32
Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Kasım 2013 / Sayı 9 Kürkçü: “CHP oylarımızı bölmesin” Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Röportaj s. 4 Seçimlerde Ezilenlerin ve Emekçilerin Seçeneği Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var? Kapitalizmin krizi ve “Umuda Yolculuk” s. 3 Nejla Kurul HDP, emek, demok- rasi ve özgürlük mü- cadelesinde bir güç olarak siyaset sahnesindeki yerini alıyor. Muhafaza- KÂR-laşma s. 11 Filiz Ç. AKP’nin kadın düşmanı politikaları, kadını her yönden sarmalamış durumda. Göçmenler s. 20 Kiraz Özdoğan Devrimciler olarak göçmenleri mü- cadelenin öznelerin- den biri haline getirmek konu- sunda çaba harcamamız gerekir. LGBTİ hareketinin siyasallaşması s. 28 Erdal Partog LGBTİ birey için siyasallaşma, tanınma siyasetini ve eşitlik talebini içerir. Halkların Demokratik Partisi

Siyaset Sayı 9

  • Upload
    siyaset

  • View
    250

  • Download
    3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Siyaset Sayı 9

SiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Kasım 2013 / Sayı 9

Kürkçü: “CHP oylarımızı bölmesin”Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Röportaj s. 4

Seçimlerde Ezilenlerin ve Emekçilerin Seçeneği

Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var?

Kapitalizmin krizi ve “Umuda Yolculuk”

s. 3

Nejla Kurul

HDP, emek, demok-rasi ve özgürlük mü-cadelesinde bir güç olarak siyaset sahnesindeki yerini alıyor.

Muhafaza- KÂR-laşma

s. 11

Filiz Ç.

AKP’nin kadın düşmanı politikaları, kadını her yönden sarmalamış durumda.

Göçmenler

s. 20

Kiraz Özdoğan

Devrimciler olarak göçmenleri mü-cadelenin öznelerin-den biri haline getirmek konu-sunda çaba harcamamız gerekir.

LGBTİ hareketinin siyasallaşması

s. 28

Erdal Partog

LGBTİ birey için siyasallaşma, tanınma siyasetini ve eşitlik talebini içerir.

Halkların Demokratik Partisi

Page 2: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Editö

rden

Siy

ase

t2

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: [email protected] Bas kı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu

Kapitalizmin 2008’den itibaren girdiği sistemik kriz, dalgalar halinde ama derinleşerek sürüyor. Sistemin lider ülkesi ABD’de devlet kurumlarının iki hafta “kepenk kapatması”na neden olan “bütçe ve borç limiti” siyasal-finansal krizi de kapitalizmin yapısal krizinin bir başka görünümü oldu. Bir-kaç ay için ertelenerek üzerinden atlansa da, kriz çözülmüş değil. AB ise yaygın ve derin bir durgunluk içinde kalmaya devam ediyor. Daha önemlisi, şimdiye kadar küresel durgunluğa bir nebze deva olan Çin, Rusya, Brezilya gibi “yükselen piyasalar”ın yüksek büyüme hız-larının düşüşe geçmesiyle birlikte, krizin sivri ucunun genel olarak çevre/geri bırakılmış ülkelere yöne-leceğine dair işaretler artıyor.

Türkiye’de de egemen sınıf, hem genel yönelimleri itibariyle, hem de özellikle kriz dalgalarının büyüme-sine karşı bir “önlem” olarak işçi ve emekçilere yönelik saldırılarını, hak gaspı girişimlerini yeniliyor.

Sermayenin emek düşmanı girişimleri

Sermaye sahipleri, üzerlerinde yük gördükleri kıdem tazminatı hak-kından kurtulmak, bununla birlikte esnek üretim biçimlerini olağan-laştırmak istiyor. Sermaye sınıfının genel çıkarları doğrultusundaki uzun vadeli planları AKP hükü-meti tarafından hayata geçirilmeye başlandı. Buna karşılık işçi sınıfı ve sosyalist hareketin, değil uzun vadeli mücadele programlarına ya da sınıfın genel eylem programına sahip olması; gündelik tepkileri bile cılız kalıyor. Tüm bu dağınıklık ve parçalılığına rağmen işçi sınıfı şimdilik bir orada, bir burada yanıp sönen çoban ateşleri şeklinde olsa da, fiili ve meşru direniş biçimleriy-le, işyeri işgalleriyle kendiliğinden bir direniş hattı örmeye başlıyor.

AKP’nin emek piyasasını esnekleş-tirme uygulamalarında bir diğer başlık da kadınları hedef alıyor. Hazırlanan Kadın İstihdam Paketi ile sermaye örgütlerinin on yıllar-dır talep ettiği esnek/kısmi/keyfi çalışma kuralları emek piyasasında hayata geçirilmek isteniyor. Kadın-ların emek düşmanı bu politikalara karşı bir araya gelmesi ve mücadele etmesi hem kadın hareketi, hem

sınıfın bütünü için önemli....

Sermaye yaşamın her alanı gibi kentsel mekanları da sermaye birikim süreçlerinin hizmetine sokuyor. Örneğin, açılışı AKP tara-fından bir siyasi şova dönüştürülen Marmaray, aynı zamanda kentsel mekanın emlak ve arsa piyasalarına peşkeş çekilmesinin de çarpıcı bir örneğini sunuyor. Yeterli kontroller yapılmadan seferlerin başlatılması ve insanların kum torbası niyetine deneme seferlerinde kullanılması da cabası!

Günlük hayatı İslamileştirme

AKP, toplumu bir bütün olarak ser-mayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmeye çalışırken, gelen tepkileri aşmanın bir aracı olarak da toplumu muhafazakârlaştırmayı, Sünni mezhebinin bir yorumuna göre dizayn etmeyi seçmiş durum-da. AKP giderek daha fazla dini referanslara başvuruyor.

Ama bunda, AKP’nin son yıllara kadar yararlandığı hegemonik zemini kaybetmesinin büyük payı var. AKP, sadece “fabrika ayarlarına dönüş” sonucu değil, politik bir ter-cih olarak da muhafazakârlaşmaya yöneldi. Böylece, kendi geleneksel oy tabanını pekiştirmek istiyor. Bir başka açıdan bu, AKP’nin hege-monik bir güç olmaktan umudunu kesip savunmaya geçmesidir; yani düşüşün ilk işaretidir.

AKP’nin günlük yaşamı muhafazakârlaştırma girişiminin son örnekleri, üniversite öğrencisi genç kadın ve erkeklerin kendi

evlerinde bile “kızlı-erkekli” kal-malarının engellenmesi hamlesi ile üniversitede okurken evlenen öğ-rencilerin kredilerinin geri alınma-ması rüşveti oldu. Öğrenci gençlik bu gerici ve ayrımcı uygulama ve açıklamalara 6 Kasım’da kitlesel ve militan bir tutumla cevap verdi.

Başbakan Tayyip Erdoğan, bir yandan sürekli olarak “kimsenin yaşam tarzına karışmayız” derken, diğer yandan genç kadın ve erkek-lerin özel yaşamına elini, dilini, sopasını uzatmayı “muhafazakâr demokratlığın” bir gereği sayıyor. Bu, son derece tehlikeli sonuçlar yaratabilecek, halkı birbirine karşı düşmanlaştıracak, faşizan bir reji-min yolunu açacak bir girişimdir. Elbette gençlerden, kadınlardan, özgürlükçü ve demokratik güçler-den gereken yanıtı alacaktır.

Çözüm: Emekçilerin ve ezilenlerin ortak mücadelesi

AKP, sermayenin yeni rejimini inşa etmeye çalışırken, bu rejim içinde kendi konumunu sağlamlaştırmak, bunun için de kendi ideolojisi-ni yeni rejime daha fazla hâkim kılmak istiyor. Ama inşa edilmeye çalışılan yeni rejimin bir de “mu-halefete” ihtiyacı var ve o CHP’dir. Aralarındaki bütün çekişme, yeni rejimde elde tutulacak koltukların sayısı üzerinedir.

Sermaye sınıfının farklı kanatları ve onların siyasi temsilcileri, kapitalist sömürü çarklarının mümkün oldu-ğunca sorunsuz biçimde dönüşünü güvence altına alma, bunun için

emekçilerin ve halkın her kesimin-den yükselen özgürlük ve adalet taleplerini şu ya da bu yöntemle saf dışı etme konularında tam bir görüş birliği içindedir.

Sermayenin kanatları karşısında emekçilerin ve ezilenlerin dev-rimci-demokratik seçeneği, ortak mücadele örgütleri Halkların De-mokratik Kongresi (HDK) ve onun siyasi partisi Halkların Demokratik Partisi’dir (HDP).

Ekim ayı sonunda yapılan HDP Olağanüstü Kongresi’nde Emek-Demokrasi-Özgürlük Bloku/BDP milletvekillerinden Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel’in bu partiye katılmaları, Tuncel ve Kürkçü’nün Eş Genel Başkanlığa seçilmeleri, yönetim organlarının yenilenme-siyle birlikte HDP yerel seçimlere ve önümüzdeki zorlu sürece yönelik hazırlıklarında önemli bir döneme-ci geçti. HDK/HDP’nin Kürdistan ayağındaki kitleselliği Batıda da ya-kalamak ve onu devrimci-demok-ratik dönüşümleri gerçekleştirecek bir toplumsal varlık haline getirmek tüm demokrasi ve sosyalizm güç-lerinin ertelenemez ve ötelenemez görevidir.

Sosyalist görevler

Toplumsal ilerleme ve özgürleşme sürecinin önündeki demokratik görevlerin yerine getirilmesi için ısrarlı ve kararlı mücadele ne kadar önemliyse, bu mücadeleyi kapitaliz-me karşı mücadeleyle birleştirmek ve siyasal devrim perspektifiyle yürütmek de o kadar elzemdir. Demokratik görevlerle sosyalist görevler uğruna mücadeleleri hem ustaca buluşturmak hem de bu mücadele düzeylerinin farklılığına uygun bir zihinsel açıklık ve pratik içinde olmak gerekiyor.

İşte, daha fazlası var elbette, ama sadece demokratik mücadelenin doğru bir yönde, sonuç alıcı biçim-de kesintisizce sürmesi için bile, işçi-emekçi ve ezilenlerin sosyalist örgütlerini güçlendirmek vazgeçil-mez, ihmal edilemez bir görevdir. Bu yüzden de hem HDK/HDP’yi, hem de SYKP’yi, kendi program ve mücadele düzeylerine uygun biçim-de kitlelerle buluşturmak görevleri iç içe geçmektedir.

Halkların seçeneği büyüyor

Page 3: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 Po

litik

a

3

İnsanlık tarihi esas olarak art arda gelen toplumsal ve politik olay ve olguların içinde var olan çelişkilerin harekete geçirdiği sürekli bir dönü-şüm sürecidir. Marx’a göre, bu süreçte “insanlar tarihi yapar, ama istedikleri gibi yapmazlar; …geçmişten gelen ve aktarılan koşullar altında yaparlar”. Türkiye’deki demokratikleşme ve değişim dinamikleri de emperyalist/kapitalist blok ile emek ve demok-rasi güçlerinin mücadeleleri içinden anlaşılabilir.

ABD’de 2008 yılında bir finansal kriz görüntüsüyle patlak veren ve özellik-le de Avrupa’da “Büyük Resesyon” olarak da anılan kapitalizmin krizi sürüyor. Krizden kurtulmak için çeşitli ülkelerde, büyük sermayeyi kurtarmaya dönük devletleştirmeler ve büyük çaplı kamu harcamaları, vergi indirimleri yapıldı. Ancak bu kez Avrupa’da kapitalizmin eşitsiz gelişiminin neden olduğu merkez-çevre ülkeleri ayrışmasının doğurdu-ğu çelişkiler gündeme geldi. Avrupa artık günümüzün en borçlu bölgesi durumundadır. Yeryüzünün efendi-lerinin “aşiltopuğu”nu da bu borçlar oluşturuyor.

ABD‘deki bütçe ve borç krizi de krizin derinliğini anlamak açısından önemli bir gösterge. Bilindiği üzere ABD dünyanın en borçlu ülkelerinin başında geliyor. Obama’nın 2010 yı-lında gündeme getirdiği ve özel sağlık

sigortaları üzerinden de olsa kimseyi sağlık kapsamı dışında bırakmama ve yoksulların primlerini kamu bütçe-sinden ödemeyi içeren Sağlık Refor-mu (Obama Care) Cumhuriyetçilerin engeline takıldı. Bütçeden yoksullara dönük harcamaların yapılmasına karşı çıkan Cumhuriyetçi Parti üye-leri, Obama’nın elini zayıflatmak için bütçeye ve borç limiti artışına izin vermediler. Yaşanan ciddi bir krizin ardından geçici bütçe yapıldı, kısaca sorun ötelendi.

Krizin faturasının geri bırakılmış ülkelere kesileceğine ilişkin gözlemler artıyor. Ortadoğu’da dengelerin üzeri-ne oturmuş olduğu dinamikler ciddi sarsıntı geçiriyor. Emperyalist güçler olarak ABD ve Rusya, Suriye’ye yö-nelik farklı politikalar izledi. Bunlar olup biterken Suriye’de Rojava halk hareketi, hem Kürtler hem de Orta-doğu halkları için “yıldızın parladığı” tarihselliğe karşılık geliyor. Bu güç dizilişleri karşısında bölge, hâlâ puslu.

Krizin eşitsiz sonuçları

Emperyalist-kapitalist sisteme gide-rek daha bağımlı hale gelen Türki-ye ekonomisi ve siyaseti, özellikle uluslararası sermaye hareketlerindeki son gelişmelerden etkilendi. Türkiye ekonomisi son on yıldır milyarlarca dolarlık sıcak para girişi ile içerde bankacılık, inşaat ve konut, ithala-ta dayalı perakende sektörlerinde şişirilen balonlarla canlı kaldı. Ne var ki bu süre içinde 41 yeni dolar

milyarderi yaratılırken, öte yandan Türkiye nüfusunun üçte biri hızla yoksullaştırıldı. Bu büyüme stratejisi artık tıkanmaya başladı; çünkü hem sıcak para girişi azaldı hem de ülke-den para çıkışları arttı. Sonuç olarak büyüme hızı üçte iki oranında düştü, işsizlik ve yoksulluk arttı.

İç politikaya gelince yaklaşan kriz, artan resesyon ve beraberinde gelen işsizlik AKP’yi zorlarken, Tayyip Erdoğan’ın kendisini tek aktör olarak gösterme stratejisi artık işlemiyor. Bu yaklaşıma hem Kürt Hareketi hem de Gezi İsyanı cevap verdi, AKP’nin meşruiyeti ciddi biçimde sarsıldı. Ça-tışmasızlık sürecinde AKP’nin açtığı demokrasi paketi de başta Kürt Hare-keti olmak üzere toplumsal güçlerin taleplerinin çok gerisinde kaldı.

Parlayan yıldız: HDK/HDP

AKP’nin meşruiyet kaybının gös-tergelerinden biri de ABD’den geldi. ABD’nin iki eski Ankara büyükelçisi-nin yönetiminde hazırlanmış ve ABD yönetimine sunulmak amacıyla kale-me alınmış bulunan “Söylemden Ger-çekliğe– ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Düzenlemek” başlıklı rapor, dış politikada Türkiye’ye ilişkin pek göz alıcı ve parlak bir görüntü çiz-mediklerini gösteriyor. Rapora göre, “... AKP artık yenilmez ve kaçınılmaz görünmüyor.” Siyasal iktidarın güç kaybına karşın, önümüzdeki 18 ay içinde üç seçim –yerel, cumhurbaş-kanlığı ve genel- geçirecek Türkiye’de

AKP’nin karşısında yenilenmiş, Gezi İsyanı’nın ve Kürt halkının taleple-rine kulak vermiş bir ana muhalefet partisi, yani CHP yok.

Ekonomik ve politik krizler, örgütsüz kitleler için ciddi bir risk oluşturu-yor. Ancak bu krizler emekçi sınıflar ve tüm ezilen kitleler için büyük buluşmalar, hatta ortak mücadele için fırsatlar da sunuyor. Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dan emekçiler ve ezilenlerin birlik hareketlerine, Ortadoğu’da üçüncü bir yol olarak Rojava’daki mücadele eşlik ediyor, Türkiye’den parlayan yıldız ise HDK/HDP.

Gezi İsyanından önemli dersler çıkaran ve 27 Ekim’de Kongresini ta-mamlayıp yerel seçimlere hazırlanan Halkların Demokratik Partisi (HDP) emekçiler ve ezilenlerin mücade-le birliği olarak kapitalizmin krizi karşısında önemli bir dayanışma ve mücadele örgütlülüğü olarak konum-lanıyor. HDP; emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin özünü çoğul niteliği ile iyi kavramış ve ekolojiden kadın mücadelesine, emek sömürü-sünden, işsizlikten yoksulluğa kadar halkların beklentisini karşılama potansiyeline sahip bir güç olarak siyaset sahnesinde yerini alıyor. SYKP ise, ikili bir görev ile karşı karşıya: Hem kendini kitlelerle buluşturmak hem de HDP’yi. Umuda yolculukta “Kurtuluş yok tek başına ya hep bera-ber ya hiç birimiz” demek ve eylemek gerekiyor.

Nejla Kurul

Kapitalizmin krizi ve ‘Umuda Yolculuk’

HDP, emek, demokrasi ve özgürlük mücade-lesinin özünü çoğul niteliği ile iyi kavramış ve halkların beklentisini karşılama potansiyeline sahip bir güç olarak siyaset sahnesinde yerini alı-yor. SYKP ise, ikili bir görev ile karşı karşıya: Hem kendini kitlelerle buluşturmak hem de HDP’yi.

Page 4: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Polit

ika

4Si

ya

set

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 26-27 Ekim’de yapılan Olağa-nüstü Kongresi’nde Sebahat Tuncel ile birlikte HDP Eşgenel Başkanlığı-na seçilen Ertuğrul Kürkçü ile HDK/HDP ve yaklaşan yerel seçime ilişkin politikaları üzerine konuştuk.

Siyaset: Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşgenel Başkanı seçildiniz, kutluyoruz. Ayrıca Kongre sırasında geçirdiğiniz ra-hatsızlık için de okurlarımız adına “geçmiş olsun” diyoruz.

Ertuğrul Kürkçü: Teşekkür ederim. Geçirdiğim rahatsızlık sonrasında arayan, soran iyilik dileyen herke-se de bu vesileyle teşekkür etmek isterim.

Siyaset: Sizinle HDP hakkında ko-nuşmak istiyoruz öncelikle. Hangi amaçla ve hangi hedeflerle kurul-du bu parti? Halkların Demokra-tik Kongresi (HDK) ile HDP’nin ilişkisi nasıl olacak?

Kürkçü: Halkların Demokratik Partisi (HDP) esasen Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) siyasi aygıtı. O nedenle Halkların Demokratik Kongresi’nden ayrı bir Halkların Demokratik Partisi yok. Bu partide yer alan herkes öncelikle HDK’nin bir bileşeni, üyesi, katılım-cısı. HDK bir dizi sosyalist partiyi,

partileşmemiş sosyalist hareketleri ve bireyleri yan yana getiriyor. An-cak HDK’nin de HDP’nin de amacı bir sol birlik, sosyalist birlik kurmak değil. İçlerinde sosyalistlerin ve sos-yalizm için mücadele eden hareket-lerin de bulunduğu çok daha geniş bir ezilenler koalisyonu meydana getirmek. Kadın hareketi üzerinden gelenler, ekolojik mücadelelerden gelenler, Alevilerin özgürlüğü için, Kürt halkının özgürlüğü için, Ezi-dilerin, Süryanilerin özgürlüğü için mücadele edenler kadar emeğin kurtuluşu için sendikal düzeyde, politik parti düzeyinde hareket eden yapıları bir araya getiren bir mücadele platformu. O nedenle kendisini “kongre” olarak adlandı-rıyor. Bu ortaklık esasen şu stratejik hedefe yönelik: Türkiye’deki bütün mevcut hâkimiyet rejiminin altında ezilen kesimlerin özgürlük ve de-mokrasi mücadelelerinin ortak mü-cadele zemini olmak. HDP de seçim düzleminde bu mücadele hedefleri-ni siyasi faaliyet alanına taşıyacak, o siyasi faaliyetin sözü olacak, o çerçevede de kendi örgütlenmesini inşa edecek. O nedenle ben kısaca diyorum ki HDP; partilerin partisi, hareketlerin hareketi, inisiyatiflerin inisiyatifi olacak.

Siyaset: HDK bileşeni siyasi örgüt-lerin HDP ile ilişkisi nasıl olacak?

Kürkçü: HDP’nin en önemli özelliği, evvelce girişilen mücadele ortaklığı, birlik arayışları ve dene-yimlerinden farklı olarak hiçbir katılımcının, bileşenin kendi örgü-tünü dağıtması, ortadan kaldırması, onu lağvetmesi diye bir mecburi-yetinin olmaması. Tersine onların kendi varlıklarını sürdürmeleri

HDP’nin de bir meşruiyet gerekçesi. Dışarıdan bakanlar onun içerisine girdiklerinde kendilerini ortadan kaldırmak mecburiyetinde olacak-larını düşünmesinler. Ama “Ben kendimi lağvediyorum, HDP’ye kendimi armağan ediyorum” di-yene de kimse “Lütfen yapma, dur burada” demeyecek. Türkiye’deki mücadelenin kendine özgülükleri dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareke-ti HDK’de de, HDP’de de tabii ki son derece önemli bir yer kaplıyor, Türkiye’nin batısındaki özgürlük ve kurtuluş hareketleri ile tabir caizse asimetrik bir duruşu var. HDP’nin hem insan kapasitesi hem tecrübe-sinin çok önemli bölümü Kürdistan özgürlük mücadelesinden geliyor.

Siyaset: Kuruluş kararı daha önce alınmış olsa da, HDP müzakere sürecinde daha da öne çıktı dene-bilir mi?

Kürkçü: HDP’nin içinde bulundu-ğumuz dönemde kendisini siyasi tablonun önüne doğru atması-nın en önemli nedeni özelikle 21 Mart 2013’ten beri Türkiye’nin içine girmiş olduğu yeni çözüm ve müzakere süreci. Bu süreçle birlikte Kürt halkının önderi Sayın Ab-dullah Öcalan bir çağrıda bulun-du Kürt özgürlük mücadelesine. Silahlı mücadele devrini kapattı-ğını ve bundan böyle Kürdistan’ın özgürlüğü için Türkiye’de silahlı çatışma sürdürmeyeceklerini söy-leyerek yeni bir gelişme yolu açtı. Türkiye’nin tamamına dönük bir yeni siyasi hamle çağrısında bulun-du. İşte HDP bu siyasi hamlenin iki yönden gelerek tamamlandığı bir yapı. Yani Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi dinamikleriyle Kürtlerin

kurtuluş dinamikleri bir araya gelerek bir yeni yapı oluşturuyorlar. HDK bu yapının tabanı, HDP de bunun siyasi üst yapısı.

Siyaset: Bu seçimde BDP’nin Kür-distan ilerinde HDP’nin ise batıda gireceğini biliyoruz. Fakat özel-likle CHP yanlılarından HDP’ye bir eleştiri yöneltiliyor; “HDP solun oylarını bölecek” şeklin-de. Daha ilerisini de söyleyenler var,“AKP’ye hizmet eder bu” diye.

Kürkçü: Bütün politik partilerin kendi adlarına siyaset yürütmele-ri, kendi adaylarıyla siyasette öne çıkmaları ve kendi kendilerini gerçekleştirmeleri parti olmanın tabiatı gereğidir. Bu her partinin

“CHP oylarımızı bölmesin”

HDP esasen HDK’nin siyasi aygıtı. O neden-

le HDK’den ayrı bir HDP yok. HDK bir

dizi sosyalist partiyi, partileşmemiş sosyalist

hareketleri ve bireyle-ri yan yana getiriyor.

Ancak HDK’nin de HDP’nin de amacı

bir sol birlik, sosyalist birlik kurmak değil. Çok daha geniş bir

ezilenler koalisyonu meydana getirmek.

CHP’ye şunu söy-leyebiliriz: Bizim oylarımızı bölmeye kalkmasın, bizim adaylarımızın kar-şısına aday çıkart-masın veya çok seviyorlarsa aritme-tiği, 30+10=40 ise tersi de doğrudur. 10+30=40. Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulması ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var?

Page 5: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Polit

ika

5

Siy

ase

t

hakkı ve görevi. HDP bu hak-kı kullanmak için herhangi bir partiden izin almak zorunda değil. İkinci nokta CHP ile HDP aynı yere hitap etmiyor, aynı seçmen kitle-sine hitap etmiyor. Bugüne kadar, HDP’ye yüzünü dönmesi beklenen seçmen kitlesi -ki bu klasik olarak batıda da sosyalistler, demokratlar Kürt emekçilerdir-, bunlar son dört seçimdir CHP’ye oy vermiyor, bu seçimlerde de CHP’ye oy verme eğilimi göstermiyorlar. Dolayısıyla HDP tarafından CHP’nin özgül hitap alanındaki kitlelere yönelik bir yeni adım atılmış değil.

Kritik tartışma şununla ilgilidir: Özellikle Dersim’de ve Türkiye’nin batısında Gezi süreci sonrasında hem AKP’ye meydan okuyan hem de yeni bir seçenek arayan genç, ezilmiş, Alevi/Kürt kitlelerin oyuna talip olarak CHP, BDP ve HDP ile bir rekabet içine girdi. Dolayısıy-la bu rekabet çerçevesinde oylar bölünmesin türünden kozları halk arasında kullanıyor. CHP daima yoksul ve ezilen kitlelerin kendisin-den başka bir seçeneği olmadığına kendisini inandıracak bir kurgu içinde hareket ediyor. Bu çerçeve-de rekabet halindedir. Biz bunlara aldırmıyoruz kendi yolumuzda ilerleyeceğiz.

Siyaset: CHP’ye eğilimli kesimler-le seçimde güç birliği yapmanın hiçbir olanağı yok mu?

Kürkçü: Biz şöyle bir başka adım atıyoruz: CHP ya da başka bir siyasi parti ile siyasi ittifak kurmayaca-ğız. Özellikle Gezi forumları,Gezi dinamikleri içerisinde ortaya çıkan yeni güçlerin, yeni seslerin olduğu her yerde onların adaylarını kendi listelerimize içermeyi gözetiyoruz. Dolayısıyla bu forumlardan çıkan ortak adayların parti aidiyetleriyle ilgilenmeyeceğiz. Onları kendi liste-lerimize almak ya da ortak bir liste yapmak konusunda bir tereddüdü-müz olmaz. Ama asla biz masa başı pazarlıkları içinde CHP ile adım atma eğiliminde değiliz. Üçüncü nokta da şudur: CHP ya da başka herhangi bir partinin bizim oyları-mızı, bizim siyasi desteğimizi hak etmesi için bir siyasi tutum değişik-liği göstermiş olması gerekir. Bunun için AKP’nin ne kadar kötü olduğu-nu bize anlatmaları gerekmez. Biz onu biliyoruz. Son iki yıl içersinde BDP, sosyalistler, AKP’nin zulmün-den yeterince nasiplerini aldılar. On binlerce insan cezaevlerine kondu. AKP’nin ne kadar kötü olduğu, insanların siyasi tercihlerine, dinsel tercihlerine, mezhepsel tercihlerine, cinsel yönelim tercihlerine karşı na-

sıl saldırganca bir tutum içersinde olduğunu bedenimizde sınıyoruz.

Ancak, CHP’nin de paranın öbür yüzü olduğunu, gücü ellerine geçirdiklerinde siyasi rakiplerine karşı daha hoşgörülü olmadıklarını, olmayacaklarını biliyoruz. Ama en önemli mesele, Kürt halkının özgürlüğü ve Türkiye’de devletin oligarşik karakterinin demokratik bir dönüşümle ortadan kaldırılması için yeni anayasa arayışları sırasın-da, ne yeni bir yurttaşlık tanımına erişebildiklerini, ne Türkiye’nin halkı boğan yerel yönetim ve idari yapısının dönüştürülmesine yönelik ciddi, dönüştürücü bir öneride bulunduklarını, tersine bu oligar-şik, tekçi asimilasyoncu yapının muhafazasına yönelik saldırgan bir tutumu benimsediklerini görü-yoruz. “Andımız” tartışması bile bu konuda yeterince fikir verir. O yüzden bizim burada herhangi bir siyasi ilişki alanı imkanı bulma-mız söz konusu değil. Tersine biz CHP’ye şunu söyleyebiliriz: Bizim oylarımızı bölmeye kalkmasın, bizim adaylarımızın karşısına aday çıkartmasın veya çok seviyorlarsa aritmetiği, 30+10=40 ise tersi de doğrudur. 10+30=40. Tek sorun İstanbul’un AKP’den kurtulma-sı ise, o zaman bizim adayımızla birlikte İstanbul Belediyesi AKP’den kurtulsun, ne var? Madem bu kadar diğerkam, bu kadar cömert oluna-biliyor, o cömertliği kendilerinden de bekleriz doğrusu.

Siyaset: Peki diğer sosyalist güçlerle ortak adaylar çıkarmak mümkün değil mi?

Kürkçü: Biz buna açığız, bunun için epey temas aradık. Aylardır, yıllardır bu konuyla ilgileniyoruz, ancak burada etkin bir karşılık bulabildiğimizi söyleyemem. Benim gördüğüm gidişat hep şöyledir: Bir sürü zaman kaybından sonra seçimler kapıya gelir, bir yandan yüksekten atılır, seçimler boykot edilir, ama öte yandan taban oyunu yakma eğiliminde olmadığından onların CHP adayları etrafında toplanmasına rıza gösterilir. Yine de onları CHP’nin çekim alanına gir-mekten alıkoymak bence bizim en önemli siyasi görevlerimizden birisi olmaya devam edecektir. Çünkü bu bir seçim kazanma/kazanma-ma meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’de güçleri yeniden dizme, bir üçüncü kutup, bir halk egemen-liği mücadelesi, kutbu oluşturma meselesi. O açıdan da bu konuda konuşmaya, söz almaya, uyarmaya, aydınlatma görevlerimizi yapmaya devam etmemiz gerekir.

HDK Genel Kurulu 26 Ekim’de, HDP Olağanüstü Kongresi de 27 Ekim’de Ankara’da toplandı. HDP Kongresi’nde Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü Eşgenel Başkan seçildi.2011 genel seçimlerinde emekçile-rin ve ezilenlerin sözünü söylemek için Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku oluşturulmuş, seçim son-rasında da Blok’un ortak çalışma pratiği ve başarılı seçim sonuçları-na dayanarak Halkların Demokra-tik Kongresi (HDK) kurulmuştu. HDK, iki yıllık çalışmanın ar-dından, seçimlere yönelik olarak Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) kurdu. HDP Olağanüstü Kongre’sinin hemen öncesinde Barış Demokrasi Özgürlük Bloku/BDP milletvekil-leri Ertuğrul Kürkçü, Sebahat Tun-cel, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel bu partiye katıldı. Böylece HDP Meclis’te milletvekili olan dördüncü parti oldu.HDK Genel Kurulu ve HDP Kongresi’nde delegeler tarafından bölgede yaşanan devrimler ve halk isyanlarının önemi vurgu-landı. Tahrir’le Gezi’yi, Rojava’yla Gazze’yi buluşturmaya dönük en-ternasyonalist tutumun altı çizildi. Türkiye ve Kürdistan’a dair siyasal gelişmeler değerlendirildi.HDP Kongresi’nde en heyecan yaratan anlardan birisi ODTÜ’de direnen öğrencilerin toplu halde kürsüye çıktığı an oldu. Ertuğrul

Kürkçü de konuşmasında, OD-TÜ’lüleri selamladı ve en kısa zamanda bayrağı gençlere teslim edeceklerinin sözünü verdi. Salon-da da, “Her yer Taksim her yer di-reniş” sloganıyla, “Her yer Rojava her yer direniş” sloganı buluştu.Hem HDK’de hem de HDP’de yüzde 50 kadın kotası uygulandı. HDK’nin kuruluşunda LGBTİ temsiliyetine önem verilmişti, bugün neredeyse adı konmamış bir LGBTİ kotası var. HDK’de, Türkiye’de ezilen ve kimliği için mücadele eden Kürtler, Çerkes-ler, Süryaniler, Ermeniler temsil ediliyor. HDK’yi oluşturan örgüt-lerin kurullarda temsiliyeti yüzde 60 ile sınırlı kaldı, diğer yüzde 40’ı herhangi bir örgüte üye olmayan bağımsızlar oluşturdu. HDK, bir yandan yeni bir örgütlenme pratiği yaratırken diğer yandan da örgütlü yapıları çeşitli yönlerden etkiliyor.Kongre divanına HDP’nin çoğul-culuğunu ifade etmesi açısından; trans Esmeray, Kürt Tuncer Ba-kırhan, Arap Alevi Sevgi Kudret, başörtülü Hüda Kaya, Ermeni Garo Paylan oturmuştu. Genel Ku-rul ve Kongre’nin tek eksiği emek ve sınıf mücadelesi vurgusunun az olmasıydı.Kongre’de sözleri Murathan Mungan’a ait olan Fırtına adlı Yeni Türkü şarkısı ses verdi. HDP’yi en iyi anlatan şey herhalde bu şarkıy-dı. Sözlerini bir daha hatırlayalım; Denizlere çıkar sokaklar...

HDP Kongresi toplandı

Page 6: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 Po

litik

a6

Malum, Halkların Demokratik Partisi (HDP) aslında, yaklaşık bir yıl önce “kurulmuş”tu. Ama kamuoyu, hatta sürecin içinde olan bizler dahi, onun 27 Ekim 2013’teki olağanüstü kongresini “kuruluş” diye algıladık.

Burada söz konusu olan, katiyetle bir algı hatası değil. Bir yıl önce kurulan salt bir seçim partisi idi. Bu yüzden onu görkemli kongrelerle parlatmayı ve HDK ile eş düzeyde gündeme taşımayı düşünmedik. Şimdi kurulan HDP ise, gerçek bir partiye doğru demir alan, önümüze can alıcı soru ve görevler koyan bir oluşum. Biliniyor; bu içine girdiğimiz seçim konjonktürünün kendiliğinden empoze ettiği bir değişim değil. Hâlâ çeşitli belirsiz-likler bulunsa da, HDK bileşenleri başlangıçtaki kararlarını gözden geçirerek bu noktaya vardılar.

Öte yandan, müstakbel gerçek par-tinin görünür bir gelecek için “orga-nik” olamayacağı, böyle zorlamalar-dan kaçınmak gerektiği muhakkak. Ama, HDK ve HDP, şimdiye kadar olageldiği gibi, bileşenlerinin tem-sili veya düşük yoğunluklu katılımı ile geliştirilemez ve HDP şimdiden HDK’yi adres göstermekle yetinme-yip üye kaydeden ve sahici örgütler kuran bir parti konumuna geçmek durumundadır.

Ona bir zamanlar revaçta olan adlandırma ile “çatı partisi” demek, elbette bir dizi bulanıklığı giderir. Ama belki de, “çok bileşenli bir keşif ve arayış koalisyonu” demek, daha yerinde, daha ucu açık ve daha dinamik bir nitelendirme olur.

Bir koltukta birden çok karpuz

Bir HDK’miz, iki partimiz (SYKP, HDP) mi olacak? Evet, öyle olacak. Kendimizi bir koltukta birden çok karpuz taşımaya, birbirine açılan kompartımanlar arasında mekik dokumaya, çoklu bakış açılarına ve farklı faaliyet biçimleri arasında örtüşme, girişim ve geçişme alanları yaratmaya alıştırmak mecburiyetin-deyiz.

Formel kalıplara takılıp kalamayız. Aynı anda ve birbiriyle çelişmek şöyle dursun, birbirini besleyecek şekilde birden çok siyasi odak için faaliyet sürdürülebilir. Yeter ki düzeyleri birbirine karıştırmayalım ama birbirinin karşısına da koy-mayalım. Siyaseti toplumsal olana daha çok yaklaştırdıkça aynı şeyi bizden yaşamın karmaşıklığı da talep edecektir. Bizleri yetkinleştire-cek olan da tek bir faaliyet alanına kapanmak değil, stratejik bir hattı farklı düzeylerin dolayımından geçirerek ilmek ilmek örmektir.

Yansımalar ve eleştiriler         

HDP Kongresi ana akım medya-da ciddi bir yankı buldu; sosyalist solda, Kürt hareketi içinde çeşitli tartışma ve eleştirilere vesile oldu. Yaygın medyada kendine yer aç-mak, elbette propagandanın bir par-çasıdır. Ama “gösteri toplumu”nun tuzaklarına düşmemeliyiz. Medya-nın bizim için ürettiği imajı gerisin geri bize pazarlamasına izin ver-memeliyiz. Dahası, medya kaynaklı çeşitli saldırılara karşı, ne yaptığını bilen bir kendinden eminlik ve iradeyle şerbetli olmalıyız.

Örneğin, şu sosyalist solun marji-nalliği tevatürü. Bunun durmadan başımıza kakılması, yolumuzu şaşırtmamalı. R. Luxemburg vak-tiyle ve mealen meseleyi doğru bir biçimde ortaya koymuştu: Devrimci taktikler azınlıktan çoğunluğa doğ-ru giden bir seyir izlerler…

Altan Tan’a hiddetlenmenin alemi yok. O, Osmanlı’nın son dönemi-ni ve bütün Cumhuriyet tarihini boydan boya kat eden bir kültürel ikiliğin içinden konuşuyor. Buna yanıtımızın ille de Tan’ı tatmin etmesi gerekmez. Ama işaret ettiği sorun es geçilecek gibi değil.

Mustafa Sönmez ve Ruşen Çakır

dostane bir konumda duruyorlar. Sönmez’in, yazdığı Yurt gazetesinin tutumu dahil olmak üzere, “ulusal-cı” önyargılara yönelik eleştirileri takdire şayandır. Yazdıklarına, ka-tılırız katılmayız ama kulak kabart-mak durumundayız.

R. Çakır’ın HDP’yi konu edinen yazılarının düğüm noktası son derece önemli: Kimlik mücadele-lerini içerip aşan bir siyaset düz-lemine geçmek… Bu dar yazının sınırları içinde, kendisine SYKP program taslağını ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin dönüşümlerini daha yakından irdelemesini salık verebi-liriz ancak.

 Gelelim daha içerden ve “biz bize” eleştirilere. Sungur Savran hevalimizin (o bize böyle hitap ediyor) yazısının başlığı aynen şöyle: “HDK’den HDP’ye: Bir iltihak öyküsü noktalandı”. Yani bizler örgütsel olarak Kürt Özgür-lük Hareketi’ne, program olarak “radikal demokrasi”ye artık tam anlamıyla iltihak etmişiz…

Burası kapsamlı bir cevabın yeri değil. Ama şuna parmak basmadan edemeyiz: Savran ebediyen kendi steril ideolojik “doğrular”ı ile baş başa kalabilir, sınamaktan kaçındığı bir “ilke siyaseti” güdebilir; öteden beri savunucusu olduğu bir “üçün-cü kutup” hattı için, ara sıra iliş-mekten başka bir şey yapmayabilir. Biz işimize bakacağız.

Birgün’deki söyleşisinde Oğuzhan Müftüoğlu, ilk ÖDP’den beri bildi-ğimiz ve artık gına gelen teraneye sarılıyor: “Kürt hareketinin pat-ronajı” altına girmek, toplumda ciddi bir karşılığı olmamak, vs. Şu “patronaj” meselesi, bir ezen ulus devrimcisinin artık abese kaçan kibri olmasın sakın. Sonra, Müftü-oğlu, kaçak güreşmeyi bırakıp, bize toplumsal karşılığı olan bir ittifakı adıyla sanıyla ve tek tek bileşenle-riyle sıralayabilir mi acaba? Zira arına arına, ayrışa ayrışa bugünlere gelmiş mevcut ÖDP’nin toplum-sal karşılığı konusunda az çok bir fikrimiz var.

Sonuç itibariyle ve içerden eleştiri-ler için: Biz riskleri göze alıyoruz, siz ipe un sermeden ve lafı dolan-dırmadan “Var mısınız?”   

HDP: Şaziye Köse

Bir yıl önce kurulan salt bir seçim partisi idi. Bu yüzden onu HDK ile eş düzeyde gündeme taşımayı düşünmedik. Şimdi kurulan HDP ise, gerçek bir partiye doğru demir alan, önümüze can alıcı soru ve görevler koyan bir oluşum.

‘Seçim Partisi’nden gerçek partiye doğru

HDP’ye bir zamanlar revaçta olan adlandırma ile “çatı partisi” demek, elbette bir dizi bulanıklığı gi-derir. Ama belki de, “çok bileşenli bir keşif ve arayış koalisyonu” demek, daha yerinde, daha ucu açık ve daha dinamik bir nitelendirme olur.

Page 7: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Polit

ika

7

Siy

ase

t

Her yerel seçimde olduğu gibi yak-laşan seçimlerde de gündemin ana maddelerinden biri “Solun oyları-nın bölünmesi nasıl engellenecek?” sorusu etrafında dönüyor. Özellikle İstanbul’da Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Sırrı Süreyya Önder’i aday gösterme ihtimali bazı kesimleri ürkütmüşe benzer. Ama bu sadece İstanbul ile sınırlı değil. Kürtlerin yoğunlukta olduğu birçok batı kentinde benzer tartışmalar ya-şanacaktır. Ancak CHP’yi peşinen sol içinde kabul edip Kürt oylarını CHP’nin kuyruğuna takmanın hesabını yapanların birkaç temel açmazı var.

Birincisi CHP Kürtleri ve sosyalist-leri meşru muhatap olarak kabul edip ittifak görüşmesi yapmaya ya-naşmıyor. Bütün istedikleri, kamuo-yundan gizli yapılacak görüşmeler-le, mümkünse hiçbir şey vermeden adı geçen kesimlerin oyunu almak-tır. Dolayısıyla CHP-HDP ve diğer sol güçlerin ittifakını hayal edenler bu gerçeği görmezden gelebilir ama herkes onlar gibi kör değildir. CHP yöneticileri bu güçlerle açıktan ittifak görüşmesi yapamaz; çünkü içlerindeki Kürt ve sosyalist düşma-nı kesimleri ürkütmek istemezler.

İkincisi bu tavsiyede bulunanlara tuhaf gelebilir ama ilkelerde anla-şarak ittifak yapmak hâlâ en geçerli birliktelik yoludur. Peki ama CHP

ile HDP arasında nasıl bir ilkeli bir-liktelik olabilir? AKP hükümetinin yaptığı içi boş reformları bile aşırıya kaçma olarak yorumlayan, ırkçı “Andımız”ın kaldırılmasını kıyamet alameti olarak gören, Kürt Özgür-lük Hareketi’nin en alt düzeydeki taleplerini bile “memleket bölü-necek” diye karşılayan bir CHP ile hangi ilkelerde anlaşma olabilir?

İttifak ancak ortak program temelinde olur

Denilebilir ki, “Yaklaşan seçim genel değil yerel seçimdir. Genel siyasal konularda anlaşamazsak bile yerel politikalarda anlaşabiliriz.” Asıl oradan bir şey çıkmaz. HDP’de temsil edilen siyasi güçlerin yerel yönetim politikalarının CHP ile bir ilgisi yoktur ki. CHP bugüne kadar yönetiminde bulunduğu belediye-

lerde halkı karar süreçlerine mi kat-mıştır? Taşeron işçi çalıştırmanın önüne mi geçmiştir? İhaleleri şeffaf bir şekilde kent halkının azami yararını gözeterek mi vermiştir? CHP’nin belediyecilik anlayışı nedir ki? Bol bol park bahçe yapmak, festivaller düzenlemek ve bir de yandaş müteahhitlere para kazan-dırmak için ikide bir kaldırımları yenilemek. Bu mudur ortaklaşıla-cak belediyecilik anlayışı?

Geriye kala kala bir tek AKP iktidarını geriletmek tezi kalmak-tadır. Bazı sol kesimlerin işi ifrada vardırıp AKP karşıtlığını her türlü ilkenin üzerinde gördükleri bili-niyor. Bu kadarı çok ama AKP’yi geriletmek hedefi öyle pek yaba-na atılacak bir hedef değil. Gezi olaylarının da gösterdiği gibi AKP

politikalarından rahatsız olan çok geniş bir topluluk da var. Ama bu hedefi gerçekleştirmenin tek yolu-nun CHP’nin kuyruğuna takılmak olduğuna inanmıyorum. Eğer CHP de AKP’yi geriletme fikrinde sami-mi ise bütün demokratik muhalefeti muhatap olarak kabul etmek zorun-dadır. Söz konusu olan kentin nasıl yönetileceği olduğuna göre geniş bir yurttaş kesiminin temsil edilece-ği meclislerde belediyecilik ilkeleri tespit edilir ve bu ilkeler üzerinden buna en uygun aday yine bu mec-lislerden belirlenir. Yoksa CHP’nin bugüne kadar AKP’den farklı olma-yan belediyecilik anlayışına ve yine AKP’ninkilerden farklı olmayan adaylarına neden oy verelim!

Solun bir kesimi geçmişte CHP ile birkaç belediye meclis üyeliği üzerinden işbirliği yapmıştır ve yapacaktır da. Ama bunları toplum-sal muhalefetin neredeyse bütün kesimlerini kucaklamak ve siyasi arenada üçüncü kutup olma iddiası ile kurulan ve hâlâ kurulmakta olan HDK/HDP ile karıştırmak abesten öte bir şeydir. HDP’nin seçmenleri sadece sayılardan ibaret değildir. Onların fikirleri ve bir duruşları vardır. Kendilerini muhatap alma-yan, düşüncelerine değer vermeyen bir partiye ya da adaya oy vermez-ler. Bu seçmen adına ilkesiz birlik-telik sözü veren fena halde yanılır ve yanıltır.

Yerel seçimlerde üçüncü kutup

Bazı sol kesimlerin işi ifrada vardırıp AKP karşıtlığını her tür-lü ilkenin üzerinde

gördükleri biliniyor. Bu kadarı çok ama AKP’yi geriletmek

hedefi öyle pek yaba-na atılacak bir hedef

değil. Ancak bu hedefi gerçekleştirmenin tek

yolu CHP’nin kuyruğuna takılmak

olamaz.

HDP’nin seçmenleri sadece sayılardan iba-ret değildir. Onların fikirleri ve bir duruş-ları vardır. Kendilerini muhatap almayan, düşüncelerine değer vermeyen bir partiye ya da adaya oy ver-mezler. Bu seçmen adına ilkesiz birliktelik sözü veren fena halde yanılır ve yanıltır.

CHP’nin AKP’den farkı ne?

Öznur Ağırbaşlı

Page 8: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 Po

litik

a8

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la TC dev-letinin başlattığı görüşmeler, Kürt sorununun çözümüne dair kamuoyunda pozitif yönde bir beklenti oluşturdu. Bu görüşmelerin bir sonucu olarak Abdullah Öcalan’ın isteği ile Kuzey Kür-distan’daki gerillaların KCK tarafından Güney’e çekilmesi kararı, sorunun çözümüne dair oluşan beklentiyi daha da pekiştirdi. Bu hava içinde baş-langıçta “İmralı süreci” olarak adlandırılan süreç, “barış süreci”, “müzakere süreci” gibi adlandır-malarla nitelenmeye başlandı. Çatışma olmaması nedeniyle gerilla ve asker ölümlerinin durması da sorunun çözümü yönünde oluşan olumlu havayı daha da güçlendirdi.

Daha önce başlatılan ve bizzat çatışmanın taraflarından birisi olan TC devleti tarafından akamete uğratılan süreçleri bildiği halde Abdul-lah Öcalan’ın, sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için yeni bir hamle yapmasının iki temel nedeni vardı: Birincisi, sorunun eşitlik zemininde demokratik çözümüne verdiği stratejik değer; ikincisi, bölgedeki gelişmelerin ve konjonktürün sorunun çözümüne dair bu stratejik yönelime uygun bir zemin oluşturması.

Niyet çözüm değil tasfiye

AKP hükümeti ve Erdoğan hiçbir zaman PKK’yi tasfiye ederek sorunu halletme anlayışından vazgeçmedi; ancak her yeni gelişmeye göre tasfiye politikasına yeni bir biçim verildi. Öcalan’ın yaptığı hamle karşısında bölge ve Suriye’deki sıkışmışlık durumu içinde içerde çok daha yaygın ve şiddetli bir savaşı göze alamayan Erdoğan, üst üste gelen üç seçim sürecini daha rahat atlatabil-mek ve PKK’nin gerekirse savaş yoluyla tasfiyesi bakımından zaman kazanabilmek için Öcalan’la diyalog sürecini başlattı.

Gerillanın sınır dışına çekilişi, sürecin ilk adımı olarak belirlendi.

Çekilişin bütün risklerine ve zorluklarına karşın gerillanın Güney Kürdistan’a çekilişi hızlandı-rıldı ve büyük ölçüde de gerçekleştirildi. Ancak çekiliş sürecinde Hükümet sorunun çözümüne dair yasal hiçbir girişimde bulunmadığı gibi, yeni kalekollar yapmaya devam ederek, koruculuğu daha da güçlendirerek, geleceğe dönük savaş hazırlığını hızlandırdı. Bu gelişmeler karşısında KCK, “ateşkes durumunu sürdürerek gerillanın sınır dışına çekilişini durdurduğunu” açıkladı. Hükümet, tam da seçim arifesinde oyalama zemi-ninin ayaklarının altından kayabileceği endişesiy-le, “herkeste şok yaratacak, demokratikleşme ve çözüm sürecini hızlandıracak bir paket açıklaya-cağını” duyurdu.

Erdoğan tarafından “demokratikleşme paketi “ olarak açıklanan paket, içinde demokratikleş-meye ve Kürt halkının taleplerine dair hiçbir şey olmamasıyla tersinden bir şok yarattı. Açık-lanan pakette anadilinde eğitim, her yurttaşın devlet kanalıyla eşit biçimde yararlanacağı bir hak olarak değil, özel okullara bırakılan, sınırlı sayıda parası olanın yararlanacağı bir ayrıcalık olarak yer alıyor. Pakette, eşitlik zemininde adil bir seçim sistemi yönünde hiçbir adım olmaması bir yana, tartışmaya açılan seçeneklerin hepsi “kırk katır mı kırk satır mı?” babından AKP’nin avantajlarını daha da güçlendirecek seçenekler. Yani sözün kısası “dağ fare doğurdu” misali içi bomboş bir paket!

Sorunu Kürt halkı çözecek

Öcalan ısrarla, “koşullarının değiştirilmesi ve sü-rece dair daha aktif rol oynayabileceği bir duru-mun yaratılması”nı istiyor. Yine ısrarla “derinlikli bir müzakere sürecine geçilmeden kalıcı adımla-rın atılamayacağının” altını çiziyor. Erdoğan ise, sanki lütufta bulunuyormuş gibi, “Şöyle yaparsa-nız böyle yaparız”, “Aman ha, Adalet Bakanımla iyi geçinin yoksa karışmam” türünden mahalle kabadayısıvari tehditler savuruyor. Bir yandan da “bu paket sadece adımlardan birisi, arkası gelecek” diyerek, “Oyalamayı ne kadar uzun sürdürebilirsek kârdır” anlayışıyla hareket ediyor. Tarihi ve siyasi olarak büyük bir anlam ifade eden Hewler’de yapılacak olan Kürt Konferansı’nı,

PKK’nin meşruiyetini ve Kürtler üzerindeki etki gücünü artıracağı endişesiyle engellemeye çalışı-yor. Daha da ötesi Rojava’da desteklediği El Kaide türevi örgütleri Kürt halkına saldırttığı yetmiyor-muş gibi, PYD’nin etkisini azaltmak için Barzani ve KDP aracılığıyla, Osmanlı’dan bugüne işlete-geldikleri bir yöntemi devreye sokarak, Kürtleri birbirine boğazlatmaya çalışıyor.

Öcalan’ın dediği gibi, “derinlikli bir müzakereyi başlatmak” bir yana, hükümetin tutumu nede-niyle süreç, diyalog safhasından karşılıklı olarak görüşmelerin yapıldığı bir müzakere sürecine evirilemedi. Cemil Bayık,“Müzakere sürecine geçilmesi için; Önder Apo’nun şartları değişti-rilmeli, yasalarda değişiklik yapılmalı ve üçüncü tarafın gözetiminde görüşmeler ve müzakereler başlatılmalı” diyerek tıkanan sürecin önünü açmaya çalışıyor. Aksi halde “sürecin biteceğinin ve yeni ve kapsamlı bir savaşın başlayacağının” altını çiziyor.

Bütün bunlara rağmen sürecin seyri yalnızca TC devletinin ve AKP hükümetinin iradesiyle şekillenmeyecek. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sağladığı meşruiyet ve mücadele iradesi yanında, Türkiye demokrasi güçlerinin çözüm yönündeki irade ve mücadelesiyle birlikte bölgedeki ve Su-riye’deki gelişmeler de sürecin nasıl ve ne yönde şekilleneceğinde önemli bir rol oynayacak. Bizim yapmamız gereken ise, kendi payımıza düşen sorumluluğun gereklerine uygun bir davranış gösterebilmektir.

Sorunun çözümünde temel etken Kürt halkının özgürlük uğruna mücadele kararlılığı ve örgütlü iradesidir; Türkiye demokrasi güçlerinin çözüm yönündeki çabalarıyla birlikte bölgedeki ve Suriye’dekigelişmeler de önemli bir roloynayacak.

Gerillanın Güney Kürdistan’a çekilişi hızlandırıldı ve büyük

ölçüde de gerçekleştirildi. Çekiliş sürecinde Hükümet so-

runun çözümüne dair yasal hiç-bir girişimde bulunmadığı gibi,

yeni kalekollar yapmaya devam ederek, koruculuğu daha da

güçlendirerek, geleceğe dönük savaş hazırlığını hızlandırdı.

Diyalog müzakereye dönüşemediMustafa Kahya

Page 9: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Polit

ika

9

Siy

ase

t

Uzunca bir yükseliş, önceki rejimin müstahkem mevkilerini birbiri ardı sıra ele geçirme ve fütuhat döne-minin ardından, AKP iktidarı güç ve irtifa kaybetmeye başlıyor. Bir gerileme ve düşüş sürecine giriyor. Özgüvenini ve epeydir tadını çı-kardığı moral üstünlüğünü giderek yitiriyor. Şüphesiz, AKP bu süreci tersine çevirmek, olmuyorsa yavaş-latmak ve sürüncemeli kılmak için dağarcığındaki bütün karşı ham-lelere başvuracaktır. Ancak, sert mücadelelere gebe olsa da, bunun tersine çevrilemez ve geri dönüşsüz bir süreç olduğunu ileri sürmek, abartılı bir iddia sayılmamalı. Birtakım yeni mevzi başarılar elde edecek olsa bile, AKP genel gidişat itibarıyla artık savunma konumun-dadır.

Alametler

Bu yeni halin nedenleri bir sır değil; neredeyse herkesin malumu:

1) Dış politikada yaşanan kelime-nin tam anlamıyla bir hüsrandır. Muhteris ve Türkiye kapitalizminin kapasitelerini aşan “Yeni-Osmanlı-cılık”, “stratejik derinlik” ve “hayat sahası” yönelişleri bozgunla sonuç-lanmıştır ve bu bozgunun faturaları iç politikaya da yansıyacak şekilde birer birer AKP’nin önüne gelmek-tedir.

2) AKP iktidarının küresel da-yanakları zayıflıyor. Emperyalist merkezlerde Erdoğan’a, partisine ve iktidarının çeşitli kadrolarına yönelik eleştirilerin dozu giderek sertleşmekte, kendilerinin “imaj” dedikleri saygınlıkları uluslararası planda artan ölçüde sorgulanmakta ve Türkiye daha yakından mercek altına alınmaktadır. Bunun en yeni örneği, ABD’nin iki eski Ankara bü-yükelçisinin nezaretinde hazırlanan, yenilir yutulur cinsten olmayan saptama ve iddialar içeren “Reto-rikten Gerçekliğe-ABD’nin Türkiye Politikasının Yeni bir Çerçeveye Oturtulması” başlıklı rapordur.

Erdoğan iktidarını “otoriterlik ve mezhepçilikle” suçlayan rapor, “AKP’ye mahkûm değiliz” ima-sında bulunuyor. Cengiz Çandar, AKP yetkililerine raporu efelenme gösterileri yapmadan “sakin kafay-la” okumalarını tavsiye ediyor ve uyarıyor: Nasıl iktidara geldiğinizi unutmayın…

3) İçerde yeni iktidar bloğunun iç çelişkileri keskinleşiyor, çatlakları derinleşiyor. Üstelik bu kez sade-ce eski rejimin defterini dürmüş olmanın verdiği rahatlıkla iktidar paylaşım çekişmesinin öne çıkma-sından dolayı değil, aynı zamanda girilen çeşitli çıkmazların ve top-lumsal muhalefetin basıncı altında vuku buluyor bu. MİT krizi ile ayyuka çıktığından beri, Cemaat ile AKP arasındaki karşılıklı salvola-rın ardı arkası kesilmiyor. Gezi de, iki iktidar ortağı arasında yeni bir ihtilaf ve atışma konusuna dönüştü. Çekişmenin odağında şu an için

dershaneler var.

Hükümet’le Koç Grubu arasın-daki sürtüşmenin ise eski rejimle hesaplaşma süreci boyunca içten içe süren bir evveliyatı var. Gezi’den sonra bu daha keskinleşmiş bi-çimde aleniyete döküldü. Koç’un enerji şirketleri hem ürün standardı hem de vergi denetimi bakımından incelemeye alındı. İptal edilen iha-leler de cabası. Hükümet böylece, Koç Grubu üzerinden, kendisine alternatif arayışına girecek sermaye hiziplerine gözdağı veriyor.

4) Haziran İsyanı yeni rejimin ve

AKP iktidarının geleceği bakımın-dan, yanılsamaları dağıtan, algıları farklılaştıran, beklentileri değişti-ren ve güçlerin farklı bir bağlamda yeniden dizilişine davetiye çıkaran bir dönüm noktasını, bir kırılma uğrağını simgeliyor. Haziran İsya-nından itibaren AKP iktidarı hamle ve gündem belirleme üstünlüğünü kaybetmiştir. Rıza üretme ve zor kullanma dengesinde kantarın topuzunu belirgin bir biçimde zora doğru kaydırmıştır. Bu iktidarın meşruiyet zeminini ciddi bir hasara uğratmakla kalmamış, “çoğun-lukçu” ve “sandıkçı” anlayışıyla özümsenmesi mümkün olmayan bir başka demokrasi ve meşrui-yet tahayyülünü güçlendirmiştir. Haziran İsyanı türlü dışavurumlarla AKP iktidarını yakın takipte tutma-ya devam ediyor.

5) Çok önemli bir çatışmasızlık sürecini daha seçimlere malzeme yapan ve kadük hale getiren AKP, kendi meşruiyet alanını geniş-leten, Ortadoğu denklemlerine daha güçlü bir biçimde yerleşen ve Gezi’den sonra Batı’daki dinamik-lerle buluşma imkanları artan Kürt Özgürlük Hareketi’nin artan basıncı altındadır.

6) Ekonomide sıcak para girişlerine, dış kaynağa, borçlanmaya, ihra-catta istikrarlı bir artışa ve inşaat sektörünün sürükleyiciliğine dayalı büyüme dönemi sona eriyor ve kırılganlık işaretleri çoğalıyor.

Asıl ihtiyaç: Yeni bir tarihsel blokun inşası

AKP’nin irtifa kaybetmekte olduğu saptamasından iki ayrı yöneliş çıka-bilir: Bunlardan ilki salt anti-AKP bir çizgiyle ve AKP’den bir an önce kurtulma tez canlılığıyla olası düzen ve hatta artık yeni rejim içi alterna-tiflerin yörüngesine girmektir. Bu bir çıkmaz yoldur. İkincisi ise, bir bütün olarak yeni rejimi bertaraf edecek ve demokratik bir cumhuri-yetin taşıyıcı ittifakı olacak yeni bir tarihsel bloğu bir dizi mücadele ek-seninden kalkarak ve her zemini bu amaçla değerlendirerek inşa etmeye koyulmaktır.

Bu bloğun toplumsal ve siyasal bileşenlerini yana yana getirmek, aralarındaki mesafeleri gidermek ve karşıt bir hegemonya düzlemi yaratmak için sistematik olarak çalışmaktır. Doğru yol budur; HDK ve akabinde HDP bu doğrultuda atılmış adımlardır.

Kenan Kalyon

Asıl ihtiyaç, bir bütün olarak yeni rejimi bertaraf edecek ve demokratik bir cumhuriyetin taşıyıcı ittifakı olacak yeni bir tarihsel bloğu bir dizi mücadele ekseninden kalkarak ve her zemini bu amaçla değerlendirerek inşa etmeye koyulmaktır. HDK ve akabinde HDP bu doğrultuda atılmış adımlardır.

AKP irtifa kaybederken

Page 10: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 Po

litik

a10

3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP, Türkiye politik hayatına kendisini “muhafazakar demokrat” olarak tanıttı. Kemalizm ve devletle gerilimli ilişkinin sembolü hali-ne gelmiş türban ve diğer dinsel talepler AB’nin bireysel hak ve özgürlükler terminolojisi üzerin-den dillendirilerek AKP bir yandan radikal İslamcılıktan arınmış, diğer yandan da modern kapitalist dünya ile uyum halinde bir parti izleni-mi vermiş oldu. 1. Cumhuriyet’in kurum, gelenek ve uygulamalarını tasfiye sürecinde dayanacağı evren-sel referans olarak liberal politika-lara yaslanabilme şansını böylece edinmiş oldu.

Kendi öncülleri olan sağ parti ve politikaların popülizmini devam ettiren AKP, bir yandan ekonomik koşulları giderek kötüleşen halkın önemli bir kısmının kendisine min-net duymasını sağlayacak sadaka ekonomisini devreye sokarken, diğer yandan Türkiye sağının kimi sembol ve söylemlerini yeni bir tarzla dolaşıma soktu. Millet ve iman merkezli söylemden ödün vermeksizin yürüttüğü popülist ekonomik politikalar neoliberaliz-me giden yolu daha kolay almasın-da önemli bir etken oldu. Okullarda “ücretsiz” kitap dağıtımından, her semte spor merkezlerine; yoksu-la marketlerde alışveriş etmesini sağlayan kuponlardan, duble yollara uzanan “hizmet’’ söylemini, “bir aile olarak millet” anlayışı ve toplum-sal düzenin korunmasına kutsallık atfeden yaklaşımla birleştirdi. Zaten muhafazakarlık da, modernizasyon sürecinde toplumu bir arada tuttu-ğuna inanılan aile, gelenek-görenek ve din gibi kurumların korunma-sını ve bu kurumların modernlikle birlikte yaşayabileceğini salık verir. Türkiye topraklarında ise AKP, mu-hafazakarlığı Sünni İslam tarafın-dan biçimlendirilen bir bakış olarak toplumda dolaşıma soktu ve günlük yaşama egemen kılmaya yöneldi.

AKP muhafazakarlığı, kapitalist

toplumun ayrılmaz bir parçası sayı-lan aileyi, İslami normlar üzerinden tahayyül edilen “kadınla erkeğin eşit değil tamamlayıcı olduğu” erkek egemen aile tipi olarak karşımıza çıkarmaktadır. AKP’nin öngördüğü millet/toplum kavramları da, ideal olduğu var sayılan aile ile özdeş olarak sunulur; herkesin birlik ve

bütünlük içinde yaşadığı, gelenek-lere-göreneklere saygı gösterdiği ve sorun varsa bunun kendi için-de halledildiği, dışarıya mutluluk tablosu çizildiği geniş/erkek egemen bir tasavvur olarak karşımıza çıkar. AKP Kürt sorununa da, kadınların, gençlerin, sınıfın taleplerine de o tarif ettikleri ailenin “baba” figürü olarak bakmakta; neoliberal politi-kaların Türkiye uygulayıcısı olarak “sorun” çıkaran çocuklarına ve karısına “İslami referansların uygun gördüğü ölçüde” şiddet uygulamak-tadır. 2002 seçim beyannamesinde bunu açıkça şu şekilde ifade etmiş-tir:

“Milletimizin tarihsel tecrübe ve birikimini geleceğimiz için sağlam bir zemin olarak gören AK PARTİ, muhafazakardır. Türk toplumu, bu coğrafyada ortak bir kaderi payla-

şan, acı-tatlı hatıraların birleştirdiği büyük bir ailedir. Bu ailenin kim-liğini oluşturan değerlerin, çağdaş gelişmeler ışığında yeniden üretile-rek devam etmesine imkan hazırla-nacaktır.”

Milletin, aynı değerleri paylaşan bireylerin oluşturduğu geniş bir aile olarak tasavvur edilmesi neoliberal dönemde iyice keskinleşen sınıfsal eşitsizliklerin, kadın cinayetlerinin, Kürt kalkışmasının, nefret cinayet-lerine kurban giden LBGTT bireyle-rin taleplerinin üstünü örtmekle kalmamakta aynı zamanda bu so-runlara ilişkin örgütlenmenin hatta bu sorunları dile getirmenin bile gayri meşru ilan edilmesine zemin hazırlamaktadır.

Bugün AKP “ortak İslami kültür” eksenli bir dil ile etnisite merkezli olmayan “millet” algısını yaygınlaş-tırmakta; bu eksendeki dil, milletin ortak mazisi olarak İslam’ın şahlanı-şını temsil eden Osmanlı geçmişini işaret etmektedir. Böylece AKP, önceki iktidarlardan farklı olarak Türkiye’yi Osmanlı dönemindeki itibarlı ve kudretli günlerine dön-dürmeye soyunmuş bir parti olarak kendisini sunar. Dış politikada uygulamaya koymaya kalkıştığı hat ve dil de bu soyunmanın pratiğidir. Eskiden Osmanlı’nın hakim oldu-ğu coğrafyalara da özel bir alaka göstermesinin sebebi buralarda oynamaya soyunduğu liderlik rolü ile ilgilidir. Dolayısıyla neoliberal ekonominin temel uygulamaları ve dış politikadaki saldırgan tutum “millete hizmet etmenin” ve onun çıkarlarını (ailenin çıkarlarını ko-ruyan Osmanlı tipi baba) diğer mil-letler (aile dışındakiler) karşısında korumanın bir aracı olarak topluma sunulmaktadır.

AKP muhafazakarlığının kilit taşı:Ebru Yıldırım

AKP muhafazakarlığı, kapitalist toplumun ayrılmaz bir parçası sayılan aileyi, İslami

normlar üzerinden tahayyül edilen

“kadınla erkeğin eşit değil tamamlayıcı

olduğu” erkek egemen aile tipi olarak

karşımıza çıkarmaktadır.

“KUTSAL AİLE”

Ruhban sınıfı, başta Hıristiyanlık olmak üzere belirli bir din bünyesinde din adamlığını meslek olarak icra eden tüm kişilerdir. Ruhban, yalnız erkeklerden seçilir, özel bir dini eğitimden geçer. Din adamlığından geçimini sağlar. Hiyerarşik bir yapı içinde yer alır, bu yapıya aykırı davranırsa yaptırımlarla karşılaşır. Dini yorumlarda, toplum-sal ve siyasal konularda, meslek arkadaşlarıyla ve hiyerarşik örgüt yapısıyla tam bir dayanışma içinde olacağı beklentisi vardır...

Ruhban, yalnız erkeklerden seçilirAKP ve onun çevresinden nemalananlar söylemleri ve pratikleri ile bir ruhban sınıfı olarak tanımlanabilir.

Page 11: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

11

Kadın

Siy

ase

t

Başörtüsü artık kamu kurumla-rında da serbest. Yıllardır Türkiye gündeminde tüm kesimler tarafın-dan tartışılan başörtüsü, “demokra-tikleşme paketi”nden kadınlar için, “özen”le hazırlanarak zafer edasıyla sunuldu. İslami kesim mutlu. Zafer sarhoşluğu içinde. Bir anlamda da zafer sayılır. Yıllardır resmi ideolo-jinin muhafazakarlığı ile İslam mu-hafazakarlığının kavgasına konu olan başörtüsünde şimdilik “zafer” İslamcılarda.

Muhafazakarlığa karşı “çağdaşlığı” yalnızca kadınların başını açma-sına indirgeyen Kemalist ideoloji ile örnek aile/toplum modelinde kadınların kapalılığını vazgeçilmez

sayan Sünni İslam’ın, kadın bedeni-ni tahakküm altına alışındaki ironik benzerlik bir tarafa; özelde başörtü-sü genelde kılık kıyafet meselesiyle aslında neyin muhafaza edilmek istendiği çok açık: Patriarka.

Her daim patriarka kardeşliği vardı!

Şimdilerde başörtüsüne karşı fırtı-na koparanlar, yıllardır bu ülkede kadınlar etek boyundan ya da giydiği tayttan dolayı şiddete maruz kalırken, taciz edilirken ve hatta öldürüldüğünde gıklarını çıkarma-dılar. Gerçi başörtüsü için kadınlara saldırılırken de sesi çıkan olmadı. Hatırlayalım; üniversite önlerinde genç kadınlara, Meclis’te de Mer-ve Kavakçı’ya şiddet uygulandı. İnsan sormadan edemiyor; mo-dernliğin ölçütü saçları her daim fönlü, döpiyesli vakur bakışlı “Türk kadını” mıdır? Ya da Müslüman-lığın/dindarlığın sembolü türban takıp, uzun etek giyinmiş, mahcup bakışlar atan kadın mıdır? Ya da bu kıstasları belirleyenler kim? Neden kıstaslar hep kadınlar/kadınların giydikleri üzerinden belirlenir? Kim belirler bunu? Kadınların belirlemediği çok açık. Bunu yapan elbette bol patriarka soslu erkek iktidarlar. Zira erkeklerin fikrine de, sakalına da, kıyafetine de bakan yok. Mesele hep kadınlar üzerinden tartışıldı, hâlâ da böyle…

Mesela başörtüsü sorunu, devlet dairelerinin tuvaletlerinde peruk takarak halledildi.  Böylece Kema-

listlere göre çağdaşlık, İslamcılara göre -asıl saçı görünmediği için- namus bozulmadı! Kadınların etek boyu da, devlet dairelerinde yö-netmeliklerle dizden dört parmak aşağı belirlenerek toplumsal “ahlak” korunurken çağdaş (!) imaj devam etti.

Siyasal İslam’da kadının adı da, yeri de yok!

Siyasal İslam, yaşam alanlarında da siyasette de kadınları ötekileştirip evlere hapsetmek için her türlü politikayı yaptı/yapıyor. Bugün de AKP iktidara gelsin diye harıl harıl çalışan müslüman kadınlar AKP’de yok sayıldılar. Merkezi politikalara asla karıştırılmadılar. Aile bakan-lığı dışında kadın bakan yok. Yerel yönetimlerde AKP’li kadın başkan görmedik.Tüm bunlar bir yana “Biz kimsenin hayatına karışma-yız” diyen AKP, artık işi kadınların dekoltelerine laf etmeye vardırıp, bireysel yaşama müdahaleye kadar cüretkarlaştı. Meselenin özünde gelip dayandığımız yer, kadının aslında hiçbir kesim için özne gö-rülmeyişinde. Şeklen farklı görün-seler de modern ya da muhafazakar fark etmiyor, patriarkal “normlara” riayet ediyorlar.

Ancak bu patriarkal dayanışma, bugün AKP’yle kadınların yaşamını daha çok tehdit eder hale geldi. Çünkü, AKP’nin hem sermaye hem de Sünni İslam lehine cüret ettiği kadın düşmanı politikalar kadını iki taraflı sarmalamış durumda.

Bunu anlamak için Bakanlığın adının “Kadın” dan “Aile”ye çevril-mesinden, en son paketten çıkan doğum izinleri ve kadına yönelik istihdam paketine kadar bir dizi değişikliğe bakmak yeterli.

Bu değişikliklerle bir taşla bir-kaç kuş hedefleniyor. Kadınlara liberal ekonomiye en uygun model olan güvencesiz yarı zamanlı işler dayatmak için tuzaklar kuruluyor. “Bu devlete hibe edilecek” evlatlar doğurmaları teşvik ediliyor. Böy-lece hem “muhafaza” hem de “kar” kısmı bir arada yapılmaya çalışı-lıyor. Fakat diğer taraftan her gün işlenen kadın cinayetlerine aldıran yok. Tacizciler artık alenen korunu-yor. Gözaltında hep var olan taciz sistematik olarak devam ediyor.

İşin özeti AKP’nin stratejisi şu: Kar için kadın emeği kullanılacak ama mümkünse evden çıkmadan ve ucuza yapılanı olacak, böylece hem sistem muhafaza edilecek hem de kadının bedeni ile uğraşılacak. Ama unuttukları bir şey var, kadınlar Novamed direnişini ve “kürtaj yasa-ğına karşı” AKP’ye nasıl geri adım attırmayı başardıklarını akılların-dan hiç çıkarmadılar. Bu seferki cevapları daha da sert olacak.

Kadınlar üniversite kapılarında türbanı için aşağılanırken, okullara /resmi dai-relere sokulmazken ya da etek boyu kısa, pantolonu dar diye ötekileştirilirken; ne Kemalistlerden ne de dindar kesimden ses çıkaran olmadı.

AKP’nin hem sermaye hem de

Sünni İslam lehine cüret ettiği kadın

düşmanı politikalar kadını iki taraflı

sarmalamış durumda.

Muhafaza-KÂR-laşma Filiz Ç.

Page 12: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 12

Ortadoğu

Son bir buçuk yıldır Suriye reji-mine ve dış destekli muhalifle-rine karşı Rojava’da öz-yönetim ve öz-savunma mücadelesi veren Kürtler, gelinen süreçte Suriye’nin en dikkate değer politik aktörü haline gelmiştir. Durdukları doğru ve haklı zemin, Rojava’da Kürtleri bölgesel politikalarda söz sahibi olmak isteyen her gücün dikkate almak zorunda olduğu bir konuma yerleştirmiştir.

Rojava’da Kürtler AKP’nin destek-lediği cihatçı çetelere karşı kendi özgücüne dayanarak kendi coğraf-yasını koruyor. AKP’nin militarist-emperyal heveslerine dayalı hesap-ları suya düşerken elinde kalan tek şey bu silahlı çeteler oldu. Ağustos ayı sonlarında El Kaideci çeteler, Türkiye’ye 7 km mesafedeki Azaz’da Irak ve Şam İslam Devletini (IŞİD) ilan ettiler. Ve önlerinde ciddi bir engel olarak gördükleri Kürtlere olanca güçleriyle saldırıyorlar. 14 Ekim’de bayram dolayısıyla YPG’nin (Halk Savunma Birlikleri) Rojava’da ilan ettiği ateşkese rağmen El Kaide çetelerinin saldırıları kesintisiz devam etti.

Bu çetelerin saldırıları sonucunda hayatını kaybedenler arasında PYD lideri Salih Müslim’in oğlu Şervan Müslim’in de olması, bir gerçeği tekrar gözler önüne serdi. Kürtler Rojava’da bir bütün olarak varıyla yoğuyla kendi yaşam alanlarını, doğup büyüdükleri bölgeyi savunu-yorlar. El Kaide türevi en-Nusra’dan Ahrar el-Şam’a, Batı’nın “ılımlı” saydığı Liva el-Tevhid’den “Selefi” kollarına kadar uzanan

bütün bu grupların hiçbirinin Rojava’da herhangi bir tabanı ve desteği yok. Yani onlar halkı ya da coğrafyayı korumak için değil bölgede yaşayan bir halkı katletmek üzere oradalar.

AKP, bugünlerde IŞİD adındaki örgütten rahatsız. El Kaide bağlan-tılı bu örgütün Türkiye ile Suriye’yi birbirine bağlayan bazı sınır kapıla-rını ele geçirmesi ve Türkiye’ye sınır komşusu olması kısmî düzeyde de olsa rahatsızlık yaratmış durumda. 2012 yılının başından beri veri-len desteğin sonuçları ve faturası Türkiye için çok ağır olabilir. Ancak şimdilik bu konuda birkaç küçük adım dışında köklü politika değişik-liğine işaret eden bir adım görülmüş değil. Bir taraftan El Kaide’ye ve ona bağlı gruplara “terörist” diyen bir dil kurulmaya ve bu, medyaya sipariş edilen yayınlarla desteklen-meye çalışılırken, diğer taraftan THY pilotları için yapılan pazarlık-larda aslında Türkiye’nin bu gruplar üzerinde devam eden etkisi açığa çıkmış oldu. Pazarlık konusu yapı-larak hibe edilmesi meşrulaştırılan paranın bu gruplara aktarılması da cabası. AKP’nin bir diğer marifeti ise “tavukları birbirine karışan” Kürtler arasında, tıpkı Kudüs’te

İsrail’in yaptığına benzer bir duvar örme hamlesidir. Duvarlar örerek Rojava Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasındaki bağları koparma hesabı yapıyorlar.

Ortadoğu’da Kürtlerin rolü artıyor

Kürt halkı özellikle takındığı kararlı tutum ve örgütlü gücüne uygun olarak geliştirdiği Rojava hamle-siyle bölgesel politikaların merke-zine oturdu. Rusya’nın, Kürtlerin Cenevre görüşmelerinde mutlaka bulunması gerektiğine ilişkin art arda yaptığı açıklamalar da bunu teyit eder durumda. Kürt halkı önü-müzdeki dönem gerek Suriye’nin geleceğinde gerekse Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesinde çok önemli roller oynayacak.

PYD’nin Kürtleri temsilen Cenevre’de inisiyatif almasına engel olmak üzere çalışmalar da hızlan-mış durumda. Rojava’da başlayan devrim sürecinden bu yana hizip-çilik yaparak sürekli olarak devrim karşıtı faaliyet içerisinde olan, bunu El Kaide destekli gruplarla işbirliği-ne kadar vardıran Kürt Demokrat Partisi (El-Parti), Mustafa Cuma liderliğindeki Azadi Partisi, Kürdis-tan Birliği Partisi ve Mustafa Oso

liderliğindeki Azadi Partisi, Ahmet Davutoğlu ile de görüştükten sonra PYD’ye karşı birleşme kararı aldı.

Kürt Yüksek Konseyi (KYK) heyeti Ankara’da sınır kapılarının açılma-sı ve Türkiye’nin çetelere verdiği desteği kesmesi için görüşmeler yaparken bu dört parti de Davu-toğlu ile Cenevre’de Suriye Ulusal Konseyi (SUK) çatısı altına girmeyi müzakere ediyordu. Suriye Kür-distan Demokrat Partisi’ni kurmak için kongre hazırlıklarına başlayan bu gruplar Irak Kürdistan Demok-rat Partisi (KDP) lideri ve Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin de güçlü desteğini almış durumdalar. Önümüzdeki günler-de Rojava’ya yönelik bu çok yönlü kuşatma hamlesinin sonuçlarını göreceğiz.

Esad’a karşı dışarıdan destekle ayak-ta tutulmaya çalışılan muhalefetin, aslında Batı için Esad’dan daha tehlikeli bir güç olduğunun görül-mesi, ABD’nin son dönem Suriye politikasında önemli bir ayraç işlevi görmüştür. Rusya, kimyasal silahlar krizinde geliştirdiği çözüm planı ile bir anlamda ABD’nin imdadına yetişmiştir. Ancak AKP için durum aynı kolaylıkta gelişmeyecek gibi gözüküyor. AKP iyiden iyiye köşeye sıkışmış durumda. Yürüttüğü böl-gesel politikalar ve kullandığı dil, onu gerek kendi ittifak zemininde gerekse bölgesel ilişkilerde içinden çıkılması güç bir pozisyona sürükle-miş görünüyor. AKP, köylü kurnazı oyunlar ve mahalle kabadayısı efe-lenmelerle üstesinden gelemeyeceği kadar çamura bulanmış durumda. 14.10.2013

Rojava’ya karşı oyun üstüne oyun M. Ramazan

AKP iyiden iyiye köşe-ye sıkışmış durumda.

Yürüttüğü bölgesel politikalar ve

kullandığı dil, onu gerek kendi ittifak zemininde gerekse bölgesel ilişkilerde

içinden çıkılması güç bir pozisyona

sürüklemiş görünüyor.

Kürt halkı özellikle takındığı kararlı tutum ve örgütlü gücüne uygun olarak geliştirdiği Rojava hamlesiyle bölgesel politikaların merkezine oturdu. Kürt halkı önümüzdeki dönem gerek Suriye’nin geleceğinde gerekse Ortadoğu’nun yeniden biçim-lenmesinde çok önemli roller oynayacak.

Page 13: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

13

Ortadoğu

Suriye’de yaşanan, mevcut Suri-ye yönetimine karşı devam eden mücadelenin, Zizek’in ifadesiyle, devrim sürecinde “Mısır’da açıkça anlaşılabilir olan radikal-özgür-lükçü muhalefetin eksik, yanlış bir türü” olduğu, geçtiğimiz aylarda, emperyalizm tarafından da kabul edilmiş gibi göründü. Kimyasal silahlarla yapılan katliamın ardın-dan ABD-AB-Türkiye’nin Suriye’nin mevcut Suriye rejimi yıkılarak der-hal kimyasal silahlardan arındırıl-ması yönündeki tutumu, Rusya’nın ardı sıra gelen ve ABD medyasının da “Rusya, dünya gücü olduğunu ispat etti” haberleriyle onayladığı diplomatik hamleleriyle, Türkiye dışında, mevcut Suriye rejimi ile uzlaşı içinde kimyasal silahların tasfiyesi tutumuna evrildi.

Siyasetin yaşayan gerçek insanlar, halk üzerindeki sonuçları esas alın-dığında; ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, 21 Ekim’de Esad’ın kim-yasal silahların hızlıca yok edilme-sinde gösterdiği işbirliği yönünden bir kredisi olabileceğini içeren ve Rusya’ya teşekkür eden konuşması, Esad için bir rahatlama, bir zafer gibi görünse de, Suriyeli ezilenler ve emekçiler için yaşanan trajediyi sonlandıracak hiçbir gerçek anlam ve içerik taşımıyor.

Daha mı az kötü?

Bu açıklama, Türkiye’nin, yeni Os-manlı hayallerinden çok Müslüman Kardeşler ile dayanışma üzerine şekillenen Ortadoğu’da bir Sünni ekseni kurmaya yönelik Suriye politikasının emperyalist ağabeyler tarafından itibarsızlaştırıldığını ise

açıkça gösteriyor. Bu aslında hiç de yeni bir gelişme değil. Henry Barkey, daha Nisan ayında, Erdoğan Obama’nın karşısına çıkmadan, Obama’nın kapalı kapılar ardında Erdoğan’a ne söyleyeceğini yazmış-tı. Buna göre Obama, ortak basın açıklamasında stratejik müttefiki olarak kucaklayacak ise de, içeride Erdoğan’a El-Kaide’yi ve Reyhanlı’yı soracaktı.

Bu soruların Erdoğan’a sorulduğu, Türkiye’nin de Suriye politikasını El-Kaide ekseninden çıkarmaya çalışmasından anlaşılıyor. Yine de, geride kalan iki yıl boyunca süren Türkiye’nin Suriye politikasının, Reyhanlı nedeniyle er ya da geç Türkiye’de, Suriye’deki katliamlar

nedeniyle de, UCM’de yargılanacak sanıklar yaratan bir gözü karalıktan sıyrılmasına hizmet ettiği oranda, bu emperyalist kararın Suriye halkı için Türkiye politikasından daha şer olduğu söylenemez. Daha az şer olduğu ise, yine söylenemez!

Aşağıdan alternatif

Başladığında B(üyük)OP, daha son-ra eş başkanının Erdoğan olduğu G(enişletilmiş)OP, şimdilerde adı biraz belirsizliğe mahkum edilmiş olsa da, emperyalist büyük birader ABD’nin Ortadoğu politikası, yarım yüzyıldan fazladır esastan bir deği-şikliğe uğramamıştır. İngiltere’nin ilk kurucusu olduğu bu politika, Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının emperyalist yağmaya, şu ya da bu siyasal biçim altında maruz bırakıl-masının sürekliliğinin sağlanması-dır. Bazen açık işgali bazen de gizli işgali ama illa da siyasi ve ekonomik kontrolün devamını içerir bu poli-tika. Ayrıntılarda boğulup, gerçek resmi kaçırmamak gerekir.

Bu “büyük” politikanın tek bir gerçek alternatifi vardır; ezilenlerin ve emekçilerin aşağıdan devrimi… Arap Devrimleri, bir olanak idiyse de, geri dönmek üzere, geri çekil-diler. Suriye’de ise, ki devrimci bir gelişmeye en açık ülkeydi, iç savaş, hem bir bölge savaşına, hem bir dünya savaşına dönüştü. Ve orada, tek bir gerçek alternatif var; Roja-va… Bu yüzden hem bölge hem de dünya savaşını sürdürenler bu gerçek alternatifi bastırmak için elbirliği etmiş görünüyorlar.

Alternatifi çözüm haline getirmek…

Sol, genelde olduğu gibi, yanlış bir

tartışmaya gömülmüş görünüyor: “Baas yönetimi bir dikta rejimi ama muhalifler de laik değil!” Ne o ne o, siyasi sinizmi…

Halbuki, Suriye örneğinde, Rojava’da filizlenen, gerçek bir devrimci alternatifi bölge halkları ve dünya için bir çözüm haline dönüştürme uzak ama fiili olasılığı, emperyalizme karşı gerçek mücade-lenin Türkiye, Kafkaslar ve Balkan-lar başta olmak üzere, tüm dünya emekçileri için öncelikle aşağıdan bir devrim mücadelesi olduğunu bizzat gösteriyor.

Çok değil, birkaç ay sonra, Erdoğan seçim badiresinden daha da güçlen-miş bir siyasi aktör olarak çıkmayı başarırsa, kolaylıkla Müslüman Kardeşler muhalefetini “demokratik direniş” diye sahiplenerek, emper-yalist merkezlere kendi alternatifini, Rojava Devrimini de boğmak üzere, bir kez daha sunabilecektir. Emper-yalizm için sorun “büyük resmin” zarar görmemesi olduğundan, bir-kaç ay sonra, Erdoğan’a iade-i itibar etmesi, basit bir ayrıntıdır.

Dünya devrimcileri için birinci so-run ise, Suriye halkı üzerindeki zul-mün derhal son bulması, çatışma-nın sonlandırılması ve siyasi çözüm kanallarının açılmasıdır; ama daha da yakıcı bir siyasi sorunla; aynı sloganı, devrimci bir üçüncü kut-bun özgür ve demokratik Suriye’nin inşası için aşağıdan bir alternatif haline dönüştürme, bu demokratik direniş üzerinden emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmek üzere yeniden kurma sorunuyla, birlikte.

Emperyalizme karşı mücadele, so-yut bir ilke değil somut bir görevler bütünüdür çünkü…

Erdoğan seçim ba-diresinden daha da güçlenmiş bir siyasi aktör olarak çıkmayı başarırsa, kolaylıkla Müslüman Kardeşler muhalefetini “demok-ratik direniş” diye sahiplenerek, emper-yalist merkezlere ken-di alternatifini, Rojava Devrimi’ni de boğmak üzere, bir kez daha sunabilecektir.

Geçmişte İngiltere’nin, şimdi ABD’nin yü-rüttüğü Ortadoğu

politikasının özünü, bölgenin enerji kay-

naklarının emperyalist yağmaya, şu ya da bu siyasal biçim altında

maruz bırakılmasının sürekliliğinin sağlan-

masıdır.

Emperyalizm ve SuriyeMustafa Çeçen

Siy

ase

t

Page 14: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 14

Dün

ya

Çin, aktif bir dünya politikası yürü-tüyor gibi görünmese de ABD’nin etki alanını daraltma ve kendi cephesini koruma/güçlendirme ile ilgili konularda, ortağı Rusya kadar yüksek sesli olmayan ama istikrarlı bir biçimde tutum alıyor.

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden biri olan Çin, örneğin Suriye’ye müdahalenin önlenmesi konusunda Rusya ile bir-likte aldığı kararlı tutumla, Suriye aleyhine bazı kararların çıkmasının engellenmesi ve olası bir askeri müdahalenin önüne geçilmesinde etkili oldu. Rusya ve Çin daha önce de, BM Güvenlik Konseyi tara-fından Esad’a karşı hazırlanan üç tasarıyı reddetmişti.

BM’de yaşanan tıkanma ancak Eylül ayının sonunda, Suriye’deki kimyasal silahların imhası üzerine hazırlanan taslakta oy birliğine

varılması ile aşılabildi. Buna göre Suriye’nin gelecek yıl ortasına kadar kimyasal silahları imha etmesi gerekiyor. Esad’ın kabul ettiği bu tasarıda Suriye’ye karşı bazı yaptı-rımlar bulunsa da askeri operasyon seçeneğinin kesinlikle yer almadığı-nı belirtelim.

Erdoğan’ın hüsranı

ABD ile rekabet halinde olan Çin ve Rusya’nın, ABD’nin Ortado-ğu’daki saldırgan politikasına engel olma çabaları bugün için karşı-lığını buldu diyebiliriz. Şimdilik

BM, Esad’ın sözünü yerine getirip getirmeyeceğini bekliyor. Suriye ile savaş için fazlasıyla heveslenen ve BM’den beklediği karar çıkma-yınca planları suya düşen Tayyip Erdoğan ise öfkesinden olsa gerek, başına iş açacak adımlar atıyor. Çin ile ilişkilerini sıkılaştırarak ABD’yi telaşlandıracağını ve Suriye konu-sunda biraz daha aktif davranmaya teşvik edeceğini düşünen Erdoğan işe, füze ihalesi ile başladı.

BM’nin Suriye kararından bir ay gibi çok kısa bir süre geçmesinin ardından bir savunma füzesi ihalesi gündeme geldi. Aslında, yıllardır yürütülen ihale çalışmaları, ne hik-metse birden hızlandırıldı. Başba-kan Erdoğan “en uygun teklifi sun-dukları” gerekçesiyle ihalenin Çinli bir şirket olan, üstelik ABD’nin am-bargo listesinde bulunan bir şirkete, CPMIEC’e verileceğini açıkladı.

Çin füzeleri gerginliği

İhalenin Çinli firmaya verilme-si; bazı yayın organlarında ileri sürüldüğü gibi Erdoğan’ın, yıllardır

çabalamasına rağmen bir türlü Ortadoğu’da istediği ölçüde dene-tim kuramayan, şimdi de ekonomik krizle karşı karşıya olan ABD’ye sırtını döndüğü anlamına gelmiyor. Çünkü Erdoğan’ın açıklamasının ardından bir ay geçmiş olmasına rağmen ihale hâlâ nihai olarak tamamlanmış değil. Bu bulanıklığa bakıldığında anlaşılan şu ki Erdo-ğan, Suriye konusunda beklentileri-ni karşılamayan ABD’ye sadece göz-dağı vermeye veya bilmediğimiz bir pazarlık masasında onu zorlamaya çalışıyor. Açıklamalara göre, ABD ve NATO’nun damarına basmayı başardığı ise bir gerçek.

Füze konusunda ilk açıkla-ma NATO Daimi Temsilciler Konseyi’nden ve Askeri Komite’den geldi: “NATO’nun radarları, uydula-rı, AWACS’larından [havadan uyarı ve kontrol sistemi] yararlanmadan kendi imkânlarınızla kullanırsı-nız.” Ayrıca açıklamalarda, Çin’den alınacak savunma füzesi sisteminin, NATO’nun Link 16 adlı askeri veri

paylaşım ağına kesinlikle entegre olamayacağı belirtilmiş. Erdoğan ısrarla sistemin uyumunun müm-kün olacağını söylese de NATO’nun “teknik bir imkânsızlık”tan başka bir şeyi kastettiğini görmek gerek. NATO, tabii ki Çinli bir firmanın kendi sistemine erişmesine izin vermeyecek ve işte bu yüzden böyle bir entegrasyon asla mümkün ola-mayacak.

ABD Ankara Büyükelçisi Fran-cis Ricciardone’nin açıklaması ise, Türkiye’nin Çin füzeleri alma-sından büyük endişe duydukları, Çin firması ile anlaşmanın sonuç-landırılması halinde Türkiye’deki Amerikan savunma yatırımlarının etkilenebileceği yönünde.

Sonuç olarak NATO ve ABD, Türkiye’nin restini görmüştür. Türkiye’ye açıkça “Sen bilirsin. İha-leyi Çin’e vereceksen, bundan sonra yaptığının sonuçlarına katlanırsın” demektedir. Erdoğan ise bir yandan “Ülkemizin bağımsızlık hakkına müdahale ettirmeyiz” diyerek “kah-ramanca” yaptığının arkasında dur-duğunu gösterirken, diğer yandan da Batılı firmaların yeni teklifleri alınmaya başlandı bile.

Temel misyonu Türkiye sermayesi-nin çıkarlarını korumak olan AKP hükümetinin, ekonomik, politik, askeri, kültürel vb bin bir türlü bağ-la bağımlı olduğu Batı dünyasından kopması söz konusu bile edilemez. AKP, bir blöf yapmış gibi görünü-yor. Ama bu kadar kaba ve hesapsız yapılan bir blöf, ABD ve Avrupa ile adım adım gerginleşen ilişkileri daha da bozma ve AKP iktidarının altındaki halıyı çekme olasılığını akla getiriyor.

26.10.2013

Gaye Akpolat

Şimdilik BM, Esad’ın sözünü yerine getirip getirmeyeceğini bekliyor. Suriye ile savaş için

fazlasıyla heveslenen ve BM’den beklediği karar çıkmayınca planları suya düşen Tayyip Erdoğan ise

öfkesinden olsa gerek, başına iş açacak adımlar atıyor.

Çin füzeleri

Anlaşılan o ki Erdoğan, Suriye konusunda beklentilerini karşılamayan ABD’ye gözdağı vermeye veya bilmediğimiz bir pazarlık masasında onu zorlamaya çalışıyor. Açıklamalara göre, ABD ve NATO’nun damarına basmayı başardığı ise bir gerçek.

ABD-Türkiye ilişkilerinde gerginlik

Page 15: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

15

Ekon

omi

Siy

ase

t

2008, yapısal krizin ABD merkez-li dışavurumuna sahne oldu. Bu süreç, krizin depresyon aşaması-na geçişini simgeledi. 2009-2010 yılı krizin odak coğrafyası olarak Avrupa’nın öne çıkmasına yol açtı.

Yapısal kriz, multi-kriz özelliğiyle küresel düzeyde etkisini gösterdi. Senkronize bir karakterle giderek derinleşti ve yoğunlaştı. Yıkıcı etkisi merkez ülkeler dahil, emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisinin bir yansıması olarak çevre ve yarı çevre ülkelerde görüldü. Özellikle Güney Avrupa, AB’nin birinci periferisi olarak kamu borç krizi ve zombi bankacılık krizi şeklinde çifte kriz çemberine girdi.

Yapısal kriz emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz, birleşik gelişim yasasına bağlı bir şekilde merkez, yarı çevre ve çevre ülkelerde farklı fazlarla ve birbirini etkileyen ve tetikleyen bir tarzda derinleşiyor ve yoğunlaşıyor.

ABD’de borç krizi

FED in parasal genişleme politika-sında daralmaya gideceğini açıkla-masıyla oluşan finansal türbülans yükselen piyasalar diye de tanımla-nan BRIC* ülkelerini ve Türkiye’nin de dahil olduğu bazı çevre ülkeleri şiddetle sarstı. Spekülatif sermaye-nin “anayurduna” dönüşü küresel finansal dalgalanmaları beraberinde getirdi. Bu gelişmenin ardından ya-şanan bütçe krizi ve yarattığı sonuç-lar küresel ekonominin zafiyetlerini ortaya koydu.

ABD’de bütçe ve borç tavanına yönelik, finans kapitalin farklı fraksiyonlarının ve siyasal yapıların yaklaşımları, ABD ekonomisinin sorunlarını çıplak bir şekilde açığa çıkardı. Bir müddet devam eden siyasal belirsizlik “devletin durma-sı”, 1 milyondan fazla kamu işçi-sinin izine çıkarılması gibi sarsıcı sonuçlar doğurdu. IMF’den “küresel ekonominin tehdit altında” olduğu açıklamaları geldi.

Gelişmeler ABD’nin borçlarını, borçlanmadan ödeyemez bir ülke konumuna düştüğünü gösterdi. ABD bir anlamda çevre ve yarı çev-re ülkelerde görülen “aşırı borçlan-ma” durumu yaşıyor.

ABD, 1980’lerden itibaren her yıl 160 milyar dolara yakın borçlarını artırarak, ekonomisini döndürme-ye başladı. 2003 yılında ABD’nin net borcu GSMH’nin yüzde 24’üne ulaştı. Bu rakam 2004 yılında 1,4 trilyon dolara yükseldi. 2004’ten sonra ABD’nin aldığı borç her yıl

için 665 milyar dolara ulaştı. 2011’de ABD’nin dış borcu 14,71 trilyon dolara yükseldi. 2012’de borç tavanı zorlandı. 2013 te ise 17 trilyon dolara ulaştı. Bu yıkıcı durum doların senyoraj ilişkisinden kaynaklı olanaklarla atlatılabili-yor ve Pentagon muazzam savaş makinesi olarak bu konumu fiilen koruyor.

ABD bir yanıyla da kronik yok-sulluğun “cenneti” haline geldi. Özellikle 2008 sonrası süreç ABD’de saklanan bu “sırrı” çıplak bir şekilde açığa çıkardı. ABD’de milyonlarca insan yaşamını sokakta sürdürüyor ve devletten gıda yardımı alıyor.

Son yaşanan, devletin “kepenk kapatma” süreci bu insanları açlık tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. ABD’de her altı kişiden biri yok-sulluk sınırında yaşıyor. 17 milyon kişi açlık sınırında hayatını idame ettiriyor. 47 milyon kişi temel ihti-yaçlarını karşılayamıyor ve ancak gıda karneleriyle asgari ihtiyaçlarını gideriyor. ABD’de yaşanan bütçe ve borçlanma sınırına ilişkin gelişme-ler ve bu gelişmelerin küresel etkisi kapitalist krizin farklı biçim alışları-nı ortaya koyuyor.

Katastrofik Anafor

20’nci yüzyılın son çeyreği ve 2000’li yıllar kapitalizmin tarihin-deki en yoğun ve en derin entegras-yona sahne oldu. Dünyanın küresel bir fabrikaya dönüşmesi, bu sürece bağlı olarak da her ülkenin atöl-yeleşmesi küresel ithalat zincirini olağanüstü derecede karmaşıklaş-tırdı ve iç içe geçirdi. Öte yandan borsaların, küresel “casino”nun

(kumarhane) parçası olarak hareket etmesi ve enterkonnekte bir sistemi oluşturması mali sermayeye mu-azzam dolaşım ve serbestlik alanı yarattı. Bütün bu faktörler lokal gibi gözüken bir sorunun, global karaktere bürünmesine, sorunların ve sonuçların aynılaşıp küresel bir görünüm kazanmasına yol açıyor. Kısaca içine girdiğimiz yüksek konjonktürde merkezden çevreye, çevreden merkeze katastrofik bir anaforun önü açılıyor.

Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin yapısal krizinin yıkıcı etkileri ve Asya ve Çin’in (2030’lara doğru) kapitalizmin yeni odağına dönüşme süreciyle bağlantılı olarak hege-monya savaşlarını tetikliyor.

ABD ve AB, TAFTA ile (Transatlan-tik Serbest Ticaret Antlaşması) yeni hamleler yapıyor.

AB’nin, Almanya merkezli 12 serbest ticaret antlaşması yapması hegemonya savaşlarında yeni bir konumlanışı ifade ediyor. Anlaş-malar, küresel pazarlarda geniş bir tahakküm sağlamayı, yeni bağım-lılık ilişkileri kurmayı hedefliyor. TAFTA yakın tarihin en kapsamlı serbest ticaret antlaşması olarak dikkat çekiyor. Antlaşma ticaretle birlikte, sermaye hareketlerinin ser-bestleşmesini, kriz sonrası ABD ve AB’nin küresel düzeyde ekonomik ve siyasal nüfuz kaybını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda Asya ve Çin’in yükselişine ve Brezilya, Gü-ney Kore, ASEAN ülkelerine karşı bir blokaj olarak dikkat çekiyor.

Yapısal kriz yeni evrelere girerek yoğunlaşıyor ve derinleşiyor. Her evre, krizin yıkıcı etkisini arttırıyor.

*BRIC: Brezilya, Rusya, Endonezya ve Çin’in (İngilizce) isimlerinin baş harfleriyle oluştu-rulan kısaltma. Bu ülkelere Güney Afrika da eklenerek BRICS kısaltması da kullanılıyor.

Volkan Yaraşır

Yapısal kriz emperyalist-kapitalist sistemin eşitsiz, birleşik gelişim yasasına bağlı bir şekilde merkez, yarı çevre ve çevre ülkelerde farklı fazlar-la ve birbirini etkileyen ve tetikleyen bir tarzda derinleşiyor ve yoğunlaşıyor.

Kapitalizmin yapısal krizi derinleşiyor

ABD’de bütçe kriziGelişmeler ABD’nin

borçlarını, borçlanmadan

ödeyemez bir ülke konumuna

düştüğünü gösterdi. ABD bir anlamda çev-

re ve yarı çevre ülkelerde görülen “aşırı borçlanma” durumu yaşıyor.

Page 16: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 16

Ekon

omi

Kapitalizmin neoliberal çağı olarak bilinen 1980 sonrası, aynı zamanda krizler tarihi olarak da yazılabilir. 1987 Wall Street Krizi, 1990 Japon-ya Gayrimenkul Krizi, 1992 Avrupa Döviz Kuru Krizi, 1994 Meksika Krizi, 1997 Güneydoğu Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 2001 ABD’de durgunluk ve son olarak 2007-2009 ABD Emlâk Krizi … kapitalizmin bitmeyen kriz hâli.

Dünya kapitalizmi, uzun dönemli yapısal bir aşırı birikim sorunuyla karşı karşıyadır. Kapasite kullanım oranları düşmüş, yatırımlar azalmış, epeydir süren kâr oranlarındaki düşme eğilimi daha da hızlanmıştır (kâr oranlarının düşme eğilimi, işçi sınıfının mücadele gücünden çok, artan rekabet ve talep yetersizliği ile açıklanabilir). Bu durumda aşırı bi-rikimin değerlenmesi için, bir başka

ifade ile birikim sürecinin kesintiye uğramaması için üretim dışı alan-lara ihtiyaç duyulur ve finanslaşma eğilimi ortaya çıkar. Yani paranın para kazandırdığı menkul kıymet piyasalarına yönelinir.

Son olarak, ABD’de 2007 yılında başlayan emlâk piyasalarındaki çö-küş, finansal piyasalarda büyük bir istikrarsızlığa yol açmıştır. Bugün IMF ve Dünya Bankası gibi kurum-ların da dillendirdiği üzere küresel kriz, artık “büyük durgunluk”a dönüşmüştür ve ne zaman biteceği de henüz belli değildir. ABD’deki bu kredi ve emlâk krizinin, kısa sürede AB ülkelerini ve gelişmekte olan ülkeleri de kapsayan bir küresel krize dönüşmesinde uluslararası entegrasyonun rolü büyüktür.

Merkezin krizi çevreye yayılıyor

Merkez kapitalist ülkelerdeki büyük durgunluk, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için dış talebin da-ralması, yani ihracatın azalması demektir. Böylece ihracata dayalı sektörlerde üretim düşer, işsizlik artar. Ekonomik büyümesini ihra-cata ve dış kaynak girişine bağlayan ve birkaç sektörden (turizm, inşaat, sağlık vb.) medet uman Türkiye bu durumu ne kadar sürdürebilir?

Zaten merkezden kaynaklanan kriz dönemlerinde, özellikle Türkiye’de sabit sermaye yatırımlarının finans-

manında önemli bir rol oynayan ya-bancı sermaye de gelişmiş ülkelere yönelir. Daha doğrusu merkezden gelen merkeze döner. Özellikle ihracata dayalı sanayi üretimindeki daralma, 94, 99 ve 2001 krizlerinin de ötesindedir. Türkiye tarihinin en büyük krizi olarak kayda geçen 2001 krizinde sanayi üretimi yüzde 11,4 küçülürken, 2008-2009’da 23,8 daralmıştır. Kapasite kullanım oranlarının da yüzde 60-70 civarın-da gerçekleşmesi de işsizliğin neden arttığının en önemli göstergesi durumundadır.

Sermayenin çözümü: “Sömürüyü arttır!”

Türkiye’de işsizlik, resmî makam-lara göre 2007’de yüzde 10,3 iken 2009’da 14’e çıkmıştır. Üstelik bu oranlara iş arama umudunu kaybe-denler dâhil değildir. Diğer taraftan formel istihdamın yerini, informel, esnek, güvencesiz istihdam almış-tır. Bu ne demek oluyor? Çalışma koşulları bozuluyor, iş yükü artıyor, ücretler azalıyor. Kayıt dışı çalışan-ların toplam çalışanların neredeyse yarısına ulaştığı bir ülkede, üretim maliyetlerinin bu yolla (yani daha düşük ücretle çalıştırarak) düşme-sini sağlamak ve buna göz yummak AKP hükümetinin “en başarılı” hizmetlerinden biridir. Sanayi sektöründe istihdam daralırken ve ücretler düşerken üretimin ve özel-

likle işgücü verimliliğinin artması, teknolojik yeniliklerden çok işin yoğunlaştırılması, fazla mesai ve esnek istihdam uygulamalarının bir sonucudur. Yani sömürü artmıştır. Böylece kâr oranlarının düşmesinin önüne geçilmeye çalışılır. Hükümet krizin teğet geçmesi için uğraşadur-sun, işçiler ve işsizler fakirleşmek-tedir.

Kredi kartı borçları patlamak üzere

Oysa, dış talebin daraldığı bu küre-sel durgunluk döneminde iç talebi canlandırmak gerekmektedir. İşçiler ve işsizler, tüketemeyecek kadar fakirleşince kapitalistler satacak (ya-tacak) mal (yer) bulamazlar. Kârları artırmak için maliyetleri (tabii ki özellikle ücretleri) düşürünce, iç talep de ortadan kalkacak kadar daralır.

Dış talebin daraldığı bir dönemde iç talebe duyulan ihtiyaç, tüm bu işsiz-lik ve düşük gelir gerçeğine karşın tüketimi teşvik etmeyi zorunlu kı-lar. Bu da borçlanma ile sonuçlanır. Tüketici kredisi teşvikleri ve kredi kartı kullanım kolaylıkları, tüketim harcamalarını artırmakta ve borç yüklerini de buna paralel olarak yükseltmektedir.

Türkiye’de tüm kredilerin yüzde 40’ını tüketici kredileri ve kredi kartları oluşturmaktadır. Halkın borçlarının (vergiler ödendikten sonra kalan) net gelirlerine oranı 2003 yılında yüzde 7,5 kadarken 2011 yılında 44,7’ye fırlamıştır. “Şimdi al, üç ay sonra taksitlerin başlasın, on ikiye de böldük. Bol bol harca.” Hükümetin, seçimler yaklaşınca kredi kartı ile borçlan-maya önlem almaya çalışmasına kim inanır artık!

Sonuç olarak, kapitalizmin bitme-yen krizi işçiler ve işsizler için yeni felaketlerin habercisidir. Burjuvazi krize alışmak zorunda kalmıştır. Peki ya işçi sınıfı! O niye alışacak-mış?

Bitmeyen kriz hâliErkin Başer

Kapitalizmin bitmeyen krizi işçiler

ve işsizler için yeni felaketlerin

habercisidir. Burjuvazi krize alışmak zorunda

kalmıştır. Peki ya işçi sınıfı! O niye alışacakmış?

Fakirlik, düzenin başına daha fazla bela olacaktır; yeter ki işçi sınıfı kendisi için siyaset yapmaya karar versin.

Page 17: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

17

Emek

İşçilerin 77 yıldır kullandığı kıdem tazminatı hakkı, uzun yıllardır tartışma konusu. Sermaye cephesi, özellikle kriz dönemlerinde kıdem tazminatının kendileri için taşına-mayacak bir yük olduğundan, bu durumun da rekabeti ve istihdamı engellediğinden söz etmektedir. Sermayenin bu talebi AKP dö-neminde güncel tartışma konusu haline getirilmiş ve son yıllarda hükümetin hemen her belgesinde yer verilmiştir.

Kıdem tazminatı; işçinin işini kay-betmesi durumunda, o işyerindeki bedensel yıpranmasının ve işye-rine bulunduğu katkının sonucu olarak, işsiz kaldığında yeni bir iş bulmada karşılaşabileceği zorluklar göz önünde bulundurularak, ya da emekli olduğu dönemde, belli bir parasal güvenceye kavuşması ama-cıyla yapılan bir ödeme türüdür.

Kıdem tazminatı işçinin ürettiği ve karşılığı ödenmeden el koyulan değerin bir bölümünün, işçiye daha sonra geri ödenmesidir; ödenmesi sonraya bırakılmış bir ücrettir.

Ancak, kıdem tazminatının ücret ya da gelir kaynağı olmanın ötesin-de işlevi vardır. Bu nedenle kıdem tazminatını sınırlama, giderek ortadan kaldırma girişimi yalnızca gelir kaybıyla sınırlı sonuç yaratma-yacaktır.

Kıdemde değiştirilmek istenen ne?

Önce ne yapılmak istendiğine bakalım. Bugün işçilerin kıdem tazminatının sermayeye “yükü, ma-liyeti” yüzde 8,33’tür. Birinci olarak,

patronlardan yüzde üç ya da dört prim kesintisi yapılması öngörülü-yor. İlk elden kayıp, prim yüzde üç olursa yüzde 64, prim yüzde dört olursa yüzde 52 oranında olacaktır. İkinci parasal kayıp, hesaplama yönteminde yapılan değişiklikten kaynaklanıyor.

Kıdem tazminatı hesabında işçinin para olarak almadığı, ancak para ile ölçülmesi mümkün menfaatler de göz önünde tutuluyor. Bunun anlamı, parasını almadığı ancak yararlandığı yol/servis ile yemek gibi menfaatlerin kıdem tazminatı hesabında yer almayacak olmasıdır. Bu iki nedenle işçinin parasal kaybı üçte iki oranında gerçekleşecektir.

Kıdem tazminatından yararlanma koşullarından da önemli değişiklik söz konusudur. Halen, işçinin hak-sız nedenle işten atılması, işyerinin taşınması, işçinin askere gitmesi, kadın işçinin evlenmesi, 15 yıl ve 3600 prim gününün doldurulması gibi yirmiyi aşkın nedenle kıdem tazminatı alınabilmektedir. Oysa fonla birlikte tazminatın tümü ölüm ya da emeklilikle ödenecektir. Bunun dışında ilk ödeme ise en erken 15 yıl sonunda ve 3600 prim

gününün doldurulması halinde ola-cak ve ancak biriken paranın yarısı alınacaktır. Bir de işçi konut alırsa fondan yararlanacaktır.

Kıdem tazminatının iş güvencesi olduğu açıklamaları abartılıdır. Ancak, tazminatın önemli fonksi-yonlarından birisi de işten çıkar-mayı zorlaştırıcı rolüdür. Patronlar, özellikle kitlesel işten çıkarmada kıdem tazminatının oluşturacağı maliyeti hesapladıkları için ve bir anda yüksek miktarda, nakit olarak ödenmesi gereken kıdem tazmi-natının firmanın mali dengelerini bozacağı kaygısıyla bundan vazge-çebilmektedirler. Fon söz konusu olduğunda, sermayedar bu baskıyı üzerinde hissetmeyecek, istediği anda, istediği sayıda işçiyi kolayca işten çıkarabilecektir.

İşçinin, patronların çeşitli olumsuz uygulama ve davranışları nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle fesih hakkı vardır ve bu durumdaki işçi kıdem tazminatına hak kazanmak-tadır. Fonla birlikte işçinin bu hakkı ortadan kalkacak; patronlar işçiye istediği gibi davranabilecek; her an işten çıkarılma kaygısı, işçinin pat-rona olan bağımlılığını ve sermaye-

nin egemenliğini artıracaktır.

Halen işsizlik sigortası için, işveren yüzde 2, devlet yüzde 1 ve işçi yüz-de 1 prim öderken, fonla birlikte işveren ve devletin payı binde 5 düşürülmektedir. Patronlar bura-dan da karla çıkmaktadır. Fon söz konusu olursa, sermaye yüzde 85 oranında daha az ödeme yapacaktır.

Patronların yükü azalsın, kaynağı artsın

Hükümetin kıdem tazminatını çıkarma gerekçeleri kamuoyuna farklı açıklanmakta ise de, ger-çek düşüncesi “işletmelerimizin üzerinde ödeme baskısı oluşturan” bu “yükün” azaltılmasıdır. Nite-kim, tüm hükümet belgelerinde bu durum açık olarak belirtilmektedir. Fonun oluşturulma gerekçelerinden birisi de, yeni kaynak ihtiyacıdır. “Piyasaya”, özel olarak da inşaat sektörüne, hem de oldukça büyük miktarlarda yeni kaynak yaratılmak istenmektedir.

İşçilerin yıllardır kullanmakta oldu-ğu en önemli haklarından biri olan kıdem tazminatı hakkı, Fona devir adına gasp edilmek istenmektedir. Fon oluşturulmasıyla birlikte, işçiler daha güvencesiz ve esnek, kuralsız biçimde çalışacaklar, sürekli işten çıkarılma korkusu ile her türlü olumsuz koşulda çalışmak zorunda kalabileceklerdir.

Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki denetim ve baskısının artmasının, örgütsüzlüğü getirmesi da kaçınıl-maz görünmektedir.

Siy

ase

t

Fonla birlikte patronlar işçiye istediği gibi davranabilecek; her an işten çıkarılma kaygısı, işçinin patrona olan bağımlılığını ve sermayenin egemenliğini artıracaktır.

İrfan Kaygısız

Kıdem tazminatı yine hedefte

Kıdem tazminatı işçi-nin ürettiği ve karşılığı ödenmeden el koyulan değerin bir bölümü-nün, işçiye daha sonra geri ödenmesi-dir; ödenmesi sonraya bırakılmış bir ücrettir.

Page 18: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 18

Emek

Sermaye sınıfını alaşağı ederek, kapitalizmi tarihe gömebilecek tek devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı sosyalizmin kurucu dinamiği olarak kendisi dışındaki ezilenlerin, anti-kapitalist ve devrimci demok-ratik dinamiklerin de birleştirici eksenidir. Ancak bağımsız ve devrimci bir örgütlülüğe kavuşama-yan işçi sınıfı mevcut parçalılık ve dağınıklığı ile tarihsel rolünü oyna-yamıyor. Örgütlü olduğu alanlarda da sendikal bürokrasiden işbirlikçi sendikalara, baskılardan yasaklara etrafı engellerle örülü halde.

Herşeye rağmen; kapitalizmin çe-şitli düzeylerdeki uygulamalarının etkisiyle sınıf kimliği iğdiş edilen işçi sınıfı, yaşayan bir olgu olarak sürekli hareket halinde. Gericilik dönemlerinde dahi işçilerde biriken öfke çeşitli hareketlilikleri ortaya çı-karıyor. Sınıf bilinci ve örgütlülüğü oranında eyleminin muhtevası da gelişen işçiler, sömürünün olduğu her yerde bir biçimde mücadele edi-yorlar. Çoğunu sadece sol yayınlar-da görebildiğimiz, çeşitli direniş ve grevler yaşanıyor.

Kazanımla sonuçlanan her grev her direniş, sadece o işçilere değil bir bütün olarak işçi sınıfına kazandırı-yor. Grev ve direnişlerin kazanılma-sında da sınıf dayanışmasının etkisi büyük. Sınıf kimliğini açığa çıkaran dayanışmanın örgütlenmesini, bir işçi hareketi yaratmanın adımların-dan biri olarak görmek gerekiyor.

Grevlere “bakmak” ve “görmek”

Sosyalistler için işçi mücadeleleri ile kurulan ilişkilerde öncelikle o direnişin kazanılması, sonrasında da sınıfın çıkarları hedefleriyle bakılması gerekiyor. Ancak bu tu-tumun layıkıyla karşılanıp, gereken sistematik ilgi ve alakanın hakkıyla gösterildiğini söylemek oldukça zor.

Sermaye örgütlerinin ya da med-yasının işçi grev-direnişlerine karşı bilinçli kör ve sağır oluşunu sorgu-layacak halimiz yok. Ancak kendi-sini “emek güçleri” arasında gören hatta “işçi sınıfının temsilcisi” olma iddiasındakilerin sınıf mücade-lesine karşı ilgisizliği/duyarsızlığı düşündürücü.

Sol hareketin bir kısmı mevcut direnişlere, kimilerinin taşıdıkları birçok hatalı davranışa rağmen ilgi ve destek gösteriyor. (Bu “hata-lı davranışlar” başka bir yazının konusu olmayı hak ediyor.) Solun belli bir bölümü içinse bu ilgi alaka sadece direnişin “popülerliği”, yarattığı etki oranında oluyor. Bu durum sınıfın devrimci gücünün tarihselliğini kaçırıp “reel politika” alanının ihtiyaçları çerçevesinde işçi mücadelesine bakıştan kaynaklanı-yor. Bu bakışın kaynağında ise sınıf

dışı siyasal konumlanış ve ideolojik politik seçimler yatıyor.

Sol yayınlarda işçi mücadeleleri “bahsedilen haberlerden” öteye geçememekte. Kimi zaman direni-şin arkasında örgütlü olan siyasal yapılara olan uzaklık ve yakınlık dahi “haberi görmenin” oranlarını değiştirebiliyor.

Etkisi ile genel bir gündem haline gelmeyi başarabilen TEKEL Dire-nişi sürecinde solun tutumu iyi bir örnektir. Sınıf mücadelesini “uzak-tan gören” birçok sol yayın “işçici” denebilecek hale gelmişti. İşçilerin etrafı “öncüler” ile sarılmıştı. Ancak direnişin etkisi, gücü kırıldıkça işçi haberleri ve “öncülerin” ilgisi azaldı. Ta ki yeni bir işçi dalgasına kadar.

Solun büyük bir kısmı için sınıf ça-lışmasından anlaşılan sendikal ça-lışmadır. Bu teoride dile gelmese de pratikte yaşanan bir gerçek. “Politik bir işçi hareketi” hedefinden anla-şılan politik kişilerin sendikalarda yöneticilikleri bir şekilde kazanması oluyor. Sınıf ile kurulan ilişkiyi sendikal kadroların işi olarak gören bu anlayışlar, dayanışmayı sendi-kacılara destek vermek olarak da algılayabiliyorlar. Bu bakış, birçok deneyimde işçileri sendikal bürok-rasiye kurban etti.

Yeni bir heyecana ihtiyaç var

Sınıf mücadelesi “sendikal alan” olarak algılandıkça sola yüzünü dönen kitlelerde işçi mücadelelerine ilgi, heyecan oluşmuyor. Aynı ilgi-sizlik öğrenci gençliğe de yansıyor. Genç devrimciler açısından işçi sı-nıfına ve mücadelelerine karşı ilgiyi

canlı tutmak, temas edebildiği bir çalışma biçimini ortaya koyabilmek önemli bir nokta. Genç devrim-cilerin örnek alacakları militanlık örneklerine, işçi önderleri ve ko-münist işçiler bilinçli bir vurgu ile ısrarla eklenmelidir.

Bir komünist kendi faaliyet alanın-dan bağımsız olarak sınıfın genel gündemini takip edip, sınıf mü-cadelesindeki hareketlenmelerden haberdar olacak bağlantılarını diri tutabilmeli. Bir işçi cinayeti karşı-sında dehşete, öfkeye, işçi direnişi karşısında ise heyecana kapılmak devrimciliğimizin göstergelerinden birisi olabilmeli.

Sınıf hareketine gereken önemi vermek, her düzeyde örgütlemek ve politik bir nitelik kazandırmak görevi sosyalist yeniden kuruluş çağrısı yapan tüm komünistlerin omuzlarında duruyor. Bu görevlere yüklenirken bugün “işçi çalışması” olarak nitelenen çalışmaların sos-yalizmin inşa sürecinin bir parçası olduğunu bilince çıkarmak ve bu heyecanla yaklaşmak gerekiyor.

İşçi sınıfı direnirken...Kerem Emre Berk

Kazanımla sonuçlanan her grev her direniş, sadece o işçilere değil bir bütün olarak işçi sınıfına kazandırıyor.

Bir işçi cinayeti karşısın-da dehşete, öfkeye, işçi direnişi karşısında ise

heyecana kapılmak devrimciliğimizin

göstergelerinden birisi olabilmeli.

Page 19: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

19

Emek

Siy

ase

t

Türkiye’nin ilk AVM ve yapı market grevi olma özelliği taşıyan ve 3 Ekim’de başlatılan Leroy Merlin grevi, 16 günün sonunda kaza-nımla sonuçlandı.Leroy Merlin işçilerinin örgütlendikleri DİSK Sosyal-İş ve işveren temsilcileri arasın-da yapılan görüşmeler sonucunda işçilerin talepleri büyük ölçüde kabul edildi. Grev ve pazarlık aşamalarında tüm kararların işçilerle birlikte alındığı bu mücadele süreci Haziran isyanının yarattığı moral güç ile, “Bu daha başlangıç” sloganlarıyla başlamıştı. Sı-nıf dayanışması ve destek eylemleri ile geçen 16 günlük grev AVM’lerde çalışan tüm işçiler için iyi bir örnek teşkil etmenin yanı sıra, emsal kararlar da ortaya çıkarmış oldu.Anlaşma ile işçilerin “üç yıllık toplu iş söz-leşmesi” talebi kabul edildi. Kazanımların sendika üyesi olmayan işçileri de, sendikaya üye olmaları koşulu ile kapsaması örgütlülü-ğün büyümesi konusunda önemli bir sonuç. İşçiler 1. yıl için yüzde 6, sonrası için enf-lasyon oranında ücret artışı elde ettiler. 500 TL tutarında sosyal yardım paketi kazanıldı; çalışma koşulları ve idari haklarda, birçok kazanım elde edildi. Yaşanmış ya da yaşanabilecek tüm eksiklikle-rine rağmen Leroy Merlin işçilerinin kazanı-mı, Türkiye’nin dört bir yanında AVM’lerde çalışan yüz binlerce işçi için, örgütlenme ve hak kazanma yolunu açmış durumda. Zaten Leroy Merlin işçilerinin kazanımlarını bü-yütme ve korumalarının yolu da diğer AVM işçilerinin örgütlenebilmesinden geçiyor. Grevin ilk sabahı açılan pankarttaki “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!” sloganı da bu hedefi işaret ediyor.

AVM’de ilk grev ilk kazanımDersim’de elektrik dağıtım şirketi AKSA şirke-

tinde çalışan işçilerin 17 Eylül’de başlattıkları fiili grev başarı ile sonuçlandı. DİSK Enerji-Sen’de örgütlenen enerji işçileri, tüm çalışanların kadro-ya alınması, keyfi rotasyon ve sürgünlerin durdu-rulması, taşerondan kalan alacakların ödenmesi, fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, işçi sağlığı ve güvenliği kurallarına uyulması ile çalışan eksiği-nin giderilmesi talepleri için 17 Eylül’den bu yana direniyorlardı. Enerji Sen’den yapılan açıklamaya göre Dersim halkının büyük desteği ve enerji işçilerinin kararlı mücadelesi sonucu AKSA, işçilerin tüm talepleri-ni kabul etti. Kazanımlar sadece Dersim’de hakları için mücadele eden işçiler için geçerli olacak. Varılan anlaşmaya göre işçilerin maaşları 1.600 liraya yükseldi. Fiili olarak verilen mücadele sonucunda toplusözleşmede olması gereken hak-ların hepsi kabul edilirken toplusözleşmeyi aşan hak kazanımları da oldu. Bakım, onarım, arıza servislerinde çalışan işçilerin maaşlarına yüzde

24, büro vezne çalışanlarına yüzde 10, okuma, açma-kesme servislerinde çalışanların maaşlarına yüzde 7 artış yapıldı.

DİSK, Hükümet’in kıdem tazminatını kaldırmaya yönelik girişimlerine karşı #Direnİşçi kampanyasını başlattı. Kampanya kapsamında “Kıdem Tazminatlarımız İş Güvencemizdir, Yok Edilemez! Köleliğe Karşı #Dire-nİşçi” adıyla bir dizi eylem ve etkinlik gerçekleştirilecek. Kampanyanın startı 24 Ekim’de İstanbul ve Ankara’da yapılan yürüyüşlerle verildi. DİSK’li işçiler Ankara’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na, İstanbul’da da Mecidiyeköy Meydanı’na yürüdüler. Yürüyüşler boyunca halka bildiriler dağıtılarak kıdem saldırısı anlatıldı. “Ölmek var, dönmek yok, tazminatı vermek yok”, “Köleliğe karşı Diren İşçi, Kıdem tazminatının gaspına karşı Diren İşçi, Çocukların İçin Diren İşçi, İş Güvencesi İçin Diren İşçi”, “Taz-minat haktır, gasp edilemez”, “Fona devir yağma demektir”, “Direne direne kazanacağız”, “Zafer direnen emekçinin olacak”, “AKP elini tazminattan çek”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganlarının atıldığı eylem-ler kasım ayı boyunca sürecek kampanyanın başlangıcı olmuş oldu.1 Kasım’da İstanbul Kartal’da, 4 Kasım’da da Gebze’de kitlesel yürüyüşler gerçekleştiren DİSK’li işçiler kıdem tazminatı hakkına yönelik saldırıya geçit vermeyeceklerini haykırdılar. Kasım boyunca devam edecek kam-panyada Eskişehir, Adana, Bursa, İzmir, Samsun, Antalya ve Kocaeli’de de eylemler yapılacak, tüm işyerlerinde kıdem tazminatı hakkının önemi anlatılacak.

CHP’li Beşiktaş Belediyesi’nin taşeron şirketi Beltaş’ın işçileri 4 Kasım günü sendikal hakla-rı ve işten atılan arkadaşlarının geri alınması talebiyle CHP Beşiktaş İlçe Örgütü’nü işgal etti. İşçiler “emekten yana olduğunu” iddia eden CHP’lilerin adım atmasını istediler. 2011 yılında Genel-İş’e üye olan Beltaş işçilerinin üyeliklerine Belediye Başkanı İsmail Ünal yetki itirazında bu-lunmuştu. Sendikal hakları için mücadele eden işçiler işten çıkarılmış ve direnişe geçmişlerdi. Direnişlerini günlerdir kurdukları çadırlarda sürdüren işçilere defalarca belediye zabıtaları ve polisler saldırmıştı. İşçiler sendika yönetiminin de kendilerini yalnız bıraktığını söylüyorlar.

Dersim’de direnen enerji işçileri kazandı

Köleliğe karşı #direnİşçi

Beşiktaş Belediyesi işçileri CHP’yi işgal etti

Sünjüt işçisi patron saldırısını işgal ile püskürttüİstanbul’da kurulu Amerikan menşeili çuval fabrikası olan Sünjüt (Greif) işyerinde uzun bir mücadele sonucunda işçiler DİSK Tekstil sendi-kasında örgütlendiler. 8 Kasım’da Sünjüt işvereni engelleyemediği sen-dikalaşma sürecinin intikamını alırcasına öncü işçilerden birisini işten attı. Bunun üzerine işçiler hem Hadımköy’deki hem de Samandıra’daki fabrikalarda ortak şekilde ey-leme geçtiler. İşyerini terk etmeyerek işgale geçen işçilerin kararlı tutumu sonucunda işten atılan işçi işe geri alındı. Bu eylemle birlikle sendikal örgütlülüğün temeli sağlamlaştırılmış oldu.

Page 20: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 20

Emek

Eminönü’nde Yeni Cami’nin mer-divenlerinde oturuyorum; deniz ve meydan bütün keşmekeşliğiyle ayaklarımın altında. Not defterime şöyle yazıyorum: “Savaş coğrafi olarak nerede yaşanırsa yaşan-sın, bir yerde savaş varsa o, her yerdedir. Savaş, yerinden edilen insanlar aracılığıyla dünyanın bütün kentlerine taşınır. Savaşın mülksüzleştirdiği, yoksullaştırdı-ğı ve sağlıksızlaştırdığı insanlar savaşı getirir.” İşte bu durum, biz

devrimciler için de sadece savaş karşıtı mücadeleyi örmenin değil; aynı zamanda devrimci mücadeleyi, yeni gelenleri de kapsayacak şekilde tekrardan kurmanın görevlerini önümüze getirir. Bu yazı, Suriyeli göçmenlerin burada yaşadığı yok-sulluğu veya savaş politikalarının aracı haline getirilmelerini değil; devrimci mücadelenin göçmenleri de kapsayacak şekilde kurulmasının gerekliliğine işaret etmeyi; onların mücadelenin öznesi haline getire-bilmenin imkanlarını tartışmayı hedefliyor.

Başta İstanbul olmak üzere bir çok büyük kent, göçle kurulan şehir-lerdir. Burada sadece kırdan kente göçü kast etmiyorum. Dünyanın farklı ülkelerinden birçok yabancı göçmen Türkiye’ye geliyor. Eski Sovyet ülkelerinden gelenler, Iraklı Kürtler, Siyahlar, Afganistanlılar ve Suriyeliler. Özellikle İstanbul, sadece iç göçle değil; yabancı göçle kurulan, onlar aracılığıyla da işleyen bir kent.

Yabancı göçmenler, yıllardır İstanbul’un görünmez lokomotif-leri. Bazıları burada esnaflık veya bavul ticareti yapıyor; ama çoğu işçi ve “kaçak”. Sadece hizmet sektö-ründe ve evlerde bakım hizme-tinde çalışmıyorlar; fabrikalarda, atölyelerde, aklınıza gelebilecek birçok işte çalışıyorlar. Çok azı daha nitelikli, iyi şartlarda çalışıyor ve “nitelikleri” dolayısıyla ya da evlilik aracılığıyla vatandaşlık elde ede-biliyor. Çoğu kaçak ve güvencesiz şartlarda, düşük maaşlarda istihdam ediliyor veya edilemiyor. Bir kısmı on yıllardır burada. Bazıları burada kazandıklarıyla birikim yaparak geldikleri ülkelere geri dönmeyi

hayal ediyor. Ancak birçoğunun, özellikle ülkesinde savaş olanların bu hayalleri gerçekleşmiyor. Bu yüzden çoğu, yerinden edildikleri topraklarına asla dönemiyor. On yıllar sonra, bugünün göçmen-leri Türkiye’nin “yerlileri” haline gelecekler ve o zaman yeni göçlerin zamanı gelecek. Bu göç dalgası ise kapitalist sistem devam ettikçe hiç bitmeyecek, çünkü kapitalizm mülksüzleştirme politikalarıyla işlemeye devam edecek.

Bu kadar büyük bir nüfus olmasına rağmen, göçmenler Türkiye’deki devrimci mücadelenin neresinde-ler? Bu konuda sınırlı da olsa ön açıcı deneyimlere sahibiz: Karayol-ları Cemevi ve Sultangazi Pir Sultan Abdal Cemevi’nin Suriyeli Alevi göçmenlere kapılarını açması ve bunun ardından çeşitli kesimlerin destekleri, Bağlar Belediyesi’nin kıyafet kampanyası, Festus Okey’in karakolda öldürülmesinin akabin-de yapılan eylemler, Göçmenler ve Sağlık Hakkı panelinin organize edilmesi, trans misafirhanesinin açılması, son derece değerli biri-kimler. Ama çok yetersiz ve parça parça.

Bunu sadece kendi eksiklerimizle açıklamak doğru olmaz. Hüküme-tin mülteci politikasının yarattığı gerilimleri ve mülteci olmanın verdiği zorlukları görmezden gelmi-yorum. Özellikle Suriyeli mülteciler nüfus politikasının aracı haline getirilmeleri sonucunda; “yerli-lerle” göçmenler arasında kaynağı kültürelmiş gibi gözüken gerilimler yaşanıyor. Devlet bu gerilimleri yaratarak aslında “ırkçılık” tohum-larını atmaya ve mültecileri daha da güvencesizleştirmeye çalışıyor. Bir

diğer boyut ise göçmenlerin bura-ya “aitlik” hissiyle ilgili yaşadıkları sıkıntılar. Çoğu Türkiye’yi geçiş ülkesi olarak görüyor, başka bir ül-keye gitmenin veya geri dönmenin hayalini kuruyor. Aitsizlik, arada kalma durumu göçmenleri sosyal muhalefetin öznesi haline getirmeyi engelleyici önemli bir psikolojik bariyer. Ses çıkarırsam, hakkımı ararsam geri postalanırım korkusu da cabası.

Bütün bunlar, göçmenlerin potan-siyel olarak mücadelenin öznesi olmalarına engel değil. Her alanda örgütlenme krizini aşmak, kent hakkı mücadelesini genişletmek istiyorsak, biz devrimcilerin, göç-menleri mücadelenin öznelerinden biri haline getirme konusunda çaba harcaması gerek. Bu konuda uzmanlaşmayı hedefleyen göçmen seksiyonları kurulabilir. Sendikalar, kadın, LGBT ve çocuk örgütleri bu alanda çalışmalar yapabilir.

Özellikle belediye seçimlerinde göçmenlerin taleplerine de yer vermek ve onların anadillerinde onlara ulaşmak önemli girişimler olacaktır. Bu konuda sıcak geliş-melerin yaşanacağını öngörebiliriz. Marmaray ile göçmen nüfusunun önemli bir kesiminin ikamet ettiği Aksaray çevresinin tekrar “soylu-laştırılacağını” ve buradakilerin göçe zorlanacaklarını öngörebiliriz. Dolayısıyla yakın zamanda Aksa-ray-Kadırga hattında göçmenlerin homurtularını duyacağız. Göçmen-ler şöyle düşenecek: “Ben yıllardır Türkiye’de emek harcıyorum; buna rağmen son derece kötü koşullar-da yaşıyorum. Şimdi de yerimden ediliyorum.” Biz, bu içsel sesi, dışsal sese dönüştürebilir miyiz?

Görünmez lokomotifler: Göçmenler

Her alanda örgüt-lenme krizini aşmak, kent hakkı mücadele-

sini genişletmek isti-yorsak, devrimciler

olarak göçmenleri mücadelenin özne-

lerinden biri haline ge-tirme konusunda çaba

harcamamız gerek.

Kiraz Özdoğan

Bu yazı, Suriyeli göçmenlerin burada yaşadığı yoksulluğu veya savaş politikalarının aracı haline getirilmelerini değil; devrimci mücadelenin göçmenleri de kapsayacak şekilde kurulmasının gerekliliğine işaret etmeyi; onların mücadelenin öznesi haline getirebilmenin imkanlarını tartışmayı hedefliyor.

Page 21: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

21

Hal

klar

Suriye’de Nisan 2011 yılında başla-yan iç savaş, 2 milyon Suriyelinin ülkesini terk etmesine, yaklaşık 4 milyon Suriyelinin de Suriye içeri-sinde göç etmesine neden olmuştur. Suriyelilerin sığındığı ülkelerin başında, aralarında Türkiye’nin de olduğu Suriye’ye komşu ülkeler bulunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre 800 bin kişi Lübnan’a, 550 bin kişi Ürdün’e, 500 bin kişi Türkiye’ye, 200 bin kişi Irak’a, 150 bin kişi Mısır’a sığınmıştır. Fakat gerçek sığınmacı sayısının resmi rakamlar-dan çok daha fazla olduğu görül-mektedir. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın açıklamasına göre 200 bini AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Baş-kanlığı) tarafından kurulan kamp-larda 400 bini kamp dışında olmak üzere 600 bin Suriyeli Türkiye’de ikamet ediyor. Türkiye’ye göçün başlamasından bu yana iki buçuk

yıl geçmesine rağmen Türkiye’de ya-şayan Suriyeliler için halen düzenli bir kayıt sistemi oluşturulamamış, kamp dışında yaşayan Suriyelilerin sayısı net olarak verilememektedir. Türkiye’deki Suriyelilerin sayısının Hükümet’in açıkladığı 600 bin-den çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin ko-ruma altına alınması bir lütuf değil, insan hakları hukukunun temel gereğidir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. Maddesine göre: “Her insanın zulüm karşısın-

da, başka ülkelere sığınmaya ve bu ülkelerde sığınmacı işlemi görmeye hakkı vardır.” Yine Türkiye’nin de tarafı olduğu 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi de Türkiye’nin Suriye’den kaçıp kendisine sığınan kişileri ka-bul etmesi ve temel ihtiyaçlarını kar-şılaması gerektiğini belirtmektedir.Türkiye’ye sığınmış Suriyelilerin hukuki statüsü Türkiye yetkilileri Türkiye’ye sığınan Suriyelilerden söz ederken mülteci veya sığınmacı demekten özellikle kaçınıp “misafir” olarak söz ettiler. “Misafir” diye bir tanımlamanın herhangi bir hukuki statü olamaya-cağı aşikardır. Yaklaşık 1 yıl sonra dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin katıldığı bir BM toplantısın-da Türkiye’nin kendisine sığınan Suriyelilere “geçici koruma statüsü” verdiğini dile getirmiştir. Geçici koruma statüsü uluslararası hukuk-ta net olarak tanımlanmamış, iç savaş ve benzeri büyük çaplı şiddet sonucu yerinden olan kişilere kalıcı çözümler sağlanana dek koruma sağlanması için kullanılmaktadır. Bu statünün de Türkiye’de bir hukuki alt yapısı bulunmamaktadır. Nisan 2013 tarihinde yasalaşan, Nisan 2014’te yürürlüğe girecek 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda “geçici koruma” tanım-

lanmıştır. Ancak bu yasanın uygu-lanabilmesi için gereken yönetmelik çıkmadan Suriyeli sığınmacıların bu statüden yararlanması mümkün olmayacak. Türkiye’ye sığınmış Suriyelilerin hakları AFAD, Türkiye’nin 10 farklı şeh-rinde kurulan kamplarda barınma, gıda, sağlık ve eğitim haklarının tesis edildiğini belirtmektedir. Fakat kamplarda kalmayan, Türkiye’nin farklı şehirlerinde ikamet eden yüz binlerce Suriyelinin bu haklardan yararlanamadığı ortadadır. Bu nedenle 26 Eylül 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı, 8 Ağustos 2013 tarihinde AFAD tarafından yayınlanan genelgelerle il valilikle-rinin kamplar dışında ikamet eden Suriyelilerin ücretsiz olarak sağlık hizmetlerinden faydalanmaları ve eğitim görmeleri konularında hare-ket etmeleri istenmektedir. Fakat bu genelgelerin değişik şehirlerde tam olarak uygulanmadığını gözlemleye-biliyoruz.Kamp dışında kalan yüz binlerce Suriyeliye ise barınma ve gıda hakkı gibi birçok konuda ise herhangi bir imkan sunulmuyor. Bu nedenle Suriyeliler İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde kötü koşullarda ve kendi imkanlarıyla yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.Türkiye’nin her geçen gün Suriye’den kaçıp Türkiye’ye girenleri engellemek amacıyla yeni önlemler aldığı, sınırdan sadece pasaportu olanların ülkeye girişine izin verildi-ği, dolayısıyla şimdiye kadar izlediği “açık kapı” politikasını terk ettiğine dair gözlemler var. Ayrıca Suriyelile-rin, sınırda iken geri çevrildiğine ve Türkiye’den zorla sınırdışı edildiğine dair de iddialar var. Bu tür iddi-aların araştırılıp önlem alınması uluslararası hukukun gereğidir.

Siy

ase

t

Suriyeli mülteciler zor durumdaTürkiye’ye sığınan Suriyelilerin koruma altına alınması bir lütuf değil, insan hakları hukukunun temel gereğidir. Tarafı olduğu uluslararası anlaşmalara göre, Türkiye’nin Suriye’den kaçıp kendisine sığınan kişileri kabul etmesi ve temel ihtiyaçlarını karşılaması zorunludur.

Türkiye insani ve hukuki görevlerini yerine getirmiyor

Erdem Korkmaz

Suriyelilerin temel hakları güvence altına alınmalıdır Uluslararası Af Örgütü’nün 25 Nisan 2013 tarihinde yayın-ladığı bilgilendirme raporunda dile getirdiği önerilerden birkaçını yeniden hatırlamakta fayda var:

1Ayrımcılık yapmaksızın Suriye’de yaşanan çatışmadan kaçan herkes için sınırlarınızı açık tutun ve sınırlardan giriş yapabilmelerini ve güvenliklerini sağlayın.

1Uluslararası geri göndermeme ilkesi uyarınca, Suriye’den kaçan hiç kimsenin herhangi bir şekilde zorla geri gönderilme-mesini sağlayın.

1Suriyeli mültecilerin yeterli barınma, gıda, sağlık hizmeti, hijyen koşulları ve eğitim gibi temel hizmetlere erişimlerini sağlayın.

1İnsan hakları kuruluşlarının tamamına, kamplardaki duru-mu bağımsız bir şekilde gözlemleyebilmeleri için mültecilerin kaldığı her yere girmelerine izin verin.

1Kayıt prosedürlerinin kamp dışında, şehirlerde yaşayan Su-riyeli mültecilerin ne tür bir korumaya ihtiyacı olduğunu tespit etmek için kullanılmasını sağlayın.

1Görgü tanıkları tarafından verilen bilgiler doğrultusunda zorla geri gönderme vakaları konusunda derhal, etkin ve tarafsız soruşturma başlatın.

Page 22: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 22

Hal

klar

Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olan, Asuri/Süryani/Keldani halkı, binlerce yıl boyunca Me-zopotamya coğrafyasında kend-isini kültürel, edebi, bilimsel ve teknik, siyasal, askeri, alanlarda vb örgütlemiş, geliştirmiş ve yaratıcı olmuştur. Bu yaratıcılığı sayesinde kimi zamanlar; Mezopotamya merkezinden bölgeye de yayılmıştır.

Günümüzün Irak, Suriye ve Kür-distan coğrafyasında yer alan Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçısı olan Asuri/Süryani/Kel-dani halkı, bölgenin birçok yönden gelişmesine, ilerlemesine katkıları olmuş ve insanlığa önemli değerler bırakmıştır. Çivi yazısıyla birlikte, günümüze kadar halkımız sekiz alfabe kullanmıştır. Bu durum genel edebiyat açısından önemli bir zen-ginliktir. Büyük ve görkemli mimari eserler, çok çeşitli sanat eserleri, çivi yazısıyla yazılmış binlerce tablet bu halkın insanlığa katkılarını gösteri-yor.

Babil asma bahçeleri, İştar kapısı, Harran üniversitesi, Ninova surla-rı ve bu tarihi başkentte bulunan Nemrut uygarlık merkezi, halkımı-zın yarattığı eserlerdir.

Asur İmparatorluğu, bu halkın siya-sal, ekonomik ve kültürel yükselişi-nin zirve noktasını oluşturmuştur. Bu devlet M.Ö. 612 yılında, Babil güçlerine yenik düştükten sonra, halkımız her ne kadar Babil siyasi otoritesiyle kendi siyasi konumunu devam ettirmeye çalıştıysa da, git gide siyasi anlamda zayıflama süre-cine girdi. Hristiyanlığın çıkışıyla birlikte bu inancı kendisine kurtuluş yolu olarak gördü ve bu inanç-la kendisini örgütledi. Hristiyan inancın gelişmesinde, yayılmasında ve kurumlaşmasında büyük emek sarf etti. Nitekim dünyanın en eski Hristiyan mabetleri olan Deyrul Zafaran, Mor Gabriel, Meryem Ana, Mor Evgin, Mor Matay vb tarihi manastırlar Mezopotamya coğrafya-sındadır.

Bir halkın yaşam mücadelesi

Ortadoğu’ya gelen Roma, Bizans gibi hegemon güçler, Asuri/Sürya-ni/Keldanilere her yönüyle büyük

zararlar vermişlerdir. Batı Hristiyan-lığı ise, bu dini ilk benimseyip yayan halkın Ortadoğu merkezli Süryani Ortodoks Kadim Kilisesi’ni zayıf-latmak, Ortadoğu Hristiyanlarını kendine bağlamak için bu Kilise’nin cemaatini 5-6 farklı kilise halinde örgütleyerek parçalamıştır.

Daha sonra bölgeye hakim olan İslamiyet de, insanlarımızı katliama uğrattı, halkımızın mabetlerini, incil ve dini-edebi yazılı eserlerini, dini resim vb sanat eserlerini yakıp yıktı. Ancak diğer yandan da İslamiyet, dünyanın önemli bir bölümünde siyasi hakimiyetini kurar ve yeni bir uygarlık yaratırken, halkımızın taşıyıcısı olduğu felsefe, sanat-ede-

biyat, mimari, siyaset ve askerlik birikiminden geniş biçimde ya-rarlandı. Yunan felsefi düşüncesi, Süryanice’ye çevrilmiş Yunanca eserlerin bu dilden Arapça’ya çev-rilmesi yoluyla İslam uygarlığına aktarıldı.

Soykırım ve sürgün

Osmanlı’nın son dönemlerinde İt-tihat ve Terakki’nin yürüttüğü Türk milliyetçiliği ve Cumhuriyet’in ku-rucularının yaratmaya çalıştığı Türk ulus-devleti, Rumlar ve Ermenilerle birlikte halkımızın da ulusal, inanç-sal ve fiziki bir tasfiyesi anlamına geliyordu. Osmanlı’nın 1914-15’te halkımıza yaşattığı “Seyfo” (soykı-rım) felaketi bu tasfiye hareketinin

bir parçasını oluşturuyordu.

Bu katliamın öncesine kadar Asuri/Süryani/Keldaniler Adana, Sivas, Adıyaman, Antakya, Antep, Maraş, Urfa, Mardin, Nusaybin, Midyat, Amed, Siirt, Van, Hakkari, Bitlis, Elazığ, Malatya, Dersim vb yerler-de, bunların kasaba ve köylerinde yaşamaktaydılar. Katliamdan sonra bütün buralarda yaşayan halktan geri kalanlar Mardin, Midyat, Hak-kari ile köylerine sığındılar. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin devam ettirdiği “tek ulus” yaratma politi-kası sonucu halkımızın çok büyük bölümü buralarda da barınama-yıp çoğunlukla Avrupa ve kısmen bölge ülkelerine göç etmek zorunda kaldı. Bugün halkımız Ortadoğu’da Türkiye, Kürdistan, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de küçük topluluklar halinde yaşamaktadır. Önce Irak’ta, şimdi Suriye’de yaşa-nan çatışmalar ve radikal İslamcı örgütlerin baskı ve katliamları sonucunda bu ülkelerdeki insanla-rımız yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor.

Özgür geleceği birlikte kuracağız

Türkiye’de ise, Osmanlı/Cumhuri-yet politikalarını sürdüren AKP, halkımıza “dini cemaat” muamelesi yapmakta ve siyasi/demokratik haklarını inkar etmektedir.

Bizler halk olarak her ne kadar bas-kılara, zülme, sürgünlere ve katli-amlara uğramışsak da hiç bir zaman kimliğimizden taviz vermedik, inancımızı değiştirmedik ve halkla-rın düşmanı olan anti-demokratik sistemlerin işbirlikçileri olmadık. Özellikle hayatta kalmak adına, baş-ka halkların imhasına alet olmadık.

Bizler iki bin yıldır Batı’nın sömür-geci ve kapitalist; Doğu’nun gerici ve tekçi politikaları sonucu bu felaket-leri yaşadık. Bundan dolayı halkı-mızın kendi tarihine sahip çıkma, tüm değerlerini koruma, geleceğini bölge halklarıyla birlikte inşa etme ve eşit koşullarda birlikte yaşama arzusunun gerçekleşme imkanını sosyalist, özgürlükçü ve demokratik hareketlerde görüyoruz. Bizler halk-larla birlikte, Demokratik Üçüncü Alternatifle bir yere varacağımıza inanıyor ve demokratik dayanışmayı gerekli görüyoruz.

Asuri/Süryani/KeldanilerBölgenin kadim halkı

Halkımızın kendi tarihine sahip çıkma, tüm değerlerini koruma, geleceğini bölge halklarıyla birlikte inşa etme ve eşit koşullarda birlikte yaşama arzusunun gerçekleşme imkanını sosyalist, özgürlükçü ve demokratik hareketlerde görüyoruz.

Yaşar Küçükaslan

Page 23: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

Ekol

oji

23

Siy

ase

t

Son otuz yıldır, Türkiye’de yaşam alanlarına çok yönlü bir saldırı var. Bu topyekün saldırıya karşı mü-cadele etmeye başladığımızda, ilk elden hepimiz kendimizi en masum haliyle “çevreci” diye tanımlamışız-dır herhalde.

Şimdilerde ise her yerde mantar gibi biten, nerede doğaya karşı bir yağma ve talan projesi var ise, orada farklı yaş gruplarından, sınıflardan, mesleklerden insanlar değişik çıkar, değer ve algılar çerçevesinde bir ara-ya gelerek “çevreci” ön adıyla Sivil Toplum Kuruluşları (STK) oluştur-maya başladılar. Bu STK’lar, yerelin amatör işleyişi ve genelde tek bir çevre sorunuyla ilgilenmenin yanı sıra, ulusal anlamda çevre politika-sına müdahil olmaya ve uluslararası ağlarla, yani küresel sermayeyle iş-birliği yapmaya da başladı. Çalışan-larının önemli bir kısmını profesyo-nel olarak istihdam etmeleriyle ve iş dünyasına yönelik çalışmalarıyla da önceki dönem çevreci örgütlerden ayrışıyorlar. Peki bize ne onlardan, ne işimiz olabilir ki bu STK’larla diye sorabilirsiniz? Toplumsal ha-reketlerin, aslının zayıflayıp takli-dinin güçlendiği yerde etki gücünü sürdürmesi kolay değildir.

İşte asıl mevzu buradan başlıyor. Yukarıda bahsedilen bu çevreci STK’lar; ekolojist olmayan, hatta birer çevre örgütü oldukları bile söylenemeyecek olan, büyük serma-ye destekli bazı vakıf ve dernekler görünümünde çevre hareketinin tabandan örgütlenmesini engel-leyenlerdir. Sermayenin aleyhine oluşabilecek herhangi bir durumda tampon görevi üstlenerek uzlaşı sağlayan sisteme öfkeyi pasifize edenlerdir. Bu türden örgütlerin en büyük ve tipik örnekleri; TEMA, Doğa Derneği, Greenpeace, WWF ve benzerleridir.

Örneğin TEMA; erozyonla mücade-le ve ağaçlandırma amacıyla kurul-muş, kuruluş amacında bile klasik çevreci taleplere yer vermeyen, hatta nükleer santral ihalelerine giren, suyun şirketlerin eline geçmesini savunan, şirketlerin yöneticilerinin mütevelli heyeti başkanlığı gibi yük-sek görevlere gelebildiği bir vakıf olduğu halde, birkaç yılda kendini

Türkiye’nin en büyük çevre örgütü olarak ilan edebilmiştir.

Bu ün ve sözde başarının arka-sında elbette sermaye vardır. Aynı modele dayanan, yani demokratik organları olmayan, hiçbir şekilde şeffaf olmayan, ama sahip olduğu parasal kaynaklar ve ürettikleri projelere buldukları fonlar saye-sinde kamuoyunda görünürlük kazanan ve belli bir tabana yayılan çok sayıda böyle kuruluş olduğunu biliyoruz. Bu “çevreci” örgütlerin finansmanının az sayıda büyük şirket ya da belli bazı devletler, AB tarafından sağlanması, çevreci sivil toplumun tekelleşmesinin önünü açmıştır. Bunun sonucunda ise, devlet, sermaye ve medya desteğiyle giderek büyüyen bu tür kuruluşlar, kaçınılmaz bir şekilde büyük bir çekim merkezi haline gelerek, daha fazla tüketim için daha fazla üretim yapmak adına, doğanın sermayenin kâr hırsıyla yok edilmesine karşı mücadele eden antikapitalist ekolo-jist hareketlerin tabanını oluşturan dinamizmi engelleme gücüne sahip olurlar. İşte asıl itirazımız bunadır ve yüksek sesle diyoruz ki, kapita-lizmi yeşillendirmek akıntıya karşı kürek çekmek gibi boş bir uğraştır. Çünkü kapitalizmin en önemli yapı-sal özelliği, krizlerinin derinleşerek süreklilik arz etmesidir. Bu sürekli-liği sağlayabilmesi içinse daha fazla

enerjiye ihtiyacı vardır.

Neo liberal politikalar gereği, gelişmiş kapitalist devletler kendi ülkelerindeki kirli teknolojiler-le üretilen enerji santrallerini 3. Dünya ülkelerine Kyoto Sözleşmesi oyunu ile transfer ederek, üretimine ucuz işgücü ile hız kesmeden devam etmişlerdir. Bu ise Avrupa’nın bir yandan atık kuralları koyarak (çevre şartı başlığında), diğer yandan da para karşılığı kendi atığını bize göndererek ülkemizi atık çöplüğü haline getirdiğinin açık delilidir. 3. Dünya ülkelerini arka bahçesindeki çöplük olarak gören kapitalist sis-temin artık vakti dolmuştur. Ken-dini sürdüremeyeceğinin farkında olan kapitalizm, can simidi olarak “sürdürülebilirlik, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, temiz enerji” gibi kavramlara sarılmıştır. Bunun alt metni büyük şirketlerin çevresel duyarlılıkları kullanarak, sistemin kendini idame ettirmesini ekolojik bir sürdürülebilir kalkınma düşün-cesiyle temellendirerek, her durum-dan kâr elde etmeye çalışmasıdır. Bu düşüncenin somutlaştığı kurumlar ise yanı başımızda, sisteme entegre olmuş, “foncu-burjuva STK’lar” ile Avrupa ve Türkiye’deki “Yeşil Hareket”tir.

Kapitalizmin yıkıcı mantığı sorun edilmedikçe, aç gözlülük ve sınırsız kâr hırsı her türlü insani, toplumsal

ve ekolojik kaygının önüne geçmeye devam ettikçe, sistemle barışık ve uzlaşmacı politikalar terk edilmedikçe, velhasıl kapitalist mantığın dışına çıkılmadıkça, doğal alanlarımız, yaşamımız ve geleceği-miz tehdit altındadır.

*Peter F. Drucker

3. Dünya ülkelerini arka bahçesindeki

çöplük olarak gören kapitalist sistemin

artık vakti dolmuştur. Kendini sürdüremeye-ceğinin farkında olan

kapitalizm, can simidi olarak “sürdürülebilir-lik, yeşil ekonomi, yeşil teknoloji, temiz enerji”

gibi kavramlara sarılmıştır.

Özlem Bayat

Kahrolsun bağzı foncu, burjuva çevreciler

“Bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur; doğayı insana karşı korumak”* !

Page 24: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 24

Ekol

oji Kendini diğer hayvanlardan üstün

kılan insanlarla hayvan sömürüsü ve istismarı konusunda tartışmak ve ortaklaşmak çoğu zaman imkansız. Bunda hayvanı toplumda, evde, derste, sokakta nasıl tanıdığımız ve konumlandırdığımız oldukça önemli. Kendisini hayvansever, ezen-ezilen ilişkilerini sorgulayan, otorite karşıtı, sömürü karşıtı, eşit-likçi ve özgürlükçü sayan birinin; çiftlikteki, mezbahanedeki, kasap-taki, streçlenmiş haliyle market dolabındaki, deney odalarındaki, tabakhanedeki, pet shop vitrinlerin-de-süslenmiş, alıcısına sunulmuş- kafeslerdeki, tabağındaki hayvanla kurduğu ilişki ya da ilişkisizlik sor-gulanabilir. Cevap genelde hazırdır: Onlar bize hizmet için var.

İlkokulda da öyle öğrendik. Etin-den, sütünden, yumurtasından, derisinden, yününden, kuvvetinden “faydalanılan” yaratık: hayvan. Bu fayda anlayışının hayvan sömürüsü üzerine kurulu olduğunu anlamak özellikle de kendini ezilenden yana konumlandıranlar için aslında o kadar da zor değildir. Zor olan toplumda avantajlı konumundan vazgeçip sömürünün karşısında durmak ve sömürü koşullarını değiştirecek bir devrimi örgütle-mektir.

Hayvanları “mal” olarak görmekten ne zaman vazgeçeceğiz?

Genel ahlak yargıları ve normlar bir köpeğe, eşeğe, koyuna tecavüz

eden birinin toplumdan dışlaması-na ve devlet mahkemeleri tarafın-dan cezalandırılmasına uygundur. Geçenlerde görülen bir köpeğe tecavüz davasında tecavüzcü, hayvanı yaralamaktan, istismardan, zor kullanmaktan değil “mala” zarar vermekten yargılanmıştır. Yani hayvanı özne yaparak yargılamak hâlâ mümkün değildir, bir “sahip” olmalıdır. Peki sokak hayvanlarına, mandıradaki ineklere, çiftliklerdeki tavuklara kim “sahip çıkacak”?

Zoofili -hayvan seviciliği, hay-vanlara karşı duyulan cinsel istek- hayvanlarla cinsel ilişkiye girme tıp literatüründe ve toplumda bir sapkınlık olarak görülmekte. Birçok ülkede hayvanlarla cinsel ilişkiye girmek cezai yaptırım gerektir. Öbür yandan Almanya, Danimarka gibi sayılı ülkelerde yasal hayvan genelevleri var. Bu durum kapitalist piyasaya belirli bir ücret karşılığı istediği hayvanla cinsel ilişkiye girmek (ya da tecavüz etmek) için gelen turistler olarak geri dönüyor, Tayland’ın zorla çalıştırılan çocuk seks işçileri ve bu sayede “yaratılan” turizminin bir başka türlüsü.

Bir de petshoplar, vitrinler, kafesler var. Hayvanların “sahiplendiril-mek” adına satıldığı, bazı cinsin bir diğerinden daha “değerli” olduğu dükkanlar. Hayvanlar birer ürün ve paran yeterse istediğine sahip ola-biliyorsun. O halde, pet shopların hayvan genelevlerinden farkı ne?

Anlayacağınız üzere insanın öteki hayvanlara yönelik şiddetinin temelini “birisi”nin bir “şeye” indirgenmesi oluşturuyor. Ötekini şeyleştirmek onun bedenine özne-nin/insanın ihtiyacını karşılayan bir nesne/hayvan gibi davranmak, onların varoluşuna/yok oluşuna müdahale etmek ya da üreterek/tüketerek buna sebep olmak anla-mına geliyor. Bu, erkeklerin boyun eğdirme yöntemlerine -bedenleri-mizi kontrol etmelerine- benziyor. İktidar ilişkilerini sorgularken erkek iktidarın kadın bedeni ve özgürlü-ğü üzerindeki şiddet ve baskısını, eşitsizliğin oluşturulma koşullarını ve eşit olmamak/iktidarını terk etmemek uğruna verdiği savaşı an-lamak, öteki hayvanlara karşı -aynı erkeklerin kadınlara karşı olduğu gibi- kendini üstün tür sayan insan-ların oluşturduğu iktidarı anlamayı kolaylaştırıyor.

Et ve süt üretim tesislerinin kerhaneden farkı ne?

Öte yandan, hemen herkes hay-van genelevlerinin ve sundukları “hizmetin” sömürü ve şiddetin ta kendisi olduğu, yücelttiğimiz “insanlık, vicdan ve etik” gibi kimi değerlere aykırı olduğu konusun-da ve o genelevlere müşteri olarak gitmenin bu sistemi beslediği ve sürmesi için koşulları (arz-talep ilişkisi) hazırladığı konusunda hemfikirdir. Peki pet shop’lar, tavuk çiftlikleri, inek, keçi, tavuk, et/süt

ve et/süt ürünleri üretim tesisleri? Kımıldamaksızın, günün 24 saati ayakta kalmak ve önündeki suni yemle karşı karşıya olmak kaydıyla, her gün defalarca süt sağma maki-nesi tarafından memelerinden sütü çekilen, buna hiçbir şekilde karşı koyamayacağı şekilde, tasarlanmış kafeslerin içinde süt üretip ömür tüketen, kilosu “yeterli”-sütü az gel-diğinde kesimhaneye gönderilen bir ineğin; ücretini bir insana ödeyen başka bir insan tarafından tecavüz edilen bir diğer hayvandan farkı ne? Kapitalist ekonominin “insanlığa” bahşettiği hızlı/toplu üretim ve tüketim tarzının yansıması olan bu tesislerin milyonlarca hayvanın zor kullanılarak çalıştırıldığı bir kerha-neden farkı ne?

İnsanlıktan miras kalan -öteki hayvanlar üzerinde kurulan- oto-riteyi sorgulamaksızın benimseyip reddetmemek, kendi avantajlı konumunu kullanıp sömürüye gücün yettiğince devam etmek ve kerhaneler legalken gidip bunun “zevkini çıkarmak” birbirinden ne kadar farklı?

Hayvan sömürüsü her yerde!Seda K.

İnsanlıktan miras kalan -öteki hayvanlar üzerinde kurulan- oto-riteyi sorgulamaksızın benimseyip reddetme-mek, kendi avantajlı konumunu kullanıp sömürüye gücün yet-tiğince devam etmek ve kerhaneler legalken gidip bunun “zevkini çıkarmak” birbirinden ne kadar farklı?

Hayvanlar konu olunca cevap genelde hazırdır: Onlar bize

hizmet için var.

Page 25: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

25

Ekol

oji

Siy

ase

t

İzmir’in Gaziemir İlçesi’nde 1940 yılında, Aslan Avcı tarafından kurulan döküm fabri-kası, 70 yıl boyunca külçe kurşun imal etti. Hem de ömrünü tamamlamış akü ve hurda kurşunlardan. 70 yıl boyunca 70 dönüm arazide bol bol para kazandı. Nasıl yapıldı-ğı bilinen denetimlerin bir manası olmadı, etrafı Egeli emekçilerin konutları ile doldu. Yine buralara imar verildi. 2007 yılında bir denetim yapıldı. Türkiye Atom Enerjisi (TAEK) fabrika sahasının içinde radyasyonlu atıkların gömülü olduğunu tespit etti. Tespit olarak kaldı. Sonra fabrika 2011 yılında Torbalı’ya taşındı. Orada aynı üretime devam ediyor. Fabrikanın terk ettiği ve Gaziemirli çocuk-ların oyun oynadığı araziden zehirli duman-lar tütüyor. Saçılan zehrin yıllardır doğayı mahvettiği, mahalleliyi sinsi bir biçimde hasta ettiği ortaya çıktı. Çıktı da ne oldu? Güya yüksek bir para cezası aldı fabrika sahibi. Aynı üretimi sürdürüyor. Verilen para cezası ile yaratılan tahribat giderilmeyecek. Para bütçede başka bir sermayedar için kaynak olarak kullanılacak. 2007 yılına kadar yapılmayan denetimlerin hesabını veren yok. 2007 yılından bugüne sadece patronların kar hırsı için işleyen bürokratik mekanizmadan hesap veren yok. Şimdi nefes darlığı, kanser ve cilt hastalıkları ile boğuşan mahalleli, toprağı ve yeraltı suları yüzyıllarca temizle-nemez bir kirliliğe bulanan Gaziemir doğası merak ediyor; çevrecinin daniskasıyım diyen Tayyip Erdoğan burada da “Gezicilerin, sivil darbecilerin” parmağını mı bulacak?

İzmir’de bir zehir fabrikasıİstanbul Şehir Üniversitesi Şehir Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Murat Güvenç, “Marmaray

şehrin genetik kodunu değiştirecek bir yatırımdır.” diyerek yapılan yanlışlara dikkat çekti.“Marmaray projesinin yaratabileceği büyük imkanı, toplumsal adalet, yaşanabilirlik, ekoloji gibi ilke-lere göre çok daha güzel kullanma imkanımız vardı” diyen Güven “ancak mekansal ve sosyal etkileri yönetecek, bunları toplumsal adalete ve şehrin işleyişine uygun biçimde yönlendirebilecek hiçbir hazırlığın olmaması sonucu sosyal olumsuzluklar yaşanacaktır” dedi.Marmaray’ın hayata geçmesinin bildiğimiz İstanbul’un sonu olduğunu anlatan Güvenç, kontrollü bir şekilde yönetilmediği için proje sonunda ne çıkacağının şu an için bilinemeyeceğini ama, önü-müzdeki birkaç aydan itibaren kiralarda ve yer değiştirmelerde etkisinin görüleceğini belirtti. Süreci “Emlakçılar ve arsa piyasası yönetecek” diyen Güvenç’e göre “Sürecin sonucunda arsa piyasasının çıkardığı sonuca razı olacağız.”Yine de herşeyin bitmediğini dile getiren Güvenç “Önümüzdeki yıllarda toplumsal muhalefet yükse-lirse, bunu toplumsal adalete uygun kullanma imkanı elde edebiliriz dedi. (Bia Haber)

ABD’de bulunan Hawaii Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, gele-cekte en soğuk yıl, geçmişte yaşanan en sıcak yıldan daha da sıcak olacak. Araştırma, sera gazı emisyonunun bugünkü değerlerde kalması halinde, önümüzdeki elli yılda sıcaklık değerlerinin bugünküne göre tehlikeli bi-çimde artmış olacağını ortaya koyuyor. Buna göre New York, Londra gibi şehirlerde yaşanması mümkün olmayacak.50 Yılda 7 Derece

Araştırmacılar, tropikal bölgelerde sıcaklığın gelecek elli yıl içinde yedi derece kadar artacağı uyarısında bulundu. Araştırmanın yürütücüsü Camil Mora “Çok yakında bugün yaşanan ‘en sıcak günler’ standart hale gelecek. Gelecekteki en soğuk yıl, geçmişteki en sıcak yıldan daha sıcak olacak” şeklinde konuştu.Evet dünya yavaş yavaş yok oluyor. Kapitalizm bu arsızlığıyla devam ettiği sürece, gözümüzün önünde insanlık, doğa, hayvanlar her şey yok olacak. Araştırmacılar, sera gazı emisyonlarının azaltılmasıyla ötelenebilir olduğu-nu söylüyor bir 20-25 yıl. Bu nasıl olacak peki? Emperyalistler endüstrileri-ni yenilemeyi kabul ediyorlar mı? Hayır. Karbon salımını azaltacak en ufak bir önlem alınıyor mu? Hayır. Bu gidişe nasıl dur denilecek, ABD gelecek için herhangi bir anlaşmaya halen imza atmazken? ABD, Almanya, Rusya gibi ülkelerin parasıyla karbon izni satın almaya devam etmesi, sahneye ko-nan bir komedidir. Bu yöntemle dünya halklarını biraz daha kandırabilirler,

ama denizin de bir sonu var maalesef.. “Dünya bu formda ya da başka bir formda varlığını milyonlarca yıldır sürdürüyor, insanlık ne olacağını düşünsün”.

Kışlar yazlardan da sıcak olacak

Marmaray İstanbul’un genetik kodunu değiştirecek

Page 26: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 26

Gen

çlik

“Yozlaşmaya, ülkede akan kana, kaosa dur demek için” ibareleriyle gerekçelendirilen; ancak esasen emekçilerin ve ezilenlerin dev-rimci mücadelesini boğmak için tezgâhlanan 12 Eylül askeri dar-besinin ürünü olan YÖK, 6 Kasım 1981’de kuruldu.

Bilimi, sermayenin boyunduruğuna sokan, paralı eğitimin kapılarını açan ve düşünmeyen, sorgulamayan, araştırmayan sözde bilim insanları-nı yetiştirecek olan Yükseköğretim Kurumu (YÖK) karşımıza postal sesleri eşliğinde çıkmıştı.

YÖK’ün kuruluşuyla, özellikle 1980’den önce oldukça güçlü olan ve toplumsal muhalefetin bütünü-nü besleyen öğrenci mücadelesi bitirilmek isteniyordu. Bunun için de üniversitelerin zaten kısmi olan özerkliğini ve demokratik yapısını yok edecek düzenlemeler yapılması hedefleniyordu. Darbelerin, doğaları gereği kendisine muhalif olan bütün kesimleri yok etme stratejisi vardır. 12 Eylül darbesi de devrimci, de-mokrat, yurtsever gençlerin buluştu-ğu üniversitelerin sesini kesmeliydi. Sadece öğrencilere değil, üniver-sitenin tüm bileşenlerine yönelik uygulanan sindirme politikası 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla yürü-tüldü. Sol görüşlü olan birçok kamu personeli, akademisyen işlerinden atıldı, soruşturuldu, yargılandı.

Bugün de eğitim, YÖK’ün tek tip-leştirme politikasına hapsolmuş, ta-mamen cinsiyetçi unsurlarla örülü, bilimsellikten uzak, emekçi halkın erişimine kapalı, paralı ve eşitsiz, Türkiye ve özellikle Kürdistan halk-larının anadillerini ve kültürlerini tanımayan bir halde biz öğrencilere

sunuluyor. Biz öğrencilere: “Ya bunu kabul eder susarsın ya da diğer binlerce öğrenci gibi soruşturulur, fişlenir, yüzlercesi gibi yargılanır ve tutuklanılırsın” deniliyor.

Sermayenin üniversitedeki tetikçisi YÖK

Eskiden “cuntanın üniversite kara-kolu” olan YÖK, bugün de eğitim ve bilimin yuvası olması gereken üniversiteleri, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiriyor. Yeni-den yapılanma sürecinde olan YÖK, neo-liberal politikalar çerçevesinde üniversiteyi piyasaya entegre etmeyi amaçlıyor. Son yıllarda sıkça duydu-ğumuz Bologna süreci ile rekabetçi ve piyasacı fikrin eğitime adaptasyo-nu fiilen hayata geçiriliyor.

Bugün AKP eliyle üniversitelere sokulmak istenen polis marifetiyle, postal seslerini tekrar duyuyoruz. Henüz on dokuz yaşında bir üniver-site öğrencisi olan Ali İsmail’in ve daha nicelerinin katillerini üniversi-telerde istemiyoruz. Dizleri titreyen iktidar, düşüncelerden ve düşünen-lerden öylesine korkuyor ki bilim üretme alanlarımıza, en özgür olun-ması gereken okullarımıza bekçi kö-peklerini dikmekten geri durmuyor ama bilinmelidir ki ‘’YÖK, polis, medya ablukası dağıtılacak!’’

Yıllardır inişli ve çıkışlı dönem-lerden geçen gençlik mücadelesi, Haziran Direnişi ile son zamanla-rın en dinamik dönemini yaşıyor. Haziran direnişi ile diktatöryal bir yönetim tarzını benimseyen Tayyip’e

“Kes sesini!” diyebilmiş olan bu kuşak YÖK’ü yıkana kadar, YÖK ile hesaplaşmaya devam edeceğini ilan ediyor.

İsyanın ve arayışın öznesi olan genç-lik, popüler tüketim kültürünün bütün kuşatmalarından sıyrılmayı ancak sistemle mücadele ederek başarabilir. Bundan dolayı da üni-versitede; bilimsel olmayan, cinsi-yetçi, paralı, şoven, anti-demokratik eğitime maruz kalan gençlik bu çarpık işleyişin merkezinde olan YÖK’e karşı parasız, bilimsel, ırkçı ve cinsiyetçi olmayan, demokratik bir eğitim için mücadelesini yükselt-melidir.

YÖK tam da kuruluşunun 32. yıldönümünde disiplin yönetmeli-ğinde yaptığı değişikliklerle, aslında otuz iki yıldır değişmediğini gözler önüne serdi. Yapılan değişikliklere göre; soruşturma geçiren öğrenciler, haklarındaki inceleme tamamlan-madan okuldan uzaklaştırılabilecek, bildiri dağıtmak, afiş ve pankart as-mak kınama ile cezalandırılacak, suç sayılan öğrenci eylemine katılanlara ceza verilecek. Kriterleri keyfiyetle belirlenecek olan bu yasaklar ve cezalar manzumesiyle üniversitenin sindirilmek ve teslim alınmak isten-diği çok açık.

Forumlardan 6 Kasım’a mücadele büyüyor

31 Mayıs gecesinden itibaren so-kaklarda direnişte olanlar, bugün de forumları oluşturuyorlar. Kent ve mahalle forumları, heyecanla beklenen Eylül ayının gelmesiyle üniversitelere de taşındı. Üniversi-tenin bütün bileşenleri tartışacak yeni bir kürsü buldular kendilerine. Kimi üniversitelerde az kiminde çok kişinin katılımıyla toplanan forum-lar, Gezi İsyanının bize öğrettikleri-ni mücadelenin ana damarlarından olan üniversitelere taşımamızı sağladı. Herkesin fikirlerini özgürce dillendirebildiği, kolektif iş yapma-nın öğrenildiği forumları sahip-lenen öğrenciler, akademisyenler, üniversite emekçileri bugünlerde de YÖK’ü tartışıyor. 6 Kasım’da da hep birlikte YÖK’e ve onun düzenine başkaldırdıklarını bir kez daha hep bir ağızdan haykırdılar.

Kokuşmuş bu sistemden, onun sürdürücüsü bu katil devletten, kalıplara sığmayacak olan bizleri tek bir kalıba sokmaya çalışanlardan, üniversiteleri sermayeye peşkeş çeken YÖK’ten, yaşam alanlarımızı çalanlardan alacaklıyız. Tüm öğ-rencileri özgürleşme mücadelesini sınıf sınıf, kampüs kampüs örmeye çağırıyoruz.

YÖK yok ol!

Güney Bekdaş

Gençlik mücadelesi, Haziran Direnişi ile son zamanların en dinamik dönemini yaşıyor. Haziran di-renişi ile diktatöryal bir yönetim tarzını benimseyen Tayyip’e “Kes sesini!” diyebilmiş olan bu kuşak YÖK’ü yıkana kadar, YÖK ile hesaplaşmaya devam edeceğini ilan ediyor.

YÖK tam da kuruluşunun 32. yıldönümünde disiplin yönetmeliğinde yaptığı değişikliklerle, aslında otuz iki yıldır değişmediğini gözler önü-ne serdi. Yapılan değişikliklere göre; soruşturma geçiren öğrenciler, haklarındaki inceleme tamam-lanmadan okuldan uzaklaştırılabilecek, bildiri dağıtmak, afiş ve pankart asmak kınama ile ceza-landırılacak, suç sayılan öğrenci eylemine katılan-lara ceza verilecek.

Page 27: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

27

Enge

llile

rSi

ya

set

On yılı aşkındır siyasi iktidarı elinde bulunduran AKP Hüküme-ti, engelli bireylerin sorunlarını çözdüğünü iddia ediyor. Ancak bu bir yanılsama ve de bir yanılsat-madır. Örneğin ülkemizde kesin olmayan verilere göre, on milyo-nu aşkın engelli bireyin yaşadığı söylenmektedir. Bu sayının kaçta kaçı sokağa çıkmaktadır? Kaçta kaçı eğitim, istihdam gibi olanaklardan faydalanmaktadır? Engellilerle ilgili federasyon ve konfederasyonların verilerine göre bu rakamlar yüzde 10’lara bile ulaşamamıştır.

Yine, AKP Hükümetinin engelliler için çıkartmış olduğu yasa yönet-meliklere bağlanmış olduğundan, uygulanabilirliği tartışılır durum-dadır. Örneğin engellilere ödenen parayla ilgili yeni bir yönetmelik çıkaran AKP engelli bireyin ikamet ettiği yerde yaşayan kişilerin gelir-lerinin toplamını esas almış; aynı ikametgâha giren para miktarını orada yaşayan kişi sayısına bölerek, engelli bireye de eve giren para üze-rinden bir pay ayırarak aylıklarını kesme yoluna gitmiştir. Bu durum muhtaç durumdaki birçok engel-li bireyi mağdur etmiştir. Ayrıca bakım parasının, bakıma muhtaç engelliler tarafından alınamadığı bir gerçekliktir.

Diğer bir örnek ise, özel eğitim okulları ve rehabilitasyon merkez-leridir. İlgili mevzuatın ilan edilme-sinin üzerine, adeta yerden mantar bitercesine, özel eğitim okulları ve özel rehabilitasyon merkezleri kuruldu. Öyle ki, birkaç odalı bir kat kiralayanlar bile alelacele okul

açma yoluna gittiler. Bir süre sonra kendileri bile ne olduğunu anla-yamadıkları için müdahale etmek zorunda kalmışlardır.

Sesli kitap, engelli yolu AKP’de proje çok

Sesli kitap projesi bu konuda son derece karmaşık ve ilginç bir konu-dur. Özellikle dijital teknolojinin gelişmesiyle ve görme engellilerin bu teknolojiyle tanışmasıyla birlikte, ilgili-ilgisiz birçok kurum kuru-luş ve kişi sesli kitap yapabilmek amacıyla birer proje yaparak, ilgili bakanlığın ve de Avrupa Birliğinin yolunu tutmuşlardır. Başka bir konu da halk arasında “engelli yolu” diye bilinen uygulamadır. Çoğumuz rastlamışızdır. Bir süreden beri, hemen hemen ülkenin her yerinde; kaldırımlara, cadde kenarlarına, sokaklara, parklara, meydanlara, otogarlara, metro istasyonlarına ve bazı bina içlerine yaklaşık otuz santim genişliğinde, renkli kabarık çizgiler halinde ne olduğuna bir türlü anlam veremediğimiz uzayıp giden işaretler yapıldı.

Bu işaretler kimine göre bisiklet yolu kimine göre görme engellilerin rahat bir biçimde yürüyebilmeleri için yapılmış yollar. Ancak bu yolla-rı kullanacak olan engelli bireylerin, bu yolları nasıl kullanacağı konu-sunda hiçbir bilgisi bulunmamak-tadır. Bu projeyi yapanlar, konuyla ilgili hiçbir engelli örgütüyle ve üst kuruluşlarıyla ilişkiye geçmemiş-lerdir. Bunu engelli örgütlerinin göstermiş oldukları tepkilerden anlamak mümkündür. Acaba

diye düşünüyor insan, bu projeyi yapanlar, otuz santimlik kabarcıklar üzerinde ayakları acıya acıya hiç yürüdüler mi? Bu projenin hangi amaçla yapıldığını bilemeyiz, ama engellilerin yararına olmadığı kesin. Ancak ayağa takılan bir engel ola-rak düşünülebilir.

Görme engellilerin yönlerini rahat bir şekilde bulmaları için Ulaştır-ma Bakanlığı’nın emriyle, sosyal hizmetler tarafından, durumunu belgeleyen görme engellilere “navi-gasyon cihazı” dağıtılmıştır. Ancak bu cihaz yeterli teknik donanıma sahip olmadığından, milyonlarca lira harcanarak yapılan bu proje de hiç bir işe yaramamıştır. Kimisi ya-kınlarına hediye etmiş kimisi de bir gün bir işe yarar düşüncesiyle sakla-maktadır. Örnekler o kadar çok ki, sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak ne-resinden bakarsak bakalım, bütün bunlar engellilerin istismarından başka bir şey değildir.

Yerel seçimler ve engelli bireyler

Öte yandan, kendilerini muhalefet partileri olarak adlandıranlarsa ne kadar farklı olduklarını söy-lerlerse söylesinler, öz itibariyle, hiçbir farklarının olmadığı rahatça görülmektedir. Çünkü bu partilerin de uygulamalarına baktığımızda, söylemler değişse de, uygulamaların aynı olduğunu görmekteyiz. Mevcut yerel yönetimlerin çalışmaları incelendiğinde, rahatlıkla görül-mektedir.

Bir yerel yönetim seçimlerinin daha yaklaştığı günümüzde, bütün sistem

partileri yine meydanlara çıkarak demokrasi naraları atacaklar ve hiç bitip tükenmeyen vaatlerde bulu-nacaklardır. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi, seçimler sonrasında da, sömürü düzeni bütün azgınlığıyla devam edecektir.

Sol, sosyalist çevre ve partilerse; en-gelli bireylerle ilgili yeterince veriye sahip olmadıklarından ve yeterli çalışma yapmadıklarından, konu-ya uzaktırlar. Toplumun büyükçe bir kesimini oluşturan engellilerin sömürü düzenine karşı örgütlen-meleri gerekmektedir. Onun için zaman yitirilmeden, konuyla ilgili çalışmalar yapılmalı ve engellilerin toplumsal muhalefet içerisinde ye-ralmaları sağlanmalıdır. Yerel yöne-tim seçimlerinin yaklaşmış olması, bunun için önemli bir fırsattır.

Engelli projeleri rant kapısı

Ülkemizde kesin olmayan verilere göre, on milyonu aşkın engelli bireyin yaşadığı söylenmektedir. Bu sa-yının kaçta kaçı soka-ğa çıkmaktadır? Kaçta kaçı eğitim, istihdam gibi olanaklardan faydalanmaktadır?

Zühtü Turgut Görme engellilere “navigasyon cihazı” dağıtılmış, ancak bu

cihaz yeterli teknik donanıma sahip

olmadığından, milyonlarca lira

harcanarak yapılan bu proje hiç bir işe

yaramamıştır.

Page 28: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 28

LGB

T

LGBTİ** hareketinin siyasetle olan ilişkisi bundan yirmi yıl öncesine dayanıyor. Yani LGBTİ örgütlenme-lerinin başlangıcı olan doksanların başına...

Bu dönemde LGBTİ bireylerin ya da oluşumların yapmış oldukları şey, bilinen anlamda siyasi tanınma ya da eşitlik talebi olarak okunma-yabilir, ancak bugünden geçmişe baktığımızda, LGBTİ hareketinin hep siyasi tanınma ve eşitlik müca-delesini yürüttüğünü söyleyebiliriz. Bu anlamda LGBTİ hareketinin siyasetle iki şekilde eşitlikçi politi-kalar geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Bunlardan birincisi siyasi tanınma eşitliği diğeri ise siyasi temsil eşitli-ğidir. Bunlardan birincisi olan siyasi tanınma eşitliği, LGBTİ bireylerin kendilerini var etmek için geliştir-dikleri sosyal ilişkileri ve kamusal ilişkileri kapsar.

Her LGBTİ birey kendisine açılır-ken, ailesine ya da arkadaşına açılır-ken hep çevre ve kendisi arasındaki siyasal alanda karar alır. Alınan her açılma ya da açılmama kararı siyasal bir karardır. Ancak bu karar bir başkasına açılmak şeklinde olur-sa, LGBTİ birey için siyasallaşma başlamış demektir. Bu siyasallaşma ise tanınma siyasetini ve eşitlik talebini içerir. Kendinizin nasıl bir yaşam süreceğine karar vermeniz, siyasal mücadelenin de başlangıcını oluşturur.

Açılma siyasal eşitlik talebidir

Açılma, ister kişisel isterse de ka-musal olsun, siyasal bir eşitlik tale-bidir. Eşitlik bilinenin aksine safi bir eşitlik değil, bir özgürleşme alandır. Özgürleştikçe daha fazla eşitlikçi bir topluma evrilirsiniz. Bu anlamda LGBTİ hareketi de siyasal eşitliği ilk başlarda siyasi tanınma üzerinden kurmuştur. Bu tanınmanın gerçek adı ise özgürleşmedir.

LGBTİ dernekleri ya da oluşumları, ilk baştan bugüne, örgütlenirken toplumun diğer kesimleri tarafın-dan ister tanınsın ister tanınmasın, hep bir tanınma mücadelesi yürüt-müş; aynı zamanda yasal bazı dü-zenlemeleri de talep etmiştir. Bütün bu talepler özgürleşme yolunda ya-pılan siyasal eşitlik talepleridir. Bu anlamda siyasal tanınma ve eşitlik LGBTİ hareketinin birinci siyasal alanını içerir.

İkinci siyasal alan da siyasi temsil ve eşitlik alanıdır. Bu alan LGBTİ hareketinin, bu yirmi yıllık süreçte yeni yeni eklemlendiği bir alandır. Yani LGBTİ bireylerin siyaset yap-mak için yerel yönetimlerde ya da genel seçimlerde kendilerini göste-recekleri bir alandır. Bugüne kadar siyasi tanınma şeklinde siyasallaşan LGBTİ hareketi, şimdilerde siyasi temsil çabaları ile siyasallaşmayı bütünleştirmiş, aynı zamanda siyasi temsil eşitliğini de kendi adına ken-disi talep eder konumuna gelmiştir.

Yerel seçim stratejileri

Bugün siyasi temsil alanında; ister bir LGBTİ bireyin adaylığı olsun, ister LGBTİ olmasa da LGBTİ haklarını savunan adayların varlığı olsun, siyasi temsiliyetin ve eşitlikçi politikaların LGBTİ hareketi olarak birçok yerde devreye sokulduğunu görüyoruz.

Bu Mart ayında yapılacak yerel seçimler öncesi İstanbul’daki LGBTİ örgütleri ve oluşumları, siyasi temsil ve tanınma platformu olarak, ilk

defa Ağustos ayında bir araya gele-rek yerel seçimlerde neler yapabile-ceklerini konuştular. Bunun için de birkaç strateji belirlediler. Böylece LGBTİ kurumları ve oluşumları yerel siyasetin belirlenmesinde kendi iradelerini de ortaya koymuş oldular.

Bu anlamda artık LGBTİ hareketi sadece siyasi tanınma ve eşitlik mücadelesini değil, aynı zamanda siyasi temsil ve eşitlik mücadele-sini de gündemlerine almış oldu. Böylece LGBTİ hareketinin siyasal-laşmasındaki eksik parçalar da ta-mamlandı. Böylece LGBTİ hareketi bugünden itibaren hem tanınma siyasetini hem de temsil siyasetini özgürleşmek için var etmeye, ayakta tutmaya çalışan bir hareket olarak bilindik anlamdaki siyaset alanında da yerini aldı.

Ancak LGBTİ hareketinin; bu süreçte siyasi tanınma, siyasi temsil ve eşitlik alanında neyi yapıp neyi yapamayacağını, neyi queer siyaset ile birleştirip birleştiremeyeceğini hep beraber göreceğiz. Bu anlamda LGBTİ hareketinin siyasallaşması olumlu bir şeyken, diğer taraftan bilindik siyasi temsil içinde işlevsiz kılınması da riskli yanını gösteriyor. Yine de görünen bir gerçek var ki, o da, LGBTİ hareketinin çoktan siyasallaştığıdır. Bundan sonra bu siyasallaşmanın herkesi ne kadar özgürleştirdiği, ne kadar özgür-leştirmediği LGBTİ hareketi için tartışılacak en önemli siyasal alan olacaktır.

(*) SpoD Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışma-ları Derneği

(**) LGBTİ: Gey, Lezbiyen, Biseksüel,Transseksüel, Travesti, İnterseksüel

LGBTİ hareketinin siyasallaşmasıÖzgürleştikçe daha fazla eşitlikçi bir topluma evrilir-siniz. Bu anlamda LGBTİ hareketi de siyasal eşitliği ilk başlarda siyasi tanınma üzerinden kurmuştur. Bu tanınmanın gerçek adı ise özgürleşmedir.

Erdal Partog*

LGBTİ hareketinin bu süreçte siyasi tanınma,

siyasi temsil ve eşitlik alanında neyi yapıp

neyi yapamayacağını, neyi queer siyaset ile

birleştirip birleştiremeyeceğini hep

beraber göreceğiz.

Page 29: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

29

Sana

tSi

ya

set

Sabun köpüğü ile kanlı gözyaşı damlası arasında kalmış insanlığa başka “yollar açmak” sanatın daha önce üstesinden geldiği bir zorun-luluktur. 13. İstanbul Bienali’nde bu sanatsal yollardan yürümediğimizi gördük. Çağdaş sanat, ilk benzerini tekrar eden o kadar çok farklılık arayışına girdi ki dünya bulanık bir yer mi, yoksa pencereye buzlu camı mı taktılar, anlamaya çalışıyoruz. Bu tür sanat eserini anlamanın kendiyle ilgili yazılan onca rehber yazına gerek duyması, dil ve düşün-ce üzerinde oluşmasından kaynak-lanıyor. Dil ve düşünce üzerinde ama görsel aynı zamanda.

Bizi beklemiyorlar

“Bienal” kelimesinin kökeni Fran-sızca ve anlamı da “yılaşırı” demek. Fuar ise, alıcı ve satıcının bir araya geldiği, pazar alanı. Bu yıl fuarın kapılarını herkese ücretsiz açtılar. Öyle de sanki bizi yine de bekle-miyorlardı. Çünkü açık bir dille söylemiyorlardı demek istedikle-rini. Sanat eseri veya estetik haz, bir alacağımız yoksa çağdaş sanat fuarında ne işimiz var?

İlk olarak 1895’te Venedik’te düzen-lenen bu uluslararası sanat fuarı, 1987’den sonra İstanbul’da gerçekle-şiyor. Bienaller karşımıza küratör-leri çıkarıyor. Neredeyse sanatçılar arka planda kalıyor. Küratörler; ukala bir dille, yatırımcıya seslenen sanat bilgileriyle sanatı pazarlıyor-lar. Çağdaş sanat ilk kez 1960’da Fluxsus (Neo-Avangard grup) yayınında kavram sanatı olarak ele alınır. Kavram, çizgi ve renkle değil de varlık veya objenin kendisi

ile görünür kılınır. Klasik ressam figürün resmini natüralist, modern ressamsa deforme, soyut göste-rebilir. Çağdaş sanatçı için sonsuz bir anlam çokluğu ortaya koyar, kavramın somutlaşması. Düşünce sanat olunca, Platon’un felsefesinde olduğu gibi gerçeği gösteren gökyü-zündeki bir ide ve yeryüzünde onu gösteren gölgelerle kaplı bir yerde-yiz. Bütün bu gölgelerin arasında, görsel ve yazılı seslenişe rağmen, çağdaş sanat zamanla halktan elini çekmiştir. Halktan besleniyorlar. Tarihsel olarak bilinçleri ilk çağda kalmış olanlar, iktidarlarını Hitit ta-pınağı gibi devasa cam kondularda anıtsallaştırmak istiyorlar. İnsanlar evlerinden, işyerlerinden zorla atılı-yor. Doğa katlediliyor. Direnişlerde gençler ölüyor. Birileri de kalkıp direnişe paralel çağdaş sanat fuarı düzenlemesi yapıyor. Bu sanatıyla yollar açacağını dile getiriyor. Halk kendisinin konu olduğu sanatı anlayamıyor. Anlaşılmazlık; sanatçı, sanat eseri, izleyen bağının kop-ması, araya küratörlerin girmesi ve kurumsallaşmasından da kaynakla-nıyor. Diğer yandan büyük paralar dönüyor acılarımızı kavramlaştıran bu kurumlar üzerinden.

Şiir sokaklarda

Kavramsal sanat genel olarak; söz-cük sanatı, karşıform, çevre sanatı,

minimalizim, performans, happe-ning, süreç, sanat ve video sanatın-dan oluşur. Ortaya çıkışı hepsinde Dada merkezlidir. Dada’nın flaş ismi Marcel Duchamp sanatı zihnin hizmetine sunmak istemiş, sade-ce göze seslenmesinin yetersiz ve kısıtlayıcı olduğunu dile getirmiştir. İlk Dadacı sanat eseri olarak bir “pisuarı” ters çevirip “hazır nesne” olarak sergilemiştir. Dada hareketi savaş karşıtı bir harekettir.

Çağdaş sanatın ilk örnekleri, ABD’nin Vietnam saldırısı sırasında radikal sanatçıların uyguladığı yön-temlerdir bunlar. Ağırlıklı olarak performans sanatına dayanan bu yöntemler, sanatın politik mücadele sırasında tarafsız kalmasını red-detmiştir. Sanatın tarafsız kalması gerektiğini söyleyen akademik kurumlara karşı muhalif, saldır-gan duruşlarıyla, kaos yaratmak, “savaşı yurda getirmek” istemişler-dir. Genellikle bir sanat okulu veya üniversite kampüsünü forum alanı olarak kullanmışlardır. Örneğin 1970 yılında Terry Fox, Berkeley Üniversitesi Sanat Müzesi önünde büyük bir çiçek tarhını Vietnam’da kullanılan alev makinelerine benzer bir aletle yakmıştır. Performans sa-nat eserine “yaprak dökümü” adını vermiştir. Benzer şekilde ABD’nin içinde bulunduğu toplumsal krizi

açığa çıkaran eylemler sıklıkla görülmüştür. Bu tür sanat istenen doğruyu verebilir, ayrıca estetik ola-rak haz alınabilir mi? Evet. 1968’de Paris’te ve 2013 İstanbul’da coşkuyla ve inançla “şiir sokaklarda” diye slogan atıldı. Şiir veya sanat genel olarak, insanları eyleme, sokağa çekebilir. Ama sokağı sergi salonu-na taşıyamazsınız. Örneğin; plastik şişeler, konteynırlar, poşetler, kask-lar ve diğer atık veya hazır nesneler, videoya yüklenmiş kısa tiyatro gösterileri, sprey boyalarla salon-ların duvarlarına yazılan yazılar sokağı sergi salonuna sıkıştırmak. Birçok sanatçı gezi direnişi sırasın-da sokaklarda direnişiyle bir şiirin yazılmasına ortaktı. Olması gereken zaten oldu. Sergi salonunda yapay bir direniş atmosferi yaratmak ve bunu da şiirle sunmakla, sistemin hangi kalıbı kırılabilir?

Çağdaş sanatın büyücüleri

Çiğdem İstanbullu

Halk kendisinin konu olduğu sanatı anlaya-mıyor. Anlaşılmazlık; sanatçı, sanat eseri, izleyen bağının kop-ması, araya küratörle-rin girmesi ve kurum-sallaşmasından da kaynaklanıyor.

Şiir veya sanat genel olarak, insanları eyle-

me, sokağa çekebilir. Ama sokağı sergi

salonuna taşıyamazsınız.

Page 30: Siyaset Sayı 9

Siy

ase

tKa

sım

201

3 30

Hab

erle

r

Mehmet Ayan, Ozan Çakır, Süleyman Can Özbiçer

1982 yılında darbeciler eliyle kurulan Yükseköğretim Kurumu (YÖK), ku-ruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da birçok üniversitede protesto edildi.İstanbul: Üniversite Forumları, Üniversite Emekçileri ve Eğitim Dayanışması’nın ortaklaşa örgütlediği “Üniversite AKP’ye Direniyor” mi-tingi öncesinde, Laleli kolundan yürüyen öğrenciler, İÜ Edebiyat Fakültesi önünde, bu fakülteden çıkan öğrencilerle birleşti. Topluca yürünerek, Beyazıt Meydanı’na geçilirken, İÜ Merkez Kampü-sü’ndeki öğrencilerin de katılımıyla, miting 14:00 sularında başladı.Geçen yıllara göre daha kitlesel bir katılımın olduğu miting sırasında, Eği-tim Dayanışması adına Mustafa Turgut, Üniversite Emekçileri adına Eğitim Sen Üniversiteler Şubesi Başkanı İsmet Akça, Üniversite Forumları adına Beyza Atabek birer konuşma yaparken, miting halaylar ve horonlarla son buldu.Ankara: YÖK protestosu, bir süredir rant uğruna ağaçların kesilmesi vesi-lesiyle gündeme oturan ODTÜ’de gerçekleştirildi. 12:30’da E Blok önünde toplanarak, stadyuma doğru yürüyüşe başlayan öğrencilerin, stadyuma “DİREN” yazısını yazmasının ardından etkinlik başladı.YÖK’e dair yapılan bir konuşmanın ardından, Mehmet Özer şiirleriyle “isyan” vurgusu yaparken, sonrasında ise etkinlik Pınar Aydınlar’ın sahne almasıyla devam etti.İzmir: Üniversitelerde gerçekleştirilen YÖK protestolarının ardından, 6 Kasım akşamı İzmir Üniversite Forumları  ortak örgütlenen 6 Kasım eylemi için Alsancak’ta toplanıldı.Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde “Gezi’den üniversiteye YÖK tarihin çöplüğü-ne!” pankartıyla yürümeye başlayan öğrenciler, polisin engelleme çabasına rağmen buradan Basmane Meydanı’na ulaşarak, basın açıklamasını burada

okudular.Ayrıca; aralarında Adana, Antalya, Denizli, Eskişehir, Giresun, Kocaeli, Mersin, Samsun, Trabzon’un da bulunduğu çok sayıda şehirde, YÖK, kuru-luş yıl dönümünde eylem ve etkinliklerle protesto edildi.

YÖK’e her yerde isyan var

Adana’da Gezi Parkı protestolarına katıldıkları için 26 Temmuz’da evleri basılarak tutukla-nan Ahmet Cem Demir, Büşra Toprak, Diren Taşkıran, Hakan Karaca, Hasan Tatlı, Mehmet Ayan, Ozan Çakır, Süleyman Can Özbiçer ve tutuksuz yargılanan Elif Çimen, Mert Kaya, Sa-vaş Topçu ve Tayyip Eber 11 Kasım’da Adana Adliyesi 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk kez hakim karşısına çıkarıldı. Türk Ceza Kanunu’nun 314/2 maddesi kap-samınca yasadışı silahlı örgüte üye olmakla yargılanan 12 kişi için sabah bir yürüyüş ger-çekleştirildi ve basın açılması yapıldı.  Duruşmayı Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) Eş Genel Başkanı Tuncay Yılmaz da izledi. Yılmaz davayla ilgili olarak şöyle dedi, “Savcı Özcan Şişman’ın hazırladığı iddianame hukuki olarak boş ve dayanaksızdı, yargılanan arkadaşlarımız ve avukatlar da siyasi olarak iddianameyi boşa düşürdüler. Gezi İsyanı’nın bu davalar nezdinde mahkeme salonlarında sürdüğünü söyleyebiliriz. Davanın sonucu Gezi İsyanının yargılanamayacağını bir kez daha ortaya koymuştur.”Akşam saatlerinde sona eren duruşmada tüm tutuklular tahliye edildi. Davanın bir sonraki duruşması 17 Şubat Pazartesi tarihinde yapılacak.

SYKP tutsakları serbestSosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) ve Devrimci Liseliler (DEVLİS) üyeleri Tayyip Erdoğan’ın

Üsküdar’da Marmaray’ın açılışı için yaptığı konuşma sırasında Kız Kulesi’ni işgal ederek üzerinde “Vaktin Doldu Teyyip” yazan büyük bir pankart açtı.Kıyıda onları bekleyen arkadaşları eylemin, doğanın bir eylemi olduğunu, kapitalist sistemin hata ver-diğini, artık başka bir sistem yüklenmesi gerektiğini belirterek “ODTÜ yolu, 3. köprü, aceleye getirilen Marmaray projeleri sürdüğü sürece eylemlerimiz sürecek” dedi.Deniz Polisi’nin kuleye gelmesinin ardından kısa süreli bir arbede yaşandı. Eylemle ilgili gözaltına alınan iki kişi daha sonra serbest bırakıldı.

Marmaray’ın açılışında Kız Kulesi işgal edildi!

Page 31: Siyaset Sayı 9

Kası

m 2

013

31

Tarih

imiz

den

Siy

ase

t

Rusya’da yeni takvimle 7 Ka-sım 1917’de (eski Rus takvimi ile 25 Ekim) gerçekleşen Ekim Devrimi’nin üzerinden 96 yıl geçti. Ama komünistlerin mücadelesin-de hala yaşıyor. Nasıl yaşamasın ki? Kapitalizm bir bütün olarak insanlığı ve dünyayı yok oluşa doğru sürüklüyor. Bu sürüklenmeyi durdurmalı, insanlık ve dünya için kurtuluşun çağını başlatmalıyız. Bunun için yolumuz devrim ve he-

defimiz belli: Komünist bir dünya kuracağız!

Sınıflı toplumların tarihi boyun-ca, ezilenlerin eşitliğe, özgürlüğe, barışa ve adalete doğru attığı en büyük adımdı Ekim. Proleter Devrimler çağının başlangıcı, tüm devrimlerin ilhamıydı Ekim. Ekim Devrimi’nin kazanımları işçi sınıfı ve ezilen halklar için halen birer miras ve yol gösterici. Ekim devrimi her ne kadar işçi sınıfının

kendi mücadelesinin ürünü olsa da, Ekim Devrimi’nin kazanılmasına damgasını vuran Lenin ve partisi Bolşeviklerdi. Lenin, Marksizmi emperyalizm çağına uyarlayarak, devrimin yolunu tüm dünya işçi sınıfı ve ezilenlerine göstermiş oldu. Lenin’in Rusya’da, mücadelesi inişli çıkışlı bir seyir gösteren işçi sınıfını, taktikleriyle adım adım iktidara taşımasındaki ustalıktan çıkarıla-cak dersler devrim mücadelemize

yol gösteriyor. Ekim Devrimi ile tüm iktidar sovyetlere geçti. Rusça adı “sovyet” olan işçi konseyleri ile işçilerin kendilerini yönetebilece-ği ortaya kondu. En demokratik burjuva cumhuriyetten bin kez daha demokratik olan Proletarya Diktatörlüğü bu konseyler üzerin-de yükseldi. Burjuva liberallerin bugün dahi tahayyül edemeyeceği anayasal özgürlükler Sovyet Anaya-sası ile hayata geçirildi.

Toplumun demokratik dönüşümü için gerekli anayasal düzenlemeler ve önlemler alındı. Seçilmişlerin geri çağrılması hakkı uygulandı. Toplumun barış talebi, Emperya-list Paylaşım Savaşından çekilerek karşılandı. Topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Kilisenin toplum üzerindeki baskı ve tahakkümü sona erdirildi ve azınlıktaki inanç topluluklarına özgürlük sağlandı.

Kadın erkek eşitliği için dünyada o güne kadar atılmış en ileri adımlar atıldı. Rusya İmparatorluğu toprak-larındaki uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı tanındı. Üretim araçları toplumsallaştırıldı ve işçilerin dene-timine geçti.

Ekim Devrimi, kendi varlık koşulu olan ilkelere ve pratiklere yabancı-laşarak yozlaşmış, pratik olarak ye-nilmiş olabilir. İşçi sınıfı ve ezilenler için halen bir esin kaynağı, aşılmayı bekleyen bir deneyim olarak mü-cadelemizde yaşamayı sürdürüyor. Ekimin dersleriyle, yeni ekimler için ileri!

Ekim Devrimi yaşıyor

“Nesimi olduk derimizi yüzdürdük. Mazlum olduk dara durduk. Pir Sultan olduk hızıra karşı durduk. Nazım Hikmet olduk bir orman gibi kardeşçe yaşamak için. Mahsuni olduk yılanlara ve çıyanlara karşı durmak için. İsmail, Ethem olduk Gezi’de öldürüldük. Ama artık buradayız, ölmek istemiyoruz.” (Alevi Dernekleri Federasyo-nu Başkanı Hüsniye Takmaz’ın mitingde yaptığı konuşmadan.)Demokratik Alevi örgütlerinin çağrısını yaptığı “Eşit Yurttaşlık” mitingi, 3 Kasım’da İstanbul, Kadıköy’de yapıldı. Mitinge on binlerce kişi katıldı.Yıllardır yürütülen ancak AKP iktidarı döne-mindeki “Sünnileştirme” politikaları ile artan baskılara, asimilasyon ve ötekileştirme çabalarına karşı;-Cami-Cemevi projesi iptal edilsin, -Zorunlu din dersi ve Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın, -Alevilere ait inanç merkezlerinin el konulan taşın-

mazları ve diğer varlıkları geri verilsin, -Alevi katliamları aydınlatılsın, -Kamu ve özel sektörde Aleviler hakkında uygula-nan dışlayıcı uygulamalara ve cemaat tekeline son verilsin, -İktidar ve devlet bizim adımıza karar veremez, cemevlerinin Alevilerin ibadet yeri olduğu konu-

sunda yasal düzenleme yapılsın

talepleriyle düzenlenen ve DİSK, KESK, Taksim Dayanışması’nın da yer aldığı mitinge Halkların Demokratik Kongresi (HDK) İstanbul Meclisi ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise “Ce-mevleri Alevilerin İnanç Merkezleridir. Anayasal Güvenceye Kavuşturulsun!” pankartıyla katıldı.

On binler haykırdı: Asimilasyona Hayır!

Devrim tarihimizin doruğu

Page 32: Siyaset Sayı 9

AKP yönetimi iktidara geldiği an-dan beri kadınlara karşı resmen bir savaş halinde. Geleneksel-ataerkil-muhafazakâr Müslüman Türk aile yapısının desteğini arkasına alarak Meclisi, Kabine’yi, Başbakanlık mev-kiini hatta AKP kadrolarıyla donatıl-mış Polis Teşkilatı’nı kadınların hak ve özgürlüklerini kısıtlamak ve kendi muhafazakâr demokrat çizgilerine çekmek için kullandı. Her atağın ar-dından “Hiç kimsenin bugüne kadar kıyafetine, hayatını tanzim etme, düzenleme biçimine karışmadık, bugün de karışmayacağız”, “Kimsenin özel hayatı, mahremi kimseyi ilgilen-dirmez” gibi söylemlerde bulundular. Ancak çok kıymetli devlet erkânının uygun gördüğü hayat tarzını dayat-mak ve “öteki”nin kökünü kurutmak dışında bir düzenlemeye gittiği henüz gözlemlenmedi.

İktidarın geleneksel heteroseksüel aileyi kayırması ve teşviki politikaları, kadın bedenini ve hayatını kontrol etme gayesinden ayrı tutulamaz. AKP iktidarı bir yandan evlenmeyi ve çocuk doğurmayı teşvik ederken öbür yandan evlilik dışı ilişkileri de kont-rol etmeyi amaçlıyor. Çünkü devlet, otoritesini arttırmak ve baki kılmak için her alana hâkim olmalı, hepsini/herkesi kendi uygun gördüğü şekil-de organize etmelidir. “Kızlı erkekli aynı evlerde kalıyorlar, o evlerde neler oluyor bilmiyoruz. Bu benim muhafazakâr demokrat düşünce tarzı-ma ters” diyerek üniversite öğrencile-rini hedef alan Başbakan’a soruyorum: Üniversite harçları henüz kalkmış (ikinci öğretimler için hala değil) barınma, yemek, ulaşım, kırtasiye gibi temel ihtiyaçlarımız devlet tarafından

karşılanmıyorken nasıl geçindiğimizi merak ediyor musunuz?

Eklemekte fayda var. Başbakan kızlı-erkekli aynı evlerde kalındığı bilgisini istihbarat teşkilatlarından aldığını ifade etti. Niyeti devrimci-demokrat-yurtsever öğrencileri denetlemek. Sıradaki muhtemel gözaltılarda daha güçlü bir şekilde “Kızınız bir erkekle aynı evde yatıp kalkıyor bizden söyle-mesi” dediklerini duyar gibiyim. Bir gazetecinin sorduğu soruya “Peki siz kızınızın böyle bir evde kalmasını uy-gun görür müsünüz?” sorusuyla cevap vermiştir. Yani erkeklerin ne yaptığı pek de gündeminde değil, yeter ki ka-dın öğrenciler “hanımlığından ödün vermesin”.

Başbakanın bu söylemi toplumdaki “Kız çocuğu üniversite mi okurmuş, hele de yabancı memlekette!” önyar-gısını körüklüyor. Bu şekilde düşünen ailelerin kızları için en iyi ihtimal Ce-maat yurtları veya abla evleri kalıyor. Ne de olsa orada iktidarını devrede-ceği mekanizmalar kurulu olduğun-dan ebeveynler kızını güvenilir ellere emanet etmenin “huzur”unu duyuyor.

İstihbaratı aldılar, artık saklayacak bir şey yok, bağzı üniversiteliler kızlı erkekli aynı evlerde kalıyor. Bu mese-

leye bir çözüm üretmek lazım; çünkü nüfuz edemediği iki metrekarelik bir yatağa bile tahammülü yok bu ikti-darın. Biliyorlar ki bu üniversiteliler yıllardır kredilerin karşılıksız, yurtla-rın ücretsiz olmasını istiyor.

Bir taşla iki kuş vururum aklıyla yeni projelerini açıklıyorlar: “Üniversite öğrencileri evlenirse verdiğim kre-diler helaldir, geri istemem, hatta faizsiz uzun vadeli 10.000 TL kredi de benden. Hele bir de ilk seneden kadının çocuk doğurması ya da en azından hamile kalması başarılır-sa ödemeleri erteliyorum. Bitmedi, evlendikten sonra isterseniz KYK yurtlarında ücretsiz kalabilirsiniz, yani kalabilirsiniz dediysek birlikte

değil ayrı ayrı. Kadınlar kız yurdunda erkekler erkek yurdunda. Aman ha se-vişmeyin, doğurmayacaksanız boşuna sevişmeyin! Evlenmeyecekseniz yan yana bile gelmeyin. Zaten biz 2 yıldır bütün KYK yurtlarını ayırıyoruz ikili cinsiyet normlarına göre, sonuçta farklı bloklarda bile olsa ana giriş çıkış kapıları karşılıklı olan yurtlar bizim muhafazakâr demokrat yapımıza ters.”

Biz üniversite öğrencileri, biz kadınlar, AKP iktidarının bu “bileğini bükeme-diğini” arkadan dolanıp kontrol altına alma girişimine vereceğimiz cevap şu olacak:

Yemezler!

Bir kadın öğrenci

Kızılcahamam’da pişeni Kampüslerde “Yemezler”

İstihbaratı aldılar, artık saklayacak bir şey yok, bağzı üniversiteliler kızlı erkekli aynı evlerde kalıyor. Bu

meseleye bir çözüm üretmek lazım; çünkü nüfuz edemediği iki metrekarelik bir yatağa bile tahammülü

yok bu iktidarın.

Erkeklerin ne yaptığı Tayyip Erdoğan ve hü-kümetinin gündeminde değil; yeter ki kadın öğ-renciler “hanımlığından ödün vermesin”.