Upload
gencay-dergisi
View
234
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
http://www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı: 03 - Nisan 2012
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 3 - Nisan 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
NECİD ÇÖLLERİ'NDEN MEDİNE’YE / Mehmet Akif ERSOY
BOZKIR ORTASINDA BİR ÇINAR / Elif Kumru PAKSOY
TÜRK’ÜN İSLAM ÜLKÜSÜ VE BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ / Mehmet Oğuz ATABERK
İMAM MATURİDİ VE İMAN KAVRAMI / Murat KARATAŞLI
HEP BATIDAN DİNLEDİNİZ / Bülent ERDİL
SÖYLEŞİ: İKBAL VURUCU
GALİP AĞABEYE MEKTUP / Abdullah KILAVUZ
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN MANİFESTOSU: KÖRFEZ SAVAŞI / Sertaç EKEMEN
URMU GÖLÜNÜN KURU(TUL)MASININ EKOSİSTEME ETKİSİ / Halil İbrahim KOÇ
UYAN TÜRK MİLLETİ! SAĞLIĞIN TEHLİKEDE / Dr. Alperen KIZIKLI
KİMLİĞİNİ KAYBEDEN EKONOMİ / Recep BAYRAM
TARİHİ BİLİM ADAMLARI: CÂBİR BİN HAYYAN / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
GENCAY
1
NECİD ÇÖLLERİ'NDEN MEDİNE’YE Mehmet Akif ERSOY
Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.
“Tahammül et!" dediler... Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak...
Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sûdân'ı,
Üç ay "Tihâme!" deyip çiğnedim beyabanı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İrâdem olduğu gündür senin irâdene ram,
Bir ân için bana yollarda durmak oldu haram.
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbıhâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü...
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir...
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikaabını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta ruhumu artık ayırma hâkinden!
Nedir o meş'ale? Nurun mu? Yâ Resûlallâh!...
GENCAY
2
BOZKIR ORTASINDA BİR ÇINAR Elif Kumru PAKSOY
Bir devlet ne zaman kurulur? Rejimini ilan
ettiğinde mi? Bağımsızlık savaşını
kazandığında mı? Milleti adına ilk
antlaşmayı yaptığında mı? Yoksa bunların
hepsini yapacak iradeyi bir çatı altında
topladığında mı?
92 yıl önce, 1920 yılının 23 Nisan’ında bir
devlet kuruldu. Ayak sesleri yıllar
öncesinden duyuluyordu. Samsun’da
başladı, Erzurum’a, Sivas’a kulak verdi.
İzmir de yanındaydı, Diyarbakır da.
Milletin iradesini temsil etmek için
küçücük bir binaya yerleştiler. Cuma
günüydü. Hayırlara vesile olsun diye
duayla başladılar işe. Hacı Bayram
dergâhının şeyhini davet ettiler. Gelmek
istemedi önce, ısrar ettiler. Kurbanlar
kesildi. Bir yanda Hacı Bayram Şeyhi, bir
yanda Müftü Börekçizade Rıfat Efendi…
İşleri zordu farkındaydılar. Yokluğun
içinden gelmişlerdi. Osmanlı Devleti’nin
yetiştirdiği subaylar, aydınlar olarak
savaşı, zorluğu biliyorlardı ama bir daha
kalem tutan eller silaha gitmesin, bez
bebeklerin yerini mermiler almasın
istiyorlardı. İnançları tamdı ve inancın
yapabileceğinin sınırı olmadığını da
biliyorlardı. Şimdilik hedefleri tekti. Vatanı
kurtarmak. Gerisi elbet gelirdi.
O günden sonra olanlar bir milletin varlık-
yokluk mücadelesiydi. Bir milletin varını-
yoğunu nasıl birbirine kattığının
göstergesiydi.
Bozkırın ortasında bir taş binadan
kocaman bir devlet çınarını, inancı ve
inadı tam adamların gayreti ile milletin
“kan” suyu yükseltti.
Savaşı kazandıktan sonra başladıkları yeri
unutmadılar. Yitip giden nesillerin hesabı
yoktu. İşte bu yüzden iki mihenk taşından
birine ”ÇOCUK BAYRAMI”, birine de
“GENÇLİK BAYRAMI” dediler. Çünkü onlar
çocukların ve gençlerin sadece bayram
yapmaları gerektiğini biliyorlardı.
GENCAY
3
TÜRK’ÜN İSLAM ÜLKÜSÜ VE BAŞBUĞ
ALPARSLAN TÜRKEŞ Mehmet Oğuz ATABERK
Türk’ün İslam Ülküsü’ne gönül vermiş
yiğitlerin boynunun bükük kaldığı,
kolunun kanadının kırıldığı gündür 4
Nisan 1997. Ve bu Nisan’da da
Başbuğumuzun dünyadaki misafirliğinin
sona erişinin 15. yılında hatırasına olan
saygımızı göstermek üzere yine mezarı
başındaydık. Ben mi karamsarım yoksa
mezarı başındaki kalabalık her geçen yıl
gerçekten azalıyor mu kestiremiyorum.
Fakat yine de insan, gördüğü manzara
karşısında bazı şeylerin eksikliğini ve
noksanlığını hissediyor.
O, uğruna ömrünü adadığı milletinden
hiçbir zaman emeğinin karşılığı olan
değeri görmedi. Halk, Türk milliyetçiliğine
gönül vermiş bir lidere, “Türk” diyebilen
bir siyasi partiye hiçbir zaman hak ettiği
değeri vermedi. Buna rağmen yılgınlık
belirtisi göstermedi Başbuğ… Ve sonuca
ulaşmak için asla yanlış yola girmedi.
Bizim açımızdan üzücü olan, o öldükten
sonra da millet olarak hatırasına saygı
gösterip sahip çıkma konusunda eksik
kalmış olmamızdır.
1944’te Turancılık davasıyla başlayan
çilesi, ömrünün sonuna kadar azalmadan
devam etti Tabutlukta yatıp tırnaklarının
sökülmesi belki de insanlık onurunun en
çok ayaklar altına alındığı dönemdi.
Yaşadığı azap dolu günleri sineye çeken
Alparslan Türkeş ordudaki görevine
döndü ve 1960 İhtilali’nin “Kudretli
Albayı” oldu. Milli Birlik Komitesinin
içinde dönen entrikalar, 14’ler diye anılan
GENCAY
4
milliyetçi-vatanperver kahraman ruhlu
subayları dünyanın dört bir yanına sürgün
etti. Sürgünden döner dönmez de siyasi
arenaya çıkmak üzere çalışmalara
başlayan Türkeş CKMP’nin genel başkanı
olarak birilerinin kurtlar sofrası haline
getirdiği Türk siyasetinde yerini aldı.
Yakın zamanda gençlik hareketleri,
devrimcilik adı altında ülkemize sokulmuş
olan hastalıklı görüşler, yabancı
kuvvetlerin içimizdeki maşalarının elinde
şekillenince, karşılarında durulması,
zararlı faaliyetlerine en azından sekte
vurulması iktiza etti. Alparslan Türkeş de
bâtılın karşısına geçip hakkı savunanların
“Başbuğ”u oldu. Fırtınalı yıllar ve özellikle
de devrimciler tarafından hazırlanmış
şartlar 12 Eylül 1980 İhtilali'ni meydana
getirene kadar Rus emperyalizmine ve şer
odaklarına karşı şerefli bir direnişin
kumandanı oldu. İhtilalle birlikte, yine
kendini dört duvar arasında buldu.
Tutsaklık bitip de yasaklar kalkınca
siyasete, MÇP ile döndü ve çalışmalarına
kaldığı yerden devam etti. O hep diğer
siyasi parti liderlerinden farklı oldu.
Çünkü diğerleri siyaseti bahane edip türlü
hilelere, sahtekârlıklara başvururken o
karakterinden, “Ülkücü Duruş”tan taviz
vermedi. Türk Milliyetçiliği çizgisinden
sapmadı ve sadece Türkiye’deki Türklerin
değil, Dünyadaki Tüm Türkleri Başbuğ’u
oldu.
Sovyetler dağılana kadar, esir milyonlarca
soydaşımızın derdiyle dertlenen, onları
düşünen ve onlar için çalışan Başbuğ,
Sovyetler Birliği dağılınca Türk Dünyası’na
gezi düzenledi ve büyük heyecan
uyandırdı. Karabağ’da Ermeni faşizminin
zulmüne uğrayan kardeşlerimizin,
soydaşlarımızın yardımına Fırtına
Taburu’nu yolladı ve tüm Türk
coğrafyasında Başbuğ olarak bilindi,
sevildi. Türlü sıkıntı ve çileyle dolu 80
yıllık ömrünün ardından da ebedi
istirahatine çekildi. Bugün aradan onca yıl
geçmesine rağmen “Başbuğ” diye
anlatılıyorsa, yaşı itibariyle kendisini canlı
görme imkânı bulamamış ben ve birçok
ülküdaşıma da ışık olabiliyorsa; onun
hakkında yapılan olumsuz ve acımasız
eleştirileri dikkate almak zaten
anlamsızdır.
GENCAY
5
Eleştirilerin kaynağıyla görüşlerimizin
frekansı çoğu zaman tutmamıştır. Çünkü
bizim davamız modern kuramlar ışığında
şekillenmedi ve milliyetçiliği yakın
zamanın modası olduğu için seçmedik.
Tarih okumayı sadece Osmanlı Devleti’nin
bazı dönemlerini at gözlüğü takarak
incelemek sanan bazı kesimler Fransız
İhtilali’nden sonra yayılan milliyetçilikten
etkilendiğimizi iddia etse de
görüşümüzün, duruşumuzun tarihi Orhun
Yazıtları’na, İslamiyet öncesine, milattan
önceye kadar gider.
9 Işık Doktrin'imizdeki Milliyetçilik tanımı
" Her şey Türk milleti için, Türk milleti
ile beraber ve Türk milletine göre
sözleriyle özetlenebilecek, Türk
milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye
devletine sadakat ve hizmettir."
Başbuğ'un bir konuşmasında;
"Milliyetçilik; milletini sevmek ve
milletinin menfaatleri doğrultusunda
hareket etmektir." şeklinde yaptığı
milliyetçilik tanımı da yukarda
savunduğumuz görüşün dayandığı
temeldir. Ülkücünün İslam’a bakışı da
zamane sahtekârlarınkinden illa ki
farklıdır. Cuma namazı çıkışı güneş
gözlüğüyle poz vererek, çocuklara
oyuncak dağıtarak örnek Müslüman
olunmayacağının bilincinde olan ülkücüler
ve Başbuğumuz, ne böyle ucuz oyunları
kullanma ihtiyacı hissetmiş, ne de ağzı
bozuk, Rayban gözlüklü “karizmatik” ve
“dindar” siyasetçilere itibar etmiştir.
Bugün birçok ülkücü Başbuğ Alparslan
Türkeş’in hacı olduğunu bilmemektedir,
bilenlerin de yine büyük bölümünü onun
hac sırasında çekilmiş fotoğraflarını
görmemiştir bile. Başbuğ’un sağlığında
onun sohbet meclislerinde bulunanlar da
Hac günlerini ballandıra ballandıra anlatıp,
her fırsatta söyleyip prim yapmaya
çalıştığına şahit olmamıştır.
Fikriyatımızın tabanı geniş, beslendiği
kaynaklar derya denizdir. O yüzden ucuz
siyasetle, gündelik kaygıların ürünü olan
sahtekârlıklarla geçirecek vaktimiz yoktur.
Üzerine yüzlerce sayfalık kitaplar yazılmış
olmasına rağmen Ülkücülüğün tam bir
tanımı yoktur. Başbuğ’un bir sohbetinde
söylediği gibi en genel haliyle “ülkücülük,
GENCAY
6
vatanını sevmektir.” ve Türk’ün İslam
Davası’na gönül verenler yapay sınırlara
hapsedilmemiştir. Entelektüel birikimden
yoksun olduğumuz, aydınımızın olmadığı
ve sadece bir şiddet hareketi olduğumuz
iddia edilse de; Dündar Taşerler, Galip
Erdemler, Hüseyin Nihal Atsızlar, Erol
Güngörler, Arvasiler bu iddiayı
savunanlara gösterilecek en güzel
kanıtlardır. Kitap okuyarak, laf cambazlığı
yaparak ellerine bulaşan kanı kamufle
edebileceklerini sanan komünizm
yandaşları kendilerini, şerden beslenen
Alman bir ideoloğun "kutsal kitap"
mahiyetinde gördükleri safsatalarına
teslim etmişken, ülkücülüğün kanaat
önderlerine laf etmeleri de zaten başlı
başına bir ironidir. O yüzden bu mesnetsiz
iddialara kulaklarımızı tıkamalı ve kendi
yolumuza bakıp, dik durup doğru
yürümeliyiz. En basitinden; insanı ve
insanî değerleri önemsediklerini iddia
eden, insanları sömürdüğü için
kapitalizme savaş açan Marksistler nasıl
olur da insanın hayatında vazgeçilmezi
olan, yaşam tarzını belirleyen dine yapılan
"toplumların afyonu" yakıştırmasını
kabul edebilir? İşçi haklarını
savunduklarını iddia edenler nasıl olur da
sırf kendileriyle aynı görüşleri
paylaşmıyor diye işçileri canice
katledebilirler? Halk için, "halkların
kardeşliği" için çalışıp da halka böylesine
zarar veren bir topluluk daha var mıdır
acaba?
Kendilerini ideal düzenin, olması
gerekenin savunucusu sanan
Marksistlerin, "halk için, halka rağmen"
diyen Fransız jakobenlerinden ne farkı
vardır? Hem "halkların kardeşliği" deyip
hem de "silahlı devrim"i savunmak da
büyük bir çelişki değil midir? Öyleyse biz
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan
sıradan insanlar olarak; Filistin'de El-Fetih
kamplarında gerilla eğitimi almış,
Türkiye'ye dönünce de dönemin ODTÜ
rektörünün izni ve bilgisi dâhilinde
ODTÜ’nün ormanlık arazisinde atış
talimleri yapmış olan eli kanlı, bölücü,
Sovyet aşığı militanları mı savunacağız?
Yoksa bu katillerin karşısında kararlı
duruş gösterebilen, vatanı, milleti, dini için
mücadele veren, "Kanımız aksa da zafer
İslam'ın" diyen vatan evlatlarını, Anadolu
çocuklarını mı savunacağız?
"Sahipsiz vatanın batması haktır
Sen sahip çıkarsan bu vatan
batmayacaktır."
düsturuyla hareket eden, Başbuğ
kumandasındaki ülkücüler vatana sahip
çıkmış, batmaması için canlarını ortaya
koyup mücadele etmişlerdir. Konu derin,
söylenecek söz fazla iken, yaşanmış
olaylardan verilecek örnekler
sayılamayacak kadar çokken bu konuyu
bir kaç sayfalık yazıya sığdırabilme
çabamız anlamsız olur. Fakat maksadımız
gönlümüzden geçeni dilimiz döndüğünce
anlatabilmek, bakış açımızı küçük bir
pencereden de olsa göstermeye
çalışmaktır.
GENCAY
7
Yine bu anlayışla hazırlanmış ve şu an
gösterimde olan " ÜLKÜCÜLER" belgesel
filmi, bir devre ışık tutmaya çalışmış,
şimdiye kadar hep tek taraflı ve
saptırılarak anlatılan barut ve kan kokulu
yılları ülkücülerin gözünden anlatmıştır.
Her ne kadar yıkıcı ve ağır eleştiriler alsa
da, belgeseli hazırlayan ekip "İbrahim'e
su götüren karınca misali" ellerinden
geldiğince çalışmış ve bizi anlatan, bizden
olan bir çalışma ortaya koymuştur.
Ülkücüler olarak hem kendimizi daha iyi
tanıyabilmek, tanıtabilmek için hem de bir
ilk olan bu çalışmanın benzerlerinin daha
da gelişerek devam edebilmesi için filme
başta seyirci olarak gidip, anlayıp
özümseyip, sonrasında ise tanıtıp
anlatarak, üzerine konuşarak vazifemizi
yerine getirmemiz gerekmektedir.
Ülkücülerin; Said Nursi'nin hayatının
anlatıldığı Hür Adam filmi gösterimdeyken
salonları ağzına kadar dolduran
nurculardan paradan başka neyi eksik! Bir
sinema bileti almak da bizi büyük bir
maddi külfetin altına sokmayacağına göre,
en kısa zamanda filmi izlemeli, küfür ve
bel altı esprilerle dolu toplumsal ahlak ve
milli değerlerden soyutlanmış filmler
milyonlar tarafından izlenip gişe rekorları
kırarken, "ÜLKÜCÜLER" i boynu bükük
bırakmamalıyız.
Yazımı noktalarken Başbuğumuz
Alparslan Türkeş’e, ülkücü şehitlerimize
ve ebediyete intikal etmiş bütün
ülküdaşlarımıza, büyüklerimize Allah'tan
rahmet, mağfiret diliyor, siz değerli
ülküdaşlarıma da saygı ve muhabbetlerimi
sunuyorum. Allah'a emanet olun...
GENCAY
8
GENCAY
9
İMAM MATURİDİ VE İMAN KAVRAMI Murat KARATAŞLI
Türk dil kurumunun e-sözlüğüne göre;
inanma, inanç ve İslam dinini kabul etme.1
gibi anlamlara gelen, insan hayatının
bütün süreçlerindeki etkenliği
tartışılamayacak kadar kesinlik arz eden
bir kavram olarak îmân konusu,
mezhepsel farklılıkların yoğurduğu İslam
felsefesinde büyük İslam düşünürlerinin
de farklı bakış açılarının imbiğinden
geçerek değişik yorumlamalara maruz
kalmıştır.
Bu şekilde mezhepsel rölativizm ile fikrî
bir ihtilafın öznesi olan îmân konusuna
İmam-ı Matüridi’nin getirdiği yorum, bir
‘itikat imamı’ olması sebebiyle oldukça
önemlidir. Zira îmân hususu son derece
girift ve muğlâk bir konu olmakla birlikte,
somut bir ölçü getirmenin oldukça zor
olduğu bir alandır ve bu yönüyle insanlar
arasında farklı yorumlara, bireysel iddia
ve tezlere konu olmuştur. Buna rağmen
bütün yaklaşımların da ötesinde bir gerçek
olarak duran ve büyük ekollerin üzerinde
mutabık kaldığı en yaygın kanaât, herkesin
îmânının ölçüsünün, yalnızca Allah’ın
ebedi âlemde önümüze getireceği ölçülere
göre belirleneceğidir. Çünkü nihai gerçeği
bilen yalnızca Allah’tır.
Kerramiyye mezhebinde olanlara göre
îmân, yalnızca dil ile ikrardan ibarettir.
Bundan başka bir mevhum gibi
algılanması bu mezhebe göre mümkün
değildir. Zira bu mezhebin literatüründe
aktarılanlara göre efendimiz (S.A.V) “Ben
insanlarla Lâ ilâhe illâllah demelerine
kadar mücadele edeceğim.” demiştir.
İmam-ı Matüridi’ye göre ise bu durumun
esası gerçekte bu değildir. O’na göre kalbe
ve gönle önem veren bir dinin en büyük
temsilcisi olarak Allah’ın elçisi, bu şekilde
bir cümleyi yalnızca metaforik bir üslupla
beyan edebilir, ‘aksi mümkün değildir’.
Çünkü yaratıcı, Kuran-ı Kerim’de “onlar
ağızları ile îmân ettik derler, hâlbuki
kalpleriyle îmân etmiş değillerdir”
buyurmaktadır. Bu açıdan onların bu
sözlerine göre münafıkların da mümin
sayılması lazım gelir.2
İmam-ı Matüridi, iman problematiğine
daha çok, Muhammed bin Kerram’ın
“îmân sadece dil ile ikrardan ibaret olup
kalple bir alakası yoktur” beyanına karşı,
“hem akıl hemde nakil yoluyla sabit
olduğu üzere imanın oluşmasına en
layık olan yetenek kalptir” çıkışıyla ve
daha çok bu husus üzerinde
yoğunlaştırarak, bir izah ve bir yorum
getirmeye çalışmıştır. Zira bu izahı getirme
amacı, Kerram’ın görüşlerinin giderek
itibar görmesi ve İslam’ın insanlar
tarafından anlaşılmasına giden yollara bir
virüs gibi sızma tehlikesidir. Bu
GENCAY
10
“tehlike”nin öyle bireysel bir görüşten
gelen bir görüş olup, son derece sınırlı bir
alanda kalacağı varsayımıyla hareket
edilmesi ve üstten bakarak
önemsenmemesi, son derece ciddi ve o
kadar da yanlış bir yaklaşımdır. Bu bâbta;
Suudi Arabistan’daki Vahhabilik örneği -
Mâtürîdî görmese de- bizim için çarpıcı bir
sonuç olarak karşımızda durmaktadır.
Ayrıca tıpkı siyasal kitle hareketlerinde
olduğu gibi dinsel alanda da propagandif
yayılımın dehşet verici hızı mâlumdur.
Matüridi felsefesinde îmâna dair
yorumları incelerken İmam-ı Mâtürîdî’nin
‘aklî’ ve ‘naklî’ vasıtalarla oluşturduğu
basamaklardan hareket edeceğiz.
Mâtürîdî’nin ‘naklî’ delil olarak îmânın
felsefi sorgulamasını yaptığı bu aşamada
esas olan, ayet ve hadislerden naklolan
bilgidir.
Naklî Delil
İmam-ı Matüridi ‘îmân’ mevhumunun
yalnızca dil ile söylenen ve kabulünün
yalnızca dil ile yapılan bir durum
olmadığını Kelam-ı Kadim’deki;
“kalpleriyle îmân etmedikleri halde
ağızlarıyla îmân ettik derler” 3 ayetine
atıfla ve buna benzer ayetlerle ve
hadislerle yorumlayarak, dil ile ikrarın
iman etme noktasındaki yetersizliğini
açıklamaya çalışır. Kuran-ı Kerim’de
âlemlerin efendisi ve sahabelere karşı
iman ettiklerini söyleyip amaçlarına
ulaşmaya çalışan münafıklara ilişkin
oldukça fazla ayet bulunmaktadır.3 Kuran-ı
Kerim’de iman hususunu örnekleriyle
açıklayan birçok ayet mevcut olduğu için
bu ayetlerden yola çıkan Mâtürîdî,
Kerramiye ehline şu soruyu yöneltir:
“Zahiri hükümlerin uygulanması
sırasında münafık ve benzeri grupların
iman beyanlarının yeterli görülmesi,
imanın sadece ikrardan ibaret
olduğunun delilini teşkil ediyorsa,
beyanlarının mevcudiyetine rağmen
neden mağfiretten ve imanın karşılığı
olarak vaat edilen ebedi nimet ve sonsuz
mükâfattan mahrum bırakılmışlardır?”5
Kuran-ı Kerimdeki ayetler bu kadar sahih
ve açık bir şekilde dururken bu soruyu
cevaplamak ve Kerram’ın yukarıdaki
iddiasını savunmak abeslik teşkil
etmektedir. Allah çoğu surenin
başlangıcında “Ey îmân edenler” şeklinde
hitap ederken muhatabı iman edenler ve
bu imanı yaşayanlardır. Allah’ın muhatap
alırken yaptığı bu kıstasa, ancak kalp kulak
verebilir ve bu hazine yalnızca kalpte
saklanabilir. Çünkü kalp; bütün duygu ve
düşüncelerin imbiği ve bir anlamda irade
kontrol merkezidir. İman düşünce kökenli
bir kavram olsa da fıtri olarak düşünce
duygudan daha önemsizdir. Ve imana dair
her hangi bir onama ve tasdik bütün baskı
ve esaret emarelerine rağmen kalpte
meskûndur.
GENCAY
11
Aklî Delil
Yukarıda ‘kutsi’ ifadelerle naklolan
bilgilerden yapılan yorum ve
işaretlemeler, bu aşamada insan akıl ve
mantığının sınırlarına tabi tutularak
kendisini gösterir. Mâtürîdî’nin, îmân
problematiğini akıl süzgecinden geçirip,
mantık dairesinde sorular sorup cevaplar
araması, bu yönüyle akla önem vermesi
bakımından çok önemli bir bakış açısı
olarak karşımızda durmaktadır. Mâtürîdî,
imanın kalbin onayından geçmeden
vücudun herhangi bir uzvu ile herhangi bir
ortamda sergilenir hale gelmesini îmân
olarak kabul etmez. Çünkü herhangi bir
insan istemeyerek ya da herhangi bir
münafık amacına ulaşmak için, dolayısıyla
îmân etmediği halde, îmân ettiğini diliyle
veya başını sallayarak, elini kaldırarak îmâ
edebilir, ama bu îmân için yeterli bir
durum değildir. İmânla mükellef olmak
ancak aklın mevcudiyetiyle gereklilik
kazanır. Bunun yanında îmânı oluşturan
hususların mahiyetinin bilinmesi de yine
aklın tefekkür ve istidlâli ile imkân
dâhiline girer; bu ise zihnin –kalp- bir
fonksiyonundan ibarettir: îmân da aynı
statüye dâhildir Şu da var ki dil, vücudun
diğer organları gibi cebir altında tutularak
başkaları tarafından da kullanılabilir.6
***
Mukallitlerin, yani dini taklit edenlerin
îmân durumunun incelenmesi hususunda
Mâtürîdî, yine ayetlerden yola çıkarak ve
mantık dairesinde izahlarda bulunarak
onların îmân durumunu açıklar.
Mâtürîdî’nin bu husus için destek aldığı
ayette şöyle denmektedir; “çöl Arapları –
bedeviler- îmân ettik dediler, onlara de
ki, siz îmân etmediniz, lâkin İslam olduk
deyiniz”7 buyurmuştur.
“Îmân tasdik midir, yoksa marifet mi?”
Îmân problematiğini tartışırken oldukça
sık karşılaşılan ve cevabında ince bir çizgi
olan bu soru oldukça önemlidir. Kelime
anlamıyla ‘tasdik’; bilerek, kabul ederek
onaylamak ve benimsemektir. ‘Marifet’ ise;
bilmek ve tanımak yapabilmek
anlamlarına gelmektedir. Şimdiye kadar
söylenenlere bağlı olarak, ‘îmân marifetten
ibarettir’ diyenin sözünde, îmân, “tasdike
sevk eden marifetin bulunması halinde
tasdikten ibarettir” anlamına gelir; bu
bağlantı sebebiyle îmân marifetle
‘tanımlanmıştır’, tıpkı imanın Allah’ın
lütfu, nimeti, rahmeti, ele geçirilmesine
vesile olan benzeri şeyler gibi bu
nitelendirme, îmânın gerçekte Allah’ın
eylemi olduğu manasına gelmez, “fakat
onun gerçekliği bundan soyutlanmış da
değildir”, bu sebeple ‘lütfuna, nimetine’
nispet edilmiştir. İşte îmânın ilme ve
marifete izafe edilmesi de aynı
konumdadır. Yani insan kendisini îmâna
sevk eden aygıtlardan mahrumsa onun
îmân eksikliği iradi bir günah değildir. Bu
bilinci ve aklı olmayan bir insanın karşı
karşıya kaldığı bir durumdur. Buradan
yalnızca ‘düşünebilen insanlar îmân
edebilir’ sonucu ortaya çıkar. Fakat
yalnızca düşünce de îmân hususunda
yeterli değildir, fakat bir ‘yol’ olarak
önemlidir. Hz. İbrahim ile ilgili şu ayet, bu
konudaki kargaşayı düzeltebilecek önemli
ve manidar bir anekdot olarak karşımıza
çıkmaktadır: “Hani İbrahim, “Rabbim!
Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster”
demişti. (Allah ona) “İnanmıyor
musun?” deyince, “Hayır (inandım)
GENCAY
12
ancak kalbimin tatmin olması için”
demişti. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları
kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp
her bir parçasını bir dağın üzerine
bırak. Sonra da onları çağır. Sana
uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah
mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet
sahibidir.”8
Hz İbrahim’in bilmediği bu hususta
yaşadığı çok küçük bir tereddüt, yalnızca
Allah’a olan imanı sayesinde düşüncesini
dizginlemiştir. Bu aynı zamanda îmânın
yalnızca bilgi olmadığını göstermesi
bakımından da önemlidir. Zira Allah;
“bilmiyor musun?” yerine “inanmıyor
musun?” şeklinde sormuştur.
İman ve Bilgi
İmam-ı Mâtüridi’nin îmân kritiğinde
‘tasdik’e neden olan bir bilginin varlığı
gereklidir. Bu kalbin aklî bir bilgidir.
Mâtüridi, bu bilgiye istidlali bilgi
demektedir. Yani çözümlemesini vicdan ve
kalple yapıp hükmünü ona göre veren bir
bilgi çeşidinden bahsetmektedir. Bu
durumda Mâtüridi’nin, bu tür bir bilginin
îmândan önce geldiğini ve îmânın temelini
oluşturduğunu söylemesi, onun gerçek
bilginin de îmândan önce geldiği
görüşünde olduğunu göstermez. Çünkü
Mâtüridi’nin düşünce sisteminde îmândan
önce gelen bilgi ile îmândan sonra gelen
bilginin mahiyeti oldukça farklıdır.
Îmândan önce gelen bilgi ‘istidlali bilgi’dir.
Îmândan sonra gelen bilgi ise ‘hissi bilgi’;
beş duyu ile hissedilip algılanan bilgidir.
Ona göre îmân, bilgiden önce geldiği gibi
inanılan şeyin bizzat görülmesiyle, bu
iman, iman olmaktan çıkıp bilgiye
dönüşmektedir. Yani inanılan şey, bizzat
görülüp, onun inanıldığı gibi olduğu
anlaşılınca îmân olmaktan çıkıp bilgi
haline gelmektedir. Mâtüridi’ye göre
îmânın objesi olan şeyler, aynı zamanda
bilginin de objesi olabilmektedir. Çünkü
bir süre ‘inanılan bir şey’, bir süre sonra
‘bilinen bir şey’ olmaktadır. Mâtüridi,
îmânın ihtimalli olduğunu, yani kesin
olmadığını kişiden kişiye değişen sübjektif
bir kavram olduğu kanaatini taşımaktadır.
Çünkü bir kimsenin inandığı bir değer bir
başkasına göre inanılmayan bir şey
olabilmektedir. Ayrıca Mâtüridi, küfrün
imanı yok edip, bilgiyi yok edemediğini bir
başka deyişle, bilinen bir şeyin bilindikten
sonra bilinmezliğinin mümkün olmadığı
fikrini taşımaktadır. Bu durumu,
peygamberlerin hepsinin ayrı ayrı
bilinmesinin iman için olmazsa olmaz bir
gereklilik olmadığını, onlara ve getirdikleri
mesajlara toptan inanılabileceğini
belirtmesi de onun îmânda ihtimal, bilgi de
kesinlik bulunduğu görüşünde olduğunu
gösterir.9
***
İmam-ı Mâtüridi, kelâmi görüşler arasında
büyük günahlar ve iman konularında en
fazla dikkat çeken görüşlere sahip bir
düşünür olarak karşımızda durmaktadır.
Bu kısa çalışmanın son kısmını Sönmez
Kutlu’nun çerçevesini çizdiği haliyle,
İmam-ı Mâtüridi’nin şu görüşlerine yer
vererek sonlandırmak gerekiyor. Bu
hususlar İmam-ı Mâtüridi’nin îmân
konusundaki kırılma noktalarını içeriyor:
Büyük günah: Bir Müslüman işlediği
büyük günah sebebiyle îmândan
çıkmaz ve küfre de girmez. O bu
dünyada hakiki mümindir. Yalnızca
işlediği günahı dolayısıyla fasık yani
ahlaksız mümindir. İşlediği günah
GENCAY
13
sebebiyle Allah’ın cezalandırma
tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin
ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine
kalmıştır.
Amel-iman münasebeti: Ameller
îmânın bir parçası olmayıp, îmân
dışında bir farzdır.
İmanda istisna: Şartlı ve şüpheli îmân
olmaz. Bir mümin, îmânını açıkça ve
şüpheye düşmeden ifade etmelidir.
Yani “ben müminim” demelidir.
“İman tasdiktir”: Îmânın
gerçekleşmesi kalbin tasdikiyle olur.
İnsanlar Allah’ın yaratıcı Hz.
Muhammed’in ise onun elçisi
olduğunu gönülden kabul ederek
mümin olurlar. Bunun için de bir irade
organizasyonu olarak marifetin olması
gerekmektedir.
İmanda artma ve eksilme: Ameller
imanın bir parçası olmadığı için
amelleri işlemekle îmân artmaz. Onları
terk etmekle veya günah işlemekle de
azalmaz.
İman-İslam ilişkisi: Îmân vasfını
kazanan bir insan İslam vasfını da
kazanır. Yani Müslüman olur. Bu
çıkarıma göre bütün müminler
Müslüman, bütün Müslümanlar da
mümindir.
Vaat ve vaid: Allah bazı ayetlerde
iyilik yapanları mükâfatlandıracağını
vaat etmiş, bazılarında ise kötülük
yapanları, zulmedenleri ve günah
işleyenleri cezalandıracağını veya
ebedi olarak cehennemlik olduklarını
söylemiştir. Ama Allah bütün bu
tehditlerinden rahmeti ve acımasıyla
vazgeçerek kulunu affedebilir.10
Dipnotlar:
1. http://tdkterim.gov.tr/bts/?kategori
=verilst&kelime=%DDMAN&ayn=ta
m
2. Prof. Dr. Yusuf Ziya YÖRÜKAN,
‘İslam Akaid Sisteminde
Gelişmeler’, ‘İmam- Azam Ebû
Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı
Mâtüridi, Ötüken Yayınları, İstanbul
2006, sf. 245.
3. Maide sûresi 5/41
4. Tevbe sûresi 9/29, 9/66, Mûnafikün
63/1, 63/8
5. Ebû Mansûr el- Mâtürîdî, ‘Kitâbü’t-
Tevhid Tercümesi’, Tercüme: Prof.
Dr. Bekir Topaloğlu, Türkiye Diyanet
Araştırmaları Merkezi Yayınları,
Ankara 2002, sf 491.
6. Ebû Mansûr el- Mâtürîdî, a.g.e, sf
493.
7. Hucurât suresi 49/14.
8. Bakara suresi 2/260.
9. Prof. Dr. Hanifi ÖZCAN,
‘Mâtürîdî’de Bilgi Problemi’,
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları İstanbul
1998 sf. 192.
10. Sönmez KUTLU, ‘İmâm-ı Mâtürîdî
ve Mâtürîdîlik, Tarihi Arka Plan ve
Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve
Mâtürîdîlik Mezhebi’, Kitabiyat
yayınları, Ankara 2006 sf. 37.
GENCAY
14
GENCAY
15
HEP BATIDAN DİNLEDİNİZ Bülent ERDİL
Uzunca bir zamandır sormak istediğim bir
sorum var… Son dönemde yaşayan efsane
bir Türk yiğidi vardı, biliyor musunuz?
7 Şubat 1988’de Azerbaycan’ın Bilesuvar
kentine bağlı Aliabad Köyü’nde doğmuş.
2005 yılında Azerbaycan Özel Kuvvetlerde
askerliğini yapmış. İki yıl sonra terhis
olmuş ama askerliği çok sevmiş. Bu
yüzden sivil hayatta çalıştıktan sonra
gönüllü olarak 2009’da Uzman Çavuş
olarak Azerbaycan Ordusuna katılmış.
Yine gönüllü olarak Karabağ cephesinin
sınır birliğine atanmış. Çevresinde hep
vatansever ve milli konulara duyarlı bir
genç olarak tanınmış. Yaşıtları gibi gezip
tozacağına, ülke sorunlarına yoğunlaşmış.
Son yüzyılda milletinin başına gelenleri
düşünmekten, bunlara kafa yormaktan;
içten içe erir olmuş.
Peki, bu yiğidin doğduğu Azerbaycan
nerededir? Hazar Denizi’nden Akdeniz’e
kadar uzanan kimine göre Anadolu, kimine
göre Rumeli; bana göre de Batı Türkeli*
olan toprakların doğu kesimidir. Batı
Türkeli’ni ikiye bölüp, burada yaşayan
Türklerin bağlantılarını kesme
operasyonun ürünü olan Ermeni-stan**
(Türkçesi Ermeneli olmalı) Rus ve diğer
batılıların programları doğrultusunda Batı
Türkeli’nin göbeğinde kurduruldu. Yine
onların programları doğrultusunda
bölgedeki Türklerin topraklarını alarak,
bir tümör gibi büyütüldü. Başkenti de
tarihi bir Türk kenti olan Erivan oldu.
Kuyruk gibi bir uzantıyla İran’a koridor
açtırıldı ki rahatça nefes alsın. Böylece
Hazar’dan Ege’ye uzanan Türk toprakları
ikiye bölünerek birbirleriyle bağlantısı
koparıldı. Zaten 1000 senedir Türkler
tarafından yönetilen İran’daki yönetim,
1925’de İngilizler tarafından Farslara
verilmişti. Stalin’in en büyük projelerinden
olan “Türkiye’nin etrafını
Türksüzleştirme” planı doğrultusunda;
Ahıska başta olmak üzere, Kars’ın yanı
başındaki Türk kentlerinde yaşayanlar
Asya’nın içlerine sürülmüştü. Hepsi
birleşince, Rusya’sıyla, İran’ıyla ve
Avrupa’sıyla tüm dünyanın adeta bir olup;
Batı Türkeli’ni ikiye ayırıp aradaki teması
kesmeye ant içtikleri daha belirgin bir hale
gelmişti. Şimdi sırada ortada kalan
Nahcivan vardı. Ancak hesaba katılmayan
bir durum vardı.
Nahcivan, Atatürk zamanında yapılan
anlaşmalara göre Türkiye
garantörlüğündeydi. Yani oraya gelecek
herhangi bir saldırıda Türkiye’nin
müdahale hakkı vardı. Bu yüzden buraya
saldırma cesareti bulamayan Türk
düşmanları rotayı Karabağ’a çevirdi.
İnsanlık dışı bir soykırımın yaşandığı
Hocalı’nın da dâhil olduğu Karabağ bölgesi
işgal edildi.
GENCAY
16
1992 yılında Hocalı’da 83 çocuk, 106 kadın
olmak üzere 613 Türk katledildi. Binlerce
kişiden hala haber yok.
(1992’de Hocalı’da kolu koparılan bu Türk
kızı sizin kız kardeşiniz de olabilirdi)
Hocalı soykırımını bir de yapanların kendi
ağzından dinlersek olayı daha iyi
anlayabiliriz. Bu soykırıma katılan Ermeni
Doktor Zori Balayan bir eserinde Hocalı’yı
şöyle anlatıyor: “Arkadaşımız Haçatur’la
ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz
13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye
çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış
çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur
çocuğun annesinin kesilmiş memesini
çocuğun ağzına soktu... Başından,
ensesinden ve karnından derisini yüzdüm.
Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika
sonra kan kaybından öldü... Ruhum
sevinçten gururlanıyordu. Haçatur daha
sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini
parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı
kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı
şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık...”
(Karabağ’da katledilip topluca gömülen
Türkler)
Katledilen binlerce insanımızdan sadece
birkaçının başına gelenlerdi bunlar.
Üzülerek şunu da belirtmek istiyorum ki
Hocalı’da yaşananları Pakistan ve Meksika
soykırım olarak tanırken, Türkiye hala
bunu kabul etmemiştir!
Hocalı’da 1992’de katledilen Türk çocuğu.
(pkk’nın katlettiği çocuklarımızdan farkı
yok)
GENCAY
17
Sayısız katliamla tüketilemeyen Türklerin
ülkesidir Azerbaycan. Türkiye’yi ata
vatanından koparmak isteyen Türk
düşmanlarının bir türlü yok edemediği,
Türkiye’nin can simidi olan yerdir
Azerbaycan. Çünkü ha Hocalı ha Dörtyol,
ha Gence ha Kırşehir, ha Bakü ha
Ankara’ydı… Hepsi aynıydı.
Bu şartların içinde büyümüş yiğidimiz.
Tarih ve millet bilinci son derece güçlü
biriymiş. Artık dayanamamış, 19 Haziran
2010’da gece yarısı ana ve babasına bir
mektup yazıp, evinden çıkmış. Kimseye
haber vermeden, Kürşad’ın 40 atlısıyla Çin
sarayını basması gibi sonunu bilerek,
üstelik yalnız başına işgal edilmiş bölgeye
girmiş. Bir kilometrelik mayın döşeli sınırı
cesurca aştıktan sonra yanında getirdiği
teçhizatla Ermeni karakolunu basmış.
Uzun çatışmalardan sonra hepsini imha
etmiş. Haberi alan destek güçleri bölgeye
gelmiş. Karakolda ele geçirdiği
mühimmatla onlarla da çatışmaya devam
etmiş. O sırada Dünyanın birçok ülkesinde
TV kanalları programlarını durdurup son
dakika yayınına girerler. Azerbaycan ve
Ermeneli (Farsçası: Ermeni-stan) arasında
savaş çıktığını zannederler. Ancak çok
geçmeden gerçek anlaşılır. Bu çılgın Türk
sabaha karşı açık arazide şehit olur. Şehit
olduğunda, imha ettiği düşman asker
sayısı 45’i bulmuştur.
Haftalarca dünya medyası bu haberi
konuşurken Türkiye’de bu olay nerdeyse
hiç gündeme gelmez. Ermeni hükümeti bu
yiğidin na’şını karşı tarafa teslim etmez.
Azerbaycan hükümeti birçok kanaldan bu
gencin bedenini almak için çabalar. Ancak
bu durum karşısında Türkiye kılını dahi
kıpırdatmaz. Nihayet iki ay sonra Rus
Ortodoks Patrikhanesinin araya girmesiyle
türlü işkenceler görüp, parçalanan bedeni
Azerbaycan’a teslim edilir.
Biz Türkiye olarak her şeyi iyi biliriz.
Sorsalar, hangi mankenin kiminle çıktığını,
nerde ne yaptığını; hangi yarışma
programında buzda kimin kiminle
kaydığını da… Bu konuda şüphem yok.
Ülkem böyle dolu olunca ben de bir
sorayım dedim.
Bu yiğidi bilir misiniz?
İpucu da vereyim. Azerbaycanlı bir
işadamı İstanbul’da yaptırdığı bir tankere
onun adını verdi.
Çıkaramadıysanız söyleyeyim.
“Mübariz İBRAHİMOV” idi onun adı…
Nam-ı diğer Batı Türkleri’nin Kürşadı…
Önemli Not:
* Batı Türkeli; Hazar’dan Tanrı Dağları’na
kadar uzanan Kazak, Kırgız, Özbek ve
Türkmen ülkelerini kaplayan toprakların
geneline eskiden verilen addır. Bana göre
buraya Batı değil; artık Orta Türkeli
GENCAY
18
denmelidir. Çünkü Türkler’in en batı hattı
artık Hazar Denizi’yle Akdeniz arasındaki
kısımdır.
** Türk olmamıza rağmen ne yazık ki ülke
adlarını kendi dilimizde söylemiyoruz.
Kendi dilimizde ülke anlamına gelen “el”
ya da “il” ekini kullanmamız gerekirken ne
yazık ki Farsça’da ülke anlamına gelen
“stan” ekini kullanıyoruz anormal biçimde.
Türkmen-stan, Özbek-stan, Kazak-stan,
Sırp-stan, Macar-stan… Şükür ki Osman’ın
ülkesine Osman-stan yerine Osmaneli –
Osmanlı diyebilmişiz bir Türk gibi.
Mübariz İBRAHİMOV
GENCAY
19
SÖYLEŞİ: İKBAL VURUCU Metehan ÇAĞRI - Elif Kumru PAKSOY
İkbal VURUCU Konya doğumlu…
Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi
Üniversitesinde sosyoloji okudu. Selçuk
Üniversitesinde sosyoloji alanında yüksek
lisansını tamamladı. 21. Yüzyıl Türkiye
Enstitüsünde Sosyal-Kültürel ve Politik
Araştırmalar Merkezi Başkanı olarak
çalıştı. Yayınlanmış altı kitabı var. Yayım
aşamasında iki, yayıma hazırladığı üç
kitabı bulunmakta. Kazakça ve Rusça’dan
çevirileri var.
Aydın kimdir? Entelektüel camiada
milliyetçilerin konumunu tanımlar
mısınız?
Aydın her dönemde, her zaman diliminde
farklı işlevler yerine getirir. Ama bunların
en belirgin özelliği bilgi üzerinedir, bilgiyi
üreten işleyen insanlar olmalarıdır. Kimi
zaman doğrudan iktidara bağımlı, kimi
zaman iktidardan bağımsız olmuşlardır.
Ama modern anlamda aydın ve entelektüel
tamamen iktidardan bağımsız olarak kendi
iradesi ile düşünen toplumun sorunlarına
kafa yoran ve ben kimim diyen, buna ciddi
cevaplar arayan, toplumun sorununu
kendi sorunu bilip böyle kaygılar taşıyan
insandır.
Aydının en önemli özelliği özgürlüğüdür
özgür düşünmesidir. Sorunlara çözüm
bulurken, fikir üretirken, bilgi üretirken
tamamen hiçbir otoritenin etkisinde
kalmamasıdır. Yani otoritenin etkisinde
kalmamak herhangi bir kıblesinin
olmadığı anlamına gelmez. Mutlaka bir
ideolojisi vardır. Zaten ideolojisiz aydın
veya insan olmaz. Tabi günümüzde bazı
liberal aydınlar veya solcu aydınlar kendi
ideolojilerini tarih üstü bir konuma
oturturlar, evrensel ve soyut bir kimlik
tanımları vardır. Bir başka deyişle
tarafsızlık fetişine bağlıdırlar. Bu da
onların bir kendilerini pazarlama
tekniğidir. Kendilerini meşrulaştırmak ve
fikirlerinin daha geniş bir alanda kabul
görmesini sağlamak için izledikleri bir
taktiktir. Yoksa liberalizm veya sosyalizm
açık ve net bir şekilde ideolojidir. Belli bir
tarihleri, üretici aydınları vardır. Locke,
Rousseue, bunların her biri liberalizmin
farklı tonlardaki aydınlarıdır. Ama liberal
aydınlardır. Bunları liberalizmin
özgürlüğüne vurgu yaparlar. Liberalizm
özgürlük demektir. Özgürlük herkesin
istediği bir şeydir. O zaman bu ideoloji
değildir, doğaldır derler. Oysa doğal
durum diye bir şey söz konusu değildir.
İnsanlık tarihinde doğal durum Hobbes’in
bir teorisidir. Ona göre doğal durum bir
çatışma halidir. Fakat biz biliriz ki doğal
durum sadece hayvanlara özgü bir yapıdır.
İnsanlar düşünür, üretir. Değer üretir, mal
üretir. Bunları ürettiğinde bir dil kullanır.
GENCAY
20
Bunların her biri özellikle de dil insanı,
aydını bir kültüre içkin kılar. Dil demek
kültür demektir. Dilin kültür olarak önemi
buradan gelir. Yani insanın doğal durumu
diye herkesin hayvanlar gibi birbirinden
bağımsız ayrı, çatışma halindeki bir durum
söz konusu değildir. Ama dediğimiz gibi
her insan bir değere içkindir. Aydınlarda o
yüzden biz bağımsızız, tarafsızız, objektif
yazarız, konuşuruz demiş olsa da asla
objektif diye bir şey söz konusu değildir.
İlla ki bir ideolojiye mensubiyeti vardır o
ideolojiye göre kendi düşüncesini
aksettirir.
Aydının partisi olur mu?
Aydının partisi olmaz. Bir aydın partiye oy
verebilir. İdeolojiyle partiyi fazla
özdeşleştirmeyelim, karıştırmayalım.
Mesela bir ülkede aynı anda birden fazla
liberal parti olabilir oysa liberalizm
objektif değişmez tek bir hakikati
göstermiş olsaydı tek bir parti olurdu veya
bugün liberalizm sağından soluna,
Kürtçüsünden İslamcısına herkesin “ben
de liberalim” diye çıktığı bir düşünce
olmazdı.
İdeolojiler makro şeylerdir. Büyük anlatı
diye de geçer. Fakat esas olan bireydir,
yetiştiği kültürdür, aldığı eğitimdir. Ona
göre de büyük anlatılar değişime
uğrayabilir. İnsanların milliyetçiliğindeki
farklılıklar gibi. İnsan partiye oy verir ama
partiye bağımlı olamaz. Partiye bağımlı
olan insan aydın olamaz, entelektüel bir
iddiası olamaz.
Bir de entelektüel ile aydının ayrımını
yapmamız gerek. Aydın düşünen insandır.
Mesela akademisyenler, yazarlar kadar
doktorlar ve mühendisler de aydındır. Erol
Güngör: “Üniversite mezun olan herkes
aydındır.” der. Ama entelektüelin farkı
tamamen zihin işleriyle meşgul olmasıdır,
bilgi işiyle meşgul olmasıdır. Entelektüelin
özelliği budur. Gazetecilerde aydındır ama
her gazeteci entelektüel değildir.
Entelektüelde derinlik vardır. Entelektüel
20–30 yıl sonra, mümkünse yüzyıllarca
değerini kaybetmeyecek şekilde yazar,
çizer.
O zaman milliyetçi camiadaki
entelektüellerden bahsetsek biraz?
Milliyetçi camiada entelektüellerin
durumu hep zor olmuştur. Niye zor
olmuştur, biraz önce dediğimiz gibi
entelektüellerin en büyük özelliği bilgi
üretmesi ve sorgulamasıdır. Mesela Ziya
Gökalp, Erol Güngör bu konuda önemli
şahsiyetlerdir. Bunlar hiçbir zaman
milliyetçi camia tarafından bile tam kabul
edilmemişlerdir. Dışlanmışlardır. Erol
Güngör entelektüel olmanın vermiş olduğu
doğal sonuç olarak Ziya Gökalp’i
eleştirmiştir. Ziya Gökalp’in kültür-
medeniyet tasnifini eleştiren bir yazısı
vardır. Bu eleştirilerden sonra Erol
Güngör’e fiili saldırılar bile olmuştur.
Gökalp ise bambaşka bir fenomendir. Onu
eleştirmeyen aydın veya ideoloji yoktur.
Çünkü Türk düşüncesinin zirve ismidir.
GENCAY
21
Niye zirvedir? Çünkü içinde bulunduğu
toplumun ve ülkenin sorunlarıyla hemhal
olmuştur, sorunu teşhis etmiş teşhis
etmekle kalmamış somut çözüm önerileri
sunmuştur. En zor konuları bile çok basit
bir dille ifade edebilmiştir. Bütün “ilk”ler
büyük ölçüde ona aittir. Bugün bile etkisini
sürdürmektedir.
Ülkücülük 80 öncesinde kısmen bir
camia/cemaat özelliği taşımakla birlikte
bugün bu özelliğini kaybetmiş gibidir.
Çünkü camianın en önemli özelliği ortak
bir akıl, ortak bir düşünce ekseninde
davranması, hareket etmesi, duruşunu ona
göre belirlemesidir. Yani bireyler tek tek
kendi farklılıklarını korumuş olsa da,
eyleme geçeceğinde bağlı olduğu cemaat
ekseninde duruşunu, görüşünü belirtir. Bu
sosyalist hareketlerde de böyledir. Biraz
önce dediğim gibi sosyalistlerin bir özelliği
de -liberallerin özgürlük kavramını
kullanarak evrenselleştirmeleri gibi-
sosyalizmin bir bilim olduğunu, bilimin
akla dayandığını, evrensel olduğunu
söylerler. Aynı şey İslamcılarda da söz
konusudur. Kendilerini Müslüman olarak
nitelerler. Böyle söyleyince de düşünceleri
bütün Müslüman toplumları kapsayacak
sanırlar. Erol Güngör bunu çok güzel
tanımlar, çocuksu bir tavır olarak niteler.
Çocuk gerçekte olanla, zihninde olanı ayırt
edemez, zamanla bunun farkına varır.
Bizim aydınımız da öyledir gerçekte olanla
zihninde olanı farkına varamaz. Düşünür
ki zihninde ne varsa somut olarak da o
vardır.
Türkiye’de gündemin belirlenmesinde
Türk milliyetçisi aydınlar ve
entelektüeller ne yapmaktalar? Biraz
da bu konuya değinsek...
Entelektüelin kendi düşüncelerini yayması
için belli araçların, mekanizmaların
geliştirilmesi lazımdır. Mesela bir
milliyetçi entelektüelden bahsediyorsak, o
entelektüelin kendi fikrini topluma yaydığı
mekanizmayı da oluşturmuş olması
lazımdır. Biz bunları görememekteyiz.
Nedir bu mekanizmalar? Mesela sivil
toplum örgütleri, kitle iletişim araçlarıdır.
Yani gazeteler, dergiler, internet kullanımı,
televizyon bunların hepsi bir araçtır.
Örgütlenme, ortak bir platform oluşturma,
ortak bir tavır ortaya koymak için gerekli
olan bu araçlardan milliyetçi aydınlar
büyük ölçüde yoksundur. En önemli kitle
iletişim araçlarından yoksunluk doğal
olarak senin gündemi belirlemeni engeller.
Bunların olmadığı bir yerde demokrasiden
de söz edilmez. Bizim demokratik sürece
katılabilmemiz için bütün bu unsurların
kendi işlevini yerini getirecek tarzda
oluşturulması lazımdır. Bizim kendimizi
özgürce dile getiremediğimiz
televizyonlarımız, gazetelerimiz yoksa
demokratik hayatta da yokuz demektir.
Demokrasi toplumun ikna edilmesine
dayanır herkes fikrini söyler, toplum
kararını verir. Biz bu rekabette çok çok
geriyiz.
Biz Ülkücü Türk milliyetçiliği konusunda
ortak bir kimliğe sahip değiliz. Ortak bir
tavır alamayışımızın ortak bir kamuoyu
oluşturamamamızın sebebini buna
bağlıyorum. Biz çok rahat bir biçimde
birbirimizin dedikodusunu yapabiliyoruz.
Mesela kaç gündür milliyetçi sitelerde
görüyoruz. Türk Ocaklarına yönelik etik
dışı bir saldırı var. Bunun adı eleştiri değil
saldırıdır. Bu neden oluyor? Mesela
AKP’nin sivil toplum örgütlerine bakın,
aynı nitelikte aynı üslupta birbirlerine
GENCAY
22
saldırmazlar. Ben, mesela İslamcı
entelektüellerden önde gelen isimlerden
bir hocamla konuşurken Fetullah Gülen’i
eleştirmişti. Hocam bunu neden
yazmıyorsunuz dedim. Nihayetinde
“Müslümandır”, bizdendir dedi. Yani kendi
aralarında tartışlar ama dışarıya karşı da
savunulur.
Sen oturursun, ülkü ocaklarını, MHP’yi,
Türk Ocaklarını, Aydınlar Ocağını
eleştirirsin, hepsini eleştirirsin ancak önce
“bizim” demen lazım. Sahipleneceksin,
yapıcı olacaksın. Şimdi çıkıp da Türk
Ocakları “Kürt Açılımına(!)” karşı tavır
takınmadı diye eleştirmek yanlıştır. Türk
Ocakları Kürt Açılımına karşıdır. Konu
hakkında bir raporu ve yayınları da vardır.
Şahsen ben de o konunun görüşülmemesi
taraftarıydım ama görüşülmüştür. Onların
takdiridir. Ama Türk ocaklarına seçim
bahanesiyle bir ikilik oluşturup birilerini
desteklemek için saldırı niteliğinde bozuk
bir üslupla saldırmak iyi niyetle
bağdaşmaz. Nihayetinde Türk Ocakları
milliyetçi bir ocaktır. Ben de Türk
Ocaklarıyla ilgili bir yazı yazdım mesela.
İki yıl oldu. Eleştirdim. Önce Ocağın
sitesinde yayınlanmadı ama sonradan
yayınladılar. Eleştirim neydi küfür yok
hakaret yok gayet makuldü. Üye yapısını,
delege yapısını, seçim yapısını eleştirdim.
Bir milliyetçi kuruluş olarak Türk
Ocakları’nın milliyetçi düşüncede daha
etkili olabilmesi için yayına önem vermesi
gerektiğini belirttim. Bunlar yapıcı
eleştirilerdir. Ama şimdi bakıyoruz, “Türk
ocakları açılımı destekledi, Kürdistan
dedi.” Diyorlar. Çok haksız yorumlanmaya
bile değmez şeylerdir. Nihayetinde biz
böyle birbirimizi dışlarsak nasıl bir güç
olacağız?
Kavramlar konusunda ne diyebiliriz?
Milliyetçi camia kavramları ne kadar
iyi kullanıyor?
Bu bizim çok ciddi bir sorunumuz. Türk
Yurdu dergisinin 100. Yıl anısında
yayınlanan devasa Milliyetçilik Özel
Sayısında “”Türk Milliyetçiliğinin Güncel
Sorunları” isimli bir makalem yayınlandı.
Bu makalenin bir bölümü de milliyetçi
düşüncenin sorun tespitindeki öncelikleri,
hassasiyetleri konuluydu. Orda bu konuya
değindim. Bizim için Türk milleti esastır.
Biz Türk milletini o kadar seviyoruz ki...
Ama tehlikeler karşısında milliyetçilerin
tavrı farklı olabiliyor. Bir örnekle
somutlaştıralım. Mesela PKK dendiğinde
veya “Kürt sorunu” dendiğinde doğrudan
bir bölücülük akla gelir. Ama mesela eşit
yurttaşlı çok kültürlülük anayasal
vatandaşlık dendiğinde veya anadilde
eğitim dediğimizde bir tepki yok. Hatta o
kelimenin kullanılışındaki güzellikten
kaynaklanan bir sevgi de doğabiliyor. Ama
sorun burada. Aslında bunlar PKK’dan bile
tehlikeli olan düşüncelerdir. Çünkü
PKK’nın amacı, yöntemi yolu bellidir. Ama
diğerleri kendilerini güzel görünen
kavramların arkasına saklayarak
bölücülük yapmaktadırlar. Mesela “eşit
yurttaşlık” kavramını esas alalım.
İnsanların kafasında herkesin eşit olmasını
talep etmek gibi naif bir anlam tasavvur
eder. Fakat gerek eşit yurttaşlık, gerekse
anayasal vatandaşlık teknik terimlerdir.
Eşitlik de, anayasallık da yurttaşlığın
içinde olan şeylerdir. Bunları
çıkarttığınızda ortada yurttaşlık kalmaz.
Yurttaşlık eşitliğe içkin bir kavramdır.
Nedir bunlar? Eşit yurttaşlık, çok
kültürlülük, anayasal vatandaşlık? Halktan
GENCAY
23
her şeyi bilmesini bekleyemeyiz tabiî ki
ama bizim milliyetçi aydınlarımızda
bunlar söz konusu olduğunda çok sathi
bilgilere sahiptirler. Eşit yurttaşlık şudur;
farklı etnik grupların anayasa önünde
eşitliğinin sağlanmasıdır. Türkiye’de 36
etnik grup vardır. Türkler vardır.
Türklerin anadili Türkçedir, Türkçe resmi
dildir, o zaman Kürtlerde var, Kürtçe de
resmi dil olsun. Kastedilen eşitlik bu
anlama gelir. Bu bölücülüğün hası değil
midir? Ama biz bu kavramlara karşı tavır
koymuyoruz, çünkü tehlike olduğunu
bilmiyoruz. Biz geleneksel kavramlarla
düşünüyoruz. Post-modern düşüncenin
kullandığı kavramlara çok yabancıyız.
Yabancı olduğumuz içinde bunların
taşıdığı anlamların tehlikelerini
anlamaktan uzağız. Bizim en önemli
problemimiz kavramlara karşı
yabancılığımızdır. Sık sık bana eleştiriler
gelir dilin anlaşılmıyor diye. Oturup
sözlüğe bakmıyoruz ki. Sen Cemil Meriç’i
anlıyor musun? Durmuş Hocaoğlu’nu kim
sözlüksüz anlayabilir? Kitap okumanın bir
amacı da zaten yeni kelimeler kavramlar
öğrenmektir, kendini geliştirmektir. Bir
kavramlar sözlüğümüz olsa çok
kültürlülük vs. söylendiğinde herkes aynı
şeyi anlasa daha net tavırlar konabilir.
Tabi bir sözlük yapıp işte arkadaşlar
sözlük bu herkes buna göre düşünsün
demekte çok doğru değildir. Ama orda bir
espri vardır. Bir kavramdan
bahsedildiğinde aynı şeyi düşünmemiz.
Ülkücülük tartışması vardı mesela. 20’den
fazla ülkü tanımı yapıldı. 20 tane ülkücü,
sorulduğunda 20 tane farklı ülkü
söylüyorsa, orda bir sorun vardır. Ülkü
yoktur. Biz aslında en temel
kavramlarımızla bile sorun yaşıyoruz.
Millet olgusuna karşı çıkanlar diyor ki;
tarlalar arasına bir çit çekiyorsunuz,
hâlbuki tarla aynı tarla ekin aynı ekin
niye bunlara farklı farklı yargılar
geliştiriyorsunuz?
Yanlış soruya doğru cevap verilmez. O
ekindir ama arpa vardır buğday vardır.
Nohut vardır. Bunların hepsi ekin. Meyve
dedin, elma armutta meyve. Bunları biz
bölmüyoruz ki, doğası odur.
“Nominalist Aydınların Soy Kütüğü”
adında iki kitabınız var. Nominalist
aydınlardan ve kitabınızdan biraz
bahseder misiniz?
Nominalist aydınlar kavramı benim icadım
bir kavram. normalde felsefede vardır,
isimcilik diye geçer. Benim kastım ise –
tamamen gözlemlerime dayalı bir şey-
aydınların düşünceleriyle eylemleri
arasındaki çelişkiye vurgu yapar. “Ben
liberalim” diyor, “ben sınırsız düşünce
özgürlüğünü savunurum” diyor, öyle ileri
gidiyor ki “millet veya milli kimlik bireyi
sınırlayan olumsuz unsurlardır” diyor,
açıkçası Türklüğü kabul etmiyor.
“Anayasadan Türklük çıksın” diyor. Bu
iddiaları dillendiren insanların daha sonra
“Kürt Sorunu” üzerine yazmaları ne
anlama gelir? Kürtlere kolektif haklarının
verilmesi, kültürlerinin geliştirilmesi,
anayasal açıdan tanınması gibi talepleri
dillendirmeleri ne anlama gelir? Şimdi sen
Türk milletini kullanmaktan gocunacaksın
ki bu gocunmayı da liberalizme
bağlıyorsan Kürt kelimesini de
kullanmaktan gocunman lazım. İşte
burada bir çelişki olduğu görülmektedir.
Ben de nominalist aydınlar derken
düşüncesiyle eylemi arasında bu örnekteki
gibi fark olan aydınları kastettim.
GENCAY
24
GALİP AĞABEYE MEKTUP Abdullah KILAVUZ
Sevgili Galip Ağabey!
Öncelikle selam eder, ardından da Cennet-
i âla bahçelerinde, tûba ağaçları altında
gölgelendiğin hüsn-ü zannıyla, afiyetinin
artması için dua ederim.
‘’Ömrümü bu milletin meseleleri ile
geçirdim, bir rahat verin artık’’ dediğini
duyar gibiyim lakin gel gör ki derdimi
paylaşacağım, oturup iki kelam hasbihal
edeceğim kimsem kalmadı. Sen, onlarca
yıl öncesinden bizlerle mektuplar
yazarak, nesiller boyu yetişecek
milliyetçilere ağabeylik ettin. Ben de
gönlünün genişliğine güvenip sana
geldim.
Seni üzmek istemem ama buralarda işler
hiçte iyi gitmiyor ağabey. ‘’Yurtta sulh,
cihanda sulh’’ düsturunu beğenmez olup
‘’Komşularımızla sıfır sorun’’ diye bir söz
benimsedik kendimize geçen yıllarda.
Ama gel gör ki, bütün komşu
ülkelerimizle, henüz resmen başlamamış
olsa bile, psikolojik olarak savaş
durumundayız. Suriye’de çatapat patlasa,
Ankara’dan anında uyarı geliyor. Suriye,
Irak, İran, Ermenistan, Yunanistan, İsrail,
Fas, Tunus, Libya, Fransa ve ismini
sayamadığım komşu veya uzak
memleketlerle gün geçmiyor ki karşı
karşıya gelmeyelim.. Bizi bu oyuna kim
soktu, elimize silahı – dilimize bu
sloganları kim verdi anlayamıyoruz.
Kimlerin vizyonuna maşa, kimlerin kirli
hedeflerine basamak, kimlerin yenidünya
düzenine figüranlık yaptığımızı bile
bilmiyoruz. Her gün çıkıp birilerini
insanlık suçu işlemekle suçluyor, buna
mukabil her gün iç işlerine karışılmasına
devam edilmesi durumunda, çok sert
tepkiler verecekleri konusunda tehditler
alıyoruz. Doğu Türkistan’lı kardeşlerimizi
21. Yüzyılın ortasında resmen soykırıma
uğratan Çin’i en büyük ticaret ortağımız
yapıyor, yapılan bir gezi sırasında
‘’geçerken uğradığımız’’ Doğu
Türkistan’da ise pazarları gezip, halkın ne
kadar mutlu olduğunu gösteren(!)
fotoğrafları bütün dünyaya servis
ediyoruz. Üstüne de o topraklara ilk defa
biz gittik diye övünenleri ayakta
alkışlıyoruz. Vel hasıl-ı kelam ağabey;
ayranımız da yok taht-ı revanımız da.
Nereye gittiğimizi bilmiyoruz.
Ülke içinde de durum hiç farklı değil
ağabey. Bir zamanlar bırak konuşmayı,
akıllardan bile geçirmenin yasak olduğu
fikirler bu gün alkışlanıyor. Hangi kanalı
açsak ülkeyi bölmek isteyen aç bir köpek
GENCAY
25
saldırıyor etrafına. Hangi gazeteyi elimize
alsak bir şehit haberi, her haberin altında
öldürülen teröristlerin de genç olduğunu
vurgulayan ibareler, her köşe yazısında
öldürülen teröristlerin de insan
olduğundan bahseden satılmış yazarlar.
Biri çıkıp özerklik ilan ederken öteki çıkıp
sivil itaatsizlik başlatıyor. Biri terörist
başına methiyeler dizerken öteki
öldürülen teröristlerin cenazelerini
omuzluyor. Bir milletvekili polise tokat
atarken öteki milletvekili polis aracını
taşlıyor. Bir milletvekili mahkemede
Kürtçe ifade vermek isterken öteki
milletvekili kendi bayraklarının olması
gerektiğini söylüyor. Dağdan inenler
milletvekili, dağa çıkanlar ise milletvekili
adayı birer kahraman oluyor. Ne olduğu
belli olmayan 34 kişi elini kolunu
sallayarak sınırı geçerken öldürülüyor ve
öldürülenler yeni yapılan çalışmayla şehit
ilan edilmeye çalışılıyor, vatan toprağı
için öldüren askerler ise muhtemelen
cezaevine tıkılacağı günü bekliyor.
Öldürülenlere şehit ve gazilere verilen
tazminatın nerdeyse iki katı para
veriliyor. Meclis toplantılarına bu ölen 34
kişinin aileleri davet ediliyor. Yarısı
peşmerge kıyafeti ile gelen bu aileler
meclis çatısı altında devlete saldırıp
yemek yediği kaba pisliyor. Millet ve dil
kavramları rahatça tartışılıyor, üniter
yapı eleştiriliyor, teröristler alkışlanıp
devlet eliyle cesaretlendiriliyor ve
bizlerde yeni yetişecek neslin tinerci mi
yoksa dindar mı olacağını tartışıp
duruyoruz.
Bunlarla da bitmiyor ağabey. Milli
bayramlar teker teker kalkıyor, andımızı
okumak ayıplanıyor, istiklal marşını her
hafta okumak angarya geliyor artık.
Gitgide bayraksız, dilsiz ve kültürsüz,
dejenere ve hatta asimile bir nesil
yetişiyor. ‘’Vatan-millet’’ diye sözlerine
başlayanlara göz ucuyla cüzamlı gibi
bakılıyor, okulda namaz kılan öğrenciler
suç işlemiş gibi kameraya çekiliyor.
Çocuklar okulda hocasını, sokakta
arkadaşını, evde ise anasını babasını
bilmez-tanımaz oldu. Ne kültürümüz
kaldı, ne örfümüz, ne ananemiz ne de
töremiz. Önceliğimiz para, tek derdimiz
ise nefsimiz oldu. Önceliğimizin para
olması büyük bir dert, biliyorum ancak
daha büyüğü ise şu ki ağabey; tek
derdimiz olan parayı da, başta şans
oyunları olmak üzere bütün kısa,
zahmetsiz ve bir yerde gayrı ahlaki olan
yolları deneyerek bulmaya çalıştık. ‘’Kısa
yoldan köşeyi dönmek’’ bizim hayat
felsefemiz oldu, her gördüğümüz köşeden
dönüyoruz.
Ekonomiden pek anlamam ağabey,
bilirsin. Lakin o konuda da dertliyim. Orta
direk fakirlik ve yoksulluk ile çırpınırken,
bizse dünyanın en zengin ülkeleri arasına
girdik diye sevinir olduk. İşin en kötüsü
ise cebimize giren para-boğazımıza giren
lokma ortada iken zengin olduğumuz
yalanına biz bile inandık. Zengin ile fakir
arasında ki fark o kadar arttı ki!
Zenginlerin süs köpekleri için harcadığı
mama parası, 3 çocuklu fakir bir ailenin 1
aylık mutfak masrafına denk gelir oldu.
Buna vicdan dayanır mı? Bizim
vicdanımız dayanıyor işte ağabey. Çünkü
düşünmüyoruz artık, umursamıyoruz.
Bütçe açığımız büyüdükçe zamlarda
büyüyor. Her açık vergiyle kapanıyor.
Vergiler yola gidiyor. Yapılan yollar ise
seçim malzemesi olarak ayaklarımızın
altına seriliyor. Bizlerse o yolların
GENCAY
26
üzerinden geçerken ‘’Allah razı olsun
başbakandan, ne güzel yollar yaptı’’ deyip
seviniyoruz.
Biliyorum, çok uzattım ancak söylemekle
de bitmiyor ki ağabey. Ülke de hiçbir
kuruma güven kalmadı artık. Gençlerimiz,
bin bir hayallerle gidip öğretmen çıkmak
istediği üniversitelerden işsizler
ordusuna bir nefer olarak mezun oluyor.
Milli Eğitim Bakanı öğretmenlere ‘’başka
işler’’ yapmalarını tavsiye ederken öteki
tarafta son umutları olan KPSS sınavının
soruları ise eller kollar sallana sallana
çalınıyor. Bir diğer tarafta, Sağlık Bakanı
doktorları birer yem gibi hastaların önüne
atarken, her gün darp edilip yaralanan ve
hatta öldürülen doktorların haberleri
gazetelerin üçüncü sayfalarını süslüyor.
Polislik Sınavı’nın soruları çalınıyor,
mülakatla alınan bütün mesleklere
girecek olanları artık devlet değil;
cemaatler, kulüpler veya lobiler belirliyor.
Fen Edebiyat Fakülteleri’ni kazananlar
mezun olduklarında iş bulacaklarına olan
inançlarını hemen ilk senenin sonunda
kaybediyor. Hukuk Fakültesi’nden mezun
olanlar ise onca meşakkatin ardından bir
avukatlık bürosu açabilmek için bile bir
dünya emek harcıyor. Hukuk demişken
ağabey; önceki Genel Kurmay Başkanı
‘’terörist’’, bir din alimi ise ‘’fuhuş
şebekesi lideri’’ olarak ceza evinde
yatıyor şu anda. Bizler ise nerdeyse 100
yaşına gelmiş olan Kenan Evren’in
yargılanmasının sevinç sarhoşluğundan,
geriye kalan hiçbir meseleyi
düşünemiyoruz.
Benim aklıma gelen soru senin de aklına
geliyor değil mi; ‘’Bu kadar rezalete,
kanunsuzluğa, adaletsizliğe, vicdansızlığa
ve uyuşukluğa rağmen nasıl oluyor da
batmıyor bu devlet?’’
Çok düşündüğüm bu sorunun cevabını
Mehmet Akif’in şu mısralarında buldum
ben ağabey;
‘’Evliya yurdu bu toprak, Enbiya yurdu bu
yer
Bir yıkık türbenin üstüne, Mevlâ titrer.’’
Alem-i İslam’a bin yıl karakolluk yapmış
olan bu toprakların üstüne titreyip
milletini koruyan Mevlâ, en kısa zamanda
yeniden dirilişimizi de nasip eder inşallah
ağabey.
Hasretle ellerinden öper, tekrardan selam
ederim.
Kardeşin Abdullah
GENCAY
27
GENCAY
28
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NİN
MANİFESTOSU: KÖRFEZ SAVAŞI Sertaç EKEMEN
26 ARALIK 1991 tarihi itibari ile Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kendini
resmen fes etmesiyle çift kutuplu dünya
siyasal ve ideolojik düzeninin bitmesi,
Kapitalist bloğun sınır tanımazlık felsefesini
devam ettirmesine olanak tanıyacaktı.
Dünya üzerindeki var olan sınırlı
kaynakların tükenebilir olması, kapitalist
ekonomik sistemin sonunu getirmemesi
için; Kapitalist Blok, Dünya’yı yeniden inşa
hareketine ve yeni bir dünya düzeni kurma
yoluna gidecekti…
Bundan 25 yıl öncesinde, Doğu Bloğunun
yaratmış olduğu süper güç dengesi,
Amerika Birleşik Devletleri’nin, Birinci
Dünya Savaşı sonrası dünyaya açılım
politikalarını etkiliyor ve Bulgaristan’dan
öteye sokulamamasına sebep oluyordu.
Gerek askeri, gerekse politik
çekincelerden ötürü, Asya’ya açılamayan
Amerikan Hegemonyası, 1986 yılında
Gorbaçov ile başlayan Glasnost-Prestroyka
süreciyle bu idealini gerçekleştirmeye
başlıyordu. Bu durum ise Dünya
kamuoyuna Neo-liberalizmin aşılanmasına
sebebiyet verecek ve bu yeni ideoloji,
küreselleşmenin meşrulaşmasına ve
Amerikan hegemonyasının entegre
olmasına olanak tanırken. Yeniden dünya
reel savaşımlarını Körfez savaşıyla
tanıştıracaktı.
1975 yılında, Helsinki Deklarasyonu’nun
imzalanmasıyla, yeni bir dünya düzeni
şekilleniyordu. Bu yeni paylaşım kontratı,
Avrupa’nın tamamının Amerikan
Güdümüne girmesine ve Amerikan
hegemonyasının Ön Asya’ya açılmasına
olanak tanıyacaktı. Bu yüzden Irak, bu
açılımın uygulanmasının ön sorunu, bir
nevi Ortadoğu’nun yükselen Sovyetleriydi.
Irak’ın Ortadoğu’da lider güç konumunda
olması, zamanın en güçlü 8. kara ordusu
ve dünyanın var olan petrol rezervlerinin
%20 sini oluşturması, Irak’ın Batı
GENCAY
29
Emperyalizminin iştahını kabartmasına
yetiyordu. Irak, Ortadoğu’nun pasif gücü
durumunda olan Arap Birliği’nin de,
yönetimsel en önemli temsilcisi
konumunda olup dev bir birleşik gücün
habercisiydi. Irak’a yapılan bir müdahale
dolaylı yoldan Arap birliğine olacak ve
bunun sonucunda fiili olarak Arap Birliği
de çökertilmiş olacaktı. Irak diktatörü
Saddam Hüseyin’in, Irak Baas Partisi’nin
de lideri olması ve Baas’ın ideolojik
yönden Panarabist bir parti konumunda
olması bu duruma kaynaklık edecekti. Böl
ve Yut politikası’ da istenilen bir zemine
yavaşça çekilecekti.
1988 yılında Irak-İran Savaşı’nın
nihayetsiz bitimi, Ortadoğu’nun iki süper
gücünü yorgun bırakıyor, buda ters orantı
yaratıp ipleri batılı sömürgecilerin ellerine
tutuşturuyordu. Savaş döneminde cereyan
eden Halepçe Katliamı, batı toplumuna
gerekli propaganda malzemesi ortaya
çıkararak, olası Irak işgali için halk
tabanını yaratılıyordu. Bütün bunlar
devam ederken, Baas rejiminin, Ağustos
1991 de Kuveyt’e girmesi, kapitalist
bloğun aradığı kıvılcımı ateşliyordu.
1991 yılının mayıs ayında, Saddam
Hüseyin zamanın Türkiye başbakanı
Yıldırım Akbulut ile görüşmesinde,
Amerika önderliğindeki emperyalizmden
korkmadığını dile getiriyor ve bugünkü
Esad’ın duruşuna paralel bir çizgide
duruyordu. Kuveyt Savaşı’nın ilk
günlerinde, Irak’a yapılacak müdahalenin
kamuoyu oluşturulup ‘şartların
olgunlaşması’ bekleniyordu. Kuveyt’in
tamamen ilhak edilmesinin ardından,
Irak’ın Suudi Petrollerine sokulması ve
var olan dünya rezervlerinin yüzde ellisini
ele geçirmesinden korkan Batı Kapitalist
Dünyası, ani bir müdahale ile Irak’ı işgal
ediyordu.
Zamanın cumhurbaşkanı Özal’ın siyasal
fikriyatının temelini oluşturan federasyon
düşüncesi bu dönemde reele geçmeye
çalışıyor, Kuzey Irak’ı da içine alan büyük
Türkiye federasyonu için çeşitli
atılımlarda bulunuyordu. Kuzey Irak’a
herhangi bir Türk mili şuuru da katmak
isteyen Turgut Özal, dönemin milliyetçi
görüşü ile bilinen kabine üyeleriyle bir dizi
görüşmelerde bulunuyordu. Başta
Amerikan Ulusal Haber Alma Servisi
olmak üzere batılı güçlerin, bu
politikalardan istihbarat sağlamış
bulunması, Türk ordusunun bölgede
yerleşke altında bulunmasına meal
GENCAY
30
vermiyor, açılacak olası Kuzey Irak
cephesini söz konusu dahi etmiyorlardı.
Amerikan ordusunun çoğunluğunu
oluşturduğu Müttefik birlikleri, 3 Mart
1991 yılında, Irak kuvvetlerini 5 km geriye
kaydırmayı başarıyordu. Yapılan ateşkes
görüşmelerinin ardından kesin barış
ortamı, Yeni Dünya Düzeninin isteği
doğrultusunda şekilleniyordu. Birleşik
Devletler, İsrail’i olası bir Arap birliği
hegemonyasından kurtarıyor, yanına
çektiği Arap ülkelerine hizipler sokarak,
İran’ı ve Arap ülkelerindeki Şii toplumları,
Araplara karşı güçlendirme yoluna
gidiyordu. Kendi güdümünde olan Suudi
petrollerini garantörlüğünün devamını
sağlıyor ve savaş maliyetini de bu
devletlerin üzerine yıkmayı başarıyordu.
Saddam Hüseyin’i ani bir darbeyle
indirmeyerek, Irak halkını istikrarsızlığa
sürüklemeye çalışıyordu. Ekonomik
ambargo ile fakirleştirilmiş ülke fiilen
Sünni, Şii ve Kürt kamplarına bölünecek.
En merkezde ise tüm fatura Saddam
Hüseyin’e kesilerek Irak içten kemirilmeye
başlanacaktı. Bu durum Günümüzde de
fiilen devam ettirilerek bölge istikrara
hasret kalmaya devam ettirilecekti.
Vietnam hezimetinin ardından Amerikan
gücü, ikinci dünya savaşı popülerliğini geri
kazanmış olacak, Amerika’yı Dünya’da şu
zamana kadar olmadığı sempatiyi
sağlayacaktı.
Yeni Dünya Düzenin getirdiği, Tek tip
Dünya vatandaşlığına doğru giden yolda
bir basamak olan Büyük Ortadoğu
Projesi’nin, ilk somut ve kanlı ayağı İran
kartı dışında başarıya ulaşacaktı. Bundan
10 yıl sonra ise Clinton’ın ardından görevi
devralan Junior Bush ikinci işgal planında,
istenilen sonucu alamayacaktı. Kısa
vadede büyük rant sağlayan Körfez savaşı,
ikinci ayağında görülmemiş bir hezimete
uğrayacaktı. 2011 yılına kadar gelen
süreçte, Amerikan kapitalizmi daha fazla
dayanamayıp yaratmaya çalıştığı
Yenidünya düzenini, Yeni bir dünya
krizine sebebiyet vererek bu uzun ve
meşakkatli yoluna mola vermek
durumunda kalacaktı. İşte bu noktada, çift
kutuplu dünyanın sona ermesiyle başlayan
ve yenidünya düzenin bir ayağı olan,
Büyük Ortadoğu Projesi’nin devamlılığı
gerçekleşecek mi, bunu olası Suriye
işgaliyle göreceğiz.
GENCAY
31
URMU GÖLÜNÜN KURU(TUL)MASININ
EKOSİSTEME ETKİSİ Halil İbrahim KOÇ
Muayyen bir alanda bulunan canlılar ile
bunları saran cansız çevrelerinin
mütekabil ilişkileri ile zuhur eden ve
süreklilik arz eden ekolojik
sistemlere ekosistem denir. Bu sistemin
şümulünde, karşılıklı olarak madde
alışverişi yapacak biçimde birbirlerine etki
yapan organizmalarla (biyotik), bitki ve
hayvanların birbirine eklemlendiği ve
ayrıca kaya, toprak, göl, akarsu gibi fiziksel
çevre faktörlerinin (abiyotik) bir arada
bulunduğu doğa parçaları yer alır.
Bu ekosistemin dört temel bileşeni vardır.
Üreticiler (ototroflar), tüketiciler
(hetotroflar), ayrıştırıcılar (saprofitler) ve
doğal çevre. İlk üç bileşen, dördüncü
bileşenin teşkil ettiği cansız doğa içinde
varlıklarını sürdüren canlı yaşamı kapsar.
Cansız doğal çevre ile bu çevre içinde
yaşamlarını sürdüren canlılar arasındaki
ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen bilim
dalına ise ekoloji (çevrebilim) adı verilir.
Ekosistemin bozulması ya da ekolojik
dengenin sekteye uğraması, tabiat ve canlı
yaşamı açısından birçok
soruna/olumsuzluğa amil olur. Bu menfi
durumların tabiat açıdan neticelerini şu
şekilde sıralayabiliriz:
1. Coğrafi Yapı ve İklim Değişir: Her
ortamın kendine özgü iklimi, sıcaklığı,
nem oranı, ışık ve tuzluluk gibi yapısal
farklılıkları vardır. Bu yapısal
farklılıklara bağlı olarak biyolojik canlı
türleri de değişir. Doğadaki canlı
varlıklar, çevrenin iklimi üzerinde
müteessirdir. Sıcaklık, nem, ışık ve
yağış olaylarının tecellisine katkıda
bulunurlar. Bir ekosistem ortamındaki
bozulmalar, kendiliğinden o bölgenin
iklimini değiştirir. Bu durum ise
biyolojik dengeye tesir eder. Canlıların
tür ve sayılarının azalmasına veya
çoğalmasına neden olurlar. İklimdeki
bu değişmeler, yeryüzü şekilleri ile
üretim-tüketim ilişkilerini değiştirir.
Ormanların yok edilmesi sonucunda o
bölge hızla çölleşir. Yağış ve nem
azalırken sıcaklık artar. Bir gölün
kuruması sırasında buna benzer
olaylar meydana gelir. Bütün bu
olaylar bölgenin coğrafi yapısının
değişmesine neden olur.
GENCAY
32
2. Erozyon Toprakları Bitirir: Göl ve
orman alanlarındaki biyolojik denge
bozulduğu zaman,yoğun bitki örtüsü
giderek azalır. Buna bağlı olarak da
toprağın erozyonu hızlanır. Çünkü,
toprağı koruyan faktörler eksilmiştir.
Bunlar ile birlikte yanlış sürüm, uygun
olmayan ekim, kimyasal atık ve tarım
ilaçları, yapay gübreleme vb. etkiler
toprağı verimsizleştirmektedir.
Verimsiz topraklar ise üzerindeki bitki
örtüsünü besleyememektedir. Bitki
örtüsü olmayan topraklar korumasız
kalırlar. Dolayısıyla erozyona uğrarlar.
3. Su Kaynakları Azalır ve Kurur:
Ekosistem ortamlarındaki bozulması
sonucunda su kaynakları da giderek
azalır ve kurur. Bir orman ekosistemi
bozulduğu zaman, o bölge eskisi gibi
düzenli yağış alamaz. Buna bağlı
olarak ta su havzaları beslenemez.
Suyla beslenemeyen havzalar da yer
altı su kaynaklarını oluşturamaz.
Böylece o ortamlardaki su kaynakları
kurumaya başlar. Asya kıtasındaki
Aral gölünü besleyen nehirler, sulama
ve enerji elde etme amaçlı kullanılınca,
göl kurumaya başlamıştır. Doğal
olarak göl ve çevresi hızla çölleşmiştir.
Bu olaya bağlı olarak ekolojik denge
değişmiş ve biyolojik zenginlik
azalmıştır.
4. Enerji Kıtlığı Başlar: Bir ekosistemde
bulunan canlılar, karşılıklı yarar ve
çıkar ilişkileri içinde yaşarlar. Bu
canlıları bir arada bulunuş nedenleri,
birbirlerine olan ihtiyaçlarından ileri
gelmektedir. Birinin varlığı, diğerinin
yaşamasına bağlıdır. Besin maddeleri
canlıların enerji kaynağıdır. Enerji
olmada hiçbir canlının yaşaması
mümkün değildir. Canlılar, enerji
ihtiyaçlarını beslenerek karşılarlar. Bu
nedenle, her canlı beslenebileceği bir
ortamda yaşar. Ekosistem ortamı
çeşitli etkilerle bozulmaya başlayınca,
o ortamın biyolojik dengesi de
bozulur. Buna bağlı olarak canlı sayısı
da azalarak yok olmaya başlar. Canlı
sayısındaki azalma ise o ortamın
beslenmesini zorlaştırarak enerji
kıtlığına neden olur.
GENCAY
33
5. Biyolojik Çeşitlilik Azalır-Beslenme
Sorunu Doğar: Bozulan ekosistem
ortamlarında bazı canlı türleri
azalarak yok olur. Ölen canlılarla
beslenen canlı türleri de bundan
olumsuz etkilenerek azalırlar. Kısacası
besin zinciri halkasını oluşturan bütün
canlılar olumsuz olarak etkilenirler.
Beslenme sorununa bağlı olarak
biyolojik çeşitlilik de azalır.
Urmiye Gölü’nün kuruması, -veya Urmiye
Türklerinin göçe muhtaç bırakılması için
tarım ve tuz geliri açısından ehemmiyeti
bulunan Urmu Gölü’nün kurumasının İran
rejimi/hükümetinin görmezden gelinmesi,
önlem alınmaması- yukarıda sıraladığımız
durumlarla neticelenecektir.
Güney Azerbaycan’ın Batı Azerbaycan
Eyaleti’nde yer alan Urmu/Urmiye Gölü,
İran’ın en büyük gölüdür. Bu gölün açık
denizlerden yüksekliği 1275 m. olup, Ölü
Deniz’den sonra en tuzlu sulardan biri
sayılmaktadır. Göl 5.200 km²
yüzölçümüne sahiptir. En derin yeri
yaklaşık 16 m’dir. Bu gölde denizcilik ve
gemi seferleri de yapılmakta, gölün tuz ve
balçığından yılda bir hayli gelir elde
edilmektedir. Urmiye Gölü turizm
açısından da yeterince
değerlendirilememiştir. Burada turistik
mekânlar ve eğlence merkezleri yapıldığı
takdirde büyük bir gelir kaynağı
sağlanabilir.
Fakat asırlar boyunca Türkler tarafından
yönetildikten sonra 1925 yılında
İngilizlerin yardımıyla Kaçar Hanedanı’nın
devrilerek yerine Rıza Pehlevi’nin
getirilmesiyle Güney Azerbaycan/İran
Türkleri üzerinde muhtelif asimilasyon
politikaları tatbik edilmiş1 ve İran Türkleri
arasında yaygın olan Türk milliyetçiliği
tehlike olarak addedilmiştir.2 Binaenaleyh
bu gölün kuruması o bölgede yaşayan
Türklerin göçe tabi tutulabilmesi için İran
rejimi tarafından görmezden gelinmesi
müşahede edilmiştir. Çünkü bir tuz gölü
olan Urmu’nun kuruması demek;
bölgedeki bütün tarım ve hayvancılık
faaliyetlerinin bitmesi, tuz fırtınaları, tuz
kasırgaları, tuz tsunamileri ile yaşanmaz
bir coğrafyanın ortaya çıkması demektir.3
Urmu Gölü’nün şu an %60’ı kurumuş
vaziyettedir. Göle giden suyollarını tıkayan
ve üzerinde baraj faaliyetleri yürüten
İran’ın bu girişimlerini sürdürmesi, Urmu
Gölü’nün mahdut yıllar sonrası tamamının
kurumasıyla sonuçlanacaktır. Bu da
demek oluyor ki, Urmu Gölü’nün
kurumasıyla bölgede ekosistem bozukluğu
ortaya çıkacak ve yukarıda saydığımız
olumsuzluklarla coğrafi yapı ve iklim
değişecek, erozyonlar görülecek, su
kaynakları azalacak veya kuruyacak, enerji
kıtlığı başlayacak ve biyolojik çeşitliliğin
azalması sonucu beslenme sorunları baş
gösterecektir. Tüm bu sorunların
neticesinde ise, modern Fars faşizmi ile
asimile edilmeye çalışılan ve göçe
zorlanan, Urmiye’deki nüfusu 300.000
civarında4 olan İran/Güney Azerbaycan
Türk’ü doğal soykırımla boğuşacak; hatta
belki de yurtlarından göçmek
mecburiyetinde kalacaklardır.
GENCAY
34
Şekil 1: İran Azerbaycan'ının Fiziki Haritası
KAYNAKLAR
1 Ayrıntılı bilgi için bk. http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=116:gueney-azerbaycann-corafi-oezellikleri (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Bu politikalar şu şekilde sıralanabilir:
Azerbaycan Türklerinin Ari ırkından olduğu tezi Kuzey Azerbaycan’ın Güney Azerbaycan’dan ayrı bir coğrafi bölge olduğu ve Arran
olarak adlandırıldığı Azerbaycan Türkleri kimliklerini saklamak zorunda kalması Azerbaycan ismi taşıyan eyaletlerin sınırının daraltılması ve coğrafya adlarının
değiştirilmesi Türkiye’nin örnek alınmasını önlemek amacıyla iftiralar atılması Azerbaycan Cumhuriyeti’nin güçsüzleştirilmesine çalışılması Türk Dilinin kullanılmasının engellenmesi ve kültürel hakların tanınmaması Azerbaycan Türk Kültürünün Fars Kültürü içerisinde eritilmeye çalışılması
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=115:gueney-azerbaycanda-tuerklere-uygulanan-asimilasyon-politikalar (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Mustafa Balbay, İran Raporu, 2. Baskı, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2006, s. 121 1 Erhan Özhan, “Tebriz Düşerse, Ankara Düşer! Urmu düşerse…”, 13 Mart 2012 http://www.arazdergisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=204:tebriz-dueerse-ankara-dueer-urmu-dueerse (Erişim: 3 Nisan 2012) 1 Hakan Kaygusuz, İran Azerbaycanı'nın Sosyo-Kültürel Yapısı Ve Siyasal Coğrafyası, Yüksek
Lisans Tezi, 3. Bölüm
GENCAY
35
UYAN TÜRK MİLLETİ!
SAĞLIĞIN TEHLİKEDE Dr. Alperen KIZIKLI
Türkiye sağlık alanında 2005 yılından
itibaren büyük bir değişime ve dönüşüme
girmiştir. “Sağlıkta Dönüşüm” adı verilen
bu proje ile sağlık hizmetlerinin sunumu
ve vatandaşın hizmete erişimi, hekimin
özlük hakları ve çalışma koşulları ile ilgili
çeşitli yasalar ve kararnameler yürürlüğe
girmiştir.
Aile hekimliği sistemine ilk olarak
2005 yılında Düzce’de pilot uygulama
ile başlanan ülkemizde 2010’un Kasım
ayı itibariyle artık tüm illerde sağlık
ocakları sistemi bırakılıp, aile
hekimliği uygulamasına geçilmiştir.
Sağlık sistemindeki bu köklü değişikler
hakkında bilgi vermeden önce geçmişteki
sağlık ocakları kanalıyla yürütülen birinci
basamak sağlık hizmetlerinin yapısı ve
işleyişine de değinmek isterim.
Sağlık ocağı sistemi, birinci basamak sağlık
hizmetleri modellerinden olan sağlık
kurumu aracılığıyla koruyucu ve tedavi
edici sağlık hizmetlerinin bir sağlık ekibi
tarafından sunulması sistemidir.
Ülkemizde 1960’lı yıllardan bu yana
uygulanmaktaydı. Avrupa’nın pek çok
ülkesinde de bu kurumlar halen
bulunmaktadır ve isimleri sağlık merkezi
olarak geçmektedir.
Sağlık ocağı sistemi nasıl bir sistemdi?
Sağlık ocakları ilgili yasada şu tanım yer
almaktadır: “Her 5-10 bin nüfusa bir
sağlık ocağı kurulmalıdır. Bu sağlık
ocağı içerisinde de yeteri kadar sağlık
personeli çalıştırılmalıdır.” Görülen o
dur ki yasa tanımında belirsiz bir nokta
yoktur. Hem nüfus bellidir, hem de o
nüfusun yaşadığı bölge bellidir.
Sadece doktordan oluşmayan, doktorun da
içinde bulunduğu bir sağlık ekibi vardır.
Kişiye ve kişinin de yaşadığı çevreye
yönelik koruyucu ve tedavi edici sağlık
hizmetlerinin bütüncül bir yaklaşımla
sunumu söz konusudur.
Ülkemizdeki sağlık ocakları; çevre, gıda
denetimi, suyun sağlıklı halde olup
olmadığının denetlenmesi, gıdaların
denetlenmesi, çalışma ortamının
denetlenmesi gibi pek çok hizmeti, bu
ünitelerde bulunan hekim ve hekim
dışındaki diğer sağlık personeliyle birlikte
vermekteydi.
Hekimin yanı sıra, hemşiresi, sağlık
memuru, sağlık teknisyeni, tıbbi sekreteri,
hizmetlisi gerçekten orada bir olanak
hazırlanabilirse röntgen teknisyeni ve
GENCAY
36
laboratuar teknisyeni gibi çeşitli sağlık
personellerini barındıran bir ekiple hizmet
verilebilmesi mümkündü. Sonuçta sağlık
ocağı, o nüfus ölçeğindeki insanların sağlık
ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaca dönük
hizmetlerin % 90-95’ini karşılayabilen bir
ünite şeklindeydi.
Ekip çalışması yerine hizmetin sunumunu
tek bir hekime terk ettiği için; sağlık
hizmetlerinde nüfusla coğrafya arasındaki
ilişkiyi kopardığı için aile hekimliği
uygulaması modern sağlık anlayışının
gerisinde, çağ dışı bir modeldir.
Sağlıkta Dönüşümün İlk Adımı: Aile
Hekimliği Sistemi
Türkiye’de sağlıkta dönüşümün ilk adımı
olarak Aile Hekimliği sisteminin
getirilmesiyle, yasalara ve mevzuatlara şu
ibareler konulmuştur:
“Sağlık hizmetlerinin finansmanı için
sağlık sigortası fonu oluşturulacaktır. “
“Sağlık hizmetleri bireye yönelik tedavi
edici hizmetlerle, bireye dönük
koruyucu hizmetler şeklinde ayrı ayrı
verilecektir.”
“Gerekli örgütlenme ise aile hekiminin
kendi imkânlarıyla oluşturduğu
ofislerde yapılacaktır.”
“Vatandaş primini ödedikten sonra
sağlık sigortası fonundan
faydalanacaktır, bu fonun üyesi
olacaktır. ”
“Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı verilen
bu süreç, kuruluşu esnasında sosyal devlet
ilkesini benimsemiş ülkemiz için artık
sağlık hizmetinin temel bir devlet görevi
olmaktan çıkarılması, sağlığın
özelleştirilmesi demektir. Sözün özü
“Parası olana sağlık” ilkesinin
benimsenmesidir.
Aile hekimliği uygulaması ile sağlık
hizmetleri koruyucu ve tedavi edici
hizmetler olarak iki ayrı grupta ele
alınmıştır. Koruyucu ve tedavi edici sağlık
anlayışının beraberliği artık söz konusu
değildir. Hâlbuki bu ikisi bütüncül olarak
tek bir anlayışta yer almalıdır.
Fakat yasa her ne kadar koruyucu ve
tedavi edici sağlık anlayışına yer verse de,
hekimlik uygulamalarında koruyucu halk
sağlığı hizmetlerinin göz ardı edilip,
performans sistemine ve tamamen tedavi
edici hizmetlerin tüketimine dayalı bir
sağlık sistemi meydana getirildiği
gözlenmektedir. Koruyucu sağlık
hizmetlerinin esamesi okunmamaktadır.
Tüm bu uygulamalar, yandaş medyada yer
alan “Sağlıkta Dönüşüm Programı” gibi,
“Özel muayene sistemini bitiriyoruz!”
gibi birtakım kulağa hoş gelecek
söylemlerle maalesef ki halkımız
kandırılarak yapılmaktadır.
GENCAY
37
Süreç İçerisinde Sağlıkta Dönüşüm ve
Aile Hekimi Uygulaması Vatandaşa
Nasıl Yansıdı ve Nasıl Yansımaya
Devam Edecektir?
1) Katkı payı, fark ödemesi ve hastanelerin
sınıflandırılması gibi uygulamalar ile
yalnızca ‘parası olana ve parası miktarında
sağlık’ hizmeti dönemi başladı.
2) Herkes genel sağlık sigortası primini
çalışan, işsiz ya da emekli ayırt
edilmeksizin ödeyecektir.
3) Prim ödemeyen sağlık hizmeti
alamayacaktır.
4) Sağlık karneleri ücretsiz ilaç almaya
yaramayacak, halkımız eczanelerde
muayene parası adı altında şu anda
ödediği farkın daha fazlasını ödemek
zorunda kalacaktır.
5) Yeşil kartlar iptal edilecektir.
6) Sağlık ocaklarındaki gibi, doktor, ebe,
hemşire, sağlık teknisyeninden oluşan bir
ekip artık yoktur. Birkaç doktorun yaptığı
işi bir doktor yapacağı için evde sağlık
hizmeti ve yaşlı hasta takibi
yapılamamaktadır.
7) Koruyucu sağlık hizmetleri, demir
destek tedavileri gezici ekipler ortadan
kalktığı için düzenli bir şekilde
verilememektedir, verilemeyecektir.
Koruyucu hekimlik denince akla gelen aşı,
okul taraması, çevre kirliliği ile mücadele,
halkın sağlık eğitimi seviyesinin
yükseltilmesi, anne çocuk sağlığının
geliştirilmesi gibi önemli ve gerekli
çalışmalar sağlık ocaklarındaki gibi bir
sağlık ekibi olmadığı için artık
yapılamamaktadır, yapılamayacaktır da.
Çıkarılacak olan “Kamu Hastane
Birlikleri Yasası” da sağlık hizmetlerini
özelleştirme sürecinin bir parçasıdır. Bu
yasa ile kamu hastanelerinin yönetimi
önce hükümet destekli bir vakfın mütevelli
heyetine verilecek sonra da bu yönetimler
marifeti ile zamana yayılarak tüm kamu
hastaneleri özel hastanelere çevrilecek,
böylece liberal politikaların etkili olduğu
sağlık kentlerinin önü açılacaktır.
Sağlıkta Dönüşümün Getirdikleri: Genel
Sağlık Sigortası
Genel sağlık sigortası kavramı sağlıkta
dönüşüm programının bir gereği olarak
ülkemizde sosyal güvenlik kurumlarının
birleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Sosyal
Sigortalar Kurumu, Bağ- Kur ve Emekli
Sandığı tek çatı altında Sosyal Güvenlik
Kurumu olarak birleştirilmiştir. Adında iki
tane sihirli kelimeyi birlikte kullanıyor.
Birincisi herkesi sigorta kapsamına dâhil
ediyormuş gibi “Genel” , ikincisi bütün
sağlık hizmetlerini sunuyormuş gibi
“Sağlık” ifadesi yer alıyor.
Hâlbuki bunların ikisini de tam anlamıyla
içermiyor.
Genel Sağlık Sigortası adındaki ifade gibi
“Genel” değil. Çünkü primini
ödeyebilenler için primini ödeyebildiği
GENCAY
38
kadar geçerlidir. Primi ödeme gücü
olamayan; geçici işsizlik, tarım işçiliği ve
değişik nedenlerle işini kaybedenleri
kısacası primini öde(ye)meyen herkesi
sağlık hizmetinden yoksun bırakmaktadır.
“Primini ödeyemeyen” dediğim
insanların ikinci boyutunu da şu gerçek
oluşturuyor: Türkiye’de, nüfusun
neredeyse %20-30’u açlık sınırında
yaşıyor. Tüm nüfusun ise yüzde %60-70’i
de yoksulluk sınırının altında bulunuyor.
Ülkemizde 1 Ocak itibariyle geçerli olan
net asgari ücretin de yaklaşık 634 lira
olduğunu da hatırlatalım.
Asgari ücretten bahsetmemin nedeni
Genel Sağlık Sigortası’nın kapsamında yer
alan şu ibaredir : “Aylık geliri asgari
ücretin 3’te birinden fazla olan herkes
asgari ücret üzerinden belirlenmiş
minimum sigorta primini ödeyecektir.”
Örneğin; 350 lira geliri varsa bireyin, ayda
sadece sağlık hizmeti alabilmek için 80-90
lira prim ödemesi gerekmektedir. Asgari
miktarı ödemediği takdirde yoksul insan,
hizmetten yararlanamayacak demektedir.
Bu insanların yol parasını, ekmek parasını
bulamadığını düşünmeyen, dar gelirliyi
dahi iliklerine kadar sömürmek isteyen bir
sigorta anlayışı yasada göze çarpmaktadır.
Genel Sağlık Sigortası ile ilgili yasa diyor
ki: “Sigorta primlerine göre halka bir
paket sunulacaktır. Eğer bireyin sağlık
ihtiyacı bu paketin içerisindeyse
herhangi bir ek ödeme yapmadan
paketten yararlanacaktır. Fakat tedavi
ihtiyacı sigorta primine göre sunulan
paketin dışına çıkıyorsa, (o zaman
kusura bakmayın); sigortalı birey bunu
kendi bütçesinden veya özel sağlık
sigortalarıyla ödemek zorundadır.”
Genel sağlık sigortası primini daha üst bir
miktardan yatıramayan bir halka, kime
hizmet edilerek özel sağlık sigortası
yaptırması tavsiye edilir, anlamak çok da
zor olmasa gerek. Genel sağlık sigortasının
ülkemizde yavaş yavaş yerini özel sağlık
sigortalarına bırakacağını söyleyen
haberler son zamanlarda medyada sıkça
yer almaktadır. Gidişatın bu yönde
olduğunu da görmek çok zor değildir. İşte
televizyonlarda bu aralar bolca
gördüğümüz özel sigortacılık
reklamlarının ayrık otu gibi çoğalmasının
sebebi yukarıda bahsettiğim ifadeden
kaynaklanıyor.
Ayrıca ilgili yasadaki şu ifadeyi de dikkatle
ele almamız gerekiyor “Kişi ekonomik
zorluğa girerse ekonomik durumuna
göre mensup olduğu paketten, daha
küçük, daha az bir hizmeti kapsayan
sigorta paketine geçebilir.” Genel sağlık
sigortası kapsamında zannediyorum ki
hepimizin şu düşünceyi benimsemesi
isteniyor: “Allah, kimseyi gördüğü
günden geri koymasın!!!”
Genel sağlık sigortası uygulamasından özel
sigortacılık sistemlerine geçen ülkelere
bakıldığında, neredeyse hizmetin
tamamını kapsayan sigorta fonlarından,
bugün, ilaçlar için ciddi katkı payları,
GENCAY
39
tetkikler için ciddi sıraların, tedavi için
değişik güçlüklerin ortaya çıktığı bir
kargaşa düzeni oluşmuştur. Özel sağlık
sigortası sisteminde zamanla birtakım
hastalıkların paketlerden çıkarıldığı;
kanser hastalığı gibi, böbrek hastalığı gibi
kronik hastalıkların, şeker hastalığı,
hipertansiyon gibi ya da beyin kanamasına
bağlı felç gibi iyileşme olanağı olmayan
sağlık sorunlarının zamanla bu özel sağlık
sigortası paketlerinin dışına alındığı
görülmektedir. Çünkü özel sağlık
sigortasının bazı hastalıkların yüksek
tedavi masraflarını sadece primler
üzerinden karşılayabilmesi için ya primini
yükseltmesi ya da sunulan paketi
küçülterek bu harcamaları yapmaktan
uzak durması gerekmektedir. Kısacası
getirilmesi planlanan özel sağlık sigortası
sistemi, sermayenin menfaatini halkın
sağlığından daha önemli görmektedir.
Sağlıkta Dönüşüme Karşı Sağlıkta
Çözüm Önerilerimiz Neler Olabilir?
Bu tüm olumsuzluklara karşı kendimce
sağlık alanındaki çözüm önerilerimi şöyle
sıralamak isterim:
1- Vatandaşı ve hastayı müşteri konumuna
getiren, sağlık hizmetini sosyal devletin bir
gereği olmaktan çıkaran ve yabancı
sermayeyi halkın sağlığına tercih eden
sağlıkta dönüşümden acilen
vazgeçilmelidir. Para kazanmanın birinci
planda olmadığı, hastalıkları önlemenin ve
halkın sağlığını korumanın öncelikli
olduğu bir sağlık sistemine geçilmelidir.
2- Halka kendi sağlığını nasıl koruyacağını
anlatan kısacası herkesin kendi doktoru
olabilmesine yardımcı olacak eğitim
müfredatları ve sağlık bilgisi yaygın eğitim
kampanyalarıyla geliştirilmelidir,
desteklenmelidir.
3- Sağlık hizmetlerinin planlaması,
yönetilmesi ve denetimi noktasında sivil
toplum örgütleri, sendikalar, hasta ve
hekim derneklerinin de görüşlerine
başvurulmalıdır. Ortak bir sağlık sistemi
mutabakatı oluşturulmalıdır.
4- Ucuz ve nitelikli ilacın ülkemizde
üretilmesi sağlanmalıdır. Geçmişte SSK’nın
sahip olduğu ilaç firmaları gibi yerli ilaç
firmalarının önü açılmalıdır. Yerli ilaç
sanayisi, yabancılara karşı korunmalı ve
pahalı ilaçların yerine yerli muadillerinin
üretilmesi desteklenmelidir.
5- Dünya Sağlık Örgütü’nün her ülkede
bulunması istediği yüz temel ilaç ve çeşitli
aşılar, ülkemiz için hem güvenlik
zorunluluğundan hem de ekonomik
nedenlerden dolayı artık yurdumuzda
üretilmelidir. Hıfzıssıhha merkezi sadece
aşı depolama ve dağıtım görevi
yapmamalı, Cumhuriyetin ilk yıllarında
olduğu gibi ülkemiz için yeniden aşı
üretme faaliyetlerinde de bulunmalıdır. Bu
saydıklarım yapıldıktan sonra
yurdumuzda üretilebilen ilaçların ve
aşıların yurtdışından ithalatı
durdurulmalıdır. Yerli ilaçlara ve aşılara
yurt içinde her sağlık kuruluşundan ve
eczaneden ulaşılması sağlanmalıdır.
6- Aşılama faaliyetleri daha ciddi bir
şekilde yapılmalı, yurdun her sathına
gerekli aşılar ulaştırılarak, aşısız hiç bir
çocuk bırakılmamalıdır.
7- Tedavi edici sağlık hizmetlerine yapılan
yatırım kadar, koruyucu (önleyici) sağlık
hizmetlerine de gerekli bütçeler
ayrılmalıdır. Üniversitelerin halk sağlığı
GENCAY
40
anabilim dallarından maliyet-yarar
ilişkisini gözetecek şekilde koruyucu
sağlık hizmetleri ile ilgili çalışmalar ve
çeşitli raporlar talep edilmelidir.
Son Söz
Sağlıkta dönüşüm programı sağlık
çalışanlarını yoksullaştıran, yıllarca emek
vermiş insanları işsizleştiren bir
uygulamadır. Vatandaşların büyük
çoğunluğunu, ödeme gücü olmayanları
sağlık hizmetlerinden yoksun bırakma
programıdır. Sermayenin çıkarlarını,
halkın sağlığından daha üstün
tutmaktadır.
Bütün bu saydığım sıkıntıları hiç kimsenin
hak ettiğini düşünmüyorum. Güzel
yurdumun insanlarının daha nezih bir
şekilde sağlık hizmeti alabilmesini
temenni ediyorum.
Sağlık çalışanını, vatandaşını, kendi
devletini de düşünen bir sağlık sistemi
inşa etmemizin ancak demokratik ve milli
olan, sermayenin esiri olmamış
hükümetlerle mümkün olabileceğine
inanıyorum.
Sağlıkta dönüşüm sağlıksızdır. Sağlığınızla
oynatmayınız.
GENCAY
41
KİMLİĞİNİ KAYBEDEN EKONOMİ Recep BAYRAM
21. Yüzyıl enteresan bir dönem diye
düşünüyorum. İnsanlar, oldukları gibi
görünmek ya da göründükleri gibi
olmaktan ziyade bu dönemin popüler
görüntülerine özenip, özendikleri
popülerlerin kimliklerine bürünüyorlar.
Bir örnekle açıklamak gerekirse genç bir
kişiye nereli olduğunu sorduğumuzda
genellikle doğduğu yerden ya da
büyüdüğü şehirden olduğu cevabını alırız.
Bunu bilen insan sarrafı kişiler, gence
babasının nereli olduğunu sorunca farklı
bir memlekete mensup olduklarının
cevabını alırlar. Oysa bu çocuğun esas
memleketi, babasının mensup olduğu
yerdir çünkü mensubiyet, hissettiğimiz ve
kişiliğimizin genel özeliklerini taşıdığımız
yerin en belirgin rengidir.
Bir ülkenin ekonomisi de o devletin
kuruluş esasına göre kurucu unsur olan
milletin rengindedir. Açıkçası şu ki millet
temeline göre kurulmuş devletler, milli
ekonomiye sahiptir. Bu devletin
ekonomisi, o milletin renklerinin
yansımadır.
Dünyada ise ekonomi çeşitleri çoktur hatta
zaman zaman ekonomiler birbirleri ile
ortaklık gösteren noktalarda iç içe
geçmişlerdir. Komünizm, Sosyalizm,
Kapitalizm gibi en bilinenleri de ekonomi
müfredatını içeren bölümlerde
yükseköğretim dersi olarak verilmektedir.
Genelde her ekonomi modeli, teoridir.
Kesin doğrulara sahip değildir. Birçoğu
uygulanırken zamanın şartlarına göre belli
esnemelerle biçim de değiştirebilir. Temel
olarak amaç, milletin çağdaş medeniyetler
seviyesinin en önünde müreffeh bir yaşam
sahibi olmasını sağlamaktır. Milli
ihtiyaçlara göre doğru zamanda doğru
modeli uygulayabilmektir. Bunu sağlamak
da ülkenin doğal kaynaklarının elverişli
bir biçimde kullanılması, ülkenin olmazsa
olmaz ürünlerinin öncelikle kendi eliyle
tedarik edilmesi, dış ticaret dengesinin
gözetilmesi, cari hesabın her zaman artı
durumunda olmasının sağlanması,
ekonominin dinamiği olan üreticilerin
ağırlığının milletin kendi fertlerinden
oluşan müteşebbislerden oluşması ile
mümkündür.
Bu gibi hassasiyet gerektiren konular,
dikkate alındığı müddetçe hangi ülkede
olursa olsun kanunlar nizamlı bir şekilde
uygulanacaktır. O zaman
özelleştirmelerden de yabancı ortaklardan
da korkmaya gerek yoktur. Ancak kontrolü
kaybetmiş bir şekilde bunların yasal
düzenlemeleri yapılmaksızın sırf
ekonomik büyüme sağlansın diye
düşünülmeden atılımlar oluşursa işte o
GENCAY
42
zaman o ülke için kâbus denecek hadiseler
cereyan etmeye başlar.
Milli Ekonomi, Gayri Milli kontrollerin
eline geçebilir. İşte bu noktada Ulu Önder
Atatürk’ün “Siyasi, askeri zaferler ne
kadar büyük olurlarsa
olsunlar, ekonomik zaferlerle
taçlandırılmazlarsa meydana
gelen zaferler devamlı olamaz, az
zamanda söner.” sözlerinin doğru tespiti
karşımıza çıkar.
Türkiye’nin bugünkü ekonomi
faaliyetlerine bakınca vaziyetin ne yazık ki
bu durumdan farksız olduğunu görmemek
gafilliktir. Kimi kurumlar, özelleştirilirken
bulundukları alanda tek el olduğu
düşünülmeksizin milletin bu kurumların
serbest fiyatlarına mahkûm edildiği büyük
bir gerçekliktir. Çareyi Avrupa Birliği’nin
İlerleme Raporları’nda aramak, gerçekleri
endeksler, kurlar, piyasalar gibi anlaşılmaz
kavramların arkasına sıkıştırmak, ülkenin
geleceğini düşünmeksizin şahsi menfaatler
uğruna resmen milli menfaatleri yok
etmeye çalışmak anlamına gelmektedir.
Milli Mücadele yapılırken esnaf ve
tacirlerin buradaki rollerinin ne derece
önemli olduğu anlatılan hikaye ya da
anılarla malumdur. Kimileri servetlerini
ülkenin bağımsızlığı için harcarken
kimileri de servetlerine servet katmak için
işgalcilerle pazarlık yaparak ihanet
meşalesini açıkça ellerinde tutuyorlardı.
Yazımın başında söylediğim gibi 21. Yüzyıl
anlaşılmaz bir dönem ve bu dönemde özel
sermayeden hangisinin Milli, hangisinin
Gayri Milli olduğu anlaşılamamaktadır.
Karanlık ve boşluk içerisinde bir para gücü
Türkiye’yi mesken tutmuş, suyun akışına
göre Türk Milleti’nin alın terini insafsızca
sömürmektedir.
Buğday gibi temel gıdanın da temelini
oluşturan ürünün Türkiye artık ithalatçısı
konumundadır. Fındık üreticileri
yıldırılarak iflasa sürüklenmektedir.
Hayvancılık yapanlar, maddi olarak verilen
sus payı ile vasıfsızlaştırılmaktadır. Her
sene, 70 Milyar Dolar cari açık
verilmektedir. Ülkenin toplam borcu 600
Milyar Doları aşmıştır. Enerji ürünlerinin
en pahalı şekilde kullanıldığı bir ülkedir
Türkiye. İşsizlik oranının, açlık oranının
zirve ülkelerindendir Türkiye. Türk’ün
Türklüğü tartışarak parça parça olmaya
hazırlandığı bir ülkedir Türkiye.
Düşünün Türkiye’nin herhangi bir yerinde
bir kasabadasınız ve Kasap İngiliz,
Lokantacı Fransız, Postacı Arap, Manav
İsrailli(Yahudi), Benzinci Amerikan,
Gümrükçü İsviçreli gibi patronajı yabancı
bir durum hâkim ve siz bu durumda
bunlarla işçilik ve çiftçilikle rekabet
etmeye çalışıyorsunuz. Bu durumda
kendinize sormaz mısınız, BİZ BU
DÜNYANIN İNSANI MIYIZ YA DA BU
BİZİM DÜNYAMIZ MI?
GENCAY
43
İŞTE BU SORU, MİLLİ EKONOMİ
KİMLİĞİNİZİ KAYBETTİĞİMİZİN
RESMİDİR. Bu durumdan sonra menfaat
sahipleri, şüphesiz ki kendilerini daha
güvenilmez bir durumda görecektir.
Çünkü onları koruyan ne bir devletleri ne
o devletin var olma sebebi olan bir Türk
Milleti kalmayacaktır.
Ortada bir vazife var ve bunun kim
tarafından, ne şekilde yerine getirileceği
tartışılıyor. Sonucu bulmamak için de
herkes üzerine düşeni yapıyor. Yazımı bu
işi çözse çözse Nasreddin Hoca çözer
diyerek onun bir fıkrası ile
sonuçlandırmak istiyorum.
Nasreddin Hoca, bir gün eve eşeğiyle
ormandan odun getirir. Hava da çok sıcak
olduğundan hem kendisi hem de eşeği kan
ter içinde kalırlar. Hoca odunları indirir ve
yerleştirir. Daha sonra karısına dönerek:
- Hatun, eşek çok yoruldu, onu bir
yemleyiver, diye seslenir.
Karısı da o gün yorgun olduğundan:
- Efendi, benim işim var, sen
yemleyiver, der.
Hoca, sıcaktan iyice bunalmış bir vaziyette
kendini minderin üzerine atar:
- Olmaz! Hiç halim yok, veremem,
sen ver, der.
Eşeğin yemini, sen vereceksin, ben
vereceğim derken iş kızışır ve epeyce
tartışırlar. En sonunda Hoca:
- Pekâlâ! Öyleyse aramızda bahse
tutuşalım. Kim önce konuşursa
eşeğe o yem versin. Anlaştık mı?
Der.
Karısı teklifi kabul eder. İkisi de birer
köşeye çekilirler. Az sonra kadın, el işini
alarak komşuya gider. Hoca bir şey
diyemez. Aradan biraz zaman geçer ve eve
bir hırsız girer. Hırsız, Hoca’yı görünce
kaçacak olur ama Hoca’dan hiç ses ve tepki
gelmeyince kaçmaktan vazgeçer. Ortalıkta
ne var ne yoksa koca bir çuvala doldurur
ve Hoca’nın gözleri önünde çuvalı
yüklenerek evden çıkar. Karısı epey
zaman sonra eve girip evin halini görür.
Eşyaların yerinde yeller esmektedir.
Telaşla:
- Efendi, bu ne hal? Diye çığlık atar.
Hoca, yattığı yerden doğrularak:
- Hadi bakalım Hatun, bahsi
kaybettin. Eşeğin yemini sen
vereceksin! Der.
Giden gittiğine göre durum gene
çözülmedi değil mi?
İnatçı ve unutkan uykularımız, afiyetle
olsun.
GENCAY
44
TARİHİ BİLİM ADAMLARI:
CÂBİR BİN HAYYAN Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Câbir Bin Hayyan (721 - 805)
(Ebu Musa Câbir bin Hayyan)
(Latince: Geber)
721 tarihinde Horasan’ın başkenti Tus’ta
dünyaya gelen bu Türk âlim için ‘üstatlar
üstadı’ denildi. Kendisi Avrupa’da atomun
keşfinden 1000 yıl önce atomu bulmuş
ayrıca ilk kez atom bombası fikrini ortaya
atan bir Türk olarak da tarihe geçmiştir.
Çocukken ailesiyle Kûfe’ye taşınan Câbir,
büyüdüğünde zamanının en büyük ilim
mekânı olan Harran Üniversitesi’nin
rektörüydü. Modern kimyanın babası
sayılan bu âlim dünyanın en büyük on iki
dâhisi arasına girmiştir.
Buluşlarından dolayı Avrupalı pek çok
âlim onun adını anmak zorunda kalmış,
verdikleri eserlere Câbir bin Hayyan’ın
ismini koyarak meşhur olmuşlardır.
“Kimyevi hadiseler tabiatta Cenab-ı Hakk’ın
takdiriyle uzun sürede meydana
gelmektedir. Kimyager tabiatta uzun
sürede meydana gelen şeyi kısa zamanda
yapan kişidir. Âlim ise, keşfedilmiş bir
buluştan yola çıkarak başka buluşlar
ortaya çıkarabilen kimsedir.” diyen Hayyan,
aynı zamanda “Altının gümüşten, renk ve
ağırlıktan başka bir farkı yoktur, bu iki
özelliğin ortadan kaldırılması, her isi cismi
teşkil eden atomların kontrol altında
parçalanıp değerlerinin değişmesiyle
mümkün olabilir.” savını ileri sürmüş ve
bunu günümüzün modern kimya ilmine de
kabul ettirmiştir.
Kimya ilminin hem teorik, hem uygulamalı
alanda büyük bir yol kat etmesine vesile
olan Hayyan, dünyadaki ilk kimya
laboratuvarını da kendisi kurmuş ve bu
laboratuvarda ilk suni hücreyi yapmıştır.
GENCAY
45
Cabir, kimyevî işlemlerde kullanmak üzere
tasarlamış olduğu âletlerle kimyaya büyük
katkılarda bulunmuştur. Bunlar arasında
en dikkat çekenlerden biri, damıtmayı
kolaylaştıran, daha verimli ve güvenli bir
şekilde yapılmasını sağlayan imbiktir.
Kimyanın iki temel prensibi olan
‘kalsinasyon’ ve ‘redüksiyon’u bilimsel bir
şekilde ortaya koymuş, buharlaşma,
süblimasyon, eritme ve kristalleştirme için
kullanılan metotları geliştirmiştir.
Madenlerin o zamana kadar bilinen basit
eritilme metotları yerine, nitrik asit,
sülfirik asit ve altın eritme suyunu (Kral
Suyu) bulmuş, madenleri bunlarla
eritmiştir. Cabir bin Hayyan’ın bu
buluşlarıyla, ondan sonra gelen bilim
adamları cıva oksit, zincifre, arsenik,
amonyak, gümüş nitrat, şap, göztaşı, kireçli
potas, sudkostik mahsulü, yakıcı potasyum
ile birçok değerli maddeleri elde
edebilmişlerdir.
Cabir bin Hayyan ve diğer Türk-İslâm
âlimleri vasıtasıyla Avrupa dillerine
geçmiş kimya ile ilgili bazı tâbirler de
vardır. Alkol (el-Kuhl, Alcohol), üstün
tasfiye âleti (el-İnbik, Alembic), alkali (al-
kali, alkali), ismid (Antimony), aludel (kap-
kacak), çinko asidi (tutti), mağara tuzu
(Rec-ül-gar, realgar) bunlardan bazılarıdır.
Bu tâbirler ve yöntemler günümüz
kimyasında hâlen kullanılmaktadır.
‘Mercekler teorisi’ni bularak günümüzün
fiziğinde geçerli olan optik kanunları
belirtmiş, iç bükey aynalarla güneş
ışınlarını bir yerde toplayıp uzak
mesafelerden ağaçları tutuşturup, suyu
kaynatmayı başarmıştır. Ayrıca güneş
enerjisinden faydalanma fikrini de ilk kez
ortaya atan kişidir.
Başta kimya olmak üzere, tıp, fizik,
astronomi, felsefe alanında irili ufaklı
2000 eseri bulunan ve kendisine
‘kimyanın babası’ denilen bu âlimin en
büyük keşfi ise atomun
parçalanabileceğini göstermesidir. Bu
olayı kitaplarında uzun uzun anlatan dâhi,
şöyle yazmıştır: “Maddenin en küçük
parçası olan "el-cüz'ü la yetecezza" (atom)
da yoğun bir enerji vardır. Yunan
bilginlerinin iddia ettiği gibi bunun
parçalanamayacağı söylenemez. O da
parçalanabilir. Parçalanınca da öylesine bir
güç meydana gelir ki, Bağdat’ın altını
üstüne getirebilir. Bu, Allahü Teala'ın
kudret nişanıdır.”
Modern atom teorisinin ilk sahibi olan
Cabir bin Hayyan, 805 tarihinde Bağdat’ta
vefat etmiştir.
“Ben ne biliyorsam her şeyi hocam İmam
Cafer’den öğrendim. O da tüm bildiklerini
Hz. Ali’den öğrenmiştir.”
"Allah bize fizikî kanunlar vermiştir.
Bunlarla bitki, hayvan hattâ insanın
benzerini yapabiliriz. Allah beşere öyle
kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer,
kâinattaki bütün sır perdelerini bununla
çözmeye muktedirdir."
Kaynaklar:
1- Çiğdem CAN, Kolay, Kısa, Keyifli Bilim,
2008
2- http://goo.gl/5TMRx
3- http://goo.gl/oeAwI
GENCAY
46
KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK
Türk milliyetçiliğinin tüm fikir ve tekliflerini
bir sistem bütünlüğü içinde ortaya koyan,
yazarın değişik zamanlarda yazmış olduğu
denemelerden derlediği sosyolojik bir
kitaptır. Türk milliyetçilerinin temel
eserlerinden birisi sayılır. Türkçülüğün
özünü ve programını bu eserde açıklamıştır.
Milleti millet yapan unsurun en önemlisi
olan dile değinmiş, dilde Türkçülüğün
esaslarını sıralamıştır. Aynı zaman da
Atatürk’ün de büyük ölçüde etkilendiği,
güçlü bir yapıttır.
“Türk halkının bildiği ve kullandığı her
kelime Türkçe‘dir, hak için sevimli olan ve
yapay olmayan her kelime millidir. Bir
milletin dili, kendisini cansız köklerinden
değil, canlı kullanımlarından kurulan,
canlı bir organizmadır.”
Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl
Atsız’ın bütün şiirlerini topladığı harika bir
kitaptır.
Türk Gençliğine
Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne
haset.
Sen bütün varlığına yurdumuzun malısın.
Sen bir insan değilsin; ne kemiksin, ne de
et;
Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.
Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan
utan!
Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?
Mefkuresinden başka her varlığı unutan
Kahramanlar gibi sen, ebedi kalmalısın…
GENCAY
47
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Bu kitap 1956’da John Fitzgerald Kennedy,
Massachusetts Senatörü iken yazılmıştır.
John F. Kennedy:
Bu eserin konusu medenî cesarettir; yani
insan meziyetlerinin en büyüğü olan bu
özelliği Ernest Hemingway şu şekilde
tanımlar: “Her türlü baskıya rağmen
erdem”.
“Geçmişteki cesaret ve fazilet
örneklerini unutan bir millet, mevcut
liderlerinden cesaretli ve erdemli
davranışlar beklemesini bilmediği gibi,
bu özellikleri mükâfatlandırmaktan da
aciz kalacaktır.”
Bir kabine mensubu hatıratında şöyle
demişti:
“Gerçi Senatonun baştan aşağı
bozguncuların bulunduğu bir yer olduğuna
inanmak istemiyorum. Ama Senatörlerin
birçoğunun dürüstlüğüne ve ahlakına
maalesef güvenim yok. Senatörlerin
çoğunluğu yeteneksiz, senatörlük için
tamamen yetersiz, basit kişilerdir. Bazıları
adi ve kaba birer demagogdur. Bazıları
mevkilerini parayla satın almış zengin
kimselerdir. Bazıları da partizanlığın peşin
hükümlerine saplanmış, anlayışsız, dar
fikirli insanlardır…”
John F. Kennedy:
Siyaset adamının milli menfaat uğruna
kendi çıkarlarından fedakârlık etmesi
beklenir. Bir tek ilke için her rütbeyi, itibar
ve güvenliği tepmesi istenir.
Senatör Albert Beveridge:
“Bir parti ancak gelişmek sayesinde
yaşayabilir. Dar fikirlilik partinin ecelini
getirir.”
John Quincy Adams daha siyaset hayatına
katılmadan önce: “Siyasi mücadeleye
atılmak için kuvvetli bir istek duyuyorum”
diye hatıra defterine yazmıştı. “Ama bu
devirde siyaset adamı, bir partinin adamı
olmak zorundadır. Bense bütün memleketin
adamı olmak istiyorum.”
“Particilik ruhu bütün memlekete hâkim
olmuş, öyle ki bir partiyi körü körüne
tutmamak suç sayılıyor.”
GENCAY
48
John F. Kennedy:
Büyük krizler büyük adamlara ve
kahramanlıklara gebedir.
Thomas Hart Benton:
“Söyledikleri yalan, meyilleri kundakçılık,
gayeleri birliği bozmak, silahları hainlik,
karakterleri gasıplık!”
Lucius Quintus Cincinnatus Lamar:
Millet ve hakikat için çalışmak
Lucius Lamar sıradan bir politikacı değildi.
Herhangi bir meseleye alacağı oy
bakımından değil, fikir ve gerçek açısından
bakardı.
“Bir senatör, seçmenlerine ne kadar bağlı
olursa olsun, onlar tarafından da ne kadar
sevilirse sevilsin, onların fikirlerinin mutlak
hükmü altında giremez. Girerse kendi
tecrübelerinden, araştırma ve
incelemelerinden yararlanma fırsatını
kaçırmış olur. Kitlenin durmadan değişen
his ve kanaatleri elinde bir oyuncak haline
gelir. Böyle bir davranış gerçek bir devlet
adamı için alçaltıcı bir hareket tarzıdır.
Böyle bir senatörün hareketleri artık
tecrübeye dayanan olgun bir yargılamaya
değil, moda olan her düşünüşün bir
yankısından ibarettir.”
“Gençlere daima gerçeğin yalandan,
dürüstlüğün politikacılıktan, cesaretin
korkaklıktan üstün olduğunu anlatmaya
çalıştım.”
Lamar ve diğer birçok Konfederasyon
liderleri bir savaş gemisinde Savannah
limanına doğru yol almaktaydılar. Limana
girmeden önce bütün bu yüksek rütbeli
subaylar baş başa verip durumu tartıştılar.
Sonra “Limana girmekte bir sakınca
yoktur!” diye hüküm verdiler.
Fakat geminin kaptanı her ihtimale karşı
Billy isimli bir tayfayı direğin tepesine
çıkardı.
“Limanda hiç Yankee gemisi filan görüyor
musun?” diye sordu.
Billy, “Tam on tane Yankee gemisi
görüyorum” diye cevap verdi.
Aşağıdaki yüksek rütbeli subaylar, “Billy
yanılıyor!” dediler. “Yankee donanmasının
nerede olduğunu biz biliyoruz. Savannah’da
Yankee gemisi bulunmaz! Gemi yoluna
devam etsin!” diye kaptana emir verdiler.
Fakat kaptan limana girmeyi reddetti.
Subaylara:
“Sizler askeri konuları ve savaş inceliklerini
herhalde daha iyi bilirsiniz. Ama Billy
direğin ta tepesinden kuvvetli bir dürbünle
baktığı için şu anda limanın durumunu
sizden daha iyi görmüştür!” diye cevap
verdi.
Tayfa Billy’nin haklı olduğu çok geçmeden
anlaşıldı. Savannah limanı gerçekten
Yankee gemileriyle doluydu. Tayfa Billy
yerine yüksek rütbeli subayların sözü
dinlenseydi hepsi de yakalanmış olacaktı…
İşte Lucius Lamar bu hikâyeyi anlattıktan
sonra, “Ben de tayfa Billy gibiyim.” diyordu.
“Missisiphi Eyaleti’ni idare eden
büyüklerden daha akıllı olduğumu iddia
etmiyorum. Ama direğin tepesinde olduğum
için durumu onlardan daha iyi
görebildiğime inanıyorum.”
“Hemşerilerim, beni direğin en tepesine
gönderen sizsiniz. Ben de size oradan
GENCAY
49
gördüğümü anlatıyorum. Direkten in
derseniz ben de gık demeden inerim. Zira
sizi hoşnut için yalan söylemek elimde değil!
Ama beni yine direğin tepesine
gönderirseniz daima vatanıma, gerçeğe ve
Tanrı’ya karşı doğru hareket edeceğimden
emin olabilirsiniz. Halkın egemenliği
üzerine kurulmuş olan bir Cumhuriyet
idaresinde, siyaset adamının ilk görevinin
fikirlerini seçmenlerine açıkça anlatmak
olduğuna eskinden beri inanmışımdır.”
“Siyaset adamları halkın gerçek temsilcisi
değil de bir çeşit emir kulu haline girdiği
müddetçe bu memleketin özgürlüğü,
büyüklüğü daima tehlikede demektir.
Siyaset adamı emir kulu değil, bütün
memleketin devamlı refahını ve gelecekteki
nesillerin mutluluğunu gözeten insandır.”
John F. Kennedy:
Asrın başında endüstri, Amerikan
hayatında hâkim olmuş; istidat, kabiliyet ve
zekâ sahibi kimseleri kendine çekmişti.
Hayatta ilerlemek isteyenler saha olarak
kendilerine endüstriyi seçiyorlar, siyaset
sahasına ise ilgisizlik, küçümseme hatta
alayla bakıyorlardı.
Böylece siyaset adamlarının kalitesinde
büyük bir düşme olmuştu. Senatoyu kurnaz
korporasyon avukatları, ya da çıkarcı,
düşük ahlaklı profesyonel politikacılar
doldurmuştu. Mesela iç savaştan önceki
yılların dram ve heyecanı bir vakitler
senatörleri Başkanlara meydan okutturan
güç, o ilk devirlerin tantanalı, asil, ağır
havası yoktu. Artık Senato’daki çekişmeler
bütün milletler tarafından heyecanla takip
edilmiyorlardı. Okul çocukları Senato’daki
demeç ve söylevleri ezberlemiyorlar ve
büyüyünce siyasete atılmak hülyaları
kurmuyorlardı.
Medeniyet ilerleyip makine devrine
girildikçe, Amerikan hayatının her bölümü
gibi siyaset de eskiye nispetle daha
çapraşık, daha ayrıntılı, daha çok iş bölümü
gibi ihtiyaçlara ayak uydurmasını henüz
başarmış değildi.
Siyasetle ilgilenen Amerikan vatandaşları
20. asrın başındaki siyaset âlemini gözden
geçirdikleri zaman endişeye kapılmaktan
kendilerini alamıyorlardı. Böylece birçok
idealist vatandaşlar siyaset alanında bir
reform yaratmanın gerektiğine kanaat
getirdiler ve yavaş yavaş Senato’da bu çeşit
idealistlerin sesi duyulmaya başladı.
Seçmenlerle senatörler arasındaki
kayıtsızlığın kökünü kazımak için 1913’te
seçim mekanizmasında bir değişiklik
yapıldı:
Senatörlerin seçilmesi işi eyalet
idarecilerinden alınıp doğrudan doğruya
halka verildi. Çünkü eyalet idarecileri son
devirlerde o kadar bozulmuşlardı ki
senatörleri seçerken artık halkın tercih ve
sevgisini asla dikkate almaz olmuşlardı.
Senatörler parti şeflerini ya da endüstri
krallarını ve buna benzer çıkar sahiplerini
hoşnut etmek gayesiyle seçiliyordu. Mesela
bir demiryolu şirketinin reisi bir keresinde
bir gazetecinin sorusuna:
“Hayır, senatör olmak istemiyorum!” diye
cevap vermişti. “O kadar çok senatör
yarattım ki!”
George Norris:
“Herhangi bir partinin veya şahsın aleti,
kölesi, uşağı olarak zafer arabalarında
gezmektense, temiz bir vicdanla siyaset
GENCAY
50
hayatından çekilir giderim daha iyi! Ne
dostlarının ne de düşmanlarının güvenip
saymadığı ihtiyar bir politika kurdu olarak
bu hayata devam etmektense bir kenara
çekilmeyi ve hem dostlarım hem de
düşmanlarım tarafından daima
düşüncelerine bağlı kalan ve doğru bildiği
yoldan şaşmayan bir insan olarak
hatırlanmayı tercih ederim!”
John F. Kennedy:
Washington’a geldikten sonra gözleri
açılmaya başladı. Büyük adam olarak
gördüğü parti liderlerinin aslında çıkarcı
birer siyasi olduklarını ve her iki partinin de
birbirlerine yükledikleri suçları kendileri
işlediklerini anladı.
George Norris:
“Biz senatörler, her zaman seçmenlerimizin
emrini aynen yerine getirirsek, Senato
otomatik bir makine haline gelir. Bu
durumda senatörlük öğrenim, bilgi,
düşünme ve zekâ istemeyen, sadece ve
sadece söz dinlemeyi gerektiren bir meslek
olur.”
“Bazen insan bir şey yapmak ister ama onu
başaramaz. Cesareti kırılır. Ama yıllar
sonra bir de bakar ki bir başkası onun o
boşa giden gayretinden cesaret almış ve bu
sefer zafere ulaşmıştır.”
Robert Alphonso Taft:
“Bu mahkemede bir intikam havası tütüyor.
İntikamda ise gerçek adalet nadiren
bulunur. Bu mahkeme Rus zihniyetine göre
kurulmuştur; yani soyut adalete değil,
hükümet politikasına dayanır. Adaleti
politikaya alet edenler, adalet fikrini
değerden düşürmüş olurlar…”
John F. Kennedy:
Kimisi, “Bu kimseler milleti kendilerinden
daha çok sevdikleri için bu şekilde hareket
ettiler.” diyebilir.
Aksine ben, bu kimselerin kendi kendilerini
sevdikleri için böyle hareket ettiklerine
inanıyorum. Kendi gözlerinde yüksek ve
şerefli olmak, faziletli olmak, bu kimseler
için başkaları tarafından sevilip
beğenilmekten daha önemlidir. Kendi
vicdanları, kendi prensipleri, kendi erdem
ölçüleri o derece yüksektir ki hiçbir menfaat
ve baskı onlara tesir edemez.
Bencil insanlar, aslında kendini seven ve
beğenen insan değildir. Bu kimseler mevki
ve şöhretin süsüne, her ne pahasına olursa
oldun ihtiyaç duyan insanlardır. Gerçekten
kendini seven ve değer veren bir insan
mevki ve şöhret isteyebilir, ancak kendinden
asla fedakârlık etmez.
Bu insanlar kendilerinin haklı olduklarına
inanıyorlardı ve bu inançlarını her türlü
dünyevi menfaatten üstün tutuyorlardı.
Cesaret ve faziletin anlamı da çoğu zaman
kavranması güç bir şeydir. Bazıları
cesaretin yarattığı sonuçlardan hoşlanır
ama sonuçlarını hiç düşünmez. Bazıları
geçmiş devirlerdeki kahramanlıklara
hayran kalırken, kendi zamanlarında
yaşayan kimselere kahramanlığı
yakıştıramaz.
Abraham Lincoln:
“Mutlak iyi, ya da mutlak kötü olan pek az
şey vardır. Hemen hemen her şey, özellikle
de devlet idaresi, iyi ile kötünün kesin
hatlarla ayırt edilemez bir karışımından
ibarettir.”
GENCAY
51
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
52
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ
İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK
TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
millidusunce.org