Upload
others
View
43
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
İKTİSAT TARİHİ
İktisat Tarihi oldukça geri bir bilim dalıdır. Başlangıçta klasik iktisadi ekolün varsayımı ve ilkeleri
üzerine değiştirme göstermiş olan iktisat tarihi zaman içerisinde tarihçi ekolün ilke ve esasları üzerine
şekillenmiştir. Klasik iktisatçılara göre iktisadi davranış kurallı fizik kanunları gibi evrensel geçerliliğe
sahiptir. Bu nedenle tüm ekonomiler için uygulanacak iktisat politikalarının amaç ve araçları aynıdır.
Klasik ekole önemli bir itirazda bulunmuş ve itirazın da tümdengelim metodunun tarihi dışlayarak
iktisadı soyut bir bilim haline getirdiğini iddia etmiştir. Tarihçi ekole göre doğru bir yaklaşım iktisadi
gerçekliklerin dikkatli bir gözleme tabi tutulmasının ardından tümevarım yöntemiyle iktisadi olayların
tarihsel bir perspektiften ele almasıdır. Tarihçi ekole göre bir ülkenin coğrafi koşulları, doğal
kaynakları, kültürel değerleri, ahlaki ve dini tutumları, politik rejimleri, iktisadi kurumları gibi bireyin
iktisadi davranışları üzerinde önemli etkilerde bulunan özellikleri zaman içerisinde sürekli olarak
değişir. Bu nedenle günümüzün iktisadi olgularını açıklayabilmek için tarihsel geçmişin doğru ve
ayrıntılı bir ön analize ihtiyacı vardır. Bu amaca dönük olarak tarihçi ekol gözleme dayanan ve tüme
varışın esas olan bir yöntem önererek her toplumun iktisadi yapısını ve tarihi gelişimini karşılaştırmalı
olarak incelemeye önem vermiştir. Öte yandan 20. yüzyılın ikinci yarısında gelişme ve biyometri
olarak adlandırılan yeni iktisat tarihi okulu mensupları başta iktisat teorisi olmak üzere toplumsal
bilimlerin kantitatif (sayısal) yöntemleri ve davranış modellerini tarih çalışmalarına başarılı bir şekilde
uygulamışlardır ve karşılaştırmalı analiz olanağını arttırmışlardır.
İKTİSAT TARİHİNİN BAŞLICA KONULARI
İktisat tarihinin temel çabası iktisat tarihinin geliştirdiği kavram ve tahlil yöntemlerini tarihsel olaylara
uygulanarak bir yandan ekonomik büyümenin nedenlerini araştırmak, öte yandan eşitsiz iktisadı
geliştirme olgusunun kaynaklarını anlamaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Büyüme ve iktisadi
gelişimin analizinde sadece üretim faktörlerinin incelenmesi yeterli değildir. Uzun dönemde üretimi
etkileyen nüfus, teknoloji, bilgi ve yetenekler, sosyal, politik ve iktisadi kurumlar gibi toplumun
yapısal özellikleri analize dahil edilir.
TARIMSAL GELİŞME / TARIM DEVRİMİ / SONUÇLARI
İnsanoğlunun iktisadi mücadelesi toplayıcılık ve avcılık aşamalarıyla başlamış ve M.Ö 8000(neolitik
çağ) ve toprağa müdahale ile yeni bir boyut kazanmıştır. Çünkü toprağa ilk tohumun atılması insanın
toprak üzerinden yerleşik bir hayata geçmesine ve tarımsal bir artık üzerinden mücadeleye yol
açmıştır.
Tarım Devrimini Açıklayan Teoriler
1) Gordon Childe’a göre 10 ile 12000 yıl önce gerçekleşen son küresel buzlanma döneminde Avrasya
ve Kuzey Amerika’daki iklim kötüleşmesi sonucunda Kuzey Yarım Küredeki avcı insanların temel
beslenme kaynaklarını oluşturan hayvanların önemli kısmı yok oldu. Bir zamanlar yeterli ölçüde su
kaynakları bulunan Yakın Doğu ve Kuzey Afrika kuraklaştı. Daha önce insanlar için kolaylıkla elde
edilebilir vahşi hayvan ve bitkilerle dolu olan bu bölgede azalan yiyecek kaynakları mevcut vahalar ve
su membalarında toplandı. Bu az sayıdaki vahalarda insan, hayvan ve bitkilerle daha sıkı bir temas
içinde bulunarak onları daha yakından izlemeye başladı. Bu arada bazı hayvanları düşmanları olan
yiyici hayvanlardan korudu. Böylece otçul hayvanlar giderek evcilleşti. İnsan bu hayvanları ot ve
hububatla beslemeyi ve korumayı kendisi için avantajlı buldu.
2) Braid Wood tarafından geliştirilmiş olan Çekirdek Alan teorisi bir diğer teoridir. Bu teoriye göre
insanın doğal çevresindeki hayvan ve bitkileri daha iyi tanımasını sağlayan bir kültürel gelişme tarım
devrimine yol açmıştır. Çekirdek alan evcilleştirilmeye hazır çok sayıda hayvan ve yetiştirilmeye
müsait çok sayıda bitkinin bulunduğu, tarım yapmaya son derece elverişli bir çevredir. İşte bu ortamda
tarım aracılığıyla yiyecek üretimi, insan gruplarını artan kültürel farklılaşması ve uzmanlaşmasının bir
nihai ürünü olarak ortaya çıktı. MÖ 8000’de Güneybatı Asya’da Bereketli Hilal bölgesindeki insanlar
çevrelerini çok iyi tanıdılar. Böylece daha önce avladıkları hayvanları beslemeye ve topladıkları
bitkileri yetiştirmeye başladılar.
3) L. Binford tarafından geliştirilen 3. Bir teori tarıma geçişin açıklanmasında hareket noktası olarak
nüfus artışını almıştır. Göçlerle meydana gelen nüfus yığılması doğal kaynaklar üzerinde bir baskı
oluşturmuş ve hayatta kalabilmek için rakip gruplar arasında bir mücadeleye yol açmıştır. Artan nüfus
mevcut doğal kaynaklar ile insan arasındaki dengeyi bozmuştur. Yiyecek kaynaklarının yetersiz
kalmasının yarattığı baskı insanları toprağın verimliliğini arttırmaya itmiş ve yaşamda kalabilme
mücadelesi yeni tarımsal tekniklerin geliştirilmesini zorunlu kılmıştı. Nüfus baskısı bir bakıma
tarımsal devrimin itici gücü olmuştur.
Tarımın Yayılması ve Gelişmeler
Tarımın gelişmesi insanlık tarihinde çok önemli değişmelere neden olur. Tarımın gelişmesinin önemli
bir sonucu belirli bir bölgenin besleyebileceği nüfusun artmasıydı. Özellikle neolitik devrimin
yayıldığı bölgelerde nüfus oldukça hızlı arttı. Nüfus artışının yanında insanlar yerleşik yaşama geçerek
sürekli belirli bölgelerde yaşamaya başladılar. Bir müddet sonra yiyecek arzı daha düzenli ve güvenilir
hale geldi. En azından artık dalgalanmalar günlük değil yıllıktır. Hatta yiyecek depolama imkanları
sayesinde yıllık dalgalanmaların dahi olumsuz etkilerini azaltmak mümkün hale gelmişti. Son olarak
sulu tarımın verimlilik üzerindeki etkilerinin anlaşılması su kullanımının artmasına ve kıt bir kaynak
olan suyun kontrolü üzerinde devlet benzeri organizasyonların oluşumuna yol açtı.
Tarım Devriminin Sonuçları
1) Nüfus arttı. İnsanların yerleştikleri alanlar Ortadoğu ve Akdeniz kıyısı bölgeleri oldu. Bu bölgelerde
nüfus yoğunluğu diğer bölgelerle kıyaslanamayacak ölçüde yükseldi.
2) Zaman içinde avcılık ve toplayıcılıktan çiftçiliğe doğru sürekli bir geçiş oldu. Tarım giderek
egemen ekonomik faaliyetler olurken yerleşik hayat göçebeliğin yerini aldı.
3) Bronz çağının yerini Demir çağı aldı. Ve bu durum alet kullanımı anlamında tarımsal tekniklerin
hızla gelişmesine yol açtı.
4) Ticaret gelişti ve genişledi. Özellikle bölgelerarası ticaretin önemi arttı. Sonuçta Pazar mekanizması
iktisadi kaynakların dağılımında giderek artan ölçüde rol oynamaya başladı.
5) Şehirler giderek gelişme gösterdi. Özellikle Akdeniz’e kıyısı olan bölgelerde artan şehirleşme ticari
gelişme ile desteklendi.
6) Tarım devrimi ile birlikte çeşitli ekonomik organizasyon türleri ortaya çıktı. O gün ki koşullarda
devlet organizasyonları iktisadi kaynak dağılımları ve bölüşümüne çeşitli müdahale biçimleriyle
çözüm aramaya çalıştı. Bunlardan bazıları da piyasa merkezli müdahale ön planda olurken bazılarında
devlet tekeli ön plana çıktı.
7) Avcı ve toplayıcı topluluklarda yaratılan tüm değer emek faktörüne dayandığından üretimin
dağılımı çok daha eşitlikçiydi. Tarım toplumlarında ise gelirlerin en azından bir bölümü toprak kirası
ve faiz gelirleri şeklinde birtakım insanların ellerinde toplanmaya başladı ve bu gelirler servet
biriktirebilmenin kaynağı oldu. Sonuçta gelir dağılımındaki eşitsizlik giderek artmaya başladı.
8) Avcı ve toplayıcı toplumlarda doğal kaynaklardan topluluğu oluşturan tüm grupların mensupları
herhangi bir kısıtlama olmaksızın yararlanabilmekteydi. İlkel tarım toplumlarında ise doğal
kaynaklardan topluluğa mensup sadece belirli bir grup üyenin kullanım haklarından yararlanabildiği
komünal mülkiyet tipi doğdu. Ve bu tip zamanla yerini yeniden dağıtıcı ekonomilerde devlet
mülkiyetine piyasa ekonomilerine ise özel mülkiyete bıraktı. Topraklar, mallar, kölelik formunda
emek faktörü özel mülkiyet konusu oldu.
İlk Çağ Uygarlıklarının İktisadi Yapıları
Sümerler: Sümerler ’in uygarlığa en önemli katkısı idari bir ihtiyaçtan kaynaklanan yazıyı icar
etmeleri olmuştur. Sümerler mali kayıtları kontrol edebilme adına yazıyı icat edip iktisadi ilişkilerini
kayıt altına alabilmişlerdir. İlk Sümer şehirlerinde ekonomik ve siyasi organizasyon işlevi dinin esaslı
bir hiyerarşi tarafından yerine getiriliyordu. Bu kişiler tarımsal üretimle ilgili işlevin düzenlenmesi
yanında üretimin vergilendirilmesini de sağlıyorlardı. Vergilerin toplanması ve harcanması ile ilgili
kayıtlar kilden yapılma tabletler üzerine bazı işaretler kullanılarak çözümleniyordu. M.Ö 2500'e doğru
bu işaretler belirli bir şekil kazanarak çivi yazısına dönüşmüştür. Sümerler ticaretin önemini kavrayana
ilk topluluk olup maden ve kereste gibi malları ithal edip zenginleşmenin de yolunun ticaret olduğunu
bulmuşlardır.
Mezopotamya uyarlığının karakteristik özelliği olan bürokratik bir organizasyonun önemli bir buluşa
öncülük etmesinin tarihteki önemli bir örneğidir. Yazı idare bir ihtiyaçtan kaynaklanmış olmakta
birlikte Sümer toplumunun dini, edebi ve iktisadi ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir araç olarak
kullanılmıştır. Özellikle mübadele ilişkilerinin gelişmesinde ortak ölçü birimlerini yazı vasıtasıyla
kullanılması oldukça önemlidir. Zira Sümerler ticaretin ilave kazanç sağlamanın temeli olduğunun
farkına varmışlar ve ticaretten mümkün oldukça yararlanmaya çalışmışlardır. Ayrıca kilden yapılmış
tabletler üzerine yazılı sözleşmeler borç ve alacak ilişkilerinin saptanmasında ve mali işlemlerinin
kayda geçirilmesinde kullanılarak mübadele ilişkilerinin giderek gelişmesinde önemli bir rol
oynamıştır.
Mısırlar: Sümerler’den farklı olarak Mısır'da tüm topraklar tanrı olarak görülen Firavun' a aittir.
Toprakları işleyenler ise kiracı statüsündedirler. Vergi ve kiralar ekili topraklardan düzenli bir şekilde
Firavun adına toplanıyor. Önemli bir kısmı aynı zamanda Firavun ’un otoritesini görülür hale getiren
ve topluluk nezdinde meşru kılan Piramit ve benzeri yapıların yapımında kullanılıyordu. İktisadi hayat
tamamen Firavun ve ona bağlı bürokrasinin denetimi altında olup kaynak dağılımı bir merkezden
gerçekleştiriliyordu. Bazı kıymetli mallar da devlet tekeli vardı, devlet üreticilerden sabit bir fiyattan
(değerden) satın aldığı malları içeride ve dışarıda daha yüksek değerden satıyor ve kazanç elde ediyor.
Bu nedenle Sümerlerden farklı olarak zengin ve özerk bir tüccar sınıf Mısır’da ortaya çıkmamıştır.
Eski Yunan: Akdeniz dünyasının iç ve önemli uygarlığı Yunan Uygarlığıdır. Kuruluş döneminde
doğal olarak temel geçim kaynağı tarımdır. Polis doğduğu dönemde nüfus oldukça hızlı bir şekilde
artmıştır. Dağlık arazi yapısı nedeniyle tarımsal üretim potansiyelinin sınırlı olması zamanla kıtlığa yol
açmıştır. Bazı şehirlerde bu problemi kolonizasyon ile çözümlemeye çalışmışlardır. Kolonizasyon
nüfus baskısını belirli ölçüde azaltmıştır. Şehirlerin tarımsal ürün ihtiyaçlarını karşılamak için
başvurdukları bir diğer yöntem uzlaşma olmuştur. Toprakların büyük bir bölümü birim alandan tahıl
tarımına göre daha yüksek verim alınabilen emek yoğun bağcılık ve zeytincilik faaliyetlerine
ayrılmıştır. Tahıl fazlası olan bölgelerle zeytin yağı ve şarap ticareti yapılarak daha fazla yiyecek elde
edilebilmiştir. Uzmanlaşmaya başlayan dayanan bu ekonomi tipi, şehirlilerin yiyecekleri için daha
ziyade kendi himayelerindeki ve dar çevrelerindeki topraklardan yararlandıkları doğu
medeniyetlerinden farklılık göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ticari hayatın uyardığı en
önemli yenilik ise şüphesiz değişim aracı olarak paranın kullanılmaya başlanması ve yaygınlaşması
olmuştur. Yunan şehirlerinin artan iktisadi refahlarının bir diğer önemi üretim faktörleri üzerinde etkin
bir mülkiyet hakları sistemi kurmayı ve buna uygun bir hukuki çerçeveyi çizmeleri olmuştur.
Atina bir yandan modern iktisadi sistem temelinde yatan fiyat tayin edici pazarların öte yandan da
uluslararası ticaretin gelişmesinin ilk örneğidir. İlerleyen dönemlerde ortaya çıkacak olan bankacılık,
sigorta ve şirket ortaklıkları gibi diğer pek çok ekonomik kurum çekirdek olarak eski Yunan'da ortaya
çıkmış, başta Atina olmak üzere bazı şehirler mali ve ticari yönden oldukça gelişmiştir.
İlk Çağ Medeniyetlerinin Gelişme Paradoksu
İlk çağ toplumlarında ekonomik dengelerde kökten değişmelere yol açan temel faktör nüfustu.
Tarımsal gelişmeleri takiben nüfus önemli düzeylerde artış gösterdi. Nüfus artışını tolere edebilen iki
faktör bulunmaktaydı. Bir yönden tarıma açılabilecek yeni topraklar ve kaynaklar üretim sürecine
dahil ediliyor öte yandan da basit düzeyde teknik yenilikler devreye sokuluyordu. Ancak bu
gelişmelerin ilkinin nihai bir sınırı vardı. Zira yeni toprak ve kaynak artı bir ölçüde süreklilik arz
ediyordu. Ayrıca üretime açılan yeni toprakların göreli verim düzeyi düşük olduğu için hızla artan
nüfusu besleme kapasitesi düşüktü. Aynı şekilde ikinci kaynak olan teknik gelişmelerin nüfus artışına
paralel bir verim artışı sağlaması o günkü koşullar düşünüldüğünde mümkün değildi. Çünkü teknik
gelişmeler oldukça yavaş ve basit düzeydeydi.
Bahsedilen kısıt durumu sebebiyle ilk çağ toplumları nüfus artışı karşısında bir paradoksa düşmüşler
ve nüfus artışına direnç gösteremeyenler iktisadi olarak genişlemişlerdir. Herhangi bir üretim
sisteminde toprak, emek ve sermayenin değişik bileşimleri kullanılır, Üretim girdilerinden bir tanesi
sabitken diğer girdiler arttırılırsa üretim artmakla birlikte giderek daha düşük oranda artar. Bir diğer
ifadeyle girdilerden biri sabitken üretim genişledikçe arttırılan girdi başına ürün düzeyi düşer.
İlk çağ toplumlarında toprak niteliği gereği (T, K) arzı sabit olan bir üretim faktörüydü. Bu sınırlı arz,
teknolojik bir değişme olmadıkça emek arzının arttığı koşulda işgücü birimi başına üretimin
düşeceğini ifade eder. Bu neden nüfus artarken kişi başına gelirler düşer. Bu sebeple nüfus artışını
izleyen azalan verimler yasası ilk çağ medeniyetlerinin iktisadi gerileme ve çöküşlerinin temel sebebi
olmuştur.
Roma uygarlığı: Roma uygarlığı tarihte en uzun süre egemenlik kuran ve merkezi yapısının son
derece güçlü olması itibariyle incelenmesi gereken bir uygarlıktır. Roma ekonomisin temeli tarım ve
ticarete dayanır. İmparatorlukta tarımsal fazlanın vergilendirilmesiyle elde edilen kaynaklar orduyu,
bürokrasiyi ve şehir nüfusu besliyordu. Toplumsal tabakalaşma bakımından Roma başında bir
imparator ve yönetimi elinde bulunduran askeri patrici ile küçük toprak sahipleri, kiracı çiftçiler ise
esnaf ve tüccarlardan oluşan pleb sınıfından meydana geliyordu.
Kırsal nüfus büyük ölçüde kiracı niteliğinde olan toprakları bağımsız köylülerden oluşuyordu. Pön
savaşları ve özellikle Annibal'ın seferleri Roma'nın sosyal yapısında önemli bir değişmeye yol
açmıştır. Askeri seferlere katılan köylüler topraklarını terk ederek tarım yapmaktan uzaklaştılar.
Böylece zenginler bu toprakların büyük bölümünü Latifundia denilen çiftliklerine kattılar. Bu büyük
tarımsal işletmelerde piyasaya dönük üretim yapılmaya ve köle kullanımı artmaya başladı. Ayrıca
toprak üzerinden sabit orandan alınan vergi küçük köylülerin önemli düzeylerde topraktan
kopmalarına yol açtı. Roma'da ticarette büyük ölçüde Roma şehrinin ihtiyaçlarının sağlanmasıyla
büyük ölçüde zengin kesimin ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelikti. Başkentin bir milyona yaklaşan
nüfusunun buğday ihtiyacının karşılanması amacıyla imparatorluğun yöneticileri buğday getiren
tüccarlara çeşitli imtiyazlar bağışlayıp zaman zaman bu imtiyazları kendileri üstlendiler. İmparatorluk
geniş bir yol ağına sahipti. Neredeyse tamamıyla askerler tarafından merkezi kaynaklarla yapılan
yollar öncelikle askeri amaçlarla düzenlemişti. Ancak yollar üzerinde malların hareketi oldukça yavaş
ve maliyetliydi. Çanak, çömlek, kaliteli yün ve çeşitli süs eşyaları kara taşımacılığının yüksek
maliyetlerini kaldırabilen başlıca mallardı. Odun ve kereste sadece inşaat faaliyetlerinde değil yakıt
olarak da kullanıyordu. Diğer önemli bir ticaret konusu önceleri fetihlerde elde edilen köleler anca
imparatorluk nihai sınırlarına ulaşınca köle arzı daraldı ve fiyatlar yükseldi. İmparatorlukta imalat
faaliyetleri hür esnaf tarafından yürütülüyordu. Büyük ölçekli organizasyonlar silah ve askeri üniforma
tesisleriyle sınırlıydı. Her şehirde küçük ölçekli işletmelerde az bir sermayeyle mahalli pazarlara
dönüp üretim yapan çeşitli esnaf grupları bulunmaktaydı. Büyük şehirlerde aynı meslekten esnaf
grupları loncalarda toplanmıştı.
FEODALİZMİN DOĞUŞU
White Tezi- Askeri Teknolojideki Değişmeye Dayanan Yaklaşım
White göre, Avrupa'da feodalizm, istilalara karşı savunma dürtüsünün bir sonucu olarak gelişme
göstermiş bir organizasyon biçimdir.
Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkımından sonra 9.yy başlarında Cermen kökenli Karolenj
İmparatorluğu geniş bir alanda egemenliği kurmasına kadar Avrupa'da çeşitli barbar krallıklar oluşmuş
idi. Bu krallıkların orduları kılıç ve kalkanlarla donatılmış çoğu zamanlarını çiftçi ya da çoban olarak
geçiren amatör yaya askerlerden oluşuyordu. 8. yüzyılda Arap istilaları ile beraber Avrupa'ya taşınan
üzengi ve nalın savaş teknolojisinde meydana getirdiği dönüşümün sonuçları büyük olmuştur. Zira
üzengi ve eğer ile birlikte atı ve sürücünü bütünleştirerek " süvari " kavramını ön plana çıkarmış ve
süvariye atın üzerinde kılıç ve kalkan kuşanarak savaşma imkanı sağlamıştır. Bu gelişme ile birlikte,
süvari aynı zamanda yaya olarak savaşan rakiplerine önemli bir üstünlük kurmuş oluyor. İşte White
tezi olarak bilinen bu teze göre askeri direnç ancak üzenginin devreye girmesiyle at üzerinde savaşma
becerisinin kazanılmasıyla ve piyade birliklerinin atlı birliklere dönüştürülmesi ile sağlanabilirdi.
Ancak atlı ve sadık askerler bulmak ve beslemek oldukça pahalı bir iş idi. Oysa bu iş için yeterli para
yoktu. Bu nedenle de savaşacak olana toprak ve bu toprağı işleyecek köylü vermek gerekiyordu.
Nitekim Charles Martel ortaya çıkan bu yeni savaşçı güce "askeri hizmet " sunmak kaydıyla özellikle
fethedilen bazı toprakları ve kilisenin elindeki toprakların 1/3' ünün el konularak " mülk " şeklinde
bağışlama uygulamasını başlatmıştır.
Pirenne Tezi
Pirenne tezine göre, istilacı akımların Akdeniz Birliğine ve ticarete vurduğu darbeler neticesinde ticari
ekonominin gerilemesi iktisadi hayatın sadece tarıma dayanmasına yol açmıştır.
Bu durumda Charlemagne'nın önünde tek bir seçenek kalmıştır. Devleti ve orduyu bu yeni durum
altında yeniden düzenlemek. Ticaret dolayısıyla da para ortadan kalktığında "doğal ekonomi - kapalı
ekonomi " ticaret karşıtı bir ekonomi haline geldiğine göre Charlemagne bir takım insanlara mülk
olarak toprak yani " feud " vermek zorundaydı. Çünkü etkin bir vergileme sisteminin bulunmadığı ve
para ekonomisinin geçerliliği azaldığı bir ortamda askeri ve idari harcamaların merkezi bir yönetim
tarafından finanse edilmesi mümkün değildi. Bu nedenle devlete ait olan gelir akışının sağlanması ve
asayişin temin edilebilmesi için atlı savaşçılara toprak tahsis edilmesi uygulaması zamanla pekişmiştir.
Bu uygulamanın giderek yaygınlaşması sonucu ise Avrupa'da bir askeri aristokrasi " şövalye sınıfı "
doğmuştur. Şövalyelerin sayısı doğal olarak azdı. Çünkü herhangi bir bölge çok sayıda şövalyeyi
finanse edebilecek ekonomik güce sahip değildi. Ayrıca iyi bir şövalye olabilmek ciddi ve uzun süreli
bir eğitimi gerektiriyordu. 9. yüzyıldan başlayarak istilacı kavimlerim saldırılarına karşı bölgesindeki
köylerin yardımıyla az sayıdaki şövalyenin en azından daha büyük askeri kuvvetler yardımına gelene
kadar saldırıya karşı savunma yapabilecekleri iyi tahkim edilmiş bir yerin inşası gerekliydi. Böylece
karolenj devletin hakim olduğu topraklar üzerinde başlangıçta etrafına hendekler açılmış bir tahta
gözetleme kulesi, içinde erzak deposu bulunan etrafı duvarlarla çevrili basit düzeyde inşa edilmiş
korunaklardan bir müddet sonra kendine özgü ekonomik, sosyal ve idari yapılanmaya sahip görkemli
şatolar doğmuştur. Güvenlik amacıyla tarımcı insanların şatolar çevresinde biraraya gelmesi ise feodal
üretim organizasyonunun temelini oluşturan " malikane sistemini " oluşturur.
Malikane sisteminde " feud " dar ve orijinal anlamında toprağı tasarruf hakkının koşullu, geçici ve
miras bırakılamayan bir biçimi kendine tabi olunan feodal güç sahibi ( lord - senyör ) bir ilişki
kapsamında toprağın mülkiyetini kendisine bırakır. Kullanım hakkını ise tabiye bahşeder. İşte geçici
koşullu miras bırakılamayan ilişki bu idi. Böyle " feud " sahip olan kişi bu kullanım hakkını efendisine
hizmet ettiği sürece yararlanabilirdi. Tabinin ölmesi ya da hizmetini yerine getiremez duruma düşmesi
veya yerine getirebilecekken bunu yapmaması üretim sürecinden dışlanması sonucunu doğurur.
Bu değerlendirme ışığında feodalizmi belirleyici iki olgu önemlidir. Bir yandan daha güçlü bir
kimsenin himayesi altına giren kişilerden bir hizmet yani askeri hizmet talebinin mevcut olması fakat
diğer yandan bu askeri hizmetin karşılığı olarak ya da bu askeri hizmetten tamamı bağımsız iktisadi
sebepten ötürü toprak tasarruf işlevinin ortaya çıkmasıdır. Her iki olgu kapsamında kişiler aynı anda
sahneye ikili bir rolle çıkarlar. Bunlardan birincisi " statü ilişkisini " belirlerken diğeri insanların
üretim sürecindeki rolünü ve mülkiyet ilişkilerini göstermektedir. (İnsan - insan ilişkisi, İnsan - toprak
ilişkisi rolleriydi. ) Dolayısıyla biri ortadan kalktığında diğeri artık mevcudiyetini koruyamamaktadır.
Bu ikili rolün ayrılmazlığı en açık biçimde üretim, bölüşüm ve siyasi yapı üçgeninde ortaya
çıkmaktadır. Şöyle ki veri teknoloji temelinde, toplumun maddi üretiminin ve yeniden üretiminin
çerçevesini toprağa sahip çıkma tarzı çıkmaktadır. Kabaca bir tarafta lordlar diğer tarafta serfler
mevcuttur. Her iki taraftan da farklı statü dereceleri olabilmektedir. Fiziki üretim, bu üretimin
büyüklüğü ve bunun bölüşülmesi bu rollere göre olmaktadır. Fakat diğer taraftan toplumun
siyasi/hukuki yapısı da zaten bu rollerce belirlenmiş bulunmakta ve bu rollerin üzerine oturmaktadır.
Böylece belirlenen siyasi/hukuki yapı hem toplumun tarihsel/fizyolojik asgarisi üzerinde ve ötesinde
kalan " artığın " büyüklüğünü hem de artığın kanalize edileceği alanları bölüşülmesinde belirleyici bir
rol oynamaktadır. Dolayısıyla artığın yaratılması ve fakat özellikle bölüşülmesi iktisadi
rasyonaliteye göre değil (iktisadi mekanizmalara göre değil) iktisat dışı mekanizmalarla
siyasi/hukuki güç mekanizmasıyla gerçekleşmektedir.
Strayer ve benzer düşünürler bu doğrultuda feodalizmi bir yönetim biçimi olduğu dolayısıyla esas
itibariyle siyasi olduğunu savunmaktadır. Feodalizm siyasi otoritenin küçük bir askeri liderler
grubunun tekelinde olduğu fakat bunun grubun üyeleri arasında dağıtıldığı bir yönetim biçimidir.
Politik güce sahip olanlar önemli servet kaynağına da sahiptirler. Ancak tek başına servet, politik güç
sağlanamaz. Yerel vassallar ve yiğit, cesur toprak temliğini elinde tutanların bulunması daha
önemlidir. Fiili feodal yönetim yereldir ve yerel düzeyde kamu otoritesi özel mülk olmuştur. Bununla
birlikte feodalizmde merkezi yönetim ve kamu otoritesi hiçbir zaman tümüyle kaybolmamıştır. Ancak
kral bölünen egemenlik kapsamında sadece " eşitlikler arasında birincidir. "
Manor'un bölünmezliği nedeniyle koruma ve güvenlik hizmetlerinin sağlanmasında başlangıçta ölçek
ekonomisinin kuralları geçerliydi. Malikanede yaşayan insanların sayısı arttıkça güvenlik
hizmetlerinin ortalama ve marjinal maliyeti azalmaktaydı. Zira toprak ilk aşamada işgücüne göre
boldur. Ancak bir noktadan sonra malikane sahibinin koruduğu kişinin sayısı arttıkça malikane dışında
tarım yapılacağı gerekeceğinden savunma hizmetinin maliyeti yükselmektedir. Dolayısıyla savunma
hizmeti önce azalan sonra yükselen bir maliyet eğrisine sahiptir. Bir malikanenin etkin şekilde
işleyebilmesi için ilave birim işgücünün malikaneye olan maliyetinin toplam üründen angarya
karşılığında mal edilen paya eşit olmadı gerekiyordu. Kapalı ekonomi sistemi devam ettiği müddetçe
malikane sahibi lord/senyörün bu eşitliği zorlaması için bir gerek ortaya çıkmamıştır.
Feodalizmin Üretim Sistemi - Açık Tarla Sistemi
Feodalizmde üretim " açık tarla sistemi " adı verilen sistem dahilinde yapılıyordu. Kuzey Avrupa
tarımının ortak özelliğini bölgelerarası uzmanlaşma olmadığı için hububat tarım ile hayvancılığın
beraberce yapılıyor olmasıydı. Çünkü hayvanların beslenebilmesi için hububat tarımı, hububat tarımı
içinse sabana koşulan hayvanlar gerekliydi.
Bu iki üretim için aynı toprakların kullanılması zorunluluğu toprakların büyük blok tarlalar halinde
düzenlenmesini gerektiriyordu. Bir tarım rejimi olarak açık tarla sistemi feodal örgütlenmede tarımsal
üretimin teknik yönüne işaret eder. Sistem adını, önemli özelliklerinden birinden ekilebilir toprakların
yıl boyunca ya da yılın uzunca bir kısmında çit yada benzeri bir engelle çevrilmesi anlamında açık
olmasından almıştır. Açık tarlayı çitlenmiş tarlalardan ayırt edebilecek şey çitlenmiş tarlanın komünal
denetiminin dışında olmasına karşılık açık tarla için aynı şeyin söylenemeyeceğidir. Öte yandan
tarlalar arasında sınır çizgisi anlamında engellerin bulunduğu durumlarda dahi bu hiçbir zaman
bireysel parselle arasında değil fakat parsel grupları arasında olmuştur. Böyle olması feodalizmde
tarımsal üretimin örgütlenme biçimine vurgudur. Çünkü feodalizmde üretim örgütlenmesinin temel
üretim birimi ailedir. Hatta çoğu zaman aile kurumlarıdır. Bu serflerin lorda karşı sorumlu olduğu
geleneksel yükümlülüklerinin reserve yani haftanın belirli günlerinde angarya çalışmalarının yanında
kümes hayvanı ve yumurta verme, kızının evlenmesi durumunda ödeme yapma, hububatı değirmene
taşıma ) ve bunun dışında ekip-biçme işlemlerinde komünal sistem içinden çalışma zorunluluklarından
dolayı ortaya çıkan bir diğer kısıtlamanın daha mevcut olması anlamına gelir ki iktisat tarihçilerinin "
açık tarla sistemi " adı verdikleri budur. Açık tarla sisteminde topraklar iki ya da üç parçaya ayrılırdı.
Bu ekim işleminin iki tarla sistemi yada üç tarla sistemi ile gerçekleştirildiği anlamına gelmekteydi.
Kabaca iki tarla sisteminde toprağın bir parçası ekilirken diğer parçası nadasa terk edilirken üç tarla
sisteminde ise toprağın iki parçası her yıl ekilirken üçüncü parçası nadasa bırakılır ve eksik iki parçada
mutlaka ürün farklılaştırılmasına gidilirdi. Bir bölümde buğday, arpa ve çavdar ekimi yapılırken diğer
kısımda genellikle yulaf ve baklagiller yetiştirirlerdi. Açık tarla sisteminin bir diğer özelliği işlenen
tarlaları oluşturan toprakların tümünün yada çoğunluğunun şeritler biçiminde dağılmış olmasıdır. Bu
nedenle sistem bazen " şerit çiftçiliği " olarakta anılır. Köylü işletmesinin temel birimi olan " furlono "
adı verilen şeritler bir bütün halinde değil fakat tarlalara dağılmış halinde bulunurdu. Nihayet açık tarla
sisteminde şeritler halinde dağılmış bulunan topraklar ister demesne ister serflerin tasarrufunda olsun
iç içe geçmiş halde bulunurdu.
Açık tarla sisteminin sebepleri hakkındaki açıklamalar iki grupta toplanabilir. Birinci görüşe göre, bu
uygulama hem merkezi bir tarlada üretim yapmanın riskini önlemeyi amaçlayan bir sigorta sistemiydi
hem de köy topluluğunun her üyesine kalitesi ve yerleşim yerine uzaklığı farklı topraklardan eşit pay
verilmesini sağlıyordu. Serf ile lord arasındaki istismar ilişkisini esas alan görüşe göre ise uygulama
lordun bir yandan tembelliği önlemek için köylüleri gözetme ve denetleme öte yandan da köylü
işletmelerini geçimlik seviyeye göre ayarlayarak kendine ayırdığı bölümün büyüklüğünü ve
dolayısıyla gelirini en yüksek düzeye çıkarma çabalarının bir sonucuydu.
FEODALİZMİN ÇÖZÜLME SÜRECİNİN İNCELENMESİ
Pirenne Tezi II
Pirenne'nin feodalizmin çözülme sürecine yaklaşımı sistemi kendi dışından gelen değişime ve
gelişmelere dayanır. Bu dışsal değişme/gelişme ise 11. yüzyıldan sonra canlanmaya başlayan ticarettir.
Dolayısıyla Pirenne'nin feodalizmin ortaya çıkışı konusundaki tezininde ticaret merkezli olduğu
düşünüldüğünde ikinci tezi birincinin izdüşümüdür.
Pirenne göre, Hristiyan egemenliği Akdeniz bölgesinde yeniden hüküm sürmeye başlamasıyla bir
yandan ticaret yeniden canlanmaya diğer yandan da ortadan kalkan kentler yeniden gelişmeye
başladılar. Buna göre kentlerin kökeni doğrudan doğruya ticaretin canlanmasına bağlanmıştır.
Ticaretin gelişme süreci ise Batı Avrupa'da feodal büyük lordlar tarafından kendi adamlarına barınak
olarak yaptırılan ve altlarına burg adı verilen şatolar etrafındaki ticari faaliyetlerin artması ile işlerlik
kazanmıştır. 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gözlemlenmeye başlayan ticaretteki canlılıkla
birlikte " tacirlerin gezginci yaşamları karşı karşıya oldukları çeşitli riskler sebebiyle " başlangıçtan
itibaren seyahat ettikleri doğal yollar üzerinde belirli aralıklarla kurulmuş olan surlarla çevrili
kasabaların ve burgların korunmasını aramalarına yol açmıştır. Kentlerin ve burgların ticaretin artışına
bağlı olarak sayıları giderek artan bu yeni gezginlere ayırabileceği mekan kısa süreli yeterli olmaktan
çıkmıştır. Gezginler surların dışında yerleşmeye, eski burgun yanında yeni bir burg (faburg) kurmaya
zorlandılar. Böylece bir tür ticari toplanma yerleri ortaya çıktı. Tacirlerin elverişli yerlerde
toplanmaları ise bir süre sonra zanaatlarında aynı yerde toplanmasına sebep oldu. Böylece gelişmeye
başlayan kentlerde yeni bir yasal sistem ve belli özgürlüklere dayalı bir ticaret yasası ortaya çıktı.
Ticaretin ve dolayısıyla piyasa ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte manorda bulunan ve kapalı sistem
içerisinde zanaat ürünleri üretim yer ve atölyelerinin önemi ortadan kalkmıştır. Nitekim 12. yüzyıl
boyunca bu tür imalathaneler ortadan kalkmıştır. Benzer durum artık pazardan kolaylıkla ve ucuza
temin edebilen şarap imalathaneleri içinde geçerliydi. Lord'un demesnesinde de benzer anlamada
üretimin devamı etkin olmaktan çıkmıştır. Çalışma yükümlüğünün verimsiz olması ve araziyi nakit
karşılığı kiracıya vermenin yaygın ya da akıllıca olması nedeniyle demesnenin mümkün olduğunca
büyük kısmını köylü işletmelerine dönüştürmek çok daha kazançlı olmaya başlamıştır. Bu bağlamda
mülk sahiplerinin amacı nakit gelirlerinin olanaklar ölçüsünde artırmaya yönelik olmuştur. Bu ise
onları serfliği ortadan kaldırmak ya da değiştirmeye yöneltmiştir. Bir miktar para karşılığında bir
kişiye özgürlüğünü vermek iki bakımdan karlı hale gelmiştir. Lord, bir yandan serfe özgürlüğü para ile
satıyor bir yandan da onun kişiliği üzerindeki sahipliğinden vazgeçmesi, kirayla arazi tutabilme
olasılığına bağlı olarak araziyi işlemekten geri kalmasını gerekli kılmıyordu.
Anlatılan durum sürecinin sonunda Pirenne göre büyük toprak sahiplerinin durumları toprak
rantiyelerinin durumuna yani modern anlamda toprak sahibine daha çok benzemeye başlamıştır. 13.
yüzyıl boyunca özgürlüklerini kazanmış köylülerin büyük çoğunluğu kira karşılığı kendisine toprak
bağışlanan ve daima miras yoluyla toprağı tasarruf eden kiracılar haline gelmiştir. Ticaretin artan
etkisini daha ileri bir sonucu ise en azından büyük transit yolları boyunca iklimin ve toprağın
özelliklerine bağlı olarak tarımda bir uzmanlaşmaya yol açması olmuştur. Ticari alışverişin önemsiz
olduğu koşullarda her manor mümkün olan en çok tahıl çeşidini üretmek zorunda kalıyordu. Ticaretin
gelişmesi ise daha rasyonel bir ekonominin oluşmasına yol açmış ve toprağın en ucuz en bol düzeyde
ürün verebileceği ürüne göre işlenmesini gerekli kılmıştır.
Nüfus Hareketlerini Temel Alan Yaklaşım Tezi
D. North, R. Homas, M. Potsdam beraberce feodalizmin çözülüşünü dışsal bir faktör olan nüfus
değişkeninin harekete geçirdiği arz-talep dengesinin bozulmasına bağlamıştır. Arz-talep
çözümlemesinin temel dayanağı ise faktörlerin göreli kıtlığıdır.
Feodalizmin nüfus hareketleri kapsamındaki çözülüşü 12-16. yüzyıl arasındaki iki alt dönemde
meydana gelen ters yönlü iki nüfus eğiliminin sonucunda gerçekleşmiştir. Bu yaklaşıma göre
sözleşmesel bir düzenlemeye dayalı manoryal ekonomiye bağlı sürdürülebilirliğin özünde optimal bir
toprak/emek oranına bağlıdır. Bu optimal toprak/emek oranı veri sözleşme koşulları altında
verimliliği, emek gelirlerini ( ücret ), rantlarını, işgücü bölümü sınırlarını, maliyetleri ve dolayısıyla
fiyatları ve hatta fiyatlar genel düzeyini belirler. Toprak ile emek arasındaki bu oranın bozulması ise
söz konusu oran tarafından belirlenen değişkenlerin farklılaşmasına yol açacak ve sistem değişmeye
başlayacaktır. Teorik çerçevesi çizilen toprak/emek oranını değiştiren dışsal değişken nüfus hareketleri
olarak saptanmıştır. Buna göre 12-14. yüzyıl başlarına denk gelen birinci alt dönem ticaretin gelişmeye
başladığı dönem olarak görülür. Bu dönemde nüfusun artmasıyla ticaret gelişmeye başlamıştır.
Ticaretin gelişmeye başlaması ise ticari merkezlerin gelişmesini gerekli kılmıştır. Kentlerde yaşamaya
başlayan insanların bütün yıl ticari faaliyette bulunabilmeleri için kuşkusuz feodal toplumun alt
tabakalarının hareket serbestisini ve sözleşme yapma özgürlüğü sınırlayan bağ ve yükümlülüklerden
kurtulmaları gerekliydi. Nüfus artışı teknoloji düzeyi veri iken toprak/emek oranını bozarak verimliliği
düşürmüş ve bir sözleşme sorunu ortaya çıkardığı için talep baskısı ortaya çıkarmıştır. Azalan
verimlilik koşullarını telefi edilebilmesi için arzın artması, bunun içinde ekilebilen toprakların
sınırlarının genişletilmesi gerekir. Dolayısıyla talebin arzı üzerinde oluşturduğu baskı neticesinde yeni
topraklar üretime açılmıştır. Marjinal toprakların ( ilave toprak ) üretime açılması ceteris paribus
tarımsal ürünlerin faaliyetlerini dolayısıyla fiyatların artması yönünde bir baskıyı oraya çıkarmıştır.
Fiyatların yükselmesinin yanı sıra marjinal toprakların ekime açılması nüfus artışıyla birlikte azalan
getiriyi de beraberinde getirdiği için rantları da yükseltmiştir. Bu süreç 14. yüzyıl başlarında
yavaşlamış ve veba salgını ( kara ölüm 1348-1350 ) sonrasında tersine dönmeye başlamıştır. Veba
salgını ile başlayan ikinci evrede ticaret kesintiye uğramış hem talepte hem de arzda çok önemli
düşmeler meydana gelmiştir. Ticaretin kesintiye uğraması ile birlikte kentlerde piyasaların önemi
azalmaya başlamış ve bunun sonucu olarak yatırımlar toprağa yönelmeye başlamıştır. Piyasaların
öneminin büyük ölçekli üretim birimlerinin kurulması ve burada ortaya çıkacak olan avantajları (ölçek
ekonomileri) ortadan kaldırmıştır. Kentsel ekonominin karşısında kırsal ekonomide tersi bir durum
gözlenmektedir. Nüfus azaldığında bazı marjinal topraklar terk edilecek ve daha verimli düzeyde
üretimde bulunulacaktır. Bir diğer ifadeyle marjinal topraklar üretimden çekildikçe düşük verimlilikler
ortadan kalkıp bunun yerine azalan maliyetler ve dolayısıyla yüksek verimlilikler gözlenmeye
başlanacaktır. O halde bir taraftan toprak üzerinde çalışacak insan sayısında bir azalma ortaya çıkacağı
gibi öte yandan daha az insanla daha fazla üretim elde edebilecektir.
Kısaca tarımdaki istihdam oranının daralmasına karşılık tarım ürünleri arzı artabilecek ve bu da
tarımsal ürünlerin fiyatlarının düşmesi yönünde baskı yapacaktır. Nüfus artışına bağlı olarak
bozulan toprak/emek oranı neticesinde fiyatlar ve rantlar düşerken ücretler yükselmiştir. Ücret
ve fiyat sıkıştırması altında kalan lordlar için demesne işletmeciliği karlı olmaktan çıkacağı için genel
olarak feodal güç sahibi açısından feodal ilişkileri korumasında bir yarar kalmamıştır. Bunun anlamı
ise köylülüğün bu gelişmeler sonucunda özgürleşme/özgürleştirme sürecine girmeleri kısaca
feodalizmin çözülmesi olmuştur.
Feodalizmin İçsel Üretim-Bölüşüm Koşullarındaki Farklılaşmaları ve Sömürü Haddi
Temel Alan Yaklaşım
Feodalizmin çözülmesinde bir diğer yaklaşım sistem dahilinde artık emeğin sömürü hadlerindeki
zorlamaları dolayısıyla sistemin içsel üretim koşullarındaki değişimleri temel alır.
M. Dobb feodalizmin çöküşündeki başlıca sorumluluğun feodalizmin bir üretim sistemi olarak etkin
olmayışında ve buna paralel olarak egemen sınıfa gelir sağlama konusunda giderek büyüyen
gereksinimde olduğunu iddia etmektedir. Dobb'a göre ek gelir gereksinimi üretici üzerinde gerçek
anlamıyla dayanılmaz noktaya ulaşan bir baskıya yol açmıştır. Buna göre feodal egemen sınıfın
gelirini sağladığı ve bu gelirini artırabileceği tek kaynak serfler sınıfının kendi geçimini sağlamak için
gerekli olanın ötesinde artık emek süresidir. O dönemin düşük düzeyli ve durağan emek üretkenliği
koşullarında söz konusu artık ürünün artırılabilmesi için çok az marj bulunmaktadır. Artık ürününü
çoğaltma yolundaki girişimler üreticinin kendi yetersiz toprak parçasını işlemeye harcayacağı zamanın
azaltılması pahasına gerçekleştirmek zorunda idi. Çok geçmeden bu durum ya üreticinin gücüne insanı
direncini aşan bir noktada yüklenmeye yada üreticinin yaşam koşullarını insanca yaşam düzeyinin
altına kadar düşürmeye yöneltmiştir.
Emek üzerindeki baskının bu seviyeye varması sistem açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Çünkü
sistem besleyen emek üzerinde artan baskı manorlarda sadece umutsuzluktan kaynaklanan illegal
göçlere yol açmıştır. Üreticiler kitleler halinde malikaneleri terk etmişler ve bu durum feodal
ekonominin 14. ve 15. yüzyıllarda boğuşacağı bir dizi bunalımı beraberinde getirmiştir.
Feodalizmden Kapitalizme Geçiş Süreci - Tarımda Toprakların Çitlenmesi
Hangi çözülme süreci benimsenirse benimsensin feodalizmin egemen sınıfı lordlar için 14. yüzyıldan
başlayarak feodal üretim ilişkilerinin sürdürülmesinin bir anlamının kalmadığı kesindir. Bu durumda
artan lüks tüketimlerini finanse edebilmek için lordlar topraklarının nakit bir ödeme karşılığında kiraya
vermeleri uygulaması en akılcı yol olarak işlerlik kazanmaya başlamıştır. Çitleme hareketi esas
olarak ortaklaşa yükümlülüklerin ortadan kalkmasına ve tarımda karlılığın gelişmesine yol
açan bir hareket olarak tanımlanabilir. Çitleme hareketine ivme kazandıran iktisadi dürtü yün ve
yünlü giysi dokumacılığının hem iç hem dış piyasalarda gösterdiği gelişme sebebiyle koyun
beslemenin bitkisel üretime kıyasla çok daha karlı bir faaliyet haline gelmesidir.
Nitekim 1450-1550 döneminde yün fiyatlarında tahıl fiyatlarına oranla önemli artışlar meydana
gelmiştir. Bunun sonucunda ekilebilir toprakların koyun beslenebilecek büyük otlaklara
dönüştürülmüştür. Öte yandan koyun yetiştiriciliği tahıl tarımına göre çok daha az sayıda insana
ihtiyaç gösterir. 15. yüzyılda ücretlerin genel olarak yüksek, lordların gelir ihtiyaçlarının arttığı
koşulda toprak sahiplerinin koyun yetiştiriciliğini tercih etmeleri anlaşılabilen bir davranıştır.
Çitlemeler başlangıçta ağırlıklı olarak ellerine geçen her fırsatı kaynağına bakmaksızın karlarını
artırmak için çalışan hırslı, saldırgan küçük kapitalistler grubunu oluşturan ve "yeoman" adı verilen
toplumsal tabaka tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu yeni toplumsal grup toprak soylusundan tarla
kiralayarak pazar yönelik üretim yapmaya başlamıştır. Sermayeyi kendisi yatıran, üretimde ücretli
emek kullanarak daha etkin tarım yapan yeomanlar bir yandan yeni topraklar kiralayarak bir yandan
yoksul ve borçlu köylülerden tarla satın alarak ellerindeki toprakları genişletme çabası içinde
olmuşlardır. Yeni sürecin diğer önemli bir aktörü olarak beliren bir sınıf ise "gentro" adı verilen ve
toplumsal hiyerarşide yeomanların üzerinde ve büyük soyluluğun altında yer alan alt soylu kesimdir.
Bu kesimin yaşanan değişikliklere ayak uydurabilen en girişimci unsurları zamanla konumlarını
güçlendirerek temel tarım kapitalisti haline gelmiştir. 15 yüzyılın son çeyreğinde yeomanlar tarafından
başvurulan yaygın çitleme hareketleri, bu kesim büyük riskler olabilecek kadar birikime sahip
olmadığı için sınırlı düzeyde kalmıştır. Bu nedenle zaman içinde çitleme hareketinden en büyük
kazancı ticari tarımın nimetlerinin farkına varan büyük toprak soyluları elde etmeye başlatmıştır.
Soylular yeomanların ortaya çıkması nedeniyle geleneksel köy toplumundaki dayanışmanın
zayıflamasından yararlanarak daha geniş çaplı çitlemelere yönelmişlerdir. Çitleme hareketi toprak
üzerinde geleneksel halkları ortadan kaldırarak özel mülkiyeti mutlak hale getirmiş ve tarımda
bireyciliğin önünü tamamen açmıştır. 15. yüzyıldan başlayarak temel olarak üç toprak türü üzerinde
çitlemeler gerçekleşmiştir. Birincisi açık tarla sisteminde dağınık halde bulunan şeritlerin
birleşmesiyle gerçekleşen çitleme. İkincisi çayır, mera ve daha önce işlenmeyen toprakların çevrilmesi
sonucu gerçekleşen çitleme. Üçüncü olarak, büyük bir çiftlik oluşturmak üzere reservenin ( demesne )
çevresindeki toprakların merkezileştirilmesi anlamında çitleme. Çitlemelerle birlikte 16. yüzyıldan
başlayarak yaşama geçirilen ilkel birikim sürecinin ( sermaye ) bir diğer önemli adımı, kilise
topraklarının özel mülkiyete geçirilmesidir. Ortaçağ feodal hiyerarşisi içinde en büyük feodal soylu
olan papalığın denetimindeki kilise topraklarının tarımda gelişen kapitalist ilişkilerin önünde bir engel
haline gelmesi ve papalığın konumunun gelişen burjuva-ulusal ekonominin gerekleriyle çatışması 16.
yüzyıl başlarında İngiliz Krallığı ile Roma Katolik Kilisesi arasında önemli çatışmaları ortaya
çıkarmıştır. Bu koşullarda gündeme gelen reform hareketleriyle 1529-1540 yılları arasında krallık
burjuvazi ve parlamentonun desteğini arkasına alarak Katolik Kilisesi'nin topraklarına el koymuş ve
bu topraklar piyasada satılmıştır. Reform hareketini izleyen yüzyıl boyunca kilise topraklarının
piyasada satılması ve geleneksel aristokrasinin gelir ihtiyacı nedeniyle topraklarını satışa çıkarması
sonucunda geleneksel aristokrasiden gentry'e doğru büyük mülkiyet transferi gerçekleşmiştir. İşte bu
gelişmeler sonucunda doğrudan üreticiler hem topraktan atılmış hem de bağımlılık ilişkilerinden
kurtulmuşlardır. İnsanlar bu süreçte özgürleşmiş olmaklar birlikte bu süreç önemli bir kısmının işsiz
kalmasıyla sonuçlanmış sancılı geçen bir süreç ünlü bir deyişle " koyunların insanları yemesiyle "
sonuçlanmıştır. Nitekim çitleme hareketi 18. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde İngiltere'de bağımsız
küçük üretici köylülerin bir sınıf olarak hemen hemen ortadan kalkmaları sonucuna varan bir noktaya
ulaşmıştır. Bağımsız küçük üreticilerin yerlerini artık ücretli emekle iş gören büyük kapitalist kiracı
çiftçiler almıştır. Çitleme hareketini İngiltere'de ortaya çıkacak ve daha sonra Avrupa'da yapılacak
olan Sanayi Devrimi'nin temelini oluşturduğu iki bakımdan ileri sürülebilir. Birincisi, İngiltere'de
Sanayi Devriminin öncü sektörü olan yünlü dokuma sanayisinde ihtiyaç duyduğu hammadde (yün)
sağlanmıştır. İkincisi ise çitleme, sanayinin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücü kaynağını ortaya çıkarmıştır.
Putting Out ( Eve İş Verme Sistemi )
Avrupa'da ev sanayi modern manifaktüre geçişi sağlayan bir aşama olarak görülür. Ev sanayi uzak
pazarlar için yapılan üretimin küçük üreticinin mevcudiyetini sağlam bir temele dayandırabilme
olanak ve olasılığını tamamen yok ettiği bir para ekonomisinde küçük mal üretiminin parasal
(nakdi) sermayeye tabi oluşunun mantıki bir sonucudur.
12. yüzyıldan başlayarak ticaretin canlanması süresi boyunca şehir pazarından daha geniş piyasalar
için üretime başlamış bulunan zanaatkarlar için ürünlerini uzak bir panayıra götürüp satmak bir takım
zorlukları beraberinde getirmiştir. Bir dokumacı veya bir madeni eşya yapımcısının bu iş için işini
durdurması gerekiyor ve işine ancak döndükten sonra devam ediyordu. Bu durumun zorunlu bir
sonucu olacak zanaatkarlardan bazıları kendi yerlerini tutacak birini çalıştırabilecek kadar zengin
olanları çok geçmeden imalat alanlarından uzaklaştılar. Bunlar başlangıçta pazara kendi mallarıyla
birlikte sadece komşuluk hatırı için komşusunun da mallarını kendi hesaplarına satın alıp uzak
pazarlarda kar ile satmakta karar kılmışlardır. Bu yeni sistem zanaatkarları zorunlu olarak tüccara tabii
olması anlama gelmemekle birlikte bunu teşvik etmiştir. Nitekim 13. yüzyıla gelindiğinde yünlü ve
ipekli kumaş endüstrileri de önemli ölçüde işlerlik kazanmıştır. 13. yüzyılın sonlarından itibaren
kumaş tüccarlarının zanaatkarları kendilerine ait iş yerlerinde çalıştırmaya başladıkları hatta üretim
araçlarını onlar için satın aldıkları bir sürece girilmiştir. Süreçte zanaatkarın tüccar ile borç ilişkisi
tabiiyeti açıklamaya yarayan bir faktör olarak göz ardı edilmemelidir. Bağlı olmakla birlikte
zanaatkarlar ister kısmi ister tam olsun böyle bir tabiiyeti hiç direnç göstermeksizin kabul etmediler. 13
ve 14. yüzyılda çoğu kez zanaatkarların zaferiyle sonuçlanan şiddetli sınıf mücadeleleri yer almıştır.
Ancak bu bir çıkmaza saplanmış bulunan şehirli, küçük mal üretiminin çöküşünü daha hızlandıran bir
etken olmuştur. Çünkü tüccarlar şehir loncalarının sıkı kurallarından sakınmak ve yüksek ücret ve
vergi ödeme zorunluluğundan kurtulmak için taşrada kendi evlerinde çalışmakta olan zanaatkarlara iş
vermeye (siparişte) bulunmaya başladılar. Zira kırsal alanda yaşayan insanların tarımsal uğraşı sonucu
ilave gelirleri olduğu için ücretler düşük olduğu gibi kırsal alanda zanaata dayalı üretim lonca sistemi
dahilinde alınan vergilerden arındırılmış durumdaydı. Kırsal üreticilere işledikleri hammaddeleri ve
kullandıkları üretim araçlarını tüccar-müteşebbis veriyordu. Bu nedenle ev sanayi denilen bir sistemde
çalışanlar bundan böyle yalnız fiilen değil fakat hukuken de sırf ücret karşılığında çalışan usta-işçiler
haline gelmeye başlamışlardır. Ev sanayi küçük mal üretimini önce ürününü kendi denetimi altında
tutma olanağından yoksun bırakmış sonra da üretim araçlarından bırakmıştır. Ne var ki bu sistemde
üretim piyasanın genişlemesine bağlı olarak artmakla beraber yavaş bir hızla artar. Zira eve iş verme
sisteminde emek üretkenliğinde ( uzmanlaşma ) bir artış gözlenmekle birlikte bunun nedeni teknolojik
gelişmelerden ziyade üretim sürecinin örgütlenmesindeki değişmelerden kaynaklanmıştır. Bu ise iş
bölümünün gelişmesi ver sermaye birikimi ile birikiminin yoğunlaşması ile ilişkilidir. Ev sanayinin
gelişmesi üretimin önemli ölçüde sermayenin denetimi altına girmiştir. Çünkü sermayenin durmadan
artması yani elde ettiği karları gittikçe büyüterek kendine katması malın yalnız alım-satımından değil
bizzat üretimin denetimi altına alarak üretimden kar sağlamasını gerektiriyordu. Eve iş verme
sisteminin kendi yapısından ve sistemde dönüşümleri gerekli kılan bazı açmazları bulunur. Öncelikle
sistem ademi merkeziyetçi bir yapı üzerine inşa edilmiştir. Tüccar-müteşebbis açısından sistemin bu
özelliği üretimin fiziki koşulları üzerinde denetim ve gözetim anlamında sorunları beraberinde getirir.
Kırsal alanda dağınık biçimde bulunan dolaysız üreticiler ne tüccar-müteşebbis ne de onun temsilcileri
tarafından kolaylıkla ve sürekli biçimde denetlenmezler. Bir başka ifadeyle aralarındaki ilişki üretim
sürecinde içselleşmemiştir. Sistemin denetim ve gözetim dışında iki açmazı daha vardır. Bunlardan
biri üretimin çeşitli aşamaları arasında bulunması gereken eş zamanın yokluğudur. Bir diğeri, son
olarak sistem dahilinde iş gücü arzında dar boğazların ortaya çıkması ihtimali oldukça fazladır. Ev
sanayi Batı Avrupa'da 16-18 yüzyılları arasında istihdam ettiği emek itibariyle tarım dışında kalan
üretim faaliyetini başlıca şekli olmaya devam etti. Bunun yanı sıra yukarıda belirtilen açmazlara bağlı
olarak bir diğer üretim sistemi olan ve büyük fabrika sistemine geçişte bir tür köprü hizmeti gören
manifaktür sistemi gelişti.
Tarımdaki Yenilik ve Dönüşümler
Sanayi Devriminin, tarım sektöründeki yenilik ve gelişmelerle olan ilişkisi devriminin bu denli süratli
ve başarılı bir şekilde gelişme göstermiş olması bakımından oldukça önemlidir. Sanayii devriminin
tarımdaki gelişmelerle ilişkisi birinin ötekini incelemesi ya da uyarmasından ziyade el ele gitmiştir.
Kesin olan tarımın söz konusu gelişme dinamiği olmaksızın sanayi devriminin İngiltere gibi doğal
kaynakları sınırlı olan bir ülkede ortaya çıkabilmesinin oldukça güç olduğudur. Nitekim İngiltere'de
tarım sektörü özellikle sanayi merkezlerinde artan nüfusu beslemiş, İngiliz sanayi ürünlerine talep
oluşturarak ve üretimi uyararak finansman sağlamış ve son olarak sanayide istihdam edilebilecek
işgücü fazlasını serbest bırakarak sanayileşmeye önemli katkılar sağlamıştır. Tarımsal gelişmelerin
gerisinde toprak üzerindeki verimliliği artırıcı teknolojik gelişmeler yatmaktadır. Bu teknolojik
değişmelerin ortaya çıkabilmesi için ise bireysel kazanç dürtüsünün yön verdiği ortamın oluşması
gereklidir. İngiltere'de bu ortam feodalizmin çözülmesiyle birlikte gelişen çitleme hareketi kapsamında
oluşmuş ve çitlenen araziler üzerinde kapitalist tarzda üretime yönelen işletme sahipleri ilave kar
güdüsüyle teknolojik yeniliklerin bu arazi üzerinde uygulamaya koymuşlardır.
Sanayideki Gelişmeler
İngiliz, Sanayi Devrimi iki öncü sektör olan pamuklu dokuma ve demirli sanayi ile başlamış ve diğer
sektörlere yayılarak İngiltere'nin dünya ekonomisinde egemen ülke olmasını sağlamıştır. Sanayideki
büyümenin kaynağı teknolojik yeniliklerin başarılı bir biçimde adaptasyonu ve sürekli bir değişim
göstermesine bağlanabilir. Yeniliklerin sürekli hale gelebilmesinin gerekli koşulu ekonomik
pazarlardaki gelişmeler ve bu gelişmelerin kar düzeylerinin artırabilmesine sahip girişimcileri
uyarmasıdır. Nitekim İngiltere'de 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan büyük ekonomik ve
sosyal dönüşüm tamamen kapitalist bir ekonominin içinde onun aracılığıyla gerçekleşirken İngiltere iç
pazarın yanı sıra dış pazarlarda oluşan kendi sınai ürünlerine olan talep düzeyinin sürekli yükselmesine
bağlı elverişli ortamdan yararlanmıştır. Sanayileşme için pazar bir ön koşul olmakla birlikte yeterli
koşul değildir. Çünkü üretim yöntemlerinde yeniliklerin ortaya çıkabilmesi için teorik olarak ya da
pratikte özgün icatlara ihtiyaç vardır. Ancak icat tek başına ekonomik olarak etken bir sonuç
doğurmaz. Üretim imkanların genişleyip üretim faktörlerinin yeni bileşimleri yoluyla maliyetlerin
düşebilmesi için icatlar yeniliğe dönüştürülmelidir. Bir icadın ekonomik önemi üretimde mevcut bir
darboğazı ortadan kaldırdığı ya da daha önce karşılanmaya bir talebe cevap verdiği ölçüde artar.
İngiltere'de 18. yüzyılın ortasından itibaren üretim sürecine uygulamaya elverişli fikir ve buluşların
akışında önemli ölçüde artış olmuştur. Patent sayıları girişimcilerin yararlanabileceği yeni tekniklerin
tam bir göstergesi olmasa da icatların artış hızı hakkında fikir verebilir. İngiltere'de 1700- 1749
arasında icat sahipleri arasından alınan patentlerin sayısı sadece 287 iken bu sayı 18. yüzyılın ikinci
yarısından 10535'e yükselmiştir. Buluşların yeniliğe dönüşmesini teşvik eden önemli bir değişmede
fabrika sistemine geçiştir. Fabrika sistemine geçişle birlikte üretim süreci tamamen girişimin
kontrolüne geçince kazançlı olabilecek yenilik imkanlarının belirlenmesi ve uygulanması ihtimali
önemi ölçüde yükselmiştir. Yenilik kararlarının niteliğindeki bu köklü değişme sanayi devrimiyle
teknolojik gelişimin hızının artışının ve bu hızlanmanın devamının önemi bir nedeni olarak
görülmelidir.
Pamuklu Dokuma Sanayii
Pamuklu dokuma, sanayi devriminin öncü iki sektöründen biridir. Kimilerine göre sanayi devriminden
söz ediliyorsa pamukludan söz ediliyor demektir. Sanayileşmenin başlangıcında pamuklu dokuma
sanayileşmenin hızını belirlemiş ve sanayileşme olmaksızın var olamayacak bölgelerin temelini
atmıştır. Bu bölgeler yani bir toplum biçimini yani sanayi kapitalizmini simgeleyen ve yeni bir üretim
biçimine yani " fabrika üretimine dayanan " ilk belgeler olmuşlardır.
Pamuklu dokuma sanayinin başlangıcı 17. yüzyılında işgücünün bol dolayısıyla ucuz olduğu
“Lancashire " bölgesinde başlamıştır. Bölgenin nemli havası ve kireçsiz suyu pamuk ipliği yapımına
ve temizleme işlemine işlevidir. Ayrıca bölgenin keten üreten bir bölge olması pamuk ipliği
üretiminde dayanıklılığı sağlayabilmek için pamuklu sanayinin bu bölgede yoğunlaşmasının bir diğer
nedenidir. Sanayi bu şekilde bir merkezde toplanması ayrıca ölçek ekonomisinden doğan tasarrufların
artması ve yeniliklerin hızlanması açısından da elverişli bir ortam oluşturulmuştur. Lancashire'ın bu
öncülüğünü karşın sanayileşmenin başkenti şüphesiz Manchester olmuştur. Pamuklu imalatı
uluslararası ve özellikle sömürgesel ticaretin bir yan ürünü olarak gelişme göstermiştir. İlk kez
Avrupa'da " pamuklu kadifenin " daha ucuz ve benzerini üretmek için ketenle karıştırılarak kullanılan
pamuklu dokumanın kaynağı hemen hemen tümüyle sömürgelerdir. 18. yüzyıl başlarında
Avrupalıların bildikleri tek saf pamuklu sanayi Hindistan'ın idi. Bunun ürünleri ise doğulu ticaret
şirketler tarafından ülke içinde ve dışında pazarlanıyorlar ancak gittikleri yerlerdeki yün, keten ve ipek
imalatçılarının şiddetli tepkisiyle karşılaşıyorlardı. 1700 yılında İngiliz yünlü dokuma üreticileri kendi
dallarındaki ithalatın tümüyle yasaklamasını sağlarken aynı zamanda farkında olmadan yerli pamuk
imalatçılarına yerli pazardan dilediğince yararlanabilme imkanı sağlamıştır. Pamuklu sanayinde
makineli üretime geçişi ve İngiliz dokumalarına bu sanayide kalite ve maliyet avantajlarını sağlayan
faktör iplik eğirme ile dokuma açısındaki randıman dengesizliğinde kaynaklanan teknik bir sorundur.
Pamuklu kumaş üretimi önce iplik üretimi ve daha sonra dokuma olmak üzere iki ayrı aşamada
gerçekleşir. Başlangıçta iplik yapımı dokumaya göre daha yoğundu. Bir dokumacıya yeterli iplik
üretmek için üç yada dört iplik işçisine ihtiyaç vardır. Artan dokuma talebini karşılamak için iş
gücünden tasarruf sağlayacak makinelere ihtiyaç duyulmuş ve peşi sıra yeni icatlar devreye girmiştir.
1733'te John Kay bir dokumacının iki kişinin işini yapmasına imkan veren uçan mekiği icat etmiştir.
Bu icat ile birlikte iplik talebi daha artıp dokumacılar iplik yetmediği için iplik yapma konusundaki
teknolojik buluşları teşvik eden bir ortam oluşmuştur. 1764'te James Hargreaves'in icat ettiği iplik
yapma makinesi mekanik güç gerektirmeyen basit bir alet olmasına karşın iplik işçisinin verimini
önemli ölçüde artırdı. Makinenin tasarımında 8 olan iğ sayısı yüzyılın sonunda 100 iğ ile 120 iğlik bir
güce ulaşmıştır. Pamuklu dokumanın büyük dönüşümünü sağlayan en büyük icat ise 1769'da patenti
olan Richard Arkwright'ın başlangıçta su gücüyle, 1780'lerde buhar gücüyle çalışabilen “katır" adı
verilen pamuk ipliği kadar dayanıklı bir pamuk ipliği elde edilebildiğinden artık pamuklu dokumalarda
keten ipliği kullanma zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Ayrıca Richard'ın makinesi James'in
makinesinden ağır ve pahalı makine olduğundan imalatta fabrika sistemine geçiş durumunu
doğurmuştur. İpek yapımı ile ilgili son önemli yenilik Samuel Crompton'un çıkrık makinesi olmuştur.
Söz konusu makine iş gücünden tasarruf etmekle kalmamış nispeten daha niteliksiz iş gücü ile daha
dayanıklı ve kaliteli iplik yapımına imkan vermiştir. Bu makinenin devreye girmesiyle İngiliz
kumaşları kalite açısından Hint kumaşlarını geçmiştir. İngiltere'nin pamuklu dokuma sektöründeki
üretim artışlarının gerisinde buhar enerjisinin kullanılmaya başlanmasının büyük etkisi olmuştur.
Buharlı makine ucuz ve kolaylıkla elde edilebilen bir güç kaynağı olup kömürden sağlanan kimyasal
enerjinin mekanik enerjiye dönüştürülmesine imkan sağlamıştır. Ayrıca dokuma tesislerinin artık nehir
kenarlarında kurulması gereği azalmış ve yakında bir kömür madeni bulunup bulunmadığı sanayide
konumu belirleyen faktör haline gelmiştir. Bu sayede nitelikli emek gücüde sanayi merkezlerinde
yoğunlaşabilmiştir. Bölgesel bazda imalat sömürgelerle artan ticaretin ve ucuz emek gücünün
yürütüldüğü Bristol büyük ölçüde Glasgow ve Liverpool gibi büyük limanların çevrelerinde
yerleşmişlerdir. Dokumacılıkla el tezgahlarının yerini makineler almakla birlikte yeni icatların yerine
nitelikli emek gücü kolaylıkla sağlanabilmiştir. Pamuklu ürünlerinin dış pazarlara yönelmesi ve
özellikle sömürge ülkelerine olan ihracatın sürekli artışı İngiliz sanayileşmesinde şüphesiz kritik
faktördür. 1750'den 1770'e kadar geçen sürede İngiliz pamuklu ihracatı 10 kat artarken bu ihracatın
yüzde 90'dan fazlası başta Afrika olmak üzere sömürge pazarlarına gitmiştir. 19. yüzyılın sonlarına
gelindiğinde İngiliz pamuklu üretiminin hala yüzde 90'nından fazlası hala dış pazarlara ihraç ediyordu.
Sürekli devam eden ihracat sayesinde pamuklu dokuma az gelişmiş dünya ile olan kendine özgü
bağlantısını kurmuş ve bunu çeşitli zamanlarda meydana gelen dalgalanmalara karşın koruyup
güçlendirebilmiştir. Hammaddesi olan pamuğun 1790'lara kadar Batı Hint Adalarındaki köle
çiftliklerinden sağlamıştır. Bu yıllardan sonra ise kendine Amerikan'ın güneyinde köle çiftliklerinde
yeni ve fiilen sınırsız bir kaynak daha bulmuştur. 19. yüzyıl boyunca İngiltere'nin pamuklu dokumaya
dayalı ticarette tekel ülke konumunda olduğunu söylemek fazla abartılı olmaz.
Demir-Çelik Sanayi
İngiliz demir sanayinin gelişimi ve ilerlemesi dokumaya kıyasla çok daha zorlu ve uzun bir süreçten
geçmiştir.
Sanayi Devrimi öncesi Britanya'da demir ne büyük miktarlarda ne de üstün bir kalitede üretilmekte idi.
1780'lerde bile demire olan talep 100 bin tonu zor aşmaktaydı. Genelde savaş özel olarak ise donanma
demir sanayi için sürekli bir teşvik ve belirli aralıklarla da pazar sağlamıştır. Yakıt tasarrufu ise bu
sanayinin teknik gelişimi içi kalıcı bir teşvik unsuru olmuştur. Bu nedenlerle Demiryolu Çağı'na kadar
demir sanayinin üretim kapasitesi pazar ihtiyacının üzerinde bir seyir izlemiştir. Pazarda zaman zaman
ortaya çıkan canlanmaların ardından durgunluk baş göstermişti. Demir sanayicileri bu durgunluklara
madenleri için ya kullanım alanları arayarak ya da fiyat kartelleri oluşturup üretimi kısarak cevap
vermeye çalışmışlardır. Üç önemli buluş demir sanayinin kapasitesini artırmaya yaramıştır. Demirin
tasfiyesinde kok kömürünün kullanılması, 1780'lerde daha yaygın olarak başvurulan dökme demiri
ocakta tavlama, haddeleme işlemleri ve 1829'dan sonra James Neilson'un "yüksek ısılı fırını". Bu
buluşlar aynı zamanda sanayinin yerleşiminde kömür yataklarının bulunduğu bölgelere de
kaydırmıştır. Napolyon savaşlarından sonra diğer ülkelerde de sanayiler gelişmeye başladığında demir
sanayi önemli bir ihracat pazarı kazanmıştır. Toplam üretimin yüzde 15 ile 20'si arasındaki bölümü dış
pazarlarda satılabilir hale gelmiştir. İngiliz sanayisi bu maden için makine, teçhizat yapımı dışında
başka talep alanları da yaratmıştır. Ancak yine de demirin o günkü toplam üretimi özelliklede demir
dışındaki madenlerin o dönemde çok az önem taşıdıkları göz önünde tutulursa günümüz sanayi
ekonomisi için gerekli görülen düzeyin oldukça altındadır. Örneğin 1820'lerden önce yarım milyon
tona ulaşması hiçbir zaman mümkün olmadığı gibi demiryolu kullanımı öncesinde ulaşabildiği en
yüksek düzey 1828'de 700 bin ton kadardır. Demir sanayi sadece bütün demir kullanıcısı sanayi
dallarını değil aynı zamanda kömür sanayi ( ki demir sanayi 1842'de toplam kömür üretiminin 1/4'ünü
tüketmekteydi. ) buhar makinesini ve taşımacılığı harekete geçirmiştir. Ancak demir-çelik sanayi
kendi gerçek sanayi devrimini ancak 19. yüzyılın ortalarında gerçekleştirebilmiştir. Çünkü tüketim
malları üreten sanayilerinin geniş çapta bir pazara sahip olabilmeleri sanayileşme öncesi ekonomilerde
bile mümkün iken yatırım malları üreten sanayiler böyle bir pazara ancak sanayileşmekte olan veya
sanayileşmiş toplumlarda sahip olabilmekteydi. Ancak şüphesiz kömür ve demir üretimi 20 yılda tam
3 katına çıkartabilen ve çelik sanayinin yaratılmasına neden olan gelişme demir yollarının ortaya
çıkması olmuştur.
Sanayi Devrimine Dış Ticaretin Etkileri
Uluslararası ticaret, İngiltere'nin gerçekleştirdiği sanayi devrimine büyük katkılarda bulunmuştur. Bu
katkıları aşağıdaki gibidir;
• Dış ticaret, İngiliz sanayi ürünlerine önemli düzeyde talep yaratılmasında etkili olmuştur. Çoğu
sanayileşme öncesi ekonomilerin ortak sorunu ülkedeki satın alma düzeyi sınai uzmanlaşmaya
imkan vermeyecek ölçüde düşük oluşudur. Uzmanlaşma olmaksızın ölçek ekonomilerinin
getireceği maliyet ve fiyat avantajlarından yararlanmak mümkün değildir. İşte İngiltere dünya
piyasalarından yararlanarak sanayileşme öncesi ekonomilerin bu açmazından kurtulmayı
başarabilmiştir.
• İngiltere artan nüfusu ve sınırlı doğal kaynakları nedeniyle sınai ürünler üretebilmek ve nüfusu
besleyebilmek için önemli düzeyde hammadde ve yiyecek ithalat etmek zorundaydı.
Uluslararası ticaret İngiltere'ye sanayi ürünlerinin miktarını artıran ve fiyatlarını ucuzlatan
hammaddeleri elde etme olanağını sağlamıştır.
• Uluslararası ticaret az gelişmiş çevre ülkelere İngiliz ürünlerini satın alabilme olanağını
sağlamıştır. Zira ticaret karşılıklı bir süreçtir. İngiliz ithalatçıları çevreden mal satın alarak
onlara İngiliz sanayi ürünlerini satın alabilecekleri döviz ve krediyi sağlamış oldular. Örneğin,
Amerikan pamuğunun satın alınması ile bu eski koloni sakinlerinin İngiliz ihraç ürünlerini satın
alabilme olanağının yaratılması.
• Uluslararası ticaret İngiltere'de zirai ve sınai gelişmeyi finanse etmeyi kolaylaştıran bir
ekonomik fazla yaratmıştır. Bu sayede uluslararası ticaretin kazançları tarıma, madenciliğe ve
imalata akmıştır. Bu gelişme olmaksızın girişimcilerin yeni fikirleri, rotasyon sistemlerini ve
makineleri üretken teşebbüslere dönüştürmeleri oldukça güç olurdu.
• Uluslararası ticaret dış ticaretin olduğu kadar ülke içi ticaretinde gelişmesinde etkili olan
kurumsal yapı ve iş ahlakının doğmasına yardımcı olmuştur. Dış ticaretin gereklerinden olan
düzenli pazarlama, sigorta, kalite kontrol ve ürün standardizasyonu sistemleri ülke içinde
verimliliğin yükselmesine katkıda bulunmuştur. Herhangi bir alanda ekonomik bir gelişmenin
temeli olan sağlam iş ahlakı ölçüleri, ticari atılımcılık ve riske girmeye hazır maceracı bir tutum
uluslararası ticaret alanında daha süratli gerçekleşmiştir.
• Uluslararası ticaretin gelişmesi Londra, Liverpool, Manchester, Glasgow ve Birmingham gibi
sanayi merkezlerinin oluşmasına yol açmıştır. Sanayileşmenin ilk aşamalarında taşıma
alanındaki büyük ölçekli yatırımları teşvik eden önemli bir faktör söz konusu şehirlerin artan
oranlı ihtiyaçları olmuştur.
Tarımdaki Teknolojik Gelişmeler
İngiltere'de tarımsal gelişmeler bu ülkenin yumuşak nitelikli topraklarındaki yeni üretim tekniklerini
ortaya çıkardığı sürekli ekim tarzı, yeni rotasyon sistemleri ve gelişen hayvancılık yöntemleri
arasındaki uyumlaşma olarak tarif edilebilir.
Yeni üretim tekniklerini oluşturan unsurlardan biri ve belki de en önemlisi feodal tarım sisteminde
geçerli olan üretime açık toprakların önemli bir kısmını nadasa bırakılarak kullanılması uygulamasının
terk edilip sürekli ekim yöntemine geçilmesidir. Bu değişimi oluşturan unsur C.
Towshend ile başlayan tarlalarda şalgam ve yonca ekimine başlanmasıdır. Bu iki ürünün ekimi ile
birlikte toprakların yıpranma düzeyi azaldığı gibi hayvancılıkta da bir atılım yapma şansı doğmuştur.
Çünkü yonca ve şalgam ekimiyle hayvanların kışlık yem sorunu çözülmüş ve önceleri önemli
miktarda hayvan eti için kesilip tuzlanarak saklanırken artık çok sayıda hayvanı canlı tutabilme
imkanına kavuşulmuştur. Buna ek olarak hayvanların yem sorununun çözülmesiyle meralardaki aşırı
otlatmanın önüne geçilebilmiştir. Yeni üretim tekniklerinden tarımsal ürünlerin rotasyonuna yönelik
olarak geliştirilen Jethro Tull'ın " dört kamalı pulluğu " "tokum ekme makinası " ve Rotherdam'ın "
üçgen sabanı " en önde gelenleridir. Tohum ekme makinası insan gücünden tasarruf sağladığı gibi
düzenli ekime de imkan vermiştir. İki at bir insan aracılığıyla toprağın hızlı ve etkin bir biçimde
işlenmesini sağlayan Rotherdam'ın üçgen sabanı daha da geliştirilmiş ve zaman tasarrufu sağlamıştır.
Sanayi Devrimi ile birlikte ele ele kullanılan araçlardan pulluk, tırmık ve benzerlerinin geliştirilerek
tahılların daha erken hasatının sağlanması ve daha ileri boyutta 1780'de icat edilen harman makinası
tarımsal devrimi pekiştiren diğer unsurlarıdır.
Sonuç olarak tarımdaki gelişmeler önemli düzeyde üretim ve verimlilik artışlarını sağlamıştır. Sanayi
devriminin tamamlanmasını sağlayan bir rolü olmuştur.
19. yy'da Sanayideki Gelişmeler
1860'tan sonra demir çağı yerini çelik çağına bırakmıştır. Yüzde birden daha az karbon içeren demire
çelik denilebilir. Bu durumda çelik üretilmesi için yapılması gereken karbon içeriğini tavlama
yöntemiyle yapılabilenden daha fazla azaltmaktır. Bu işlem yoğun ve uzun süreli kızdırma ile
yapılıyordu. Bu nedenle üretim düşük olduğundan 19. yüzyıl başlarında çelik oldukça pahalı idi. Bir
gösterge olarak 1850'de İngiltere'de üç milyon ton dökme demir üretilirken çelik üretim 400 bin ton
civarındaydı. Ucuz ve kitlesel çelik üretimini Henry Bessemer olanaklı kılmıştır. Bir Fransız
mültecinin oğlu olan Bessemer savaş topu yapımına ilgi duymuş ve tavlama işleminden elde edilenden
daha iyi bir dövme demir elde etmeyi başarmıştır. 1857'da açıkladığı yöntemler ergimiş demir dibinde
delikler bulunan büyük bir dönüştürücü kaba konuyor ve deliklerden sıvı demir içine hava
püskürtülüyordu. Oksijenin karbon ve silikatla birleşmesi esnasında yabancı maddeler yanıyor ve saf
demire gerektiği kadar karbon ilave edilebiliyordu. Bu işlemle yirmi dakikada çok ucuza tonlarca çelik
elde etmek mümkündü. 1856-1870 arasında İngiltere'de çeliğin fiyatı yüzde 50 düşerken, üretim ise
altı kat arttı. Bununla birlikte bazı demir çeşitleri Bessemer sürecine tepki göstermiyor ve bu durum
yöntemi kullanma izni alan demir ustalarının kızgınlığına yol açıyordu. Kısa bir süre sonra kimyasal
analizler tepki göstermeyen metalin fosfor içerdiğini ve 0.1 oranında fosforun demir-çelik üretimi için
kullanılmaz hale getirdiğini ortaya çıkardı. 1878'de Thomas ve kuzeni Gilchrist Gal bulmacayı
çözdüler. Dönüştürücüyü bazik bir kireç taşıyla astarlarlar. Fosfor ve kireç taşı astar ile temas ettiğinde
birleşiyor ve iyi bir fosfatlı gübre oluşturan cüruf meydana getiriyordu.
Artık demir sorunsuz bir şekilde çeliğe dönüşebilirdi. Bessemer demir yolcularını, çelik bir rayın yirmi
tane demir raya bedel olduğuna ikna etti. Eski demir yolları çeliğe dönüştükçe Avrupa'da veya deniz
aşırı ülkelerde yeni demiryolları inşa edildikçe demiryolu merkez-çevre ilişkisinin temel belirleyeni
haline geldi. Öte yandan bütün dünya donanmalarında çelik demirin yerini almış ve orduların çelik
talebi giderek artan miktarlara ulaşmıştır. 1889'da Fransız mühendis Eiffel ünlü kuleyi bitirdiğinde
Notre Dame nasıl ortaçağı sembol ediyorsa bu kulenin de çelik çağını simgelediği düşünülmüştür.
Diğer Metaller ( Ara Başlık )
Endüstri ve ulaştırma sadece demirle çelikle yaşamaz. 19. yüzyılda eskiden beri zaten bilinen
metallere; bakır, kurşun, çinko ve kalay ihtiyaç duyduğu gibi en azından bir tane daha yeni metal
bulmuştur: Alüminyum. 19. yüzyıl başlarında bakır alaşımları ( bronz ve pirinç ) genel kullanışlılık
açısından demire yakın bir ilgi görüyordu. Toplar, çanlar, tekneler, mutfak araçları ve ilk makinaların
temel araçları bu alaşımdan yapılıyordu. Bazı işlerde paslanmaz metallerin yerini demir aldı. Ancak
bunlar için yeni kullanım alanları bulundu. Örneğin; elektrik telleri için bakır, galvanizasyon için
çinko ve çelik levhaları astarlamak için kolay.
Elektrik Enerjisi
Faraday henüz 1831'de elektriğin mekanik olarak nasıl üretilebileceğini göstermiştir. Fakat 1873'e
kadar uzun süreli çalıştırabilecek dinamolar yapılamadı. Üretim birimi küçük, üretim maliyeti yüksek
ve nakil mekanizmaları kısa olduğu için elektrik kullanımı çeyrek yüzyıl daha sadece sokakların
aydınlatılması ile sınırlı kaldı. 1884'te icat edilen Porson buhar tribünü ile güç üretim merkezlerinde
daha büyük dinamoları döndürebildi, nakil zorlukları ve elektrikli cihazların maliyetleri yavaş yavaş
azaldı. En azından 1900'lere kadar tek ucuz elektrik özellikle Güneydoğu Fransa ve Kuzey İtalya'nın
Alp Dağı bölgelerinde yüksekten düşen su tarafından döndürülen jeneratörlerde üretilen elektrikti.
60'lı yılların başında Grenoble kağıt imalatçısı Berges dağlardan gelen suyu büyük borulardan
geçirterek kağıt makinasını döndüren türbinlerin kanatlarına fışkırttı. Türbinler dinamolara
bağlandığında hidroelektrik üretilmiş oldu ve yüksekten düşen su beyaz kömür adlandırıldı.
Hidroelektrik kömür yokluğunu telefi etmiş hatta kömürün mevcut olduğu yerlerde bile hidroelektrik
tercih edilmiştir. Kuruluş maliyetleri yüksek fakat işletme maliyetleri düşüktü. Öte yandan temiz
olması ve desantrilize biçimde üretilmesi beyaz kömürün siyah rakibine tercih edilmesine yol açmıştır.
Avrupa Sanayileşmenin Sonuçları
• Avrupa'da sınai gelişmelerle birlikte nüfus çok hızlı oranda artmaya başlamıştır. Nüfus artışının
nedenleri insanların daha az hastalığa yakalanması, doğum oranlarının yükselmesi ve ortalama insan
ömrünün uzaması
• Batı dünyası geçmişte bir benzeri olmayan hayat düzeyine ulaşmıştır. Ortalama zenginlikte bir şehirli
daha önceki toplumların zenginlerinin dahi elde edemeyeceği lüks mallara sahip olmuştur.
• Batı dünyasında tarım, egemen ekonomik faaliyet olma özelliğini yitirmiştir. İşgücü temel mallar
üretiminden mamul mallar üretimine kaymış sanayi ve hizmet sektörleri çok daha önemli hale
gelmiştir. Sanayileşme öncesi ekonomilerde faal nüfusun yüzde 60 ile 80'i tarım sektöründe çalışmakta
iken bu oran sanayileşme ile birlikte sürekli gerilemiştir. Tarım dışı sektörlerde sürekli büyüme
sanayileşme öncesi geçimlik ekonomik yapının da çözülmesine yol açmıştır.
• Batı toplumu bir şehir toplumu haline gelmiştir. Kırdan kentlere göç fabrika sisteminin ihtiyaç
duyduğu emek gücünü oluşturmuştur.
• Sanayileşme ile birlikte teknolojik gelişme bir kural haline gelmiştir. Deneysel bilgilere dayanan
modern teknolojilerin pazar için üretim sürecine sistematik biçimde uygulanmasıyla yeni ürünler ve
üretim süreçleri ortaya çıkmıştır. Üretimde makinelerin kullanımının artışıyla sabit maliyetlerin payı
ve önemi artmıştır. Öte yandan sentetik hammaddeler giderek hammaddelerin yerini almıştır.
• Avrupa'da gelir ve servet dağılımında önemli gelişmeler olmuştur. Sanayileşme öncesinde aşırı
düzeyde olan servet ve gelir eşitsizliği sanayileşmenin ilk aşamalarında daha da artmış ancak 20.
yüzyıldan itibaren nispeten daha eşitlikçi bir yönelim olmuştur. Ancak sanayileşen toplumlardaki bu
olumlu eğilim dünya ölçeğinde toplumlar arasında tam tersi bir yönetim sergilemiş ve sanayileşme
öncesi toplumlar ile Avrupa toplumları arasındaki gelir ve servet eşitsizliği giderek artmıştır.
• Toprak dışındaki üretim araçlarının ya sermaye sahipliği ya da bu araçlarla ilişkilerin belirlendiği yeni
sosyal ve mesleki organizasyonlar doğmuştur.
• Ekonomik faaliyetler aile içi ve yöresel olmaktan giderek uzaklaşarak ülke bazında ve uluslararası
pazarlar için uzmanlaşmaya yönelmiştir. Be gelişmeyle üretimin birimlerde şahıs ve aile merkezli
olmaktan çıkarak çoklu ortaklıklar içinde organize olmaya başlamıştır.