azerbaycan’a teslim edilir.

Biz Türkiye olarak her şeyi iyi biliriz.

Sorsalar, hangi mankenin kiminle çıktığını,

nerde ne yaptığını; hangi yarışma

programında buzda kimin kiminle

kaydığını da… Bu konuda şüphem yok.

Ülkem böyle dolu olunca ben de bir

sorayım dedim.

Bu yiğidi bilir misiniz?

İpucu da vereyim. Azerbaycanlı bir

işadamı İstanbul’da yaptırdığı bir tankere

onun adını verdi.

Çıkaramadıysanız söyleyeyim.

“Mübariz İBRAHİMOV” idi onun adı…

Nam-ı diğer Batı Türkleri’nin Kürşadı…

Önemli Not:

* Batı Türkeli; Hazar’dan Tanrı Dağları’na

kadar uzanan Kazak, Kırgız, Özbek ve

Türkmen ülkelerini kaplayan toprakların

geneline eskiden verilen addır. Bana göre

buraya Batı değil; artık Orta Türkeli

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

18

denmelidir. Çünkü Türkler’in en batı hattı

artık Hazar Denizi’yle Akdeniz arasındaki

kısımdır.

** Türk olmamıza rağmen ne yazık ki ülke

adlarını kendi dilimizde söylemiyoruz.

Kendi dilimizde ülke anlamına gelen “el”

ya da “il” ekini kullanmamız gerekirken ne

yazık ki Farsça’da ülke anlamına gelen

“stan” ekini kullanıyoruz anormal biçimde.

Türkmen-stan, Özbek-stan, Kazak-stan,

Sırp-stan, Macar-stan… Şükür ki Osman’ın

ülkesine Osman-stan yerine Osmaneli –

Osmanlı diyebilmişiz bir Türk gibi.

Mübariz İBRAHİMOV

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

19

SÖYLEŞİ: İKBAL VURUCU Metehan ÇAĞRI - Elif Kumru PAKSOY

İkbal VURUCU Konya doğumlu…

Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi

Üniversitesinde sosyoloji okudu. Selçuk

Üniversitesinde sosyoloji alanında yüksek

lisansını tamamladı. 21. Yüzyıl Türkiye

Enstitüsünde Sosyal-Kültürel ve Politik

Araştırmalar Merkezi Başkanı olarak

çalıştı. Yayınlanmış altı kitabı var. Yayım

aşamasında iki, yayıma hazırladığı üç

kitabı bulunmakta. Kazakça ve Rusça’dan

çevirileri var.

Aydın kimdir? Entelektüel camiada

milliyetçilerin konumunu tanımlar

mısınız?

Aydın her dönemde, her zaman diliminde

farklı işlevler yerine getirir. Ama bunların

en belirgin özelliği bilgi üzerinedir, bilgiyi

üreten işleyen insanlar olmalarıdır. Kimi

zaman doğrudan iktidara bağımlı, kimi

zaman iktidardan bağımsız olmuşlardır.

Ama modern anlamda aydın ve entelektüel

tamamen iktidardan bağımsız olarak kendi

iradesi ile düşünen toplumun sorunlarına

kafa yoran ve ben kimim diyen, buna ciddi

cevaplar arayan, toplumun sorununu

kendi sorunu bilip böyle kaygılar taşıyan

insandır.

Aydının en önemli özelliği özgürlüğüdür

özgür düşünmesidir. Sorunlara çözüm

bulurken, fikir üretirken, bilgi üretirken

tamamen hiçbir otoritenin etkisinde

kalmamasıdır. Yani otoritenin etkisinde

kalmamak herhangi bir kıblesinin

olmadığı anlamına gelmez. Mutlaka bir

ideolojisi vardır. Zaten ideolojisiz aydın

veya insan olmaz. Tabi günümüzde bazı

liberal aydınlar veya solcu aydınlar kendi

ideolojilerini tarih üstü bir konuma

oturturlar, evrensel ve soyut bir kimlik

tanımları vardır. Bir başka deyişle

tarafsızlık fetişine bağlıdırlar. Bu da

onların bir kendilerini pazarlama

tekniğidir. Kendilerini meşrulaştırmak ve

fikirlerinin daha geniş bir alanda kabul

görmesini sağlamak için izledikleri bir

taktiktir. Yoksa liberalizm veya sosyalizm

açık ve net bir şekilde ideolojidir. Belli bir

tarihleri, üretici aydınları vardır. Locke,

Rousseue, bunların her biri liberalizmin

farklı tonlardaki aydınlarıdır. Ama liberal

aydınlardır. Bunları liberalizmin

özgürlüğüne vurgu yaparlar. Liberalizm

özgürlük demektir. Özgürlük herkesin

istediği bir şeydir. O zaman bu ideoloji

değildir, doğaldır derler. Oysa doğal

durum diye bir şey söz konusu değildir.

İnsanlık tarihinde doğal durum Hobbes’in

bir teorisidir. Ona göre doğal durum bir

çatışma halidir. Fakat biz biliriz ki doğal

durum sadece hayvanlara özgü bir yapıdır.

İnsanlar düşünür, üretir. Değer üretir, mal

üretir. Bunları ürettiğinde bir dil kullanır.

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

20

Bunların her biri özellikle de dil insanı,

aydını bir kültüre içkin kılar. Dil demek

kültür demektir. Dilin kültür olarak önemi

buradan gelir. Yani insanın doğal durumu

diye herkesin hayvanlar gibi birbirinden

bağımsız ayrı, çatışma halindeki bir durum

söz konusu değildir. Ama dediğimiz gibi

her insan bir değere içkindir. Aydınlarda o

yüzden biz bağımsızız, tarafsızız, objektif

yazarız, konuşuruz demiş olsa da asla

objektif diye bir şey söz konusu değildir.

İlla ki bir ideolojiye mensubiyeti vardır o

ideolojiye göre kendi düşüncesini

aksettirir.

Aydının partisi olur mu?

Aydının partisi olmaz. Bir aydın partiye oy

verebilir. İdeolojiyle partiyi fazla

özdeşleştirmeyelim, karıştırmayalım.

Mesela bir ülkede aynı anda birden fazla

liberal parti olabilir oysa liberalizm

objektif değişmez tek bir hakikati

göstermiş olsaydı tek bir parti olurdu veya

bugün liberalizm sağından soluna,

Kürtçüsünden İslamcısına herkesin “ben

de liberalim” diye çıktığı bir düşünce

olmazdı.

İdeolojiler makro şeylerdir. Büyük anlatı

diye de geçer. Fakat esas olan bireydir,

yetiştiği kültürdür, aldığı eğitimdir. Ona

göre de büyük anlatılar değişime

uğrayabilir. İnsanların milliyetçiliğindeki

farklılıklar gibi. İnsan partiye oy verir ama

partiye bağımlı olamaz. Partiye bağımlı

olan insan aydın olamaz, entelektüel bir

iddiası olamaz.

Bir de entelektüel ile aydının ayrımını

yapmamız gerek. Aydın düşünen insandır.

Mesela akademisyenler, yazarlar kadar

doktorlar ve mühendisler de aydındır. Erol

Güngör: “Üniversite mezun olan herkes

aydındır.” der. Ama entelektüelin farkı

tamamen zihin işleriyle meşgul olmasıdır,

bilgi işiyle meşgul olmasıdır. Entelektüelin

özelliği budur. Gazetecilerde aydındır ama

her gazeteci entelektüel değildir.

Entelektüelde derinlik vardır. Entelektüel

20–30 yıl sonra, mümkünse yüzyıllarca

değerini kaybetmeyecek şekilde yazar,

çizer.

O zaman milliyetçi camiadaki

entelektüellerden bahsetsek biraz?

Milliyetçi camiada entelektüellerin

durumu hep zor olmuştur. Niye zor

olmuştur, biraz önce dediğimiz gibi

entelektüellerin en büyük özelliği bilgi

üretmesi ve sorgulamasıdır. Mesela Ziya

Gökalp, Erol Güngör bu konuda önemli

şahsiyetlerdir. Bunlar hiçbir zaman

milliyetçi camia tarafından bile tam kabul

edilmemişlerdir. Dışlanmışlardır. Erol

Güngör entelektüel olmanın vermiş olduğu

doğal sonuç olarak Ziya Gökalp’i

eleştirmiştir. Ziya Gökalp’in kültür-

medeniyet tasnifini eleştiren bir yazısı

vardır. Bu eleştirilerden sonra Erol

Güngör’e fiili saldırılar bile olmuştur.

Gökalp ise bambaşka bir fenomendir. Onu

eleştirmeyen aydın veya ideoloji yoktur.

Çünkü Türk düşüncesinin zirve ismidir.

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

21

Niye zirvedir? Çünkü içinde bulunduğu

toplumun ve ülkenin sorunlarıyla hemhal

olmuştur, sorunu teşhis etmiş teşhis

etmekle kalmamış somut çözüm önerileri

sunmuştur. En zor konuları bile çok basit

bir dille ifade edebilmiştir. Bütün “ilk”ler

büyük ölçüde ona aittir. Bugün bile etkisini

sürdürmektedir.

Ülkücülük 80 öncesinde kısmen bir

camia/cemaat özelliği taşımakla birlikte

bugün bu özelliğini kaybetmiş gibidir.

Çünkü camianın en önemli özelliği ortak

bir akıl, ortak bir düşünce ekseninde

davranması, hareket etmesi, duruşunu ona

göre belirlemesidir. Yani bireyler tek tek

kendi farklılıklarını korumuş olsa da,

eyleme geçeceğinde bağlı olduğu cemaat

ekseninde duruşunu, görüşünü belirtir. Bu

sosyalist hareketlerde de böyledir. Biraz

önce dediğim gibi sosyalistlerin bir özelliği

de -liberallerin özgürlük kavramını

kullanarak evrenselleştirmeleri gibi-

sosyalizmin bir bilim olduğunu, bilimin

akla dayandığını, evrensel olduğunu

söylerler. Aynı şey İslamcılarda da söz

konusudur. Kendilerini Müslüman olarak

nitelerler. Böyle söyleyince de düşünceleri

bütün Müslüman toplumları kapsayacak

sanırlar. Erol Güngör bunu çok güzel

tanımlar, çocuksu bir tavır olarak niteler.

Çocuk gerçekte olanla, zihninde olanı ayırt

edemez, zamanla bunun farkına varır.

Bizim aydınımız da öyledir gerçekte olanla

zihninde olanı farkına varamaz. Düşünür

ki zihninde ne varsa somut olarak da o

vardır.

Türkiye’de gündemin belirlenmesinde

Türk milliyetçisi aydınlar ve

entelektüeller ne yapmaktalar? Biraz

da bu konuya değinsek...

Entelektüelin kendi düşüncelerini yayması

için belli araçların, mekanizmaların

geliştirilmesi lazımdır. Mesela bir

milliyetçi entelektüelden bahsediyorsak, o

entelektüelin kendi fikrini topluma yaydığı

mekanizmayı da oluşturmuş olması

lazımdır. Biz bunları görememekteyiz.

Nedir bu mekanizmalar? Mesela sivil

toplum örgütleri, kitle iletişim araçlarıdır.

Yani gazeteler, dergiler, internet kullanımı,

televizyon bunların hepsi bir araçtır.

Örgütlenme, ortak bir platform oluşturma,

ortak bir tavır ortaya koymak için gerekli

olan bu araçlardan milliyetçi aydınlar

büyük ölçüde yoksundur. En önemli kitle

iletişim araçlarından yoksunluk doğal

olarak senin gündemi belirlemeni engeller.

Bunların olmadığı bir yerde demokrasiden

de söz edilmez. Bizim demokratik sürece

katılabilmemiz için bütün bu unsurların

kendi işlevini yerini getirecek tarzda

oluşturulması lazımdır. Bizim kendimizi

özgürce dile getiremediğimiz

televizyonlarımız, gazetelerimiz yoksa

demokratik hayatta da yokuz demektir.

Demokrasi toplumun ikna edilmesine

dayanır herkes fikrini söyler, toplum

kararını verir. Biz bu rekabette çok çok

geriyiz.

Biz Ülkücü Türk milliyetçiliği konusunda

ortak bir kimliğe sahip değiliz. Ortak bir

tavır alamayışımızın ortak bir kamuoyu

oluşturamamamızın sebebini buna

bağlıyorum. Biz çok rahat bir biçimde

birbirimizin dedikodusunu yapabiliyoruz.

Mesela kaç gündür milliyetçi sitelerde

görüyoruz. Türk Ocaklarına yönelik etik

dışı bir saldırı var. Bunun adı eleştiri değil

saldırıdır. Bu neden oluyor? Mesela

AKP’nin sivil toplum örgütlerine bakın,

aynı nitelikte aynı üslupta birbirlerine

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

22

saldırmazlar. Ben, mesela İslamcı

entelektüellerden önde gelen isimlerden

bir hocamla konuşurken Fetullah Gülen’i

eleştirmişti. Hocam bunu neden

yazmıyorsunuz dedim. Nihayetinde

“Müslümandır”, bizdendir dedi. Yani kendi

aralarında tartışlar ama dışarıya karşı da

savunulur.

Sen oturursun, ülkü ocaklarını, MHP’yi,

Türk Ocaklarını, Aydınlar Ocağını

eleştirirsin, hepsini eleştirirsin ancak önce

“bizim” demen lazım. Sahipleneceksin,

yapıcı olacaksın. Şimdi çıkıp da Türk

Ocakları “Kürt Açılımına(!)” karşı tavır

takınmadı diye eleştirmek yanlıştır. Türk

Ocakları Kürt Açılımına karşıdır. Konu

hakkında bir raporu ve yayınları da vardır.

Şahsen ben de o konunun görüşülmemesi

taraftarıydım ama görüşülmüştür. Onların

takdiridir. Ama Türk ocaklarına seçim

bahanesiyle bir ikilik oluşturup birilerini

desteklemek için saldırı niteliğinde bozuk

bir üslupla saldırmak iyi niyetle

bağdaşmaz. Nihayetinde Türk Ocakları

milliyetçi bir ocaktır. Ben de Türk

Ocaklarıyla ilgili bir yazı yazdım mesela.

İki yıl oldu. Eleştirdim. Önce Ocağın

sitesinde yayınlanmadı ama sonradan

yayınladılar. Eleştirim neydi küfür yok

hakaret yok gayet makuldü. Üye yapısını,

delege yapısını, seçim yapısını eleştirdim.

Bir milliyetçi kuruluş olarak Türk

Ocakları’nın milliyetçi düşüncede daha

etkili olabilmesi için yayına önem vermesi

gerektiğini belirttim. Bunlar yapıcı

eleştirilerdir. Ama şimdi bakıyoruz, “Türk

ocakları açılımı destekledi, Kürdistan

dedi.” Diyorlar. Çok haksız yorumlanmaya

bile değmez şeylerdir. Nihayetinde biz

böyle birbirimizi dışlarsak nasıl bir güç

olacağız?

Kavramlar konusunda ne diyebiliriz?

Milliyetçi camia kavramları ne kadar

iyi kullanıyor?

Bu bizim çok ciddi bir sorunumuz. Türk

Yurdu dergisinin 100. Yıl anısında

yayınlanan devasa Milliyetçilik Özel

Sayısında “”Türk Milliyetçiliğinin Güncel

Sorunları” isimli bir makalem yayınlandı.

Bu makalenin bir bölümü de milliyetçi

düşüncenin sorun tespitindeki öncelikleri,

hassasiyetleri konuluydu. Orda bu konuya

değindim. Bizim için Türk milleti esastır.

Biz Türk milletini o kadar seviyoruz ki...

Ama tehlikeler karşısında milliyetçilerin

tavrı farklı olabiliyor. Bir örnekle

somutlaştıralım. Mesela PKK dendiğinde

veya “Kürt sorunu” dendiğinde doğrudan

bir bölücülük akla gelir. Ama mesela eşit

yurttaşlı çok kültürlülük anayasal

vatandaşlık dendiğinde veya anadilde

eğitim dediğimizde bir tepki yok. Hatta o

kelimenin kullanılışındaki güzellikten

kaynaklanan bir sevgi de doğabiliyor. Ama

sorun burada. Aslında bunlar PKK’dan bile

tehlikeli olan düşüncelerdir. Çünkü

PKK’nın amacı, yöntemi yolu bellidir. Ama

diğerleri kendilerini güzel görünen

kavramların arkasına saklayarak

bölücülük yapmaktadırlar. Mesela “eşit

yurttaşlık” kavramını esas alalım.

İnsanların kafasında herkesin eşit olmasını

talep etmek gibi naif bir anlam tasavvur

eder. Fakat gerek eşit yurttaşlık, gerekse

anayasal vatandaşlık teknik terimlerdir.

Eşitlik de, anayasallık da yurttaşlığın

içinde olan şeylerdir. Bunları

çıkarttığınızda ortada yurttaşlık kalmaz.

Yurttaşlık eşitliğe içkin bir kavramdır.

Nedir bunlar? Eşit yurttaşlık, çok

kültürlülük, anayasal vatandaşlık? Halktan

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

23

her şeyi bilmesini bekleyemeyiz tabiî ki

ama bizim milliyetçi aydınlarımızda

bunlar söz konusu olduğunda çok sathi

bilgilere sahiptirler. Eşit yurttaşlık şudur;

farklı etnik grupların anayasa önünde

eşitliğinin sağlanmasıdır. Türkiye’de 36

etnik grup vardır. Türkler vardır.

Türklerin anadili Türkçedir, Türkçe resmi

dildir, o zaman Kürtlerde var, Kürtçe de

resmi dil olsun. Kastedilen eşitlik bu

anlama gelir. Bu bölücülüğün hası değil

midir? Ama biz bu kavramlara karşı tavır

koymuyoruz, çünkü tehlike olduğunu

bilmiyoruz. Biz geleneksel kavramlarla

düşünüyoruz. Post-modern düşüncenin

kullandığı kavramlara çok yabancıyız.

Yabancı olduğumuz içinde bunların

taşıdığı anlamların tehlikelerini

anlamaktan uzağız. Bizim en önemli

problemimiz kavramlara karşı

yabancılığımızdır. Sık sık bana eleştiriler

gelir dilin anlaşılmıyor diye. Oturup

sözlüğe bakmıyoruz ki. Sen Cemil Meriç’i

anlıyor musun? Durmuş Hocaoğlu’nu kim

sözlüksüz anlayabilir? Kitap okumanın bir

amacı da zaten yeni kelimeler kavramlar

öğrenmektir, kendini geliştirmektir. Bir

kavramlar sözlüğümüz olsa çok

kültürlülük vs. söylendiğinde herkes aynı

şeyi anlasa daha net tavırlar konabilir.

Tabi bir sözlük yapıp işte arkadaşlar

sözlük bu herkes buna göre düşünsün

demekte çok doğru değildir. Ama orda bir

espri vardır. Bir kavramdan

bahsedildiğinde aynı şeyi düşünmemiz.

Ülkücülük tartışması vardı mesela. 20’den

fazla ülkü tanımı yapıldı. 20 tane ülkücü,

sorulduğunda 20 tane farklı ülkü

söylüyorsa, orda bir sorun vardır. Ülkü

yoktur. Biz aslında en temel

kavramlarımızla bile sorun yaşıyoruz.

Millet olgusuna karşı çıkanlar diyor ki;

tarlalar arasına bir çit çekiyorsunuz,

hâlbuki tarla aynı tarla ekin aynı ekin

niye bunlara farklı farklı yargılar

geliştiriyorsunuz?

Yanlış soruya doğru cevap verilmez. O

ekindir ama arpa vardır buğday vardır.

Nohut vardır. Bunların hepsi ekin. Meyve

dedin, elma armutta meyve. Bunları biz

bölmüyoruz ki, doğası odur.

“Nominalist Aydınların Soy Kütüğü”

adında iki kitabınız var. Nominalist

aydınlardan ve kitabınızdan biraz

bahseder misiniz?

Nominalist aydınlar kavramı benim icadım

bir kavram. normalde felsefede vardır,

isimcilik diye geçer. Benim kastım ise –

tamamen gözlemlerime dayalı bir şey-

aydınların düşünceleriyle eylemleri

arasındaki çelişkiye vurgu yapar. “Ben

liberalim” diyor, “ben sınırsız düşünce

özgürlüğünü savunurum” diyor, öyle ileri

gidiyor ki “millet veya milli kimlik bireyi

sınırlayan olumsuz unsurlardır” diyor,

açıkçası Türklüğü kabul etmiyor.

“Anayasadan Türklük çıksın” diyor. Bu

iddiaları dillendiren insanların daha sonra

“Kürt Sorunu” üzerine yazmaları ne

anlama gelir? Kürtlere kolektif haklarının

verilmesi, kültürlerinin geliştirilmesi,

anayasal açıdan tanınması gibi talepleri

dillendirmeleri ne anlama gelir? Şimdi sen

Türk milletini kullanmaktan gocunacaksın

ki bu gocunmayı da liberalizme

bağlıyorsan Kürt kelimesini de

kullanmaktan gocunman lazım. İşte

burada bir çelişki olduğu görülmektedir.

Ben de nominalist aydınlar derken

düşüncesiyle eylemi arasında bu örnekteki

gibi fark olan aydınları kastettim.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

24

GALİP AĞABEYE MEKTUP Abdullah KILAVUZ

Sevgili Galip Ağabey!

Öncelikle selam eder, ardından da Cennet-

i âla bahçelerinde, tûba ağaçları altında

gölgelendiğin hüsn-ü zannıyla, afiyetinin

artması için dua ederim.

‘’Ömrümü bu milletin meseleleri ile

geçirdim, bir rahat verin artık’’ dediğini

duyar gibiyim lakin gel gör ki derdimi

paylaşacağım, oturup iki kelam hasbihal

edeceğim kimsem kalmadı. Sen, onlarca

yıl öncesinden bizlerle mektuplar

yazarak, nesiller boyu yetişecek

milliyetçilere ağabeylik ettin. Ben de

gönlünün genişliğine güvenip sana

geldim.

Seni üzmek istemem ama buralarda işler

hiçte iyi gitmiyor ağabey. ‘’Yurtta sulh,

cihanda sulh’’ düsturunu beğenmez olup

‘’Komşularımızla sıfır sorun’’ diye bir söz

benimsedik kendimize geçen yıllarda.

Ama gel gör ki, bütün komşu

ülkelerimizle, henüz resmen başlamamış

olsa bile, psikolojik olarak savaş

durumundayız. Suriye’de çatapat patlasa,

Ankara’dan anında uyarı geliyor. Suriye,

Irak, İran, Ermenistan, Yunanistan, İsrail,

Fas, Tunus, Libya, Fransa ve ismini

sayamadığım komşu veya uzak

memleketlerle gün geçmiyor ki karşı

karşıya gelmeyelim.. Bizi bu oyuna kim

soktu, elimize silahı – dilimize bu

sloganları kim verdi anlayamıyoruz.

Kimlerin vizyonuna maşa, kimlerin kirli

hedeflerine basamak, kimlerin yenidünya

düzenine figüranlık yaptığımızı bile

bilmiyoruz. Her gün çıkıp birilerini

insanlık suçu işlemekle suçluyor, buna

mukabil her gün iç işlerine karışılmasına

devam edilmesi durumunda, çok sert

tepkiler verecekleri konusunda tehditler

alıyoruz. Doğu Türkistan’lı kardeşlerimizi

21. Yüzyılın ortasında resmen soykırıma

uğratan Çin’i en büyük ticaret ortağımız

yapıyor, yapılan bir gezi sırasında

‘’geçerken uğradığımız’’ Doğu

Türkistan’da ise pazarları gezip, halkın ne

kadar mutlu olduğunu gösteren(!)

fotoğrafları bütün dünyaya servis

ediyoruz. Üstüne de o topraklara ilk defa

biz gittik diye övünenleri ayakta

alkışlıyoruz. Vel hasıl-ı kelam ağabey;

ayranımız da yok taht-ı revanımız da.

Nereye gittiğimizi bilmiyoruz.

Ülke içinde de durum hiç farklı değil

ağabey. Bir zamanlar bırak konuşmayı,

akıllardan bile geçirmenin yasak olduğu

fikirler bu gün alkışlanıyor. Hangi kanalı

açsak ülkeyi bölmek isteyen aç bir köpek

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

25

saldırıyor etrafına. Hangi gazeteyi elimize

alsak bir şehit haberi, her haberin altında

öldürülen teröristlerin de genç olduğunu

vurgulayan ibareler, her köşe yazısında

öldürülen teröristlerin de insan

olduğundan bahseden satılmış yazarlar.

Biri çıkıp özerklik ilan ederken öteki çıkıp

sivil itaatsizlik başlatıyor. Biri terörist

başına methiyeler dizerken öteki

öldürülen teröristlerin cenazelerini

omuzluyor. Bir milletvekili polise tokat

atarken öteki milletvekili polis aracını

taşlıyor. Bir milletvekili mahkemede

Kürtçe ifade vermek isterken öteki

milletvekili kendi bayraklarının olması

gerektiğini söylüyor. Dağdan inenler

milletvekili, dağa çıkanlar ise milletvekili

adayı birer kahraman oluyor. Ne olduğu

belli olmayan 34 kişi elini kolunu

sallayarak sınırı geçerken öldürülüyor ve

öldürülenler yeni yapılan çalışmayla şehit

ilan edilmeye çalışılıyor, vatan toprağı

için öldüren askerler ise muhtemelen

cezaevine tıkılacağı günü bekliyor.

Öldürülenlere şehit ve gazilere verilen

tazminatın nerdeyse iki katı para

veriliyor. Meclis toplantılarına bu ölen 34

kişinin aileleri davet ediliyor. Yarısı

peşmerge kıyafeti ile gelen bu aileler

meclis çatısı altında devlete saldırıp

yemek yediği kaba pisliyor. Millet ve dil

kavramları rahatça tartışılıyor, üniter

yapı eleştiriliyor, teröristler alkışlanıp

devlet eliyle cesaretlendiriliyor ve

bizlerde yeni yetişecek neslin tinerci mi

yoksa dindar mı olacağını tartışıp

duruyoruz.

Bunlarla da bitmiyor ağabey. Milli

bayramlar teker teker kalkıyor, andımızı

okumak ayıplanıyor, istiklal marşını her

hafta okumak angarya geliyor artık.

Gitgide bayraksız, dilsiz ve kültürsüz,

dejenere ve hatta asimile bir nesil

yetişiyor. ‘’Vatan-millet’’ diye sözlerine

başlayanlara göz ucuyla cüzamlı gibi

bakılıyor, okulda namaz kılan öğrenciler

suç işlemiş gibi kameraya çekiliyor.

Çocuklar okulda hocasını, sokakta

arkadaşını, evde ise anasını babasını

bilmez-tanımaz oldu. Ne kültürümüz

kaldı, ne örfümüz, ne ananemiz ne de

töremiz. Önceliğimiz para, tek derdimiz

ise nefsimiz oldu. Önceliğimizin para

olması büyük bir dert, biliyorum ancak

daha büyüğü ise şu ki ağabey; tek

derdimiz olan parayı da, başta şans

oyunları olmak üzere bütün kısa,

zahmetsiz ve bir yerde gayrı ahlaki olan

yolları deneyerek bulmaya çalıştık. ‘’Kısa

yoldan köşeyi dönmek’’ bizim hayat

felsefemiz oldu, her gördüğümüz köşeden

dönüyoruz.

Ekonomiden pek anlamam ağabey,

bilirsin. Lakin o konuda da dertliyim. Orta

direk fakirlik ve yoksulluk ile çırpınırken,

bizse dünyanın en zengin ülkeleri arasına

girdik diye sevinir olduk. İşin en kötüsü

ise cebimize giren para-boğazımıza giren

lokma ortada iken zengin olduğumuz

yalanına biz bile inandık. Zengin ile fakir

arasında ki fark o kadar arttı ki!

Zenginlerin süs köpekleri için harcadığı

mama parası, 3 çocuklu fakir bir ailenin 1

aylık mutfak masrafına denk gelir oldu.

Buna vicdan dayanır mı? Bizim

vicdanımız dayanıyor işte ağabey. Çünkü

düşünmüyoruz artık, umursamıyoruz.

Bütçe açığımız büyüdükçe zamlarda

büyüyor. Her açık vergiyle kapanıyor.

Vergiler yola gidiyor. Yapılan yollar ise

seçim malzemesi olarak ayaklarımızın

altına seriliyor. Bizlerse o yolların

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

26

üzerinden geçerken ‘’Allah razı olsun

başbakandan, ne güzel yollar yaptı’’ deyip

seviniyoruz.

Biliyorum, çok uzattım ancak söylemekle

de bitmiyor ki ağabey. Ülke de hiçbir

kuruma güven kalmadı artık. Gençlerimiz,

bin bir hayallerle gidip öğretmen çıkmak

istediği üniversitelerden işsizler

ordusuna bir nefer olarak mezun oluyor.

Milli Eğitim Bakanı öğretmenlere ‘’başka

işler’’ yapmalarını tavsiye ederken öteki

tarafta son umutları olan KPSS sınavının

soruları ise eller kollar sallana sallana

çalınıyor. Bir diğer tarafta, Sağlık Bakanı

doktorları birer yem gibi hastaların önüne

atarken, her gün darp edilip yaralanan ve

hatta öldürülen doktorların haberleri

gazetelerin üçüncü sayfalarını süslüyor.

Polislik Sınavı’nın soruları çalınıyor,

mülakatla alınan bütün mesleklere

girecek olanları artık devlet değil;

cemaatler, kulüpler veya lobiler belirliyor.

Fen Edebiyat Fakülteleri’ni kazananlar

mezun olduklarında iş bulacaklarına olan

inançlarını hemen ilk senenin sonunda

kaybediyor. Hukuk Fakültesi’nden mezun

olanlar ise onca meşakkatin ardından bir

avukatlık bürosu açabilmek için bile bir

dünya emek harcıyor. Hukuk demişken

ağabey; önceki Genel Kurmay Başkanı

‘’terörist’’, bir din alimi ise ‘’fuhuş

şebekesi lideri’’ olarak ceza evinde

yatıyor şu anda. Bizler ise nerdeyse 100

yaşına gelmiş olan Kenan Evren’in

yargılanmasının sevinç sarhoşluğundan,

geriye kalan hiçbir meseleyi

düşünemiyoruz.

Benim aklıma gelen soru senin de aklına

geliyor değil mi; ‘’Bu kadar rezalete,

kanunsuzluğa, adaletsizliğe, vicdansızlığa

ve uyuşukluğa rağmen nasıl oluyor da

batmıyor bu devlet?’’

Çok düşündüğüm bu sorunun cevabını

Mehmet Akif’in şu mısralarında buldum

ben ağabey;

‘’Evliya yurdu bu toprak, Enbiya yurdu bu

yer

Bir yıkık türbenin üstüne, Mevlâ titrer.’’

Alem-i İslam’a bin yıl karakolluk yapmış

olan bu toprakların üstüne titreyip

milletini koruyan Mevlâ, en kısa zamanda

yeniden dirilişimizi de nasip eder inşallah

ağabey.

Hasretle ellerinden öper, tekrardan selam

ederim.

Kardeşin Abdullah

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

27

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

28

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN

MANİFESTOSU: KÖRFEZ SAVAŞI Sertaç EKEMEN

26 ARALIK 1991 tarihi itibari ile Sovyet

Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kendini

resmen fes etmesiyle çift kutuplu dünya

siyasal ve ideolojik düzeninin bitmesi,

Kapitalist bloğun sınır tanımazlık felsefesini

devam ettirmesine olanak tanıyacaktı.

Dünya üzerindeki var olan sınırlı

kaynakların tükenebilir olması, kapitalist

ekonomik sistemin sonunu getirmemesi

için; Kapitalist Blok, Dünya’yı yeniden inşa

hareketine ve yeni bir dünya düzeni kurma

yoluna gidecekti…

Bundan 25 yıl öncesinde, Doğu Bloğunun

yaratmış olduğu süper güç dengesi,

Amerika Birleşik Devletleri’nin, Birinci

Dünya Savaşı sonrası dünyaya açılım

politikalarını etkiliyor ve Bulgaristan’dan

öteye sokulamamasına sebep oluyordu.

Gerek askeri, gerekse politik

çekincelerden ötürü, Asya’ya açılamayan

Amerikan Hegemonyası, 1986 yılında

Gorbaçov ile başlayan Glasnost-Prestroyka

süreciyle bu idealini gerçekleştirmeye

başlıyordu. Bu durum ise Dünya

kamuoyuna Neo-liberalizmin aşılanmasına

sebebiyet verecek ve bu yeni ideoloji,

küreselleşmenin meşrulaşmasına ve

Amerikan hegemonyasının entegre

olmasına olanak tanırken. Yeniden dünya

reel savaşımlarını Körfez savaşıyla

tanıştıracaktı.

1975 yılında, Helsinki Deklarasyonu’nun

imzalanmasıyla, yeni bir dünya düzeni

şekilleniyordu. Bu yeni paylaşım kontratı,

Avrupa’nın tamamının Amerikan

Güdümüne girmesine ve Amerikan

hegemonyasının Ön Asya’ya açılmasına

olanak tanıyacaktı. Bu yüzden Irak, bu

açılımın uygulanmasının ön sorunu, bir

nevi Ortadoğu’nun yükselen Sovyetleriydi.

Irak’ın Ortadoğu’da lider güç konumunda

olması, zamanın en güçlü 8. kara ordusu

ve dünyanın var olan petrol rezervlerinin

%20 sini oluşturması, Irak’ın Batı

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

29

Emperyalizminin iştahını kabartmasına

yetiyordu. Irak, Ortadoğu’nun pasif gücü

durumunda olan Arap Birliği’nin de,

yönetimsel en önemli temsilcisi

konumunda olup dev bir birleşik gücün

habercisiydi. Irak’a yapılan bir müdahale

dolaylı yoldan Arap birliğine olacak ve

bunun sonucunda fiili olarak Arap Birliği

de çökertilmiş olacaktı. Irak diktatörü

Saddam Hüseyin’in, Irak Baas Partisi’nin

de lideri olması ve Baas’ın ideolojik

yönden Panarabist bir parti konumunda

olması bu duruma kaynaklık edecekti. Böl

ve Yut politikası’ da istenilen bir zemine

yavaşça çekilecekti.

1988 yılında Irak-İran Savaşı’nın

nihayetsiz bitimi, Ortadoğu’nun iki süper

gücünü yorgun bırakıyor, buda ters orantı

yaratıp ipleri batılı sömürgecilerin ellerine

tutuşturuyordu. Savaş döneminde cereyan

eden Halepçe Katliamı, batı toplumuna

gerekli propaganda malzemesi ortaya

çıkararak, olası Irak işgali için halk

tabanını yaratılıyordu. Bütün bunlar

devam ederken, Baas rejiminin, Ağustos

1991 de Kuveyt’e girmesi, kapitalist

bloğun aradığı kıvılcımı ateşliyordu.

1991 yılının mayıs ayında, Saddam

Hüseyin zamanın Türkiye başbakanı

Yıldırım Akbulut ile görüşmesinde,

Amerika önderliğindeki emperyalizmden

korkmadığını dile getiriyor ve bugünkü

Esad’ın duruşuna paralel bir çizgide

duruyordu. Kuveyt Savaşı’nın ilk

günlerinde, Irak’a yapılacak müdahalenin

kamuoyu oluşturulup ‘şartların

olgunlaşması’ bekleniyordu. Kuveyt’in

tamamen ilhak edilmesinin ardından,

Irak’ın Suudi Petrollerine sokulması ve

var olan dünya rezervlerinin yüzde ellisini

ele geçirmesinden korkan Batı Kapitalist

Dünyası, ani bir müdahale ile Irak’ı işgal

ediyordu.

Zamanın cumhurbaşkanı Özal’ın siyasal

fikriyatının temelini oluşturan federasyon

düşüncesi bu dönemde reele geçmeye

çalışıyor, Kuzey Irak’ı da içine alan büyük

Türkiye federasyonu için çeşitli

atılımlarda bulunuyordu. Kuzey Irak’a

herhangi bir Türk mili şuuru da katmak

isteyen Turgut Özal, dönemin milliyetçi

görüşü ile bilinen kabine üyeleriyle bir dizi

görüşmelerde bulunuyordu. Başta

Amerikan Ulusal Haber Alma Servisi

olmak üzere batılı güçlerin, bu

politikalardan istihbarat sağlamış

bulunması, Türk ordusunun bölgede

yerleşke altında bulunmasına meal

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

30

vermiyor, açılacak olası Kuzey Irak

cephesini söz konusu dahi etmiyorlardı.

Amerikan ordusunun çoğunluğunu

oluşturduğu Müttefik birlikleri, 3 Mart

1991 yılında, Irak kuvvetlerini 5 km geriye

kaydırmayı başarıyordu. Yapılan ateşkes

görüşmelerinin ardından kesin barış

ortamı, Yeni Dünya Düzeninin isteği

doğrultusunda şekilleniyordu. Birleşik

Devletler, İsrail’i olası bir Arap birliği

hegemonyasından kurtarıyor, yanına

çektiği Arap ülkelerine hizipler sokarak,

İran’ı ve Arap ülkelerindeki Şii toplumları,

Araplara karşı güçlendirme yoluna

gidiyordu. Kendi güdümünde olan Suudi

petrollerini garantörlüğünün devamını

sağlıyor ve savaş maliyetini de bu

devletlerin üzerine yıkmayı başarıyordu.

Saddam Hüseyin’i ani bir darbeyle

indirmeyerek, Irak halkını istikrarsızlığa

sürüklemeye çalışıyordu. Ekonomik

ambargo ile fakirleştirilmiş ülke fiilen

Sünni, Şii ve Kürt kamplarına bölünecek.

En merkezde ise tüm fatura Saddam

Hüseyin’e kesilerek Irak içten kemirilmeye

başlanacaktı. Bu durum Günümüzde de

fiilen devam ettirilerek bölge istikrara

hasret kalmaya devam ettirilecekti.

Vietnam hezimetinin ardından Amerikan

gücü, ikinci dünya savaşı popülerliğini geri

kazanmış olacak, Amerika’yı Dünya’da şu

zamana kadar olmadığı sempatiyi

sağlayacaktı.

Yeni Dünya Düzenin getirdiği, Tek tip

Dünya vatandaşlığına doğru giden yolda

bir basamak olan Büyük Ortadoğu

Projesi’nin, ilk somut ve kanlı ayağı İran

kartı dışında başarıya ulaşacaktı. Bundan

10 yıl sonra ise Clinton’ın ardından görevi

devralan Junior Bush ikinci işgal planında,

istenilen sonucu alamayacaktı. Kısa

vadede büyük rant sağlayan Körfez savaşı,

ikinci ayağında görülmemiş bir hezimete

uğrayacaktı. 2011 yılına kadar gelen

süreçte, Amerikan kapitalizmi daha fazla

dayanamayıp yaratmaya çalıştığı

Yenidünya düzenini, Yeni bir dünya

krizine sebebiyet vererek bu uzun ve

meşakkatli yoluna mola vermek

durumunda kalacaktı. İşte bu noktada, çift

kutuplu dünyanın sona ermesiyle başlayan

ve yenidünya düzenin bir ayağı olan,

Büyük Ortadoğu Projesi’nin devamlılığı

gerçekleşecek mi, bunu olası Suriye

işgaliyle göreceğiz.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

31

URMU GÖLÜNÜN KURU(TUL)MASININ

EKOSİSTEME ETKİSİ Halil İbrahim KOÇ

Muayyen bir alanda bulunan canlılar ile

bunları saran cansız çevrelerinin

mütekabil ilişkileri ile zuhur eden ve

süreklilik arz eden ekolojik

sistemlere ekosistem denir. Bu sistemin

şümulünde, karşılıklı olarak madde

alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki

yapan organizmalarla (biyotik), bitki ve

hayvanların birbirine eklemlendiği ve

ayrıca kaya, toprak, göl, akarsu gibi fiziksel

çevre faktörlerinin (abiyotik) bir arada

bulunduğu doğa parçaları yer alır.

Bu ekosistemin dört temel bileşeni vardır.

Üreticiler (ototroflar), tüketiciler

(hetotroflar), ayrıştırıcılar (saprofitler) ve

doğal çevre. İlk üç bileşen, dördüncü

bileşenin teşkil ettiği cansız doğa içinde

varlıklarını sürdüren canlı yaşamı kapsar.

Cansız doğal çevre ile bu çevre içinde

yaşamlarını sürdüren canlılar arasındaki

ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen bilim

dalına ise ekoloji (çevrebilim) adı verilir.

Ekosistemin bozulması ya da ekolojik

dengenin sekteye uğraması, tabiat ve canlı

yaşamı açısından birçok

soruna/olumsuzluğa amil olur. Bu menfi

durumların tabiat açıdan neticelerini şu

şekilde sıralayabiliriz:

1. Coğrafi Yapı ve İklim Değişir: Her

ortamın kendine özgü iklimi, sıcaklığı,

nem oranı, ışık ve tuzluluk gibi yapısal

farklılıkları vardır. Bu yapısal

farklılıklara bağlı olarak biyolojik canlı

türleri de değişir. Doğadaki canlı

varlıklar, çevrenin iklimi üzerinde

müteessirdir. Sıcaklık, nem, ışık ve

yağış olaylarının tecellisine katkıda

bulunurlar. Bir ekosistem ortamındaki

bozulmalar, kendiliğinden o bölgenin

iklimini değiştirir. Bu durum ise

biyolojik dengeye tesir eder. Canlıların

tür ve sayılarının azalmasına veya

çoğalmasına neden olurlar. İklimdeki

bu değişmeler, yeryüzü şekilleri ile

üretim-tüketim ilişkilerini değiştirir.

Ormanların yok edilmesi sonucunda o

bölge hızla çölleşir. Yağış ve nem

azalırken sıcaklık artar. Bir gölün

kuruması sırasında buna benzer

olaylar meydana gelir. Bütün bu

olaylar bölgenin coğrafi yapısının

değişmesine neden olur.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

32

2. Erozyon Toprakları Bitirir: Göl ve

orman alanlarındaki biyolojik denge

bozulduğu zaman,yoğun bitki örtüsü

giderek azalır. Buna bağlı olarak da

toprağın erozyonu hızlanır. Çünkü,

toprağı koruyan faktörler eksilmiştir.

Bunlar ile birlikte yanlış sürüm, uygun

olmayan ekim, kimyasal atık ve tarım

ilaçları, yapay gübreleme vb. etkiler

toprağı verimsizleştirmektedir.

Verimsiz topraklar ise üzerindeki bitki

örtüsünü besleyememektedir. Bitki

örtüsü olmayan topraklar korumasız

kalırlar. Dolayısıyla erozyona uğrarlar.

3. Su Kaynakları Azalır ve Kurur:

Ekosistem ortamlarındaki bozulması

sonucunda su kaynakları da giderek

azalır ve kurur. Bir orman ekosistemi

bozulduğu zaman, o bölge eskisi gibi

düzenli yağış alamaz. Buna bağlı

olarak ta su havzaları beslenemez.

Suyla beslenemeyen havzalar da yer

altı su kaynaklarını oluşturamaz.

Böylece o ortamlardaki su kaynakları

kurumaya başlar. Asya kıtasındaki

Aral gölünü besleyen nehirler, sulama

ve enerji elde etme amaçlı kullanılınca,

göl kurumaya başlamıştır. Doğal

olarak göl ve çevresi hızla çölleşmiştir.

Bu olaya bağlı olarak ekolojik denge

değişmiş ve biyolojik zenginlik

azalmıştır.

4. Enerji Kıtlığı Başlar: Bir ekosistemde

bulunan canlılar, karşılıklı yarar ve

çıkar ilişkileri içinde yaşarlar. Bu

canlıları bir arada bulunuş nedenleri,

birbirlerine olan ihtiyaçlarından ileri

gelmektedir. Birinin varlığı, diğerinin

yaşamasına bağlıdır. Besin maddeleri

canlıların enerji kaynağıdır. Enerji

olmada hiçbir canlının yaşaması

mümkün değildir. Canlılar, enerji

ihtiyaçlarını beslenerek karşılarlar. Bu

nedenle, her canlı beslenebileceği bir

ortamda yaşar. Ekosistem ortamı

çeşitli etkilerle bozulmaya başlayınca,

o ortamın biyolojik dengesi de

bozulur. Buna bağlı olarak canlı sayısı

da azalarak yok olmaya başlar. Canlı

sayısındaki azalma ise o ortamın

beslenmesini zorlaştırarak enerji

kıtlığına neden olur.

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

33

5. Biyolojik Çeşitlilik Azalır-Beslenme

Sorunu Doğar: Bozulan ekosistem

ortamlarında bazı canlı türleri

azalarak yok olur. Ölen canlılarla

beslenen canlı türleri de bundan

olumsuz etkilenerek azalırlar. Kısacası

besin zinciri halkasını oluşturan bütün

canlılar olumsuz olarak etkilenirler.

Beslenme sorununa bağlı olarak

biyolojik çeşitlilik de azalır.

Urmiye Gölü’nün kuruması, -veya Urmiye

Türklerinin göçe muhtaç bırakılması için

tarım ve tuz geliri açısından ehemmiyeti

bulunan Urmu Gölü’nün kurumasının İran

rejimi/hükümetinin görmezden gelinmesi,

önlem alınmaması- yukarıda sıraladığımız

durumlarla neticelenecektir.

Güney Azerbaycan’ın Batı Azerbaycan

Eyaleti’nde yer alan Urmu/Urmiye Gölü,

İran’ın en büyük gölüdür. Bu gölün açık

denizlerden yüksekliği 1275 m. olup, Ölü

Deniz’den sonra en tuzlu sulardan biri

sayılmaktadır. Göl 5.200 km²

yüzölçümüne sahiptir. En derin yeri

yaklaşık 16 m’dir. Bu gölde denizcilik ve

gemi seferleri de yapılmakta, gölün tuz ve

balçığından yılda bir hayli gelir elde

edilmektedir. Urmiye Gölü turizm

açısından da yeterince

değerlendirilememiştir. Burada turistik

mekânlar ve eğlence merkezleri yapıldığı

takdirde büyük bir gelir kaynağı

sağlanabilir.

Fakat asırlar boyunca Türkler tarafından

yönetildikten sonra 1925 yılında

İngilizlerin yardımıyla Kaçar Hanedanı’nın

devrilerek yerine Rıza Pehlevi’nin

getirilmesiyle Güney Azerbaycan/İran

Türkleri üzerinde muhtelif asimilasyon

politikaları tatbik edilmiş1 ve İran Türkleri

arasında yaygın olan Türk milliyetçiliği

tehlike olarak addedilmiştir.2 Binaenaleyh

bu gölün kuruması o bölgede yaşayan

Türklerin göçe tabi tutulabilmesi için İran

rejimi tarafından görmezden gelinmesi

müşahede edilmiştir. Çünkü bir tuz gölü

olan Urmu’nun kuruması demek;

bölgedeki bütün tarım ve hayvancılık

faaliyetlerinin bitmesi, tuz fırtınaları, tuz

kasırgaları, tuz tsunamileri ile yaşanmaz

bir coğrafyanın ortaya çıkması demektir.3

Urmu Gölü’nün şu an %60’ı kurumuş

vaziyettedir. Göle giden suyollarını tıkayan

ve üzerinde baraj faaliyetleri yürüten

İran’ın bu girişimlerini sürdürmesi, Urmu

Gölü’nün mahdut yıllar sonrası tamamının

kurumasıyla sonuçlanacaktır. Bu da

demek oluyor ki, Urmu Gölü’nün

kurumasıyla bölgede ekosistem bozukluğu

ortaya çıkacak ve yukarıda saydığımız

olumsuzluklarla coğrafi yapı ve iklim

değişecek, erozyonlar görülecek, su

kaynakları azalacak veya kuruyacak, enerji

kıtlığı başlayacak ve biyolojik çeşitliliğin

azalması sonucu beslenme sorunları baş

gösterecektir. Tüm bu sorunların

neticesinde ise, modern Fars faşizmi ile

asimile edilmeye çalışılan ve göçe

zorlanan, Urmiye’deki nüfusu 300.000

civarında4 olan İran/Güney Azerbaycan

Türk’ü doğal soykırımla boğuşacak; hatta

belki de yurtlarından göçmek

mecburiyetinde kalacaklardır.

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

34

Şekil 1: İran Azerbaycan'ının Fiziki Haritası

KAYNAKLAR

1 Ayrıntılı bilgi için bk. http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=116:gueney-azerbaycann-corafi-oezellikleri (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Bu politikalar şu şekilde sıralanabilir:

Azerbaycan Türklerinin Ari ırkından olduğu tezi Kuzey Azerbaycan’ın Güney Azerbaycan’dan ayrı bir coğrafi bölge olduğu ve Arran

olarak adlandırıldığı Azerbaycan Türkleri kimliklerini saklamak zorunda kalması Azerbaycan ismi taşıyan eyaletlerin sınırının daraltılması ve coğrafya adlarının

değiştirilmesi Türkiye’nin örnek alınmasını önlemek amacıyla iftiralar atılması Azerbaycan Cumhuriyeti’nin güçsüzleştirilmesine çalışılması Türk Dilinin kullanılmasının engellenmesi ve kültürel hakların tanınmaması Azerbaycan Türk Kültürünün Fars Kültürü içerisinde eritilmeye çalışılması

Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=115:gueney-azerbaycanda-tuerklere-uygulanan-asimilasyon-politikalar (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Mustafa Balbay, İran Raporu, 2. Baskı, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2006, s. 121 1 Erhan Özhan, “Tebriz Düşerse, Ankara Düşer! Urmu düşerse…”, 13 Mart 2012 http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=204:tebriz-dueerse-ankara-dueer-urmu-dueerse (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Hakan Kaygusuz, İran Azerbaycanı'nın Sosyo-Kültürel Yapısı Ve Siyasal Coğrafyası, Yüksek

Lisans Tezi, 3. Bölüm

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

35

UYAN TÜRK MİLLETİ!

SAĞLIĞIN TEHLİKEDE Dr. Alperen KIZIKLI

Türkiye sağlık alanında 2005 yılından

itibaren büyük bir değişime ve dönüşüme

girmiştir. “Sağlıkta Dönüşüm” adı verilen

bu proje ile sağlık hizmetlerinin sunumu

ve vatandaşın hizmete erişimi, hekimin

özlük hakları ve çalışma koşulları ile ilgili

çeşitli yasalar ve kararnameler yürürlüğe

girmiştir.

Aile hekimliği sistemine ilk olarak

2005 yılında Düzce’de pilot uygulama

ile başlanan ülkemizde 2010’un Kasım

ayı itibariyle artık tüm illerde sağlık

ocakları sistemi bırakılıp, aile

hekimliği uygulamasına geçilmiştir.

Sağlık sistemindeki bu köklü değişikler

hakkında bilgi vermeden önce geçmişteki

sağlık ocakları kanalıyla yürütülen birinci

basamak sağlık hizmetlerinin yapısı ve

işleyişine de değinmek isterim.

Sağlık ocağı sistemi, birinci basamak sağlık

hizmetleri modellerinden olan sağlık

kurumu aracılığıyla koruyucu ve tedavi

edici sağlık hizmetlerinin bir sağlık ekibi

tarafından sunulması sistemidir.

Ülkemizde 1960’lı yıllardan bu yana

uygulanmaktaydı. Avrupa’nın pek çok

ülkesinde de bu kurumlar halen

bulunmaktadır ve isimleri sağlık merkezi

olarak geçmektedir.

Sağlık ocağı sistemi nasıl bir sistemdi?

Sağlık ocakları ilgili yasada şu tanım yer

almaktadır: “Her 5-10 bin nüfusa bir

sağlık ocağı kurulmalıdır. Bu sağlık

ocağı içerisinde de yeteri kadar sağlık

personeli çalıştırılmalıdır.” Görülen o

dur ki yasa tanımında belirsiz bir nokta

yoktur. Hem nüfus bellidir, hem de o

nüfusun yaşadığı bölge bellidir.

Sadece doktordan oluşmayan, doktorun da

içinde bulunduğu bir sağlık ekibi vardır.

Kişiye ve kişinin de yaşadığı çevreye

yönelik koruyucu ve tedavi edici sağlık

hizmetlerinin bütüncül bir yaklaşımla

sunumu söz konusudur.

Ülkemizdeki sağlık ocakları; çevre, gıda

denetimi, suyun sağlıklı halde olup

olmadığının denetlenmesi, gıdaların

denetlenmesi, çalışma ortamının

denetlenmesi gibi pek çok hizmeti, bu

ünitelerde bulunan hekim ve hekim

dışındaki diğer sağlık personeliyle birlikte

vermekteydi.

Hekimin yanı sıra, hemşiresi, sağlık

memuru, sağlık teknisyeni, tıbbi sekreteri,

hizmetlisi gerçekten orada bir olanak

hazırlanabilirse röntgen teknisyeni ve

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

36

laboratuar teknisyeni gibi çeşitli sağlık

personellerini barındıran bir ekiple hizmet

verilebilmesi mümkündü. Sonuçta sağlık

ocağı, o nüfus ölçeğindeki insanların sağlık

ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaca dönük

hizmetlerin % 90-95’ini karşılayabilen bir

ünite şeklindeydi.

Ekip çalışması yerine hizmetin sunumunu

tek bir hekime terk ettiği için; sağlık

hizmetlerinde nüfusla coğrafya arasındaki

ilişkiyi kopardığı için aile hekimliği

uygulaması modern sağlık anlayışının

gerisinde, çağ dışı bir modeldir.

Sağlıkta Dönüşümün İlk Adımı: Aile

Hekimliği Sistemi

Türkiye’de sağlıkta dönüşümün ilk adımı

olarak Aile Hekimliği sisteminin

getirilmesiyle, yasalara ve mevzuatlara şu

ibareler konulmuştur:

“Sağlık hizmetlerinin finansmanı için

sağlık sigortası fonu oluşturulacaktır. “

“Sağlık hizmetleri bireye yönelik tedavi

edici hizmetlerle, bireye dönük

koruyucu hizmetler şeklinde ayrı ayrı

verilecektir.”

“Gerekli örgütlenme ise aile hekiminin

kendi imkânlarıyla oluşturduğu

ofislerde yapılacaktır.”

“Vatandaş primini ödedikten sonra

sağlık sigortası fonundan

faydalanacaktır, bu fonun üyesi

olacaktır. ”

“Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı verilen

bu süreç, kuruluşu esnasında sosyal devlet

ilkesini benimsemiş ülkemiz için artık

sağlık hizmetinin temel bir devlet görevi

olmaktan çıkarılması, sağlığın

özelleştirilmesi demektir. Sözün özü

“Parası olana sağlık” ilkesinin

benimsenmesidir.

Aile hekimliği uygulaması ile sağlık

hizmetleri koruyucu ve tedavi edici

hizmetler olarak iki ayrı grupta ele

alınmıştır. Koruyucu ve tedavi edici sağlık

anlayışının beraberliği artık söz konusu

değildir. Hâlbuki bu ikisi bütüncül olarak

tek bir anlayışta yer almalıdır.

Fakat yasa her ne kadar koruyucu ve

tedavi edici sağlık anlayışına yer verse de,

hekimlik uygulamalarında koruyucu halk

sağlığı hizmetlerinin göz ardı edilip,

performans sistemine ve tamamen tedavi

edici hizmetlerin tüketimine dayalı bir

sağlık sistemi meydana getirildiği

gözlenmektedir. Koruyucu sağlık

hizmetlerinin esamesi okunmamaktadır.

Tüm bu uygulamalar, yandaş medyada yer

alan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” gibi,

“Özel muayene sistemini bitiriyoruz!”

gibi birtakım kulağa hoş gelecek

söylemlerle maalesef ki halkımız

kandırılarak yapılmaktadır.

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

37

Süreç İçerisinde Sağlıkta Dönüşüm ve

Aile Hekimi Uygulaması Vatandaşa

Nasıl Yansıdı ve Nasıl Yansımaya

Devam Edecektir?

1) Katkı payı, fark ödemesi ve hastanelerin

sınıflandırılması gibi uygulamalar ile

yalnızca ‘parası olana ve parası miktarında

sağlık’ hizmeti dönemi başladı.

2) Herkes genel sağlık sigortası primini

çalışan, işsiz ya da emekli ayırt

edilmeksizin ödeyecektir.

3) Prim ödemeyen sağlık hizmeti

alamayacaktır.

4) Sağlık karneleri ücretsiz ilaç almaya

yaramayacak, halkımız eczanelerde

muayene parası adı altında şu anda

ödediği farkın daha fazlasını ödemek

zorunda kalacaktır.

5) Yeşil kartlar iptal edilecektir.

6) Sağlık ocaklarındaki gibi, doktor, ebe,

hemşire, sağlık teknisyeninden oluşan bir

ekip artık yoktur. Birkaç doktorun yaptığı

işi bir doktor yapacağı için evde sağlık

hizmeti ve yaşlı hasta takibi

yapılamamaktadır.

7) Koruyucu sağlık hizmetleri, demir

destek tedavileri gezici ekipler ortadan

kalktığı için düzenli bir şekilde

verilememektedir, verilemeyecektir.

Koruyucu hekimlik denince akla gelen aşı,

okul taraması, çevre kirliliği ile mücadele,

halkın sağlık eğitimi seviyesinin

yükseltilmesi, anne çocuk sağlığının

geliştirilmesi gibi önemli ve gerekli

çalışmalar sağlık ocaklarındaki gibi bir

sağlık ekibi olmadığı için artık

yapılamamaktadır, yapılamayacaktır da.

Çıkarılacak olan “Kamu Hastane

Birlikleri Yasası” da sağlık hizmetlerini

özelleştirme sürecinin bir parçasıdır. Bu

yasa ile kamu hastanelerinin yönetimi

önce hükümet destekli bir vakfın mütevelli

heyetine verilecek sonra da bu yönetimler

marifeti ile zamana yayılarak tüm kamu

hastaneleri özel hastanelere çevrilecek,

böylece liberal politikaların etkili olduğu

sağlık kentlerinin önü açılacaktır.

Sağlıkta Dönüşümün Getirdikleri: Genel

Sağlık Sigortası

Genel sağlık sigortası kavramı sağlıkta

dönüşüm programının bir gereği olarak

ülkemizde sosyal güvenlik kurumlarının

birleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Sosyal

Sigortalar Kurumu, Bağ- Kur ve Emekli

Sandığı tek çatı altında Sosyal Güvenlik

Kurumu olarak birleştirilmiştir. Adında iki

tane sihirli kelimeyi birlikte kullanıyor.

Birincisi herkesi sigorta kapsamına dâhil

ediyormuş gibi “Genel” , ikincisi bütün

sağlık hizmetlerini sunuyormuş gibi

“Sağlık” ifadesi yer alıyor.

Hâlbuki bunların ikisini de tam anlamıyla

içermiyor.

Genel Sağlık Sigortası adındaki ifade gibi

“Genel” değil. Çünkü primini

ödeyebilenler için primini ödeyebildiği

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

38

kadar geçerlidir. Primi ödeme gücü

olamayan; geçici işsizlik, tarım işçiliği ve

değişik nedenlerle işini kaybedenleri

kısacası primini öde(ye)meyen herkesi

sağlık hizmetinden yoksun bırakmaktadır.

“Primini ödeyemeyen” dediğim

insanların ikinci boyutunu da şu gerçek

oluşturuyor: Türkiye’de, nüfusun

neredeyse %20-30’u açlık sınırında

yaşıyor. Tüm nüfusun ise yüzde %60-70’i

de yoksulluk sınırının altında bulunuyor.

Ülkemizde 1 Ocak itibariyle geçerli olan

net asgari ücretin de yaklaşık 634 lira

olduğunu da hatırlatalım.

Asgari ücretten bahsetmemin nedeni

Genel Sağlık Sigortası’nın kapsamında yer

alan şu ibaredir : “Aylık geliri asgari

ücretin 3’te birinden fazla olan herkes

asgari ücret üzerinden belirlenmiş

minimum sigorta primini ödeyecektir.”

Örneğin; 350 lira geliri varsa bireyin, ayda

sadece sağlık hizmeti alabilmek için 80-90

lira prim ödemesi gerekmektedir. Asgari

miktarı ödemediği takdirde yoksul insan,

hizmetten yararlanamayacak demektedir.

Bu insanların yol parasını, ekmek parasını

bulamadığını düşünmeyen, dar gelirliyi

dahi iliklerine kadar sömürmek isteyen bir

sigorta anlayışı yasada göze çarpmaktadır.

Genel Sağlık Sigortası ile ilgili yasa diyor

ki: “Sigorta primlerine göre halka bir

paket sunulacaktır. Eğer bireyin sağlık

ihtiyacı bu paketin içerisindeyse

herhangi bir ek ödeme yapmadan

paketten yararlanacaktır. Fakat tedavi

ihtiyacı sigorta primine göre sunulan

paketin dışına çıkıyorsa, (o zaman

kusura bakmayın); sigortalı birey bunu

kendi bütçesinden veya özel sağlık

sigortalarıyla ödemek zorundadır.”

Genel sağlık sigortası primini daha üst bir

miktardan yatıramayan bir halka, kime

hizmet edilerek özel sağlık sigortası

yaptırması tavsiye edilir, anlamak çok da

zor olmasa gerek. Genel sağlık sigortasının

ülkemizde yavaş yavaş yerini özel sağlık

sigortalarına bırakacağını söyleyen

haberler son zamanlarda medyada sıkça

yer almaktadır. Gidişatın bu yönde

olduğunu da görmek çok zor değildir. İşte

televizyonlarda bu aralar bolca

gördüğümüz özel sigortacılık

reklamlarının ayrık otu gibi çoğalmasının

sebebi yukarıda bahsettiğim ifadeden

kaynaklanıyor.

Ayrıca ilgili yasadaki şu ifadeyi de dikkatle

ele almamız gerekiyor “Kişi ekonomik

zorluğa girerse ekonomik durumuna

göre mensup olduğu paketten, daha

küçük, daha az bir hizmeti kapsayan

sigorta paketine geçebilir.” Genel sağlık

sigortası kapsamında zannediyorum ki

hepimizin şu düşünceyi benimsemesi

isteniyor: “Allah, kimseyi gördüğü

günden geri koymasın!!!”

Genel sağlık sigortası uygulamasından özel

sigortacılık sistemlerine geçen ülkelere

bakıldığında, neredeyse hizmetin

tamamını kapsayan sigorta fonlarından,

bugün, ilaçlar için ciddi katkı payları,

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

39

tetkikler için ciddi sıraların, tedavi için

değişik güçlüklerin ortaya çıktığı bir

kargaşa düzeni oluşmuştur. Özel sağlık

sigortası sisteminde zamanla birtakım

hastalıkların paketlerden çıkarıldığı;

kanser hastalığı gibi, böbrek hastalığı gibi

kronik hastalıkların, şeker hastalığı,

hipertansiyon gibi ya da beyin kanamasına

bağlı felç gibi iyileşme olanağı olmayan

sağlık sorunlarının zamanla bu özel sağlık

sigortası paketlerinin dışına alındığı

görülmektedir. Çünkü özel sağlık

sigortasının bazı hastalıkların yüksek

tedavi masraflarını sadece primler

üzerinden karşılayabilmesi için ya primini

yükseltmesi ya da sunulan paketi

küçülterek bu harcamaları yapmaktan

uzak durması gerekmektedir. Kısacası

getirilmesi planlanan özel sağlık sigortası

sistemi, sermayenin menfaatini halkın

sağlığından daha önemli görmektedir.

Sağlıkta Dönüşüme Karşı Sağlıkta

Çözüm Önerilerimiz Neler Olabilir?

Bu tüm olumsuzluklara karşı kendimce

sağlık alanındaki çözüm önerilerimi şöyle

sıralamak isterim:

1- Vatandaşı ve hastayı müşteri konumuna

getiren, sağlık hizmetini sosyal devletin bir

gereği olmaktan çıkaran ve yabancı

sermayeyi halkın sağlığına tercih eden

sağlıkta dönüşümden acilen

vazgeçilmelidir. Para kazanmanın birinci

planda olmadığı, hastalıkları önlemenin ve

halkın sağlığını korumanın öncelikli

olduğu bir sağlık sistemine geçilmelidir.

2- Halka kendi sağlığını nasıl koruyacağını

anlatan kısacası herkesin kendi doktoru

olabilmesine yardımcı olacak eğitim

müfredatları ve sağlık bilgisi yaygın eğitim

kampanyalarıyla geliştirilmelidir,

desteklenmelidir.

3- Sağlık hizmetlerinin planlaması,

yönetilmesi ve denetimi noktasında sivil

toplum örgütleri, sendikalar, hasta ve

hekim derneklerinin de görüşlerine

başvurulmalıdır. Ortak bir sağlık sistemi

mutabakatı oluşturulmalıdır.

4- Ucuz ve nitelikli ilacın ülkemizde

üretilmesi sağlanmalıdır. Geçmişte SSK’nın

sahip olduğu ilaç firmaları gibi yerli ilaç

firmalarının önü açılmalıdır. Yerli ilaç

sanayisi, yabancılara karşı korunmalı ve

pahalı ilaçların yerine yerli muadillerinin

üretilmesi desteklenmelidir.

5- Dünya Sağlık Örgütü’nün her ülkede

bulunması istediği yüz temel ilaç ve çeşitli

aşılar, ülkemiz için hem güvenlik

zorunluluğundan hem de ekonomik

nedenlerden dolayı artık yurdumuzda

üretilmelidir. Hıfzıssıhha merkezi sadece

aşı depolama ve dağıtım görevi

yapmamalı, Cumhuriyetin ilk yıllarında

olduğu gibi ülkemiz için yeniden aşı

üretme faaliyetlerinde de bulunmalıdır. Bu

saydıklarım yapıldıktan sonra

yurdumuzda üretilebilen ilaçların ve

aşıların yurtdışından ithalatı

durdurulmalıdır. Yerli ilaçlara ve aşılara

yurt içinde her sağlık kuruluşundan ve

eczaneden ulaşılması sağlanmalıdır.

6- Aşılama faaliyetleri daha ciddi bir

şekilde yapılmalı, yurdun her sathına

gerekli aşılar ulaştırılarak, aşısız hiç bir

çocuk bırakılmamalıdır.

7- Tedavi edici sağlık hizmetlerine yapılan

yatırım kadar, koruyucu (önleyici) sağlık

hizmetlerine de gerekli bütçeler

ayrılmalıdır. Üniversitelerin halk sağlığı

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

40

anabilim dallarından maliyet-yarar

ilişkisini gözetecek şekilde koruyucu

sağlık hizmetleri ile ilgili çalışmalar ve

çeşitli raporlar talep edilmelidir.

Son Söz

Sağlıkta dönüşüm programı sağlık

çalışanlarını yoksullaştıran, yıllarca emek

vermiş insanları işsizleştiren bir

uygulamadır. Vatandaşların büyük

çoğunluğunu, ödeme gücü olmayanları

sağlık hizmetlerinden yoksun bırakma

programıdır. Sermayenin çıkarlarını,

halkın sağlığından daha üstün

tutmaktadır.

Bütün bu saydığım sıkıntıları hiç kimsenin

hak ettiğini düşünmüyorum. Güzel

yurdumun insanlarının daha nezih bir

şekilde sağlık hizmeti alabilmesini

temenni ediyorum.

Sağlık çalışanını, vatandaşını, kendi

devletini de düşünen bir sağlık sistemi

inşa etmemizin ancak demokratik ve milli

olan, sermayenin esiri olmamış

hükümetlerle mümkün olabileceğine

inanıyorum.

Sağlıkta dönüşüm sağlıksızdır. Sağlığınızla

oynatmayınız.

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

41

KİMLİĞİNİ KAYBEDEN EKONOMİ Recep BAYRAM

21. Yüzyıl enteresan bir dönem diye

düşünüyorum. İnsanlar, oldukları gibi

görünmek ya da göründükleri gibi

olmaktan ziyade bu dönemin popüler

görüntülerine özenip, özendikleri

popülerlerin kimliklerine bürünüyorlar.

Bir örnekle açıklamak gerekirse genç bir

kişiye nereli olduğunu sorduğumuzda

genellikle doğduğu yerden ya da

büyüdüğü şehirden olduğu cevabını alırız.

Bunu bilen insan sarrafı kişiler, gence

babasının nereli olduğunu sorunca farklı

bir memlekete mensup olduklarının

cevabını alırlar. Oysa bu çocuğun esas

memleketi, babasının mensup olduğu

yerdir çünkü mensubiyet, hissettiğimiz ve

kişiliğimizin genel özeliklerini taşıdığımız

yerin en belirgin rengidir.

Bir ülkenin ekonomisi de o devletin

kuruluş esasına göre kurucu unsur olan

milletin rengindedir. Açıkçası şu ki millet

temeline göre kurulmuş devletler, milli

ekonomiye sahiptir. Bu devletin

ekonomisi, o milletin renklerinin

yansımadır.

Dünyada ise ekonomi çeşitleri çoktur hatta

zaman zaman ekonomiler birbirleri ile

ortaklık gösteren noktalarda iç içe

geçmişlerdir. Komünizm, Sosyalizm,

Kapitalizm gibi en bilinenleri de ekonomi

müfredatını içeren bölümlerde

yükseköğretim dersi olarak verilmektedir.

Genelde her ekonomi modeli, teoridir.

Kesin doğrulara sahip değildir. Birçoğu

uygulanırken zamanın şartlarına göre belli

esnemelerle biçim de değiştirebilir. Temel

olarak amaç, milletin çağdaş medeniyetler

seviyesinin en önünde müreffeh bir yaşam

sahibi olmasını sağlamaktır. Milli

ihtiyaçlara göre doğru zamanda doğru

modeli uygulayabilmektir. Bunu sağlamak

da ülkenin doğal kaynaklarının elverişli

bir biçimde kullanılması, ülkenin olmazsa

olmaz ürünlerinin öncelikle kendi eliyle

tedarik edilmesi, dış ticaret dengesinin

gözetilmesi, cari hesabın her zaman artı

durumunda olmasının sağlanması,

ekonominin dinamiği olan üreticilerin

ağırlığının milletin kendi fertlerinden

oluşan müteşebbislerden oluşması ile

mümkündür.

Bu gibi hassasiyet gerektiren konular,

dikkate alındığı müddetçe hangi ülkede

olursa olsun kanunlar nizamlı bir şekilde

uygulanacaktır. O zaman

özelleştirmelerden de yabancı ortaklardan

da korkmaya gerek yoktur. Ancak kontrolü

kaybetmiş bir şekilde bunların yasal

düzenlemeleri yapılmaksızın sırf

ekonomik büyüme sağlansın diye

düşünülmeden atılımlar oluşursa işte o

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

42

zaman o ülke için kâbus denecek hadiseler

cereyan etmeye başlar.

Milli Ekonomi, Gayri Milli kontrollerin

eline geçebilir. İşte bu noktada Ulu Önder

Atatürk’ün “Siyasi, askeri zaferler ne

kadar büyük olurlarsa

olsunlar, ekonomik zaferlerle

taçlandırılmazlarsa meydana

gelen zaferler devamlı olamaz, az

zamanda söner.” sözlerinin doğru tespiti

karşımıza çıkar.

Türkiye’nin bugünkü ekonomi

faaliyetlerine bakınca vaziyetin ne yazık ki

bu durumdan farksız olduğunu görmemek

gafilliktir. Kimi kurumlar, özelleştirilirken

bulundukları alanda tek el olduğu

düşünülmeksizin milletin bu kurumların

serbest fiyatlarına mahkûm edildiği büyük

bir gerçekliktir. Çareyi Avrupa Birliği’nin

İlerleme Raporları’nda aramak, gerçekleri

endeksler, kurlar, piyasalar gibi anlaşılmaz

kavramların arkasına sıkıştırmak, ülkenin

geleceğini düşünmeksizin şahsi menfaatler

uğruna resmen milli menfaatleri yok

etmeye çalışmak anlamına gelmektedir.

Milli Mücadele yapılırken esnaf ve

tacirlerin buradaki rollerinin ne derece

önemli olduğu anlatılan hikaye ya da

anılarla malumdur. Kimileri servetlerini

ülkenin bağımsızlığı için harcarken

kimileri de servetlerine servet katmak için

işgalcilerle pazarlık yaparak ihanet

meşalesini açıkça ellerinde tutuyorlardı.

Yazımın başında söylediğim gibi 21. Yüzyıl

anlaşılmaz bir dönem ve bu dönemde özel

sermayeden hangisinin Milli, hangisinin

Gayri Milli olduğu anlaşılamamaktadır.

Karanlık ve boşluk içerisinde bir para gücü

Türkiye’yi mesken tutmuş, suyun akışına

göre Türk Milleti’nin alın terini insafsızca

sömürmektedir.

Buğday gibi temel gıdanın da temelini

oluşturan ürünün Türkiye artık ithalatçısı

konumundadır. Fındık üreticileri

yıldırılarak iflasa sürüklenmektedir.

Hayvancılık yapanlar, maddi olarak verilen

sus payı ile vasıfsızlaştırılmaktadır. Her

sene, 70 Milyar Dolar cari açık

verilmektedir. Ülkenin toplam borcu 600

Milyar Doları aşmıştır. Enerji ürünlerinin

en pahalı şekilde kullanıldığı bir ülkedir

Türkiye. İşsizlik oranının, açlık oranının

zirve ülkelerindendir Türkiye. Türk’ün

Türklüğü tartışarak parça parça olmaya

hazırlandığı bir ülkedir Türkiye.

Düşünün Türkiye’nin herhangi bir yerinde

bir kasabadasınız ve Kasap İngiliz,

Lokantacı Fransız, Postacı Arap, Manav

İsrailli(Yahudi), Benzinci Amerikan,

Gümrükçü İsviçreli gibi patronajı yabancı

bir durum hâkim ve siz bu durumda

bunlarla işçilik ve çiftçilikle rekabet

etmeye çalışıyorsunuz. Bu durumda

kendinize sormaz mısınız, BİZ BU

DÜNYANIN İNSANI MIYIZ YA DA BU

BİZİM DÜNYAMIZ MI?

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

43

İŞTE BU SORU, MİLLİ EKONOMİ

KİMLİĞİNİZİ KAYBETTİĞİMİZİN

RESMİDİR. Bu durumdan sonra menfaat

sahipleri, şüphesiz ki kendilerini daha

güvenilmez bir durumda görecektir.

Çünkü onları koruyan ne bir devletleri ne

o devletin var olma sebebi olan bir Türk

Milleti kalmayacaktır.

Ortada bir vazife var ve bunun kim

tarafından, ne şekilde yerine getirileceği

tartışılıyor. Sonucu bulmamak için de

herkes üzerine düşeni yapıyor. Yazımı bu

işi çözse çözse Nasreddin Hoca çözer

diyerek onun bir fıkrası ile

sonuçlandırmak istiyorum.

Nasreddin Hoca, bir gün eve eşeğiyle

ormandan odun getirir. Hava da çok sıcak

olduğundan hem kendisi hem de eşeği kan

ter içinde kalırlar. Hoca odunları indirir ve

yerleştirir. Daha sonra karısına dönerek:

- Hatun, eşek çok yoruldu, onu bir

yemleyiver, diye seslenir.

Karısı da o gün yorgun olduğundan:

- Efendi, benim işim var, sen

yemleyiver, der.

Hoca, sıcaktan iyice bunalmış bir vaziyette

kendini minderin üzerine atar:

- Olmaz! Hiç halim yok, veremem,

sen ver, der.

Eşeğin yemini, sen vereceksin, ben

vereceğim derken iş kızışır ve epeyce

tartışırlar. En sonunda Hoca:

- Pekâlâ! Öyleyse aramızda bahse

tutuşalım. Kim önce konuşursa

eşeğe o yem versin. Anlaştık mı?

Der.

Karısı teklifi kabul eder. İkisi de birer

köşeye çekilirler. Az sonra kadın, el işini

alarak komşuya gider. Hoca bir şey

diyemez. Aradan biraz zaman geçer ve eve

bir hırsız girer. Hırsız, Hoca’yı görünce

kaçacak olur ama Hoca’dan hiç ses ve tepki

gelmeyince kaçmaktan vazgeçer. Ortalıkta

ne var ne yoksa koca bir çuvala doldurur

ve Hoca’nın gözleri önünde çuvalı

yüklenerek evden çıkar. Karısı epey

zaman sonra eve girip evin halini görür.

Eşyaların yerinde yeller esmektedir.

Telaşla:

- Efendi, bu ne hal? Diye çığlık atar.

Hoca, yattığı yerden doğrularak:

- Hadi bakalım Hatun, bahsi

kaybettin. Eşeğin yemini sen

vereceksin! Der.

Giden gittiğine göre durum gene

çözülmedi değil mi?

İnatçı ve unutkan uykularımız, afiyetle

olsun.

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

44

TARİHİ BİLİM ADAMLARI:

CÂBİR BİN HAYYAN Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Câbir Bin Hayyan (721 - 805)

(Ebu Musa Câbir bin Hayyan)

(Latince: Geber)

721 tarihinde Horasan’ın başkenti Tus’ta

dünyaya gelen bu Türk âlim için ‘üstatlar

üstadı’ denildi. Kendisi Avrupa’da atomun

keşfinden 1000 yıl önce atomu bulmuş

ayrıca ilk kez atom bombası fikrini ortaya

atan bir Türk olarak da tarihe geçmiştir.

Çocukken ailesiyle Kûfe’ye taşınan Câbir,

büyüdüğünde zamanının en büyük ilim

mekânı olan Harran Üniversitesi’nin

rektörüydü. Modern kimyanın babası

sayılan bu âlim dünyanın en büyük on iki

dâhisi arasına girmiştir.

Buluşlarından dolayı Avrupalı pek çok

âlim onun adını anmak zorunda kalmış,

verdikleri eserlere Câbir bin Hayyan’ın

ismini koyarak meşhur olmuşlardır.

“Kimyevi hadiseler tabiatta Cenab-ı Hakk’ın

takdiriyle uzun sürede meydana

gelmektedir. Kimyager tabiatta uzun

sürede meydana gelen şeyi kısa zamanda

yapan kişidir. Âlim ise, keşfedilmiş bir

buluştan yola çıkarak başka buluşlar

ortaya çıkarabilen kimsedir.” diyen Hayyan,

aynı zamanda “Altının gümüşten, renk ve

ağırlıktan başka bir farkı yoktur, bu iki

özelliğin ortadan kaldırılması, her isi cismi

teşkil eden atomların kontrol altında

parçalanıp değerlerinin değişmesiyle

mümkün olabilir.” savını ileri sürmüş ve

bunu günümüzün modern kimya ilmine de

kabul ettirmiştir.

Kimya ilminin hem teorik, hem uygulamalı

alanda büyük bir yol kat etmesine vesile

olan Hayyan, dünyadaki ilk kimya

laboratuvarını da kendisi kurmuş ve bu

laboratuvarda ilk suni hücreyi yapmıştır.

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

45

Cabir, kimyevî işlemlerde kullanmak üzere

tasarlamış olduğu âletlerle kimyaya büyük

katkılarda bulunmuştur. Bunlar arasında

en dikkat çekenlerden biri, damıtmayı

kolaylaştıran, daha verimli ve güvenli bir

şekilde yapılmasını sağlayan imbiktir.

Kimyanın iki temel prensibi olan

‘kalsinasyon’ ve ‘redüksiyon’u bilimsel bir

şekilde ortaya koymuş, buharlaşma,

süblimasyon, eritme ve kristalleştirme için

kullanılan metotları geliştirmiştir.

Madenlerin o zamana kadar bilinen basit

eritilme metotları yerine, nitrik asit,

sülfirik asit ve altın eritme suyunu (Kral

Suyu) bulmuş, madenleri bunlarla

eritmiştir. Cabir bin Hayyan’ın bu

buluşlarıyla, ondan sonra gelen bilim

adamları cıva oksit, zincifre, arsenik,

amonyak, gümüş nitrat, şap, göztaşı, kireçli

potas, sudkostik mahsulü, yakıcı potasyum

ile birçok değerli maddeleri elde

edebilmişlerdir.

Cabir bin Hayyan ve diğer Türk-İslâm

âlimleri vasıtasıyla Avrupa dillerine

geçmiş kimya ile ilgili bazı tâbirler de

vardır. Alkol (el-Kuhl, Alcohol), üstün

tasfiye âleti (el-İnbik, Alembic), alkali (al-

kali, alkali), ismid (Antimony), aludel (kap-

kacak), çinko asidi (tutti), mağara tuzu

(Rec-ül-gar, realgar) bunlardan bazılarıdır.

Bu tâbirler ve yöntemler günümüz

kimyasında hâlen kullanılmaktadır.

‘Mercekler teorisi’ni bularak günümüzün

fiziğinde geçerli olan optik kanunları

belirtmiş, iç bükey aynalarla güneş

ışınlarını bir yerde toplayıp uzak

mesafelerden ağaçları tutuşturup, suyu

kaynatmayı başarmıştır. Ayrıca güneş

enerjisinden faydalanma fikrini de ilk kez

ortaya atan kişidir.

Başta kimya olmak üzere, tıp, fizik,

astronomi, felsefe alanında irili ufaklı

2000 eseri bulunan ve kendisine

‘kimyanın babası’ denilen bu âlimin en

büyük keşfi ise atomun

parçalanabileceğini göstermesidir. Bu

olayı kitaplarında uzun uzun anlatan dâhi,

şöyle yazmıştır: “Maddenin en küçük

parçası olan "el-cüz'ü la yetecezza" (atom)

da yoğun bir enerji vardır. Yunan

bilginlerinin iddia ettiği gibi bunun

parçalanamayacağı söylenemez. O da

parçalanabilir. Parçalanınca da öylesine bir

güç meydana gelir ki, Bağdat’ın altını

üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'ın

kudret nişanıdır.”

Modern atom teorisinin ilk sahibi olan

Cabir bin Hayyan, 805 tarihinde Bağdat’ta

vefat etmiştir.

“Ben ne biliyorsam her şeyi hocam İmam

Cafer’den öğrendim. O da tüm bildiklerini

Hz. Ali’den öğrenmiştir.”

"Allah bize fizikî kanunlar vermiştir.

Bunlarla bitki, hayvan hattâ insanın

benzerini yapabiliriz. Allah beşere öyle

kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer,

kâinattaki bütün sır perdelerini bununla

çözmeye muktedirdir."

Kaynaklar:

1- Çiğdem CAN, Kolay, Kısa, Keyifli Bilim,

2008

2- http://goo.gl/5TMRx

3- http://goo.gl/oeAwI

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

46

KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK

Türk milliyetçiliğinin tüm fikir ve tekliflerini

bir sistem bütünlüğü içinde ortaya koyan,

yazarın değişik zamanlarda yazmış olduğu

denemelerden derlediği sosyolojik bir

kitaptır. Türk milliyetçilerinin temel

eserlerinden birisi sayılır. Türkçülüğün

özünü ve programını bu eserde açıklamıştır.

Milleti millet yapan unsurun en önemlisi

olan dile değinmiş, dilde Türkçülüğün

esaslarını sıralamıştır. Aynı zaman da

Atatürk’ün de büyük ölçüde etkilendiği,

güçlü bir yapıttır.

“Türk halkının bildiği ve kullandığı her

kelime Türkçe‘dir, hak için sevimli olan ve

yapay olmayan her kelime millidir. Bir

milletin dili, kendisini cansız köklerinden

değil, canlı kullanımlarından kurulan,

canlı bir organizmadır.”

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl

Atsız’ın bütün şiirlerini topladığı harika bir

kitaptır.

Türk Gençliğine

Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne

haset.

Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın.

Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de

et;

Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.

Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan

utan!

Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?

Mefkuresinden başka her varlığı unutan

Kahramanlar gibi sen, ebedi kalmalısın…

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

47

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Bu kitap 1956’da John Fitzgerald Kennedy,

Massachusetts Senatörü iken yazılmıştır.

John F. Kennedy:

Bu eserin konusu medenî cesarettir; yani

insan meziyetlerinin en büyüğü olan bu

özelliği Ernest Hemingway şu şekilde

tanımlar: “Her türlü baskıya rağmen

erdem”.

“Geçmişteki cesaret ve fazilet

örneklerini unutan bir millet, mevcut

liderlerinden cesaretli ve erdemli

davranışlar beklemesini bilmediği gibi,

bu özellikleri mükâfatlandırmaktan da

aciz kalacaktır.”

Bir kabine mensubu hatıratında şöyle

demişti:

“Gerçi Senatonun baştan aşağı

bozguncuların bulunduğu bir yer olduğuna

inanmak istemiyorum. Ama Senatörlerin

birçoğunun dürüstlüğüne ve ahlakına

maalesef güvenim yok. Senatörlerin

çoğunluğu yeteneksiz, senatörlük için

tamamen yetersiz, basit kişilerdir. Bazıları

adi ve kaba birer demagogdur. Bazıları

mevkilerini parayla satın almış zengin

kimselerdir. Bazıları da partizanlığın peşin

hükümlerine saplanmış, anlayışsız, dar

fikirli insanlardır…”

John F. Kennedy:

Siyaset adamının milli menfaat uğruna

kendi çıkarlarından fedakârlık etmesi

beklenir. Bir tek ilke için her rütbeyi, itibar

ve güvenliği tepmesi istenir.

Senatör Albert Beveridge:

“Bir parti ancak gelişmek sayesinde

yaşayabilir. Dar fikirlilik partinin ecelini

getirir.”

John Quincy Adams daha siyaset hayatına

katılmadan önce: “Siyasi mücadeleye

atılmak için kuvvetli bir istek duyuyorum”

diye hatıra defterine yazmıştı. “Ama bu

devirde siyaset adamı, bir partinin adamı

olmak zorundadır. Bense bütün memleketin

adamı olmak istiyorum.”

“Particilik ruhu bütün memlekete hâkim

olmuş, öyle ki bir partiyi körü körüne

tutmamak suç sayılıyor.”

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

48

John F. Kennedy:

Büyük krizler büyük adamlara ve

kahramanlıklara gebedir.

Thomas Hart Benton:

“Söyledikleri yalan, meyilleri kundakçılık,

gayeleri birliği bozmak, silahları hainlik,

karakterleri gasıplık!”

Lucius Quintus Cincinnatus Lamar:

Millet ve hakikat için çalışmak

Lucius Lamar sıradan bir politikacı değildi.

Herhangi bir meseleye alacağı oy

bakımından değil, fikir ve gerçek açısından

bakardı.

“Bir senatör, seçmenlerine ne kadar bağlı

olursa olsun, onlar tarafından da ne kadar

sevilirse sevilsin, onların fikirlerinin mutlak

hükmü altında giremez. Girerse kendi

tecrübelerinden, araştırma ve

incelemelerinden yararlanma fırsatını

kaçırmış olur. Kitlenin durmadan değişen

his ve kanaatleri elinde bir oyuncak haline

gelir. Böyle bir davranış gerçek bir devlet

adamı için alçaltıcı bir hareket tarzıdır.

Böyle bir senatörün hareketleri artık

tecrübeye dayanan olgun bir yargılamaya

değil, moda olan her düşünüşün bir

yankısından ibarettir.”

“Gençlere daima gerçeğin yalandan,

dürüstlüğün politikacılıktan, cesaretin

korkaklıktan üstün olduğunu anlatmaya

çalıştım.”

Lamar ve diğer birçok Konfederasyon

liderleri bir savaş gemisinde Savannah

limanına doğru yol almaktaydılar. Limana

girmeden önce bütün bu yüksek rütbeli

subaylar baş başa verip durumu tartıştılar.

Sonra “Limana girmekte bir sakınca

yoktur!” diye hüküm verdiler.

Fakat geminin kaptanı her ihtimale karşı

Billy isimli bir tayfayı direğin tepesine

çıkardı.

“Limanda hiç Yankee gemisi filan görüyor

musun?” diye sordu.

Billy, “Tam on tane Yankee gemisi

görüyorum” diye cevap verdi.

Aşağıdaki yüksek rütbeli subaylar, “Billy

yanılıyor!” dediler. “Yankee donanmasının

nerede olduğunu biz biliyoruz. Savannah’da

Yankee gemisi bulunmaz! Gemi yoluna

devam etsin!” diye kaptana emir verdiler.

Fakat kaptan limana girmeyi reddetti.

Subaylara:

“Sizler askeri konuları ve savaş inceliklerini

herhalde daha iyi bilirsiniz. Ama Billy

direğin ta tepesinden kuvvetli bir dürbünle

baktığı için şu anda limanın durumunu

sizden daha iyi görmüştür!” diye cevap

verdi.

Tayfa Billy’nin haklı olduğu çok geçmeden

anlaşıldı. Savannah limanı gerçekten

Yankee gemileriyle doluydu. Tayfa Billy

yerine yüksek rütbeli subayların sözü

dinlenseydi hepsi de yakalanmış olacaktı…

İşte Lucius Lamar bu hikâyeyi anlattıktan

sonra, “Ben de tayfa Billy gibiyim.” diyordu.

“Missisiphi Eyaleti’ni idare eden

büyüklerden daha akıllı olduğumu iddia

etmiyorum. Ama direğin tepesinde olduğum

için durumu onlardan daha iyi

görebildiğime inanıyorum.”

“Hemşerilerim, beni direğin en tepesine

gönderen sizsiniz. Ben de size oradan

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

49

gördüğümü anlatıyorum. Direkten in

derseniz ben de gık demeden inerim. Zira

sizi hoşnut için yalan söylemek elimde değil!

Ama beni yine direğin tepesine

gönderirseniz daima vatanıma, gerçeğe ve

Tanrı’ya karşı doğru hareket edeceğimden

emin olabilirsiniz. Halkın egemenliği

üzerine kurulmuş olan bir Cumhuriyet

idaresinde, siyaset adamının ilk görevinin

fikirlerini seçmenlerine açıkça anlatmak

olduğuna eskinden beri inanmışımdır.”

“Siyaset adamları halkın gerçek temsilcisi

değil de bir çeşit emir kulu haline girdiği

müddetçe bu memleketin özgürlüğü,

büyüklüğü daima tehlikede demektir.

Siyaset adamı emir kulu değil, bütün

memleketin devamlı refahını ve gelecekteki

nesillerin mutluluğunu gözeten insandır.”

John F. Kennedy:

Asrın başında endüstri, Amerikan

hayatında hâkim olmuş; istidat, kabiliyet ve

zekâ sahibi kimseleri kendine çekmişti.

Hayatta ilerlemek isteyenler saha olarak

kendilerine endüstriyi seçiyorlar, siyaset

sahasına ise ilgisizlik, küçümseme hatta

alayla bakıyorlardı.

Böylece siyaset adamlarının kalitesinde

büyük bir düşme olmuştu. Senatoyu kurnaz

korporasyon avukatları, ya da çıkarcı,

düşük ahlaklı profesyonel politikacılar

doldurmuştu. Mesela iç savaştan önceki

yılların dram ve heyecanı bir vakitler

senatörleri Başkanlara meydan okutturan

güç, o ilk devirlerin tantanalı, asil, ağır

havası yoktu. Artık Senato’daki çekişmeler

bütün milletler tarafından heyecanla takip

edilmiyorlardı. Okul çocukları Senato’daki

demeç ve söylevleri ezberlemiyorlar ve

büyüyünce siyasete atılmak hülyaları

kurmuyorlardı.

Medeniyet ilerleyip makine devrine

girildikçe, Amerikan hayatının her bölümü

gibi siyaset de eskiye nispetle daha

çapraşık, daha ayrıntılı, daha çok iş bölümü

gibi ihtiyaçlara ayak uydurmasını henüz

başarmış değildi.

Siyasetle ilgilenen Amerikan vatandaşları

20. asrın başındaki siyaset âlemini gözden

geçirdikleri zaman endişeye kapılmaktan

kendilerini alamıyorlardı. Böylece birçok

idealist vatandaşlar siyaset alanında bir

reform yaratmanın gerektiğine kanaat

getirdiler ve yavaş yavaş Senato’da bu çeşit

idealistlerin sesi duyulmaya başladı.

Seçmenlerle senatörler arasındaki

kayıtsızlığın kökünü kazımak için 1913’te

seçim mekanizmasında bir değişiklik

yapıldı:

Senatörlerin seçilmesi işi eyalet

idarecilerinden alınıp doğrudan doğruya

halka verildi. Çünkü eyalet idarecileri son

devirlerde o kadar bozulmuşlardı ki

senatörleri seçerken artık halkın tercih ve

sevgisini asla dikkate almaz olmuşlardı.

Senatörler parti şeflerini ya da endüstri

krallarını ve buna benzer çıkar sahiplerini

hoşnut etmek gayesiyle seçiliyordu. Mesela

bir demiryolu şirketinin reisi bir keresinde

bir gazetecinin sorusuna:

“Hayır, senatör olmak istemiyorum!” diye

cevap vermişti. “O kadar çok senatör

yarattım ki!”

George Norris:

“Herhangi bir partinin veya şahsın aleti,

kölesi, uşağı olarak zafer arabalarında

gezmektense, temiz bir vicdanla siyaset

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

50

hayatından çekilir giderim daha iyi! Ne

dostlarının ne de düşmanlarının güvenip

saymadığı ihtiyar bir politika kurdu olarak

bu hayata devam etmektense bir kenara

çekilmeyi ve hem dostlarım hem de

düşmanlarım tarafından daima

düşüncelerine bağlı kalan ve doğru bildiği

yoldan şaşmayan bir insan olarak

hatırlanmayı tercih ederim!”

John F. Kennedy:

Washington’a geldikten sonra gözleri

açılmaya başladı. Büyük adam olarak

gördüğü parti liderlerinin aslında çıkarcı

birer siyasi olduklarını ve her iki partinin de

birbirlerine yükledikleri suçları kendileri

işlediklerini anladı.

George Norris:

“Biz senatörler, her zaman seçmenlerimizin

emrini aynen yerine getirirsek, Senato

otomatik bir makine haline gelir. Bu

durumda senatörlük öğrenim, bilgi,

düşünme ve zekâ istemeyen, sadece ve

sadece söz dinlemeyi gerektiren bir meslek

olur.”

“Bazen insan bir şey yapmak ister ama onu

başaramaz. Cesareti kırılır. Ama yıllar

sonra bir de bakar ki bir başkası onun o

boşa giden gayretinden cesaret almış ve bu

sefer zafere ulaşmıştır.”

Robert Alphonso Taft:

“Bu mahkemede bir intikam havası tütüyor.

İntikamda ise gerçek adalet nadiren

bulunur. Bu mahkeme Rus zihniyetine göre

kurulmuştur; yani soyut adalete değil,

hükümet politikasına dayanır. Adaleti

politikaya alet edenler, adalet fikrini

değerden düşürmüş olurlar…”

John F. Kennedy:

Kimisi, “Bu kimseler milleti kendilerinden

daha çok sevdikleri için bu şekilde hareket

ettiler.” diyebilir.

Aksine ben, bu kimselerin kendi kendilerini

sevdikleri için böyle hareket ettiklerine

inanıyorum. Kendi gözlerinde yüksek ve

şerefli olmak, faziletli olmak, bu kimseler

için başkaları tarafından sevilip

beğenilmekten daha önemlidir. Kendi

vicdanları, kendi prensipleri, kendi erdem

ölçüleri o derece yüksektir ki hiçbir menfaat

ve baskı onlara tesir edemez.

Bencil insanlar, aslında kendini seven ve

beğenen insan değildir. Bu kimseler mevki

ve şöhretin süsüne, her ne pahasına olursa

oldun ihtiyaç duyan insanlardır. Gerçekten

kendini seven ve değer veren bir insan

mevki ve şöhret isteyebilir, ancak kendinden

asla fedakârlık etmez.

Bu insanlar kendilerinin haklı olduklarına

inanıyorlardı ve bu inançlarını her türlü

dünyevi menfaatten üstün tutuyorlardı.

Cesaret ve faziletin anlamı da çoğu zaman

kavranması güç bir şeydir. Bazıları

cesaretin yarattığı sonuçlardan hoşlanır

ama sonuçlarını hiç düşünmez. Bazıları

geçmiş devirlerdeki kahramanlıklara

hayran kalırken, kendi zamanlarında

yaşayan kimselere kahramanlığı

yakıştıramaz.

Abraham Lincoln:

“Mutlak iyi, ya da mutlak kötü olan pek az

şey vardır. Hemen hemen her şey, özellikle

de devlet idaresi, iyi ile kötünün kesin

hatlarla ayırt edilemez bir karışımından

ibarettir.”

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

51

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

52

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ

İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK

TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.

millidusunce.org