40
Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL Aralık 2013 / Sayı 10 Hayırlara vesile bir kavga Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Kenan Kalyon s. 5 Yeni Rejim Kurulurken AKP-Cemaat çatışması karşı- sında bizim işimiz, bu kavga- dan yararlanarak yeni rejimin oturmasını önlemek ve kırılganlığını arttırmaktır. ‘Değerli yanlızlık’ Diyarbakır s. 4 Mahir Sayın Güney’le olan ticaret ve petrol-doğalgaz bağlantıları, Türk ve Kürt burjuva- zisi arasında yeni bağlar kuruyor. Kadın devrimi Rojava’dan yükseliyor s. 19 Röp: Helime Yusif Kadın siyaset aka- demilerinde siyaset, öz savunma, anadil konularında çalışmalar yapılıyor. Türkiye’de iç savaş sürüyor s. 22 Eser Sandıkçı Sermaye birikiminin yoğunlaştığı sektör- ler, iş cinayetlerinin de en fazla yaşandığı sektörlerdir. Kadın olmak okulda da zor s. 29 Deniz Tunçel Son 5 yılda 6198 kadın öldürüldü, 4463 kadına tecavüz edildi, 9724 çocuk tacize uğradı. Paylaşım Savaşları

Siyaset Sayı 10

  • Upload
    siyaset

  • View
    242

  • Download
    2

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Siyaset Sayı 10

SiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL Aralık 2013 / Sayı 10

Hayırlara vesile bir kavgaSosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Kenan Kalyon s. 5

Yeni Rejim Kurulurken

AKP-Cemaat çatışması karşı-sında bizim işimiz, bu kavga-dan yararlanarak yeni rejimin oturmasını önlemek ve kırılganlığını arttırmaktır.

‘Değerli yanlızlık’ Diyarbakır

s. 4

Mahir Sayın

Güney’le olan ticaret ve petrol-doğalgaz bağlantıları, Türk ve Kürt burjuva-zisi arasında yeni bağlar kuruyor.

Kadın devrimi Rojava’dan yükseliyor

s. 19

Röp: Helime Yusif

Kadın siyaset aka-demilerinde siyaset, öz savunma, anadil konularında çalışmalar yapılıyor.

Türkiye’de iç savaş sürüyor

s. 22

Eser Sandıkçı

Sermaye birikiminin yoğunlaştığı sektör-ler, iş cinayetlerinin de en fazla yaşandığı sektörlerdir.

Kadın olmak okulda da zor

s. 29

Deniz Tunçel

Son 5 yılda 6198 kadın öldürüldü, 4463 kadına tecavüz edildi, 9724 çocuk tacize uğradı.

Paylaşım Savaşları

Page 2: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Editö

rden

Siy

ase

t2

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: [email protected] Bas kı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu

Geçtiğimiz haftaların gündeminin birinci maddesini AKP ile Gülen Cemaati arasındaki çatışma oluş-turdu. AKP hükümetinin dershane-leri kapatma kararını açıklamasıyla patlayan kavganın aslında yıllar öncesine giden bir arka planı bulu-nuyor. Kuşkusuz AKP hükümetinin dershanelerle ilgili açıkladığı plan, basit bir eğitim sistemi düzenlemesi değil, Cemaat’in hayat damarlarını kesmeye yönelik bir saldırıdır. Çün-kü, kontrollerindeki dershaneler, -özel okullar, üniversiteler, öğrenci evleri vb ile birlikte- Cemaat’in kadro yetiştirme ve etki alanı-nı genişletme stratejisinin temel araçlarından birini oluşturuyor. (Bu siyasal odaklar demokratik, parasız, anadilinde eğitim taleplerine karşı çıkmakta tam mutabakat halinde.)

AKP-Cemaat çatışmasının arkasın-da bir iktidar paylaşımı mücadelesi var. Aslında 1960’lı yıllara uzanan tarihleri boyunca neredeyse hiç yan yana gelmeyen bu iki gelenek, özgül iç ve dış koşullar altında 2000’li yıl-ların başında bir araya gelip, maddi ve ideolojik temelleri sarsılmış olan Kemalist statükoyu küresel ve yerel sermayenin desteğiyle yıkmaya giriştiler. Birbirlerine muhtaçtı-lar; Cemaat AKP’nin kitle tabanı ve meşruiyetine, AKP Cemaat’in devlet içindeki kadrolarına ve belki de ABD ile olan “yakın” ilişkileri-ne… Statüko güçleri iyice geriletilip artık sıra sermayenin yeni rejimini kurmaya geldiğinde iktidardan kimin ne kadar pay kapacağı savaşı başladı.

Erdoğan, geniş seçmen kitlesine ve devlet kurumları üzerindeki hakimiyetine dayanarak Cemaat’i geriletmeye çalışırken, Cemaat de AKP’ye karşı devlet içindeki kadrolarına, ABD içindeki iliş-kilerine güveniyor ve “gerekirse başka ittifaklar kurarım” tehdidini savuruyor, örtük biçimde. Tam da yerel seçimler öncesinde hiç de boş bir tehdit değil!

Yeni rejimin “sol” ayağı

Bu noktada sahneye “ilginç” bir siyasal aktör giriyor: CHP. Tarihi boyunca (sahte) laisizmin şam-piyonluğunu yapan, gerek genel olarak İslamcı güçleri, gerek özel olarak Cemaat’i hedef tahtasına koyan CHP birden “halkın inançla-

rına saygı” söylemini öne çıkarma-ya hatta daha ilginci Cemaat’le flört etmeye başladı. Cemaat’le teması (eğer organik bir ilişki değilse) olduğu bilinen Mustafa Sarıgül’ün İstanbul Belediye Başkanlığına aday gösterilmesi, ardından (uzun yıllar şer odakları olarak gördük-leri) Cemaat dershanelerine sahip çıkılması, üstüne ABD’de doğrudan Cemaat temsilcileriyle görüşmeler yapılması CHP’nin de Cemaat’e karşı “boş olmadığını” gösterdi. (El-bette bütün bunlar, basitçe ve şimdi, AKP-Cemaat ittifakının yıkıldığı ve Cemaat’in CHP ile ittifak kurduğu/kuracağı anlamına gelmiyor. Ama bunun bir olasılık haline geldiği, AKP-Cemaat ilişkilerinin fırsatı-nı bulduğunda birbirinin gözünü oymaya çalışan ortakların ilişkisine döndüğü anlamına geliyor.)

Gerçekte sermaye sınıfının farklı kesimlerinin temsilcileri arasındaki bu çekişme, çatışma, ittifak ve flört-ler, sermayenin yeni rejiminden ki-min ne kadar pay kapacağı üzerine yürütülen bir kapışmanın dışavuru-mudur. Özellikle CHP’nin dramatik bir değişiklik (ya da “avam” diliyle, attığı takla) ile aldığı yeni pozisyon, bu partinin yeni rejimin “sol” ayağı-nı oluşturmaya ne kadar hevesli olduğunu gösteriyor.

Emekçilerin ve ezilenlerin seçeneği

Egemenler arasındaki çelişki ve ça-tışmaları iyi gözlemlemek, sistemin çatlaklarından yararlanmayı bilmek önemlidir. Ama sermayenin farklı bölüklerinin emekçiler ve ezilenler karşısında nasıl bir domuz topu olduklarını hiç akıldan çıkarma-

mak, kurtuluşun ancak işçi sınıfı-nın ve halkların örgütlü gücüyle ve egemenlerin bütününe karşı dişe diş mücadeleyle gerçekleşeceğini unutmamak daha önemlidir. Bu ise ancak komünist perspektif üzerine bilinç berraklığı ve devrimci ira-deyle mümkün olur.

Egemenlerin kanatlarına sığınma teslimiyetçiliği karşısında emekçi-lerin ve ezilenlerin seçeneğini gös-teren HDK/HDP’yi (Kürt halkının yanı sıra) toplumsal bir güç haline getirme görevi önümüzde duruyor. Yerel seçimleri kitlelere ulaşma, egemenlerin partileri karşısındaki üçüncü yolu anlatma için kullan-malıyız. Kentlerimizi, mahallele-rimizi/köylerimizi kapitalistlerin kârlarını değil, insanların ihtiyaçla-rını temel alarak, kendi kendimize yönetebileceğimizi göstermeliyiz.

AKP her yönden saldırıyor

AKP neo-liberal politikaları ve esnek-güvencesiz çalıştırmayı pervasızlıkla yaygınlaştırırken, iş cinayetleri de korkunç boyutlara ulaşıyor. Sadece geçen ay 128 işçi, patronların kâr hırsı uğruna, devle-tin bilinçli gözetim(sizlik)i altında hayatını kaybetti.

Bir ya da birkaç kadının kocası, babası, erkek kardeşi vb tarafın-dan vahşice öldürülmediği bir gün geçmiyor. Erkek şiddetine karşı ön-lemler alması gereken AKP hükü-meti, tersine kadının adını Bakanlık adından çıkarmaya, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nu başka bir Komisyon’a çevirip etkisizleştir-meye hazırlanıyor.

Kürt halkının zorla masaya oturt-tuğu AKP, bir yandan çatışmasızlık ortamını halkın örgütlü iradesini zayıflatmak amaçlı manevralar yapmak için (örneğin Diyarba-kır çıkarması, Barzani ve Şivan’ın getirilmesi) değerlendirirken, diğer yandan kalekol ve karakollar ile barajlar yapmayı sürdürerek saldırı hazırlığı yapıyor. Gever’de 3 yurtse-verin öldürülmesinde olduğu gibi, devlet güçleri silahsız halkı katlet-meye devam ediyor. Kürt halkının buna cevabı ise, bir yandan mü-zakere sürecini korumaya azami özeni gösterirken, diğer yandan özgürlüğü uğruna bedel ödemeye ve ödetmeye hazır olduğunu her alanda ortaya koymak oluyor.

Siyaset baskıya girerken Meclis’te Bütçe görüşmeleri devam ediyor-du. AKP her yıl olduğu gibi halkın önüne, eğitim, sağlık gibi sosyal harcamaların azaldığı, askeri/poli-siye harcamaların arttığı, Diyanet’in daha da büyütüldüğü; yani işçilerin, kadınların, Alevilerin, gençlerin, Kürtlerin, LGBT bireylerin görmez-den gelindiği bir bütçe getirdi. AKP “ileri demokrasisi” yeni bir “açılım” yaparak devlet kurumlarının hesap-larını kapsayan Sayıştay raporunu bütçe belgelerinden çıkardı. Bu, devlet kurumlarının, özellikle “gü-venlik” birimlerinin Meclis deneti-minden kaçırılmasıdır.

AKP giderek despotlaşıyor, sal-dırganlaşıyor. Bu onun sonunun yakınlaştığını hissettiğinin bir gös-tergesidir aynı zamanda. Ama bu kendiliğinden olmaz; onun sonunu ancak emekçilerin ve ezilenlerin örgütlü gücü getirir!

Kurtuluş halkın örgütlü gücünde

Page 3: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 Po

litik

a

3

Bir süredir inşa edilmekte olan yeni rejimin kaderini belirleyecek sürece girmiş durumdayız. Birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olma-yan seçimler dizisi sonunda yeni rejimin niteliği ve siyasal dizilişi aşağı yukarı netleşmiş olacak.

AKP hâlâ “vesayetten kurtar-ma” masalları anlatmaya devam ederken, bu süreçte siyasette yeni konumlanışların en popüler paro-lalarından biri de “AKP’yi gerilet-mek” oldu. AKP iktidarının özgün katkılarının yanı sıra sistemin ve rejimin tüm melanetleri AKP baga-jına doldurulup tertemiz bir kağıt gibi çıkılmak isteniyor bu parola aracılığıyla. Muhafazakârlığı, işsizli-ği, yoksulluğu, cinsiyetçiliği, savaşı, şovenizmi, homofobiyi, mezhepçili-ği, kentsel dönüşümü, geleceksizliği engellemek için “AKP’yi geriletmek” şart! Her eve lazım mucizevi formül tüm dertlerimizden kurtarıverecek bizi!

Bu sloganı çeşitli varyasyonlarıyla kullanan siyasal çevrelerin bü-yük kısmının kastettiği şey, AKP karşısında yurtseverlerin, sosyalist-lerin, feministlerin, ekolojistlerin, LGBTİ’lerin CHP’yle ittifak yaparak “en geniş cepheyi” oluşturması. As-lında söz konusu olanın bir “ittifak” dahi olmadığını, AKP karşısında CHP’yi koşulsuz desteklemek anla-mına geldiğini bile bile…

“AKP’yi geriletmek” ne anlama geliyor?

Öncelikle, AKP’nin iktidarını sarsmak anlamına geliyor elbette. AKP, küresel ve yerel sermayenin desteği, konjonktürün katkısıyla aldığı yüzde 50 seçmen desteğini mutlak iktidar garantisi olarak gördü ve adeta güç zehirlenmesi yaşadı. AKP’yi geriletmek öncelikle sarsılmaz sandığı iktidarını sarsmak anlamına gelmekte ve bu büyük oranda Gezi isyanı aracılığıyla baş-latılmış durumda.

Bu sihirli slogana en çok yük-lenen anlamlardan diğeri ise AKP’nin toplumsal yaşamı muhafazakârlaştırmasının durdu-rulması ve geriletilmesidir. AKP hü-kümeti geldi geleli, “ustalık” süreci başta olmak üzere, sistematik olarak toplumsal yapıyı muhafazakârlık cenderesine almış durumda. Eğitim sistemindeki düzenlemelerden ders müfredatlarına, yediğimiz içtiği-

mizden gençliğin yaşam tercihleri-ne, evlenmeden boşanmaya, çocuk sayısından kürtaja dek ciddiye almak zorunda olduğumuz yaşam tarzı müdahalesiyle karşı karşıyayız. AKP’yi geriletmek bu müdahaleyi durdurmak ve inanç meselesini toplumsal alanı düzenlemenin ge-rekçesi yapmaktan çıkartıp bireysel bir hak durumuna geriletmektir. Ayrıca belirtmek gerekir ki rejimin AKP öncesi döneminin de sicili bu konuda temiz değil.

Peki, “AKP’yi geriletmek” formü-lünü bu başlıklarla sınırlamak mümkün mü? Sınırı burada tutmak siyasal ittifak tercihlerinin utangaç bir tezahürü olacaktır.

Nedir diğer başlıklar?

En başta 24 Ocak 1980 ekonomik yapılanma kararlarından bu yana uygulanan ve AKP döneminde en saldırgan halini alan neo-libe-ral politikaların geriletilmesidir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnekleştirme, güvencesizleştirme, kentsel alanların ve doğanın rantsal dönüşüme sunulması yoluyla işçi

sınıfı yoksullaştırılmış, sermaye bi-rikimine birikim katmıştır. AKP’yi geriletmek bu politikalara karşı bir cephe örmekle mümkündür. Memleketin gördüğü en büyük is-yanlardan birinin fitilini tutuşturan kentsel (rantsal) dönüşüm politi-kalarının karşısına bu konuda da sicili bozuk olan CHP’yle bir cephe örülüp örülemeyeceğine; ekonomi çalıştayını neo-liberal saldırının baş oyun kurucularından Kemal Derviş’le yapan CHP’nin böyle bir cephe içerisinde yer alıp alamayaca-ğına varın siz karar verin!

Halklar ve inançlar hapishanesi ola-rak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti AKP iktidarında da farklı bir vizyon oluşturamadı. Yeni rejim Kürt hal-kının 30 yıldır sürdürdüğü özgürlük mücadelesinin kazanımı olarak kimi esnemeler yapmak zorunda kalsa da imha ve asimilasyona daya-lı zihniyetini değiştirmedi. İnançlar meselesinde ise en basit adımları dahi atmadı. 20 milyonluk Alevi toplumunun inancını inanç, ceme-vini ibadethane olarak dahi kabul etmedi. AKP’nin de sürdürdüğü

inkârcı, asimilasyoncu politikaları geriletmek için ezilen, yok sayılan, ötekileştirilen inançlar ve halklar elbette en geniş cepheyi oluştur-malıdır. Oluşturmalıdır da, iktidar olabilmek için cemaatle rezonans kuran, ABD’yle icazet ilişkisinden kaçınmayan CHP’nin bu kompozis-yonda yeri ne olacak?

AKP’nin muhafazakarlık ve dinci mayasıyla daha da koyulaşan erkek egemen, cinsiyetçi politikalara, CHP’nin kadına “anne ve aile”den başka anlam yüklemeyen zihni-yetiyle nasıl karşı duracak ve bu politikaları gerileteceğiz? Mevcut haliyle CHP’nin “Atatürkçü-çağdaş kadını” en geniş cephenin “özgür kadınıyla” sahiden yan yana yürü-yebilir mi?

En geniş cephe HDP’dir

Evet, AKP’nin tüm bu politikalarını geriletmek gerek. Bu ancak Gezi isyanının belki tüm kitlesini değil ama ruhunu arkasına alacak “en geniş cepheyle” mümkün. Halkların Demokratik Kongresi/Partisi de bu yan yana gelişin zemini ola-rak ortaya çıkmış bir çalışmadır. AKP’yi geriletecek en geniş cephe-nin önemli bir kesimi HDK/HDP zemininde buluştu. Bir ezber olarak değil gerçek bir imkân olarak ser-mayenin yeni rejiminin ulusalcı ve muhafazakâr neo-liberal seçenek-leri dışında bir seçenek yaratmak her zamankinden daha mümkün durumda. Yeter ki HDP’de buluşa-bilenler ve buluşamayanlar önü-müzdeki yoğun politik atmosfer içerisinde AKP’ye ve CHP’ye yedek-lenmeyecek bir “en geniş cephe”yi kurma kararlılığında olsun.

AKP’yi geriletmek şart!

Sermayenin yeni rejiminin ulusalcı ve muhafazakâr neo-liberal seçenekleri dışında bir seçenek yaratmak her zamankinden daha müm-kün durumda. Yeter ki HDP’de buluşabilenler ve buluşamayanlar AKP’ye ve CHP’ye yedeklenme-yecek bir “en geniş cephe”yi kurma kararlılığında olsun.

Tuncay Yılmaz

Page 4: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Polit

ika

4Si

ya

set

Kasım’ın 16’sında Diyarbakır, tarihin-de rastlanmayacak bir olaya tanıklık etti. Sahnede, kafadan yediği kur-şunun hayırlı etkisiyle Kürtlüğünü hatırlamış İbrahim Tatlıses’le, daha önceleri devletin davetine “Kürtler özgür olmadıktan sonra ben niye geleyim?” yanıtını vermiş olan Şivan Perver. “Siyaset üstü kalacağım” derken kendisini RTE’nin siyasetinin tam ortasında bulan Şıvan, haline kendisi de şaşmış olsa gerek ki, “Gelo çima em hawa ne, megrî, megrî” (Acep biz neden bu haldeyiz, ağlama, ağlama) diye Tatlıses’le düet yapıyor; Emine hanım ağlıyor; RT Erdoğan ve Mesud Barzani mutlu yüzlerle alkış-lıyorlar. RTE sanki bu büyük heyecan dalgasına kendisini kaptırmışçasına Şıvan’a sarılıp, “Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı’nı selamlıyorum”

diyor. 90 yıllık sınıfsız imtiyazsız “Ke-malist cumhuriyet” ideolojisinin ana direklerinden birinin kürsüden aşağı-ya yuvarlandığına tanık oluyoruz!

RTE 2005’te “Kürt sorunu benim sorunumdur” dediğinde de sanki yine böyle bir şeyler kürsüden aşağıya yuvarlandı sanılmıştı. Çok geçmedi RTE “Öyle düşünmezseniz Kürt so-runu diye bir şey de olmaz!” diyerek yanılgıları ortadan kaldırdı!

TC’nin bu en gündem yaratıcı başba-kanı bu kez de yanıltmadı bizi; maka-mında Başbakan’ın elini tutmanın se-vinci içersindeki Osman Baydemir’in “Türkiye Kürdistanı”ndan söz etmesi, yanılgıyı düzeltme fırsatını verdi RTE’ye: “Türkiye Kürdistan’ı gibi bir tanımı kabul etmemiz asla mümkün değildir. ... Bunlar, belli yerleri tahrik etmekten başka hiçbir işe yaramaz.”

Siyaset ve coğrafya dersi bu kadar

Peki nedir bütün bu tiyatro? “Belli yerleri tahrik etmekten başka hiçbir işe yaramayacak” olan bu laflar niye edilir? Neden toplar bu kadar Kürt’ü bir araya, hem de Kürdistan’ın fiili başkenti Diyarbakır’da?

RTE, temsil ettiği sınıf adına, Ortadoğu’da büyük güç olup bölgenin avantasını yemeyi hesaplarken birden bire kendisini tüm komşularıyla ve hatta umudunu bağladığı İslam dün-yasıyla çatışma içinde bulduğu gibi, en büyük iki destekçisi ABD ve AB ile de tam bir uyumsuzluk içerisine sürüklendi. Hiçbir vizyonu kalmadı. Şimdi bütün politikayı yeniden kur-gulamanın peşinde.

RTE, Cemaat’i hizaya getirmeye

çalışırken, Özgürlük Mücadelesini tasfiyeyi de önümüzdeki dönemin kurtuluş politikası kılacak oyunlar kuruyor. Ama Öcalan’ın en güçlü ko-numa ulaştığı noktada uzattığı barış çubuğunu, geleneksel tasfiye politi-kasının aracı haline getirmek isterken yaptığı oyunun altında kaldı.

RTE’nin imtiyazlı konumu sona erdi

Kendince barış sürecinden yararlana-rak gerilla sınır dışına itilecek, ardın-dan hep birlikte Suriye’ye saldırılacak, savaşın yoğun gürültüsü içerisinde de PKK-BDP tasfiye edilecekti. Ancak senaryonun yazarı, Çernişevsky gibi araya girip, “bundan sonra akıllı okuyucunun beklediği sonuç değil, benim dediğim olacak” dedi. Mısır’da, Bahreyn’de, Yemen’de, Libya’da, Tunus’ta, Irak’ta ve nihayet Suriye’de-ki gelişmeler, ABD’nin Asya-Pasifik projesiyle üst üste binince ABD, “a) Büyük Ortadoğu Projesi rafa kalktı, b) Siyasal İslam politikası sona erdi, c) Türkiye’nin rol modelliği kalmadı, d) Suriye’nin istilası söz konusu değil, e) RTE’ye, Irak ve Suriye’de oynadığın oyunlardan hemen vazgeç, f) İran’la savaş değil anlaşma gündemde” de-yince emperyalizm açısından TC’nin bölgedeki önemi hızla azalırken RTE’nin imtiyazlı konumu da sona erdi.

Amaç Kürtleri bölmek

Tüm bunlara engellenemeyen Roja-va’daki özerk yönetimin oluşumu da eklendi. Bu kendi oyunuyla tuşa gel-mek demek olacakken, RTE son bir manevraya girişti ve seçim öncesinde kendisi açısından riskli olabilecek

yeni bir adım attı: Rojava’ya karşı mü-cadeleyi ve barış sürecini Barzani’nin desteğiyle devam ettirirken BDP’nin bölünmesini sağlayarak, destekçileri-nin bir kısmını Barzani desteğindeki bir Kürt partisine yönlendirip, bir kısmını da kendi partisine çekerek PKK’nin etkinliğini zayıflatmayı ve savaşın durmuş olmasının toplumun tüm katmanlarında yarattığı etkinin rantını toplamayı planladı. Böylece Gezi Direnişiyle birlikte son derece kritik eşiğe gelmiş olan ideolojik-politik hegemonyasının belli bir sınırda durmasını sağlamak istedi. Gezi Direnişinin ortaya çıkışından beri RTE iktidar olmaya yetecek bir tabanı her türlü desiseye başvurarak betonlaştırmaya çalışmaktadır. RTE destekçilerine, AKP’nin kaybetmesi-nin bütün kazanımların kaybedilmesi ve tam bir yıkım olacağı korkusunu vermeye çalışmaktadır. Toplumu en keskin biçimde saflaştırıcı, düşmanlık histerisine boğulmuş bir retorik kul-lanmasının esas nedenini bu seçim stratejisi oluşturmaktadır.

BDP’nin bölünmesi hesabı yeni bir şey değildir. Daha önce HAK-PAR bu işin adayıydı ama tutmadı. Bu kez riski olsa da daha büyük kartlar oyu-na sürülüyor. Güney’le olan 12 milyar dolarlık ticaret ve yeni petrol-doğal-gaz bağlantıları, Türk ve Kürt burju-vazisi (Kuzey’de ve Güney’de) arasın-da yeni bağlar oluşturuyor. Bunun politikadaki ifadesi kimi BDP’lilerin Öcalan’ın yanında Barzani’nin de önderliğini dillendirmeleri oluyor. Bunun için, Diyarbakır’da Qazi Mu-hammed, Baba Barzani yad edilirken, barışın asıl mimarları Öcalan’ın ya da Talabani’nin adı hiç geçmiyordu.

Mahir Sayın

‘Değerli yalnızlık’ içinde Diyarbakır düeti

RTE, Öcalan’ın en güçlü konuma ulaştığı noktada uzattığı barış çubuğunu, geleneksel tasfiye politikasının aracı haline getir-mek isterken yaptığı oyunun altında kal-dı. Şimdi Diyarbakır çıkarmasıyla yeni bir manevraya girişti.

Güney’le olan 12 milyar dolarlık ticaret

ve yeni petrol-doğal-gaz bağlantıları, Türk

ve Kürt burjuvazisi (Kuzey’de ve Güney’de)

arasında yeni bağlar oluşturuyor. Bunun politikadaki ifade-si kimi BDP’lilerin Öcalan’ın yanında

Barzani’nin de önderliğini

dillendirmeleri oluyor.

Page 5: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Polit

ika

5

Siy

ase

t

Yeni iktidar bloğu çatırdıyor. Dersha-neler kavgası, bir süredir alametleri artan hesaplaşmaya ve güç çekişme-sine yepyeni ve üstel bir ivme kattı. Tüm subaplar yalama oldu ve işler şirazesinden çıktı. Cemaat ile AKP, yani bloğun iki temel direği arasında-ki ittifakın bütün menteşeleri yerin-den oynadı.

Geçici mütarekeler ve sükûnetler gidişatı değiştirmez. Ruh çağırmalar, eski “altın günler”e dönüş temennile-ri, canhıraş ve telaşlı “durun, yapma-yın” arabuluculukları, bütün o hayali ve güya harici fitne-fücur taşlamaları nafile… Cin şişeden ve macun tüpten çıktı, testi kırıldı bir kere. Hiçbir mucizevî tutkal ittifakı eski günlerine iade edemez artık.

Kavganın sertliğini ve işlerin nizalı bir boşanmaya doğru gittiğini gör-mek için, tarafların birbirlerine dair niteleme ve ithamlarının kısa bir der-lemesi yeter ve artar: Bir tarafta “sivil

vesayet”, ”milli iradeye karşı komplo”, “otonom güç”, “emniyet-yargı cunta-sı”, “paralel yapı”, “operasyonel güç”, “ihanet”, vs yaylım ateşi.

Diğer tarafta “firavun”, “harami”, “dik-tatör”, “kifayetsiz”, “eğitime darbe”, “toplum mühendisliği”, vs yaftalama-ları. Karşılıklı kaset ve belge şantajları da cabası.

Mutlak iktidar tepişmesi

Tanık olduğumuz çekişme ve çatışma, her şeyden önce, mutlak ve yekpa-re bir hâkimiyet peşinde koşan iki gücün başlıca rakiplerini ve hasım-larını hizaya getirdikten sonra baş başa kalmalarından ve tabiri caizse toslaşmalarından kaynaklanıyor. İki totaliter güç belirli bir denge için-de ve sırası geldiğinde muhalefete çekilmeye baştan razı olarak iktidarı paylaşamaz. Paylaşmak totaliterliğin özüne ve ruhuna aykırı.

Her iki güç de “sivil toplum”dan devlete uzanan, devlette kazanılan mevzileri de gerisin geri toplumu şekillendirmek ve kalıba dökmek için kullanan, buna direnen kesimleri sindirmek için zor kullanmakta, bas-kının bin bir türüne başvurmakta ve keyfilikte sınır tanımayan bir fütuhat stratejisinin ısrarlı takipçisi. Bedene, yeni nesillere ve yaşam tarzına takın-tılı ama son tahlilde “biyo-politik” bir ilgi duyan, dershaneleri ve eğitimi aynı zamanda bundan dolayı çok önemseyen birer “toplum mühendisi”.

Her iki güç de iliklerine kadar neo-liberal. Neo-liberalizmi İslami bir

söylemle bezeyerek meşrulaştırma-nın, dini küresel sermayenin hizme-tine koşmanın birer faili. Şimdi kendi aralarında sert bir paylaşım mücade-lesine tutuşmuş durumdalar.

“Usta” zorda…

Ama benzerlikleri farklılıklarını önemsizleştirmeyeceği gibi, araların-daki güç mücadelesi de daha geniş bir bağlama yerleştirilmeksizin anlaşıla-maz. 12 Haziran seçimlerinden sonra başım göğe erdi zehabına kapılarak yeni bir dönem ilan eden ve 2023 hesapları yapan “usta” zorda. Haziran isyanı planlarına ağır bir darbe indir-di. Ekonomide kırılganlık alametleri gün be gün artmakta. İflas etmiş bir dış politikanın faturaları kabarıyor. Repertuarındaki kurnazlıklar “çö-züm” sürecinde top çevirmeye artık yetmiyor. Küresel güçlerin kendisine ayar vermek, olmuyorsa iktidardan uzaklaştırmak için girişimlerini sıklaştırdığı bir sır değil. İşte iç kavga tam böyle bir ortamda kızıştı. Çünkü Türkiye, egemen güçler ve küresel bağlaşıkları katında kartların yeniden karıldığı, ittifakların yeniden şekil-leneceği ve alternatif arayışlarının hızlanacağı bir döneme giriyor.

Erdoğan cemaatin bu süreçte ciddi roller oynayacağının ve kritik hamle-ler yapabileceğinin gayet iyi farkında. Bu yüzden cemaatin önüne keskin bir ikilem koyuyor: Ya meşru bir siyasal parti olarak ortaya çık ya da siyaseti tanzim etme ve devleti ele geçirme hedeflerinden arınmış bir cemaat sı-nırlarına geri çekil… İkili varoluş de-

vam edemez. Aksi halde, milli irade üzerinde sivil vesayet kurma, seçilmiş hükümete karşı iç ve dış komploların parçası olma ve hatta illegal bir örgüt suçlamalarına ve kovuşturmalarına maruz kalmaya başlarsın. Cemaat-lerin mecburen gizli örgütlendikleri dönem arkada kalmıştır. F. Gülen’in de sürgün hayatına artık son vermesi gerekir.

Bir hayli güç biriktirmiş olan Cemaat ise bu dayatmaya karşı bütün olanak-larını, ağlarını, uluslararası bağlan-tılarını seferber ederek, yeni ittifak arayışlarına girerek ve yer yer “ana muhalefet” rolüne soyunarak cevap veriyor.

Bizim işimiz

Bizim işimiz, bu çekişmeyi “yesinler birbirlerini” kayıtsızlığı ile izlemek değil. Ortaya çıkan çatlağı toplumsal muhalefetin alanını genişletmek, kazanımlarını arttırmak, mevzilerini çoğaltmak ve özgüvenini yükseltmek için sonuna kadar değerlendirmek.

Bizim işimiz, bu bilek güreşini kimin kazanacağına dair spekülasyonlar yapmak da değil. Hiçbirinin kazan-mamasını, ikisinin de bu kavga-dan güç yitirerek ve hırpalanarak çıkmasını sağlamak. Bu kavgadan yararlanarak yeni rejimin oturmasını önlemek ve kırılganlığını arttırmak. Yeni ve demokratik bir cumhuriyetin kurucu güçlerini birleşik bir mücade-leye sokarak bu ve benzer çatlakları genişletmek. Ancak bunları yaparsak bu kavga hayırlara vesile olur.

Kenan Kalyon

Hayırlara vesile bir kavga

AKP-Cemaat çatış-ması karşısında bizim işimiz, bu kavgadan yararlanarak yeni re-jimin oturmasını ön-lemek ve kırılganlığını arttırmaktır.

Tanık olduğumuz çe-kişme ve çatışma, her

şeyden önce, mutlak ve yekpare bir hâkimiyet

peşinde koşan iki gücün başlıca rakiplerini ve

hasımlarını hizaya ge-tirdikten sonra baş başa kalmalarından ve tabiri caizse toslaşmalarından

kaynaklanıyor.

Page 6: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 Po

litik

a6

Dün, Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan düşürülerek, yerine Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi ezilen kitlelere bir umut gibi pompalanır-ken; bugün, Sarıgül ile küllenmiş umutlar tekrar yeşertilmeye çalışı-lıyor.

Pompalanan umutlar, ezilen kitlele-ri sermayeye yedekleme ihtiyacının gereğidir. Yoksa bu çabanın asıl amacının sermayenin seçeneklerini yedeklemek olduğu açık.

Zira işsizlikten, açlıktan, yoksulluk-tan ve sosyal adaletsizlikten dem vurup da, kapitalizmden, emperya-lizmden, işçi sınıfının ve ezilenlerin iliğini kurutan sermayenin neo-li-beral politikalarından ve de sö-mürüden söz etmeyenlerin sözleri ancak sermayeye umut olabilir.

CHP’nin, olmayan “sosyal demok-ratlığı” sermaye içindir. Zira sosyal demokrasi sermayenin ihtiyacıyken; ezilenlerin ihtiyacı devrimci de-mokrasidir. Sermayenin bu ihtiyacı da ikinci paylaşım savaşı sonrasın-da; gelişkin sınıf mücadelelerini etkisizleştirmek gereğinden doğmuş ve ağırlıklı olarak Batı Avrupa ül-kelerinin bir kısmında sosyal devlet denilen rejimler şekillenmiştir. Bugün kapitalizmin böylesi ihti-

yaçları kalmamış; talan ve sömürü-sünü dünya çapında sürdürür hale gelmiştir. Dolayısıyla, sermaye için CHP’nin sahici sosyal demokrat olması da gerekmiyor. Sol eğilimli ezilenleri aldatacak, sözde sosyal demokrat bir CHP yeterlidir.

CHP’nin yoğunlaşan trafiğinin anlamı

ABD’nin ve uluslararası sermaye-nin; sadık hizmetkârları AKP’ye olan güvenleri sarsılmış durumda. ABD’nin, AKP’nin dış politikası-nın “kimlik ve mezhep üzerinden” şekillendiği eleştirisi; AKP’nin, Gezi’de ABD ve AB başta olmak üzere dış güçleri suçlaması, Mısır’da Mursi yönetiminin devrilmesindeki görüş ayrılıkları, Suriye’de AKP’nin beklentilerinin karşılanmaması; güven erozyonunun örneklerinden. Hal böyle olunca; ABD, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri, AKP ile yola devam edememe durumun-da değerlendirebilecekleri seçenek-leri olgunlaştırmaya çalışıyorlar. Hiç kuşkusuz bugünden yarına hemen AKP’den vazgeçilemeyeceği gibi, CHP de seçenek haline getirileme-yecektir.

Sermaye; elindeki seçenek adayı olarak ilk CHP’yi yoklamakta-dır. Kılıçdaroğlu’nun 30 Kasım’da yaptığı ABD ziyareti bu yokla-

manın adımıdır. Nitekim Eylül ayında Türkiye’nin Washington eski Büyükelçisi ve Dışişleri Ko-misyonu üyesi Adana Milletvekili Faruk Loğoğlu’nun liderliğindeki CHP heyetinin aynı amaçlı ABD gezisi de yoklama hazırlığıydı. Bu hazırlıkların içinde Cemaat’le temas da olasıdır. Hele Erdoğan-Cemaat kapışmasından sonra, seçenek olma sürecinin gereklerindendir.

CHP, yoğunlaşan bu ilişkilerle kendini beğendirmeyi amaçlarken; ABD ise, CHP’nin olası bir ikti-dara ne kadar hazırlıklı olduğunu test etmeyi amaçlamaktadır. Yine yerel seçimler öncesi Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye katılımı, sadece yerel seçimlere endeksli bir gelişme olarak görülemez. Bu katılım; gerek muhafazakâr kitle desteği yönü ile gerekse sermayeye güven telkin etme yönüyle gerekli görülmektedir. Sarıgül’ün; engin pragmatikliği, muhafazakar ve Kemalist profil verme becerisi; esas olarak da hem içeride, hem dışarıda sermaye çev-releriyle kurduğu derin ilişkiler bu gerekliliğin ip uçlarıdır. Dolayısıy-la, CHP’nin sermayenin hükümet seçeneği olabilmesi için, Sarıgül’ün genel başkanlığının elzem olup ol-mayacağını zaman gösterecek, ama Sarıgül’lü CHP profilinin elzem görüldüğü açıktır.

Ezilenler kendi seçeneklerini yaratma yolunda!

Sermaye kendi çözümünün peşinde koşa dursun. Bizim işimiz; sermaye-nin çözümlerini boşa çıkarmak ve kesintisiz sosyalizme giden halkın iktidarına yürümek. CHP de, bu bağlamda ilgi alanımıza giriyor.

Gezi’de, CHP tabanı; AKP/Erdoğan iktidarından kurtulmaya odaklanır-ken, bu yolda Kürtlerle de bir arada olabileceğinin işaretini verdi. BDP bayrağı taşıyan genç ile M. Kemal bayrağı taşıyan gencin el ele toma-dan kaçış görüntüleri bunun işaret fişeklerinden. Tabanın anlamlı bir kesiminin bu kararsız şuurluluğu ile merkezin sermayenin seçeneği olma kararlılığı arasındaki çelişki-nin geleceği ya da tabanın ne yöne doğru evrilerek kararlı şuurluluğa ulaşacağı çok değişkenli gelişmeler-le görülecek…

Görev; bu tahterevalli oyununu, bu “kırk katır mı, kırk satır mı” seçeneksizliğini bozmaktır. Bunun tam zamanıdır. Ezilenlerin gözüne çekilen sosyal demokratlık perdesi aralanıyor. İllüzyon etkisini yitirdik-çe; CHP’nin de en az AKP kadar sermayenin hizmetkârı olduğu tüm çıplaklığıyla görünürlüğe kavuşu-yor. Gerisi, görüleni örgütlü pratiğe yöneltecek iradeye kalıyor. Bu irade, sosyalist harekettir. Devrimci de-mokrasinin yolunu aça aça ilerleyen HDK-HDP’dir.

Ezilenlerin gözüne çekilen sosyal demok-ratlık perdesi aralan-dıkça; CHP’nin de en az AKP kadar serma-yenin hizmetkârı ol-duğu tüm çıplaklığıyla görünürlüğe kavuşu-yor. Gerisi, görüleni örgütlü pratiğe yönel-tecek iradeye kalıyor. Bu irade, sosyalist harekettir. Devrimci demokrasinin yolu-nu aça aça ilerleyen HDK-HDP’dir.

Sermaye; elindeki se-çenek adayı olarak ilk

CHP’yi yoklamaktadır. Kılıçdaroğlu’nun 30

Kasım’da yaptığı ABD ziyareti bu yoklamanın

adımıdır. CHP, yo-ğunlaşan bu ilişkilerle kendini beğendirmeyi amaçlarken; ABD ise, CHP’nin olası bir ikti-

dara ne kadar hazırlıklı olduğunu test etmeyi

amaçlamaktadır.

CHP’nin misyonu ve ezilenlerMuhsin Dalfidan

Page 7: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Polit

ika

7

Siy

ase

t

Eş başkan son sözü söyledi; “ken-di başımıza, kendi adaylarımız ve programımızla seçime giriyoruz.’’ Halkların Demokratik Partisi (HDP) ittihatçı ve itilafçı gelenek-lerin kayıkçı dövüşü gibi halklara dayattıkları “ya takunya ya postal’’ ikilemine karşı üçüncü yolu açıyor. Bu yoldan yürüyenler; coğrafyamı-zın katliamlarla anılan kadim etnik, mezhepsel yarılmalarına karşı, Halkların Demokratik Partisi’nin bizzat kendi varoluşunda çözüm olduğunu, düşman edilmeye çalışı-lanların birlikte yalınayak geleceğe yürüyebildiklerini göstereceklerdir.

Önümüzdeki iki yıl, seçimler gün-demi etrafında kıran kırana siyasal mücadelelere sahne olacaktır. Eğer radikal bir değişime uğratılmaz-larsa, iki yılın sonunda AKP’nin tek parti sultasının kırıldığına ve iktidar sırasını bekleyen CHP’nin ise bitmez tükenmez iç gerilim-lerle boğuştuğuna şahit olacağız. Bunların ipuçları şimdiden ortaya çıkmıştır.

Ne AKP ne CHP

AKP epeydir çan eğrisinin inişe ge-çen tarafındadır. Gülen cemaatiyle kopuşmanın ardından, kendisini ik-tidara getiren emperyalist güçlerin arkasında olup olmadığından eskisi kadar emin değildir. Dış politika-daki fiyaskolar ve ABD’nin İran’la ilişkileri geliştirmesinin ardından,

ılımlı İslam’ı pazarlayarak iktidarını sürdürme kolaylığı tümden boşa düşmüştür. Hükmetme tarzı ve toplumu kanırtarak dindarlaştırma operasyonları kendisinden son-raki hükümetleri de zora sokacak keskin bir toplumsal kutuplaşma yarattı. Ekonomide ise “deniz bitti’’, dış borçlanma ve kamu servetini pervasızca yağmalamanın sınırı-na gelindi. Yeni kaynak bulmanın ve borç ödemenin, ağırlaştırılmış vergilerden başka yolu yok. Elde kalan tek fırsat olan çözüm süreci de; benzer bir hoyratlıkla tüketili-yor. Açıklanan son paket AKP’nin demokratikleşme konusundaki kapasitesinin sınırlarını gösterdi.

“Cemaatli” Halk Partisi, AKP’nin siyasal olarak gerilemesine rağmen yükselen konumda değildir. Zaten statükocularla yenilikçiler arasın-da bir siyasal yarılma varken AKP karşıtlığıyla; ülkücü faşistlerden kimi “sosyalistim” diyenlere, Alevi kesimlerden Gülen cemaatine hatta İşçi Partisi’ne kadar geniş bir kesimi aynı çuvala doldurmaya ve bundan ABD’den icazet alacak bir iktidar alternatifi yaratmaya çalışıyorlar.

Seçimlerde olası bir başarısızlığın CHPyi kaynaşamayan parçalarına ayıracağı açık; fakat aynı açıklık-ta olan, böylesine beş benzemez ittfakla alınan (olası) seçim başarısı-nın da statükocuların yönetiminde dağılmaya mahkûm olduğudur.

Halkların seçeneği: HDK/HDP

Halklar cephesinde ise uzun yıllar-dır ilk kez bu denli geniş siyasal etki alanı, kitlesel büyüme ve alterna-tif oluşturma imkânı doğmuştur. Halkların Demokratik Partisi doğru zamanda, doğru politik zeminde ve doğru kuvvetlerle kuruldu. Elbette ortaya çıkan bu imkanı değerlen-dirmek sadece HDP’nin alacağı oy oranıyla ölçülemez.

Önümüzdeki iki yıllık mücadele pratiği; başta Halkların Demokra-tik Kongresi (HDK) olmak üzere ve onu oluşturan tüm bileşenlerin kendilerini sürecin ihtiyacına göre yeniden konumlandırmalarını gerektirecektir. “Siyasetler koalisyo-nu’’ pozisyonunu aşan, taktiklerde ortaklaşmaya başlamış daha ileri bir örgütlülük seviyesine sıçramak zorunludur. Diğer yandan HDK’nın

dışımızdaki dost örgütleri de kap-sayacak düzeyde siyaset kurabilme ve ezilenleri ortak talepler etrafında yan yana getirme sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. En önemlisi is-keleti oluşan ilçe meclislerimizi yeni kitlesel dayanaklarla büyütmek ve kalıcı yerel iktidar organları haline getirme yönünde adımlar atmak, seçim başarımızın esas ölçüsü olacaktır.

Genel bir bakışla yüzde 6,5 olan blok oylarının yüzde 10’lara doğru tırmanacağı ve HDP’nin genel seçimlere bu eşiği aşabilecek bir parti olarak gireceği öngörülebilir. Böylesi bir büyüme mevcut oyların en az yüzde 50 oranında artırılma-sını gerektiriyor. Seçimlerde alınan yüzde 6,5 oyun tamamına yakını Kürdistan’da ve batı metropollerin-deki Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlü oylarıdır. Sadece bu potan-siyele dayanacak bir seçim çalışma-sının topal kalacağı ve başarılı kabul edilemeyeceği açıktır. HDP’nin ve özellikle içindeki Türkiyeli sol/sosyalist iradelerin bütün kuvvetini seferber ederek yeni alanlara, Gezi İsyanının harekete geçirdiği dina-miklere doğru yönelmesi, kazanım-lara tereddütsüzce inisiyatif alanı açması, iç gerilimleri dengeleyecek esneklikte olması ve HDP’nin ba-tıdaki dayanaklarını kat kat büyüt-meyi esas alması gereklidir.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi kadrolarının çubuğu bükeceği yön budur.

İlhan Turhan Yıldırım

HDP’nin ve özellikle içindeki Türkiyeli sol/sosyalist iradelerin bü-tün kuvvetini seferber ederek yeni alanlara, Gezi İsyanının hareke-te geçirdiği dinamik-lere doğru yönelmesi ve HDP’nin batıdaki dayanaklarını kat kat büyütmeyi esas alması gereklidir.

“Ne takunya, ne postal’’

Yalınayak geleceğimize yürüyoruz!

İskeleti oluşan ilçe meclislerimizi yeni kitlesel dayanaklarla büyütmek ve kalıcı yerel iktidar

organları haline getirme yönünde adımlar atmak, seçim başarımızın esas ölçüsü olacaktır.

Page 8: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 Po

litik

a8

Gezi isyanının ülkede birçoklarının ezberini bozduğu, bir sürü değer-lendirmeleri boşa çıkardığı ortada, tabi bunu böyle görmek isteyenler için. Yoksa direnişin asıl özünü göremeyip sadece tali yönlerini öne çıkartarak, gelişmeleri önce-den nasıl da gördüklerini, nasıl da öngörülü olduklarını söyleyenlere diyecek bir şey yok. Onlar her daim haklıdırlar. 

Gezi isyanının önemli sonuçların-dan ve çıkarılması gereken dersle-rinden biri de sosyalist hareketin ve/veya toplumsal muhalefetin birliği, Batı’da gelişen Türk muhale-feti ile Kürt muhalefetinin ilişkisi ile karşılıklı konumlanışının ve seçim ittifakları gibi konuların yeniden ve gerçekten başka bir biçimde yürü-yebileceğidir. 

Burada yakalanması gereken ana halka gezi isyanının sokakta ve eylemde getirdiği birliği sürdürerek, derinleştirerek yukarıda bahset-tiğim birlik ve ittifak anlayışına hizmet etmesi ve kolaylaştırması yönündedir.

Özgüvenli bir sosyalist hareket

Bunu oluşturmak hiç de kolay değil elbette. Engelleri, zorlukları ve birbirine zor değenleriyle ama denemeye değer yanıyla ele alınma-sı gereken, önemli olan bunu doğru bir politika olarak benimseyip bu-lunduğumuz yerlerde (HDP, HDK, Taksim Dayanışması vb) savunmak, oraların konuşulur haline getirmek görevimizdi, görevimiz. İlk etapta bilinen zorluklarından dolayı bu bakış, anlayış kabul görmeyebilirdi. Ancak burda önemli olan bunun doğruluğu konusunda fikir sahibi olup ısrarcı davranmak ve kamuo-yunda neyi savunduğumuzun özgü-venle propagandasını yapmaktı.

Tartışmanın kendisi ve içerdiği öne-ri sadece CHP ile seçime girelim, ittifak yapalım tartışması ve önerisi değildir, böyle maniple edilmemeli-dir. Bu, CHP’yi de içeren ve onu da aşan bir öneridir. Bu aynı zamanda 12 yıllık AKP+Gülen iktidarı-nın analizi, onun girdiği yörünge sonucunda oluşturmaya çalıştığı devlet biçiminin tahlili sorunudur. Herhalde şu konuda ortak düşü-nüyoruzdur: AKP; kısmi de olsa var olan yasama, yargı ve yürütme organlarının bağımsızlığını ortadan kaldırıp tüm gücün yürütmede ol-duğu (buna ne dersek diyelim: ister islami faşizm, ister otoriter rejim, ister AKP diktatörlüğü) bir baskıcı rejimi inşa etmiştir. 

Tek tek sıralamaya kalktığımızda,

alt alta yazıldığında ciddi bir yekun tutacak olan iktidar saldırıları, an-tidemokratik uygulama, yöntem ve yönelimler karşısında HDP bileşen-lerinin yürüttüğü seçim tartışmala-rını kaba bir şekilde CHP’ye destek veya sadece onun listesinden seçi-me girmek /girmemek üzerinden söylemselleştirmek sekterizmden başkaca bir mana içermeyecektir.

Ezberi bozmak

Mevcut olana alışmış olmakla men-kul tutumumuz, örneğin seçimden sonraki operasyonlarda kıyameti koparsak da nafile olacaktır. Eğer sorunu böyle koyuyor isek buradan çıkarılacak siyasal ve örgütsel taktik bu gidişin karşısında olan en geniş siyasal ve toplumsal örgütlerin birliği ve ittifakını oluşturmaya ça-

lışıp, hem sokakta hem de sandıkta karşısına dikebilmektir. AKP’nin “iç düşman”a karşı otoriter devlet tavrını görmek için iç güvenlik har-camalarının yılbeyıl nasıl yükseldi-ğine bakmak yeterli olacaktır: 2006/ 10 milyar tl; 2013/27 milyar tl. Ör-tülü ödenek harcamaları 2003/103 milyon tl; 2012/695 milyon tl.

AKP ve CHP’yi eşitlemek

Bu isyandan sonra AKP ve CHP’yi eşitleyen, hatta Sırrı S. Önder’in yaptığı gibi CHP’yi daha fazla hedef tahtasına koyan açıklamalar ve türevleri aslında HDP bileşen-lerinden “yetmez ama evetçilerin” mantığı ile aynıdır. Bu ittifak ve önerilerin karşısında oluşan ref-lekslerin gelişmesini AKP’nin nasıl görüldüğü belirliyor. AKP’yi askeri vesayeti gerileten, demokratik hak ve özgürlükleri geliştiren bir parti olarak (DSİP, Yeşiller ve Sol Gele-cek) görürsek ya da barış sürecinin sonunda Kürt sorununun kendili-ğinden çözülebileceği ve özgürlük-lerin geleceği beklentisi olursa (bir kısım BDP’li) bütün bu arayışları gereksiz ve yanlış bulursunuz. Bu anlayıştaki potansiyel güçler ne ya-zık ki HDP’nin mücadele çizgisini ve hızını etkiliyor, ittifak arayışlarını zorlaştırıyor. 

İttifakın temeli

Olabilecek en geniş seçim ittifakıyla temel ayakları özgürlükçü, halkların kardeşliğine dayalı, demokratik ve katılımcı bir yerel yönetim anlayışı çerçevesinde bir araya gelmek yeter-lidir. Ranta dayalı ve yapılaşmaya karşı bir kent anlayışı merkezli ilkesel biraradalık inşa edilebilir. Se-çilecek adayların bu saptanan ortak politikaların uygulanması için, bu ilkelerden sapılmaması için gerekli denetim ve kontrol mekanizmala-rı oluşturulabilir. Böyle bir ittifak anlayışı şayet doğru olarak kabul görüyorsa bundan sonra tartışma-nın ikinci aşamasına geçebiliriz.

Bu tartışmada önemli olan araç feti-şizmi yaparak, genel doğru olan bir politik stratejinin heba edilmemesi-dir. Bunun önündeki en önemli en-gel ise dar grupçuluk ve sekterizm olacaktır. Bizlere düşen ise bununla mücadele etmek olmalıdır.

Gezi ve sonrasının doğru ve yanlış özeti: Eylem ve sokak birleştirdi, söz yine ayrıştırdı. Ama ne gam. AKP yine toplumu sıkıştırıyor ve boğu-yor. Patlama enerjisini biriktiriyor.

Gezi İsyanı, ittifaklar ve seçimler

Mevcut olana alış-mış olmakla menkul tutumumuz, örneğin seçimden sonraki ope-rasyonlarda kıyameti koparsak da nafile olacaktır.

Ali Genç AKP’nin “iç düşman”a karşı otoriter devlet tavrını görmek için iç güvenlik harcamalarının yıl be yıl

nasıl yükseldiğine bakmak yeterli olacaktır.

Page 9: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Polit

ika

9

Siy

ase

t

Diploma(tik) kariyer

İyi bir okuldan mezun olmak ve sözü edilen okuldan mezun olun-duğunu gösterir diplomaya sahip olmak sınıf atlamanın aracı olarak değerlendirilmekte ve iyi bir “ka-riyer başlangıcı” için elzem kabul edilmektedir.

Ülkemizde kamusal eğitimin içeriği nitel olarak hızla boşaltılırken, özel öğretim (özel eğitimin değil) devlet eliyle ve bağzı “eğitim uzmanla-rı” tarafından özendirilmektedir. Sınıflar arası geçiş için önemli bir sıçrama tahtası olduğu düşünülen eğitim, aslında sınıflar arasında daha fazla kastlaşmayı gün geçtikçe daha da arttırmaktadır.

Uluslararası Matematik ve Fen Bilgisi Araştırmaları (TIMSS), Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi (PIRLS), Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) gibi uluslararası sınavlarda Türki-ye inatla son sıralarda yer almaya devam etmektedir. 2010 yılında yapılan üniversiteye giriş sınavın-da 600 bin kişi basit bir toplama çıkarma işlemini yapamamıştır. LYS yerleştirme sonuçlarına göre ise okul birincisi olan 7917 kişiden 1467’si her hangibir üniversiteye girememiştir. Kısaca parayı veren düdüğü çalar algısı yaratarak kendi keselerini doldurarak adam devşir-meye çalışmaktadırlar. Günlerdir üzerinde tartışılan Cemaat - Hü-kümet kavgasının arka planında aslında bu yalın gerçek vardır.

Eğitimde kaliteyi aramanın beyhu-de bir çaba olduğunun bilincinde olan aileler, denize düşenin yılana sarıldığı gibi çareyi özel okullarda ve dershanelerde aramaktadır. Fakat kalite parayla satın alınan bir olgu değildir. Kalitesizlik orada da ken-dini göstermektedir. Dershanelerin öğrenci başarısına katkısının yüzde 7 ile 9 oranında kaldığı araştırma sonuçlarıyla sabittir.

Gelecek satıcıları

Öğrencilerin ve ailelerin zaaflarını iyi bilen dini referanslı örgütler

(burada daha çok cemaatler olu-yor), öğrencileri sınavlara ve hayata hazırlamak için değil, geleceği satmak adına umut tacirliği yaparak açıkça bir sömürü sistemi kurmakta bir sakınca görmemektedirler.

Dikkat edilirse cemaatler önce tica-ret, daha sonra da ticaret ve siyaseti birlikte yapmaya başlamışlardır. Cemaatler eğitim kurumları ara-cılığıyla sermaye girdisi, kadrolaş-ma, örgütlenme vb sağlarken aynı zamanda kendilerine ait ideolojik hegemonya araçlarını da inşa etme yoluna gitmişlerdir. Neoliberal dev-let bile eğitimi özelleştirirken, eği-timin ideolojik işlevlerinin kendin-den bağımsız olarak kullanılmasını istemez. Bu kendisine paralel bir örgütlenmeyi ortaya çıkaracağı gibi kuracağı insan yetiştirme düzeninin sekteye uğramasına neden olacaktır. Özel sektör ve dolayısıyla cemaatler her türden eğitim kurumlarını açar-ken, imam hatip yetiştiren okullar açmamaları çok manidardır. Neden acaba, para kazandırmayacağı için olabilir mi?

AKP hükümeti ile Gülen hareketi oportünist ve pragmatist saiklerle koalisyon oluşturarak devlet olma-nın rantını yorgan altında didişerek de olsa uzun yıllar paylaşmışlar-dır. Rant paylaşımı ve hegemonya mücadelesi artık çuvala sığmamak-tadır.

Gülen hareketi dershanelerin ka-patılmasına ilişkin düzenlemeleri kamuoyuna ifşa ettiğinde, hükü-meti konuya ilişkin paydaş görüşü almadığı için şiddetle eleştirmiştir. Fakat, Hükümetin ilk yıllarında sadece 8. Sınıflar için yapılan Orta Öğretim Kurumları Sınavı yerine 6., 7. ve 8. sınıfların, her yıl girdiği sınav sistemine zerre kadar itiraz etmemişlerdi. Neden acaba? Yoksa zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüse-yin Çelik’e öneriyi kendileri yapmış olabilirler mi? 4+4+4 garabet eğitim modelini kimseye sormadan (MEB personeli ve hatta Bakanı bile bil-meden, kuvvetle muhtemel Eğitim Bir Sen’in önerisiyle) bir gecede ol-dubittiye getirenleri baş tacı yapan Gülen medya (!) gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramıyor.

Bizler geçmişte politeknik eğitim, üretim için eğitim, üretici eğitim vb konuları kamuoyu gündemine getirip ideolojik hegemonyamızın etkisiyle tartışıyor, tartıştırıyorduk. Günübirlik politikaların peşine takılıp gerçek gündemi kaçırmama-mız gerekir. Bugünlerde gözden ka-çırılmaması ve mutlaka tartışılması gereken nitelikli kamusal eğitimin kendisidir. Bizim meselemiz ders-hanelerin kapatılıp kapatılmaması değildir. Bizim meselemiz, kimin için, nasıl bir eğitim istiyoruzdur!

*Öğrenci velisi

Kimine göre okullar devletin ileri karakolu, kimine göre ise bireyleri hayata hazırlayan kurumlardır. Değişen üretim ilişkileri, tekno-lojik gelişmeler vb eğitimden ve dolayısıyla “okuldan” beklenenleri de değiştirmektedir. Eğitimden ve okuldan, var olan egemen kültürü ve “geçmiş mirası” genç kuşaklara aktarması, aynı zamanda da genç kuşakları hayata hazırlamalası bek-lenmektedir. Bir paradoks olarak görünse de, okulun, geçmişi ve ge-leceği bu günde buluşturması arzu edilmektedir. Bu bağlamda, eğitime ve okula radikal eleştiriler gelse de bu alana yönelik reform çalışmaları hızla artmaktadır.

Özel sektör ve dola-yısıyla cemaatler her türden eğitim kurum-larını açarken, imam hatip yetiştiren okullar açmamaları çok mani-dardır. Neden acaba, para kazandırmaya-cağı için olabilir mi?

Cemaatler eğitim kurumları aracılığıyla

sermaye girdisi, kad-rolaşma, örgütlenme

vb. sağlarken aynı zamanda kendilerine

ait ideolojik hegemon-ya araçlarını da inşa

etme yoluna gitmişlerdir.

Çıkmaz sokak: Gülen-AKP eğitim sistemi

Ercan Suvat*

Page 10: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 10

Kita

p

İsyanın izinde...Modern isyancı için isyanın devrimci bilgisi:

Ertuğrul Kürkçü, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ne (STMA, 1988) yazdığı makale ve maddeleri, İsya-nın İzinde (2013) adlı kitapta bir araya getirdi. Bu çalışma, STMA’yı, yeni gelmiş devrimci kuşaklara ye-nilmiş devrimlerin bilgisini sunmak yanında, kapitalizme karşı hareket-lerin kendi tarihleri olduğunu da hatırlatan bu büyük çabayı hatırlat-tığı için önemli… Haziran Günleri , gösterdiği onca şey arasında bu anlamdaki bir isyan bilgisinin ne kadar önemli olduğunu da, geç-mişin kılıklarını duraksamaksızın giydiğinde, göstermiş oluyordu.

Önemli bir kaynak

Makaleler, bir ansiklopedi maddesi olarak “kaynak” gerçekten; ezilenle-rin kapitalizm öncesinde Türkiye’de, kapitalizm sonrasında dünya ve Türkiye’deki mücadelelerinin, tarih-sel-maddi nedenlerini, ezilenlerin kendi yakın ya da uzak hafızala-rından hangi kılıkları giydiklerini, hükmedenlerin onları nasıl gördü-ğünü, isyanlarının isyan edenlere nasıl göründüğünü, ezilenler cephe-sinin bütün taraflarının görüşlerini bir özet biçiminde içermesi; özetle, Baba-İshak’tan Dev-Genç’e isyanın izini sürmesi bakımından duru bir kaynak: Kürkçü’nün bir “ansiklo-pedi yazarı” olarak maharetini de gösteriyor bize, sorunu bir berraklık düzeyinde kendi özüne, tarihsel hakikatine iade ederek, başka bir yazarın yüzlerce sayfada tüketeme-yeceği bir sorunu, birkaç sayfada berraklığı içinde ele alabilmektedir.

Ama bu kitap, Kürkçü’nün bugünkü siyasal pratiğinin ipuçlarını daha o zamandan güçlü bir şekilde içeren bazı çözümlemelerini görünür kıldığı için de önemli göründü bana: Kendisi de bir “isyancı” olan Kürkçü’nün, kendi modern isyanı-nın köklerini ve süregidecek isyancı eyleminin geleceğini, bu makaleler-de görüyoruz.

Eşitlik ve özgürlük

Kürkçü, yapıtında, “…modern bur-

juva uygarlığında doruğuna varan insan ile doğa arasındaki yabancı-laşmanın, insan benliğinin işbölü-mü ve uzmanlaşma ile parçalanı-şının, insan çalışmasının insanın kendi üzerindeki tahakkümünün kaynağı halini alışının, insan bilgisi-nin cehaletin, zenginliğin yoksul-luğun nedeni haline gelişinin ortak bir hikayeye; sınıfsız bir tolumdan sınıflı bir topluma, devletsizlikten devlete geçişe dayandığını” bize gösteriyor (2013, s.134).

İnsanlığın kaybettiği iki şey, ilkel komünal biçimiyle de olsa, eşitlik ve özgürlüktür. İşte isyancı, her sınıflı toplumda bu yitirdiklerini geri almak için, insan düşünü dinsel bir biçim aldığında Batıni görünümler edinen, modern çağda proletarya-

nın siyasal programında karşılık bulan komünal/eşitlikçi itirazların taşıyıcısıdır. Anadolu’da bir göçe-be demokrasisinin ilkel eşitlikçi özlemi ile Selçuklu iktidarına isyan eden Babailer isyanı başka nedir? Ya proletaryanın modern isyanı? O, kendinde insanın yitişini gören bir sınıfın, kapitalist sömürü ve tahakküme karşı özgürlük ve eşitlik arayışı değil midir?

Che’nin çağrısı…

O sınıfın, proletaryanın bir dev-rimcisi olan Kürkçü, duru biçimde, proletaryanın isyanını, ezilenlerin tarihsel isyanlarına bağlayarak, sınıflı bir toplum olan kapitalizmin aşağıdan devrimci mücadeleler olmaksızın, örneğin, tedricen kapitalist devlet ele geçirilerek ya

da ıslah edilerek aşılabileceğine dair yaklaşımların ezilenler için nasıl felaketler doğurduğuna dair dersler verir. İşte bu da modern isyancının, ta ilk sınıflı toplumlardaki ezilenle-rin isyanından öğrenmeye devam ettiği tarihsel bir hakikattir: Devletli bir uygarlığın, insanlığa özgürlüğü getiremeyeceği bilgisi…

İsyanın İzinde hakkında söylenecek çok şey var. Çünkü, her biri ayrı bir tartışmayı açan, ancak bir isyancı-nın kendi tarihi ve eylemi hakkın-da, eylemi içinde süzerek biriktire-bileceği türden, çok şey söylüyor: Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal’e, Yön ve TİP’ten Dev-Genç’e, Enternasyonal’deki bölünmelerden Troçki ve Stalin’e, Küba Devrimi’nin özgüllüklerin-den, Ho Chi Minch’e, Castro’nun devrimci özgüllüğünden, Türkiye’de silahlı mücadelenin Che’nin çağ-rısını duyarak nasıl başladığına, THKP-C’ye ve Che’nin evrensel çağrısının gerçek anlamına… dair çok şey.

O çok şey, Che’nin evrensel çağrı-sında birleşiyor sanıyorum: Kürkçü, maddi gerçekliğin Marksist çö-zümlemesinin modern isyan için taşıdığı önemini inkâr etmemekle birlikte, Marksist kuramın genel-de reformculuğa varan “bilimsel” görünümlü iktisadi belirlenimciliği ve sınıf indirgemeciliği karşısında somut isyanın zenginliğini tercih edeceğini, söylüyor bize. İnsan-lığın kaybettiği ilkel özgürlük ve eşitliğinin peşindeki isyanının tüm sınıflı toplumların gerçeği olduğu-nu, geçmişte var olduğunu, bugün devam ettiğini ve komünist ütopya gerçek kılınana kadar var olaca-ğını bir daha hatırlatıyor. Haziran Günleri’nde genç kuşakları isyanın peşine düşüren de despot devlet karşısında, bu büyük tarihsel arzu değil miydi? Bunu yaparken, kapita-list sömürüye karşı eşitlik, kapitalist tahakküme karşı özgürlük mücade-lesinden çıkardığı 20. yy derslerini de paylaşmaktan çekinmiyor.

***

Kürkçü, Ertuğrul. İsyanın İzinde, Dipnot, Ankara, 2013

Mustafa Çeçen

Kürkçü, insanlığın kaybettiği ilkel özgürlük ve eşitliğinin peşindeki isyanının tüm sınıflı toplumların gerçeği olduğunu ve komünist ütopya gerçek kılınana kadar var olacağını bir daha hatırlatıyor. Haziran Günleri’nde genç kuşakları isyanın peşine düşüren de despot devlet karşısında, bu büyük tarihsel arzu değil miydi?

Page 11: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

11

Polit

ika

Siy

ase

t

ABD, İsrail eliyle Türkiye’yi, sorun-lu olduğu Balkanlar (Yunanistan), Doğu Akdeniz ve Kafkaslardan kısıta alarak Tükiye’nin vizyonunu yıkıma yönelirken; diğer yandan da Kılıçdaroğlu “karar vericiler” ile görüşmek üzere 30 Kasım itibariyle Washington’a davet edilir.

İsrail bunalımı derinleştiriyor

İsrail, “stratejik derinlik” sorununu bir dönem Konya Ovası üzerinden çözse de bu ilişki; “one minute” ile başlayan, “Mavi Marmara” ile tavan yapan “bunalım” üzerinden bozulur. Netenyahu, Konya Ova-sı sonrasında stratejik bağlamda Türkiye’nin sorunlu olduğu bölge-lerle ilişkilenerek “bunalımı” üst boyutlara taşımaya yönelir. Bal-kanlar, Doğu Akdeniz, ilişkilendiği alanlar içerisinde önem arz eden, öne çıkan alanlardır. Nitekim İsrail’in bu alanlar bağlamında Yunanistan’la imzaladığı (8 Ekim 2013) anlaşmalar, Türkiye’yi çeşitli sorunlarla yüzleştirecek, denizde-havada manevra yeteneğini kısıta alarak vizyonunu yıkıma yönele-cektir.

Ayrıca, askerî güvenlik sürecine Güney Kıbrıs’ın dâhil edilmesi ha-linde Güney-Kuzey Kıbrıs sorunu yeni, negatif bir boyuta yürürken Türkiye-Yunanistan gerilimi de bo-yutlanacaktır. Yunanistan’la yapılan bu anlaşmalar İsrail’in Yunanistan’ı, AB’ye atlama tahtası olarak kul-lanmasına da olanak vermektedir. İsrail’in AB’ye girmesi halinde Tür-kiye AB’ye girişte yeni sorunlarla yüzleşecektir.

Kartlar yeniden karılıyor

Yunanistan Enerji Bakanı Manias-

tis, “… enerji sektöründe hidrokar-bondan faydalanmada gelişmeler, Asya ve Avrupa’nın su altından bağlanması (D. Akdeniz’de üretilen elektriğin AB’ye denizaltından ulaş-tırılması -ak) Akdeniz’de önemli bir etkendir.” diyerek, kartların yeniden karılacağı (Rusya’nın Güney Kıbrıs doğal gazından soyutlandığı) bir momente işaret etmektedir. AB Komisyonu’nun ön onay verdiği gaz ve elektriğin AB’ye ulaştırılma-sı halinde, Türkiye ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları zarar görecektir. Türkiye’nin, yeni enerji konseptinin dışında kalması bir yana “terminal ülke” olma hedefi ve AB’ye karşı kullandığı enerji kartı da kısıta girecektir.

Türkiye ABD kısıtında

Post-hegemonyaya sürüklenen ABD, Büyük Ortadoğu’da yıkıma

uğrayan çıkarlarını tekrar düzene sokmak için bölge Müslüman Kar-deşler iktidarlarıyla ilişkilenmeye yönelmişti.

Obama siyasi İslam’ı oluşturan radikal öğeler ve yüzü Batıya dönük Müslüman Kardeşler topluluğunun demokrasi, Batı ve Batı bağlamında İsrail düşmanlığını pratikte görerek Mısır İhvanı’yla ilişkisini sonlan-dırır, Mursi’ye darbe yapan ordu ile mutabıklaşır. Mursi ile ilişkile-rin sonlanması bölge İhvanlarıyla ilişkilenme perspektifinin de sonu olur. Obama’nın Suriye İhvanı’nı iktidar etme yürüyüşünün de bir anlamı kalmaz.

Bölgede yalnızlaşan Türkiye İhvanı, siyasal İslam’ın fanatik öğelerini Suriye iç savaşına dâhil eder. Gö-rüldüğü gibi Mursi’nin ve RTE’nin siyasi İslam üzerinden verdiği

resimler örtüşmektedir. Aralarında-ki tek fark Mursi’nin iktidara gelir gelmez şeriatı ilan etmesine karşın; RTE’nin şeriat ilanını, devleti ve sivil toplum kuruluşlarını İslam-laştırmak için başlattığı sürecin sonuna bırakmasıdır.

Obama, bu süreç farkı nedeniyle RTE ile daha uzun süreli bir ilişki sürdürebilmiştir. Obama sonuçta Müslüman Kardeşler üzerinden ilişkilenme seçeneğini tüketmiş, zurnanın zırt dediği yere, yeni bir momente gelmiştir.

Bu momentte, gerek Mısır’dan ge-rekse Körfez ülkelerinden Bölge’ye hitap edecek jeopolitik bir seçenek gerçekleştirme olanağı yoktur. Bu nedenle Türkiye jeopolitiğini elde tutmak gerekmektedir. Bu bakım-dan yapılabilecek iki şey vardır: Ya muhalefeti iktidara taşımak ya da RTE’ye “İslamlaştırma süreci”ni geriye sardırmak..!

Kılıçdaroğlu iktidara – mı?

Kılıçdaroğlu, 30 Kasım itibariyle Washington’a davet edilir. 30 Kasım öncesi, başkan yardımcısı Erdoğan Toprak, nabız tutmak için ABD’ye gider. Görüşmede ABD’li “karar vericiler” gündemi;

“Gezi olayları – insan hakları ve özgürlükler – ABD’yi Suriye iç savaşına çekme çabası – El Kaide gibi örgütlerle rahatça hareket etme – Çin füze tercihi – komşularıyla istikrarsızlıklar – Mısır (darbesi) konusundaki çıkışlar” bağlamında, RTE’nin dâhilde ve hariçte yarattığı sorunlar üzerinden belirlemişlerdir.

Ayrıca iki olumsuz konu üzerinden Türkiye’ye yaptırım uygulayabi-leceklerini de ifade etmişlerdir: “Kongre’den 2014’te yeni bir Erme-ni yasa tasarısı çıkabilir.” AB-ABD bağlamında 2014’te oluşturulacak (yeni bir küresel boyut hedefli) serbest pazar anlaşmasında Türkiye devre dışı bırakılabilir.”

Halkçılık ve milliyetçilik ikileminde bir arada durmaya çalışan CHP’yi araç ederek “İslamlaşma sürecini geriye sar” denilmiştir.

Nitekim Irak, İran, Mısır, Suriye’ye yönelik politikalarda çarpıcı de-ğişimler başlar, söylemde yeniden cumhuriyet ve Atatürk övgüsü boyutlanır vb.

Bunlar, AKP hükümetinin de yeni politikaya uyum sağlamaya çalıştı-ğını gösterir.

Abdullah Karabulut

Türkiye İhvanı, Batı’nın kısıtında

ABD açısından, yapılabilecek iki şey vardır: Ya muhalefeti iktidara taşımak ya da RTE’ye “İslam-laştırma süreci”ni geriye sardırmak..!

İsrail’in Yunanistan’la imzaladığı, “stratejik askerî güvenlik” ekse-ninde gerçekleştirilen anlaşmalar; Türkiye’yi ekonomi, ticaret, ener-ji, askeri güvenlik ko-nularında yeni sorun-larla yüzleştirecektir.

Page 12: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 12

Ortadoğu

Nükleer programı üzerinden İran ile BM güvenlik konseyi daimi beş üyesi ve Almanya’nın katıldığı gö-rüşmeler, 23 Kasım’da bir anlaşmay-la sonuçlandı. Anlaşmada İran’ın uranyumu yüzde 5 zenginleştirmesi kabul edilirken, elinde bulunan yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunu da imha etmesi yer alıyor. Ayrıca nükleer faaliyetle-rin sürdüğü şehirlerde uluslararası gözlemci sayısı arttırılacak. 6 ay boyunca yeni bir nükleer yaptırım da olmayacak.

Bu anlaşma, bölgesel düzeyde oy-nayan taşların yeniden dizaynında önemli bir anahtar olma potansiyeli taşımaktadır. Uygulanan ambargo nedeniyle sahip olduğu doğalgaz ve petrol rezervlerinin çok altında bir üretim yapmakta olan İran, anlaş-mayla mevcut kapasitesinin çok üstüne çıkabilecektir. Birçok ülkeye yeniden petrol akmaya başlarken

İran’a sermaye akışı hızlanacaktır. Ayrıca İran’ın batı bankalarında bloke edilen milyar dolarları serbest hale gelecek bu da İran ekonomi-sinin küresel sermaye gruplarıyla bağlarını güçlendirecektir. Bu du-rum önümüzdeki dönem gelişmekte olan ülkelerin zirvelerinde (G20) İran’ın da boy gösterme olasılığını güçlendirmektedir.

İran ile anlaşma tüm Ortadoğu’yu etkileyecek

ABD açısından Suriye’de ortaya çıkan gelişmeler kimi taktiksel hamlelerde değişikliği zorunlu hale getirmektedir. Bir taraftan İran üzerinden hem Suriye’nin normalleştirilmesi, Irak’ın yeniden kontrol altına alınması sağlanacak hem de siyasi, ekonomik ve askeri anlamda İran’la doğrudan bağlan-tılı Hizbullah’ın küresel kapitalist sisteme entegrasyonu sağlanacaktır. Diğer taraftan bir önceki dönem “Sünni İslam” üzerinden yürütü-len bölgesel politikalar, Suriye ve körfez ülkelerinde -ABD’nin başına bela açabilecek düzeyde- El Kaide bağlantılı yönetimlerin oluşmasına zemin hazırladı. ABD, İran üzerin-den kurulacak yeni bir Şii politikay-la hem bu güçlerin dengelenmesini ve kontrolünü kolaylaştırmak hem de Şii Nüfus içinde ortaya çıkan anti- Amerikancı politikaları yumu-şatmak istiyor.

Bölge ülkeleri ve bölgesel güçler açısından bu yakınlaşmanın çok yönlü sonuçlar üretme olasılığı söz

konusu. İlk tepki gösteren S. Arabis-tan, İsrail’le aynı görüşte olduğunu açıklayacak kadar gözünü karart-mış durumda. Ortadoğu’da ABD politikaları bugüne kadar “Suudi Sünni ABD” üzerinden yürüyordu. S. Arabistan buradan aldığı güçle pervasızca, her tür fitne, saldırgan, bölgesel düzeyde ayrıştırıcı politika-lara imza atabiliyordu. Önümüzdeki dönem bu konuda daha temkinli hareket etmek zorunda kalacak.

Rojava devrimiyle bölgesel politika-larda artık hesaba katılmak zorunda kalınan Kürtler, yüksek olasılıkla yeni kurulmak istenen bölgesel den-gelerde önemli bir yer işgal edecek-tir. Özellikle İran, doğalgaz ve petrol boru hattı güzergâhının, Kürtlerin

yaşadığı bölgeden geçme olasılığı bu durumu daha da güçlendirmektedir.

Türkiye geri plana itilecek

İran’ın, bölgesel politikalarda eski yalıtık görüntüsünden kurtulup sahip olduğu politik, ekonomik ve stratejik konumunu güçlendirecek ilişkiler geliştirmesi, Türkiye’yi derinden etkileyecektir. Türkiye, küresel güçlerle Ortadoğu’da sahip olduğu stratejik konumu üzerinden politikalar geliştiriyordu. İran’ın böl-gede ön plana çıkması Türkiye’nin konumunu geri plana itecektir. Öte yandan Suriye ve Mısır’da izlediği dış politika Türkiye’yi komşula-rından yalıtık bir pozisyona düşü-rürken, küresel emperyalist güçler nezdinde kredisinin azalmasına sebep olmuştur. İran’ın küresel güçlerle geliştirdiği yeni ilişkiler Türkiye’yi bölgesel ilişkilerde izole devlet konumuna itecektir.

İran’ın bölgede etkisin artırması beraberinde Rusya ve Çin’in ağırlı-ğının artması anlamına gelmektedir. Suriye üzerinden kurulan stratejik ittifakın; ekonomik, politik ve askeri alanlarda güçlendirilmesi kaçınıl-mazdır. Bu durum küresel güçler arasında yeni bir denge kurulduğu anlamı taşımaktadır. En azından İran’ın küresel sisteme entegre edilmesi konusunda bir uzlaşma olduğunu söylemek mümkün.

H.Ruhani’nin 14 Haziran’da dini lider Hamaney’in de desteğiyle cumhurbaşkanı seçilmesi, yaşanan bu gelişmelerin öncüsü olmuştur. Ruhani, İran halkının reform talebi-ni kısmi düzeyde de olsa karşılama, bölgede izole devlet görüntüsünden kurtulup Batı ile yeniden ilişkiler geliştirme vaadiyle seçildi. Batı ile ilişkiler geliştirmede çok hızlı adım-lar atıldığını söylemek mümkün. Ancak Batı’yla kurulan her ilişkinin bir de çözücü ve sınırlayıcı etkile-ri olacaktır. Önümüzdeki dönem bunun İran ve İran halkı üzerindeki etkilerini göreceğiz.

İran’ın, bölgesel politi-kalarda eski yalıtık gö-rüntüsünden kurtulup

sahip olduğu politik, ekonomik ve stratejik

konumunu güçlen-direcek ilişkiler geliş-

tirmesi, Türkiye’nin geri planda kalmasına

neden olacak.

23 Kasım’da imzala-nan küresel anlaşma, bölgesel düzeyde oyna-yan taşların yeniden dizaynında önemli bir anahtar olma potansi-yeli taşıyor.

İran Nükleer anlaşma ve olası sonuçları

M. Ramazan

Page 13: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

13

Ortadoğu

Siy

ase

t

Yılan hikâyesine dönen Cenevre 2 Konferansı ertelendikçe erteleniyor. Savaş süreçlerinde anlaşmaları, sahada devam eden askeri, siyasi ve ekonomik dengeler belirler. Ce-nevre 2’nin sürekli ertelenmesinin altında yatan sebepler bunlardan bağımsız değildir. ABD ve mütte-fiklerinin Suriye muhaliflerine her anlamda desteklerini arttırmalarına rağmen, muhalefetin parçalı duru-şu, yerli halkı hükümet karşısında örgütleyememesi, savaşın vekâleten devam etmesi emperyalist güçle-rin bir anlamda planlarını bozdu. Bunların yanı sıra ABD; yaşadığı ekonomik kriz, Rusya-İran-Çin karşısında zayıf durması gibi neden-lerle Ortadoğu’daki politikalarda taktiksel değişimler yapmak duru-munda kalmaktadır. Cenevre 2’nin her ertelenişi, taraflar arasındaki pazarlıkların yeniden yapılanması anlamı taşıyordu.

Bu süreçte kim kazandı?

Cenevre 2’nin ertelendiği süreçlerde daha çok toparlanan hükümet ordu-su, kendileri için stratejik olan Ha-lep, Kalamun gibi bölgeleri önemli oranda muhaliflerin denetiminden çıkardı. Cenevre 2’ye kadar her iki taraf kozlarını en üst boyutta kul-lanacak. Bu durumda şiddet daha da artabilir. Muhalifler arasında kimi çözülmelerin başlamış olması Esad’ın lehinedir. Esasen Ortado-

ğu’daki genel gelişmelerin ABD’nin istediği yönde yeterince ilerlememe-si Esad’ın elini güçlendirmiştir.

Muhaliflere bölgede en ciddi desteği veren Türkiye bu süreçte yeniden formatlandı. Katar, Suriye ile ilişkilerini yeniden düzenleme eğilimine girdi ve Lübnan ile İran’a heyet gönderdi. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile görüşen heyet; Doha’nın Lübnan, Şiiler ve özellikle Hizbullah ile olan tabii ilişkilerine geri dönmek istediğini bildirdi. Katar’ın bu adımı, Mısır’daki Müslü-man Kardeşler Cemaati yönetimi-nin devrilmesi, Suriye dosyasının Katar’dan alınarak Suudi Arabistan’a verilmesi, Katar’ın Libya ve Tu-nus’taki rolünün geriletilmesinin ardından atıldı (El-Ahbar, İ. Emin).

ABD, Suriye’den sonra saldırmayı düşündüğü ülke olan İran’la şu an için anlaşma yolunu seçmiş görünü-yor. Nükleer program üzerine 5+1 ülkeleriyle anlaşmaya varan İran, bu süreçten en başarılı çıkan ülkedir. Anlaştıkları maddelere uyulup uyulmayacağını zaman gösterecek olsa da, İran’ın masaya güçlü otur-ması onun bölgedeki konumunu güçlendirmiştir.

Bu gelişmeler Cenevre 2’nin de önünü kısmen açmıştır. Ancak Arabistan bu anlaşmadan ve Cenev-re 2 sürecinden oldukça rahatsız. Arabistan hâlâ Suriye ve akabinde İran’a saldırı yapılmasının hayal-lerini kuruyor. Suriye işgalinin en önemli finansörü ve destekçisi olan

Arabistan, ABD’ye yeni Suriye poli-tikasından dolayı basınç uygulamak için bu ülkeyle ilişkilerini sorgula-yabileceği tehdidini savuruyor. ABD ile ilişkilerinin esastan sarsılma olasılığı yakın zamanda gözükmese de memnuniyetsizlik öne çıkmıştır. Arabistan’ın bu tutumunu mezhep-çilikle açıklamak yetersiz kalabilir. Körfez ülkelerinin lideri konumun-da olan Arabistan, birçok konuda tek muhatap olmak isteğindedir. “Artık zafer aşamasındayız” diyen Beşşar Esad şu an kendi toprakla-rında Arabistan ile savaştıklarını ifade etti. Bu algı da gittikçe art-maktadır.

Cenevre 2 muamması

22 Ocak 2014’te yapılması plan-lanan Cenevre 2 Konferansı için kollar tekrar sıvandı. Suriye ve bölgedeki diğer gelişmelere bakınca bu sefer gerçekleşme olasılığı daha güçlü görünüyor. Dağınık muha-lefetin esas belirleyenlerinden, 27 Aralık’a kadar bu süreçte yer alıp almayacaklarını açıklamaları, yer alacaklarsa katılımcı heyetlerini belirlemeleri bekleniyor. Rusya ve ABD’li heyetler 20 Aralık’ta görü-şecek. İran her halükârda Cenevre 2’ye katılacak. Hayatı normalleştir-me atakları yapan Suriye hükümeti ise bağımsızlıklarına müdahale edilmediği sürece her türlü anlaş-maya hazır olduklarını ifade ederek katılım sağlayacak. Rusya 2014’teki seçimlerde Esad’ın yeniden seçil-mesini isteyerek katılacak. Suriye savaşı sürecinde Rojava başarısıyla

bölgede en önemli figür haline gelen Kürtler Cenevre 2’de nasıl yer alacak? PYD, bir türlü gerçekleş-meyen Kürt Ulusal Konferansı için çaba harcarken, Barzani engeller oluşturdu. Kürt Konferansı tıpkı Cenevre 2 gibi defalarca ertelendi. PYD ile eşit koşullarda masaya oturmak istemeyen KDP, PYD’yi saf dışı bırakarak Kürt iradesini Ce-nevre 2’de tek başına temsil etmek istiyor. Ancak bölgedeki açık bir ba-şarı kazanan PYD’nin Cenevre 2’ye katılmasının engellenmesi mümkün görünmüyor.

Türkiye gelinen noktada uyguladığı olağanüstü başarısız dış politikası ile zaten bölgedeki inisiyatifini çok-tan kaybetmeye başlamıştı. İran’ın bölgede muhatap alınışı, öne çıkışı Türkiye’yi geriye attı. Cenevre süre-cinde etkisiz eleman konumuna ge-len Türkiye, yeni alınacak kararları yerine getirmeye dönük bir değişimi önüne koymak durumunda kala-caktır. Bu süreç Türkiye için, ABD tarafından işletilmeye başlamıştı.

Cenevre 2’den beklenen, müzake-reler yapılarak Suriye’de silahların susmasıdır. Bu konuda yol alınabi-lecek mi? Muhaliflerin bir kısmının katılımı yeterli olacak mı? Arabis-tan ikna edilebilecek mi? El Kaide üzerinde ne kadar yaptırım uygula-nabilecek? Esad’ın kalma talebi nasıl karşılanacak? Silahlar susacak mı? Son derece karmaşık bir denklem oluşturan Suriye sürecinde Cenevre 2 kısa sürede silahları susturamaya-cak gibi gözüküyor. 

Suriye’de kartlar yeniden karılıyor

Uyguladığı olağanüstü başarısız dış politika ile zaten bölgedeki inisiyatifini çoktan kaybetmeye başlayan ve Cenevre sürecinde etkisiz eleman konu-muna gelen Türkiye, yeni alınacak karar-ları yerine getirmeye dönük bir değişimi önüne koymak duru-munda kalacak.

Cenevre 2 Konferansı yeni dengeleri gözetecek

Tülay Hatimoğulları

Page 14: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

14D

ünya

Siy

ase

t

Suriye-Mısır-Libya merkezli Orta-doğu gündeminin önemini olmasa bile hararetini yitirdiği günlerde dünyanın iki ayrı köşesindeki, iki ayrı “hareketlenme” uluslararası medyayı meşgul etti.

Önce iki ABD bombardıman uça-ğının, Çin’in kasım ayı içinde ilan ettiği “Doğu Çin Denizi Hava Sa-vunma Bölgesi”ni ihlal ettiği yönün-deki haberler uluslararası ajanslara düştü. İddialar Pekin yönetimi tara-fından da resmen doğrulandı. Doğu Asya’da farklı uzlaşmazlık noktaları çevresinde uzunca bir süredir tır-manan gerilimin merkezinde bu kez Japonya’nın Senkaku, Çin’in Diayou olarak adlandırdığı takımadalar

üzerindeki egemenlik hakkı iddiala-rı var. Çin, Japonya ve kendisi başlı başına bir uzlaşmazlığın nesnesi olan Tayvan, büyüklüğü toplamda 7 kilometrekareyi ancak bulan ve 8 küçük kara parçasından oluşan ta-kımadaların kendi egemenlik sınır-ları içinde olduğunu iddia ediyor. Çin’in güneyi, Japonya’nın güney-batısı ve Tayvan’ın kuzeybatısında yer alan bölge balıkçılık açısından zengin, stratejik bir askeri konuma ve her şeyden önemlisi zengin ener-ji kaynaklarına sahip. İşte Çin’in bölgeyi de kapsayacak şekilde yeni bir hava sahası ilan ederek, bura-daki her türlü hava hareketliliğinin ancak bildirimle gerçekleşebilece-ğini iddia etmesi, özellikle Çin ve Japonya arasında 100 yıldan fazla bir geçmişi olan sorunu yeni bir safhaya taşıdı. Japonya ve Tayvan tarafından açıklamalarla kınanan hamleye fiili yanıt kısa süre içinde ABD’den geldi ve iki bombardıman uçağı Çin’in hava sahasını deldi.

Uzakdoğu’daki çıkarları ABD açı-

sından stratejik bir öneme sahip ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana bölgedeki hegemonyasını başta hamisi konumunda olduğu Japonya ile Güney Kore, Tayvan gibi mütte-fikleri eliyle sürdürüyor. ABD’nin kırmızı çizgilerini hatırlatmak zorunda kaldığı son gerilim ise, Çin küresel siyasette alan genişletirken bölgede de suların her gün biraz daha ısındığının habercisi.

Aralık ayı başında Avrupa kamu-oyunun gündemine ise bir anda Ukrayna’daki gösteriler giriverdi. Aslında 10 yıl önce Rusya destekli hükümetin ABD ve güçlü AB ülke-lerinin destek verdiği gösterilerle devrildiği “Turuncu Devrim”den bu yana bir türlü suların durulmadığı Ukrayna’da taraflar bu kez, “AB anlaşması” tartışmaları çerçeve-sinde karşı karşıya. Geride kalan 10 yılda “Turuncu Devrim”in kısa sürede çöktüğünü, Batı destekli Yuliva Timoşenko’nun yolsuzluk suçlamasıyla cezaevine konuldu-ğunu, Rusya’nın eski Sovyet yurdu

üzerinde yeniden etkinliği ele geçir-diğini gördük. Son olarak Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in, AB ile ticarette sınırların kaldı-rılmasını da kapsayan Ortaklık Anlaşması’nı askıya alması kavga-yı alevlendirdi. Batı medyasında Yanukoviç’in bu kararı, Ukrayna’nın hem siyasi hem de politik olarak AB yörüngesinden koparak Beyaz Rusya ve Kazakistan’la oluşturduğu gümrük birliğine katılmasını iste-yen Rusya’nın baskıları sonucunda aldığı iddiaları yer aldı. Kararın ardından on binlerce kişinin sokak-lara döküldüğü Kiev’deki olaylarda ise, ironik bir şekilde, göstericilerin hedefleri arasında Lenin heykeli yer aldı.

Küresel kriz derinleşiyor, nüfus artıyor, doğal kaynaklar azalıyor. Sürdürülebilir olmayan ekono-mik sistemin sınırları içinde savaş kızışıyor. Suriye, Mısır, Somali, Etiyopya, Diayou ya da Ukrayna… Batı merkezli siyasi hegemonya zayıflama işaretleri gösterirken Doğu’dan doğru gelen Rusya-Çin eksenli yeni hegemonya kurma arayışlarının, önümüzdeki aylarda, yıllarda Ortadoğu’da, Afrika’da, Uzakdoğu’da, Avrupa’da, Ameri-ka kıtasında tarafların kâh bizzat karşı karşıya geldikleri, kâh aktörler üzerinden bilek güreşine girdikleri örneklerin çoğalacağını söylemek, kehanet olmasa gerek.

ABD’nin kırmızı çiz-gilerini hatırlatmak zorunda kaldığı son gerilim, Çin küresel siyasette alan genişle-tirken bölgede de sula-rın her gün biraz daha ısındığının habercisi.

Hegemonya savaşı kızışıyor

Küresel kriz derinleşiyor, nüfus artıyor, doğal kaynaklar azalıyor. Sürdürülebilir olmayan

ekonomik sistemin sınırları içinde savaş kızışıyor.

Hakan Deniz

Diayou’dan Ukrayna’ya:

Page 15: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3

15

Dün

ya

Padişahlıktan cumhuriyete geçerken, Avrupa’yı örnek almamızdan olsa ge-rek, “demokrasi”, “halkın yönetimde söz sahibi olması” söz konusu olunca hâlâ Avrupa’yı örnek göstermekten alamayız kendimizi.

Ancak toplumun büyük kısmının bilgiye ulaşması, bilinçlenmesi, sorgulaması, hatta haber alması bile engellenen sınıflı toplumlarda, halkın yönetimde söz sahibi olması kan-dırmacadan ibaret gibi görünmekle kalmıyor, halkın bir kısmının diğer kısmını baskı altına alması gibi olum-suz sonuçlara da yol açıyor.

Evet, elbette demokrasi mücadelesini yükseltelim. Ama kapitalist sistem yaşadığı sürece onun yanı sıra geli-şebilecek olan demokrasinin kalınca çizilmiş sınırları olacaktır.

Örneğin burjuva demokrasisinin kalesi denebilecek olan İsviçre’de, demokrasinin vazgeçilmezi olan halk oylamaları nelere yol açmıyor ki?

2010’da Fransa’da, 2011’de Belçika’da uygulanmaya başlanan burka yasağı Eylül ayının sonunda gerçekleştiri-len yerel bir referandum sonucunda İsviçre’nin Tessin kantonunda da uygulanmaya başlandı. Hatta bu uy-gulamanın, içerisinde toplam ancak 100 kadının burka taktığı söylenen İsviçre’nin tamamı için uygulanması-nın da an meselesi olduğu düşünülü-yor. Burkayı, peçeyi gerici mi bulu-yorsunuz? Peki, zorla çıkarttığınızda o kadın size göre ilerici ve modern mi oluyor? Bu yasağın işin özünde hiçbir değişim yaratamayacağı Türkiye’den bakınca o kadar net görülüyor ki.

Bakın son zamanlarda İsviçre’deki halk oylamaları burka yasağı dışında başka nelere kadir olmuş?

Gelir dengesizliğini düzenlemeyi hedefleyen “Adil ücretler için 1:12” adını taşıyan ve Sosyal Demokrat Parti’nin bir kolu olan Genç Sos-yalistler (JUSO) grubunun sundu-ğu teklif, seçmenlerin yüzde 66’sı tarafından reddedildi. Eğer bu yasa kabul edilseydi şirketlerde yöneti-ci konumda bulunan kişilerin son derece yüksek olan maaşlarında ciddi bir düşüş yaşanacaktı. Ama seçmen kitlesi içindeki oranları doğal olarak yöneticilerden fazla olan emekçiler belli ki bu uygulamayı “adil” bulmadı. Veya daha büyük olasılıkla yine yanlış yönlendirildiler.

Bir teklif de muhafazakâr İsviçre Halk

Partisi’nden (SVP) gelmişti. Bu teklif, çocuğuna evde bakan aileler için ver-gi indirimi talebini içeriyordu. Çünkü şu anki uygulamaya göre çocuklarını kreşe gönderen veya bakıcıya veren ailelere vergi indirimi uygulanıyor. Ancak evde bakanlara uygulanmıyor. Belki bu teklif de hazırlayan partiye bakılarak, kadınları eve hapsetmenin dolaylı bir yöntemi olarak görüle-bilir. Ancak bu gerekçeyle bile olsa

reddedilmesi doğru değil. Çünkü çocuğun kreşe gönderilmemesinin kadının çalışmaması dışında pek çok farklı nedeni olabilir. Fakat nihayet bu teklif de yüzde 58 oranı ile redde-dildi.

Türkiye’de de seçimlere yaklaşırken İsviçre’nin halk oylamaları ile bize gösterdikleri son derece manidar. Peki bu olumsuz örneklere bakarak

kapitalist sistem içinde gerçek bir demokrasinin olamayacağını görerek seçimleri görmezden mi gelelim? Tabii ki hayır! Türkiye’de de tüm dün-yada olduğu gibi ciddi bir çoğunluk olan emekçilerin sandıktaki sözü elbette ki her zaman önemlidir. Kimi zaman olumsuz sonuçlar çıksa da seçimler bizlere çok şey gösterir. En çok da emekçiler neyin kendilerinin lehine olduğunu, neyin ise kendileri için büyük tehlikeler taşıdığını görü-yor mü, görünürdeki vaatlerin altında nelerin yattığını seziyor mu, bunu gösterecektir.

Kaldı ki, seçimleri emekçilerin mü-cadelesinde kimi mevziler kazanmak için kullanmak mümkündür. Örgütlü iradesiyle mücadelenin her türünü yetkinlikle uygulayan Kürt halkının seçimlerden yararlanarak kazandığı mevziler gözlerimizin önünde. Evet, seçimlerden yararlanılabilir; “sınıf-lı toplumda demokrasi” düşlerine kapılmamak ve asıl olanın emekçile-rin/halkın örgütlü gücünü yaratmak olduğunu unutmamak koşuluyla…

Tayland’da Kasım ayı sonunda hükümetin istifası talebiyle başlayan gösteriler ülkeyi bir kez daha iç savaşın eşiğine getirdi. Kamuya ait binaları işgal eden göstericiler, 2006’da darbeyle görevinden uzaklaştırılan ve şu anda Dubai’de bulunan eski başbakan Taksin Şinavatra’nın kardeşi Başbakan Yinglak Şinavatra’nın görevi bırakmasını istiyor. Eylemlerin fitilini ateşleyense Yinglak’ın partisinin, ağabeyinin ülkeye dönmesinin önünü açacak bir yasa teklifini Meclis’e getirmesi oldu. Gelen tepki-lerden sonra yasanın geri çekilmesi, gösterilerin önüne geçemedi.

Bir hükümet değişikliği talebi olarak ortaya çıktığı görülen çatışma 2000’li yılların başına uzanıyor. Çatışmanın bir tarafında mevcut sistemden besle-nen kraliyet yanlıları ve aristokrasi, büyük toprak sahipleri ve kentli orta sınıfın oluşturduğu blok bulunuyor. Karşı tarafta ise ülkenin kuzeyinde yoğunlaşan kırsal kesim çalışanları, kent yoksulları ve çalışanları, öğrenciler, sol siyasetler ile kraliyet çevresinde şekillenen yönetimin ülkenin demok-ratikleşmesi ve ekonomik gelişimin önünde en-gel olduğunu savunan yeni burjuvaziden oluşan, sonradan “Kırmızı Gömlekliler” oluşumu altında bir araya gelen geniş bir cephe var. İş dünyasının önemli isimlerinden Taksin Şinavatra, 2000’le-rin başında seçimle iktidara gelmesinin ardından uyguladığı politikalarla kırsal kesim ve yoksullar-dan destek gördü. Ancak Şinavatra, kraliyet karşıtı politikalarını gerekçe gösteren ordunun 2006’daki darbesiyle görevden uzaklaştırılınca yurt dışına kaçtı. Darbenin ardından yapılan seçimlerden bir

kez daha birinci çıkan Şinavatra’nın partisinin önü yine baskılar ve kraliyet yanlılarının gösterileriyle kesildi. Başkent Bangkok’un sokakları bu tarihten sonra sık sık “Sarı Gömlekliler” olarak adlandırılan kraliyet yanlıları ile karşı cephe oluşturan “Kırmızı Gömlekliler”in çatışmalarına sahne oldu. 2010’da on binlerce Kırmızı Gömlekli’nin Bangkok’ta çadırlarla gerçekleştirdi işgal, 91 kişinin öldüğü polis şiddetiyle sona erdi. 2011’de yapılan seçim-leri ise Kırmızı Gömlekliler’in desteklediği Taksin Şinavatra’nın partisi kazanırken, kız kardeşi Ying-lak Şinavatra Başbakan oldu. Sokak eylemlerinin canlılığını koruması üzerine Başbakan Şinavatra, 9 Aralık günü yaptığı açıklama ile krizin daha fazla derinleşmesinin ve insanların çatışmalarda ölmesi-nin önüne geçmek için erken seçim kararı aldıkla-rını açıkladı. Seçimin 2 Şubat 2014’te yapılabileceği öngörülüyor. Ancak iktidarın “halk konseyleri”ne devredilmesini ve Şinavatra ile ailesinin Tayland’ı terk etmesini isteyen göstericiler bugün hâlâ sokak-larda.

Tayland’da bugün sokaklara çıkan kalabalık ken-disini net bir şekilde “Sarı Gömlekliler” olarak adlandırmamakla birlikte bileşenleri itibarıyla aynı zeminde değerlendiriliyor. Hareketin liderliğini yapan Sutep Tagsuban, kraliyet statükosunun palaz-landırdığı isimlerden ve adı geçmişte sık sık yolsuz-luk iddialarıyla gündeme gelmiş biri. Şinavatra’nın partisinin önünün kesilmesinden sonra 2008’de kurulan hükümette başbakan yardımcılığı yaptı ve 91 kişinin öldüğü 2010’daki olaylarda Acil Durum Karar Merkezi’nin yöneticisi konumundaydı.

Tayland: ‘Sarı-kırmızı’ fırtına

İsviçre’den “ileri demokrasi” dersleriGaye Akpolat

Page 16: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 Po

litik

a16 Nelson Mandela’nın haya-

tını kaybetmesi, Türkiye ve dünya basınında, anlaşılır bir şekilde, geniş yankı buldu. Anlaşılır; çünkü bahsi geçen, kökleri Hollanda kolonileri-nin kurulduğu 1652’ye kadar uzanan kurumsal ırk ayrım-cılığını yenilgiye uğratan hareketin efsanevi lideri. Bu durum, bizi yürütülen müca-delenin sonuçları açısından bir değerlendirme yapmak sorumluluğu ile de yüz yüze bırakıyor. Bunun iki nedeni var: İlki, Güney Afrika’da ırkçılık sonrasında olup bitene ilişkin, yaratılan “mit” dışın-da, bilgi eksikliği ise, diğeri, Siyaset’in önceki sayılarında vurguladığımız üzere, “ulusal soruna neoliberal çözüm” olarak tanımlanabilecek olan Güney Afrika modelinin, liberal çevreler tarafından Türkiye’deki ulusal sorun(lar)a uyarlanma eğilimi. Bu ikinci neden, ırkçılık sonrası Güney Afrika’ya ilişkin soğukkanlı değerlendirmeleri sosyalistler açısından elzem kılıyor.

Beyazlarla bir arada mücadele

Mandela’nın, 27 yıl Roben Adası tutsaklığı hariç, efsa-neleşmesine yol açan önemli olgulardan birisi, ırkçılıkla mücadeleyi milliyetçilikten uzak bir temelde yürütme-si. Bu ısrarın en somut hali, milliyetçi siyahlarla arasına mesafe koymasına ek olarak “her beyaza bir kurşun” sloga-nı atanlara verdiği yanıt: “Biz sadece siyahların değil bütün halkların özgürlüğü için mü-cadele ediyoruz”. Bu yakla-şım, başta Buthelezi liderliğin-deki Zulu milliyetçisi Inkhata Özgürlük Partisi olmak üzere, mücadeleyi, beyazlarla bir-likte yürütmeye karşı çıkan milliyetçi siyah çevrelerle 1990–1994 yılları arasında 15 bin insanın hayatını kaybettiği çatışmalara yol açtıysa da, çö-züm sürecinde ülkedeki beyaz nüfusun can güvenliğinin en önemli zeminiydi.

“Kamulaştırma” politikamızdır

Güney Afrika’nın 1980’leri, hem bir “devrimci durum”, hem de ırkçı rejim ile kar-şıt güçlerin birbiri üzerinde egemenlik kuramadığı bir “istikrarsız denge” dönemi-dir. Servetini ırk ayrımcısı politikalarla biriktirmiş olmakla birlikte, artık serma-ye birikimi için işlevselliğini

kaybetmiş olması nedeniyle ırkçılığa karşı tutum alan Güney Afrika sermayesinin bu dönemde giriştiği işlerden ilki “sorumlu” yani antikomü-nist “siyah liderleri” destekle-mektir. Ancak, Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) liderliği-ni yaptığı Kongre İttifakı’nın gecekondu bölgelerinde gerçekleştirdiği her eylemde Mandela’nın adının haykırıl-masının da gösterdiği üzere siyah halk liderini seçmiştir. Bu durum 1980’lerin orta-sında sermaye çevrelerinin yönünü Mandela’ya çevirmek zorunda kalmasında önemli rol oynar. İki şartla: Güney Afrika Komünist Partisi (GAKP) ile ilişkilerin kesilme-si ve “kamulaştırma” talebin-den vazgeçilmesi. 1990 yılında Roben Adası’ndan salıverildi-ğinde Mandela’nın bu taleple-re yanıtı nettir: “Madenlerin … kamulaştırılması ANC’nin politikasıdır…., tartışılmaz”.

Sermayeye yeşil ışık

Sovyetlerin dağıldığı, serma-yenin ANC üzerinde ideolojik basınç yarattığı, siyah ser-mayedarların iyice görünür olduğu ilerleyen yıllarda ise çok şey değişir. Mandela açısından da… Örneğin bu dönemlerde katıldığı bir top-lantıda “yabancı sermayenin cazip bulacağı gerekli iklimi yaratmaya kararlıyız” sözlerini sarf eder. 1990’lar boyunca gerçekleştirdiği uluslararası seyahatlerin çoğunda, Güney Afrika’ya yatırım taahhüdü alır. Örneğin ABD’ye yaptığı bir gezide Rockefeller Vakfı başkanının, Güney Afrika’da, Marshall Planı’nın Avrupa’da oynadığı rolü oynayacak bir kalkınma bankası kurma fikrine yeşil ışık yakar. 1994’te, gene ABD’de katıldığı bir toplantıda “bizim ekonomik politikalarımızda kamulaş-tırma gibi şeylere dair tek bir referans yok…. Bizi Marksist ideoloji ile bağlayacak tek bir slogan yok… ” sözlerini sarf eder.

Yeni anlaşma: Ekonomide beyazlar, siyasette siyahlar

COSATU (Güney Afrika Sen-dikalar Kongresi) tarafından hazırlanan ve gelir dağılımını merkeze alan Yeniden İnşa ve Kalkınma Programı’nı seçim beyannamesi yaparak girdiği 1994 seçimlerinden yüzde 62,65 oyla iktidar olarak çıkan

ANC’nin uygulamalarından ilki programın birçok öğesini, sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda değiştirmek olur. Bu durum Kongre İttifa-kı arasında önemli bir kırılma yaratır. COSATU’nun progra-mın uygulanması için ger-çekleştirdiği eylemlere en sert tepki veren isimlerden birisi, Mandela’dır. Hükümetin acil sorunları çözmek için kısıtlı kaynaklara ihtiyacı olduğunu vurgulayan Mandela, Kongre İttifakı’nın ANC dışındaki bi-leşenlerinin sürdürdüğü kitle-sel eylemleri tehdit olarak ta-nımlar. Bir sonraki adım ise, sermaye çevrelerinin basıncı

ile 1996’da uygulamaya konan, ülkedeki kamu kuruluşlarının neredeyse tümünün özeleşti-rilmesine ve işsizlik oranları-nın patlamasına hizmet eden Büyüme, İstihdam ve Gelir Dağılımı (GEAR) progra-mının hayata geçirilmesidir. COSATU ve GAKP’nin “1996 Sınıf Projesi” olarak tanım-ladığı bu program, siyah bir orta sınıf yaratma söylemine yaslansa da, ülkedeki beyaz sermayeye eklemlenmiş siyah bir sermayedar sınıf yaratma-ya hizmet eden Siyah Ekono-mik Güçlendirme Programı ile birlikte uygulanır. Sonuç, Güney Afrika literatüründe yaygın kullanılan bir tanımla-mayla, “ekonomiyi beyazların, siyaseti siyahların” yönettiği “yeni” Güney Afrika’dır.

Tolga TörenMandela yönetimi,

sermaye çevrelerinin basıncı ile ülkedeki

kamu kuruluşlarının neredeyse tümünün özeleştirilmesine ve işsizlik oranlarının

patlamasına hizmet eden bir programı

uygulamaya koyar. Sonuç, “ekonomiyi beyazların, siyaseti

siyahların” yönettiği “yeni” Güney

Afrika’dır.

Page 17: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3

17

Tarih

imiz

den19 Aralık 2000’de Türkiye burjuva-

zisinin en aşağılık ve ağır saldırı-larından birisi yaşandı. Ezilenlerin devrim fikrinin, örgüt fikrinin en diri yaşatıldığı alanlardan birisi olan hapishanelerde bulunan devrimci tutsakların iradelerini kırmak, F tiplerini hayata geçirmek için topye-kün bir saldırı yapıldı. Düzenlenen operasyona utanmadan “Hayata Dönüş” ismini vermişlerdi. Dev-rimci irade teslim alınamaz diyen devrimci tutsaklar bombalara, mermilere, kepçelere karşı can sipe-rane bir direniş gösterdiler. Yapılan operasyon sonucu 28 devrimci tutsak yaşamını yitirirken yüzlercesi yaralandı, sakat kaldı.

Devletin koğuş sisteminden F tipi sistemine geçiş için başlattığı süreç basit bir hapishane rejimi değişikliği değildi. Rejimin kendini yenileme ihtiyaçlarını dayattığı bir dönemde toplumun bastırılması ve resetlen-mesi için en ileri unsurlarından susturmak istediler. Görkemli bir direnişe rağmen dönemselde olsa başarılı oldu devlet.

O dönem F tipi girişimine kar-şı hem sol kamuoyunda hem de cezaevlerinde büyük tepkiler ortaya çıktı. Tecrit içinde tecrit anlamına gelen F tipi hapishane sistemine karşı tutsaklar süresiz açlık grevine başladılar. Hem açlık grevlerine müdahale etmek, hem de devrimci tutsakları F tiplerine zorla götür-mek için devlet düğmeye bastı.

“Sokağa hakim olmak için cezaevle-rine hakim olmalıyız”

Aylar öncesinden planları yapılan ve MGK toplantısında karar altına alınan operasyon dönemin DSP-MHP koalisyon hükümeti tarafın-dan imzalanarak başlatılmıştı.

“Sokağa hâkim olmak için cezaevle-rine hâkim olmalıyız” diyen döne-min Başbakanı Bülent Ecevit hem kendi niyetlerini açığa vuruyor hem de operasyonun boyutlarına işaret ediyordu. 19 Aralık’ta başlatılan ve adına “Hayata Dönüş Operasyonu” denilen saldırı, MGK raporların-da düşman kuvvetlere karşı Tufan planı olarak tanımlanmıştı. 20 cezaevinde yapılan operasyona Özel askeri birlikler ile birlikte binler-ce asker ve özel harekât polisleri katıldı.

Operasyon sabaha karşı 5 sularında 20 cezaevinde eşzamanlı başlatıldı. Bu saldırıda yer alan asker ve polis-ler, esas olarak devrimci tutsakları teslim almak, teslim alamıyorsa

katletmekle görevlendirilmişti. Dört duvar arasında tutsak olanlar bomba sesleriyle uyandılar saba-ha. Çatılardan gaz, sis bombaları, havalandırmalardan sinir gazları ile yakıcı kimyasal gazlar atılmaya başlandı. Atılan gazlardan nefessiz kalan, bayılanlar kapılara koşuyor-lardı, ancak oradan da askerler ateş açıyorlardı. Açıkça öldürmeye gel-mişlerdi, atılan bazı kimyasal gazlar elbiselere zarar vermezken insan derisini yakıyordu. Kadınların kal-dığı koğuşa da atılan bu gazlardan vücutları yanan kadınlara askerler benzinli battaniyeler atarak 6 kadın tutukluyu diri diri yaktılar.

Bütünüyle devletin devrimci tut-sakları katletmek için hazırladığı bu operasyonun planını yapan, uygulama emirlerini veren, komuta

eden hiç kimseye bırakın davayı soruşturma bile açılmadı. Devlet katliamın arkasında durdu, katilleri korudu hatta ödüllendirdi. Geçiş tamamlandıktan sonra ise ope-rasyonda hayatta kalan tutsaklara davalar açıldı.

İlk dava 10 yıl sonra…

Tutsak yakınları ve yoldaşlarının yıllar süren çabaları sonuç verme-yince AİHM’e başvuran aileler haklı bulundu ve devlet 19 Aralık 2000’de yaptığı katliamdan mahkum edildi. Bütün bu çabalar ile oluşan kamu-oyu baskısı sonucunda on yıl sonra 2010 yılında ilk kez Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Ancak bu dava da sadece Bayrampaşa Cezaevi operasyonu ile sınırlı kalmıştı ve sanık olarak sadece 39 er bulunuyordu.

Tiyatro başlıyor…

Asker olarak verilen emri yapmak zorunda olan, komutanlarından habersiz tuvalete bile gidemeyen 39 er Bayrampaşa Cezaevi katliamın-dan sorumlu olarak yargılanıyordu. Operasyondan on yıl sonra dava açılması zaten bir hukuksuzluk, ayrıca emri veren, operasyonu yöneten, altına imza atanların yerine emri uygulamak zorunda olan askerlerin yargılanması tam bir komedi.

Çünkü operasyonun siyasi sorum-luları dönemin hükümeti, adalet bakanı ve içişleri bakanıdır. Askeri sorumluları zaten harekat emri verilen yazışmalarda açıkça bilini-yorken savcı 4 yıl geçmesine karşın hiçbir komutanın ifadesine dahi başvurmamıştır.

Davanın göstermelik açıldığı buralardan bile anlaşılıyor. Ne bilirkişi raporları ne de adli tıp raporları iddianamede yer almıyor. Oysa sadece o raporlar bile komuta kademesine ve siyasi sorumlulara dava açmak için yeterli. Ancak yar-gılamaktan, sorgulamaktan imtina eden mahkeme açıkça taraf tutuyor.

Operasyonun tek bir merkezde planlanıp uygulanmış olması nede-niyle tüm hapishanelerde yapılan katliamların sorumlusu 267 askeri personel tutsakların avukatları tarafından bu davaya dahil edilmek istendi. Ancak kovuşturmaya yer olmadığına kanaat getiren mah-keme heyeti 39 er dışında kimseyi yargılamıyor.

Tiyatroyu Başlarına Yıkacağız

Katliamın sorumluları hakkında hala dava açılmadı, öldürülmek istenip hayatta kalan tutsaklara ise davalar açıldı. Devam etmekte olan mahkeme ise tam bir fiyaskoya dönüştü. Ama biz nefes aldığımız sürece ne sorumluları ne de onla-rı koruyan, aklayan çarpık adalet anlayışını unutmayacağız, affetme-yeceğiz. 28 devrimci tutsak o gün tecrit zulmüne karşı çıktığı için şehit düştüler; sadece cezaevlerin-deki tecride değil tüm yaşamımızı cezaevine çeviren anlayışa başkal-dırdıkları için katledildiler.

Hani diyorlar ya “Sokağa hakim olmak için cezaevlerine hakim ol-malıyız” diye; biz de onlara diyoruz ki; bedenlerimizi tutsak edebilirsi-niz, bizi öldürebilirsiniz ama asla teslim alamazsınız. Sokaklar zaten her zaman bizimdi ve bizim olmaya devam edecek. O adalet anlayışınızı da, tecrit zulmünü de sokaklarda parçalayacağız.

Cem Çekil

19 Aralık’ta başlatılan ve adına “Hayata Dönüş Operasyonu” denilen, 20 cezaevinde aynı anda başlatılan toplu saldırıda 28 devrimci tutsak katledildi. Bu operasyonun planını yapan, uygu-lama emirlerini veren, komuta eden hiç kimseye bırakın davayı soruşturma bile açılmadı

Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz

19 Aralık 2000 Katliamı

Page 18: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 18

Kadın

Suriye’nin Kürt bölgesi Rojava’da halkın Esad güçlerini kovup, rejimin tüm kurumlarını dağıtarak, halk meclislerine dayalı demokratik özerk yönetimi kurma adımının üzerinden bir buçuk yıl geçti. Bu bir buçuk yıl içinde, 3 bini aşkın devrim savaşçısı ölümsüzleşti. AKP iktidarı çetelere desteğini sürdürürken, sınır kapıları kapalı olduğu için bir nevi devrimin nefes boruları haline gelen illegal sınır kapılarına duvar örmeye başladı.

Devrim, saldırı, kuşatma ve ambar-go altında kadınların öncülüğünde ilerliyor. Rojava devrimi bir kadın devrimidir. İki nedenle.

İlki, devrim ilk olarak kadınların yaşamını değiştirdi. Rojava’nın Efrin bölgesinde kaldığım 10 gün boyunca konuştuğum, dinlediğim, tartıştığım 15’inden 70’ine, YPJ savaşçısından ev emekçisi kadına hepsinin söylediği, devrimle birlikte yaşadıkları özgürlük duygusuydu.

Kadın Akademisi’nin kapısında elinde kalaşnikofla nöbet tu-tan 70 yaşındaki 5 çocuk annesi Hanefi’den, 17’sinde Şehit Ruken Kadın Taburu’na katılan Berfin’e, devrim öncesinde tüm dünyası dört duvar evi olan Nura’ya kadar tüm kadınların duygusu, devrimin gös-terdiği erkek ve devlet şiddetinden uzak hayattı.

İkincisi, Rojava’da mevzilerden akademilere, adliyelerden asayişe devrimin tüm kurumlarında kadın-ların etkin ve öncü varlığı.

Tüm hayatını devrime adayarak, aktif savaşa katılan, profesyonel bir-liklerde yer alanların yüzde 60-70’i kadın.

Halk Meclislerine paralel Kadın Meclisleri

Rojava’da devam eden eğitim se-ferberliğinin hem eğitileni hem de eğiteni kadınlar. Kurulan Kürtçe dil okulları ve eğitim akademilerinde kadınlar ders veriyor, kadınlar ders alıyor. Sınıflardaki yaş çeşitliliği de yine dikkat çekici. 7 yaşındaki bir çocuktan 70 yaşındaki bir kadına, tüm kadınlar devrim için öğreniyor, öğretiyor.

Kadınlar, devrimin eşitlikçi yönünü de kurdukları mekanizmalarla gü-vence altına almaya çalışıyor. Halk Meclislerine paralel olarak kurulan kadın meclisleri, YPG içerisinde oluşturulan kadın taburları (YPJ), kadın merkezleri, kadın akademi-leri, kadınların varlığını geleceğe taşıyacak mekanizmalar.

Kadınların siyasete katılımının yanı sıra çalışma yaşamına da katılması için kadın atölyeleri oluşturulmaya başlandı. İlk adımı atılarak Efrin’de kurulan tekstil atölyesinde kadınlar, üretimin de içinde yer alıyor.

Rojava kadın devrimi, şimdiden kadınlar için önemli değişiklikler getirdi. Öncelikle, çocuk gelinle-rin ve kumalık sisteminin önüne geçilmeye başlandı. Bu konuda TEVDEM’in çıkardığı kanunda, 18

yaşından küçüklerin evlendirileme-yeceği hükmü yer aldı. Bu hükmün uygulanması, kadın merkezlerinin görevi.

Devrimle birlikte artan boşanma istekleri de dikkat çekici. Boşanmak isteyenlerin ne kadarının kadın, ne kadarının erkek olduğu yönünde bir veri yok. Ancak, kadınların, boşanarak özellikle YPJ’ye katılmak istemeleri, eskisi gibi yaşamak iste-mediğinin göstergesi.

Bütün toplumsal altüst oluşlarda olduğu gibi, Rojava’da da kadınlar, eskisi gibi yaşamak istemedikleri için evlerinden çıktılar, devrimin mevzilerine koştular.

Şimdi bu devrim, o kadınların üzerinde; okulda, hastanede, adli-yede, polis merkezinde, akademide,

sokakta ve mevzide.

Che’nin dayanışma ile ilgili olarak ezilenlerin mücadele tarihine ar-mağan ettiği sözü hatırlamanın tam zamanı.

“Yapılması gereken direnişçilere şans dilemek değil; onların kaderine iştirak etmektir. Onlara ya ölüme ya da en iyisi zafere dek eşlik etmektir.”

MLKP savaşçısı Serkan Tosun, Che’nin bu çağrısına uydu, Rojava’yı dinledi ve gitti. Serekaniye’de 14 Eylül günü, devrimin mevzilerinde ölümsüzleşti.

Yoldaşlarının adlandırmasıyla Maz-lum, bugünün Che’si oldu.

Mazlum bugün yolu gösterdi.

*ETHA muhabiri

Kadın taburu, kadın meclisi, kadın akademisi, kadın merkezi, kadın atölyesi... Rojava’da kadınlar, bir yan-dan mevzilerde devrimi savunurken, bir yandan da

eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yaşamı kuruyor. Rojava halk devriminin kazanımı, tüm Ortadoğu

halklarının zaferi olurken, Rojava kadın devriminin zaferi de tüm kadınların kurtuluşuna hizmet edecek.

Bu bir kadın devrimiArzu Demir*

Bütün toplumsal altüst oluşlarda olduğu gibi, Rojava’da da kadınlar, eskisi gibi yaşamak istemedikleri için evlerinden çıktılar, devrimin mevzilerine koştular.

Page 19: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3

19

Kadın

Siyaset: Yekitiya Star’ın yapısını ve YPG, YPJ ya da PYD ile ilişkisini genel hatlarıyla aktarabilir misiniz?

Helime Yusif: Yekitiya Star’ın yü-rüttüğü faaliyet devrim sürecinde açığa çıkmış bir çalışma değil, bunu daha geriye götürebiliriz. Önderli-ğin geçmişte burada bulunması ve etkisiyle zaten bir zihniyet değişimi başlamıştı. Yekitiya Star, yirmi yıllık kadın mücadelesinde biriktirdi-ğimiz deneyimlerle biçimlendi. Devrimden önce de yapmış olduğu-muz çalışmalar vardı ama devrimle birlikte daha sistematik bir modele kavuştu. Yekitiya Star, ismini bir ana tanrıçadan alıyor. Meclisler şeklinde örgütlenen bir yapısı var. Halep’te, Afrin’de, Kobani’de, Cizre’de, Haseki’de meclisleri var. Bu meclis-ler üzerinden oluşturduğu bir koor-dinasyonu da mevcut. Lübnan’da da bir komitemiz var. Ayrıca bu süreç içerisinde oluşturduğu öz savunma ve asayişten sorumlu güçleri de var. Yekitiya Star, bağımsız bir kadın ör-gütü çünkü karar alma ve uygulama süreçlerinde bağımsız davranıyor. Elbette YPG, YPJ, PYD ile ortak bir felsefeyi benimsiyor, ittifak kuruyor ama organik bağı bulunmuyor.

Sadece Kürt kadınların dâhil olabileceği bir örgütlenme mi?

Yekitiya Star programını ve tüzü-ğünü kabul eden bütün kadınlara açık. Dolayısıyla Arap, Süryani, bütün kadınlar örgütlenebilir çünkü hepimiz kadınız ve ortak sorunları-mız var.

Ne tür çalışmaları var Yekitiya Star’ın?

Yekitiya Star, devrim sürecinde, demokratik özerklik sisteminin olu-şumunda öncülük yaptı. Rojava’da 13 kadın evi oluşturdu. Bu evler, şiddet, boşanma, ekonomik sıkın-tılar vb konularda açığa çıkan so-runlara çözüm üretmeye çalışıyor. Farklı alanlarda birtakım eğitimler de veriyor. Ayrıca aylık devreler biçiminde örgütlediği kadın siyaset akademileri de var. Tüm bu ça-

lışmaların biçimi ve içeriği kadın evlerinde çalışma yürüten kadınlar tarafından şekillendiriliyor. Yine Yekitiya Star’ın kurduğu gençlik ve çocuk merkezleri var.

Çocuklar için oluşturduğunuz merkezlerde sadece kadınlar mı çalışıyor?

Hayır, bizim kurduklarımızda hem kadınlar hem erkekler çalışıyor. Ortak bir yaşamı göstermeye çalışı-yoruz çocuklara.

Suriye’nin geneline dair yürüttüğü-nüz bir kadın politikası var mı?

Yekitiya Star, kendisine Suriye’deki tüm kadınları birleştirme rolü de biçti ve Yekitiya Star’ın öncülüğün-de 28 Mart’ta Süryani, Arap kadın-ların da içinde yer aldığı bireysel katılımların da mümkün olduğu, 450 kadın tarafından bir kong-reyle çatı örgütü diyebileceğimiz

“Suriye Kadın İnisiyatifi” kuruldu. Bu inisiyatifle şu an yaptığımız en önemli çalışma kadınların toplum-sal sözleşmesini ortaya çıkaracak 24 maddelik bir anayasa hazırlığı. Bu maddeler Rojava’da geçerli ve olası bir durumda Suriye Hükümeti’ne de önereceğiz. Yine, Cenevre Barış Görüşmeleri’ne de katılmak üzere talepte bulunduk, çünkü savaştan en çok etkilenen kadınlarken, barış görüşmelerinin kadınlardan azade gerçekleştirilmesini doğru bulmu-yoruz.

Kadınlarla örgütlenirken ne tür örgütlenme sorunları yaşıyorsunuz?

Kürt kadınların zaten örgütlü bir mücadele geleneği vardı ve bu diğer kadınlar için de bir model oldu. Süryani kadınlar devrim sürecinde kendi örgütlenmelerini gerçekleş-tirdi. Arap kadınların örgütlenme-sinde ise oldukça zorluk yaşıyoruz

ama bu zorluk, onların okumamış olmalarından, eğitimsiz olmaların-dan kaynaklanmıyor, bu güne kadar bir örgütlenme deneyimine sahip olmadıklarından kaynaklanıyor. Genel olarak da dinin ve aşiretlerin kadınlar üzerinde kurduğu baskı karşımıza çıkan sorunlardan.

Devrim süreci ile birlikte kadınların hayatında neler değişti?

Devrim, kadınlara müthiş bir özgü-ven ve güç verdi. Kadınlar, hayatın her alanına daha aktif müdahil olabilecek bir konuma ulaştılar ve başarabileceklerine inanıyorlar. Tüm karar alma mekanizmalarında artık kadınlar da var. Bu, henüz bu konumda olmayan kadınlar için de bir model oldu. Devrim, kadınların kendi kadın kimliği ile buluşmasını sağladı. Rojava’da kadınlar, kendi kararlarını hayata geçirebilecek bir sistemi inşa ediyorlar. Bu nedenlerle Rojava Devrimi kadın devrimidir.

Rojava’daki geçici hükümetteki kadın kotası oranı nedir?

Yüzde 40 kadın kotası uygulanıyor. Bu oran diğer toplumsal grupların temsiliyetini de sağlamak için böyle belirlendi.

Kadınların kazanımları konusunda erkeklerin tutumu ne oldu?

Biz bu alanı kendi kadın mücade-lemizle açtık yoksa iktidar, kolayca terk etmedi yerini. Biz, kadınla-rın ve erkeklerin eşit bir biçimde yaşayacağı bir sistem kurmaya çalışıyoruz, bu yeni bir şey, zihniyet değişimi gerekiyor. Şaka ile karışık erkeklerden “kadınlar her şeyi eli-mizden aldı” gibi sözler de duyduk. Bunun şakadan öte gerçek bir tarafı var. İktidarı erkeklerin elinden almak ve kendini yaratmak kolay değil, bunun için mücadele etmeye devam ediyoruz.

Sovyetler’de, Nikaragua’da vb. dev-rimlerde kadınlar çok önemli roller üstlendi ama devrimden sonra ka-dınlara “artık evlerinize dönebilir-siniz” ya da “haydi masa başı işlere” denildi. Rojava için böyle bir kaygı taşıyor musunuz?

Bunu o kadar kolay söyleyemezler çünkü biz, aynı zamanda ka-dın özgürlük mücadelesi zemini üzerinden kuruyoruz kendimizi. Savaş son bulduğunda insanların normal hayatları olacaktır ama bu kazanılmış hakları devretmek biçi-minde değil, demokratik bir yaşam çerçevesinde olacaktır. Kadınlar için esas mücadele belki de o zaman açığa çıkacaktır ama biz bugünden kurduğumuz mekanizmalarla bu geri dönüşü mümkün kılmamak için çabalıyoruz.

Kadın devrimi Rojava’dan yükseliyorHDK/HDP Kadın Meclisi’nin, 1 Aralık tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Kadına Yönelik Şiddet” panel-forumuna katılan Yekitiya Star Dış İlişkiler So-rumlusu Helime Yusif ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Röportaj: Reha Keskin

Kadın siyaset akademilerinde siyaset, öz savun-ma, anadil konularında çalışmalar yapılıyor.

Ayrıca kadınların öz savunma ve asayişten sorumlu güçleri de var. Kurulan çocuk evlerinde sadece kadınlar değil erkekler de çalışıyorlar.

Page 20: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 20

Kadın

Bütçe tartışmaları denince akla halkla alakası olmayan, Meclis’te haftalarca tartışması süren anlaşıl-maz rakamlar, tablolar tartışması gelir. Bu algı tesadüf mü? Değil. Türkiye gibi vergilerinin yüzde 70’i çalışanlar, emekçiler, işsizler, ücret-siz eviçi çalışanı kadınlar üzerinde toplanan ülkelerin iktidarlarının halkı yanıltma çabasıdır.

Oysa bütçe sınıflar arası mücadele-nin somutlaştığı önemli alanlardan biri. Hayatımızı zora sokan, ekono-mik darboğazdan çıkmamızı engel-leyen iki şey; vergilerin toplanması ve o vergilerle oluşan bütçenin kim-lere, nasıl, ne kadar dağıtılacağıdır. Bu bal gibi cebimizdeki parayla ilgili politikadır. Devlet bütçesinin kaynakları, toplanma biçimi (vergi afları, zamlar, cezalar), bölüşülmesi, büyük holding sahibi işverenlerin sakınılıp korunduğu, esnafın, iş-çinin, kadın çalışanların ve ücret-lendirilmemiş ev emeğinin hedef alındığı vergilendirme sistemiyle sağlanmaktadır.

Esastan itirazımız var

2014 Bütçe Gerekçeleri çalışma-sı da, geçmiş çalışmaların kes-yapıştır-meclisten geçir anlayışına sahip. Bütçe hangi sınıfları koruyup kolluyor, güçlendiriyor diye bak-tığımızda karşımıza erkekler ve işverenler sınıfı çıkıyor.

AKP’nin 2014 bütçe önerisi pat-riarka ve kapitalizmin uzlaşıp ortaklaşarak, kadınlar ve işçi sınıfı karşıtlığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu nedenle bu büt-çeye desteklediği alanlar, bütçenin

pay edildiği bakanlıklardan ziyade kadınlar olarak “esastan itiraz” ediyoruz.

Bu ve şimdiye dek hazırlanan tüm bütçelerin böyle olmasının temel nedeni hükümetin bütçeyi muha-tapları ile yan yana gelerek birlikte, önceki bütçelere ilişkin tartışmaları da göz önüne alarak ortak bütçe ha-zırlamaktan kaçınmasıdır. Çalışan-ların görmediği, bilmediği bütçe, işverenlerle ortak hazırlanmıştır.

Kadın bakanlığı istiyoruz

2014 bütçesinde kadınlar yok. Ka-dın Bakanlığı’nın Aile ve Sosyal Po-litikalar Bakanlığı’na dönüşmesiyle sadece kadınlara ayrılacak bütçe de ortadan kaldırılmış oldu.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bütçesi “dezavantajlı gruplar” adı altında çocuk, hasta, sakat, yoksul gibi gruplara ayrılmakta. Kadınlar

da bu grubun içine sokuşturul-du, onlarla eşitlendi. Bu eşitleme politik ve ekonomik olarak çok sorunlu. Kadın olmayı dezavan-tajlı, bakıma muhtaç gören iktidar böylece kadınların emeklerini, taleplerini ve ihtiyaçlarını yok sayıp bütçede üzerlerini çizmiş oldu.

Kadınları dezavantajlı grup diye niteleyen hükümet onların sosyal varlığını, sınıf oluşlarını görmezden gelerek kadınları siyasal olarak yok etmeyi amaçlamakta. Bu nedenle hükümetin kadınları “aile ve sosyal politikalar” kapsamı içinde ele almasına da esastan itirazımız var.

Bu ve daha birçok nedenden ötürü kadınların talebi, sadece kadınların sorunlarıyla ilgilenecek, onları güç-lendirecek, cinsiyetçilikten arınmış, kadın kurumları ile ilişki içinde çalışacak bir “Kadın Bakanlığı”nın kurulmasıdır. Kadın Bakanlığı

bütçesinin yukarıdan, erkekler tara-fından neye dayandırılarak belir-lendiği bilinmeyen bu tarz kadınlar açısından kabul edilemezdir.

Kadın Bakanlığı ve kadın kurumla-rının işbirliği ile kadınların sorun-larının analiz edilip belirlendiği, o sorunlara karşı çözüm haritasının çizildiği ve bu çözümden yola çıkarak oluşturulan kadın bütçesi istiyoruz. Sağlık, sosyal güvence, eğitim, çalışma hayatı ve milli savunma gibi bakanlıkların Ka-dın Bakanlığı ve kadın kurumları ile işbirliği içinde olmaları gere-kir. Kadınlara karşı politikaların benimsendiği bu bakanlıkların bütçelerinde, kadınların gasp edilen haklarının iadesi ve kadınların güçlendirilmesi için belli oranda payın kadınlara ayrılmasını talep ediyoruz.

Biliyoruz ki dünya, kadın emeği sö-mürüsü üzerinde ayakta durmakta. Ülkemizin de bu konuda dünyadan bir farkı olmadığını anımsarsak, (kadın erkek ücretleri arasındaki fark, ev içinde erkeklerin el koy-duğu bedava kadın emeği, bakım emeği, duygusal emek, esnek çalış-ma, tanımsız iş nedeniyle farklı bir-çok mesleği aynı anda yapma) artık kadınlar patron ya da işçi erkekle-rin el koydukları emeklerine sahip çıkıyorlar. Erkeklerden ve devletten alacaklı olduklarını söyleyip, bütçe-den haklarına düşeni talep ediyor-lar. Merkezi politikaların yanı sıra yerel politikaların da öneminin farkındayız. Yerel seçimlere dört ay kalmışken, yerel yönetimlerin de önerdiğimiz perspektif ve bütçe-lendirme ile kadınları kapsamasını talep ediyoruz.

Gülfer Akkaya (Bey)Efendiler bütçe hazırlamış!

Kadınları dezavantajlı grup diye niteleyen hü-kümet onların sosyal varlığını, sınıf oluşlarını görmezden gelerek kadınları siyasal olarak yok etmeyi amaçlamakta. Bu nedenle hükümetin ka-dınları “aile ve sosyal politikalar” kapsamı içinde ele almasına da esastan itirazımız var.

Page 21: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3

21

Kadın

Her gün duyduğumuz tecavüz, beraat, tutuksuz yargılanma, “rızası var’’, “tecavüzü yarım kalmış’’, gibi haberlere Kayseri’den bir yenisi daha eklendi: “Çizik, tecavüz kanıtı sayılamaz.’’  

Kayseri’de bir gazetede çalışan kadın arkadaşımıza, işyerinden ayrıldıktan sonra parasını alabilmek için gittiği gazetede, patronu kapıyı kilitleyip tecavüz etti. Mahkeme sanığa 10 yıl 5 ay hapis cezası verdi. Yargıtay cezayı bozdu. Yerel mahkeme kara-rında direndi. Dosya Genel Kurul’a geldi. Kurul, “Çiziklerin ilişkinin zorla olduğunun kanıtı sayılmaya-cağına” karar verdi. Sanığın beraat etmesi gerektiği bildirildi. Çizikle-rin, gencin sırtını kaşırken olabile-ceği belirtildi. Ben bunları yazarken başka tecavüz davalarından, başka iğrenç şeyler de duyuldu: ‘’Tecavüz olsaydı bağırırdı.’’ 

Saldırganlar “tanıdık” erkekler

25 Kasım’ın ardından Bianet’in haberine göre; son bir yılda erkekler 189 kadın öldürdü; 179’una tecavüz etti. Boşanmak istediği için en az 25 kadın öldürüldü, 19 kadın yaralan-dı. Tecavüz vakalarının yüzde 50’si 18 yaş altında ve bunlardan yüzde 10’u erkek çocuk. Daha çok 7–9 yaş arası çocuklar cinsel şiddete uğru-yor.  5–10 yaş arası çocukların yüz-de 55’i ensest mağduru. Ve saldır-ganların yüzde 75’i tanıdık erkekler. Evlilikte tecavüz ‘’normal’’ kabul edildiğinden, kadınlar yaşadıklarını açıklamaktan çekindiklerinden, utandıklarından ve korktukların-dan; gerçek rakamların yukarıda verilenlerden daha fazla olduğunu biliyoruz. Ataerkil sistem tarafın-dan sistematik olarak yaratılan bir mağduriyet olduğu ortada. 

2013 yılında 12 kadın gözaltında cinsel taciz ve tecavüze uğradığı için hukuki desteğe başvurdu. 1997’den beri 389 kadın gözaltında cinsel ta-ciz ve tecavüze uğradığı için suç du-yurusunda bulundu. Faillerin büyük çoğunluğunu polisler oluşturdu; bunu jandarma/asker, infaz koruma memurları, özel timler ve korucular takip etti. 137 kadın suç duyuru-sunda bulunduktan sonra tehdit, tekrar gözaltına alma ve işkenceye, karşı davalara ve yerinden edilme-ye maruz kaldı. Üç kadın tecavüze uğradıktan sonra intihar etti, bir kadın işkence sonucu öldürüldü. 14

yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafın-dan “namus temizleme” gerekçesiyle öldürüldü. 389 mağdurun yüzde 70’i Kürt, yüzde 28’i Türk, diğerleri farklı milliyetlerdendi. Kadınların gözaltına alınma nedenleri siyasi kimlikleri, ailelerinin erkek üyele-rini konuşturmak ya da erkek üye hakkında bilgi almak, savaş kaynak-lı ya da adli vakalar olarak sıralandı. Erkek devlet dövmekten hiç vaz-geçmiyor, çünkü gözaltında taciz ve tecavüz devletlerin çok eskiden beri uyguladıkları bir devlet politikası aslında.

Biz biliyoruz ki, tarihin her döne-

minde erkekler penislerini şiddet aracı olarak kullanmışlardır. He-teroseksüel erkeklik hali, şiddet ve tecavüzün asli kaynağı ve üreticisi-dir. Heteroseksüel erkeklik halinin şerrinden payını alan da ne yazık ki sadece kadınlar değil, eşcinsel ve translar da vardır. Patriyarkanın normları nedeniyle eşcinseller ve translar da yaşamları boyunca siste-matik bir sindirme yöntemi olarak taciz ve tecavüze maruz kalıyorlar. Trans erkeklerin zorla evlendirilip tecavüze uğraması, lezbiyenlerin ‘arayışta’, ‘erkek görmemiş’ olarak görülmesinden, onlara yapılan her türlü davranışın meşrulaştırılması gibi. Bu bakış açıları da yargıya

aynen yansımaktadır. Bu ülkede LGBTİ bireyler ‘’Beni taciz etti, bana eşcinsel ilişki teklif etti’’ ge-rekçesiyle öldürüldüğünde katillere “Korkmayın, arkanızı kollayacak bir devletiniz var!” deniyor.

Ataerkil devletten inleyen nağmeler

Yaklaşık 8 yıl öncesine kadar Türk Ceza Kanunu’nda  ‘’cinsel taciz’’ diye bir suç yoktu. Türk Ceza Kanunu’nda kadına yönelik şiddeti düzenleyen bölümün genel başlığı ise ‘’Genel Ahlak ve Aileye Karşı Cürümler.’’ Genel ahlakından mı tutayım, kadının yine aile olarak va-rolmasından mı tutayım? Ahlak de-diğiniz nedir ki? Kadına yönelik her türlü şiddetin altında da bu yatmı-yor mu? Günah saydığınız hazzın, meyveleri bunlar. Kadın; aile, bacı, ana haricinde salt ‘’kadın’’ olarak var olamıyor mu sizin kanunlarınızda? Bu kutsanmış ailenizden çıkmıyor mu en çok ensest, tecavüz, şiddet? 

Genel ahlakınızı başınıza çalın! Va-jina denmesinden utanan, tecavüz davalarının sonuçlarından utanma-yanlar; caydırıcı olmayan, ödüllen-dirici sayılabilecek hükümlerinizle suç ortağısınız! 26 kişinin tecavü-zünden dolayı, oturabilmek için 4 kez ameliyat olan kız çocuğunun öfkesi kavuracak sizi! 27. tecavüzcü! Evet, sen! Devlet! Üzgün olmaktan-sa öfkeli olmayı yeğliyoruz. 

Kadınları tehdit etmek ve gözdağı vermek cinsel şiddettir. “Hayır” cevabını dinlememek cinsel şiddet-tir. Fiziksel güç kullanmak ve buna yönelik tehditte bulunmak cinsel şiddettir. Kadınlar, bu bizim bireysel dramımız değildir. Kadın cinayetleri ve tecavüzleri politiktir!

Beden bir iktidar alanıysa direnişin de alanıdır!

Üzgün değil, öfkeliyizBu yazıda kadınların adları iki harfe indirgenmeye-cek, magazinsel bir mağduriyet edebiyatı yapılmaya-cak, taciz ve tecavüze uğrayanlar fetiş nesnesi haline getirilmeyecek.

Sultan Keleş

Kadın; aile, bacı, ana haricinde salt ‘’kadın’’

olarak var olamıyor mu sizin kanunlarınızda? Bu kutsanmış aileniz-

den çıkmıyor mu en çok ensest, tecavüz, şiddet? 

Page 22: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 22

Emek

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Kasım ayında en az yüz yirmi sekiz işçinin iş cinayeti sonu-cu hayatını kaybettiğini açıkladı. 2012 yılında en az sekiz yüz yetmiş sekiz işçinin hayatını kaybettiği iş cinayetlerinde, 2013 yılının on bir aylık döneminde en az bin yüz kırk beş işçi ölümü yaşandı. Sermayenin Hegemonyasında Kırılma : “İş kazası”ndan İş cinayetineİş cinayetleri karşı verilen mücade-lede, sermayenin dilinden ve bilin-cinden üretilen “iş kazası” söylemi-nin ve beraberinde sorumluluğun “kadere” yüklendiği yaklaşımının karşısına “iş cinayeti” kavramsallaş-tırılmasının yerleştirilmesi önemli bir mevziydi. Artık yaşanan kaza değil cinayetti. Yaşanan ölümler; sorumluluğun kimsede olmadığı, kaderin kötü bir oyunu değil; ser-maye sahibinin kar hırsının sonucu sergilediği iradi davranışlarının sonucuydu. İşçi sınıfında ve tüm toplumun bilincinde hakimiyet kurmuş olan sermaye tarafından ya-ratılan bu hegemonyada bir kırılma yaşanmış oldu.Rakamların Söylediği ve Söyleyemedikleriİş cinayetlerinde hayatını kaybe-den ve yaralanan işçilerin adları ve

sayıları da uzun yıllar görünmez kılındı. Çalışanların güvenli çalışma hakkını sağlamakla yükümlü hü-kümetler tarafından bu istatistikler sağlıklı bir şekilde oluşturulmadı. Meslek ve emek örgütleri ve gönüllü farklı meslek gruplarından bireyle-rin oluşturduğu İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, iş cinayetle-rinin görünür kılınmasını sağlaya-cak çok anlamlı bir çalışma yürütü-yor. İş cinayetlerinin, basından ve emek örgütleri üzerinden kayıtları-nı tutarak; iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerini adlarını ve sayılarını açıklıyor. Bu sayılar bize çok şey söylüyor. Türkiye kapitalizminin nasıl geliştiğini, ekonomik büyüme-nin nasıl sağlandığını, sermayenin başarı öykülerinin arkasında yatan ölü işçi bedenlerini görebiliyoruz iş cinayetleri istatistiklerinde. Her ay onlarca, her yıl yüzlerce insanın öldüğünü öğreniyoruz bu rapor-lardan. Ancak her istatistik gibi iş cinayetleri de soğuk ve öznellikten arınmış duruyor karşımızda. Peki kim bu yüzlerce ölen canlar. Hika-yeleri, hayalleri, umutları, umut-suzlukları, sessiz ölüm çığlıkları duyulmayı , dokunulmayı bekliyor. Bu öznel hikayeler sanatın, ede-biyatın, bilimin ve kamuoyunun gündemine girebildikçe rakamların soğuk dünyasında salt birer sayı olarak kalmaktan çıkabilecektir.İş Cinayetleri Üzerinden Türkiye Kapitalizmine ve Çalışma İlişkile-rine Bakmaya Çalışmak İş cinayetlerinin, sermayenin daha fazla artı değer arzusunun bir sonu-cu olarak; artan ve hızlanan üretime paralel olarak arttığını görüyoruz.

Sermaye birikiminin yoğunlaştı-ğı sektörler, iş cinayetlerinin de en fazla işlendiği sektörler olarak yansıyor.Kasım ayı içinde otuz bir inşaat işçisi hayatını kaybetti. Kentsel dö-nüşümle birlikte dev bir şantiyeye çevrilen kentlerde süren inşaatlarla ile birlikte Türkiye kapitalizminin önemli sektörlerinden biri inşaat sektörü. Kentsel dönüşüme karşı eleştirel yaklaşımlar tarafında bile çoğu zaman görülmeyen, büyüyen sektörün artı değerinin arkasında her daim güvencesiz ve karın toklu-ğuna çalışan inşaat işçileri.Bu ay on yedi tekstil işçisi iş cina-yetleri sonucu hayatını kaybetti.. Uzun yılardır, ucuz ve güvencesiz çalışma koşulları Türkiye’de tekstil sektöründe önemli bir sermaye biri-kimi sağlanmasına yol açmaktadır. Güvencesiz istihdamın en yoğun ol-duğu tekstil sektöründe milyonlarca işçi iş güvencesi olmadan çalışmaya devam ediyor.Sekiz yıldır ataması yapılmayan otuz üç yaşındaki öğretmen Alim Koç, Aydın’da intihar etti. Alim, siyasi iktidar tarafından eğitimin metalaşması ve kamunun tasfiyesi

politikalarının bir kurbanı. Atama-sı yapılmadığı için intihar ederek hayatını kaybeden otuz yedinci öğretmen. On binlerce öğretmen ataması yapılmadığı için umutsuz-luk ve çaresizlik kıskacında yaşamı-na devam ediyor.13 Kasım’da ev işçisi Rukiye Şimşek, çalıştığı evde cama silerken düşe-rek hayatını kaybetti. Yüz binlerce kadın, kayıtsız ve sigortasız olarak ev işçiliğine devam ediyor.Dördü Suriyeli biri Çinli, beş göç-men işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Kayıtsız ve sigortasız en ağır işlerde çalışan göçmen işçiler Türkiye’de çalışma ilişkilerinin önemli bir görünümü olmayı sürdürüyor. Her geçen gün sayısı artan göçmen işçiler en güvencesiz işlerin en ucuz emek gücü olmayı sürdürüyor.Makinalar çalışıyor, üretim devam ediyor, hizmet sektörü gelişiyor. Türkiye ekonomisi büyüyor. Önü-müzdeki aylarda açıklanacak yeni raporlarda yeni işçi ölümlerinin olacağını herkes önceden biliyor, öngörüyor. Bilinmeyen tek şey adların kim olacağı, “kaderin” kime “oyun biti” diyeceği olsa gerek.

Türkiye’de iç savaş sürüyor

İş cinayetlerinin, sermayenin daha fazla artı değer arzusunun bir sonucu olarak; artan ve hızlanan

üretime paralel olarak arttığını görüyoruz. Sermaye birikiminin yoğunlaştığı sektörler, iş cinayetlerinin de en fazla işlendiği

sektörler olarak yansıyor.

Kasım ayında en az 128 işçi çalışırken hayatını kaybetti

Eser Sandıkçı

Ocak 84Şubat 61Mart 74Nisan 74Mayıs 115Haziran 105Temmuz 120Ağustos 148Eylül 127Ekim 109Kasım 128

Kayda Geçen İşçi Ölümü

Page 23: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

23

Emek

Siy

ase

t

2013 direniş ve mücadeleler yönünden zengin bir yıl oldu

Sermayenin son yıllarda uygula-makta olduğu yeni birikim rejimi üretim ve istihdamda köklü deği-şimlere neden oldu. Üretim süreç-leri çeşitli biçimlerde parçalanarak büyük işletmeler küçük birimlere ayrıştırılırken iş gücünün nicelik ve niteliğinde önemli değişimler yaşandı. Dünya ölçeğindeki büyük proleterleşme dalgası ile birlikte sayılarında hızla artış gözlenen işçilerin örgütlülük düzeyinde ise düşüşler yaşandı. Kuralsız ve esnek çalışmanın yaygınlaşması ile bera-ber artan taşeronlaşma örgütsüzlü-ğü ve sınıfın dağınıklığını arttırdı.

Tüm bu dağınıklığa rağmen işçiler örgütlenmeyi ve mücadele etmeyi sürdürüyorlar. 2013 yılı işçi ey-lemleri açısından sendikalaşma mücadelelerine, işten atılmalara ve taşeronlaştırmaya karşı dire-nişlere sahiplik yaptı. İstanbul ve Dersim’de enerji işçileri direnerek kazandılar. Sağlık işçilerinin taşeron şirketlere karşı kazandıkları ka-zanımlar bunları takip etti. Metal işkolunda örgütlenme deneyim ve eğilimlerinde ciddi artışlar ve kıpırdanmalar gözlendi. Maden iş kolunda iş kazaları ve taşerona karşı çeşitli eylemler yaşandı. Leroy Merlin, Şişecam, Pakmaya, Kazova, Rozateks, Hey Tekstil, Togo, Feniş, UPS, DHL, Punto, Sanpa, Antep tekstil ve Mersin liman işçilerinin direnişleri önemli değerler ve izler bıraktı. Metal iş kolunda grup toplu sözleşmelerine, MESS’e ve Türk Metal’e karşı başlatılan Bur-sa Bosch’tan Eskişehir Arçelik’e, Otakar ve Renault işçilerine kadar uzanan direniş öyküleri öne çıktı. Uzun süredir devam eden THY işçilerinin grevi ve adını zikredeme-yeceğimiz onlarca iş yeri direnişi... Tüm bunlar 2013’ün işçi eylem-leri yönünden zengin geçtiğinin kanıtlarıdır. Ancak bu kadar yaygın ve binlerce işçinin katıldığı eylem-lere sendikal hareketin geleceği ve sınıf hareketinin genel çıkarları açısından bakıldığında durum aynı zenginliği taşımakta mıdır?

Sınıfın yeniden kuruluşu bir zorunluluktur

Fordist dönemin çalışma koşulla-rına göre oluşmuş sendikal yapılar gerek örgütlenme gerekse mücadele biçimleri olarak kendilerini yeni sürece uyarlayamamış, sermayenin azgın saldırıları karşısında ya güç güven kaybına uğramış ya da ser-

mayenin politikalarıyla bütünleşme yolunu seçmişlerdir. Sendikalara duyulan güvensizlik de işçi sınıfı-nın yeni bileşiminin büyük ölçüde örgütsüz ve dağınık durmasına yol açmakta.

Resmi rakamlara göre sendikalaş-ma oranı %8.8’lere kadar düşmüş. Gerçekte ise bu rakam %4-5 civa-rında. Durum bu hale gelmişken; örgütlü küçük bir azınlığın sendikal hakları üzerinden koca bir sınıfın örgütlenmesi sağlanamaz. Büyük çoğunluğun vereceği kapsamlı mücadele kazanılmış hakları da perçinleyecektir. Eski kazanımların korunmasını da içeren, döneme ve koşullara denk düşen örgütlenme ve mücadelerle dağınık ana gövdeyi birleştirmeliyiz.

Bu hedeflere sadece mevcut sen-dikalar içerisinde verilecek müca-delerle ulaşılamaz. Yeni araçlara ve mücadele yöntemlerine ihtiyaç var. Bu nedenle İşçi Hakları Derneği, Dayanışma Sendikası türünden örgütlenmeler desteklenebilir. Sen-dikalar daha ileri yapılar olmasına rağmen bugünün geçiş koşullarında hem içeriden hem dışarıdan yeni araçları denemek ve kullanmak mecburiyeti var. Önümüzdeki mü-cadele sendikal yapıların iyileştirilip düzeltilmesi kapsamında ele alına-maz. Tam tersine sendikal yapıların yeniden inşası hedeflenmeli. Bu ise yeni bir örgütlenme ve mücadele tarzı ile mümkün olacaktır.

İşçi hareketinin ufku ekonomik ve demokratik haklarla yetinemez. Sı-nıf hareketi için sendikal ve siyasal mücadele ayrımını ortadan kaldır-mak gerekiyor. Siyasal iktidarın fethini de ön gören bir mücadele perspektifi ile sınıfın yeniden kuru-luşu sağlanabilir.

Tek tek iş yerlerinde koşulların zor-laması ile peş peşe gelişen direniş-lerin sınıfın daha örgütlü bir yapıya ulaşmasında mutlaka olumlu etki-leri olacaktır. Bu gün için önemli olan sınıfın bir bütün olarak mevcut dağınık ve moralsiz halinden çıkıp adım atabilen ileriye doğru ham-le yapan bir değişim ve dönüşüm momentini yakalayabilmesidir. Bu konuda DİSK, KESK gibi sendika-lara da yeni bir emek hareketinin yaratılması hedefinde iş düşerken, hiç kuşkusuz sınıfla bütünleşme arzusunda olan tüm sosyalistlerinde bu alandaki faaliyelerini daha görü-nür ve organize haline getirmeleri gerekmektedir.

2014 seçimleri ve işçi hareketi

Önümüzdeki seçimler dönemi sınıfın geri unsurlarını dahil hızla bilinçlenip aktifleşebileceği ortam-ları hazırlayacaktır. HDK-HDP ekseni özellikle işçi sınıfının yoğun olduğu metropollerde çalışmalarını emeğin sorunlarını öne alan bir noktadan yürütebilirse, işçiler için kaynaşma ve bütünleşme daha hızla gerçekleşebilir. Kürt ve Türk işçile-

rin mücadele birliğinin sağlanması halkların kurtuluşu yolunda önemli bir aşama oluşturacaktır.

İrtifa kaybetmeye başlayan AKP işçi sınıfının kazanımları açısından son kale durumunda olan kıdem tazminatını fona devretme hesapla-rı yapmakta. Ama yanlış hesap bu sefer Bağdat’tan değil işçi sınıfının mücadelesinden, tüm demokrasi ve sosyalizm güçleriyle kurulacak barikattan, sokaklardan, eylem alanlarından dönecektir. Kim bilir belki de bu direniş birleşik bir işçi hareketinin yeniden kurluşunun ilk adımları oluverir. O halde görev başına.

M. Ali Karabekmez

HDK-HDP ekseni özellikle işçi sınıfının yoğun olduğu metro-

pollerde çalışmalarını emeğin sorunlarını

öne alan bir noktadan yürütebilirse, işçiler

için kaynaşma ve bütünleşme daha hızla

gerçekleşebilir.

İşçiler öfke biriktiriyor

Page 24: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 24

Emek

Ambar işçileri tazminat için iş bıraktı

DİSK Nakliyat-İş Sendikası üyesi ambar işçileri kıdem tazminatının gaspedilmek istenmesini 2 saatlik iş bırakma eylemi yaparak protesto ettiler. Topkapı Nakliyeciler Sitesi’nde yürüyüş yapan işçiler 2 saatlik iş bırakmanın uyarı olduğunu dile getirdiler.

Cavo Otomotiv’de sendika düşmanlığı

Gebze’de otomobil ye-dek parçaları üreten Cavo Otomotiv’de örgütlenme çalışması yürüten Birleşik Metal-İş’in yetki başvuru-sunun hemen ardından 7 işçi işten atıldı. Atılan 7 işçi fabrika kapısında direnişe geçti. Diğer işçiler giriş çıkış-larda dayanışmayı sürdürürken, fazla mesailere kalmama eylemi yapıyorlar.

Cam Elyaf ’ta dayanışma eylemi

Gebze Çayırova’da bulunan Cam Elyaf fabrikasında iş hasta-lığı gerekçesi ile rapor alan bir işçi işten atıldı. Bu tutumu pro-testo eden Cam Elyaf işçileri bir yürüyüşle fabrika önünde basın

açıklaması yaptılar. Patron için hastalanıyoruz, hastala-nınca atılıyoruz diyen işçiler arkadaşlarının geri alınma-sını ve iş yeri çalışma koşullarının düzeltilmesini talep ettiler.

Kasım ayında 128 iş cinayeti işlendi

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Gü-venliği Meclisi’nin açıkladığı, Kasım ayı iş cinayetleri raporu-na göre Kasım ayında en az 128 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Kar hırsı ile gelen kuralsız ve güvensiz üretim nedeniyle yaşanan iş cinayetleri katliam boyutlarına ulaşıyor. Aralık ayının ilk haftasında ise 18 işçi yaşamını yitirdi.

Hava-İş Sendikası’nda AKP Dönemi

Hava-İş Sendikası THY işçilerinin içinde bulundukları grev sürecinde girdiği 27. Genel Kurul’u gerçek-leşti. Genel Kurulda, 24 yıldır sendika baş-kanlığını sürdüren Atilay Ayçin ve ekibi seçimi kaybe-derken, AKP ve THY yönetiminin desteklediği Reform Hareketi’nin adayı Ali Kemal Tatlıbal kazandı. Ali Kemal Tatlıbal, 305 THY işçisinin işten çıkarılması sürecinde mahkemede işçiler aleyhine tanıklık etmiş birisi olarak tanınıyor. Genel Kurul sürecinde işveren baskıları had safhaya çıktı.

Birleşik Metal-İş, Asil Çelik’te grev kararı aldı

Birleşik Metal-İş Sendikası Bur-sa Şubesi ile Asil Çelik yönetimi arasında sürmekte olan toplu sözleşme görüşmelerinde an-laşmazlık nedeniyle uyuşmazlık zaptının tutulmasının ardından grev kararı alındı. Anlaşma olmaması halinde 60 günlük süre zarfında sendikanın grev kararını uygulamaya koyması gerekiyor. Asil Çelik’te 2008 yı-lında da anlaşmazlık nedeniyle 1 yıl süren bir grev yaşanmıştı.

13 Kasım’dan bu yana işlerine geri dönmek için direnen taşeron enerji direnişçileri, 9 Aralık günü BEDAŞ önünde direniş çadırı kurdu. DİSK Enerji-Sen’e üye oldukları için işten atılan enerji işçileri yoğun eylemli bir süreçle direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler, 13 Kasım’da BEDAŞ Genel Müdürlüğü’ne pan-kart asma, 14 Kasım’da yine Genel Müdürlük önünde kitlesel basın açıklaması, 22 Kasım’da Enerji ve Ekonomi Z irvesi’nde protesto, 3 Aralık’ta Galata Kulesi’nde Yatağan İşçile-rinin Direnişine destek veren bir pankart asma, 5 Aralık’ta Çırağan Sarayı’nda düzen-lenen Enerji Forumu’nda protesto eylemleri-ne imza attılar.

Sendikal haklarını kullanmak istedikleri için 11 Kasımda işten atılan Hacettepe Hastanesi işçilerinin direnişi devam ediyor. Taşeron şirketin dayattığı düşük ücret, sağlıksız ça-lışma şartları ve angaryalara karşı Devrimci Sağlık İş sendikasında örgütlenen işçilere üniversite yönetimi ve taşeron firma tarafın-dan defalarca güvenlikçiler eliyle saldırılar yaptırıldı. İşçilerin hastane bahçesindeki direnişleri devam ediyor.

TEK Gıda-İş Sendikası Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu Ülker fabrika-sı önünde basın açıklaması düzenleyerek Ülker’de yetkili sendika olan Öz Gıda-İş’in işçilerin değil işverenin haklarını savunan bir sendika olduğunu söyledi. Ülker işçilerine Tek Gıda-İş’e üye olma çağrısında bulunan sendika yöneticileri örgütlenme çalışmala-rını yükselteceklerini dile getirirken Ülker’i uyardılar ve işçilerin tercihlerine saygı duya-rak sendika seçimi referandumu yapılmasını talep ettiler.

BEDAŞ İşçisi Direniş Çadırını Kurdu

Hacettepe işçisi direnişi sürdürüyor

Tek Gıda-İş’ten Ülker’e UyarıAile Hekimleri İş Bıraktı

Angaryaya, düşük ücretlere ve çalışma koşullarında-ki olumsuzluklara dikkat çekmek isteyen aile hekim-leri çıkarılmak istenen torba yasa ile mevcut durumları-nın daha da kötüleşeceğini belirterek 4 Aralık günü iş başı yapmadılar. Çeşitli illerde yapılan eylemlerde sağlığın piyasalaştırılması ve

sağlık emekçilerinin köleleştirilmesine hayır dendi. Aile hekimlerinin eylemlerine diğer sağlık meslek örgütleri ve sendikalarda destek verdi.

Page 25: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

25

Emek

Siy

ase

t

İşçilerin Ali Hoca’sı, DİSK Deri İş Sendikası Başkanı Nusret Yılmaz’ı ölümünün 17 yılında anarken, kaderini işçi sınıfıyla birleştiren her devrimciye örnek olan yaşamından söz etmeden geçilemez. Bu belki de, sosyalist hareket içinde bile işçi sınıfının varlığına ve devrim süreç-lerindeki önemine dair kuşkuların yayıldığı, devrimci örgüt fikrinin erozyona uğratıldığı günümüzde çok daha önemli hale gelmiştir. Özellikle genç sosyalistlerin Ali Hoca’nın yaşamından öğreneceği çok şey var.

Nusret Yılmaz, sosyalizmle 1970’li yılların başlarında, 12 Mart faşiz-minin karanlığında tanışır ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yolundan yürümeye başlar. 70’li yılların ortalarına kadar Bursa’da öğrencilik yaptığı yıllarda, öğrencilikten çok fabrikalarda, tabakhanelerde, işçi mahallelerinde faaliyet gösterir. Sa-dece işçi hareketine destek vermekle kalmaz, siyasal örgütlenmeyi de yürütür. Nusret Yılmaz daha sonra da Çukurova bölgesinde bu faaliye-tini sürdürecektir. (SYKP’nin bugün bölgedeki örgütlülüğü, biraz da onun attığı tohumların ürünüdür.)

12 Eylül faşizmi işçi sınıfının her türlü örgütlenmesine ve devrimci/sosyalist hareketlere saldırdığın-da, Nusret Yılmaz (daha sonra Zeytinburnu’nda katledilen) DİSK Deri-İş Başkanı Kenan Budak ile birlikte yer altı sendikalarını kur-maya ve yürütmeye çalışmaktadır. Fabrika fabrika, ev ev örgütlenme faaliyeti yürütür. Artık “İşçilerin Ali Hocası”dır. 12 Eylül’ün kapattığı DİSK sendikaları yeniden açılırken

Yılmaz da Deri-İş Sendikası başkan-lığına seçilir. Son nefesini verene kadar işçi sınıfının mücadelesine ve sosyalizme tereddütsüzce bağlı bir

yaşam sürer.

Nusret Yılmaz bir öğretmendir. Öğretmenliğin bir toplumsal statüye

sahip olduğu, düzenli ve “iyice” bir gelir sağladığı dönemlerde, bu mesleği terk edip kendisini işçi sınıfının mücadelesine adamış, “sınıf intiharı”nı gerçekleştirmiş bir komünisttir. İşçilerle oturup kalkan, onların fakirhanelerinde yaşayan, yoksul sofralarını paylaşan, işçi sınıfının “organik aydını”dır o. Bir aydın olarak işçileşmeyi seçmiş, işçilerin de aydınlaşması için çaba göstermiştir.

Nusret Hoca genç, öğrenci, küçük burjuva kökenli yoldaşlarına daima düzenden kopuşmak, sosyalist bilinçlerinde berraklaşma sağlamak için fabrikalarda çalışmayı, sınıfla ilişkilenmeyi, işçilerle dostluk kur-mayı öğütledi.

Nusret Yılmaz, sadece işçilerle ilişki kurmak, onların örgütlenmesine ve mücadelesine yardımcı olmakta mahir değildi; aynı zamanda o işçi sınıfının ideolojik-politik mücadele-si ve devrim olmadan nihai kurtu-luşun olamayacağına olan inancını kendi pratiğiyle yaşama geçiriyordu. Daima Partili mücadeleyi savundu ve buna uygun biçimde yaşadı.

İyi bir örgütçüydü. Hangi alan olursa olsun, girdiği her yerden bir örgütlenme yaratarak çıkıyordu. 12 Eylül’ün işkencelerin, cinayetlerin, toplumu boğan baskıların en yoğun olduğu dönemlerinde, Türkiye’de kalıp bire bir işçi ve Parti örgüt-lenmesini yürütmeyi seçti. İşçiler ve örgütlü yoldaşları için insan ilişkilerindeki sabrı, mütevazılığı, sevgisi ve sarsılmaz inancıyla daima iyimserlik ve moral kaynağı oldu.

Komünist işçi önderi Nusret Yılmaz’ın devrimci yaşamı hepimize örnek olsun.

Nusret Yılmaz, “sınıf intiharı”nı gerçekleştirmiş bir komünisttir. İşçilerle oturup kalkan, onların fakirhanelerinde yaşayan, yoksul sofralarını paylaşan, işçi sınıfının “organik aydını”dır o.

Bir aydın olarak işçileşmeyi seçmiş, işçilerin de aydınlaşması için çaba göstermiştir

Kaderini işçilerle birleştiren bir aydınİsmail Şahin

İşçilerin Ali Hocası Nusret Yılmaz mücadelemizde yaşıyor

Muğla’da bulunan Kemerköy, Yeniköy ve Yatağan Termik Santralleri ile kömür ocaklarının özelleş-tirme kapsamına alınmasının ardından santral işçilerinin direnişi devam ediyor.Fabrika önünde kurdukları direniş çadırında nöbet tutmaya devam eden işçiler, ilk olarak özelleştirmeye karşı 50bin imza toplamışlar, daha sonra Muğla’dan Ankara’ya yürümüşlerdi. 30 Kasım’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın

Muğla ve Milas’ta açılışlar yapmak için şehre gel-diği süreçte ise, protestolara karşı Muğla Valiliği Sıkıyönetim kararı almış, işçilerin eylemlerine polis saldırıları yoğunlaşmıştı. Ancak bütün bu baskılar direnişini kıramadı.Dönüşümlü olarak açlık grevine başlayan işçiler, fabrikalarını sattırmayacaklarını, özelleştirme kararı geri alınıncaya kadar eylemlerinin farklı boyutlarda süreceğini belirtiyor.

Yatağan İşçileri Özelleştirmeye Direniyor

Page 26: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 26

Sağlık

AKP’nin uygulamaya koyduğu şehir hastanelerini çok sayıda başlık altın-da değerlendirmek mümkündür. Bu yazıda şehir hastaneleri emekçiler ve sağlık emekçileri perspektifi ile ele alınacaktır.

Şehir hastaneleri devlet, özel sektör ve yurttaş üçlüsünün “kazan-ka-zan-kazan” projesi olarak tanıtılı-yor. Devletin tarafsız, sınıflar üstü olmadığı, kapitalist bir sınıfın uzun vadeli çıkarları ile mükellef bir yapı olduğu akılda tutulduğunda, serma-ye ve emekçiler açısından “kazan-kazan”ın geçerli olamayacağını, ciddi bir çarpıtmanın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte sıkıntılı olan tüm diğer sağlık alanında yapı-lan reformlarda karşımıza çıkan emekçilerin memnuniyetlerinin yüksekliği… Reformlarla birlikte sağlık hizmeti kullanımının artma-sı, tanı ve tedavi için yapılan işlem çeşitliliği ve erişilebilirliğin artması, sağlık hizmet üretiminin hızının artmasına bağlı bekleme sürele-rinde azalma bu memnuniyette rol oynuyor. Memnuniyetle birlikte bir türlü hastanelerden çıkılamaması, hasta olsa da olmasa da ilaç kullan-maya devam etme, şifa bulamama, hastanelere ve hekimlere güvensizlik nedeniyle daha fazla ve daha çeşitli klinik ve sağlık çalışanına başvurma gibi yeni güncel sorunlar kafaları karıştırmaktadır.

Sağlık alanına yapılan teknoloji yatırımlarının (tanı, tedavi ve oto-masyon süreçleri) artışı ve çalıştır-ma rejiminde performansa dayalı ücretlendirme ile üretim hızının yükselmesi nedeniyle hastaneler daha çok hastaya hizmet verir (has-talar daha çok bekler) hale gelmiştir. Sağlık algısı çarpıtılmış, biyolojik nedenler daha fazla öne çıkmış-tır. Aşırı uzmanlaşma ile kişilerin vücutları parçalanmış, organ, doku, DNA düzeyinde sağlık tartışılır hale gelmiştir.

Savaş, küresel ısınma, işsizlik, yoksulluk, vahşi çalışma koşulları, olumsuz barınma koşulları, kötü beslenme vb sağlıksızlık üreten ko-şullar bir yana konulmuştur. Kişiler tıbba bağımlı hale getirilmiştir...

Amaç sağlık değil kâr

Tüm bunların şehir hastaneleri ile ne ilgisi var sorusu daha da anlamlı hale geliyor. Çünkü şehir hastane-leri ile devlet hastaneleri yıkılacak, yeniden inşa edilecek, en son tıbbi teknoloji ile yeniden donatılacak. Hastalar daha hızlı hizmet alsın diye golf arabaları, sağlık çalışanları daha hızlı hizmet üretsin diye gingerlerın bulunacağı, çok sayıda Hükümet, Sağlık Bakanlığı yetkilisi tarafın-dan müjdeleniyor. Yeni imar edilen bu görkemli tesisler yeniden hasta memnuniyetini ve hizmet kullanı-mını tetikleyecektir. Dahası yazılı ve görsel medya açık ve gizli mesajlarla bu kışkırtmaya, talep yaratmaya devam ediyor. Yatırımların karşı-lığını bulması (artı değer yaratma-sı) kişilerin (hasta olsun, sağlam olsun) daha sık sağlık kurumlarına başvurmalarına, daha sık tanı ve tedavi işlemi yaptırmalarına ve gelir getirdiği sürece hastanede bulunma-larına bağlı…

Tıp endüstrisi (tanı ve tedavi için donanım), bilgi teknolojileri (oto-

masyon programları için), sigorta-cılık/bankacık, hastanecilik, inşaat, otelcilik, destek hizmetler (yemek, güvenlik, temizlik vb) gibi sektör-ler yeni değerlenme alanları olarak şehir hastanelerine göz dikmiş durumdadır. Dizginlenemeyen kapi-talist üretim dürtüsü ile tıp endüst-risinin ürettiği tomografilerinin, ult-rasonografilerin; bilişim sektörünün bilgisayar ve yazılım programlarının satılması, bunları alan hastanelerin bu donanımları kullanması gerçek-leşmez ise bu sermaye grupları için kriz kapıdadır.

Sağlık emekçileri tehdit altında

Kazan-kazan söyleminde sağlık emekçilerine hiç yer verilmiyor. Kamu-Özel Ortaklığı (KOÖ) mo-deliyle yaşama geçirilecek olan şehir hastaneleri sağlık emekçileri için istihdam, gelir ve mekan güvence-sizliği, iş yoğunlaşması, parçalanma anlamına gelmektedir. Destek ve tıbbi destek hizmetleri, tıbbi hizmet-ler dışındaki hizmetler (bilgi işlem, temizlik, güvenlik, yemekhane, arşivleme vb), tıbbi hizmetler dışın-

daki alanların (otopark, restoran, kafeterya, konferans ve kültür mer-kezi, internet ve iletişim merkezi, yaşlı bakım evi, kreş, personel servisi vb) işletmesi, taşeron(lar)a verilebilecektir. Klinik hizmetlerin de taşeron(lar)a devredilmesi söz konusu… Üstelik yıllık değil, kalıcı; en az 25 yıl, 49 yıla kadar uzayabi-liyor…

İhale sürecinin tamamlanması ile kira ödemeleri başlamaktadır. Kira ödemesi mevcut hastanelerin döner sermayeleri ve Sağlık Bakanlığı’nın sorumluluğundadır. Gelir açısın-dan performans kıskacındaki sağlık çalışanları, kira geri ödemeleri için de daha yoğun çalışacaktır. Kira ödemesinin öncelikli kalem olması nedeniyle, sağlık çalışanlarının per-formanstan aldığı ücret her geçen gün azalma tehdidi altında olacaktır. Üstelik döner sermaye tarafından çalıştırılan sağlık emekçilerinin, hastanenin her zora girdiği dönem-de işten atılabileceğini İngiltere deneyimi göstermiştir. Toplulaşan hastaneler kompleksinde sağlık emekçilerinin nerde iş varsa oraya yönlendirilmeleri de mekan güven-cesizliği anlamı taşıyacaktır. Aynı zamanda çok sayıda farklı işverene bağlı sağlık emekçilerinin mücadele gücünün parçalanması da tehditler arasındadır. Şehir hastaneleri için dile getirilen “kazan-kazan” söyle-minde emekçilere ve sağlık emek-çilerine yer yoktur; aslolan sermaye ve sermayeye hizmet eden kapitalist devletin güncel çıkarlarıdır.

Şehir hastaneleri için dile getirilen “kazan-kazan” söyleminde emekçilere ve sağlık emekçilerine yer yok-tur; aslolan sermaye ve sermayeye hizmet eden kapi-

talist devletin güncel çıkarlarıdır.

Hastane değil kapitalist işletmeMehmet Zencir

Emekçiler açısından “Şehir Hastaneleri”

Page 27: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

27

Sağlık

Siy

ase

t

Tarihi bir yara derken, imparator-luk yıllarına kadar gitmeyeceğiz. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kısaca değinerek “Bugün neredeyiz, nereye gidiyoruz?” sorusuna cevap arayacağız.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında sağ-lıkta hizmetin sunumu, hizmeti verecek kadroların yetiştirilmesi, kurumların inşası, örgenlerin oluş-turulması konusunda devlet görevli kılınmıştı ve toplum sağlığı alanın-da önemli adımlar atılıyordu. Ne ki bu adımlar, benzer biçimde sağlıkta devletin görevli kılındığı SSCB ve gelişmiş ekonomiler ile kıyaslandı-ğında çok geride kalıyordu. Görevin ifasında bölgesel farklılıklar bir diğer olumsuzluğa işaret ediyordu (Kürdistan coğrafyasında belirgin-leşen farklılıklar).

Bununla birlikte özellikle Verem Savaş dispanserleri aracılığıyla yürütülen Verem Savaşı; Sıtma Sa-vaşı gibi konularda, toplum sağlığı alanında ciddi adımlar atıldı. Bütün bunlara rağmen, bebek ölüm hızı, anne sağlığı, aşı ile korunulabilir hastalıklar, temiz su kaynakları, gıda sağlığı, çevre sağlığı ve nihayet hasta bireylerin tedavisi ve rehabi-litasyonu alanında, hiçbir zaman gelişmiş ülkeler standardı yakalana-madı.

1980 ve sonrası: Yaranın büyümesi

12 Eylül askeri darbesi ile birlik-te devletin sağlık alanındaki rolü “görev”den düzenleyici-denetleyi-ciliğe doğru değişime uğradı ve bu

tarif anayasal düzenlemeler içinde yer aldı. Böylece sağlık vatandaş için bir “hak” olmaktan çıktı; çeşitli argümanlar kullanılarak satın alına-bilir ve alınması gereken bir emtia haline getirildi. Takip eden süreçte, meta’nın ekonomi politik zeminde-ki bütün unsurları sağlık yasaları ile düzenlendi.

1981 yılında sağlık yatırımları teşvik kapsamına alındı: Böylece kamu fonları özel sektöre aktarıl-mış; tedavi hizmetlerinde, “katkı payı” adı altında sağlık hizmetlerin-den para alınmasının temel taşları döşenmiştir.

1987 yılında çıkarılan Sağlık Hiz-metleri Temel Kanunu ile, kamu ve özel sağlık kuruluşlarına devle-tin aynı mesafede durması; kamu sağlık kuruluşlarının işletme haline getirilmesi; hizmetlerin sınıflandırı-lıp fiyatlandırılması; sağlık çalışan-larının sözleşmeli hale getirilmesi; sağlık çalışanlarının performansa dayalı olarak ücretlendirilmesi gibi meta ekonomisinin bütün unsur-larının -işletme, kârlılık, hizmet ve finansmanın birbirinden ayrılması- hukuki alt yapısı oluşturulmuştur. Genel Sağlık Sigortası (GSS), Özel Sağlık Sigortası, Ek Sigorta, Fak-Fuk-Fon, Yeşil Kart, katkı payı vb sağlık meta ekonomisinin mani-velaları olarak kullanılmıştır. 1992 yılında GSS Kanunu ile bu süreçte önemli bir adım atılmıştır.

1992-1993’te birinci basamak sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması argümanıyla Aile Hekimliği gün-deme getirilmiş, 1995-2000 yılları arsında SSK Hastaneleri gasp ve

tasfiye edilerek devlet hastanelerine bağlanmıştır.

Günümüz AKP iktidarına gelin-ceye kadar 12 Eylül faşist darbesi; ANAP hükümetleri; DYP, SHP, DSP, ANAP, MHP partilerinin oluşturduğu koalisyon hükümetleri günümüz sağlık sisteminin huku-ki alt yapısının hazırlanmasında üstlerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirdiler. SHP ve DSP’nin esasa ilişkin olmayan itirazları biraz zaman kaybına neden oldu, o kadar.

2002 ve sonrası: Yaranın derinleş-mesi

AKP’ye, piyasalaştırılmış sağlık sek-törü üzerinde birkaç rötuş yapmak düşüyordu. Kamu hastanelerinin işletme haline getirilmesi ve kamu-özel ortaklığı adı altında Şehir Has-tanelerinin büyük sermaye  grupla-rının işletmesine devredilmesi için çıkarılan birkaç yasa, yönetmelik, genelge tablonun tamamlanması için yetiyordu.

Şimdi artık kamu hastaneleri tam bir kapitalist işletme halindedir; tepede, olması gerektiği gibi CEO’su vardır. Sağlık emekçileri sözleş-melidir ve bu sözleşme 1 yıl için geçerlidir. 1 yılın sonunda perfor-mansından memnun olunmayan sağlık çalışanlarının sözleşmesi feshedilebilir. İşletme kârlı değilse, CEO ve mütevelli heyeti Bakanlık tarafından işten el çektirilebilir. Kârlı işletmeler özelleştirilebilir, kiralanabilir. Hizmet satın alan vatandaşların, bağlı olduğu sos-yal güvenlik  kurumunun yaptığı ödeme dışında yapacağı “ek öde-menin” miktarı, şimdilik Bakanlık-

Hükümet’çe belirleniyor ama ilerde muhtemelen CEO-mütevelli heyeti tarafından belirlenecek. Özel sektör sağlık kurumlarında ek ödemeler sürecin başında yüzde 0 iken bugün yüzde 197-200’lere gelmiş durum-da. Siyasi iktidar vatandaşa “GSS şemsiyesinin yetmeyeceğini “ ek sigorta yoluyla daha nitelikli sağlık hizmeti alabileceğini” söylüyor.

İlk anlaşmaları yapılan Şehir Hastaneleri süreci, sağlık alanında boy gösteren küçük-orta sermayeli özel sağlık kurumlarının çökmesi, sağlık alanının büyük tekel grupla-rına terk edilmesi ile sonlanacak bir süreçtir. Zaten bu alana yönelenler, uluslararası büyük sermaye ve yerli ortaklarıdır.

Sağlık: Tarihi bir yara

Ömer Güven

12 Eylül askeri darbe-si ile birlikte devletin sağlık alanındaki rolü “görev”den düzenleyici-denetleyiciliğe doğru değişime uğradı. Böy-lece sağlık, vatandaş için bir “hak” olmak-tan çıktı; AKP’ye ise piyasalaştırılmış sağlık sektörü üzerinde son rötuşları yapmak düştü.

İlk anlaşmaları yapı-lan Şehir Hastaneleri

süreci, sağlık alanında boy gösteren küçük-or-ta sermayeli özel sağlık kurumlarının çökmesi, sağlık alanının büyük

tekel gruplarına terk edilmesi ile sonlanacak

bir süreçtir. Zaten bu alana yönelenler, ulusla-rarası büyük sermaye ve

yerli ortaklarıdır.

Page 28: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 28

Gen

çlik

Gençlik, her zaman için toplum-sal ve siyasal devrimlerin, öncü akımların bir parçası olduğu kadar dinamik unsurudur da. Fizikte var olan potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştürme işlemi, top-lumsal yaşamda da benzer biçimde gerçekleşir. Fizikte bu işlem için bir enerji kaynağı gerekirken, toplum-sal ve siyasal devrimlerde hareketin sağlanması için bir enerji kaynağı-na, dinamik güçlere gerek vardır. Tarif edilen dinamik unsur, önce-likle gençliğin kendisidir. Gezi’de de hareketsizi hareketliye enerji katarak dönüştürenlerin büyük bir çoğunluğu gençlerdi. Fakat bu dina-mizm kendisini örgütlü mücadeleye akıtmadığı sürece, dönüştürücü gücünü maddi yaşamda gerçekliğe çeviremeyecek ve enerjisini boşa harcayacaktır.

Ezilenlerin ezenlere karşı vermiş olduğu mücadele, Türkiye’de Gezi ile birlikte yeniden parlamıştır. Bundan sonrası içinse Gezi farklı boyutlarıyla, farklı kulvarlardan, kendisini aramaya, kendisini ye-niden yaratmaya devam edecektir. Gezi Direnişinde kitleler pek çok yönden bir mücadele deneyimi ya-şadı ve devrimci yetenekler kazandı. Gezi’de milyonlarca insan ilk kez sokağa çıktı; devletle karşı karşıya geldi ve korkusunu yenerek direndi; Gezi Parkı’nda ve direniş alanların-

da komün ruhunu yaşadı; forum kültürünü ve doğrudan demok-rasiyi deneyimledi. Bütün bunlar, gelecekteki devrim ve kurulacak sosyalist dünya için kazanılmış mevzilerdir.

Dinamizm yetmez örgüt gerekir

Gezi atmosferi, Türkiye’de içinde bulunulan siyasal ve toplumsal durumu yansıtmaktadır. Gezi’de yer alan milyonların büyük bir çoğun-luğu örgütlü mücadelenin içeri-sinde yer almayan kitlelerdir. İşte tam da bu noktada salt dinamizm yetersizdir. Dinamizm kendisini örgütlü bir mücadeleyle ete kemiğe büründürmediği sürece, yaratılan atmosfer direniş de olsa, serhıldan da olsa, hareket belli bir noktadan sonra duracaktır. Gezi’de yer alan gençliğin çoğunluğu kampüslerden, liselerden gelmiştir. Örgütlü müca-delenin içerisine kendisini sevk et-memiş olan Gezi gençliğinin büyük bir kısmı bugün kampüslerde de, li-selerde de aynı durum içerisindedir. Gezi, örgütlü mücadelenin ihtiyacı ve kazanımları üzerinden, kendi hareketinin büyüklüğü ölçüsünde bir kırılma yaratamamıştır.

12 Eylül’ün ürünü olan YÖK, sadece gençliğin değil, toplumun dinamizmini de kurutmak amacıyla kurulmuş, üniversiteler üzerinde kurumsallaşmış olan bir yapıdır. Gençliğin dinamizminin örgütlü mücadeleye dönüşmesine ket vur-

mak, atıl kalmasını sağlamak için YÖK ve onun uzantıları çeşitli yönetmelikleriyle, yasalarıyla gençliğin karşısına çıkmaktadır. Son hazırlanan disiplin yönetmeliği de tam anlamıyla bunun içindir.

Forumlar tartışmakla yetinemez

Üniversitelerde gençliğin ve akade-misyenlerin akademik-demokratik sorunları, Gezi’nin mirası diyebile-ceğimiz forumlarda, üniversitenin özneleriyle birlikte tartışılmakta-dır. Fakat başlangıcından bu yana forumların zayıflığı ve yetersizliği kampüslerde gözlenen bir durum-dur. Forumların, kazanımlar sağla-ma noktasında atılımlar yapmadan kitleselleşmesini beklemek kendi-liğindenciliğe çıkan bir yaklaşım oluşturur. Forumlar; tartıştıkları ko-nular, yani üniversitenin sorunları üzerinden, kendi önlerine etkinlik-ler koymadan, direnişler, boykotlar örmeden, halihazırda bulunan kitleyle tartışmalara devam etmeleri halinde, bir süre sonra sönümlenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Sloganın kendisi kitleyi tarifler. Dün “Diren ODTÜ” sloganıyla mücadele eden kitle, talepleri üzerinden mü-cadele eden gençliktir. #direnkam-püs sloganları ile yaygınlaşacak bir direnişe ise kampüslerin ev sahipliği yapması pek uzak bir olasılık değil-dir. Bugün kampüslerde başlatılmış olan forumlarda üniversitelerin so-runlarını, YÖK ve YÖK’ün uzantı-larının üniversite bileşenlerini içine çektiği süreçleri tartışıp bunlara yönelik somut görevleri önüne koymayı önemsemek gerekir. Şimdi ihtiyacımız olan, üniversitelilerin akademik ve demokratik mücade-ledeki taleplerini duyuracak, alanın içerisinden çıkacak, kitlesel, ken-disini YÖK’ün karşısında konum-landıracak, gençliğin dinamizmini kendisinde toplayacak, alanın öz örgütünü kurmaktır. Bu ihtiyacı karşılayacak bir yapıyı, forumlara dayanarak hep birlikte yaratmak gençliğin akademik-demokratik mücadele hattında yeniden kuru-luşunu gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyayız.

Şimdi ihtiyacımız olan, üniversitelilerin akademik ve demokratik mücadeledeki taleplerini

duyuracak, alanın içerisinden çıkacak, kitlesel, kendisini YÖK’ün karşısında konumlandıracak,

gençliğin dinamizmini kendisinde toplayacak, alanın öz örgütünü kurmaktır.

Kamil Kıranta

Forumlardan öz örgüte

Forumlar; tartıştıkları konular, yani üniver-sitenin sorunları üze-rinden, kendi önlerine etkinlikler koymadan, direnişler, boykotlar örmeden, halihazır-da bulunan kitleyle tartışmalara devam etmeleri halinde, bir süre sonra sönümlen-me tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Sloganın kendisi kitleyi tarifler

Page 29: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

29

Gen

çlik

Siy

ase

t

Muhafazakarlığın kendine yaptırım gücü olarak seçtiği en temel yol-lardan biri de kadın cinselliğini ve gençleri, özellikle de genç kadınları kontrol altına almak. Bunu en gü-zel; aynı zihniyetten çıkan öğretil-mişliklerle, yani avucunun içinde bulundurduğu eğitim sistemiyle yapıyor. Son zamanlarda yaşadığı-mız “kızlı erkekli ev” tartışmaları, ortaöğretimdeki kılık kıyafet deği-şikliği, yemekhanelerin ayrılması ve daha birçok örnek eğitimde gelinen noktanın en güzel göstergesi.

Neresinden tutsak elimizde kalacak olan bu sistemin her türlü çürüğü-nü görmek, her geçen gün daha çok canımızı sıkmaya devam ediyor. Biz nefret ve namus cinayetlerinin durdurulması yönünde adımlar atılacağını umarken, kızlı-erkekli

öğrencilerin aynı evde kalmalarının “ahlaksızlık” olarak görüldüğünü ve bunun mümkün olamayacağını du-yuyoruz. Bu yönde yasal çalışmalara başlanacağı ve polisin görevlerin-den bir yenisinin de “ahlak bekçili-ği” olacağına şahit olarak…

Kimsenin namusu olmayacağız!

Erkek arkadaşlarıyla birlikte kalan tüm genç kadınları “ahlaksız” olarak fişlemekle kalmıyor, toplu-mun sosyal bağlarını da doğrudan zedeler nitelikte komşulara, öğ-rencileri ihbar etmeleri yönünde çağrıda bulunuyorlar, üstelik bunun uygulamasında da hiç gecikmeden. Manisa’da aynı evde bulunan 3 kız, 2 erkek öğrencinin evlerinin kapısı bir gece saat 01.30’da çalıyor ve her birine 88 lira ceza kesiliyor. Kom-şulardan çok ses yapıldığına dair şikayet aldıklarını bildiren polisler nedense ses için geldikleri evde öğrencilerin kaç kişi kaldığını, kızlı erkekli mi yaşadıklarını sormaktan da geri kalmıyor.

Oysa ki; son 5 yılda 6198 kadın öldürüldü, 4463 kadına tecavüz edildi, 9724 çocuk tacize uğradı. Ve hiçbiri denetlenmek isteyen o evlerde olmadı.

Hemen hemen aynı zamanlarda Isparta’nın Ahmet Melih Doğan Anadolu Lisesi’nde yemekhanenin kızlı-erkekli bölümlerinin paravanla ayrıldığı haberini de alıyoruz. Bu liseyi ise daha önce kız ve erkek öğrencilerin yemekhane saatlerini ayırmasından hatırlıyorduk. Daha ilk haberin sinir buhranından

çıkamamışken biz, araya paravan çekerek daha da ileri gitmeyi başarı-yorlar.

Bu gücü, hakim ideolojiden aldık-ları öylesine belli ki. Meclis Başkanı ve AKP Kayseri Milletvekili Sadık Yakut, Meclis’te toplanan 14. Ulusal Çocuk Forumu’nda karma eğitimi kaldırmaya yönelik çalışmalar yap-tıklarını zaten açıkladı: “Maalesef şimdiye kadar kız ve erkek öğren-cilere birlikte eğitim yaptırılmasını büyük bir yanlışlık olarak değer-lendiriyorum. İnşallah bu yanlış önümüzdeki dönem içinde düzelti-lecek” dedi. Elbette ki bu söylemler “Devlet, dini bir siyaset mi izliyor?” sorusunu yeniden gündemimize getirdi. Bu sırada karma yurtların-dan yüzde 75’inin erkek ya da kadın yurtlarına çevrilmiş olması, çok da yanlış düşünmediğimizi kanıtlar gibi.

Liselerde kadın olmak

Ama şaşırmamak gerek. Ortaöğre-timde ergenlik dönemini yaşayan kız çocuklarının “namusu” artık sadece babalarının koruması altın-da değil, aynı zamanda öğretmen ve idarecilerin de koruması altındadır.

Kılık kıyafet yönetmeliğinde atı-lan her adım, getirilen her kural namusun da ölçütüdür artık. İster tektipleştiren formalar olsun, ister serbest kıyafet gelsin; her ikisin-de de hesaplanan milimetrik etek boyu, giyilen tişörtün darlığı, pan-tolonun vücut hatlarını ne kadar ortaya çıkardığı, bunların hepsi kız öğrencilerin namusunu koruma adı

altında meşrulaştırılır. Bu sebepten-dir ki kılık kıyafet yönetmeliğindeki her değişiklikte konuşulan tek taraf kadınlar olmuştur. Hal böyle olun-ca, öncesinde namusunu koruyan idareciler ve onların mevcut zihni-yeti, üniversitede de ev arkadaşın için söz söyleme hakkını kendinde bulur. Evinde erkek arkadaşıyla yaşayan her genç kadına “ahlaksız” diyebilir mesela.

Bu ülkede kadın olmak çok zor. Ders kitaplarında kullanılan resimlerden, verilen örneklerden, sınıf içi görev dağılımından, ma-tematik-fizik gibi sayısal derslerin büyük çoğunluğunda geçen erkek isimlerinden başlayarak öğretilen cinsiyetçilik; işte böyle daha son-ra hayatımızın her alanına kirini sıçratıyor. Oysa biz; karşı cinsimize, bedenimize, duygularımıza uzak olarak büyüyüp, hastalıklı ruhlara sahip olmak istemiyoruz.

Cinsiyetçi eğitimin karşısında du-ruyoruz.

Komşulardan çok ses yapıldığına dair şikayet aldıklarını bildiren polisler nedense ses için geldikleri evde öğren-cilerin kaç kişi kaldı-ğını, kızlı erkekli mi yaşadıklarını sormak-tan da geri kalmıyor.

Son 5 yılda 6198 kadın öldürüldü, 4463

kadına tecavüz edildi, 9724 çocuk

tacize uğradı. Ve hiçbiri denetlenmek

istenen o evlerde olmadı.

Kadın olmak okulda da zorDeniz Tunçel

Page 30: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 30

Ekol

oji

Siyaset: Tarım, endüstriyle birlikte nasıl dönüştü ve Türkiye’de bu dö-nüşüm nasıl yaşandı?

Abdullah Aysu: Tarım, tohumla başlamıştır; uygarlık da tarımla. Ta-rımın ortaya çıkışı esasında ekoloji-ye bir müdahaledir. Toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş sonrasında ise hayvanların evcilleştirilmesi süreci yaşandı. Hayvanlar evcilleştirilerek toplumsal bir varlık haline dönüş-tüler. Evcilleştirilmeleriyle birlikte yakın zamana kadar hayvanların bir taraftan ekolojiyle bir taraftan da insanlarla bağları devam etti. Öz-gürce meralarda otlayan hayvan-larla insanlar arasında bir alışveriş gelişti. O dönemlerde bu alışverişe dışarıdan herhangi bir kimyasalla müdahale edilmediği için, doğayla uyumlu halde doğanın iç dengesi korunarak ekolojik zincir zarar görmeden devam etti. Bu durum

hep öyle sür gitmedi, sanayi devri-miyle birlikte makineleşme başladı, bu ise beraberinde yoğun enerji ihtiyacını –petrol kullanımını- or-taya çıkardı. Halbuki enerji ihtiyacı doğadaki güneş ile sağlanabiliyordu. Ama şimdi tarımda da yoğun enerji kullanılmak zorunda. Bu esasen küresel ısınmanın başlangıç noktası-dır. Makineleşmeden sonra hay-vanların beslenme ve yaşam alanı olan ve biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapan meralar sürülmeye başlandı. Hayvanların meralardan kopuşu ile tarım yapılacak olan toprağı hazır-lamak için, topraktaki yabani otlar ve böcekler yok edilmeliydi. Bunun için kimyasal ilaçlar kullanıldı. Oysa tarımda kimyasal kullanımına ihti-yaç yoktur.

Tarımda sanayileşmeyle tohum da şirketler için bir “kâr” konusu oldu yani.

Çünkü tarım esasen, bitkisel üretim-

le hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adıdır. Bu iki üretici güç, çıktılarını bir arada kullanarak kimyasal kullanımına ihtiyaç duy-maz. Ekolojiyi yaşatır, tahrip etmez. Zaten çiftçilik; ottan süt, sütten ot elde etme mesleğidir. Makineleşme-nin ardından tohum üreten şirketler devreye girdi. Tohumun kadınlar-dan koparılıp ilk özelleştirilmesi yaşandı. Önce tohumu hibritleştire-rek başladılar işe.

Bu tohum nazlı bir çocuğa benzer. Bir anda çok verim elde edebil-mek için bütün isteklerini yerine getirmen gerekir. Bir sonraki sene kullanılmaya uygun olmayan bu to-humlar, bol su vermezsen, kimyasal gübrelerle desteklemezsen sana bol ürün vermez. Gübre aynı zamanda tarlalardaki yabani otu ve ona bağlı olarak böcekleri çoğaltır. Bu kez onları öldürmek içinde kimyasal ilaç kullanmalısın. Böyle böyle tarım-da kimyasal gübre ve ilaç dönemi başladı.

Eskiden bilgiye, bilgi paylaşımına, deneyim aktarımına dayalı olan “bilge köylü tarımcılığı”, endüstriyel tarıma dönüşerek kısır bir döngü içine alındı. Bilindiği üzere endüst-riyel tarım cahil tarımıdır. En cahil insan bile endüstriyel tarım yapa-bilir. Hastalandığında sabah-öğlen -akşam hap içmesini bilen bir insan günümüz koşullarındaki endüstri-yel tarımı da yapabilir. Çünkü aynı ilaçlardaki gibi tohum kutularının

üzerinde de, gübre çuvallarında da ne yapılacağı ayrıntılarıyla yazıl-mıştır. Bu bilgi gerektiren bir şey değildir. Bilge köylü tarımcılığının farkı, arazi içerisinde gözleme daya-lı olmasıdır. Bu gözlemler tohumun yetişme sürecini ve bu süreçte ona engel olacak yabani ot veya böcek-lere karşı -doğadaki varlığına son vermeden-nasıl önlem alınacağını öğretir. Bunun için bilgi ve deneyim paylaşımı önemlidir ve bilmeyen bunu yapamaz.

Türkiye’de tarımın gelişimini nasıl özetlersiniz?

Bilge köylü tarımcılık, Türkiye’nin kırsallarının yüzde 20-25’inde jeo-politik konuma bağlı olarak halen yapılmaktadır. Buralarda ise halen devam etmesinin nedeni; 1950’ler Menderes döneminde Marshall yar-dımlarıyla hayatımıza giren “trak-törün” yüksek ve engebeli arazilere girememesidir. Menderes dönemin-de başlayan Marshall yardımıyla tarımda makineleşme başlamış, ofisler(silolar) kurulmuş, köylüleri ve ürünleri pazarla buluşturmak için köy yolları yapılmıştır. Türkiye’de çiftçilerin traktör sahibi olabilmesi için Türkiye Ziraat Donatım Ku-rumu ile Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuş, eğitimde endüstriyel tarımla ilgili dersler bile verilmeye başlanmıştır. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dünyayı şekillendirme politikası olan ve yardımlar içeren bu program; Türkiye’yi tarımda dışa

Türkiye’de artık çiftçi-lerin de bir örgütü var. 44 bin üyeli Çiftçi-Sen, çiftçilerin sorunlarını çözmeyi, ekonomik politikaya yön vermeyi amaçlıyor. Müttefik-leri tüketiciler, yok-sullar, işçiler, işsizler... Türkiye’nin ilk Çiftçi Sendikası Konfede-rasyonu Kurucu Üyesi ve Başkanı Abdullah Aysu’yla; tarımın, kapitalist sistemle birlikte endüstrinin ve sanayinin egemen-liğine girme sürecini ve bunun sonucunda hızla yok olan top-raklarımız, suyumuz ve gittikçe derinleşen ekolojik kriz hakkında söyleştik.

Aysu: ‘Buğday yaşatır, savaş öldürür’

Röportaj: Özlem Bayat

Page 31: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

Ekol

oji

31

Siy

ase

t

bağımlı hale getirerek, az gelişmişli-ği temellendirmiştir.

Oysa AB’de süreç şöyle bir yol izle-miştir: 1963’te AB Ortak Tarım Po-litikasını (OTP) kurdu. O dönemde AB temel gıda ihtiyacının yüzde 80’nini kendisinden karşılıyor, yüz-de 20’sini ithal ediyordu. 1975’lerde üretimi (ihtiyacının) yüzde 120-130’una ulaştığında fazla ürünleri dünya pazarına açmak için ABD ile arasında bir pazar savaşına giriş-ti. Bu savaş Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) turlarına çokça konu oldu. Bizim de içinde yer aldığımız GATT, IMF ve Dünya Bankası (DB) ile birlikte 1944‘te kuruldu. GATT, birçok tur düzenledi. Bu turlardan biri, Tokyo-da yapılan tur 6 yıl sürdü. Tokyo tu-runun esas amacı ise; tarımı serbest piyasanın içine almaktı. Daha sonra 1979’da Anlaşma; tarım serbest piyasanın içine alınamaz kararı ile karar almadan dağıldı. O tarihlerde bu kararı destekleyen Türkiye, De-mirel döneminde 24 Ocak Kararları ile IMF ve DB marifetiyle, tarımı serbest piyasaya açtı. Toplumsal muhalefetin güçlü olduğu o dönem-lerde bu ve diğer politikaları uygu-lamaya sokmak için 1980 darbesi yapıldı. Dünyanın diğer yerlerinde de aynı yöntem kullanıldı: Kararlara

karşı gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve şiddet kullanarak bastır-ma yöntemi. Darbeyle birlikte süt liman bir ortam yaratılarak hayata geçirilen kararlar, çiftçiliğin ortadan kaldırılması ve tarımın şirketlere devredilmesi sürecinin ilk adımla-rıdır.

Daha sonra 1983 Özal döneminde ise devletle çiftçinin bağını kopa-racak politikalar uygulandı. Birçok genel müdürlük kapatıldı. Bunlar; Tarım Bakanlığı Kurmay Genel Müdürlükleriydi. Su Ürünleri Genel Müdürlüğü, Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü, Gıda Kalite Genel Müdürlüğü. Kapatılan en önemli müdürlüklerden bir diğeri ise, Top-rak Su Genel Müdürlüğü’dür. Çün-kü bu müdürlüğün elinde toprak kalitelerinin belirlendiği haritalar vardı. 1, 2, 3, 4. kalitedeki toprak-lara cumhurbaşkanı gelse bile çivi çakılamazdı. Toprak-Su kapatıl-dıktan sonra, toprak ve su sahipsiz kaldı. Muktedirler bunlar üzerinde istediklerini yapmaya başladılar. Türkiye’de hayvancılığın çöküşü ise Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK) ve Yem Sanayi Genel Müdürlüğü’nün kapatılma-sıyla olmuştur. Bu kurumlar kapa-tılmasaydı şu an 37 milyon hayvana sahip olan ülkedeki hayvan sayısı 130-140 milyona çıkmış olacaktı. Şimdiki durumdan farklı olarak, canlı hayvan ve hayvansal ürün ithal eden değil ihraç eden ülke konumunda olurduk.

Dünyada ise 1986’da Uruguay’da başlayıp 1993’de sona eren GATT Uruguay Raundu yapıldı. Bu round’da (tur) tarım serbest piya-sanın içine alındı. Bunun ardından da Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu. GATT’ın yerini DTÖ

aldı. DTÖ’ye üye olan ülkeler aynı zamanda zorunlu olarak bir dizi an-laşmayı da kabul etmiş sayıldı. Dö-nemin DTÖ Genel Müdürü Pascal Lemy dünya basınına şöyle seslendi; “Bu ülkeler acaba neyin altına imza attıklarını biliyor mu?” Bütün bu antlaşmaların ortak noktası ise dev-letin devre dışı bırakılarak şirket-lerin devletin üstünde bir konuma yerleştirilmesi. DTÖ sonrasında devletlere 2 yetki bırakıldı:

1.Siyaset yapma yetkisi (fakat bu yetki, laiklik ve din üzerinden yapı-lacak siyasetle sınırlandırıldı),

2. Halktan istedikleri kadar vergi toplayabilme yetkisi. Fakat toplanan vergiler şirketlerin önüne çıkacak bütün engellerin kaldırılması için olacaktı.

Peki bu değişim tarımı nasıl etki-ledi?

Kemal Derviş döneminde neredey-se 10 günde 15 yasa çıkarıldı. Şeker, Tekel, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Kanunu. Tarımın serbest piyasa içine alınması, desteklerin azaltılması, tarımsal kredi faizle-rinin yükseltilmesi vb ile Özal dö-neminde tarımsal destek azaltıldı, tarımsal kredi faizleri piyasa faizleri düzeyine çekildi, sübvansiyonlar kaldırıldı. Bu süreç böyle devam ederken 2007 yılında yılda 640 bin kişi kırdan kente göç etti. Bu her 50 saniyede bir ailenin göç etmesi demektir. Şu anki hükümete gelene kadar tarımda tahribatta varılacak noktaya varılmıştı. Tayyip döne-minde ise yapılan şey, şirketlerin hükümet tarafından yasal güvence-ye alınması ve bu şirketlerin tarım ve gıdada egemen olmalarıdır. Me-sela; organik tarım sertifikası verme

yetkisinin kamudan alınıp şirketlere verilmesi gibi. Şimdiye kadar çıkan bütün kanunlar şirketlerin elini güçlendiren, çiftçi ve tarıma ege-men kılan bir durum sağladı.

Biyogüvenlik Yasası için neler söyle-mek istersiniz?

Çıkarılan kanunlardan biri de Biyogüvenlik Yasası’dır. Her yönden karşı çıktığımız bu kanunla GDO tarım kesimine girmiş, hayvan yemi olarak kullanılmaya başlanmış, gıda maddesi imalatıyla birlikte direkt insana ulaşmıştır.

Şirketlerin tarım ve gıdaya egemen olmasının ötesinde, küresel krizle birlikte şirketler artık doğrudan üretimle sermaye birikimine yönel-diler. Bunun için toprağa saldırdılar. Şimdilerde birçok ülkenin toprağı satılıyor. Şu an dünyada üç ülke-nin kendine ait toprağı bulunma-maktadır. Birçok ülkede topraklar büyük şirketlere, petrol şeyhlerine ve Çinlilere satılmıştır. Özellikle su kaynaklarının yanındaki topraklar alınarak suya da sahip oluyorlar. Ülkemizde ise bu saldırı tersten yapılıyor, önce sular satın alını-yor sonra çevresindeki topraklar. Daha sonra ise bu topraklar devlet tarafından istimlâk edilip şirketle-re veriliyor. Toprakla suya birlikte sahip olanlar aslında gıdaya sahip oluyorlar. ABD’nin meşhur Dışiş-leri Bakanı Henry Kissinger diyor ki; “Enerjiye sahip olmak ülkelere sahip olmaktır. Ama gıdalara sahip olursanız insanlığa sahip olursunuz. Bu nedenle gıdanın egemenliğini ele geçirmek gerekir.”

Bizler de bu egemenlere karşı; gıda egemenliğini, üretici ve tüketici-lerin birlikte karar verecekleri bir duruma dönüştürme mücadelesi veren Çiftçi-Sen örgütünü kurduk. 2008 yılında 7 tane sendikanın birleşiminden Çiftçi-Sen Konfede-rasyonu kuruldu. İlkeleri; tarımda hibrit ve GDO tohumuna karşıdır. Bu tohumlarla sağlıklı gıdanın üretilmeyeceği inancındadır. Yerel tohum, yerel üretim, yerel pazarı savunur. Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası’na cephe-den karşıdır. Endüstriyel üretim ve gıda imalatında kimyasal ve katkı maddelerinin bulunmasını ahlaki bulmaz. Küçük aile çiftçi-liğini savunur. Endüstriyel tarıma ve toprak ağalığına karşıdır. Bilge köylü tarımının tahrip olmuş eko-lojiyi yeniden onaracağına toprağın, suyun ve kaybolan insan sağlığının sağlıklı ürünler ile yeniden elde edileceğine inanır. Son söz olarak ise; ne yiyorsan osundur!

Bilge köylü, endüstri-yel tarıma ve toprak ağalığına karşıdır, tarımın tahrip olmuş ekolojiyi yeniden ona-racağına inanır.

Page 32: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 32

Ekol

oji

İklim Sözleşmesi’ne taraf olan ülke-ler bu yıl Varşova’da toplanan Taraf-lar Konferansı’nda bir araya geldiler. Görüşmelerin nihai hedefi, 2100 yılına gelindiğinde dünyada küresel ısınmayı endüstri öncesi döneme göre iki derecelik bir artışın altında tutmak için gerekli önlemler konu-sunda uluslararası bir anlaşmaya varabilmek. Dünyanın neredeyse bir dereceye yakın ısındığını ve iklimin zaten değişmeye başladığını biliyoruz. Bu bakımdan, görüşme-ler yüzyıl sonuna ilişkin bir iklim fantazisi olarak görülemez. Ama Türkiye de dahil, ülkelerin çoğunun soruna ciddiyetsiz yaklaşımı, iklim görüşmelerini, kötü bir tiyatro oyu-nundan farksız kılıyor.

Değişen iklim, kapitalist üretim ve tüketim örüntülerinin doğrudan sonucu olduğu halde uluslararası iklim rejimi, ısınma sorununu, sera etkisine yol açan gazların emisyon düzeylerindeki artışa indirgediği için, çözümü, emisyon miktarını azaltacak önlemlerde aramaktadır. Emisyon artışının altında yatan asıl neden olan toplumsal ilişkiler göz ardı edildiği için indirgemecidir.

Uluslararası görüşmeler birkaç yıldır, 2015’te imzaya açılıp, 2020’de yürürlüğe girmesi istenen bir anlaş-manın öncelikle emisyon azaltımı olmak üzere hangi unsurları içere-ceği konusuna yoğunlaşmıştır. 2009 Kopenhag Taraflar Konferansı’nda bazı ülkeler, Kyoto Protokolü’nün sona erdiği 2012 sonrası için kendi açıkladıkları bir oranda emisyonla-

rını gönüllü olarak azaltmayı vaat etmişlerdi. O zaman hukuki bir bağlayıcılıktan uzak durulmuştu. İklim endişesi olanların yüreğine su serpecekse, 2015’te ortaya yeni bir metin çıkartılabilirse ve 2020’de uygulamaya konabilirse, tarafla-rın, bu yeni anlaşmanın, az çok hukuki bağlayıcılığının bulunması gerektiğini kabul ettiklerini belir-telim. Ancak unutmamak gerekir ki, Kyoto Protokolü’ne taraf olan Kanada, azaltım yükümlülüklerini yerine getiremeyeceğini anlayınca Protokolden çekildiğini bildirmişti. Demek ki, bağlayıcı yükümlülük önemli, ama kaçış yolu her zaman bulunur.

Kyoto Protokolü gelişmiş ülkeler için emisyon azaltım yükümlü-lükleri içeriyordu. Varşova’da ise, ülkelerin “yükümlülükleri” yerine emisyonlarını azaltacak “katkıla-rından” söz eden esnek bir ifade benimsendi. Öyle bir tiyatroyla kar-şı karşıyayız ki, Kyoto Protokolü’nü yetersiz bulanlar, şimdi onu arar hale geldiler. Varşova’da taraf ülke-ler azaltım sağlayacak her türden katkılarını belirleyecek bir hazırlık yapmaya çağrıldı. Bu çağrı, gelişmiş olsun az gelişmiş olsun tüm ülkelere yapılmaktadır. Bir başka deyişle, Kyoto Protokolü’nde kabul edilen-den farklı olarak Kopenhag’dan bu yana az gelişmiş ülkelerin de gelişmiş ülkeler gibi emisyon azal-

tım hedefleri belirlemeleri yönünde güçlü bir arayış var. Varşova’da Çin, Hindistan ve Venezuela gibi geliş-mekte olan ülkeler azaltım hedefi belirleme konusunda bir takvim ya da yol haritası oluşturmaya karşı çıktılar. Böyle olunca, 2015 yılında Paris’te müzakere edilecek bir taslak anlaşma öncesinde azaltım hedefle-rinin netleşmesi engellenmiş oldu.

Karbon emisyonları atmosferde yüzlerce yıl kalacak

Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkele-rin de emisyon azaltımı konusunda katkısını gerekli görürken, kendileri üzerine düşeni yapıyor sanılmasın. 18. yüzyıldan bu yana oluştur-dukları karbon emisyonlarının en az dörtte biri atmosferde ve daha yüzlerce yıl orada kalacak. Ama bu ülkeler tarihsel olarak ve birikimli biçimde yol açtıkları iklim deği-şikliğinin sorumluluğunu radikal emisyon azaltım hedefleri ilan ede-rek üstlenmeye hiçbir zaman yanaş-madılar. ABD, Kyoto Protokolü’ne taraf olmadığı gibi, 2020 anlaşma-sının içeriğini de sulandırmakta-dır. Öte yandan, geçen yıl yapılan Doha Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nün 2020’ye kadar uzatılması kararlaştırılmıştı. Oysa Japonya ve Rusya, sekiz yıllık bu dönem için herhangi bir azaltım yükümlülüğü üstlenmeyecekleri-ni yine Doha’da açıkladılar. Hatta Varşova’da anlaşıldı ki, Japonya, bu

dönemde emisyonlarını azaltmaya-cağı gibi, tersine artıracaktır.

Varşova’nın belki de en somut çıktısı, “Kayıp ve Zarara İlişkin Uluslararası Mekanizma”nın kurulmasıdır. Mekanizma, iklim değişikliğinin sel, kuraklık gibi aşırı hava olaylarını da içeren etkilerinin yol açtığı kayıp ve zararlarla ilgili olarak bilgi, uzmanlık, teknolojik destek, işbirliği, diyalog ve eşgüdüm sağlamayı öngörmektedir. Taraflar Konferansı’nın mekanizmayı kuran kararında, bazı kayıp ve zararların iklim değişikliğine uyum sağlaya-rak azaltılabileceği vurgulanmış-tır. Böylece kayıp ve zarar, iklim değişikliğine uyum süreçleriyle ilişkilendirilmiştir. Az gelişmiş ül-kelerin beklentisi ise, uyumla ilgili mali destekten ayrı olarak, kayıp ve zararlarını mali olarak karşılayan bir mekanizma olması yönündeydi. Bu beklentiyi iyice boşa çıkaran biçimde, yeni kurulan mekanizma herhangi bir bütçe ya da fona sahip değildir. Bu bakımdan Varşova’nın en somut görünen unsuru bile, belirginleştirilme ve geliştirilme gereksinmesi sergiliyor.

Ortada hala taslak bir anlaşma metni yok, pek çok belirsizlik var. İklimin değişmekte olduğu kesin, ama ülkeler iklim oyununu sürdür-meye kararlılar. Seneye Lima’da, sonra Paris...

İklim tiyatrosunda Varşova perdesiAykut Çoban Dünyanın neredeyse

bir dereceye yakın ısın-dığını ve iklimin zaten değişmeye başladığını biliyoruz. Bu bakım-dan, görüşmeler yüz-yıl sonuna ilişkin bir

iklim fantazisi olarak görülemez. Ama Tür-

kiye de dahil, ülkelerin çoğunun soruna ciddi-yetsiz yaklaşımı, iklim

görüşmelerini, kötü bir tiyatro oyunundan

farksız kılıyor.

Varşova’da, ülkele-rin “yükümlülükleri” yerine emisyonlarını azaltacak “katkıların-dan” söz eden esnek bir ifade benimsendi. Öyle bir tiyatroyla karşı karşıyayız ki, Kyoto Protokolü’nü ye-tersiz bulanlar, şimdi onu arar hale geldiler.

Page 33: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

33

Ekol

oji

Siy

ase

t

Diyarbakır kentine ilişkin son günlerde orta-ya çıkan kentsel planlamaları Diyarbakır halkı medya üzerinden takip ediyor. Bu planlamalara ilişkin ne kentin, ne de yerel yönetimlerin bir tasarrufu bulunmuyor. Bu nasıl bir iştir ki, Tür-kiye bir yandan AB’ye girmek için yerele daha fazla yetki tanıdığını açıklayacak, diğer tarafta Diyarbakır’da kentin yapısını ve çehresini değiş-tirecek onlarca planı Çevre ve Şehircilik Bakanlı-ğı, TOKİ ve DSİ üzerinden gerçekleştirecek. 

Bu planlamaları sadece basit kentsel planlamalar olarak ele almamak gerekir. Geçtiğimiz yıl Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bu yönlü yetkiler veri-lirken, tüm bu müdahaleler de birlikte planlandı. Hükümet Ankara’dan kentlere müdahalenin önünü açtı. Tüm bunlar yapılırken, Gezi eylem-lerinde mimar ve mühendislerin aktif rol alması nedeniyle TMMOB ile ilgili yasaları da by-pass eden yasal düzenlemelere imza attı.

Ankara’dan Diyarbakır’a ilişkin yapılan planla-maları ele aldığımızda, 2002 ve 2005 yıllarında Diyarbakır’da yapılan 100 binlik imar planla-rında Talaytepe-Malfroş tepeleri arasında kalan bölge, kentin nefes alabileceği alanlar olarak de-ğerlendirilip Kent Ormanı planlaması yapıldığı görülür. Bu olanların önemli bir kısmı ise mera alanlarıydı. Son birkaç yıldır, Ankara üzerinden büyük bir basınçla bu kent ormanının nasıl yok

edileceği planları yapılıyordu. Önce Diyarbakır Spor için bir stadyum ihtiyacı ortaya atıldı.

Kentteki yerel yönetimler ve STK’ların buna kar-şı çıkamayacağı hesapları üzerinden bir dizayn yapıldı. Burada amaç, kentteki sporseverler ile yerel yönetimleri karşı karşıya getirmekti. Medya eliyle yapılan bir basınçla bu, kentin gündemine oturdu. 

Diyarbakır’a yönelik Ankara’dan yapılan plan-lamalar bununla sınırlı değil. Şehitlik semtinde bulunan DSİ Bölge Müdürlüğü bu günlerde kendine yer arıyor. Çünkü burası Selahaddin Eyyübi Üniversitesi’ne devredildi. Dicle Vadisi ve Hevsel Bahçeleri konut rezerv alanı ilan edildi,  Dicle Nehri üzerinde DSİ üç HES yapılması için

ön onay verdi. 

Yerel yönetimler tarafından, Süryaniler açısın-dan kutsal olan Kırklar Dağı yapılaşmaya açıldı. Sur içinde kentsel dönüşüm planları uygulanıyor fakat yerine ne yapılacağı konusunda bir belirsiz-lik var.

Kısacası Diyarbakır’da halkın haberi olmadan birileri yukarıdan kenti planlıyor, tasarlıyor ve dayatıyor. Bunun için de ne AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, ne de halkın iradesi esas alınıyor. Ve kısacası Diyarbakır’daki yerel yönetimler Ankara’dan adım adım kuşatılıyor.

*Bianet’te yayınlanan Aydın Bolkan’ın yazısından alıntılanmıştır.

Kentsel talanın yeni hedefi Diyarbakır!

HES projesi, Ahmetler Köyü’nün içme ve sulama sularının geleceği hiçe sayılarak Ankara’da masa başında hazırlanmıştır. Dünyanın birçok yerinde temel yaşam kayna-ğımızın elimizden alınmasına karşı bir müca-dele yürüyor: “Su mücadelesi”. Bu mücadelenin kaynağında kapitalist sistemin “sürekli daha fazla kâr için üretmek” mantığı yatıyor. Kapitalizmin önceki krizlerinden farklı olarak şimdi yaşanan kriz, ki buna ekolojik krizde denilebilir, gezegen düzeyinde bir yok oluş tehlikesini barındırıyor. Bu yok oluş son otuz yıldır Anadolu toprakların-da ve sularında da amansız ve vahşi bir şekilde devlet eliyle gerçekleştiriliyor. Yaşam savunucula-rı ise bu yok oluşa direnişle cevap veriyor; onları Tarsus’tan başlayıp Fethiye’ye uzanan Toroslar’da-ki HES’lere karşı verilen mücadelede de görüyo-ruz. Ekim başında Antalya’nın Manavgat İlçesi’ne bağlı Ahmetler Köyü’ndeki kanyonun ağzına iş makineleri dizilince başladı, köy halkının direnişi. Ahmetler Köyü’nde yapılmak istenen Hidroelektrik Santrali’ne (HES) karşı, köylüler kanyonun bulunduğu alana direniş çadırlarını kurarak nöbet tutmaya başladılar. Antalya’nın en eski köylerinden olan Ahmetler köylüleri, yaşam alanlarında yaşadıkları talanı şu şekilde dile geti-

riyor: “Yüzlerce yıldır yaşadığımız yerlerin taşına, toprağına, suyuna, ormanına hiçbir zarar verme-dik. Yanı başımızda akıp giden ırmağın milyon-larca yılda yarattığı Ahmetler Kanyonu var. 400 metre derinliğiyle ünü dünyaca bilinen bu kan-yon, bir dünya harikası. Şimdi bu doğal güzellik, bir mikro HES projesi yüzünden kuruyup gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Üstelik proje hazırla-nırken ÇED raporu alınmamış. Kanyon kena-rındaki Ahmetler, Güçlüköy ve Gençler köyüne hiçbir haber verilmemiş, Ahmetler Köyü’nün içme ve sulama sularının geleceği hiçe sayılarak Ankara’da masa başında hazırlanmıştır.” Hem suçlu hem güçlü(!) olan şirketin özel gü-venlik birimi tarafından, mücadele eden köylü-lerin üzerlerine iş makinesi sürülerek ve biber gazı kullanılarak saldırılmış ve saldırı sonucu biri kadın üç köylü yaralanmıştı. Daha sonra ise yapılanları protesto eden köylülere karşı bu defa silah kullanarak korku ortamı yaratmak isteyen taşeron şirketin arkasında devlet ve onun kol-luk güçlerinin olduğunu gördü köylüler. Yapı-lan bu saldırıyı görmezden gelen Jandarma’ya karşı yaptıkları açıklama ile tepkilerini şöyle dile getirdiler: “Milli park –SİT alanı niteliğinin tümüne haiz olan bu bölgede; Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ÇED

açısından araziyi görmeden ruhsat verdiği ve doğanın haklarını korumadığı ve de ihmal ettiği için sorumludur. Bölgede kendi yaşam hakları-nı ve doğanın haklarını savunan köylülerin can güvenliği yoktur ve can güvenliğinin sağlanması için tüm yetkilileri göreve davet ediyor ve can kaybı yaşanmadan HES projesinin iptal edil-mesini istiyoruz. HES’cileri topraklarımızdan el çektirinceye kadar direnişimiz devam edecektir.”

Ahmetler Köyü direniyor: “Silahımız yok, yüreğimiz var”

Page 34: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 34

Sana

t

Final bölümü olarak bir sinema filmini tercih eden dizi filmler artık aşina olduğumuz bir mesele. Diziden çıkma filmler mevzubahis olduğunda akla gelen ilk soru “film, bir devam bölümünden fazlası mı?” ya da “diziyi izlemeyenler için anla-şılabilir mi?” Bu sorulara verilecek yanıtlar bir dizi metninin sinema diline aktarımındaki olumlu/olum-suz sonuçları serimler. Dizinin her hafta izleyicinin karşısına çıkacak olmasının avantajından yoksun olan sinema, dizinin birikmiş üs-tünlüğüne sarılmak istediğinde ço-ğunlukla sonuç; sinemada izlenen bir devam bölümüdür. Yönetmen için dengenin kurulacağı bıçak sırtı tam da bu noktada vuku bulur; bö-lümler boyunca sadakat göstermiş dizi izleyicisini incitmeden bir dizi bölümünden fazlasını üretebilmek.

Ankara dizisi de n’ola ki?

Bir dizi film olarak Behzat Ç. İstan-bul Türkiye’nin minyatürü, özetidir yaklaşımıyla “bu memleketin hi-kayesi ancak İstanbul’dan anlatılır” diyen sektöre inat, mekan olarak Ankara’yı seçmişti. Tabii ki bir me-kan tercihi olarak Ankara; olayların geçtiği yer bilgisinden fazlasını arz etmekteydi. Memurlar şehri Ankara’da yaşayan sıradan, “küçük insan”ların küçük hikayelerinden bir memleket hicvi sergilemek Behzat Ç. özgünlüğünün özetidir. Sırtını “şok etkisi”ne dayayan, “yahu neler oluyor şu hayatta” tepkisini reyting damarlarına pompalayan İstanbul merkezli birçok televiz-

yon işinin tümden sıra dışı veya sıradan hayatlara yerleştirilmiş sıra dışı öykülerine dik başlı bir yanıttı Bir Ankara Polisiyesi. Romantik/melankolik, politik içerimleriyle Ankara’da yaşamanın hoş ve nahoş-lukları teması içinde neredeyse bir anti-kahraman sayılabilecek sorun-lu baş komiser ve ekibinin gerçekçi kusurlarıyla resmedilişi oldukça sadık bir izleyici kitlesi yaratmıştı. Gerçek yaşamda iktidar tarafından “fedakar ve hizmetkar” ifadeleriy-le sahiplenilen polislerin epeydir orantısız şiddet ve suçla anıldığı bir dönemde, aynı zamanda bir polis yergisi de olan Behzat Ç. uğradı-ğı birçok müdahalenin ardından yayından kaldırılmıştı.

Behzat Ç.’nin dönüşü

Behzat Ç. Ankara Yanıyor her şey-den önce Gezi Direnişi’nden önce çekilmiş olmasına rağmen Gezi ve sonrası süreçte gerçekleşen politik olayları bir falcı edasıyla ön-görmüş olmasına şaşkınlık dolu yorum-larla düştü medya mecralarına. Gerçekten de filmde yer alan çok sayıda sahne “yok canım, gezi’den sonra eklenmiştir bunlar” dedirti-yor. Lakin konumuz filmin gelecek görücülükteki başarısı değil!

Ankara Yanıyor, diziden sinema-ya geçişte yaşadığı farklılaşmanın ipuçlarını filmin ilk dakikalarında içeriden ele veriyor. Bir tören ala-nında konuşma yapan iki bakandan

biri tam polisler için öngörülen maaş zammını açıklayacakken diğe-rinin öldürüldüğünü televizyondan canlı izleyen komiser Harun’un iki tepkisi oldukça manidar. Bir memur olarak cinayeti gayri ihtiyari atlayıp “ne oldu şimdi bizim zam işi?” diyen Harun dizi olarak Behzat Ç.’nin kodlarını yansıtır. Ardından ekibin dikkatleri bakan cinaye-tine çevirdiği noktada Harun’un “la oğlum bakan cinayetini bize verirler mi hiç, o büyük iş, ulusla-rarası meseleler falan o işi cinayete vermezler” yorumu filmde dizi-den ayrı-lıklar olacağını işaret ya da itiraf ediyor. Bakan cinayeti ile bağlantılı “sıradan cinayetler” (her halükarda bakan cinayeti diğerlerini olduğundan küçük hale getiriyor) üzerine yürütülen “büyük” soruş-turma mekânsal bir genişlemeyi de beraberinde getiriyor; filmin bir kısmı Kıbrıs’ta geçiyor. Bir seri katili öyküsüne katan film, Batılı polisiyenin klasik materyallerinden bolca faydalanıyor. İmza bırakarak işlenen cinayetler, sosyopat seri ka-tilin duvarları tümüyle yazıyla dolu evi, cinayetin ipuçlarını veren bir katil güncesi vb… Bu mekânsal ve anlatısal genişleme dizideki Ankara halet-i ruhiyesini silikleştiriyor ve bunun mühim sonuçlarından biri; anti-kahraman Behzat, kahraman Behzat’a yakınlaşıyor.

Bu haliyle film, bir devam bölümü olmaktan ve dizi izlenmeksizin

anlaşılamama riskinden kurtuluyor. Zira bağımsız bir öyküsü var ve öyküyü işlemekte dizideki kodların en azından bir kısmından feragat edilmiş. Ancak, dizide olumlanan “küçük şeyler” filmde tamamen kaybolmuş demek haksızlık olur. Satır aralarında ilgi çekici sürp-rizler, güncel politik gündemlerle kurulan başarılı bağlar, laf sokma muzipliğinde politik göndermeler, dizideki kadar güçlü olmasa da Ankaralılık halleri yine zevkli bir Behzat Ç. seyrine yol açıyor.

Film, sonsöz niyetiyle denebilir ki, diziden filme taşınan unsurlar sayesinde başarısız olmaktan yırtı-yor; hem de bir dizi-devam bölümü olmamayı başararak. Sinemaya geçişte eklenen yenilikler maalesef Behzat Ç.’nin özgünlüklerini örtme riskini taşıyor ve genel bağlamda da yaratıcı bir sinema dilinden yoksun. Diziyi hiç izlemeyenler için yara-tacağı etki ise muhtemelen inter-netten dizi bölümlerini indirmeye başlamak olacaktır.

Göksel Ilgın Gerçek yaşamda iktidar tarafından “fedakar ve hizmetkar” ifadeleriyle sahiplenilen polislerin

epeydir orantısız şiddet ve suçla anıldığı bir dönemde, aynı za-

manda bir polis yergisi de olan Behzat Ç. uğra-

dığı birçok müdahalenin ardından yayından kal-

dırılmıştı!

“Memleketin hali berbat, on lira rüşvet mi olur la?”

Ankara yanıyor!“Behzat Ç. reloaded”

Page 35: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

35

Hal

klar

Siy

ase

t

Türkiyeli Gürcüler:

Yerleşik olarak Artvin bölgesinde yaşayan, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında çoğunlukla Kara-deniz sahillerine ve Marmara böl-gesine Gürcistan-Acara bölgesinden göç eden Müslüman Gürcülerin  to-runları olan Türkiyeli Gürcüleri ne kadar tanıyoruz?

Gürcüler, Gürcistan’da kendilerine Kartveli, ülkelerine ise Sakartvelo, Türkiye’de ise ağırlıklı olarak Gürcü demektedir.

Dünyada yaşayan yaklaşık 7-8 milyon Gürcü’nün 3,5 milyonunun Gürcistan’da, 2-3 milyon kadarının Türkiye’de yaşadığı tahmin edilmek-tedir.

Ayrıca nüfusunun yaklaşık 2 milyon kadarı asimilasyonla Türkleştirilmiş olan Türkiyeli Gürcüler, ana dilleri olan Gürcüceyi ve Gürcü kültürü-nü önemli oranda kaybetmişlerdir. Bunun nedeni, Osmanlı’nın son sürecinde başlatılan, Cumhuriyet’le birlikte son hızla sürdürülen Türk-çülüğe dayalı asimilasyon politika-larıdır.

Asimilasyonun nasıl bir devlet poli-tikası olarak uygulandığını aşağı-daki belgeyle gözler önüne sermek olasıdır:

“İskana Tabi Tutulanların Türkleş-tirilmesi / İçişleri Bakanlığı Gizli Genelgesi / 1930: Yabancı lehçeyle konuşanların kıyafetlerini, şarkılarını, oyunlarını, düğün ve diğer geleneklerini kötü göstermek, bu kişilerin ve ailelerinin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, onları hiçbir zaman Boşnak, Tatar, Çerkez, Laz, Kürt, Abaza, Gürcü, Türkmen, Pomak vs. diye adlan-dırmamak, köylerin o lehçe’deki isimlerini değiştirmek ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşmaya zor-layarak onlara yürekten “Türküm” dedirtmek. Özetle, “dillerini, adetlerini ve dilek-lerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.” Kaynak: İskana Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi Uygulamasına iliş-kin Gizli Genelge. No:1/28 (Ankara 1930). Aktaran Ahmet Yıldız ‘Ne

Mutlu Türküm Diyebilene’ syf:289

Gürcüler, yerleşik olarak Artvin olmak üzere, Giresun, Ordu, Sam-sun, Sinop, Amasya, Tokat, Bolu, Sakarya, Kocaeli, Bursa, Yalova ve Balıkesir illerinde dağınık olarak yaşamakta olup özellikle 1950’li yıllarda başlayan sanayileşme  ile birlikte köyden kente göç sürecinde başta İstanbul olmak üzere diğer büyük şehirlere yoğun bir Gürcü göçü yaşanmıştır.

Ayrıca İstanbul’da Müslüman olma-yan Gürcülerden olan Katolik Gür-cüler ise önceleri 10 bin kişi kadar iken Türkiye’de 1955 yılında  yaşa-nan 6-7 Eylül olaylarında uğradık-ları baskı ve göçertme ile çoğu bu ülkeyi terk etmiş, bugünkü sayıları  ise bin kişinin altına düşmüştür.

Gürcü tarihinden bazı bilgiler

Diğer halklar gibi gelişkin bir dile ve kültüre sahip olan Gürcülerin tarihlerine ve kültürlerine ilişkin şu önemli bilgiler sıralanabilir:

-Gürcü alfabesi (Kartuli Anbani), günümüzde dünyada kullanılan 14 yazı sisteminden biridir. Beşi sesli olmak üzere 33 harften oluşur.

-Kraliçe Tamar (d.1160 - ö.1213) Gürcistan Krallığı’nı 1184-1213 arasında yöneten ünlü kraliçedir. Hükümdarlık dönemi Gürcistan’ın “Altın Çağı” olarak bilinir.

- Şota Rustaveli’nin yazdığı, Gürcü edebiyatının destansı başyapıtı olan Vephistkaosani’nin (Kaplan Postlu Kahraman) Gürcistan’daki yeri çok büyüktür. Bu eser halk arasında o kadar ilgi görmüştür ki, tıpkı

Anadolu’da evlenen gençlerin çeyiz sandığına konan Kuran-i Kerim gibi Gürcistan’da bu eserin konmadığı çeyiz sandığı yoktur.

- Gürcistan tarihi büyük oranda savaşlar ve işgaller tarihidir de. Doğuya açılan tarihi ipek yolu üzerindeki Kafkasya’nın bu bölgesi İranlılar (Persler), Moğollar, Ruslar, Bizanslılar, Osmanlılar vb tarihin güçlü devletleri arasında sürekli egemenlik savaşlarına sahne olmuş-tur. Bunlardan biri olarak 1600’lü yıllarda Gürcistan’ın 2/3’lük bir bölümü olan Güneybatı, bu gün-kü Acara-Batum bölgesi Osmanlı İmparatorluğu tarafından yakla-şık 300 yıl kadar işgal edilerek bu bölgedeki Hristiyan Gürcüler büyük oranda Müslümanlaştırılmıştır. İşte Türkiyeli Gürcüler de bu Müslü-manlaştırılan, savaşlar sonrası göç ettirilenlerdir.

-1921 sonrası Sovyet Sosyalist

Cumhuriyetler Birliğinin bir üyesi olan Gürcistan’ın en önemli politik şahsiyetlerinden biri olan, birçok olumsuzluğu bir yana özellikle Hit-ler Almanya’sının dünyayı faşizm ile kana bulamasına ve nihai zaferi ilan etmesi önünde en büyük direnişi sergileyen, dünyayı bu beladan kurtaran Sovyet devlet adamı Josef Stalin bir Gürcüdür.

Bugün varlık-yokluk mücadelesi ve-ren Türkiyeli Gürcülerin tekrardan var olabilmesi için demokratik Gür-cülük temelinde, kimliğini yaşatma mücadelesi vermesi, demokratik kurumlarını oluşturması şarttır. Bunun için Türkiye’nin demokratik-leşmesi mücadelesinde yer alarak, temel hak ve özgürlükleri için mücadele etmekten başka da yolu yoktur. Ya bu yolu izleyip var olacak ya da tarihte yok olmuş diller ve kimlikler gibi yok olup gidecektir.

“Anadilimiz ve kimliğimiz onurumuzdur!”

Bugün varlık-yok-luk mücadelesi veren Türkiyeli Gürcülerin

varlıklarını sürdürebil-mesi için demokratik Gürcülük temelinde,

kimliğini yaşatma mü-cadelesi vermesi, de-

mokratik kurumlarını oluşturması şarttır.

Ya bu yolu izleyip var olacak ya da tarihte

yok olmuş diller ve kimlikler gibi yok olup

gidecektir.

Fazlı Kaya

Bu düşünceler ışığında Türkiyeli Gürcülerin var olabilmesi aşağı-daki asgari taleplerinin hayata geçirilmesi ile olasıdır:

-Anadilde etiğim hakkı.

-TRT’de Gürcüce yayın hakkı.

-Anadillere ve kimliklere Anayasal güvence.

-Demokratik yeni bir Anayasa.

-Gürcüce yer adlarının iadesi.

-Asimilasyona uğratılmış halklara “pozitif” ayrımcılık uygulanması.

-Asimilasyon politikalarına bir bütün olarak son verilmesi.

Gürcülerin Talepleri

Page 36: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 36

Spor

Taraftarlarla ilgili bir yazı, bir kitap kaleme alındığında adettendir, bir anıyla başlamak lazım. Ben de yıllar önce ilk gittiğim futbol maçından bir anımı anlatmak isterim. Güzel bir Pazar günü öğleden sonra, eşim biletimizi önceden almış –daha pahalı olmasına rağmen kapalı tribünden, açıkta kadın taraftar oturamaz- ama stada maç başla-madan birkaç saat önceden gitmek gerek. Neden? Yanında bir kadın taraftar varsa özellikle, her şey

olabilir, son ana kalmamak gerekir. Neyse yerimizi aldık, tribünde. Ben çok heyecanlıyım, maçın başla-ması yaklaşıyor. Bir anda amigolar stada “Bütün stad ayağa” tezahüratı yaptırmaya başladı. Çevremdeki herkes ayağa kalkmaya başladı, ben de gayri ihtiyari kalktım, takımımla ilgili güzel bir tezahürat bekliyo-rum. Eşim hızla koluma yapışıp oturmamı istediğinde, ben ne oldu-ğunu anlayamadan, bütün stad hep bir ağızdan “küfretmeye” başladı. Şaşkınlığımla utancımın birbirine karıştığını hatırlıyorum.

Bir kadın taraftar olarak maçlara gittiğimde, maç kadar taraftarı da izlemişimdir. Kitle sporlarının tamamında taraftar resmi aşağı yukarı aynıdır. Buradan tüm kitle sporları aynı derecede izleniyor anlamı çıkmasın. Esasen futbol kulübü taraftarları önemli maçlarda (örneğin derbiler) basketbol veya voleybol maçlarını da “şenlendirir-ler”. Toplumun büyük çoğunluğu da bu maçlardan, yaşanan şiddet olay-ları veya yine şiddetten dolayı yarım kalması nedeniyle haberdar olur. Yoksa toplumumuz pek de spor meraklısı değildir, olimpiyatları bize verseler muhtemelen tribünler boş kalır. Bakmayın siz Erdoğan’ın hamasi nutuklarına.

Taraftar takımını çok sever, ama oyuncusunun en ufak bir yanlışın-da ağza alınmayacak küfürler eder. Hakemi konuşmaya gerek yok zaten “ibne”dir. Rakip takım taraftarı ile artık aynı sahada maç bile izleyemi-yor, çünkü şiddet tırmanıyor. Rakip takımın futbolcu ve hatta yönetici-leri bile risk altında. Daha da hızını alamazsa, örneğin şampiyonluğu kaybettiyse benzin istasyonunu yakabilir.

Ayrıca, Kürt düşmanlığının bilinçli biçimde tırmandırılmasıyla ırkçı ve şöven tezahüratlar yıllardır stadları inletiyor. Daha da ötesi geçen yıl 8 Mart mitinginin sonunda taraftar gruplarının Kürt kadın ve çocukla-ra yaptıklarıdır. Hastanede ziyaret için gittiğimde gerçekten dövülmüş kadınların bazılarını gördüğümde gözlerime inanamadım.

Kapitalizm her alanda olduğu gibi, kitle sporları ile de toplumun nab-zını tutar. Taraftar olmak yaşamla bütünleşmiştir. Futbol Ateşi kita-bında Nick Hornby’nin hikayesinde bunu görebiliriz: “Futbol taraftarlığı uygun kullanıldığında ‘new age’ bir terapidir” der Nick ve bu, “Asla sa-dece başkasının sevincini yaşamak değildir”; böylece futbolda mesele-nin empati olmadığını da söylemiş

olur. Mesele sevincin kendisi ol-maktır. Futbol seyretmenin kendisi aslında bir eylemdir. Kazanılan bir zafer, oyunculardan tribünlerin en üst sıralarına kadar ulaşır. O coşku kendi talihinin kutlanmasıdır ve yenilgi durumundaki kederse sami-mi bir kendine acıma duygusudur. Futbolcular yalnızca taraftarların sahadaki temsilcileridir. Bazen golü kaçıran, bazen topu taca atan, bazen röveşata yapan, kimi zaman da kır-mızı kartı gören temsilcilerdir.

Taraftar toplumun bir aynası aslında. Taraftar erkek. Erkeklerin kapsadığı, dayanıştığı, yarıştığı, kavga ettiği, eğlenceli, şiddetli ve tehlikeli bir alandır, aidiyet yaratır. Erkek, taraftar olarak kendini ifade eder. Futbol onlara konuşulacak bir konu sağlamakta, sessizliklerle baş etmek kolaylaşmaktadır. Ne yazık ki kız kardeşiyle arasında ortak mekan yaratılamamış, bağlar güçlendirile-memiş; aslında toplumsal cinsiyet rollerine uygun biridir taraftar. Taraftar şiddeti diye anlatılan şey de aslında erkek şiddetidir.

Özellikle futbol söylemleriyle, kurallarıyla, pratikleriyle erkeklerin iktidarını yapılandıran bir alandır. Şiddet pratikleri erkek kimliklerini yeniden üretirken diğer taraftan er-kek hegemonyası lehine bir iktidar hegemonyası da işletir.

Futbol taraftarından devam edersek geneli daha kolay izah edeceğiz, hegemonik erkeklik değeri olan şiddet aracılığıyla erkeklerin birbiri üzerinde egemenlik kurma müca-deleleri, sonuçta, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden üretilmesine yol açarken, öteki erkekliklere ve kadınlara fırsat verilmeyen bir alan olma özelliğini korumaktadır.

Kadın gözüyle taraftarFatoş Osmanağaoğlu

Özellikle futbol söy-lemleriyle, kuralla-rıyla, pratikleriyle

erkeklerin iktidarını yapılandıran bir

alandır. Şiddet pratikleri erkek

kimliklerini yeniden üretirken diğer taraftan erkek

hegemonyası lehine bir iktidar hegemonyası

da işletir.

Taraftar toplumun bir aynası aslında. Taraf-tar erkek. Erkeklerin kapsadığı, dayanıştığı, yarıştığı, kavga ettiği, eğlenceli, şiddetli ve tehlikeli bir alandır, aidiyet yaratır. Erkek, taraftar olarak kendini ifade eder.

Page 37: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

37

LGB

TSi

ya

set

Yaklaşık olarak 100 bin nüfusa sahip Giresun’da yapılabilecek şeyleri dü-şünün. İnsanların cumartesi günleri bile gidebilecekleri yerler kısıtlıyken, üç dört ayımız o kısıtlı yerlerden birinde birkaç kişi toplanıp, neler yapabileceğimizi tartışmakla geçti. Her ay kafamızda bir şeyler şekille-nirken bunların içinde LGBTİ yoktu. LGBTİ ile ilgili bir şeyler yapalım dediğimizde bu duruma kendimiz bile gülüyorduk. 

Kendimize gülerken güldüğümüz şeyler başımıza geldi ve bir anda film etkinliği ortaya çıkıverdi. Tabi bu süreç o kadar da kolay değildi. Görüşmemiz gereken insanlar, der-nekler, neler yapılabileceğiyle ilgili düşünceler topluluğu ve bunların bizde oluşturduğu stres… Her şey netleştiğinde yapılacak etkinliğin o kadar da kolay faaliyete geçemeye-ceği anlaşıldı. Biz ve bize bu konuda yardımcı olan insanlar bu durumu anlayışla karşılarlardı evet ama ya di-ğerleri. Belki de en büyük sorunumuz buydu. LGBTİ zaten duyulmadık bir şeydi. Film festivalini yapmak iste-mekteki amacımız LGBTİ açılımının ne olduğunu ve homofobinin neler doğurduğunu göstermekti.

Ne kadar film gösterirsek gösterelim, yeterli olmayacaktı ama denemek

gerekliydi. Ve ilk gün için hepimizin kalbinde derin bir yara açan Ahmet Yıldız cinayetini göstermeye karar verdik. Yani Zenne filmini. Sonuç gözyaşıydı. Neden ağlamıştık, üzül-düğümüzden mi? Bencilliğimizden mi?

2. gün filmimiz Prayers For Bobby’di. Filmin kahramanı, cemaat ve anne homofobisi nedeniyle intihar etmişti ve sonuç ilk filmdeki gibi gözyaşla-rıydı. Ya biz de bencilsek? Neden hep duygu sömürüsü olmalı ki derken, Ferzan Özpetek filmi ortaya çıktı ve Serseri Mayınlar ile yarı hüzünlü yarı kahkahalı bir final yaptık.

Final sonrasında yapılan söyleşi, gerçekten bir şeylerin başarılabilece-ğinin göstergesiydi ki ardından açılan sosyal hesapta da bunu kanıtlamış olduk. Sosyal medyada Gökkuşağı Giresun adıyla açtığımız hesap takip edilen ve beğenilen bir sayfa yolunda ilerlerken, biz yeni yapılacak etkinliği planlamaya başlamıştık bile. Tam bu sırada LİSTAG’ın iller  arası düzenle-diği ve bizimde oynatmak istediğimiz Benim Çocuğum belgeselinin yolda olduğunu ve Samsun ve Trabzon’daki üniversitelerde gösterime gireceğini öğrendik. İrtibata geçtik ve biraz ko-şuşturmayla 15 Aralık’ta Vahit Sütlaş Sahnesi’nde gösterime girecek ve ar-

dından söyleşi yapılacak bir etkinlik oluşturmayı başardık.

Bir çok konuda ayrımcılığa ma-ruz kalan insanları sıralarken, fark edemediğiniz o iki virgülün arasında LGBTİ bireyler de vardır. Sapkın diye etiketlediğiniz, hastalıklı dediğiniz

insanlar; hastalıklardan ya da sapkın-lıklardan değil, homofobi yüzünden ölüyorlar. Eşcinsellik bir hastalık değil, homofobi bir hastalıktır ve üzülmeyin düzeltilebilir.

Küçük şehirde büyük adımlar atma-ya çalışan birkaç genç…

Lgbt-i filmKasım ayında Giresun’da ilk kez üç günlük bir LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, in-terseks) Film Festivali yapıldı. Festivali düzen-leyen arkadaşlar gazetemize aşağıdaki yazıyı yolladılar.

Ailesi 17 yaşındaki çocukları Roşin’i eşcinsel ol-duğu için öldürdü. Temmuz 2012’de gerçekleşen bu nefret cinayeti ne ilkti ne de son oldu. Cinsi-yet Kimliği ve Cinsel Yönelim eşitliği anayasada ve toplumsal algıda yerini alana kadar da bu nefret cinayetleri son bulmayacak. Cinayetle ilgili açılan davanın son duruşması 5 Aralık’ta Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. LGBTİ cinayetlerini körükleyen nefret söylemi LGBTİ cinayetlerinin davalarında da du-ruşma salonunda, adliye önünde, dava dosyala-rında ve mahkeme heyetinin tutumunda kendini gösteriyor. Heteroseksist-erkek-devlet adaleti kadın cinayetleri ve tecavüz davalarında olduğu gibi eşcinsel ve trans cinayetlerinde de devleti,

erkeği ve onların uygun gördüğü aileyi korumak için bütün imkanlarını kullanıyor. Duruşma sa-lonuna girişte aile üyelerine kimlik sorulmazken LGBTİ aktivistlerine kimlik kontrolü yapılıyor. Bu durumda trans aktivistler kimlik beyanına göre değil kimlik rengine göre aranmak zorun-da bırakılıyor. Dahası sanık avukatı ve Roşin’in annesi Gülten Çiçek SPoD’un davaya müdahilli-ğinin kaldırılmasını talep ediyor. Gülten Çiçek’in açıklamasına göre bu talebinin sebebi kızının boşanma noktasına gelmesi, evliliğinin biteceği korkusu.Roşin Çiçek cinayeti her yıl işlenen onlarca eşcinsel/trans cinayetine nazaran daha çok konuşuldu, gündemleştirildi, takip edildi. Dava

sürecinin kendisi ve (belki de) kazanımları sadece Roşin için değil bütün LGBTİ’ler için hayati önem taşıyor. LGBTİ örgütlerinin davanın müdahili ve takipçisi olması ailenin ve değişen mahkeme heyetinin canını çok sıkmış olacak ki yeni heyet gerekçe göstermeksizin SPoD’un dava-ya müdahilliğini iptal etti. Dava 10 Şubat 2014’e ertelendi.Bir sonraki dava çok kritik. Şimdiye kadar aile içinde işlenen hiçbir eşcinsel/trans cinayetinde aile üyelerine ceza verilmedi. Roşin’in babası ve amcası bu mahkeme heyeti tarafından eşcinsel olduğu için (cinsel yöneliminden dolayı) -arala-rında kan bağı olan- birini öldürmekten dolayı suçlu bulunursa bir kez olsun katiller devlet mahkemelerince suçlu bulunmuş olacak ve bu emsal teşkil edecek.

Roşin’in katili ceza alır mı?

Page 38: Siyaset Sayı 10

Siy

ase

tAr

alık

201

3 38

Hab

erle

r

Kocaeli SYKP İl Temsilciliği 7 Aralık Cumartesi günü “Gezi Direnişi, Yerel Seçimler ve HDP” konulu panel gerçekleştirdi. Eğitim-Sen Kocaeli Şubesi toplantı salonunda gerçekleştirilen panele SYKP Eş Genel Başkanı Tuncay YILMAZ, HDP MYK Üyesi Gülfer AKKAYA, Kaos GL’den Remzi ALTUN-POLAT ve HDP Kocaeli İl Örgütü Yönetim Kurulu Üyesi Kamer KONCA konuşmacı olarak katıldı. Katılımın yoğun olduğu panelde SYKP Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz yaptığı konuşmada ; “ Gezi’deki isyanın fitilini Taksim’de sökülen ağaçlar ateşlemiş olabilir. Fakat bunun öncesi de mevcuttur. Bu coğrafyada doğasını korumak isteyen insanların sokağa çıktığını görürsünüz. Türkiye’de yüzlerce HES projesi var. İnsanlar bu HES projelerine karşı bu topraklarda müca-dele veriyor. Küresel kapitalizmin geldiği noktada ve Türkiye sermayesinin emeğin sömürüsü üzerinde ki baskısını göz önüne alırsak bu direniş geç bile kalmıştır” diyerek Gezi İsyanı’nın sosyalist mücadele ile doğrudan bağlantısı olduğunu vurguladı.Halkların Demokratik Partisi MYK üyesi Gülfer Akkaya ise; “AKP iktidarı

sadece kadınları değil, LGBT’leri ve Alevileri de dışlamıştır. Yakın tarihten geriye doğru gittiğimiz her dönemde bir katliam görebiliriz. AKP’nin 11 yıllık iktidarında kadınlara biçtiği misyonu kabul etmeyen kadınlar Gezi’de de sokağa çıkmıştır. Gezi isyanında kadınların daha çok direnişe destek vermesinin sebebi budur. Gezi parkı kadınların derdine deva olmuştur” diye konuştu.

Kocaeli’de “Gezi Direnişi, Yerel Seçimler ve HDP” Paneli

1992 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 3 Aralık günü-nü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti. Bu kararın ardından BM İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün “engellilerin topluma kazandırılması ve insan hakları-nın tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla tanınmasını istedi. Ve o günden beri, 3 Aralık “Engelliler Günü” olarak bilinmektedir:

Türkiye’de de her 3 Aralık günü, Dünya Engelliler Günü olarak kutlanmaktadır. Hemen hemen birçok televizyon kanalı ve gazete-de engellilerin “Dünya Engelliler

Günü” kutlanmakta ve yapılıp edilenler, önemli haberler arasında verilmektedir. Aradan geçen yirmi yılı aşkın süre içerisinde, katıksız “engelliler günü” her yıl devlet törenleriyle kutlanmıştır. Ancak her geçen yıl birbirinin tekrarı olmak-tan öteye gidememiştir. İllerde yapılan törenlerde valilikler ve bele-diyeler, engellilere yaptıkları büyük hizmetlerden söz etmişler, engelli okullarından ve kendi ideolojilerine uygun engelli örgütlenmelerinden toplayarak getirdikleri kişilere kendilerini alkışlatıp medyada boy gösterip halkı yanılsatmışlardır. Günü ilan eden de kutlayan da ken-dileridir; yapılanların engellilerle bir ilgisi yoktur.

Projecilere yeni rant kapısı

Ne yazık ki, engelliler toplumda en

çok istismar edilen kategorilerin başında gelmektedir. Bütün statü-ko partileri iktidarı / muhalefeti engellilerin istismarı konusunda, adeta birbirleriyle yarış etmişler-dir. Geldiğimiz noktada, aynı yarış devam etmektedir. Engelliler adına göstermelik olarak yapılan birçok şey, engellilerin çok fazla bir işine yaramasa da, projecilere yeni yeni rant kapıları oluşturmuştur. En-gellilerin o kadar çok günü vardır ki, gün kutlamaktan sorunlarını anlayamaz duruma gelmişlerdir. Örneğin 10-16 Haziran arası Sakat-lar Haftası, 15 Ekim Beyaz Baston Körler Günü, 3 Aralık ve benzer-leri. Engellilerin istismarı için her şey hazırlanmış sanki. Öte yandan engellilerin büyük bir bölümü hipnotizma edilmiş gibi, uyumak-ta ve sistem partilerinin peşinden

koşmaktadırlar. Birçoğu birbirleri-nin günlerini kutlamakta, çoğu da günümüz yeterince kutlanmadı diye üzülmektedir. Daha demokrat gibi görünenleriyse, ulusalcı politika-lardan kurtulamamışlardır. Çeşitli sosyalist çevrelerde bulunan az sayı-daki engelliyse, çaresiz bir durumda ne yapacaklarını bilememektedirler.

Sol ve sosyalist çevrelerse, bu konuda yeterli bir gelişme göstere-mediklerinden, kartel medyasından duyduklarıyla yetinip, engellilerin günlerini kutlamaktadırlar. Bu kut-lama tıpkı erkeklerin, kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kut-lamasına benzemektedir. Sosyalist sol bu konuda bilgi toplamalı, teori geliştirmelidir. Ve sayıları on milyo-nu çoktan aşmış engellileri örgütle-me yolunda, çaba sarf etmelidir.

Engellilerin kutlayacak ne çok günü var!

Zühtü Turgut

Engelliler “gün” kut-lamaktan sorunlarını anlayamaz duruma gelmişlerdir. Örneğin 10-16 Haziran arası Sakatlar Haftası, 15 Ekim Beyaz Baston Körler Günü, 3 Aralık Uluslararası Engelliler Günü vb

Page 39: Siyaset Sayı 10

Aral

ık 2

013

39

Hab

erle

rSi

ya

set

Okulda tuvalete gitmek istediğimi Lazca söylediğimde, kendisi de Laz olan öğretmenimden yediğim dayak halkımın asimilasyonu-nun boyutunu anlatıyor bize” Mehmet Bekaroğlu

Laz Enstitüsü’nün açılış töreni 23 Kasım’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapıldı. Katılımcılar arasında HDP Milletvekili Levent Tüzel, BDP Millet-vekili Altan Tan, SYKP Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz, ÖDP Eş Genel Başkanı Bilge Seçkin Çetinkaya, Müzisyen Suavi gibi isimler de vardı. Tören, Ayşenur Kolivar’ın ağıtı ile başladı, daha sonra konuşmalar Mehmet Bekaroğlu ile başlayarak yapıldı. Asimilasyon, ezilmişliğin ortak problemle-rimiz olduğunu vurgulayan, özgürlük ve eşitlik taleplerinin dillendirildiği, halkların kardeşliği temalı bir toplantıydı. Ayrıca geçmişte Türkiye’de yaşa-nanların benzerinin bugün Gürcistan’da yaşandığı, Lazcanın Gürcistan’da Gürcü dilinin bir lehçesi olarak ifade edildiği ve bu yönde inkar faaliyetleri sürdürüldüğü belirtildi. Enstitü’nün, faaliyetine henüz başlarken yaptığı en önemli iş, Arhavi’de ve Fındıklı’da iki okulda başlayan Lazca dersi izinlerinin çıkmasını sağlamak olmuş. Lazca ve Türkçe, kimi çeviri ile yapılan konuşmalarda Laz halkının asimilasyonunun boyutları ifade edildi. Mehmet Bekaroğlu’nun konuşması bunun güzel bir özetiydi “okulda tuvalete gitmek istediğimi Lazca söyledi-ğimde, kendisi de Laz olan öğretmenimden yediğim dayak halkımın asimi-lasyonunun boyutunu anlatıyor bize”. Yaklaşık 600 bin kişi oldukları tahmin edilen Lazların, dilini anlayabilen kişi sayısı yaklaşık 250 bin. Lazcanın yok olmaktan kurtulması için ana dilde eğitimin önemi pek çok konuşmacı tarafından vurgulandı

Kürtler Halay, Lazlar da Horon duyduğunda yerinde duramıyor

Konuşmaların ardından Laz gruplar sahne aldı, Erdal Bayrakoğlu, Grup Şurumşine ve Marsis seyircileri müzikleri ile coşturdular, müziğiyle tüm ülkenin kalbinde yer eden Kazım Koyuncu’yu da andılar. Lazlar müzik baş-lar başlamaz Horon oynamaya başladı. Büyük bir salon ve daha formel bir toplantı olmasına karşın sahne ve yerlerinde herkes horon oynadı.Toplantının ardından yapılan kokteylde ikram edilen Laz böreği, hamsili ekmek ve su böreği çok anlamlı bir ağırlama idi. Laz ve Laz olmayan konuk-lar için keyifli anlardı.

Xela do Kaoba Lazuri Enstitudefi

Devrimci Liseliler, Liseli Kıvılcım, SYKP’li Liseliler ve bağımsız liseli öğ-renciler 16 Kasım’da yaptıkları toplantıda birleşme kararı alarak Devrimci Lise Koordinasyonları’nı kurdular.Toplantıda aldıkları kararla kamuoyuna ortak bir açıklama yapan Dev-Lis ve Liseli Kıvılcım, örgütsel varlıklarını sonlandırarak, birleşik ve demok-ratik lise mücadelesi için Dev-Lis Koordinasyonları’nda birleştiklerini duyurdu.Kapitalizmin, gençliği sapkın ideolojileri ve ekonomik çıkarları doğrultu-sunda kullandığı vurgulanan açıklamada; “Dönem, bu kirli siyasetin hat

safhaya çıktığı dönem. Dönem kızlı-erkekli öğrencilerin ortak yaşamları-nın yadsındığı, sorgulandığı dönem; dönem eğitim sisteminin sermayedar-lar tarafından dershaneler tartışmasına sıkıştırıldığı, bilimin para mesele-sine tıkıştırıldığı dönem. Kıssadan hisse dönem; direnişi eskisinden daha enerjik bir şekilde örmemiz, büyütmemiz gereken bir dönem” denildi.Böyle bir dönemin ihtiyacına uygun olarak birleştiklerini ve yeniden kurulduklarını anlatan liseliler; “Eşit, parasız, bilimsel, anadilinde eğitim hakkını savunan bütün duyarlı liseli arkadaşlarımızı bu mücadeleye davet ediyoruz” dedi.

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Hatay İl Örgütü’nün kuruluşu 29 Kasım’da Antakya’da yapılan şölenle kutlandı. Etkinliğe sanatçı Ferhat Tunç’un yanı sıra 1993’ten beri bütün baskılara rağmen Arapça ezgileri bizlerle buluşturan Grup Nidal ve Mesreh-el Emel Arapça tiyatro grubu skeç ve şiirleriyle katıldı. 29 Kasım Cuma akşamı Antakya’daki Özgül Düğün Salonu’nda gerçekleşen açılış etkinliğine yaklaşık 1500 kişi katıldı. Etkinliğin açılış konuşmasını SYKP Hatay İl Eş Başkanı Belgin Ayran-cı yaptı. SYKP’li Gençlik adına da Alişan Cebiroğlu konuştu. Etkinlikte SYKP Eş Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Kahya ve Parti Meclisi üyesi Kenan Kalyon da birer konuşma yaptı. Kalyon konuşmasında; “Mezhepçi dış politika çökmüşse, iflas etmişse, sürdürülemez hale gelmişse, artan ölçüde eleştirilere maruz kalıyorsa bunda Antakya halkının katkısı, payı, ısrarı kesinlikle inkar edilemez. Bundan dolayı size teşekkür ediyoruz. Antakya halkı da kendisiyle övünebilir” derken, Mustafa Kahya ;”Halkların geleceğini karartmaktan vazgeç El Tayyip! El Kaide’ni de al Suriye’den çek git” diye konuştu.SYKP’nin açılış etkinliğine Armutlu Gezi şehitlerinin aileleri katıldı. Etkinlikte Ferhat Tunç, Ahmet’in annesine sürekli “anne ben senin oğlunum” şarkısını söylediğini söylediğini belirte-rek, bunun üzerine Ferhat Tunç Ahmet Atakan’ın annesine o şarkısını söyledi. SYKP’nin açılış etkinliğinde Halkların Demokratik Partisi, Özgürlük ve Dayanışma Partisi, KESK ve İHD’den konuklar yer aldı.

Liseliler Birleşiyor

Hatay SYKP Kuruluş Şenliği yapıldı

Page 40: Siyaset Sayı 10

Siyaset: BDP’nin yerel yönetimlerde toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunla-rının aşılması ile ilgili kadın kurtuluş hareketine katkı sağlayan çok önem-li deneyimleri var. Bu deneyimler nelerdir?

Yurdusev Özsökmenler: 1999’da HADEP’le kazanılan 37 belediyeden 3 tanesinin başkanı kadındı ama kadın-ların görünür olması ilk 2002 genel seçimlerinde oldu. DEHAP, kazanılma-sı mümkün olan bütün illerde ilk sırada kadın adaylara yer verdi. Kadın adaylar büyük başarı kazandı ve oylar yükseldi. 2003’de yerel yönetimlerde sürdürü-lecek kadın politikaları konusunda tartışmalar başladı. DÖKH Genel Kurulu’nda kadın programı tartışıldı ve cinsiyet özgürlükçü-ekolojik-ka-tılımcı modelin ilk adımlarının 2004 seçimlerinde atılması, kadın kotasının uygulanması kararı alındı. Bu kararlar ışığında kadın belediye başkanı sayısı 9’a çıktı. Belediyelerde uygulanacak kadın politikaları konusunda da önemli adımlar atıldı. Örneğin; belediye baş-kanı erkekse başkan vekili ve belediye başkan yardımcılarının yarısı kadın olarak atandı. Belediyeler kadın bütçe-lerini ayırdılar, kadın merkezleri açıldı, kadın festivalleri, konferansları gerçek-leşti. 2009 yılında ise bu sayı artarak 14’e çıktı. Belediyelerde eşbaşkanlık yürürlüğe kondu, kadın kurulları oluş-turularak kadın çalışmaları doğrudan kadınların yönetiminde ve bağımsız ka-dın kuruluşları ile kent kadın meclisleri talepleri doğrultusunda gerçekleşmeye başladı. Meclislerde kadın-erkek eşitliği komisyonları kuruldu.

Amed’de Bağlar Belediyesi’nde başla-yan pilot uygulamadan kısaca bahse-der misiniz?

Bağlar Belediyesi ilçenin göç ve yoksulluk bölgesi olduğundan kadın, yoksulluk ve çocuk en önemli sorun-lardı. Kadın merkezi kurularak bir yandan kadın hakları, el sanatları, okuma yazma gibi kurslar verilirken,

bir yandan da şiddet gören kadınla-ra danışmanlık verildi. Kadınların meslek edinmeleri projesi kapsamında kadınların yönetiminde Bağlar Kadın Kooperatifi kuruldu. Kooperatif kursu bitiren kadınların işe yerleştirilmelerini sağladı. Kooperatif kadın cinayetleri, farkındalık eğitimleri gibi çalışmaları da yürüttü. Kooperatifte şiddet gören kadınlar ortaklaşa yemek üretiminde bulunarak şirketlere ve organizasyon-lara satış yaptılar. Ana çocuk sağlığı açılarak ücretsiz sağlık hizmeti verildi. Eğitim destek evi açılarak çocukların derslerine destek verildi. Spor salonu inşa edilerek kız çocukları spora teşvik edildi. Bağlar yazları sıcak bir bölge ve yeşil alan eksikliği vardı. Boş alan bulu-nan her yere parklar yapılarak buralar-da kadınların nefes alabileceği alanlar yaratıldı, yaz geceleri ücretsiz sinema gösterileri yapıldı.

Şiddet gören kadınlar için ilk adım

istasyonu açıldı, sonra bu sığınma evine dönüştü. Belediye çalışanları arasında cinsiyetçi iş bölümünün aşılması için kadın çalışanlar çeşitli bölümlerde çalışmaya teşvik edildi, hizmet içi kurslar gerçekleştirildi. Toplu sözleşme-lerde kadınlara şiddet uygulayan erkek çalışanlara yaptırım öngören maddeler yer aldı. Bu ve benzeri çalışmalarla kadınların bilinç düzeyi yükseltilir-ken görünürlükleri de arttı ve Bağlar Belediyesi kadın hizmetleriyle öne çıktı. Benzer çalışmalar diğer bölgedeki diğer belediyelerde de uygulandı.

Belediyelere toplumsal cinsiyet eşitli-ğinin inşasında düşen somut görevler nelerdir?

Meclislerde yeterli sayıda kadının olması şart. Ayrıca, kadın-erkek eşitliği ihtisas komisyonları kurulmalıdır. Bütün hizmetlerden kadın ve erkek-lerin eşit yararlanması için stratejik

planın ve bütçenin cinsiyet eşitliğine duyarlı olması lazım ama bu yetmez. Reel hayatta eşitsizliğin giderilmesi için kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmalı ve güçlendirme çalışmaları için kadın kent meclisine kadın bütçesi ayrılmalıdır.

Kürt illerindeki yerel yönetim de-neyimleri kadınların yerel yönetim politikalarını takip etme düzeyini ne kadar yükseltebildi?

Önceleri belediyeler erkeklerin yö-nettiği, çalıştığı, gidip geldiği yerlerdi. Kadınlar belediye yönetemez deniyor-du. Şimdi pek çok kent yerel yönetici-lerin kadın olmasını tercih eder hale geldi. Kadınlar da eskiden göreve talip olmakta çekingen davranırken, şimdi hem meclis hem de başkanlığa aday pek çok kadın var. Kent kadın meclis-leri de çalışmaları ve bütçeyi denetle-yebiliyor. Çalışanların yapısı da değişti. Belediyelerde daha çok kadın yönetici (başkan yardımcısı, daire başkanı, müdür gibi) var, kadınlar sadece ofis içi işlerde değil, pek çok hizmet alanında çalışıyorlar.

HDP’nin yerel yönetim seçimlerine hazırlık çalışmasında uyguladığı feminist süzgeç hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

HDK Kadın Meclisi son genel kurulda seçim bölgelerinde eşbaşkanlık siste-minin uygulanması, eşit sayıda kadın adayların gösterilmesi ve Belediye ve İl Genel Meclisleri adaylarının fermuar sistemi ile oluşturulmasını ve seçime girilen her yerde ilk sıra kadın adayla-rın olmasını, bütün yerel yönetim or-ganlarının en az yarısının kadınlardan oluşmasını kararlaştırdı. Bu kararlar HDP genel kurulunda da kabul edildi. Genel kurulda kadın muhtar adayları-nın desteklenmesi ve yerel yönetimler kadın programının bağımsız kadın örgütleri ve feministlerle ortaklaşarak hazırlanması kararı alındı. Aday havuzu da yine kadın örgütleri ile ortaklaşarak oluşturulacak ve kadınların listelerde yer alması sağlanacaktır.

Kadınlar özgürleşmeden kentler özgürleşemez

Önceleri belediyeler erkeklerin yönettiği, çalıştığı, gidip geldiği yerlerdi. Kadınlar belediye yönetemez deniyordu. Kadınlar da eskiden göreve talip olmakta çekingen davranırken, şimdi hem meclis hem de başkanlığa aday pek çok kadın var.

2004 – 2009 yılları arasında Amed Bağlar Belediye Başkanlığı görevini “kadın bakış açısıyla” yürütmüş ve halen HDP MYK üyesi olan Yurdusev Özsökmenler’le yerel yönetimler ve kadınlar üzerine...