29
KISA SANAT TARİHİ Dinler Tarihi açısından, sanat’ın doğuşu, gelişimi ve insanlar için önemine dair bir çalışma DANIŞMAN: PROF.DR. KÜRŞAT DEMİRCİ Hazırlayan: TUĞRUL KURT

Kısa Sanat Tarİhi - Tİ Entertainment sanat tarihi.pdf · Barok 6. Rokoko 7. Klasisizm 8. Romantizm ... zaman yılanlar, zaman zaman baaklar, göğüsleri açık ve baında bir

  • Upload
    vohanh

  • View
    239

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

KISA SANAT

TARİHİ Dinler Tarihi açısından, sanat’ın doğuşu, gelişimi ve insanlar için önemine

dair bir çalışma

DANIŞMAN: PROF.DR. KÜRŞAT DEMİRCİ

Hazırlayan:

TUĞRUL KURT

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

1

İçindekiler:

Giriş

1. Sanatın Başlangıcı

2. Antik Çağda sanat

2.1 Mısır’da Sanat

2.2 Mezopotamya’da Sanat

2.3 Girit Adasında Sanat

2.4 Antik Yunan Sanatı

2.5 Etrüsk Sanatı

2.6 Roma Sanatı

2.7 Erken Dönem Hıristiyanlık

2.8 Bizans

3. Ortaçağ’da Sanat

3.1 Romanesk Sanat

3.2 Gotik

3.3 Ortaçağ’da Rönesans’a kadar resim sanatının gelişimi

4. Rönesans

4.1 15. Yüzyılda Rönesans

4.2 16. Yüzyılda Rönesans

5. Barok

6. Rokoko

7. Klasisizm

8. Romantizm

9. Empresyonizm

10. Modern Dönemin Öncüleri – Paul Cezanne, Vincent van Gogh ve

Paul Gauguin

11. Sembolizm

12. Art Noveau

13. Fovizm

14. 20. Yüzyıl’da Sanat

14.1 Ekspresyonizm

14.2 Kübizm

14.3 Füturizm

14.4 Abstraksyon

14.5 Dadaizm

14.6 Sürrealizm

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sanat

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

2

Kısa Sanat Tarihi

Giriş

Sanat insanoğlunun kendini ifade etme ve dünyayı şekillendirmesidir adeta. Bu yüzden Sanat tarihini

bilip kavramak aynı zamanda dünya tarihini anlamakta yeni kapılar aralayacaktır. Ancak burada Sanat

tarihinden bahsederken diğer tarih yazılımlarında da olduğu gibi Avrupa-Batı eksenli bir perspektiften

olayı ele almak zorundayız. İslam toplumlarındaki tasvir yasağı ve bununla birlikte gelişen bir takım –

yine Avrupaî bir değimle ‘’alternatif’’ sanatlar- bu çalışmada ele alınmayacaktır. Zaten takdir edilirse

İslam dışı toplumlarda ve özellikle Batı toplumunda sanat kavramının bu kadar gelişmesi; ve mimarî,

heykel traşcılık, genel olarak tüm plastik sanatlar ve resim sanatı, hatta modern çağda gelişmiş olan

performance sanatı, tasvir yasağının başlangıçta sadece bir takım motiflerle sınırlı olması ve git gide

tamamen ortadan kalkmasına bağlıdır. Bu ise sanatın başlangıçta dinsel düşünce için salt araç olarak

görülmesi, hümanizm, sekülarite gibi düşünce akımlarıyla birlikte ise bu algının tamamen değişime

uğrayıp l’ art pour l’ art –sanat için sanat- algısına dönüşmesiyle doğrudan ilintilidir. Batı

toplumlarında ( ve bazı Uzak doğu kültürlerinde) sanat algısının değişime uğraması toplumun

ekonomik, düşünsel, dini ve algısal bir takım değişimlere uğramasıyla birlikte sürekli bir metamorfoz

yaşamıştır. Şüphesiz bu gelişmelerde dinsel düşüncenin değişiminin en merkezî role sahip olduğu

görülecektir. Çalışmamızda özellikle bu algısal değişikliklerin yol açtıkları yeni ekollere, sanat

evrelerine, bu ekollere -ya da çağlara- mensup olan sanat dehalarına ve en önemli eserlerine yer

vermeye çalışacağız. Moderniteye kadar sürdürmeye çalışacağımız bu çalışmada Postmodernite ve

günümüz sanat algısına da ipuçları verilecektir.

1. Sanat’ın başlangıcı

İnsanlığın var olmasıyla birlikte Sanat eserlerinin de var olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Paleolitik

dönemden kalma bazı mağara resimleri insanlığın erken çağlarında dahi görsellik arayışına girdiğini

kanıtlamaktadır. Ancak bu mağara resimlerinin hangi amaçla yapıldıkları tartışılmakla birlikte,

bazıları, parmak ve basit aletlerle boyanmış olan bu duvarların yeni avcılara örneklik ve rehberlik etme

amacını taşıdıkları, bazı araştırmacılar ise bu resimlerin daha erken dönemde tapınma işlevini

gördüklerine inanmaktadırlar. Neolitik döneme gelindiğinde ise, insanlığın heykelciliğin en primitif

hali olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit taş oymacılığına başladığını müşahede etmekteyiz. Bu

dönemden gelen bir takım Arco diTrento’da bulunan tanrıça heykelleri ve Stonehenge trilithleri gibi

mimari yapılar, insanlığın, sanatını tapınma için kullandığını ve sanatın dini hayatta önemli bir rol

üslendiğini göstermektedir. Ancak bu eserlerdeki tasvirlerin aşırı abstre olmaları ve yazının henüz icat

edilmemiş olması, eserleri yorumlamayı zorlaştırmaktadır.

2. Antik Çağ’da Sanat

2.1 Mısır

Mısır antik çağda en görkemli eserlerini veren medeniyetlerden biridir. Verimli topraklarının olması

ve kireç taşlarına kolay ulaşabilmesi nedeniyle en görkemli mimari yapıları ortaya koymuştur. Mısır’

da sanatın firavunun hegemonyasını, kudretini ve tanrısallığını vurgulamak, tanrıları tasvir etmek ve

ritüel ve dini hayatı kayda geçirmek için kullanıldığını

göstermekteyiz. Özellikle Plastik sanatların geliştiği bu

dönemde, Firavun ve Tanrıları vasıfları, işlev alanları ve

egemenlikleriyle tasvir edebilmek için, inanılmaz boyutlarda

yapılan heykellere rastlamaktayız. Neolitik dönemde

karşımıza çıkan duvar resimleri, Mısır uygarlığında daha da

geliştirilmiş, hiyeroglifler, boyutlu insan ve cisim resimleriyle

görkemli bir hale gelmiştir. Mısır sanatında zengin bir

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

3

ikonografyaya rastlanmaktadır, örneğin başında güneşi taşıyan Hathor tanrıçası, doğan güneşin Tanrısı

Khepri’ ye ait olan Skarabeus böceği, gibi. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, Mısır’daki sanat

rahiplerin ve firavunun katı denetimi ve kodeksine bağlıydı. Örneğin Tuthmosis III.’e ait olan bir

heykel onu firavun emareleri ile birlikte, önden, simetrik ve kudretine yakışır biçimde statik halde

gösterir. Mimarisi oldukça meşhur olan Mısır, tanrıların hiyerarşik yapısını göğe doğru sivrilerek

gösteren Mastabalar ve daha sonra Piramitler, Obeliskler ve büyük, simetrik yapılı, sütunlarla

çevrilmiş tapınaklarıyla, mimariyi çağında en yükseğe götürmüş olan medeniyettir. Theben

Nekropolundaki yer altı mezarları ve Piramitlerdeki duvar tasvirleri, sanatın Mısır’da öteki dünyayı

tasvir etmek ve ölülerin selametini garanti etmek için kullanıldığını gösterir. Bu mezarların en

görkemlilerinden biri şüphesiz II. Ramses’in karısı Nefertari için yapılmış olanıdır. Bu resimlerdeki

özellik tek boyutlu olarak çizilmiş olmalarıdır ki bu, her türlü önemli sembolik ve ikonografik önem

taşıyan detayı kaçırmamak içindir. İnsan tasvirleri genelde realist olmaktan ziyade şematik ve bazı

geleneksel kalıplara uygun biçimde tasarlanmıştır, bu tasvirler şahısların görüntülerini resmetmektense

öteki dünyada önemli olan asıl mahiyetlerini anlatmaya çalışır.

2.2. Mezopotamya

Sümer ve Asurlular’ın eserleri günümüzde hala mevcuttur ve en az Mısır sanatı kadar göz

kamaştırıcıdır. İştar kapısından da görüldüğü üzere hayvan motifleri ki bunların

arasında aslan, yaban hayvanlar, boğa ve ejderhalar en tercih edilenleridir,

seçilmiştir. Şehirleri adeta antik metropol görünümünde olup, kralları mutlak

iktidar sahibi ve saltanatlarını büyük ve ihtişamlı saraylarla ilan etmekteydiler.

Bu sarayların girişlerinde, Mısır’daki Sfenks’lere benzer, hayvan gövdesiyle

kralın başı birleştirilmiş heykeller bulunmaktadır. Bu heykeller, saltanat sahibini

yüceltmek için, güçlü hayvanların unsurlarını taşımaktaydı. Duvar rölyefleri çoğu zaman av sahneleri,

tazim sahneleri ve savaş sahnelerini barındırmaktaydı. Mezopotamya sanatında, tıpkı Mısır’da olduğu

gibi, rölyeflerdeki resimler hiçbir detayı kaçırmamak adına tek boyutlu olarak çizilmişlerdi. Tanrı

tasvirleri, hayvan unsurları ve insan unsurlarını birleştirmekteydi. Mezopotamya mimarisinden söz

edildiğinde ilk akla gelen Zigguratlar’ dır. Bunlar yıldızları gözlemleme ve tapınma ritüellerini

gerçekleştirmek için yapılmış olan, terası bulunan ve Mastabalara benzeyen tapınak kuleleridirler.

Ancak piramitlerin aksine Zigguratların üstü düz olup, dikdörtgen, oval ya da kare platformlar üzerine

kurulmuş çeşitleri mevcuttu. Üst kısma kadar uzanan bir rampa ile en ulu tanrı Marduk’un, aynı

zamanda baş rahibi olan Kralla görüşmesi sembolik biçimde tasvir edilmekteydi. Buradan aynı

zamanda astronomi ve yıldız biliminde temayüz etmiş olan bilim adamları yıldız gözlemlerini

gerçekleştirmektelerdi. Antik çağdan bu zamana kadar aktarılmış olan burç tasvirleri Mezopotamya

bilim adamlarının verilerini sanatsal biçimde ifade etmelerinin ürünüdür. Bu yıldız resimleri antik

çağdan bu yana birçok sanatçının eserinde aynı şekilde aktarılmıştır. Mezopotamya sanat

mimarisinden aktarılmış olan bir diğer önemli motif ise, Babil kulesidir. Özellikle kutsal kitapta

anılmasıyla birlikte, Babil kulesi Hristiyan kültüründe ve böylece sanatında farklı değişimlere uğramış

ve geleneksel olarak insanın ilahi kudret karşısındaki kibrin onun düşüşüne sebep olacağı

sembolizmini taşımıştır. Bu antik motifi ortaçağdaki sanat algısıyla ihya edenler arasında Hollandalı

ressam Pieter Bruegel (‘’Babil kulesi’’); modern dönemde film sanatıyla yeni bir yoruma tabi tutan bir

diğer isim de John Huston (‘’The Bible’’ 1966) olmuştur.

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

4

2.3. Girit adasında sanat

Girit adası sanatı Doğu Akdeniz havrasının tabiatında ortaya

çıkmıştır. Girit sanatı özellikle sarayları için meşhurdur. Krallarının

en meşhuru olan Minos ve onun şeceresinin mitleri daha sonra

Antik yunan kültüründen Roma’ya, oradan da Batı Hristiyan

kültürüne nüfuz etmiştir. El sanatı ve işçiliğinde çömlekçi

tornasının kullanıldığı Girit’te, deniz motifleriyle süslenmiş zarif

vazo ve kaplar yapılmaktaydı. Adalı ve maharetli deniz tüccarları olmaları hasebiyle

Giritliler, sanatlarını diğer Akdenizlilere satmışlardır. Tanrı figürlerinde bir çeşit

Magna Mater olarak adlandırabileceğimiz bir bereket tanrıçası tasvirine

rastlamaktayız. Bu tanrıça Girit kadınlarının geleneksel kıyafeti, ellerinde zaman

zaman yılanlar, zaman zaman başaklar,

göğüsleri açık ve başında bir kedi olarak

canlandırılmaktaydı. Girit sanatında bereketin bir diğer

motifi de boğadır. Bu kutsal hayvan çoğu kez kurban

işlevini görmek, ritüeller, akrobatik turnuvalarda

bulunmakla, birçok sanat eserine motif olmuştur. Girit

adasıyla irtibatlandırılan ve Yunan antik mitolojisinden çok

daha eski olduğu tahmin edilen Minotaurus miti, bazı Girit

rölyeflerinde bulunmaktadır. Bu mit çağları aşmış ve

modern çağda dahi birçok sanat eserine motif olmuştur.

Örneğin Pablo Picasso kendine has üslubu ile bu miti tekrar

yorumlamış (‘’Minotaurus’’, 1936); İspanyol boğa savaşları

(Corrida) ile irtibatlandırmış ve hatta Naziler ve Fransisco

Franco birliklerinin İspanya iç savaşı esnasında Guernica şehrinde yaptıkları soy kırımı ele alan

meşhur resminde (Guernica, 1937) boğayı merkezi bir sembol olarak kullanmıştır. Girit sanatında bir

diğer dikkat çeken husus, Motiflerin natüralist biçimde kullanılmasıdır. Bu stil diğer Akdeniz

kültürlerinde temayüz etmektedir. Berraklık, canlılık ve renklerin yoğun biçimde kullanılmasının yanı

sıra birde, motiflerde dalgalı çizginin tercih edilmesi dikkat çekmektedir. Knossos sarayında bulunulan

Kralın tahtında dahi dalgalı kenarlar mevcuttur.

2.4. Antik Yunan Sanatı

Antik Yunan’da Plastik sanatlar özellikle önem arz etmekteydi. Doğunun plastik

sanatlarında görülen statiklik, durağanlık ve frontal açı erken Yunan plastik sanatında

gözlemlenebilir. İlk motiflerden biri genç, atletik ve kaslı bir görünüm arz eden Kuroslardır. Bu

heykeller Apollon tanrısına adanır, ya da herhangi bir savaş kahramanına atfedilmekteydi. Erken

klasik dönemde Kuros tiplemesinin yerini Epheben motifi almıştır. Daha rahat bir pozisyon ve

duruş sergileyen bu genç adam, özellikle Olimpik oyunlar ve atletizm kültünün oluşturduğu bir

motiftir. Aynı şekilde Atena’ya adanmış olan ve aristokrat, neşeli, zarif ve güzel kız tipini

yansıtan Kore’ler de erken klasik dönemin motiflerindendir. Tüm bu tasvirler, ideal, güzel, asalet

dolu bir insan tipini yansıtmaktadırlar. Yunan Felsefesi insanı mahlukâtın en

mükemmeline yükseltirken, Yunan sanatı da insanın dış görünümünü buna

uyarlamıştır. Klasik dönem plastik sanatında ise durağanlığın ve statik duruşun

azaldığını ve hareketli pozların ele alındığını görmekteyiz. Polyklet

(yaklaşık MÖ 5.yy), heykellerdeki hareketliliğin ilk ustasıdır ve

kendisinden sonra gelenleri geç dönemlere kadar etkilemiştir.

‘’Kanon’’ olarak adlandırdığı teorik sanat metninde, insan vücudunun

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

5

en ideal proporsyonlarını ele almaktadır. Yunan sanatı yıllar geçtikçe insan idealini daha da

geliştirmekteydi. Öyle ki sonraları Lysippos (MÖ 4.yy) gibileri heykellerinde küçük bir anı

yakalamaya çalışmışlardır. Statiği sağlayabilmek için bu yüzden bu heykellerde bir destek

bulunmaktadır. Bu sanatkârların istedikleri, heykelin sadece bir açıdan önemli olması değil, etrafında

dönülüp her açıdan enteresan kılınmasıdır. Heykellerin birçoğu kahramanlar, krallar ve ideal insanı

resmetmekle birlikte, özellikle Tanrıları ve onlara bağlı olan ikonografyayı resmetmektedirler. Magna

Mater’in yerini erkek Tanrı Zeus ile dolduran Yunanlılar, onu ve soyunda gelen diğer tanrıları normal

insanlara benzer şekilde tasvir etmişlerdir. Bu tanrılar doğu Mezopotamya dinlerinde olduğu gibi

ürkütücü değil, şaşırtıcı biçimde insancıldırlar. Dolayısıyla Yunan ozanları tanrılarının tasavvurlarını

şiirlerinde inşa ederken, Yunan sanatçıları da bu tasavvuru görselliğe dökmüşlerdir. Hatta mitolojiyi

anlatan bu heykel ve tasvirlerin daha sonraki dinlerde kutsal kitabın gördüğü işlevi gördüklerini

söylesek pek de yanlış olmayacaktır. Yunan tanrılarına atfedilen bir takım vasıflar ve mitlerine bağlı

olan nesneler onların tanınmasını sağlamaktadır. Öyle ki sonraki Batı sanatında tanrılar motifleriyle

birlikte tekrar ve yeniden yorumlanarak ele alınmaktadır. Yunanlıların sanatı insan motifi üzerine

kurmaları, sanatlarını adeta konuşturmuş ve sanat eserine bakan kişiyle irtibata geçmesini sağlamıştır.

Chaironeia savaşındaki mağlubiyetten sonra (MÖ 338) Yunanlılar Makedon hegemonyası altına

girmişlerdir. Helenizm olarak adlandırılan bu evrede, birçok siyasi, ekonomik ve sosyal krizle karşı

karşıya kalmışlar, kültürel hayat ve sanat merkezleri Alexandria, Pergamon, Rhodos ve Antiochia gibi

Yunanistan dışında kalan merkezlere taşınmıştır. Büyük İskender’den sonra devleti miras alanlar onu

kendi aralarında bölüştürmüşler ve aynı zamanda farklı yerlerde birçok Sanat ekolü/akademisi

kurmuşlardır. Helenizm’in düşünce ve kültürünü derinden etkileyen Aristoteles’in felsefesi, duyusal

algıları insanın kendisini ve çevresini idrak edebilmesinin bir aracı olarak takdim etmişti. Şüphesiz bu

kabul kendisini Helenistik sanatta da göstermiştir. Helenistik dönem sanatçıları insan tasvirlerini

idealist olmaktan ziyade yüzlerindeki ifadeyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Helenist düşüncede

hâkim olan insanın özgünlüğüdür. Klasik dönemde sadece özel ve ideal tipler tasvir edilirken, Helenist

dönemde her türlü insan ele alınmıştır. Gerçekliğin doğrudan gözlemlenmesi ön plana gelmiştir.

Şimdiye kadar yaşlılık, küçük kusurlar gibi vasıflar gizlenirken Helenist dönemde gizlenmeksizin ele

alınmıştır.

Yunan mimarisi denince ilk akla gelen dorik tapınaklardır. Yunan uygarlığının ilk şehirleri,

yöneticilerin oturduğu Akropol denilen yüksek tepelere kurulmuştur. Şehirlerin etrafı kalın ve yüksek

surlarla çevrilmiştir. Şehirlerdeki hayat üç önemli mekan çevresinde düzenlenmiştir, sosyal, ekonomik

hayatın olduğu Agora (meydan), kutsal mekânı oluşturan tapınaklar ve halkın

oyunlarıyla hem eğlendirilip hem de eğitildiği tiyatrolar. Şehrin geneli basit bir

görünüm arz etse de, tapınakları ihtişamlıdır. Yunan sanatının esas yapı biçimi,

tapınaktır. Tapınak tanrının evi olarak sayılır. Tanrıya ait kutsal eşyaların ve

tanrı heykelini korumak üzere yapılmıştır. Bu nedenle ibadet edilecek yer

değildir. Tapınak,Megaron ev tipinden geçmiştir. Ortada bir sella ve önünde bir

sütun sisteminin üzerine gelen alınlıklı bir eğik çatıdan oluşur. Tapınağın içinde şehrin hâmisi

konumunda olan Tanrı veya Tanrıçanın büyük heykeli bulunur. Bazı Yunanların Sicilya adasına göç

etmeleriyle birlikte Dorik tapınak türü batı Yunanistan’a kadar yayılmıştır. Yunan tiyatroları ise

tamamen profan bir yapı arz etmektedirler. Yunan mimarisi günümüze kadar gelmiş ve Klasisizm stili

olarak hala revaç görmektedir.

2.5 Etrüsk sanatı

Etrüsk sanatı İber yarımadasında MÖ 8. İle MÖ 3.yüzyıllar arasında meydana gelmiştir. Etrüsk

sanatının en büyük ve aynı zamanda Roma sanatına da intikal eden

unsuru kemerli yapılarıdır. Bu ve kubbeli Nekropol yapıları belki

de onların Anadolu kökenli olmalarından kaynaklanıyor olabilir.

Etrüsklerin mahir oldukları bir diğer sanat türü de terakota

yapımıdır. İnsan heykellerini ölünün külünü saklamak için yapan

Etrüskler, daha sonra tabutlarda kullanılmışlardır. Etrüsklerin stili

ise Yunan stiline çok fazla benzer. Ayrıca onlar insan yüzü

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

6

betimlemelerinde güleç ve mutluluk saçan ifadeleri kullanmışlardır.

2.6. Roma sanatı

Romalılar Etrüsklerden miras aldıkları kemerli yapıyı hemen her yapıda

kullanmışlardır. Bu kemerli yapıların binlercesinin bir diğerine kenetlenmesiyle

meşhur aequeductlar oluşmuş ve Roma’nın refahını suları şehrin ve şehir dışına

kadar her yere ulaştırmakla yaymıştır. Her ne kadar Roma mimarisi ilk bakışta

Yunan mimarisini andırsa da, soyut güzellik ve nispet arayan yunan mimarisine

karşılık, Roma mimarisi faydacılık ve anıtsallık gibi özellikleri ile dikkati çeker.

Yunan mimarisinin en önemli eseri mabet iken roma mimarisinin en gösterişli

eserleri tiyatrolar ve hamamlar olmuştur. Aslında bu farklılık Yunanlılar ve

Romalıların farklı şeylere kutsallık atfetmelerinde oluşmuştur:

tanrıların yerini, kendisi kutsal olan ve Tanrıların iradesiyle kurulmuş

olan Roma şehri almıştır. Roma’daki kentsel ve kültürel hayat adeta

bir ritüel ve dini ibadet haline gelmiş ve civitas’ın birlik ve düzenini

sağlamış, Roma’yı bir ideal haline getirmiştir. Roma’daki Colosseum

ya da diğer ismiyle amphitheatrum flavicum bu kutsallığın zirvesini

yansıtmaktadır. Burada yapılan Gladyatör savaşları, at yarışları ve

olimpik turnuvalar şehrin insanını bir araya getirecek, adeta bir cemaat

şuuru yaratacak ve aynı zamanda Caesar’ın gücüne güç katacaktı.

Colosseum’un antik çağda mermer ile kaplı olması da onun ihtişam ve

dinselliğini arttırmıştır. Forum Romanum, Yunan kent yapısında

karşımıza çıkan tapınak ve meydanın merkezî olmasını yansıtsa da,

zamanla buranın işlevi azalmış ve tiyatro ve hamam gibi eğlence

mekânları Forum’da toplanan Senatus’yu bastırmaya çalışan Caesar’lar

tarafından inşa edilmiştir. Kubbeli yapıların Roma döneminde şah

eseri olarak anılanı Pantheon’dur. Kubbenin iç kısmı, oyulmuş

dörtgenlerden oluşur ve böylelikle kubbedeki ağırlığı hafifletmiştir.

Bu teknik daha sonraları da birçok kubbeli eserde karşımıza

çıkmaktadır. Emperyal dönemdeki mimaride pratik kullanımın ve

estetik görüntünün dışında, eserlerin güç, ihtişam ve başarıyı

anlatmaları hedeflenmişti. Belki de bu yüzden bu eserler sonraki

asırlarda emperyalist güce sahip olmayı hedefleyen krallar ve

yöneticilerin yaptırdıkları eserlerine örnek olmuşlardır (Hitler’in

Berlin rüyası ya da Napolyon’un yapıtları gibi). Roma heykelcilik sanatı Yunan heykelciliğinin

büyüsünde kalmış ancak özgünleşememiştir. Ancak Romalıların özgünleştikleri sanat türü portre

olmuştur. Burada ise yine estetikten ziyade, atalar kültüne de hizmet edecek şekilde, kişinin konumu,

duruşu, yüzündeki ifade idealize edilmiştir. Fakat idealize edilmiş olmakla birlikte bu portre heykeller

realist biçimde resm edilmiştir. Heykellerde genel olarak sembolik el hareketleri önem arz etmektedir.

Sağ ele pozitif anlam yükleyen Romalı heykeltıraşlar, örneğin Marc Aurel’i atın üstünde gösteren

heykelde özellikle el hareketinde titizlik göstermiş ve yanlış anlaşılmaması için ince işçilik

göstermişlerdir.

2.7 Erken dönem Hristiyanlık

Erken dönem Hristiyanlık Roma döneminde

yaşadığı baskıyla baş etmek zorunda kalmıştır.

Gizli katakomplarda buluşan ilk Hristiyanlar,

Roma yönetimine ifşa olmamak için şifre ve

kodlar kullanmak zorunda kalmıştır. Doğal

olarak bu şifre ve kodların birçoğu resimlerden

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

7

oluşmaktaydı. Örneğin Zeytin ağacının dalı, Ekmek, Balık ve Bülbül sembolizmi bu dönemde

gelişmiş, sonraki Hristiyanlık için de sembol olma işlevlerini sürdürmüşlerdir. Resimsiz bir din olan

Yahudilikten neşetmiş olan Hristiyanlık, yayıldığı pagan toplumun resim ve tasvir düşkünlüğünden

kopamamış ve bunları Hristiyanlaştırmıştır adeta. Katakompların içindeki duvar resimleri basit

olmakla birlikte, anlatımsal ve dramatik bir veçhe taşımaktaydı. Pagan kültüründen alınan ve

Hristiyanlığa uyarlanan bir takım sembolizm taşıyıcı motifler bu devirde mevcuttu, örneğin ‘iyi çoban’

motifinin Hristiyanları kurtuluşa götüren İsa’ya yorumlanması gibi. Bu resimlerdeki özellik bunların

sadece ve sadece Hristiyan olanlar tarafından anlaşılabilmesi idi. Bu açıdan ilk dönem Hristiyanlıktaki

sanatın önemi kendisini işlevselliğinde ve pragmatizminde göstermekteydi. Tıpkı pagan toplumlarda

olduğu gibi sanat sanat için değil, tanrı, tanrı mesajı ve tanrı davası için bir araç halindeydi.

Hrisityanlik’taki Plastik sanat da ölüler kültüne hizmet etmekteydi. İlk kiliseler –Basilica’lar-

Konstantin devrinde Hristiyanlığın kabul edilmesinden sonra, Romalıların dünyevi meseleler için

toplandıkları büyük, Roma mimarisine uygun, uzunlamasına bir dörtgen görünümünde olan, iç

kısmının uzun tarafında sütunları bulunan binalar idi. Dolayısıyla yine pagan kültürün sanat anlayışını

miras alınmıştı.

2.8. Bizans

Doğu Roma İmparatorluğunun sanat anlayışı

başkenti Konstantinopolis’ten tüm devlete

yayılmaktaydı. Bizans’ın sanat anlayışı çok

gelişmiş ve çeşitli unsurları içinde

barındırmaktaydı: Batı Roma mirasını ve

oryantal sanatı bir araya getirmekteydi.

Mimarisine bakıldığında kubbeli, çok kenarlı

çatılar, Roma stilinde heykeller, sütunlar ve

kemerler görünmekteydi. Bu şekilde binaları

sıkıcı olmaktan ziyade her taraftan

izlenebilen, ilgi çekici bir veçhe

taşımaktaydı. Doğu ve Batı’nın ihtişamını iç

kısımlardaki süsleme sanatında gösteren Bizans binaları, ışık ve gölgenin

birbirini tamamladığı bir iç görüntüye sahipti. Sütün süslemelerinde

Roma unsurlarından ziyade oryantal motiflerin yer almasını doğudan

gelen ustalarına borçluydu. Ancak bu ustaların en fazla maharet

gösterdikleri mozaik sanatı olmuştur. Motiflerinde dini figürleri kullanan

Bizanslı ustalar, İsa Mesih, Melekler ve Havarileri tıpkı birer Bizanslı

gibi resmetmişler, İsa’yı Romalı Sezarlar gibi dünya küresi üzerinde

oturmuş, dünya hâkimiyeti kurmuş biçimde tasvir etmişlerdir.

Mozaiklerde katı biçimde ifade, herhangi özgün tavır ve natüralizmden kaçınan mozaik ustaları,

Bizans devleti, dini ve mantalitesini yansıtması için, kıyafet, duruş, renk sembolizmi ve eşya

sembolizmi geliştirmişlerdir. Mozaik motiflerinin natüralist olmaması, Taşların ve altının ihtişamı ve

bakışların ifadesizliği Bizans devletinin dokunulmazlığını yansıtmak üzere kurgulanmıştır adeta.

3. Ortaçağ’da Sanat

Ortaçağın ilk yüzyıllarında istila edilmiş ve baskı altında tutulan geç dönem antik Avrupası yıkılmış,

ekonomisi ve ticareti büyük darbeler almıştır. Böyle dönemlerde insanların yüzlerini yabancı

kültürlere çevirmeleri doğaldır ve nitekim Avrupalılar gözlerini Kuzey halklarının sanatına ve

Arapların sanatına açmışlardır. Bu sebepten dolayı, coğrafi ve komşuluk konumuna bağlı olarak

sanatta farklı kültürlerden etkilenme meydana gelmiştir. Birinci yüzyılın sonlarında doğru ise

Hristiyan Batı dünyasında, en büyük vasıfları dini gerilim olan, bünye ve içyapılar oluşmuştur.

Tarikatların ve Manastırların yaygınlaşması öte yandan büyük şehirlerin kurulması bunun bir

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

8

neticesidir. Sanatçılar hünerlerini göstermek için ücra da kalmış olan manastırlardan büyük

katedrallere kadar geniş bir yelpazede alan bulmuşlardır.

3.1 Romanesk Sanat

Romanesk sanat üslubu gotik öncesi sanat olarak da adlandırılır. Romanesk sanat, 1066

yılında Normanları'ın İngiltere'yi fethetmesiyle başlayan sanat akımı. İngiltere'de Norman üslubu,

Avrupa'da ise Roman üslubu – Romanesk olarak adlandırılır. Tek taş bina olarak tasarlanan kilise ve

manastırların duvarları, masif tavanı taşıyabilmesi için kalındı ve pencereleri oldukça küçüktü. Bu

yüzden Romanesk yapıları kaba ve nordik bir hava sergilerler.

Binalar da tonozlar kullanılmış, ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde kemerler kullanılmış, ama

ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya

çıkan boşluk daha hafif şeylerle doldurulmuştur. Bu kaburgalar sonraları Gotik’te de karşımıza

çıkacaktır. Romanesk yapıların bu kadar kaba ve süslemede minimalist olmaları o dönemde ki çetin

şartlara ve sürekli tehdit korkusuna dayanmaktadır. Roma basilica’sının

konsepti daha da büyütülmüş ve ana binaya yan şeritler eklenmiştir.

Romanesk dönemde plastik sanat mimariden kopamamıştır ve mimariyi

anlam ve sembolizm açısından destekler mahiyettedir. Lanfranco ve

Wilgelmo gibi Sanatçılar heykel sanatında sanatsal gerçekleştirmeye değil

daha ziyade anlatılan senaryodaki dramatizm ve ifadeye dikkat etmişlerdir. Romanesk üslubunun önemli eserlerinden birkaçı Tournai

Katedrali, Murbach Benediktin Kilisesi ve Saint Trophime Kilisesi dir.

Ortaçağ’daki plastik sanat insanı güncel işlerinde, ruhani hayatını yansıtacak biçimde tasarlanmıştır.

Genel halk tabakası ya çiftçi ya da zanaatkâr olduğundan dolayı kilise kapılarında realist ve aynı

zamanda alegorik mevsim tasvirleri vardır. İtalyan Romanesk

sanatının en büyük ustalarından biri Bendetto Antelami’dir. Ancak

Buschetto ve Rainaldo’nun eseri olan Pisa dom’u daha ünlüdür.

Hem Pisa’da hem de Sicilya’da oluşan eserler, örneğin Monreale

Dom’u, oryantal ve Bizans unsurları taşımaktadır. Bir diğer, çeşitli

sanat tarzlarını bir arada bulunduran başyapıt da Venedik’teki

Markus Dom’udur.

3.2 Gotik

Romanesk dönemde Avrupa’daki şehirler

iyice serpilmiş ve birer kültür ve güç

merkezine dönüşmüşlerdir. Gotik stil

Avrupa halkalarının milletler ve devletler

olarak bir araya geldikleri bir dönemden

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

9

sonra oluşmuştur. Şehirlerdeki refahın artması, insanlardaki özgüvenin artmasına da neden olmuştur.

Bir şehrin hem koruyucusu hem de prestij kaynağı olan Katedraller, Romanesk stilindeki kabalık,

sadelik ve pragmatizminden kurtulmuş, Gotik stiliyle ihtişamlı ve görkemli hale gelmiştir. Kuzey

Avrupa’da ve özellikle Fransa’nın İle de France bölgesinde bina edilen bu Katedraller, vertikal

çizgiden çok horizontal çizgiyi takip etmiş, gözleri yükseklere çevirmiştir. Uzun taşıyıcı sütunlar

üzerine statiği sağlaması oldukça güç kubbeler inşa etmek istemişler ancak statiği sağlayabilmek için,

bu kubbelerin bir kaç parçaya bölüp kaburgalar eklemişlerdir. Bu yeni kubbe tarzı gotik stilinin en

tipik örneklerindendir. Kiliselerin içinde kora bölümüne daha fazla ihtimam gösterilmiş, girişteki

kemerler sivrileşmiş ve süslemeler daha detaylı hale gelmiştir. Yüksek tavanlı uzun holleri

aydınlatabilmek için uzun pencereler ve cam sanatı kullanılmıştır. Amiens Katedrali‘nde olduğu gibi

artık kiliseler karanlık değil, toplumun refahını ve yükselişini simgelemekteydi. Sanatsal anlamda

kendilerini geliştiren ustalar, göğe doğru yükselen, sanki yerçekimsiz duvarları olan, yani kutsallığı ve

mistisizmi yansıtan kiliseler ve manastırlar inşa etmişlerdir. Katedrallerin en meşhuru ise Lombard

Visconti ailesinin prestiji, zenginliğini ve şehir üzerindeki hâkimiyetini sergileyen devasa Milano

Katedralidir.

3.3 Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar resim sanatının gelişimi

13. yy’ın ortalarında kilise süslemelerinde Bizans

mozaiklerin kullanımı gerilemiş bunun yerine ahşap

veya duvarın üstüne resim sanatına yer verilmiştir.

İlk dönemlerde bu resimler mozaik sanatındaki

canlılık ve altın parıltılarını ihtiva etmişse de,

Floransalı Cimabue’nin (Cenni de Pelo) bu üslubunu

Siena’lı Duccio di Buoninsegna (1255-1319)

aşmıştır. Bizans donukluğunu aşmış ve motif ve

figürlerine doğal bir ifade vermiştir. Bu dönemin en

meşhur ustalarından biri Giotto di Bondone’dir

(1266-1337). Bethlehem çocuk katliamı adlı resminde Filistin’de vuku bulmuş olayları

bir ortaçağ İtalyan şehrine taşımaktadır. Dönemine göre

çok realist biçimde ve olayların dramatiğini yansıtarak

boyamaktadır. Giotto’nun tasvir ettiği olaylardaki

kişiler normal insan gibidirler, onlara bakan kendisini

onların yerine koyabilmektedir. Giotto’nun tarzından

farklı olarak, Floransalı Simone Martini eserlerinde

motifleri daha mistik ve idealize edilmiştirler. 14.

Yüzyılda Floransa ile Siera şehirleri arasında oluşan

rekabet, şehir yönetimcilerinin güçlerini pekiştirmek

için kullandıkları sanatçıları da etkilemiştir. Bu

yüzyıldan itibaren şehirleri yöneten güçlü ailelerin

rakiplerine karşı ayakta durabilmeleri, şehir için

yaptıkları yatırımları zikretmek ve sakinlerde sempati kazanmak için sanatçıları maddi

açıdan teşvik ettiklerini ve sipariş resimler yaptırdıklarını görmekteyiz. Ambrogio

Lorenzetti’nin ‘İyi ve kötü iktidar’ adlı resmi bu faaliyetin bir ürünüdür, alegorik ve

betimsel unsurlar içermektedir. Lorenzetti sanat tarzıyla Rönesans’ı hazırlayan

sanatçılardan biridir.

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

10

4. Rönesans

14. yüzyıla kadar sanatçılara sipariş verenin kilise olduğunu gördük. Ancak 15. ve 16.

Yüzyıllarda büyük bağımsızlığa kavuşan sanatçılar, asillerin ve zengin vatandaşların

saraylarında ve binalarında hünerlerini özgün biçimde gösterme alanı bulunmuşlardır. Bu

yüzden artık sadece dini motifler değil, profan motifler de ele alınmış, sanatçılar zanaatkâr

gibi görülmekten çok, deha ve özgün ruh olarak değerlendirilmişlerdir. Bu dönem aynı

zamanda yeni keşiflerin dönemidir, dolayısıyla ticaret, zanaat, işçilik olsun hepsi ilham

almıştır. Batı insanı gitgide bilime, akla ve tecrübeye karşı güvenini yakalıyordu. Perspektifin

işlevini keşfetmeleriyle birlikte mekân, önemli bir ifade biçimine dönüşmüştür. İnsan

vücuduna karşı yeniden ilgi duyulmuş, antik çağ örneğinden istifade edilmiştir. Sanatçılar

güzellik ve ahenk arayışına girmişlerdir. Bu çeşitli gelişmelerden dolayı, kendisini ortaçağdan

ayırmak için, bu döneme ‘Renaissance’, yani ‘Yeniden doğuş’ adı verilmiştir. Sanattaki bu

gelişmelerde büyük ölçüde payı olan aileler, Floransalı Medici ailesi yanı sıra, Urbino’lu

Montefeltro, Milano’daki Sforza ve Visconti aileleri, Mantua da Gonzaga ailesi ve

Ferrara’daki Este aileleridir. Daha sonraki dönemlerde Papalık müessesi de sipariş vermiştir.

4.1 15. yüzyılda Rönesans

Resim sanatının ilk yenileyicilerinden biri Masaccio’dur (1401-1428).

Brancacci şapelindeki freskleri ve Floransa’daki Santa Maria del Carmine

kilisesindeki freskleri ile meşhurdur. Gotik dönem resim sanatından tamamen

kendisini uzaklaştıran Masaccio, figürlerini realist ve doğal biçimde

boyamakta, plastisiteye önem vermekte ve bu dönemde henüz yeni bir stil olan

ışık-gölge sanatını (Chiaroscuro) kullanmaktadır.

15. yüzyılda sanat alınandaki önemli gelişmelerden biri, linear perspektifin

Filippo Brunelescchi tarafından icat edilmesi ve hemen tüm sanatçılar

tarafından etkili biçimde kullanılmasıdır. Motif

ve figürleri realiteden uzak ve mistik –spirituel

bir anlama sahip olduklarından, Ortaçağ’da

mekan ve perspektif kavramı ortadan kalkmıştı.

Rönesans sanatçılarının mekân ve perspektifi

dini resimlerde dahi kullanmaları, artık

Rönesans insanının rasyonelliği ve aklını hiçbir

alandan esirgemediğini göstermektedir.

Okumuş hümanist edebiyatçılar eserlerinde

Antik yunan mitleri ve konularına dönüş

yapıyorlar, ressamlar da antik yunan motiflerini

şehirlerin önemli profan binalarında

resmediyorlardı. Bu konuda en meşhur sanatçı

şüphesiz Sandro Botticelli’dir. ‘Bahar’ adlı

resminde Venüs tanrıçası, güzellik, iyilik,

kültür, medeniyet ve son olarak hümanizmi

sembolize eden ana figürdür. Flora ve Zephyr

figürleri de Antik Yunan’ın Bahar betimlemelerinin

birer unsurudur. Resim tamamen zamanın ideallerini ve

özlemlerini yansıtmaktadır: Sevgi, güzellik, erdem ve

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

11

hümanizm. Resimdeki akışkanlık ve kumaşlardaki transparanlık sanatsal

açıdan bu eseri Avrupa Sanatının gözdelerinden biri haline getirmiştir.

Mimaride ise Filippo Brunelleschi (1377-1446) Rönesans dehalarından biridir.

Floransa’daki Santa Maria del Flore kilisesini devasa ve yenilikçi bir kubbe ile

inşa eden bu sanatçı, ilhamını Roma mimarisinden almıştır. Lorenzo de

Medici’nin en büyük projelerinden olan bu bina, Floransa’nın simgesi ve

sakinlerinin gururu haline gelmiştir. Brunelleschi kilise mimarisini Roma

yapılarına benzetmiş, geometrik berraklığı bozacak hiçbir unsura izin

vermemiştir.

4.2 16. Yüzyılda Rönesans

Ressamlar linear perspektifi odalarda kullanırken,

boyutlu ve perspektife uygun bir kompozisyonu açık

havada resmeden Leonardo Da Vinci olmuştur. ‘Virgin

of the Rocks’ adlı eserinde bu tekniği kullanmıştır.

Leonardo Da Vinci özellikle tabiata önem vermiş ve

ressamlığı yanı sıra aynı zamanda bilimle de uğraşmıştır.

Anatomi, Botanik, Jeoloji ile uğraşan Da Vinci’nin

hedefi, insanı olduğu gibi yani tüm gerçekliği ve

plastisitesiyle resmetmekti. Ancak bu deha, sadece

figürleri olduğu gibi resmetmekten ziyade, gözlerindeki ifadeyi ve hislerini

de yansıtmaya çalışmıştır. Meşhur ‘Mona Lisa’sında kadın figürünün

gülümsemesi ağzından çok gözlerinin içinden gelir. Da Vinci’ye kadar

hiç kimse Physiognomi sanatıyla bu kadar ilgilenmemişti. En önemli

eserlerinden bazıları şunlardır: La Gioconda (Mona Lisa), Son akşam

yemeği, Vaftizçi Yahya, Anghiari Savaşı. Leonardo’nun tabiat

çalışmaları ve hava perspektifini icat etmesi, Kuzey İtalya ve Fansa

sanatını çok fazla etkilemiştir. Burada yetişen ressamlar açık havaya

yerleştirilmiş motiflerden oluşan kompozisyonları resmetmişler.

Georgione ve Tiziano gibi ustalar renkleri ustaca kullanmışlardır.

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

12

Tiziano ‘Meryem’in miracı’ (1516-1518) adlı resmi Rönesans ressamcılığının en

mükemmel resimlerindendir. Renkleri çok yoğun biçimde kullanan Tiziano’ya

nerdeyse kiliseden ceza getirmiştir.

16.yy’da çoğu İtalyan asil aileler güçlerini kaybetmişlerdi. Vatikan’ın yani

Papa’nın ve zengin Kardinallerin ünlü ressamlara sipariş vermeleri sonucu

sanatın merkezi Roma’ya taşınmış bulunuyordu. Papa II. İulius’un özellikle

desteklediği ve Vatikan sarayının iç kısmındaki fresk ve süslemeleri emanet

ettiği önemli ressam Raffaello Santi’dir. 1483 yılında Urbino’da dünyaya gelen

bu deha, uyumlu ve mütevazi karakterini resimlerine de yansıtan bu zât, ışık-

gölge sanatını mükemmel biçimde kullanmaktadır. Vatikan’ın Stanza della

Segnatura yani önemli evrakların imzalandığı odada bulunan ‘Athena okulu’

adlı çalışması onun en meşhur çalışmalarındandır. Hümanist ve rasyonel

düşünceyi adeta dogmatik kilise sarayına taşımış olan Raffaello, Papa II.

İulius’un portresini de çizmiştir. Kilise sanatçıların eserlerini eğitim ve öğretim

için kullanıyordu. Ancak Stanza’lar anıtsallığı ve harikuladeliğiyle göze

çarpmaktadır. Sistina Şapeli’nin freskleriyle görevlendiren ve belki de Da

Vinci’yle birlikte gelmiş geçmiş en büyük sanat dehası olan Michelangelo,

Raffaelo’nun tam zıddıdır aslında. Dağınık, zaman zaman şizofrenik ve kaçık

olarak anlatılan bu deha, eserinde Eski Ahit’in en önemli olaylarını

resmetmiştir. 1508-1512 yılları arası çok az bir sayıda yardımcıyla bitirdiği bu

eser, Rönesans Hümanizm’inin en çarpıcı eserlerindendir. Michelangelo

Buonarroti Eski Ahit figürlerini antik heykeller misali, kaslı ve yapılı

vücutlarla resmetmiştir. Her hikâye mimari bir unsur ile ötekinden ayrılmıştır.

Figürlerin hareketleri dinamizmin son raddesini sergilemektedir.

Michelangelo’nun sanatsal dehası bununla da bitmemiştir. Zira onun asıl

yaratıcılığı plastik sanatlarda görülmektedir. Medici ailesinin mezarlarındaki

heykeller ona aittir. Michelangelo’nun Plastik sanatındaki en çarpıcı özelliği

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

13

zıtlıklar ile dolu olmasıdır. Bazı eserleri tamamen son detayına kadar

işlenmişken, bazıları kaba biçimde öylece bırakılmıştır. Mimarisinde de detay

ve sadelik, hareket ve durgunluk, ışık ve gölge gibi birbirine zıt vasıflar bir

araya getirilmiştir. Aziz Petrus Basilikası’nın yapımıyla görevlendirilmiş olan

Michelangelo, Hristiyanlığın ilk kilisesinin kubbesini tasarlamıştır.

Rönesans döneminin diğer önemli ressamları şunlardır: Correggio, Giorgione,

Veronese, Almanya’da Albrecht Dürer.

Rönesans döneminde kilise ve rasyonellik arasında bağ kurabilme optimizmi,

Kopernikus’un bilimsel kazanımları, Yeni Dünya’nın keşfedilmesiyle birlikte

yerle bir olmuştur. 16. Yy’ın sonlarına doğru kiliseyi ciddi biçimde eleştiren

Martin Luther ve buna bağlı olarak tüm Avrupa’ya sıçrayan Reformist hareket,

Vatikan ve dogmalarını gözden düşürmüştü. Tüm bu faktörler

insanlarda Roma’nın artık dünyanın merkezi olacağı ve tüm iyi ve

erdemli düşüncelerin buradan dünyaya yayılacağı düşüncesini ortadan

kaldırmaktaydı. Ayrıca bu dönem ressamları

Rönesans hümanizmi ve klasisizminde

ortaya çıkan devasa eserlerinin daha ötesine

gidilemeyeceği düşüncesine kapılmışlardı.

Manyerizm akımı, natüralizm ve insanları

realist biçimde resmetmekten daha farklı

stillerin var olduğunu göstermekteydi.

Manyerizm’de öne çıkan eserler ve

sanatçıları başlıca şunladır: Jacopo Pontormo

‘Baltacının Portresi’, Fountainebleu okulu ‘Banyoda Gabrielle d’Estrees ve

kızkardeşi’, Tintoretto ‘Son akşam yemeği’, Giuseppe Arcimboldo ‘Vertumnus

olarak II. Rudolph, El Greco ‘İsa’nın dirilişi’.

Hollanda’daki ressamlık daha farklı bir veçhe arz

etmekteydi. Lineer perspektifi benimsemektense algısal

perspektifi benimseyen sanatçılar, dünyayı bir perspektife

göre düzenlemekten ziyade algılanacak tüm şeyleri

algılamak ve resmetmeye çalışıyorlardı. Pieter Bruegel’in

‘Babil kulesi’ adlı eseri,

küçük küçük detayları dahi

göstermesiyle meşhurdur.

Hieronymus Bosch

‘Cehennem’ adlı eserinde

adeta sürrealist sanatçıları habercileyecek

biçimde korku rüyasını andıran ve detayları

esirgemeyen bir cehennem tasviri

sunmaktadır.

5. Barok

Siyasi anlamda sarsılan Avrupa’da itikat savaşları dünyevi hâkimiyet savaşına

dönüşmüştü. Güç dengeleri tamamen değişmekte, eski düzen alt üst olmaktaydı.

1600’tan itibaren 1750 yılına kadar süren bu karışık evre sanata da yansımıştır.

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

14

Ressamlar roma klasisizmine, Rönesans ideallerine özlem duymaktaydılar. Özellikle

Raffael’den etkilenen bu sanatçılar, aynı zamanda Tintoretto’nun kompozisyonlardaki

dinamizminden etkilenerek dönemi çok farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Bu

dönemde özellikle Hollanda’da detaylara karşı bir sempati oluşmuştu ve bunun

sonucunda Tabiat ressamcılığı ve natürmort ressamcılığı ortaya çıktı. Fransa’daki

Baroque tarzı, İtalyan Rönesans’ındaki anıtsal stilden çok detaycı ve karmaşıklıktan

sakınan, açık ve net çizgilere sahip bir sanata dönüştü.

İtalya’da bu dönemde özellikle Carvaggio

çok etkili olmuştur. Işık-gölge sanatını

mükemmel biçimde kullanan ve bunu kendi

tarzı haline getiren ressam aynı zamanda

birçok sanatçıyı etkileyerek Carvaggi’ler

okulunun da öncüsü olmuştur. En meşhur

eserlerinden biri ‘Bacchus’tur. Ondan

etkilenenler George de La Tour ve Gerrit

van Honthorst’dur. Bu iki ressamın

eserlerinde de ışığın bir noktada özellikle

yoğunlaşıp diğer noktaları karanlık

bıraktığını görmekteyiz. Motifler güncel

hayattan alınmadır ve başroldekiler alelade

insanlardır. Bu tür yeni deneyimler farklı

sanat ifadelerinin arayışları

mahiyetindeydiler ve gelecek nesillerdeki

ressamları etkileyecektirler.

Fransa’da Kral Louis Absolutizm’in doruk noktasını yaşatmaktaydı ve bir sanat

akademisi kurmakla hegemonyasını bu alana da

taşımaktaydı. Ayrıca bu akademide (Academie Royale de

Peinture et Sculpture) yetişen öğrenciler Versaille sarayını

da inşa etmekle görevliydiler. Kral’ın kıyafetinden, müzik

zevkine, Versaille sarayına kadar krala ait olan her şey

dönemin ‘bon gôut’ unu yani ‘iyi zevk’ini teşkil

etmekteydi. Bu baskıya boyun eğmeyen ressamlardan biri

Nicolas Poussin’dir. Kral’ın anıtsal resim isteklerini

reddederek İtalya’da kalmayı tercih etmiştir. Onun

eserlerinde Antik çağın izleri ve filozofik karakter

görülmektedir. Poussin klasisizmin öncülerindendir.

Son eserlerinde tabiat ressamcılığına merak sardığını

ve figürlerini git gide arka plana attığını görmekteyiz. Poussin’in klasisist ve katı formüllere bağlı olan

tarzına ve bu tarzı benimseyen sanatçılara ‘Poussinist’

denmektedir.

Bu akıma karşı

ise Peter Paul

Rubens

durmaktadır.

Onun

takipçilerine ise ‘Rubinist’ denilmiştir. Rubens

tamamen anti-klasist idi. Kompozisyonda

çizgiden ziyade renklendirmeye dikkat etmiş,

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

15

resimlerinde antik dinamizme önem vermiştir. Tarzında zamanın zevkini iyi yakalayan

Rubens çok satan zengin ressamlar arasında yerini almıştır. Anthonis van Dyck de

etkili Rubinist’lerdendir. Dönemin diğer meşhur sanatçıları başlıca şunlardır: Diego

Velazquez ve Bartolome Esteban Murillo, Jan Vermeer. Dikkat çeken sanatçılar

arasında Rembrandt (1606-1669) vardır. Rembrandt’ın eserleri zamanının ruhunu

yansıtsa da günümüzde dahi çekiciliğini yitirmemiştir. Figürlerinde düşüncelilik,

ruhsallık resmi izleyene dokunaklı gelmektedir. Rembrandt adeta modern bir

gözlemci, bazen rejisör bazen de bir Kutsal Kitap yorumcusudur. Onun en meşhur

eserlerinden biri ‘’Dr. Tulp’un Anatomisi’’, ‘’Öz-resim’’, ‘’Belsazarın misafir

yemeği’’, ‘’Gece nöbeti’’dir. Barok döneminde natürmort’ü eserlerinde konu alan

ressamlardan bazıları Willem Kalf ve Jan Steen’dir.

6. Rokoko

Barok ile Aydınlanma arasındaki geçiş evresidir. 18. yüzyıl artık

rasyonelliğin ve pragmatizmin ön plana çıktığı bir dönemdir.

Fransa’da Kral Louis’in ölümüyle, idarenin Paris’e taşınması,

aristokratların da sosyal hayatı ve bununla birlikte eğlence ve

kültürün şehir merkezine taşınmasına sebep olmuştur. Güce karşı

olan eğilim yerini güzel, intim ve dekoratif olana bırakmıştır. Bu

yüzden Jean Honore Fragonard gibi sanatçıların resimlerinde

adeta bir rol paylaşımı mevcuttur. Basit olaylar ve durumlar

dekoratif ve cilveli hale getirilmiştir. Bunun yanı sıra birde erotik

ve cinsel çağrışımları bulunan figürler ve senaryolar

resmedilmeye başlanmıştır. François Boucher’ın ‘Yatan kız’ adlı

resmi bu tür resimlere örnektir. Rokoko kısaca

‘güzel görüntü’ olarak da tanımlanabilir.

Ancak Rokoko dönemine rastlayan aydınlanma

habercileri de vardır. Özellikle İngiltere’de gelişen resim sanatı,

William Hogarth, Sir Joshua Reynolds gibileri sayesinde

aydınlanmaya uygun biçimde pragmatik, ölçülü ve makul bir veçhe

kazanmıştır. Bu dönemde de Thomas Gainsborough gibi ressamlar

görülene, algılanana ve hissedilene önem vermişlerdir.

7. Klasisizm

1770 ile 1830 yılları arasındaki bu sanatsal akım, Aydınlanma’nın artık tüm

Avrupa’da hâkim düşünce yapısı haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak bu sefer

sanatçılar rasyonelliğin ve akli idrak ile algılananın yanı sıra aynı zamanda akıl

tarafından hükmedilen bir sanata özlem duymaktalardı. Bu özlemi birçok kez olduğu

gibi antik sanatın eşiğinde giderebilmişlerdi. Bunun başlıca sebeplerinden biri Pompeji

ve Herculaneum gibi önemli arkeolojik kazıların yapılmasıydı. Johann

Winckelmann’ın ‘Antik çağın sanat tarihi’ adlı eseri bu anlamda önemlidir. Poussin’in

açık ve net çizgileri, bir dönem Rubinist hâkimiyetinden sonra, Klasisizm ile birlikte

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

16

tekrar keşfedilmişti. Ancak dini motifler artık işlenmiyordu,

zira rasyonellik, sanayi devrimi ve absolutist feodal yapının

yıkılışı artık insanlığın temel yargılarını değiştirmişti. Bu yargı

değişimi ile birlikte sadece motifler değil aynı zamanda

sanatsal bakış açısı değişmişti. Sanatçıların Antik çağ

sanatından esinlenmeleri bir tesadüf değildi. Bu resimlerde

donukluk vardı ve kullanılan stil öğelerinden dolayı izleyiciyle

resim arasında belli bir mesafe mevcuttu. Dolayısıyla bu

biçimsellik ve katılık, resimlerin ifadesini daha da

güçlendiriyordu. Klasisizm resimleri bu yüzden ‘’pathos ve

ethos’’un resimleridirler. Robespierre’in arkadaşı olan Jaques

Louis David’in ‘’Horatii yemini’’ adlı eseri, antik Çağ’dan bir sahneyi

resmetmektedir. Burada Horatii’nin, yanı Roma halkının, Roma hükümdarına karşı

ettikleri yemin gösterilmektedir. Bu eser devrimin eşiğinde olan Fransa için iz bırakan

eserlerden olmuştur.

1746 ile 1828 yılları arasında dönemin en meşhur ve anlaşılması güç bir sanatçı

yaşamıştır: Francisco de Goya. Goya hem bir Karikatürist hem de bir saray

ressamı olmuştur. Karikatürlerle başlayan Goya, ‘’Rasyonalite’nin uyuması

canavarlar doğurur’’ adlı çalışmasında bir yandan siyasi bir eleştiride

bulunurken, öte yandan uyku fenomenini sonraki Sürrealistlere örnek olacak

şekilde ele almıştır. Goya kendisini ‘’Majoistler’’den görmekteydi. Bu tabir

dönemin karışık, Napoleon istilası altında acı çeken ve İspanya’nın önemli deniz

gücü olarak konumunu kaybettiği İspanya’sında kendisini herhangi bir kısıtlama

ve makam sahiplerinin emri altında görmeyen ve

düşüncelerini özgürce ifade edenlere has idi.

Goya’nın ‘’Giyinik maya’’ ve ‘’Çıplak maya’’ adlı iki

resmi bu tabirin resim olmuş halidir adeta. Bir kadının

çıplak ve davetçi bir poz ile boyanması o döneme kadar

sıkça yapılmış bir şeydi ancak tüm ressamlar bunu

dekoratif ve sanatsal hale getirmişler, kumaşı drape

şeklinde ayarlamışlar ya da yanına bir natürmort

eklemişlerdi. Ancak bu resimde göze çarpan husus

Maya’nın davetkâr ve provokatif bakışıyla

birlikte onun vücudundan başka ilgi çekici bir

şeyin olmamasıdır. Bir diğer resminde Goya

Bonaparte istilasına başkaldıran İspanyollara

yapılan katliamı ele alır. Resim buğuludur ve

hatta bazı yerleri yüzeysel ve kaba bir şekilde

boyanmıştır. Modern silahlar güçsüz, çaresiz

biçimde duran sivillere doğrultulmuş, ışık da

dramatiği yükseltecek biçimde sivillerin üstüne

yansımaktadır. Burada Rönesans resimlerinde

olduğu gibi bir yerden tanrı inip mazlumları

kurtarmaz. Onlar artık modern silahlarla

yürütülen savaşı içinde çaresizdirler. Ne yardım

eden bir Tanrı ne de mucize vardır. Goya bu

eserinde özellikle yeni bir çağın artık geldiğini

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

17

göstermekte ve Klasisizme sırt çevirmektedir.

8. Romantizm

1800 ile 1890 yılları arası olarak tespit edilen bu dönemde, Fransız devriminin hazin

sonu, Napoleon Bonaparte’nin işgalleri ve haritanın Viyana Kongresi

sonucu tekrar çizilmesiyle insanların şuurlarında da değişiklikler

olmuştur. Salt rasyonellik ve akla artık güvenmeyen bu insanlar, ruhun,

hayallerin ve duyguların önemini vurgulamışlardır. Pragmatizmin ve

rasyonelliğin donukluğu bir kenara bırakılıp kişisel ve bireysel deneyim

ve algı ön plana geçmiştir. Dönemin sanatçıları insanlarda eskilere yani

Ortaçağ’a olan özlemi ele almışlardır. Zira antik çağ klasisizmi onlara

göre fazla idealize ve fazla mesafeli kalmıştı. Ortaçağ insanların

kendileriyle barışık bir şekilde yaşadıkları bir evreydi, onlara göre.

Caspar David Friedrich’in de vurguladığı gibi sanat artık ‘’içimizdeki

sesin dışa vurmasıydı’’. Çeşitli mecazî anlamları tabiata yüklemek bu

dönemin ayırt edici özelliklerindendir. Örneğin bir harabe insan

hayatının sonluluğunu ifade etmekteydi. Sanatçılar artık kendilerini ‘’Dünya ruhunun

bir parçası’’ olarak, tabiatla bir hissediyorlardı. Özellikle siyasi anlamda kısıtlanmış

olan Almanya’da tabiat resimleri sınırsızlığı ve hürriyeti simgelemekteydi. Belki de bu

yüzden Romantizm akımının ilk ve en güçlü temsilcileri Almanlar olmuştur. Caspar

David Friedrich, Karl Friedrich Schinkel ve Carl Spitzweg gibi sanatçılar bunların bir

kaçıdır.

Fransa’daki Romantizm daha farklı bir veçheye sahipti.

Fransız devriminden doğal olarak çok daha fazla

etkilenen Fransızlar devrimin ideallerinden vaz

geçemiyorlar, ancak savaşın getirdiği acıyı da

unutmuyorlardı. Fransız sanatının Romantizm’i tam da

burada yatmaktaydı. Theodore Gericault’un ‘’Medusa’nın

kayığı’’ adlı resmi, hiç görülmedik dağınık ve dramatik

biçimde kaza konusunu işlemekteydi. Bir diğer sanatçı da

Eugene Delacroix’dır.

Kompozisyonda renklerin daha

etkileyici ve tanımlayıcı olduğunu

savunan bu ressam, doğu

gezilerinde ışık fenomenini daha derinlemesine inceleyebilme

fırsatını yakalamıştı. Delacroix, açık hava ressamcılığına

teşvik eden ressamların başında gelmekteydi. Motiflerinde de

çokça doğu unsurları ve figürleri kullanan Delacroix, Fransız

zihninin egzotik ve yabancı şeylere olan özlenimini

yansıtmaktaydı.

İngiltere’de John Constable ve William Turner Romantizm stilinin

öncüleridirler. Eugene Delacroix’ın renk teorisi ile William

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

18

Turner’ın buğulu ve sulu boyayı andıran tekniği ileride gelecek olan Emresyonizm’in

ilham kaynaklarından biridir.

1824 yılında John Constable ‘’Samanarabası ‘’ resmini sergilemişti. Bu resimde

özellikle Naturalizm’e ve Realizm’e önem vermesi dönemin sanatçılarını şaşırtmıştı.

Camille Corot, Theodore Rousseau ve Charles-François Daubigny ‘’Barbizon okulu’’

diye bir sanat ekolü kurmuşlar ve taşrada açık hava ressamcılığına başlamışlardı.

Onların istedikleri, Tabiatı tüm doğallığı ile objektif biçimde resmetmekti. Ancak bu

çabalarında sonraki Empresyonistler ’de olduğu gibi ışığa ve ışığın şekil verici işlevine

yoğunlaşmışlardı.

19. yüzyılda artık sanayi devrimi tamamen hayatları ve sosyal

dokuyu değiştirmiş bulunmaktaydı. Bu durumun sanata

yansıması ilk kez Natüralist-Realistler sayesinde olmuştur. Bu

ressamlar hayalperest

Romantiklerden

uzaklaşmışlardı. Hayat tüm

gerçekliği ve zorluğuyla

artık resmedilmeye değerdi.

Uzun bir müddet sonra

güncel hayat, iş ve uğraşı

süje edinen ressamların ilki Jean François Millet

olmuştur. Gustave Courbet ve Adolph Menzel gibi

sanatçılar da resimlerinde sanayi devriminin

insanlar üzerindeki etkisini konu edinmişlerdir.

9. Empresyonizm

Empresyonizm, Claude Monet’in ‘’İmpression, soleil levant’’,

adlı eseriyle dalga geçen klasik sanat yandaşlarının taktığı bir

isimdir aslında. Klasik sanat yandaşları belli bir anı

(impression) resimlerinde yakalamaya çalışan ve burada gözün

ışığı ve renkleri algılamasına önem veren sanatçıları

Empresyonistler olarak yermekteydiler. Zira bunlar kaba bir

şekilde boyuyorlar ve renklerin arasındaki nüanslara dikkat

etmiyorlardı. Skandal havası oluşturan resimlerin ilki Eduard

Manet’e ait idi. Aslında o bir Empresyonist olarak

sayılamasa da, onun ‘’Açık havada piknik’’ adlı eseri bir

sergide skandal olmuştu. İki normal vatandaş erkeğin

arasında oturan çıplak kadın, sanata değer bir motif

değildi. Halbuki Manet burada Rönesans’tan beri

kullanılan bir motifi ele almıştı. Ancak onun resminde

herhangi bir kutsal figür yoktu ve kadının çıplaklığı ve

çevresi dünyevileştirilmişti. Fransız vatandaşının erdem

ve ahlak görüntüsüne, Paris civarındaki fahişelik

gerçeğini anımsattığı için,

leke süreceğinden dolayı bu

resmi protesto etmişlerdi.

Manet resimlerinde kent

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

19

insanının ruhunu da yansıtmaktaydı. ‘’Bar aux Folies-

Bergeres’’ adlı resminde barda dura bir genç kızı resmetmiş ve

yüzüne hiçbir ifade koymamıştı. Resmi seyredene boş gözlerle

bakan bu kız büyük şehir insanının

kaybolmuşluğunu ve içi boşalmışlığını

yansıtmaktadır. Claude Monet, Camille Pissarro,

Paul Cezanne, Pierre-Auguste Renoir, Edgar

Degas ve Berthe Morisot eserlerini fotoğrafçı Gaspar-Felix Nadar’ın

sergisinde sergilemişler ve burada kendi stillerini sanat dünyasına

bildirmişlerdi. Empresyonistlerin tarihsel figürleri reddetmeleri, zamanın

koyu renk modasını es geçip açık ve iç açıcı renkleri kullanmaları ve

resimleri adeta tesadüf fotoğraf çekiminde olduğu gibi anı yakalarcasına ele almaları,

dönemin klasik sanatına savaş ilanı gibiydi. Fotoğrafçılığın icat edilmesi de çok önemli bir

faktördü. Zira fotoğraf artık realist ve ideal biçimde resmediyordu. Empresyonistler’in

istedikleri ise insan gözünün ışığı algılamasında ruhun ve algının oynadığı rolü

keşfetmekti. Empresyonistler’İn arasında en etkili olanı Claude Monet’dir. Işığın ustası

olarak da tanımlanabilecek olan bu ressam, ‘’Rouen Katedralı’’ çalışmaları, ‘’Nilüfer’’

çalışmaları, ‘’Şemsiyeli Kadın’’, ‘’Gelincik tarlası’’ gibi eserleriyle meşhurdur. Uzun bir

yaşam süren Monet kendisini bir motifin çeşitli ışık nüansları altındaki değişimine

adamıştı. Diğer Empresyonistlere göre onun fırça darbeleri daha kontrolsüz ve kabadır.

Nerdeyse noktaya dönüşen fırça darbeleri ile Pointilistleri, darbelerindeki dinamizm ve

kontrolsüzlüğüyle de van Gogh’u etkileyenlerdendir.

Fotoğrafçılığın bir diğer etki alanı da Pointilistler’de görülür. George Seurat gibi

ressamlar eserlerindeki motifleri adeta piksellere ayırıyormuşçasına ele almaktaydılar ve

adının da söylediği gibi fırça darbelerini noktalar şeklinde (le Point) yapıyorlardı.

10. Modern dönemin öncüleri – Paul Cezanne, Vincent van Gogh ve Paul Gauguin

Empresyonizm’i benimsedikten sonra, kendi tarzını

geliştiren ve sanatsal yorumunu realist akımdan daha da

uzaklaştıran bir takım sanatçılar vardır. Bunların başında

Paul Cezanne gelir. Her ne kadar o bir empresyonist

sayılabilse de, tarzını daha da geliştirmiş ve özellikle modern

dönemde karşımıza çıkacak olan Kubist akıma fikir

babalığında bulunmuştur. Empresyonistler’in göz ve ışığın

temasını ve burada oluşan algıyı resmetmeye çalıştıklarını

biliyoruz. Aynı noktadan Cezanne’da hareket etmiştir.

Ancak o fırça darbelerini git gide genişleterek zamanla

gördüğü renk ve

cisimleri birbirine

kenetlenmiş

yüzeyler olarak ele almıştır. Sonraları Kübistler

bu renk yüzeylerini daha keskin hale getirerek

dörtgenler (cubus) şeklinde boyamıştırlar.

Cezanne’nın çalışmalarında stilini ‘‘soğanlı

natürmort’’den, ‘’Chateau –Noir ve Sainte-

Victoire dağı’’na ordan da ‘’Gardanne evleri’’ne

kadar geliştirdiğini görmekteyiz. ‘’Gardanne

evleri’’ adlı çalışmasında şekil ve ışık algısının

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

20

gelişiminin son raddesini görmekteyiz.

Paul Gauguin’de 19. Yüzyılın sonlarına doğru yaşamış bir sanatçıdır. O van Gogh ile

birlikte stilinden dolayı genel toplum tarafından anlaşılmayan ve kabul görmeyen

ressamlardandı. Paul Gauguin ana vatanı olan Fransa’da yeterince ilham alamayınca

Pasifik Deniz’de bulunan Tahiti’ye yerleşmiştir. Burada bulunan primitif kültürün sanat

anlayışını ve hayat tarzını incelemiş ve

oldukça etkilenmiştir. Resimlerinde Tahiti

kadınlarını, doğasını ve hayvanlarını

resmeden Gauguin stilinde primitif kültürü

andıran unsurlar kullanmıştır. Renkler

birbirine geçiş sağlamıyor, büyük yüzeyler

üzerinde yoğun ve birbirine zıt olan renkler

kullanıyordu. Resimlerindeki kadın figürleri

yerel halkın tapındıkları tanrıça

heykellerine oldukça benzerlik gösterir.

Batı dünyasından ve medeniyetinden gelip

primitif hayatı yükseltmesi ve hayranlık

duyması onu bu dönemin nadir

sanatçılarından biri haline getirmiştir.

Gauguin’in resimleri aslında medeniyet

insanın aradığı basitliği ve sakinliği yansıtmaktadır. Bu arayış daha sonraları modern

dönemde yoğu biçimde ele alınacaktır. Onun ‘’tabiatı çok fazla resmetmeyin, sanat eseri

bir abstraksyondan ibarettir’’ sözü, onun renklere ve şekillere yüklediği sembolik ve

duygusal anlamı yansıtmaktadır. Gauguin’in en meşhur eserlerinden biri ‘’Arearea’’ adlı

çalışmasıdır.

Gauguin’i van Gogh ile sürekli sallantıda olan bir

arkadaşlık bağı vardı. Birbirine yenilikçi ve eleştirisel

olmaları açısından benzeyen bu iki ruh, aynı zamanda

sanatsal tutku açısından da benzemekteydi. Van Gogh

dindar bir insandı ancak kendi içindeki problemleri

halledebilmek için kendisini ressamlığa verdi. Onun

ilk başta önemsediği motifler basit insanların

hayatıydı. Van Gogh çiftçileri, işçileri ve fakir

insanları anlatan bir düzine resim boyadıktan sonra,

Sanat akademisine yazıldı. Paris’te Empresyonistlerle

ve Japon kakma sanatıyla tanıştı. Buradaki ikameti van Gogh’un dönüm noktası olmuştur.

Güney güneşinin yoğunluğundan etkilenen van Gogh, renklerinde git gide daha açık ve iç

acıcı olanları tercih etti ve zıt renkleri birbirine yakınlaştırdı. Bu dönemde boyadığı

örneğin ‘’öz resim’’ gibi eserlerinde, Pointilistlerin etkisi görülmektedir. Homojen renk

yüzeyleri kullanıyor ve nokta darbelerini adeta titreşiyormuş gibi dinamik biçimde tuvale

vuruyordu. Arles’de sanatsal yükselişini yaşamış ancak aynı zamanda ruhsal olarak

çöküntüye uğramıştı. Burada van Gogh stilinin çarpıcı özelliklerini geliştirmişti: Resmine

boyut kazandırmak içn

perspektifi değil, Hızlı ve

cezbe halinde ki fırça

darbeleri ve kontrast renk

kombinasyonları

kullanıyordu. Renklerinin

ışık saçması realist

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

21

boyamadan uzaklaşması anlamına geliyordu ve kendisinden sonra gelen Expressionistleri

etkilemişti. Van Gogh tıpkı Cezanne ve Gauguin gibi Sanat’ın gerçekliğin kusursuz

yansıması olmaması gerektiği, sanatın bir ifade şekli olduğunu vurgulamaya çalışıyordu.

Kendi çağlarında tepkiye maruz kalan bu ressamlar gelecek yıllardaki sanat algısına ışık

tutmuşlardır.

11. Sembolizm

1880 ile 1900 yılları arasındadır. Gauguin’in izinden

giden Henri Rousseau, James Ensor ve

Edvard Munch gibi ressamlar, anlam yüklü

idealist-sembolik geleneği takip

etmekteydiler. Bu sanatçıların eserlerini

stil açısından bir arada toplamak zordur.

Ancak hepsine mevcut olan bir unsur

vardır: Onlar ışık ve algının teknik olarak

incelenmesini iyi bulmuşlar ancak bununla

yetinilmemesi gerektiğini resmin bir anlam

taşıyıcısı olduğunun Empresyonistler tarafından göz ardı edildiğini

düşünmüşlerdi. Örneğin Edvard Munch’un ‘’Çığlık’’ adlı resmi, algı ve

ışık-renk ikilisini Empresyonist biçimde verirken aynı zamanda stiliyle,

kompozisyon ve renk seçimiyle belli başlı bir duygu ve hissi vermeye çalışır. Ruh dengesi

tıpkı van Gogh gibi labil olan Munch, resminde iç dünyasını sembolik biçimde yansıtmayı

başarmıştır.

12. Art noveau, Jugendstil ya da Sessesyonsanatı

Farklı isimlerle tüm Avrupa’da yankı bulan bu akım Natüralist-tarih

ressamcılığına bir tepki olarak gelişmiştir. Sanatçılar artık sanatın

herhangi bir amaca hizmet etmemesi gerektiği, kendisinin bir amaç

olduğu ve bu yüzden kendi ifade biçimlerinin olması gerektiğini

savunmaktaydılar. Bu konuda tıpkı sembolistler gibi düşünene Art

noveau’cular aynı düşünceyi savunan bazı diğer sanatçılar gibi koyu

ve depresif ifade biçimleri kullanmaktan çok, estetiğe önem

vermişlerdi. Onlara göre sanatın sadece sanat için olduğu bir ifade

biçimi vardı, o da ornamental çizgiler ve süslemeler idi. Bu yüzden art

noveau eserlerinde, ister resim ister

mobilya, eşya veya mimari olsun

daima bir dalga bir nakış ve ornament

bulunur. Gustav Klimt’in ‘’Öpücük’’ adlı eseri Art noveau’nun en

mükemmel öreklerindendir. Ressam

kendisini resmettiği çiftin

plastisitesinde fazla kaybetmeden,

onları bir nakışın içerisinde eritmektedir. Art noveau

özellikle zarif ve dekoratif olmasından dolayı

günümüzde halen çekiciliğini korumaktadır.

13. Fovizm

1905 ile 1915 yılları arasında modern dönemin öncüleri olarak adlandırdığımız

ressamların fikirlerini devam ettiren bir grup oluşmuştu. Bu grup, Art noveau’nun

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

22

dekoratifliği ve Sembolistlerin resimlerde ifade ve

anlam arayışına aldırmadan, empresyonistlerin

savundukları otonom resim tasarımını devam

ettirmişler ve modern dönem sanatın yolunu

açmışlardır. Henri Matisse, Andre Derain, Maurice

de Vlaminck, Raoul Dufy ve Kees van Dongen’den

oluşan bu grup birbirine tamamen zıt renkleri

kullanmaları ve agresif firça darbelerinden dolayı

‘’Fauves’’ yani ‘’Vahşiler’’ olarak

adlandırılmışlardı. Yine Natüralizm’e tepkiliydiler

ve resmin kendi içerisinde bir organizma olduğunu, kendi ifade biçimleri olduğunu

savunmaktaydılar. Henri Matisse’in ‘’Madame Matisse. Yeşil çizgi’’ olarak

adlandırdığı resminde sadece renk karşıtlıklarını kullanarak ve bu karşıtlıklar arasında

nüans kurarak bir boyut elde ettiğini görmekteyiz. Onun resimlerinde renk seçiminde

dolayı adeta bir ışıldama mevcuttur. Fauvistlerin özelliği resimlerinin gerçeğin iyi bir

kopyasının olması değildir. Sembolik bir atıf dış dünya ile resim arasındaki irtibatı

sağlayan unsur değildir. Resimler artık kendi kendilerinde vardırlar, ve şekil ile

renklerin uyumundan doğan bir ifade biçimine sahiptirler.

14. 20. Yüzyıl’da sanat

20. yüzyıl teknik gelişim, icatlar ve bilim yüzyılıdır. Freud’un piskanalizi, Buhar

makinesinin icadı, motor icatları, tabiat bilimlerindeki yeni kazanımlar ve Einstein’ın

relativite teorisi modern çağ insanının algısını ve dünyaya bakışını sarsmıştı.

Gerçekliğin ne olduğu sorgulanmaya başlamış, geçekliğin duyularla idrak edilenden

öteye giden bir şey olduğu düşüncesi hakim olmuştu. Sosyal dokuların değişmesi, kent

hayatının gelişmesi, teknik gelişim karşısında her şeyin daha hızlı yaşanması

sanatçılarda yeni sanat arayışlarını uyandırmıştı. Örneğin bir otomobille bir tabiattan

geçerken tabiat algısı, yavaş ve ağır ağır ilerleyen at arabasında yaşanan algı

birbirinden farklıdır. Kent hayatının yalnızlığı, modern insanın kendinden uzaklaşması

ve kimlik arayışları, koskoca bir kalabalık arasında kendini kaybetme hissi, sanatçıları

resimlerinde betimlemekten çok ifade arayışına sevk etmişti. Van Gogh’un ve

Gauguin’ın ifade arayışları buna öncülük etmiştir. Bu dönemdeki ifade ve stil

arayışları birbirine nerdeyse paralel ya da eş zamanlı olduğu için ekoller ve sanat

türleri arasında kronolojik bir ayrım yapmak zordur. Resme anlam verme konusunda

resme bakan kişinin rolü 20. Yüzyılda git gide artmaktadır ve özellikle Abstre

ekspresyonizm tarzında önem arz etmiştir.

14.1 Ekspresyonizm

Ekspresyonistler tıpkı Empresyonistler gibi çağın yeni donanımlarına karşı sanat

algılarını değiştirmeye hazırdılar, ancak bunu empresyonistler kadar pozitif şekilde

yapmamışlardır. Onlar daha çok hayatın negatif taraflarına anlam vermeye

çalıştılar.

İnsanın kalabalıklarda kendisini yalnız hissetmesi, kendi

benliğine yabancılaşması ve benlikçilik bu sanatçıların zihnini

kurcalamıştır. Hatta onların resimlerindeki fikir ve duygusallık

ile çağın insanına bu yenliklerle baş edebilme imkânı vermeye

çalıştıklarını da söyleyebiliriz. Bu sanatçılardan bazıları

‘’Köprü’’ adında bir ressamlar topluluğu kurmuşlardır: Ernst

Ludwig Kirchner, Erich Heckel, Karl-Schmidt-Rottluff ve Fritz

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

23

Beyl. Manifestolarında gençliğe, iyi bir geleceğe ve hürriyete hizmet etmek

istediklerini belirten bu topluluk, dönemin en meşhur eserlerini Wilhelm

döneminin katı ve donuk sanatına karşı bir tepki olarak vermiştir. Abstraksyona

doğru ilerleyen bu grup, deforme ve aperspektifik motifler, karşıt renkler ve

birbirinden kalın bir çizgiyle ayrılmış renk yüzeyleri ile çalışıyordu. Figürleri

dönemin Bohem insanının kendisini algılamasını yansıtıyordu: Suretsiz, biçimsiz,

benliksiz. Figürler birer klon gibiler. Onlara göre ayrıca primitif sanat yani halkın

basit sanat anlayışı ve çocukların sergilediği resmetme tarzı gerçek ve bozulmamış

saf sanat idi. Bu da belki de modern ve sanayileşmiş insanın doğaya karşı

özleminin ifadesiydi.

Bir diğer sanatçı topluluğu Frank Marc, Wassily Kandinsky, Paul

Klee, Alexej Jawlensky, Marianne Werefkin, August Macke ve

Gabriele Münter’den oluşan ‘’Mavi süvari’’ idi. Bu grup

‘’Köprü’’den daha az organizeydi. Bu topluluğun resimleri ise

genelde anlamda daha spirituel ve düşünceli idi. Ancak iki grubu da

şu düşünce birleştirmekteydi: Sanat artık görüleni gösteremezdi,

zira artık gerçekliğin karmaşıklığı buna izin vermiyordu. Paul

Klee’nin de ifade ettiğine göre, Sanat

görüleni resmetmek değil, görünür kılmaktı.

Onlar ruhta titreşim oluşturacak şeyleri

resmetmek istiyorlardı, bundan dolayı da

hepsi kendi özgün sanat tarzını geliştirmişti. Örneğin

Kandisnky’e göre ruhta titreşime sebep olabilecek olan

şey, gerçeklikten tamamen kopmuş olması gerekirdi.

Dolayısıyla abstre olması gerekiyordu.

14.2 Kübizm

1907-1925 yılları arasında tespit edilmiştir. Özellikle Paul Cezanne’in

cisimleri geniş yüzeylere ayırmasından etkilenmişlerdir.

Ekspresyonistler’de olduğu gibi anlam verme aşamasında duygu ve

seyircinin rolüne dikkat etmişler ancak bunu da analitik biçimde ele

almışlardır. Gerçekliği kavrama aşamasında onlar gerçekliği

analitik biçimde dokusuna ayırmaya çalışmışlar, yani şekillere

(küp, koni, silindir gibi) parçalayıp tekrar bir araya

getirmişlerdir. Bu akımın temsilcileri arasında Georges Braque,

Pablo Picasso, Jean Metzinger, Fernand Leger gibi ressamlar

vardı. Obje parçalamakla onu çeşitli açılardan birden resm

edebiliyorlar ve böylelikle zaman kavramını da işlemiş

oluyorlardı. Çoklu perspektif dönemin İtalya’sındaki Futurist

sanatında da vardı. Marcel Duchamp’ın eserlerinde kendilerine

has bir tabiat yasası vardır. Zira simultan perspektif denilen bu

teknikte bir cismin hareket hali tek bir obje üzerinde ve resmin

boyandığı o anda hapsedilmekteydi.

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

24

Kübist sanatın en meşhur ressamlarından biri Pablo Picasso’dur.

Picasso çok fazla eser vermiş ve plastik sanatlar, keramik gibi diğer

branşlarda da becerisini ustaca sergilemiştir. Kendi stilinde git gide

abstraksyona doğru ilerlemiştir. İlk dönem eserlerinde çok aşırı

derece de bir abstraksyon ve figürlerinde parçalanma görülmez,

ancak George Braque ile tanışmasından sonra bu durum değişir. ‘’Les

Demoiselles d’Avignon’’ adlı eserinde, kadın vücutları parçalanmış

ve abstre olmuş şekilde sunulmuştur. Zira Picasso bu dönemde

ifadeyi daha da güçleştirecek sanat unsurları arayışına girmişti. Bu

ifadeyi o kendi şahsına Afrika sanatında bulmuştu. ‘’Les Demoiselle

d’Avignon’’ adlı eserine bakıldığında yüzlerin Afrikan maskelerini andırdığı

görülür. Fakat Picasso asla tamamen abstre olmuş bir tarzı benimsememiştir. O

daha çok cisimleri parçalayıp kendi yasalarına göre tekrar bir araya getiriyordu.

Picasso’nun kendine has olan stili onu en özgün ressamlardan biri haline

getirmiştir. Adeta marka olan bir unsur, boyadığı yüzlerde bir yarının frontal

perspektiften diğer yarının ise yan perspektiften ele alınmış olmasıdır (‘’Dora

Maar’’). Ayrıca Picasso’ya göre siyasi bir görüşe sahip olup bunu özgürce ifade

etmek bir sanatçını gayet tabii bir hakkı idi. Daha önce (bkz. Miken sanatı)

bahsettiğimiz gibi ‘’Guernica’’ resmi böyle bir manifestodur.

Kübistler özellikle gelecek çağlar için ilham kaynağı olmuşlardır: Cisim ve

genelde kompozisyonun parçalara ayrılması Collage, Photomontage ve

Assemblage gibi tekniklerin ön ayağı olmuştur.

14.3 Futurizm

Fransa’daki Kübizmle paralel şekilde İtalya’da Fütürizm akımı

ortaya çıkmıştır. Bu ressamlar tıpkı Kübistler gibi cisimleri

parçalarına ayırıyorlardı. Ancak onlar bir cismin yanından hızlı

geçildiğinde oluşan algıyı, yani zaman kavramını da resme dâhil

etmek istediler. Bu yüzden resimlerinde bazen bir figürün üç veya

alt uzvu olabiliyor, ya da hızlı bir kemancının on iki parmağı

oluşabiliyordu. Onlar teknik kazanımlara olan hayranlıklarını bu

şekilde ifade etmiş oluyorlardı, Tommaso Marinetti’nin 1900

yılında yaptığı bir yorumda olduğu gibi: ‘’ Bir yarış otomobili,

bağıran bir araba beygiri,… bunların hepsi Samothrake’li

Nike’den çok daha güzeldirler.’’ Fütürist eserlere örnek olarak

Umberto Boccioni’nin ‘’Cadde’deki gürültü eve giriyor’’

verilebilir.

14.4 Abstraksyon

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

25

İkinci dünya savaşındaki tecrübelerden sonra, insanların zihni tamamen

karışmış ve ekspresyonizmin daha güzel bir dünyayı resmedebilme

düşüncesine bir ütopya olarak bakmaya

başlamıştı. Bu yüzden gerçeklikten

tamamen kopmuş bir sanat algısı belki de

dönemin insanlarına cazip gelmişti. Zira

artık abstraksyon daha iyi bir dünyanın

ütopyasını taşır hale gelmişti. Ancak

sanat bu esnada ahenkli, berrak ve tertemiz

olmalıydı. Öte yandan da bu sanat güncel

hayata nüfuz edebilmeliydi, zira toplumsal yönü

bu şekilde sağlanacaktı. Bu yüzden sanatçılar

artık sanatlarını resimlerle sınırlandırmıyorlardı,

bu yeni sanat algısı mimari ve ürün tasarımına da geçti. Hayat ve sanatın

birleşmesini benimseyen ve Hollanda’da 1917 yılında kurulan De Stijl sanatçı

topluluğun yanı sıra, birde Almanya’da 1919 yılında Walter Gropius’un

öncülüğünde Bauhaus akademisi kuruldu. Bu grupların öncelikli hedefi bütüncül

bir sanat anlayışıydı. Bu dönemin en meşhur eserleri Robert Delaunay’in

‘’Daireler Güneş’’ ve Paul Klee’nin ‘’Gemilerini kalkışı’’dır.

14.5 Dadaizm

1916 Zürih ‘’Cabaret Voltaire’’deki bir gösteri ile başlayan bir protestodur. Bir

grup genç, absürd şiirler, hareketler ve danslarla savaşın anlamsızlığı içerisinde

insanın anlam algısını protesto etmişlerdi. Onlar artık saçmalığın içinde bir anlam

arayışındaydılar. Francis Picabia’nın şu cümlesi Dadaizm’i güzel bir şekilde ifade

etmekteydi: ‘’İnsan kafasının yuvarlak olması düşüncesinin seyrini

değiştirebilmesi içindir’’. Onlar insanın aptallığını ve kendini

çok akıllı sanmasını protesto ediyorlardı. ‘’Dada’’

isimlendirilmesinin hala tam olarak nerden geldiği

bilinmemekteyse de, anlamsız bir kelimedir. Anlatılana göre

Hugo Ball Fransız kelime dağarcığını açıp ilk önüne çıkan

kelimeyi ‘’Dada’’ yani ‘’oyuncak at başlıklı

sopa’’ almış ve bu akımın ismi haline

gelmiştir. Dadaistler sanattan çok anti-sanatı

savunmaktaydılar, yani onlar gelmiş geçmiş

tüm sanat algılarını kırmak ve yepyeni bir şey

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

26

ortaya koymak istemişlerdi. Marcel Duchamp’ın Ready-mades sergisi buna

örnektir: bir idrar taşı ve bir bisikletin ön tekerleğini sergilemekle sanat eseri

dediğimiz şeyin onu nerede ve hangi sergide gördüğümüze göre zihnimizde

konumlandığını göstermekteydi. O aynı zamanda sanat pazarına ve sanat

anlayışına en ciddi eleştiri yapanların ilki olmuştu. Kurt Schwitters’in eserleri

Duchamp’ın anti-sanatı kadar sanat dışı olmasa da, Dadaistler gibi o da zaten

paramparça olmuş olan şeylerin parçalarını bir araya getirip onlardan yeni bir

şeyler yaratmaya çalıştı. Meşhur Collage’lerinde ‘’merz’’ kelimesinin sıkça ve tabi

ki herhangi bir anlamı olmaksızın ortaya çıkması onun amblemidir. Photomontage

tekniği kullanan bir diğer grup da Hannah Höch, Raoul Hausmann ve John

Hartfield gibi sanatçılardan oluşmaktaydı. Ancak Dadaizm’i bu kadar özel yapan

şok etkisi zamanla etkisini kaybetmişti. Fransa’daki Dadaizm bu yüzden git gide

yerini Sürrealizm’e bırakmıştır.

14.6 Sürrealizm

1924-1945 yılları arasında psikanalizin etkileri sanatta da

görüldü. Fransa’daki Dadaistler irrasyonellik ve anlamsızlık

prensibini reisime dökmeye başlamışlardır ve bununla ruhun

derinliklerini kavramaya çalışmışlardı. Freud’un rüya tabiri

yöntemi insanın benliğinin keşfedilmemiş olan büyük oranının

rüyalarda tezahür ettiğini savunuyordu. Dolayısıyla insanın

hisleri, düşünceleri ve filleri kontrolü dışında cereyan

etmekteydi. Andre Beton’un ‘’Ben birbirine tamamen zıt

gözüken gerçeklik ve rüyanın bir üst gerçeklikte (sur-realite)

çözüldüğüne inanıyorum’’ şeklindeki ifadeleri akıma ismini

vermiştir. Yine bir başka realite arayışına girmiş bulunan

modern insan, bu sefer tanınmadık yeni gerçekliklerin

rüyalarda keşfedilebileceğini düşünüyordu. Sürrealizm’in devasa isimleri İspanyol

Joan Miro ile Salvador Dali, Alman Max Ernst, Belçikalı Rene Magritte ve

Mexikalı Frida Kahlo’dur. Salvador Dali

ve Giorgio de Chirico üst benliğin kontrol

ettiği düşünce aşamalarını, realist

cisimlerin absürd biçimde bir araya

getirilmesi ve tabiata aykırı şekillere

sokulmasıyla kırmayı başarıyorlardı.

Dali’nin ‘’Hafıza’nın sürekliliği

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

27

(yumuşak saatler)’’ adlı çalışması buna örnektir. De Chirico ise eserlerine ‘’pittura

metafisica’’ yani ‘’metafizik ressamcılık’’ adını isabetli biçimde koymuştu. Dali

ise kendini ‘’rüyaların resim boyayan fotoğrafçısı’’ olarak görmekteydi ve bu

yüzden illüzyonist sürrealistlerdendi.

Rene Magritte yanıltıcı resimleriyle insana gerçeklik neden olduğu gibi de başka

türlü değil sorusunu sordurarak farklı bilinç mertebelerine ulaşmaya çalışıyordu.

Diğer bir sürrealist – Max Ernst- bilinç mertebelerine ulaşmayı tesadüfe bırakıp

Frottage, Grattage ya da Decalcomanie teknikleriyle çalışıyordu.

Bu teknikler tesadüfi bir görüntü elde etmeyi ve tıpkı bir bulutun

bir hayvana yahut cisme benzetilmesi gibi, zihnin ortaya çıkmış

olan bu görüntüyü kendisinin yorumlamasına izin veriyorlardı.

‘’Büyük orman’’ adlı çalışması buna örnek gösterilebilir. Bu teknik

aslında psikolojide kullanılan ‘’Rohrschach-testine’’ çok fazla

benzemektedir.

Bir diğer sürrealist yorumcu Juan Miro’dur. O ilham

kaynağını çocuk resimlerinden almaktadır. Ona göre

bilinçaltını anlayabilmenin en güzel yolu çocuk zihninin

ürettiklerini mercek altına almaktır. Resimlerinde

kompozisyon olmasına rağmen, yıldızlar, noktalar ve çizgiler

bir hayal dünyasına davetiye çıkarır. Diğer sürrealist resimler

bazen ürpertici bazen de karanlık iken, Juan Miro’nun

resimleri tıpkı ‘’gök mavisinde altın’’ resminde olduğu gibi

neşe ve masumiyet saçmaktadır.

Nasyonalsosyalizm’in baskısı ve sanat müdahaleleri altında çalışan bu sanatçılar,

siyasi bir protesto yahut bir karşı koyma peşinde değildiler. Aslında onların

gerçeklikten üst gerçeklik denilen hayal ve rüyalara kaçmaları onların baskıcı

unsurlarla baş edebilmelerini sağlamıştır. Dolaysıyla sürrealizme aslında bir

realiteden kaçış olarak bakabiliriz.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası

İkinci dünya savaşından sonra yine dengeler değişmiş, Amerika özellikle öncü konuma

yerleşmişti. 20. Yüzyılın ikinci yarısı Abstre ekspresyonizm, Tachizm, Action Painting,

Konkre resim sanatı (Op-art, Colour-Field Painting ve Hard Edge), Realizm ve Aksiyon

sanatı, Pop- Art ve Fotorealizm, figüratif resim sanatı gibi türleri barındırmaktadır. Bu sanat

türleri günümüz sanatçıları tarafından hala kullanılmaktadır. Biz bu çalışmamızda aslında

çağımızın sanat türleri oldukları için bu ifade biçimlerini açıklamadık. Belki de elli yıl sonra

bu eserleri eleştirisel bakış açısıyla tekrar yorumlamanın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.

Ancak şu bir gerçek ki 19. Yüzyılın ikinci yarısından 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar

modern insanın sanat algısı, en azından ifade

biçimlerinin yorumlanmasına izin verdiği kadar, pek

fazla değişime uğramamıştır. Abstraksyonun son

raddesine ulaşmaya çalışan modern insanı ileride neler

beklemektedir?

KISA SANAT TARİHİ Tuğrul Kurt

28