40
Պիտի Չմոռնանք AKP Hükümeti 27 Temmuz 2011’den buyana tecritte tuttuğu Abdullah Öcalan’la görüşmeleri yeniden baş- lattı. Görüşmelerle ilgili, elde yeterli veri olmadan yersiz bir iyimserlik havası yaratmak, Hükümet’e kefil olmak, psikolojik harekâta eşlik etmekten başka bir anlama gel- mez… Ama savaşın gidişinde bir değişikliğin söz konusu olduğu ve bir “çatışmasızlık” anına yaklaşmakta olduğu- muz gerçek. Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Ocak 2013 /Sayı 1 Unutmayacağız... * * Barış kapısını zorlamak İstanbul Topkapı’da 40 yıldır üretim ya- pan Şişecam fabrikasının Eskişehir’e taşınması üzerine işsiz kalan cam işçi- lerinin fabrikadaki direnişi devam edi- yor. İşçiler fabrikanın kapatılacağını duy- duklarından itibaren direnişi başlattılar ve fabrikayı terk etmeme kararını aldılar. S. 30 Şişecam işçisi direnişte Deniz Gemici “Sosyal Cumhuriyet” programında buluşmak Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir cumhu- riyet olarak varlığını sürdürmesi eski cumhuriyetin sosyal bir cumhuriyet lehine aşılması ile mümkündür. 2013 Bütçesi Veriler, kısa dönemde bir ekonomik krizi değilse de, Türkiye ekonomisinin cid- di bir durgunluğa doğru yol aldığını gösteriyor. Mustafa Çeçen Suriye: Küresel hesapların düğümü “Geçiş Hükümeti”nin fii- len uygulamaya konuldu- ğu Suriye, oldukça keskin bir denge üzerinde duruyor. Gençliğin yeniden kuruluşu Birlikte eyleyenler, birlikte düşünenler, birlikte üretenler, çoğulculuğu içselleştirenler ve etkileşime açık olanlar; yol bulur, yol açar ve yol alırlar. Fırat Can Kalyon HDK: Kuruluştan Kurumsallaşmaya Kuruluş konağından ve çatı örgütü ko- numundan çıkmak için sürecin kendi- liğinden akışı yerine iradi müdahaleler geliştirmeliyiz. İlhan T. Yıldırım Ertuğrul Kürkçü / Sayfa 8 Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin s. 10 s. 20 s. 35 Zonguldak Kozlu’daki maden katliamında yaşamını yitiren 8 işçinin katili taşeron sistemidir, kapitalizmdir. Sorumlulardan hesap soracağız! s. 9 Tülay Hatimoğulları s.16

Siyaset Sayı 1

  • Upload
    siyaset

  • View
    257

  • Download
    4

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Siyaset Sayı 1

Պիտի Չմոռնանք

AKP Hükümeti 27 Temmuz 2011’den buyana tecritte tuttuğu Abdullah Öcalan’la görüşmeleri yeniden baş-lattı. Görüşmelerle ilgili, elde yeterli veri olmadan yersiz bir iyimserlik havası yaratmak, Hükümet’e kefil olmak,

psikolojik harekâta eşlik etmekten başka bir anlama gel-mez… Ama savaşın gidişinde bir değişikliğin söz konusu olduğu ve bir “çatışmasızlık” anına yaklaşmakta olduğu-muz gerçek.

SiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL www.siyasihaber.org Ocak 2013 /Sayı 1

Unutmayacağız...

*

*

Barış kapısını zorlamak

İstanbul Topkapı’da 40 yıldır üretim ya-pan Şişecam fabrikasının Eskişehir’e taşınması üzerine işsiz kalan cam işçi-lerinin fabrikadaki direnişi devam edi-yor. İşçiler fabrikanın kapatılacağını duy-duklarından itibaren direnişi başlattılar ve fabrikayı terk etmeme kararını aldılar. S. 30

Şişecam işçisi direnişte

Deniz Gemici

“Sosyal Cumhuriyet” programında buluşmakTürkiye Cumhuriyeti’nin, bir cumhu-riyet olarak varlığını sürdürmesi eski cumhuriyetin sosyal bir cumhuriyet lehine aşılması ile mümkündür.

2013 BütçesiVeriler, kısa dönemde bir ekonomik krizi değilse de, Türkiye ekonomisinin cid-di bir durgunluğa doğru yol aldığını gösteriyor.

Mustafa Çeçen

Suriye: Küresel hesapların düğümü “Geçiş Hükümeti”nin fii-len uygulamaya konuldu-ğu Suriye, oldukça keskin bir denge üzerinde duruyor.

Gençliğin yeniden kuruluşuBirlikte eyleyenler, birlikte düşünenler, birlikte üretenler, çoğulculuğu içselleştirenler ve etkileşime açık olanlar; yol bulur, yol açar ve yol alırlar.

Fırat Can Kalyon

HDK: Kuruluştan KurumsallaşmayaKuruluş konağından ve çatı örgütü ko-numundan çıkmak için sürecin kendi-liğinden akışı yerine iradi müdahaleler geliştirmeliyiz.

İlhan T. Yıldırım

Ertuğrul Kürkçü / Sayfa 8

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

s. 10

s. 20

s. 35

Zonguldak Kozlu’daki maden katliamında yaşamını yitiren 8 işçinin katili taşeron sistemidir, kapitalizmdir. Sorumlulardan hesap soracağız!

s. 9

Tülay Hatimoğulları

s.16

Page 2: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 12 Si asety

Siyaset

İÇİNDEKİLER: Yeniden kuruluşun seyri / Tuncay Yılmaz - s.3 Yeni rejime karşı halkçı seçenek / Oğuzhan Kayserilioğlu s.4 Kuvvetler ayrılığı ve totalitarizm / Mahir Sayın s.5 Kapalılığın dayanılmaz açıklığı / Filiz Ç. s.6 “Torba”dan bu kez TMMOB çıktı / Öncül Kırlangıç s.7 Barış kapısını zorlamak… / Ertuğrul Kürkçü s.8 Kuruluştan kurumsallaşmaya... / İlhan T. Yıldırım s.9 “Sosyal cumhuriyet” programında buluşmak / Mustafa Çeçen s.10 CHP Nereye? / Kadir Akın s.11 20 Ocak’ta neler oluyor? / Sayat Tekir s.12 “Tazminat değil adalet istiyoruz” / Irmak Ece Nişli s.13 Aleviler: Üvey vatandaşlar / Tuncay Yılmaz s.14 Maraş katliamı / Hüseyin Gümüş s.15 Pınar Selek davası / Fatoş Osmanağaoğlu s.15 2013 bütçesi: Dolaylı al örtülü vur! / Deniz Gemici s.16 “Büyük moderasyon”dan “büyük resesyon”a Avrupa / Mustafa Durmuş s.17 Yunanistan: Borcunu öde, mali disipline sadık kal / Ali Rıza Güngen s.18 Mısır’da referandum safları netleştirdi / M. Ramazan s.19 Suriye: Küresel hesapların düğümü / Tülay Hatimoğulları s.20 Kıbrıs’ın işgaliyle yüzleşmek / Murat Kanatlı s.21 Gözlemcilik statüsü yetmez / Nicola Saafin s.22 ÇKP kapitalizm yolunda ilerliyor / C. Malatya s.23 Engelli kadınların kendi kaderlerini tayin hakkı / Melek Bengü Yücel s.24 AKP’nin kadın düşmanı projeleri / Hikmet Sarıoğlu s.25 Enformel alanda kadın emeği / Ebru Yıldırım s.26 Asgari ücret yerinde sayıyor / Yasemin Çelik s.27 BEDAŞ’ta direniş kazandı / Feray Mertoğlu s.28 İşçi direnişlerinin karakteri / Volkan Yaraşır s.29 Verimlilik artıyor ücretler düşüyor / Metin Şenyurt s.30 İşsiz üniversite mezunları / Eser Sandıkçı s.31 AKP’nin Muhteşem Yüzyıl’la imtihanı / Bilal Babaoğlu s.32 Hedefteki translar / Umut Güner s.33 Üniversite ayağa / Barış Özer s.34 Gençliğin yeniden kuruluşu / Fırat Can Kalyon s.35 Nükleer atık deposu / Mehmet Akdeniz s.36 Sahalardan silinmeyen lekeler / Haluk Koşar s.37 Haberler / Can Memiş s.38-39 “Sokak” devrimcidir / Halit Elçi s.40

28 Kanunisani ta ta ta ta tata ta tatarih sınıflarınmücadelesidir1921kanunisani 28karadenizburjuvazibizon beş kasap çengelinde sallananon beş kesik başyoldaş bunların senisimlerini aklında tutmafakat28 kanunisaniyi unutma! “siyah gece“beyaz kar“rüzgar“rüzgar”.trabzondan bir motor açılıyorsa-hil-de-ka-la-ba-lık!motoru taşlıyorlarson perdeye başlıyorlar!burjuva kemal’in omuzuna binmişkemal kumandanın kordonunakumandan kahyanın cebine inmişkahya adamlarının donunauluyorlarhav... hav... hak... tüyoldaş unutma bunu burjuvazine zaman aldatsa biziböyle haykırır: - hav...hav...hak...tü - gördün mü ikinci motörü?- içinde kim var?- arkalarından gidiyorlar.- ikinci motör birinciye yetişti- bordoları bitişti- motörler sarsılıyor- dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar.- hayır iki motörde iki sınıf çarpışıyor- biz onlar!- biz silahsız onlar kamalı- tırnaklanmız- kavga son nefese kadar- kavga- dişlerimiz ellerini kemiriyorkamanın ucu giriyor - girdi...- yoldaşlar, ey!artık lüzum yok fazla söze: bakın göz göze- karadenizon beş kere açtı göğsünü,on beş kere örtüldü.onbeşlerin hepsibir komünist gibi öldü

1923 – Moskova / Nazım HikmetSosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Hüseyinağa Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 3 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 37 60 Bas kı: Gün Mat ba acılık Beşyol Mah. Akasya Sk. 23/A Küçükçekmece - İstanbul Tel:(0212) 580 6381

0. sayısıyla Aralık 2012’de yayın haya-tına başladı ve 1 ay

sonra Ocak 2013’de 1. Sayımızla okurları-mızın karşısındayız.

Son günlerde Kürt sorununda önemli ge-lişmeler oluyor. DTK Eşbaşkanı Milletve-kili Ahmet Türk ve BDP Milletvekili Ayla Akat Ata’nın son bir buçuk yıldır İmralı’da tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan’ı zi-yaret etmesi sağlandı. Henüz elde yeterince bilgi/veri olmamakla birlikte, bu gelişme-nin önemli bir süreci başlatma olasılığı yüksek. Yazarımız, Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün bu konuya ilişkin yazısı ko-nuya açıklık getiriyor. SİYASET olarak bu süreci yakından izleyeceğiz.

Ocak ayında birçok komünist ve devrim-ciyi yitirdik. Rosa Luxemburg ve Karl Li-ebknecht 15 Ocak 1919’da karşı-devrimin kanlı saldırısıyla katledildiler. Ekim Devri-minin önderi Lenin’i 21 Ocak 1924’te yi-tirdik. Türkiye Komünist Hareketinin On-beşleri Mustafa Suphi ve yoldaşları ise, 28 Ocak 1921’de burjuvazinin kalleşçe planla-rıyla Karadeniz’in sularında öldürüldüler. Hrant Dink devlet gözetiminde 19 Ocak 2007’de katledildi. Onları mücadelemizde yaşatıyoruz/yaşatacağız.

Dergimizin bu sayısında, egemenlerin/devletin ya doğrudan ya da dolaylı olarak gerçekleştirdiği katliam ve cinayetlerden Maraş katliamı, Roboski katliamı ve Hrant Dink cinayetini ele alan yazılara yer verdik. Kapağımıza ise 6. ölüm yıldönümü nede-niyle Hrant Dink’i koyduk. Dink davası halen açık bir yaradır. Devletin resmi ve yarı-resmi güçlerinin planlamasıyla, göz yummasıyla ve örtbas etmesiyle gerçekle-

şen bu cinayetin sorumluları halen “bulu-namadı”. “Bulunamadı”, çünkü onlar bu-gün AKP Hükümeti’nin emrinde çalışıyor ve terfi ettiriliyor. Dink’i unutmayacağız ve hesabını soracağız.

17 Ocak duruşmasına çağrı

Geçen yıl Newroz’a katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan 11 kişi arasında yer alan okuru-muz Yiğit Can Yirmibeş, yaklaşık 10 aylık tutukluluktan sonra 17 Ocak’ta ilk duruş-masına çıkarılacak. Bölge halklarının bay-ramı olan Newroz’un kutlanması, geçen yıl -diğer illerin yanı sıra- İstanbul’da yoğun polis kuşatması ve saldırılarıyla engellen-meye çalışılmıştı. Newroz’u kutlamakta ısrar eden kitle içinden 11 kişi gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Savcılık, hazırladı-ğı iddianamede Halkların Demokratik Kongresi’ni “terör örgütü” ve Newroz’un kutlanmasını suç olarak niteliyor. Çoğun-luğu HDK’li, çeşitli sosyalist yapılardan 11 tutuklunun davasına sahip çıkıyoruz. 13 Ocak Pazar günü 12.30’da İstanbul/Taksim’de Sosyalist Yeniden Kuruluş bir basın açıklaması yapacak. 17 Ocak’taki du-ruşmadan önce saat 9.00’da Çağlayan Ad-liyesi önünde HDK ve diğer siyasi yapılar ortak basın açıklaması gerçekleştirdikten sonra duruşmaya girilecek. Okurlarımızı dayanışmaya çağırıyoruz.

Biraz da dergimizden söz edelim:

SİYASET’in 0. sayısı yoğun bir ilgi gördü. Baskı ve tasarımla ilgili, ilk sayı olmaktan ve ilk kez web baskısını kullanmamızdan dolayı bazı sorunlarımız olsa da, özellikle doyurucu içeriği, konu ve yazar çeşitliliği, aylık yayın ölçüleri içinde günceli yakala-ma çabasıyla okurlarımız tarafından beğe-

niyle karşılandı.

0. sayımız 5000 adet basıldı ve şu anda elimizde neredeyse hiç dergi kalmadı. Sİ-YASET, Türkiye’nin 25 ilinde ve Kıbrıs, Al-manya, İsviçre, Fransa, İsveç’te kendi da-ğıtım ağımızla dağıtıldı. Bazı il ve ülkelere istedikleri sayıda dergi gönderemedik. Bu sayı tirajımızı arttıryoruz.

SİYASET’e gösterilen bu yoğun ilgi, Sos-yalist Yeniden Kuruluş’a (SYK) gösterilen ilginin de bir göstergesidir. SİYASET çı-karken, SYK’nın kurucu bileşenleri kendi dergi/gazetelerinin yayınına son verdi. Ve SİYASET, bu yayınların toplam dağıtım sa-yısının oldukça üstüne çıktı, çıkmaya de-vam ediyor.

SİYASET, yoğun bir düşünsel çalışmanın, uzun ve yorucu Yayın Kurulu toplantıları-nın sonucunda çıkıyor. Bu tartışmaları ve çıkardığımız sonuçları, eleştirileri ve yanıt-larımızı buradan, “Editörden” köşemizde yazmaya, okurlarımızla sohbetimizi bura-dan yapmaya devam edeceğiz.

Önemli bulduğumuz bir başka konuya değinerek yazımızı bitirelim: SİYASET’in kadın yazarlarının sayısının artmasını ön-celik görevlerimiz arasında görüyoruz. Bu sayıda 11 kadın yazarımız yazdı. Bir de LGBT yazarımız var. Kadın ve LGBT yazar oranımızı yükseltmeyi hedefliyoruz.

Son olarak, okurlarımızın dergimizle il-gili eleştiri, görüş ve önerilerini, haber ve yazılarını [email protected] adresi-ne göndermelerini istiyoruz. Her katkı, SİYASET’in daha iyiye gitmesine, daha ön açıcı olmasına hizmet edecektir.

Yeni sayımızda buluşmak üzere…

68 yılında Hüseyin İnan, Taylan Özgür, Alparslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner’in sabaha kadar uğraşarak ODTÜ Stadyumuna yazdıkları yazı

Editörden

Page 3: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 3Si asety

Sosyalist Yeniden Kuruluşu (SYK) alışıldık ve beklenenin dışında bir tarzla sürdürüyoruz. Dört farklı

siyasi yapı ve birçok birey/çevrenin katılımıyla devam ettirmekte olduğumuz süreç, merkezi anlaşmalar ve yukarıdan belirlenimlerle değil, merkez /yerel-alan eşgüdümünü en etkin şekilde kullanan bir bütünsel-likle devam ediyor.

SYK’yı klasik bir “birlik” çalışmasından ayıran en önemli etkenlerden biri hâlihazırdaki güçleri var oldukları zeminde yan yana getirmek yerine, mevcut güçlerle hep birlikte yürütülmüş bir tartışma sonra-sında oluşturulacak yeni zeminde “yeniden kurulu-yor” olmamızdır.

Önceden derinleştirilip, netleştirilmiş, tüm yürüyüş uğrakları başlangıçtan itibaren belirlenmiş bir birlik/kuruluş süreci şüphesiz daha hızlı ve sancısız ola-bilirdi. Ancak bu tarzda oluşturulacak bir yeniden kuruluşun murat edilene ne kadar hizmet edeceği tartışmalı olurdu.

Öte yandan SYK bir boşlukta kurulmuyor. Devrimi güncel bir görev olarak gören, Marksizmin Marksist temeller üzerinde yenilenmesini hedefleyen, enter-nasyonalizmi vazgeçilmez ilke sayan bir ideolojik-politik zemin üzerinde yer alan sosyalistlerin yeniden kuruluşudur söz konusu olan.

Birlikte tartışıyoruz

Tüm yerellerden ve alanlardan katılan SYK’lılarla be-lirlediğimiz yürüyüşümüzün esas olarak iki ana etabı var. Bunlardan birincisi yeniden kuruluşun üzerine inşa olacağı zemine ilişkin görüşlerimizi, yaklaşım-larımızı irdelediğimiz “Tartışma Süreci” idi. Tarihsel birikimlerimiz ışığında bugünün kapitalizmini, işçi sınıfının ve diğer ezilenlerin durumlarını ve mücade-le potansiyellerini analiz etme çabası olarak tanımla-yabileceğimiz bu tartışmayı ülke genelinde bine yakın SYK kadrosu hep birlikte sürdürmekteyiz.

Yürüttüğümüz tartışmaların kimileri sürecimizin ikinci etabında gerçekleştireceğimiz program tar-tışmasına zemin yaratacak olsa da, Marksizmin yenilenmesi çerçevesinde yürütmekte olduğumuz tartışmanın SYK zeminiyle ve takvimiyle sınırlandırı-lamayacağının farkındayız. Bu zemindeki tartışmalar partileşme sürecini tamamladıktan sonra da bir dip nehri gibi Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecini besle-meye devam edecektir.

Program tartışmaları

Yeniden kuruluş sürecimizin partileşme öncesinin ikinci ve son etabı “Program Tartışmaları” olacak. OMK tarafından görevlendirilen bir heyet, birinci etaptaki tartışmaları toparlayacak. Bu heyet tartış-malardan çıkan sonuçları ve özel olarak gelenekleri-

mizin, genel olarak ülke ve dünya çapında sosyalist hareketin birikimlerini göz önünde bulundurarak hazırlayacağı bir program taslağının tüm yerel ve alanlarda tartışılacağı “Program Tartışmaları” süreci-ni örgütleyecek.

Çerçeve Metin Tartışmalarıyla aynı yol ve yöntemi izleyerek gerçekleştireceğimiz program tartışmalarını Şubat-Mart-Nisan aylarında gerçekleştirerek partileş-me sürecimizin stratejik ve taktiksel konumlanışını tamamlamayı planlıyoruz.

Örgütsel konumlanış

SYK bir yandan stratejik konumlanışını tartışıp

belirlerken, buna paralel ve içkin olarak örgütsel konumlanışını da adım adım netleştiriyor. Kapitalizm karşısında işçi sınıfının siyasallaşmış hareketi olarak kendimizi yeniden inşa ederken, örgüt biçimlerimi-zi ve siyaset tarzımızı komünist hareketin ve diğer antikapitalist, devrimci, demokratik mücadelelerin deneyim ve birikimlerinden faydalanarak yeniden tarifliyoruz.

Partiyi esas olarak kapitalizm karşısında işçi sınıfının tarihsel/devrimci duruşu/zemini üzerine bina etmek-le birlikte, kadın, gençlik, ekoloji, lgbt, ezilen ulus ve inanç hareketlerinin patriarkaya, gerontokrasiye, insan merkezli doğa anlayışına, heteroseksizme, etnik ve dini milliyetçiliğe karşı sürdürdükleri mücadelele-rini programatik ve örgütsel olarak sosyalist yeniden kuruluşa içkinleştirmeyi hedefliyoruz.

Bu bağlamda, deneyim ve birikimlerden yola çıkarak sürece maksimum katkı ve etkiyi yapabilmesi için, öncelikle ve belirleyici olarak iç tartışmaların tamam-lanacağı süreci işletiyoruz. SYK’lı kadınlar, gençler ve kamu emekçileri örgütlenmelerinin hangi perspektif ve biçimle olacağını tartışmaya başladılar. Tartışma-lardan çıkacak sonuçlar SYK’nın partileşme sürecinde içe ve dışa dönük nasıl örgütleneceği ve dışındaki dinamiklerle nasıl bir ilişki içerisinde olacağını işaret edecektir.

Güncel mücadele

Her ne kadar kuruluş sürecinde stratejik, taktiksel ve örgütsel konumlanışımızı netleştirmeye öncelik veriyor olsak da biz SYK’yı fanusta değil canlı ve oldukça gerilimli bir sürecin içerisinde kuruyoruz. Güncel, konjonktürel gelişmelere pratikte verdiğimiz cevaplar da yeniden kuruluşun mayasına karışıyor. BEDAŞ işçilerinin direnişiyle kurduğumuz ilişki, Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı duruşumuz, Alevi mitingine nicel ve nitel katılımımız, Newroz’da, açlık grevleri sürecinde yürüttüğümüz aktif pratik yeniden kuruluşa şimdiden rengini vermiş durumda. Yiğit Can Yirmibeş, Duygu Ciniviz, Mehmet Dal-palta devrimci-komünist partinin harcını sokakta ve zindanlarda karmaya çoktan başladılar.

SYK sürecini teoride yenilenme ve derinleşme, programda netleşme, örgütlenme ve pratikte etkin-

leşme hamlelerimizi olgunlaştırarak sonuna kadar götürecek tarihsel birikime ve cesarete sahibiz. Ama potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için bunların yeterli olmayacağının da bilincindeyiz.

Şimdi SYK örgütçülerinin devrimci iradelerini ko-nuşturmalarının zamanıdır. Ateşi daha büyütmek için boylu boyunca ateşe atılmanın zamanıdır. Hem yeni bir yol bulma hem de onu açmanın zamanıdır.

SYK’yı klasik bir “birlik” çalışmasından ayıran en önemli etkenlerden biri hâlihazırdaki güçleri var oldukları zeminde yan yana getirmek yerine, mevcut güçlerle hep birlikte yürütülmüş bir tartışma sonrasında oluşturulacak yeni zeminde “yeniden kuruluyor” olmamızdır

Kapitalizm karşısında işçi sınıfının siyasallaşmış hareketi olarak kendimizi yeni-den inşa ederken, örgüt biçimlerimizi ve siyaset tarzımızı komünist hareketin ve diğer antikapitalist, devrimci, demokratik mücadelelerin deneyim ve birikimle-rinden faydalanarak yeniden tarifliyoruz.

Yeniden kuruluşun seyri

TuncayYılmaz

Politika

Page 4: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 14 Si asety

AKP-Yeni Rejim, sermaye güçlerinin bölgesel ve yerel stratejik konsepti içinde ko-

numlanıyor. O konsept içinde yürüttüğü neo-liberal soygunculuk ve emperyalizmin bölgedeki çapulculu-ğuna yerel taşeronluk yapması, karşılaştığı dirençler ve yarattığı gerilimlerle iktidarın etrafını kuşatıp sarsıyor.

AKP, iktidarda kalabilmek için şimdiye dek yaptıkla-rını daha da yoğunlaştırmak zorunda; ama, o durum-da, etrafını saran gerginlikler daha da çeşitlenecek ve yıkım güçleri artacaktır.

Ve zaten, son dönemde belirginleşen bir durum olarak, AKP, hem gücünün zirvesinde olduğu hem de inişe geçtiği melez bir konuma yerleşiyor. O, sürekli hamle yaparak gücünü arttırmaya çalışsa da; etrafını saran gerginliklerin yıkıcı güçlere dönüşmesi ve ikti-dar alanını zayıf noktalarından çözerek inişin önünü açması da mümkün.

Öte yandan, rejim-kurucu bir parti olarak AKP, önce-ki rejimde CHP’nin faydalandığı özgün meşruiyet ve güç kaynaklarına sahip.

AKP’nin kendiliğinden inişe geçeceğini düşünmek, yeni rejimin nesnel küresel-yerel destek alanını gö-remeyen ahmakça bir beklenti olur. O, herhangi bir hükümet partisi değil, kurduğu rejimin özel koruması altında.

Karşı iktidarı örmek

İktidarın zirveden inişi, ortaya çıkan toplumsal hare-ketlerin güçlenmesiyle olanaklı.

Yeni Rejimi zorlayan dinamikler, direnişçi toplumsal hareketlere dönüşmeli, hareketler devrimci-demok-ratik bir zeminde ortaklaştırılarak bir toplumsal karşı iktidar konumuna sıçramalı:

Şayet “ılımlı İslam” olarak kodlanan yeni bir toplum-

sal iklimin içine itiliyorsak, karşısına dayanışmacı-ko-münal değerlerin toplumsal iklimi çıkarılabilir.

Faşizmin yollarını döşeyen gözü kara bir despotlaşma güç ve hile yoluyla gün be gün halka dayatılıyorsa; “Demokratik Anayasa” zemininde bir toplumsal hareketlenmenin önü açılabilir. Yerel Halk Meclisle-rinde tartışılarak oluşturulacak “Demokratik Anaya-sa”, meşruluk zemininde ve fiili güçler dengesi içinde konumlanarak kendisini var edebilir.

Evet, kurulan Yeni Rejim, ondan hem kopuşan ve kendi bağımsız varoluşunu sürece yayarak inşa eden, hem de sarmaş dolaş olarak onunla hegemonya mücadelesi veren özgün bir varoluşla karşılanabi-lir. Mücadele eden toplumsal hareketlerin gücüyle oluşan-oluşacak özerk-demokratik toplumsal alanlar yaratmak ve hareketlerin/alanların ortaklaştığı bir

özgün halkçı alan içinde konumlanmak gerekiyor.

Bir uzun süreç olarak kavranması gereken halkçı iktidar alternatifinin, başlangıçta, niteliği/kendisi olması önemli. Onun güçlenmesi, alan kazanması ve derinleşmesi, toplumsal mücadelelerin içinden çıkıp gelecektir.

Şimdi öne çıkarılması gereken şu:

Güncel muhalefet hareketleri, Yeni Rejimden kopu-şarak ve başka bir toplumsal varoluş/anlam dünyası içinde ortaklaşabilirlerse kalıcı sonuçlar yaratabilirler. Yeni Rejime muhalefet, şayet sadece “içinde” olursa, orada ezilmekle ya da kaybolup gitmekle yazgılıdır. Toplumsal muhalefetin bir ayağı kaçınılmaz olarak “içerde” ise, diğeri mutlaka “dışarıda” olmalı. Ve, esas olan da, “dışarıda” olanın alanını genişletmesi ve derinleşmesidir.

Yeni rejime karşı halkçı seçenekGüncel gerçeklikte de iç içe geçerek kendilerini var eden direnişler, Yeni Rejimi kuşatabilir ve birlikte oluşturulan bir “De-mokratik Anayasa”nın içinde ve onu fiilen hayata geçirecek tarzda konumlanabilir. O konumlanma, emekçilerin ve ezilen-lerin yaşam ve iktidar alanı/alternatifi olacaktır.

Erdoğan “kuvvetler ayrılığı”ndan şikayetçi. Bir padi-şah edasıyla “istediğimi hemen yapmak istiyorum” diyor. Tümüyle kontrolündeki yargının kendisini en-gellediğine inanmamızı istiyor. Ya yasama? Meclisteki AKP çoğunluğu mu Erdoğan’ı engelliyor?Peki, haksız mı? Hayır, haklı. Bir dizi sert gerginlikle yükleniyor ve daha da sert gerginliklerle karşılaşacağı o kadar açık ki; iktidar alanının tümüyle yürütmeye bağlanmış monolitik ve oligarşik yapısını daha da yo-ğunlaştırmak istiyor.Halk güçleri, tam tersini öne çıkarmalı:

Yerel meclislerin demokratik-katılımcı süreçlerle kendisini ifade edeceği bir ortak-genel yasama orga-nı ve gömülü olduğu o yasamanın içinden çıkıp gelen ve geri çağrılabilinen bir yürütme aygıtı, bütün top-lumsal süreçleri doğrudan halkın kontrolüne sokar. Valilik ve kaymakamlık gibi oligarşik devlet cihazının saltanat makamları tasfiye edilerek, yerel meclislerin iktidarı güçlendirilir. Polis ve mahkemeler de yerel meclislerin kontrolüne sokulur.“Demokratik Anayasa”nın meşruiyet üretmesine güncel olarak böyle bir tartışmayla başlanamaz mı?Kürt halkına dayatılan hiçleştirilme politikasına kar-şı yerel meclislerin (istenirse ayrılabilinecek) gönüllü ortaklaşmasını hedefleyen direnişler, neo-liberal soy-guna karşı hak direnişleri, doğanın talanına karşı di-

renişler, kadınlara dönük cinsiyetçi teröre karşı kadın kurtuluş hareketlerinin direnişi, bölgesel savaş kışkır-tıcılığına karşı bölge halklarıyla emperyalizme karşı ortak direniş… vd. Ve, direnişlere zemin oluşturan, moral ve enerji aktaran işçi hareketi.İşte, güncel gerçeklikte de iç içe geçerek kendilerini var eden direnişler, Yeni Rejimi kuşatabilir ve birlikte oluşturulan bir “Demokratik Anayasa”nın içinde ve onu fiilen hayata geçirecek tarzda konumlanabilir. O konumlanma, emekçilerin ve ezilenlerin yaşam ve ik-tidar alanı/alternatifi olacaktır.ODTÜ direnişindeki öğrenciler ve Roboski katliamı-nı unutmayan yoksul Kürt köylüleri, bütün halk güç-lerine ışık yakıyor.

Yerel Meclisler ve Demokratik Anayasa

OğuzhanKayserilioğlu

Güncel muhalefet hareketleri, Yeni Rejimden kopuşarak ve başka bir toplumsal varoluş/anlam dünyası içinde ortaklaşabilirlerse kalıcı sonuçlar yaratabilirler.

Yeni Rejime muhalefet, şayet sadece “içinde” olursa, orada ezilmekle ya da kaybolup gitmekle yazgılıdır.

Politika

Page 5: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 5Si asety

Başbakan RTE’nin Konya’da yaptığı bir açıklama yandaşlarının bile ne diyeceklerini bilemez hale gelme-

sine yol açtı. Çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı prensibiyle ilgili olarak şöyle dedi:

“Umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokratik oligarşi karşınıza dikiliyor, umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz… Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya... O önünüze gelip engel olarak dikiliyor…Yasama, yürütme, yargının bu ülkede öncelikle bu mil-letin menfaatini ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım.”

10 yıldır iktidarda bulunan ve kılıç erbabı da dahil olmak üzere bürokrasi içinde akıl almaz değişiklikler gerçekleştiren bir hükümetin “bürokratik oligarşi”den şikayet etmesine normal şartlarda akıl sır erdirmek mümkün değildir. Ancak söylenen sözlerin kendisi “bürokratik oligarşi”yle neyin kastedildiğini apaçık ortaya koymaktadır. Evdeki kıymetli malları “yürü-ten” hırsızın köşe başında bekçiyle burun buruna geldiğinde ettiği türden bir laf ediyor RTE: “Umulma-dık yerde yargıyla karşılaşıyorsunuz”.

“Yürütüp” götürecek malı ama kendisinin işe almış olduğu bekçi birden dikiliveriyor karşısına. Ama bekçiye şunu tembihlemeyi unutmuş: Herkes gibi bekçinin de “bu ülkede öncelikle bu milletin menfaa-tini ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım”. Milletin ve devletin menfaati de “yürütme” işini kolaylaştırmaktır.

Denetimsiz yürütme

RTE yürütecek, yasama ve yargı da bu yürütme eyle-mini kolaylaştırıcı bir tutum alacak. Yürütmenin böy-lesine denetimsiz bir konuma ulaşması bir anlamda mutlaklaşması ve değişik totalitarizm türlerine kapıyı açması anlamına gelir.

RTE’nin bir başka gündemi olduğu iddia edildiğinde, bizleri teskin etme görevini üstlenmiş olan avanak liberaller ve “sosyalistler” , “Korkmanıza gerek yok, bakın Şeriat geldi mi?” diye müthiş bir soruyla tüm iddiaların önünü kestiklerini sanıyorlardı. Halbuki hakikat o kadar açıktı ki;

RTE 12 Eylül Anayasa değişiklikleriyle birlikte tüm diğer kuvvetleri ve devletin muhtelif aygıtlarını yürütmenin denetimi altına sokacak kapıyı açtı. Bu kapıdan kimilerinin beklediği gibi “ileri demokra-siye” değil totalitarizme doğru yüründü. Anayasa Mahkemesi’nin yerindelik denetiminin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, çoğunluğu ele geçiren par-tinin yürütme ve yasamada toplumsal onaya ihtiyaç duymadan istediği keyfi uygulamaları yapmasının yolu da açılmış oldu. Son olarak çıkarılan Sayıştay yasasıyla birlikte, hükümet üzerindeki mali denetim

de ortadan kaldırılmak istendi; 2013 Bütçesi Sayıştay denetimi olmaksızın geçirilmiş olsa da, bu kadarını Anayasa Mahkemesi bile artık kabul etmeyerek yasayı bozdu.

Denetimsiz başkanlık sistemi

Lenin, “emperyalizm siyasal gericilik eğilimidir” demişti. Her ne kadar, proletaryanın iktidara kadar yükselen mücadeleleri sayesinde demokrasi tüm emperyalizm döneminde gelişim göstermişse de, bu eğilim kendisini sürekli korumuştur. Özellikle neoliberalizm döneminde, reel sosyalist dünyanın çöküşüyle birlikte, aynı klasik sömürgeciliğin “ilkelle-re” medeniyet götürmesi gibi, diktatörlüklere “insan hakları ve demokrasi” götürülmeye başlandı. Siyasal gericilik eğilimi belirgin bir biçimde öne geçti.

ABD emperyalizmi, İkinci Paylaşım Savaşı ardın-dan kurduğu hegemonyasının sarsılmasının önüne geçmek için, çevre ülkeleri kendi halklarının bekçi köpeğine dönüştürerek, dünyayı bir talan ve savaş alanına çevirdi. Bu vahşi kapitalizmi andıran neo liberal sömürünün yaratacağı yığınsal tepkilerin engellenmesinin tek yolu söylemde demokrasiyi sürdürürken totaliter devletlerin oluşturulmasıydı. Sınırlar kalkacak, halklar kaynaşacak, ulus devletler kalkacak, teraneleri arasında BM’de üye devlet sayısı kırk yıl içerisinde 150’den 200’e ulaştı. Yani emperya-list egemenlik ulus devletlere son vererek değil tersine

onları daha da artırarak ve totaliterleştirerek hakimi-yetini sürdürüyor.

ABD emperyalizminin bölgedeki taşeronluğunu üstlenmiş olan AKP iktidarının sahnelediği oyun da budur. Genel gericilik eğilimine uygun bir biçimde yürütmenin güçlendirilmesinin zirvesi olarak diğer kuvvetlerin yürütmenin denetimi altına sokulduğu bir siyasal ilişkiler yapılanmasının yaratılmasına çalı-şılmaktadır. Böyle bir yapılanmanın adı en hafifinden totalitarizm olarak başlar ve faşizme kadar uzanır; Eğer izin verilirse de bizim özgülümüzde İslamcı faşizme varır. Mahalle baskısı yapılanması da bu faşizmin kitle içindeki temel hücrelerinin oluşturul-masından başka bir şey değildir.

Tabanda İslami ideolojiyle donanmış mahalle baskısı, tepede yasama ve yargıyı da kendi belirlediği “millet ve devlet menfeaatlerinin” arkasına takmış denetim tanımayan bir başkanlık sistemi İslamcı faşizme kadar ilerleyecek bir yürüyüşün ta kendisidir. Buna karşı yükseltilecek temel şiar, yürütmenin her düzey-de yasamanın ve yargının denetiminde olduğu ve bu kuvvetlerin her birinin de halkın geri çağırma hak-kını kullanmasına olanak sağlayacak şekilde, gerçek iktidarın yerelde kurulduğu ve merkezin ancak bu yerel iktidarların izin verdiği kadar güç sahibi olacağı alternatif bir düzen olabilir.

Kuvvetler ayrılığı ve totalitarizmRTE’den: “…Umulmadık yerde yargıyla karşı karşıya kalıyorsunuz… Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya... O önünüze gelip engel olarak dikiliyor… Yasama, yürütme, yargının bu ülkede öncelikle bu milletin menfaatini ve ardından da bu devletin menfaatini düşünmesi lazım.”

Tabanda İslami ideolojiyle donanmış mahalle baskısı, tepede yasama ve yargıyı da kendi belirlediği “millet ve devlet menfeaatlerinin” arkasına takmış denetim tanımayan bir başkanlık sistemi, İslamcı faşizme kadar ilerleyecek bir yürüyüşün ta kendisidir.

MahirSayın

Politika

Page 6: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 16 Si asety

AKP okullardaki kılık kıyafet yönet-meliğini değiştirdi. Yeni yönetmeliğe

göre gelecek yıldan itibaren öğrenciler, ilk-orta ve liselerde (Üniversiteler nasıl olsa halledildi) okula “serbest” kıyafet ile gidebilecekler. Hatta geçtiğimiz günlerde “özgürlük sevdalısı” Milli Eğitim Baka-nı Ömer Dinçer, gelecek yılı beklemeden serbest kıyafetle gelen öğrenci olursa, müdürlerden “sorun” etmemelerini istedi.

AKP’nin eğitimdeki bu uygulama kararı epeyce bir tartışma yarattı. Olumlayan da var, tepki gösteren de.

Peki bunca tartışma neden?

Kılık kıyafet, bireyin sosyo-ekonomik seviyesini (sınıfını), yaşadığı kültürü, dünya görüşünü ve inan-cını yansıtır. Bu nedenle, patriarka da, kapitalizm de dolayısıyla siyasi erk de toplumun kılık kıyafetiyle ya-kından ilgilidir. Cumhuriyet tarihi boyunca Kemalist ideoloji, şimdi de AKP’nin temsil ettiği muhafazakar yapı -gelecek kuşakları da hesaba katarak- devlet eliy-le eğitim üzerinden müdahaleler yapıyor. Yapmaya da devam edecek.

Geçmişte türban üzerinden yaşananlar, resmi ideolo-jinin daha çok kamu kurumlarında tezahürüne dair bir kavgaydı. Çünkü, Sünni İslam anlayışının tek din anlayışı olarak kabul edilip, diğer inançların ötekileş-tirilmesine, 80 sonrası devlet eliyle İmam Hatiplerin açılması ve yaygınlaştırılmasına “özgürlükçü” sosyal demokrasi anlayışı sesini çıkarmadı. Muhafazakarlığa karşı “çağdaşlığı” yalnızca kadınların başını açmasına indirgedi.

Kadınların evlerinde, mahallelerinde neye zorlan-dıklarının hiçbir önemi olmadı, ancak kamu kurum-larına adımını atar atmaz iş değişti. (Tıpkı anadili konusunda olduğu gibi.) Buna Kemalist ideolojinin ikiyüzlü laiklik anlayışı da denebilir. Mesela, okullar-da da çocuklar forma giyince tüm sınıf farklılıkları ortadan kalkar! Okul dışından gelebilecek tehlike-lere karşı okulun arması onları koruyabilir! Okulun kapısında ya da tuvaletlerde açtıkları türbanları da kadınları (toplumu) gericilikten korur!

Bugün ise AKP var. “Yıllardır yapılamayanı biz yapa-cağız” vaadiyle. Şimdi artık muhafazakar liberal bir yaşam bizi bekler. Okullarda kıyafet serbest! Yaşasın! Ama bir şartla; kısa pantolon yok, kısa etek yok, tayt yok, kolsuz tişört yok, dar giymek yok… Türban takabilirsin, yere kadar uzun etek giyebilirsin, ilerde “inşallah” çarşafla da gelebilirsin…

Çok açık ki, burada amaç muhafazakarlığı yalnız yaşam alanlarında değil resmi kurumlarda da meşru-laştırıp sürekli kılmak. Siyasi ve ideolojik dönüşümü yapıp Kemalizmle de buradan hesaplaşmak! Kim üzerinden? Elbette ki, özellikle kadın bedeni üzerin-den. Büyük ya da küçük fark etmez. Türban meselesi nasıl sadece kadınlar üzerinden tartışılıyorsa, şimdi

de kılık kıyafet kız çocuklarının etek boyları üzerin-den tartışılacak.

Ne çocukların özgür bireyler olarak özgür seçimler yapabilmeleri, ne de formanın aslında yoksulluğu örtemediği gerçeği ile kimse uğraşmayacak!

Öyle ki, Eğitim Sen bile daha başında safını özgürlük-çü bir laiklikten değil, Kemalist laiklikten yana koydu. Aksi halde, yıllardır tek tip kıyafetin çocukların psikolojisi üzerinde nasıl olumsuz etkiler yarattığını; özgür bireyler yetiştirmenin, seçimlerini özgürce ya-pabilen birey yetiştirmekten geçtiğini savunan Eğitim Sen’in, eşofman eyleminin başka türlü bir açıklaması yok. Elbette Eğitim Sen’in bu kararında tabanın ini-

siyatifinin olmadığını, merkezi bir eğilimin bu kararı aldığını biliyoruz. Kendi tabanındaki tepkiye rağmen eşofman eylemi, Eğitim Sen’in demokratik merke-ziyetçilikten ne kadar uzaklaştığının ve siyaseten de ulusalcı-Kemalist bir eksene kaymaya başladığının ifadesi oldu.

Burada tüm mesele, ne eski uygulamanın ne de yeni uygulamanın birbirine alternatif olmadığını kavramakta! İster dini yaklaşımdan, ister statükocu yaklaşımdan gelsin; yasak yasaktır, tahakküm de tahakküm. AKP, liberal kapitalist İslami siyaseti -kök salmak üzere-patriarkal kapitalizmin tüm olanakla-rını seferber ederek adım adım uygulamaya koyuyor. Önce 4+4+4, şimdi de kılık kıyafet değişikliği; muha-

fazakar itaatkar ve ucuz emek toplumunun yaratılma-sı için iki büyük hamle.

Solun din ile imtihanı

Peki ya alternatif sol, özgürlükçü muhalefet, onlar nerede? Yalnızca kitlelere dinin afyon olduğunu söylemek kimi özgürleştirir? Ya da gerici-dinci bir yaşama zorlanacağımızı bas bas bağırıp, felaket tellalı gibi çığırtkanlık yapmak neyi çözer?

68’lerdeki sosyalist rüzgarla, başı bağlı ya da açık, şalvarlı ya da pantolonlu, köylü ya da kentli; kimse diğerinin ne olduğuna bakmadan sokağa çıkmadı

mı? Onların çocukları değil miydi şimdiki iktidarın rüzgarına kapılanların pek çoğu?

Bazen bir sorunun gerçek boyutunu görmek için ona çıplak gözle bakmak gerekir. Bırakalım insanlar nasıl istiyorlarsa ya da nasıl istediklerini zannediyorlarsa öyle giyinsinler. Kimin ne durumda olduğu, nasıl yaşadığı açıkça çıksın ortaya. Çıksın ki, çıplak gerçek daha keskin çarpsın yüzümüze. Yoksulluk da çıplak-tır çünkü. Çaresizlik de. Alternatifsiz ve çaresiz olan sarılır en iyi bildiğine. Öyleyse, toplumun özgürlüğü-ne dair asıl mesele bu değil şimdi. Asıl mesele, çare olmaya, umut olmaya aday kim? Kim aday yeniyi kurmaya?

Kapalılığın dayanılmaz açıklığıÖnce Kemalist ideoloji, şimdi de AKP’nin temsil ettiği muhafazakar yapı devlet eliyle eğitim üzerinden müdahaleler yapıyor.

Filiz Ç.

Önce 4+4+4, şimdi de kılık kıyafet değişikliği; muhafazakar itaatkar ve ucuz emek toplumunun yaratılması için iki büyük hamle.

Politika

Page 7: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 7Si asety

Özellikle son yıllarda “kentsel dönüşüm” kavramı ile sıkça karşılaşıyor ve bu kavram adı

altında gerçekleştirilen uygulamalara bizzat tanık olu-yoruz. “Kentsel dönüşüm” kavramı akademik alanda tartışılan soyut bir kavram olmaktan çıkıp ete kemiğe büründüğünden beridir inşaat sektörü ile serma-ye arasındaki ilişki tüm hatları ile açıkça önümüze seriliyor.

“Kentsel dönüşüm” gerekçesi ile dümdüz edilen mahalleler; mantar gibi her yanda biten yaldızlı konut projeleri, özelleştirilerek üzerlerine gökdelenler dikilen kamu arazileri; yeni köprüler, otoyollar ve hatta yeni kentler... Bir yandan da bu inşa faaliyetini gerçekleştirebilmek için yok edilen kıyılar, meralar, ormanlar... Tüm bu topyekün yapım, yıkım, yeniden yapım döngüsü ile piyasaya sıcak para akışının sağ-lanmaya ve ekonominin ayakta tutulmaya çalışıldığı; bütçe açığının inşaat faaliyeti ile kapatıldığı ya da şimdilik daha az görünür hale getirildiği biliniyor.

Elbette ekonomik sistemin omurgasını oluşturan bir sektörün önünün tıkanmaması, işlerini tıkır tıkır yürütüyor olması gerekiyor. Bu durumda da devlet eliyle yapılan ilk iş, sürecin önündeki tüm “engelleri” kaldırmak, sektörle ilgili tüm alanları hizaya getirmek oluyor.

KHK’lar, Torba Yasalar...

2007 yılında gerçekleştirilen referandumdan itibaren, ardarda yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile kentleri ve çevreyi ilgilendiren birçok mev-zuat yeniden düzenlendi. Bunların başlıcaları kısaca Afet Kanunu, 2B Kanunu ve Belediyeler Kanunu idi. “Ekonomik büyümenin” önündeki tüm engellerin kaldırılması için geriye bir kaç hamle kalmıştı. Son olarak bu hamleler de bir torbaya doldurulup “Yapı Denetimi Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı” adı altında önümüze sürüldü. Mevzubahis taslak henüz

meclis gündemine gelmese de, başta TMMOB kanu-nu olmak üzere Kıyı Kanunu, İmar Kanunu, Mera Kanunu gibi 11 adet kanunda değişiklik içeren, 68 maddeden oluşan bir taslak.

Önceki süreçlerden alışık olduğumuz üzere, yine ucu açık maddelerle donatılmış taslakta, TMMOB kanununa dair yapılmak istenen değişiklikler oldukça

dikkat çekici. TMMOB’un bütünsel yapısı parçala-narak bağımsız il odalarından oluşan ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın alt birimi gibi hareket eden bir yapı oluşturulmak istenmekte. YÖK yasa taslağı ile üniversitelerde yapılmak istendiği gibi, Odaların da bilimsel ve bağımsız hareket etme olanağı elinden alınmak isteniyor.

Taslak henüz kamuoyuna sunulmadan Aralık başında Sabah Gazetesi’nde çıkan “150 milyarlık Neşter” başlıklı tam sayfa haber aslında durumu özetliyor. Haberde şöyle deniyor:

“Hükümet, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) neşter vurmaya hazırlanıyor.

Tüp geçit projesi, 3’üncü köprü, nükleer santral, Du-bai Şeyhi El-Maktum’un Levent projesi, İzmir otoyo-lu, Galataport ve kentsel dönüşüm başta olmak üzere 150 milyarı geçen yatırımlara engel olmak amacıyla dava üstüne dava açan TMMOB’un yapısı değişiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TMMOB Kanunu’nun değiştirilmesi için harekete geçti. (...)”

Gerçekten de TMMOB örgütlülüğü, bünyesinde barındırdığı meslek disiplinleri ile (bilim, teknoloji, AR-GE, inovasyon, sanayi, tarım, orman, enerji, ula-şım, madenler, doğal kaynaklar, gıda, çevre, kentleş-me…) sermaye birikiminin devamlılığını sağlayacak alanların tümüne değiyor. TMMOB’un, günümüzde eleştirilen bir çok yanına rağmen, tüm bu süreçte genel olarak muhalif bir tavır sergiliyor oluşu ise, sistemin tıkır tıkır işlemesini engelliyor.

TMMOB: Demokratik Kitle Örgütünden Kamusal Denetime

1954 yılında kurulan TMMOB tüzel kişiliğe sahip, Anayasanın 135. Maddesinde belirtilen kamu kuru-mu niteliğinde bir meslek kuruluşu. Bugün itibari ile 410.bin üyeye sahip olan TMMOB kurulduğu günden bu yana, güncel politik ve toplumsal yapıya bağlı ola-rak birçok değişim ve dönüşüm yaşadığı bir gerçek. Bugün itibari ile ise, üyelerinin bir kısmı tarafından geçmişte sahip olduğu “demokratik kitle örgütü” çizgisini sürdüremediği, diğer bir kısmı tarafından ise meslek alanı ile ilgilenmek yerine “politika” yaptığı için eleştiriliyor.

Ancak TMMOB nükleer santraller, özelleştirmeler, rant merkezli planlama süreçleri ile kent, çevre ve insan yaşamı açısından geri dönülmez tahribatlara yol açan sisteme karşı verilen hukuksal ve siyasal mücadelede önemli ve herşeye rağmen savunulması gereken bir konumda duruyor. Bugün itibari ile zorlu bir mücadelenin içine giren TMMOB, dayanışmayı her zamankinden daha çok hak ediyor.

“Torba”dan bu kez TMMOB çıktı“Ekonomik büyümenin” önündeki tüm engellerin kaldırılması için geriye bir kaç hamle kalmıştı. Son olarak bu hamleler de bir

torbaya doldurulup “Yapı Denetimi Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı” adı altında önümüze sürüldü.

Öncül Kırlangıç

Sabah Gazetesi’nde çıkan “150 milyarlık Neşter” başlıklı tam sayfa haber durumu özetliyor: “Hükümet, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) neşter vurmaya hazırlanıyor. Tüp geçit projesi, 3’üncü köprü, nük-leer santral, Dubai Şeyhi El-Maktum’un Levent projesi, İzmir otoyolu, Galata-port ve kentsel dönüşüm başta olmak üzere 150 milyarı geçen yatırımlara engel olmak amacıyla dava üstüne dava açan TMMOB’un yapısı değişiyor.

Politika

Page 8: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 18 Si asety

“(…) Bundan sonra bu koşullarda ben yokum. Kendi aralarında an-laşıyorlarsa anlaşırlar, savaşıyor-

larsa savaşırlar, ben karışmıyorum. Benim rol almamı isterlerse üç şartım var; sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme. Bu üç şartı sağlayabiliyorlarsa ben de-vam ederim. İki taraf da rolüm konusunda anlaşırlar-sa, sağlık, güvenlik, özgür hareket alanı yaratırlarsa, rolümü oynarım. Bu şartları sağlayamıyorlarsa ben daha fazla devam etmeyeceğim.”

Abdullah Öcalan, avukatlarıyla yapageldiği olağan görüşmelerin sonuncusunda, 27 Temmuz 2011’de PKK ve devlete böyle demişti.

Bunu, Hükümet’in “Sri Lanka usulü” nihai çözüm iddiasıyla havadan ve karadan PKK üzerine Ro-boski katliamını da göze alacak şekilde yağdırdığı bombalar, operasyonlar, PKK’nin karşı saldırıları, her iki yandan ölen bine yakın insan, kentlerde 7 bin BDP’linin KCK operasyonlarında tutuklanması, Newrozların kana bulanması, toplantı ve gösterilerin yasaklanması, BDP’ye yönelik karalama ve safdışı bırakma operasyonları izledi.

Bu imha süreci boyunca Ada’dan zaman zaman kimi haberler sızsa da bunlar, Öcalan’ın -ve Hükümet’in- tavrında bir değişiklik olduğuna dair bir ipucu sunmuyordu. Ta ki, Öcalan 17 Kasım 2012’de kardeşi aracılığıyla açlık grevlerinin sonlandırılması çağ-rısında bulunana ve cezaevlerindeki binlerce Kürt devrimci Öcalan’ın tarihsel önderliğini onaylayan bir jestle grevlerini derhal ve tartışmasız sona erdirinceye kadar…

Elbette bu kararın alınmasında hükümetin ana dilin-de savunma talebine iğreti bir yasa tasarısıyla yanıt

vermiş olmasının da önemli bir payı vardı. Bir buçuk yıl süren savaş-direnme sürecinin ardından görüşme kapısının anahtarı kilide girmişti. DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ve BDP milletvekili Ayla Akat Ata’nın Öcalan ile 3 Ocak 2013’te yaptıkları görüşme ile bu kilidin açıldığını söylemek yersiz olmaz.

Peki, bu kilidin açılması barış kapısının ardına kadar açıldığı, “çözüm” iyimserliğinin dalga dalga yayıldığı Mayıs-Haziran 2011 ikliminin geri geldiği anlamına geliyor mu?

Hayır, gelmiyor. Elde başka hiçbir veri olmadan bu yersiz iyimserliği yaymak Hükümet’e kefil olmak, psikolojik harekâta eşlik etmekten başka bir anlama gelmez… Ama savaşın gidişinde bir değişikliğin söz konusu olduğu ve bir “çatışmasızlık” anına yaklaş-

makta olduğumuz gerçek. Ancak, şu anki durum henüz Öcalan’ın “rolünü oynaması” için ileri sür-düğü “üç şartın [sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme] sağlandığı” ve “iki tarafın da rolü konusunda anlaştığı”na dair bir belirti sunmuyor.

KCK lideri Murat Karayılan ve BDP Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak hükümetin süreci kendileriyle görüşerek örmediğini çok açık bir

biçimde ifade ettiler. Öcalan ile yalnızca taraflardan biri görüştü: Hükümet. Ama Hükümet Öcalan’ın “rolü”nü oynaması için şart koştuğu şekilde KCK, PKK ya da BDP ile anlaşmakla ilgili görünmüyor. Tayyip Erdoğan’ın bu işlerdeki akıldanesi Yalçın Akdoğan, Öcalan’la görüşme konusunda “Başbakan görüşmelerin devam ettiğini, ihtiyaç duyulduğunda bu tür enstrümanların kullanılacağını söyledi. Anlaşı-lan yine kullanılıyor” diyor.

Ancak Akdoğan müzakere masasının devrildiği Tem-muz 2011’de Öcalan’ın açıkça ilan ettiği şu sözlerini unutmuş görünüyor: “Ben her iki tarafın da işlerini kolaylaştırdım, onlara öneriler sundum, onlara çö-züm yolunu gösterdim, protokoller sundum, işlerini kolaylaştırıcı adımlar attım. Daha ne yapayım? Daha

fazlasını ayda yılda bir burada bir saat konuşarak mı yapacağım! Daha ne yapayım? Ama her iki tarafın da tavırları başka. Beni de burada taşeron gibi kullanı-yorlar. Her iki taraf da beni idare ediyor. Ben idare edilecek birisi değilim. Bunu böyle bilsinler. Ben Kürtlerin onuruyla oynanmasına izin vermem, buna hiçbir şekilde müsaade etmeyeceğim.”

Şu halde Başbakan’ın Akdoğan ve Bal gibi akılda-neleriyle adlarını bilmediğimiz diğer güvenlikçiler Öcalan’la tek taraflı bir anlaşma yapabilecekleri ve onun da bu anlaşmayı Kürt halkına kabul ettirebilece-ği zehabına kapılmış olabilirler mi? Halka ne söyler-lerse söylesinler, neyle böbürlenirlerse böbürlensinler, onlar da çok iyi biliyor: PKK’ye karşı bir askeri üstün-lük elde edilemedi, BDP saf dışı bırakılamadı, tersine toplumsal desteği arttı ve Türkiye solu ile Kürdistan solu arasındaki ittifak derinleşti.

Görülüyor ki, Hükümet’i yeni bir görüşme çevrimini başlatmaya iten asıl dinamik hedeflerine ulaşmış de-ğil ulaşamamış olması ile 2014’teki iki seçime -yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri- bir çatışma-sızlık ortamında girme ihtiyacı arasındaki çelişki.

Sosyalistler bu çelişkiyi gözlemek ve bir kenarda durarak olacakları izlemekle yetinemezler. “Barış” mücadelesi hükümetin bölgesel egemenlik ve tek par-ti diktatörlüğü ihtiraslarıyla mücadelenin en önemli kaldıraçlarından biri. Kürdistan halkı ve devrimcile-riyle kurduğumuz ittifak da, şimdi oluşmakta bulu-nan temas aralığını, “adil ve onurlu bir barış” için bir imkâna dönüştürmeyi doğrudan görevimiz kılıyor.

Barış kapısını zorlamak… İmralı’da “istişare” başlarken sosyalistler bir kenarda durarak olacakları izlemekle yetinemezler, “barış” diktatörlükle mücadele-mizin en önemli kaldıracı

ErtuğrulKürkçü

Görüşmelerle ilgili, elde yeterli veri olmadan yersiz bir iyimserlik havası ya-ratmak, Hükümet’e kefil olmak, psikolojik harekâta eşlik etmekten başka bir anlama gelmez… Ama savaşın gidişinde bir değişikliğin söz konusu olduğu ve bir “çatışmasızlık” anına yaklaşmakta olduğumuz gerçek.

Politika

Page 9: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 9Si asety

Kürt Özgürlük Hareketi ve batıdaki demokrasi güçlerinin önemli bir

bölümünü ortak bir mücadele hattı etrafında birleş-tirebilen HDK’nın, geçen iki kongrenin ardından bir çatı örgütü olmayı başardığı söylenebilir. Ortak bir dil ve siyaset yapma tarzı geliştirebilmesi ve özellikle işle-yen meclis ve yürütmelerde bir yoldaşlık dokusunun oluşmaya başlaması sürecin önemli kazanımlarıdır. Fakat hepsinden öte; özgün bir politik mücadele ör-gütü olarak Kongre’nin en önemli başarısı, demokrasi mücadelesinde yeni ve kalıcı bir siyasi kanal açıyor olmasıdır.

Çatı örgütü mü Kongre mi?

Bu kanalın politik doğruluğu ve yakıcı ihtiyaç oluşu; Kongre’nin geriye düşmeden yavaş da olsa ilerlemesi-ni sağladığı gibi, bileşenleri daha güçlü bir kaynaşma ve örgütlenme seviyesine doğru sürekli zorladığı da açıktır.

Sözü edilen bu elveriş-li zemine ve tekrarlanan irade beyanlarına rağmen, HDK’nın neden bir çatı ör-gütü olmaktan daha ileriye; kurumlaşmış, halklaşmış, demokrasi mücadelesine önderlik eden, kongreleşmiş bir politik irade sevi-yesine gelemediği sorusu madalyonun diğer yüzü ve özeleştirimizdir.

Genel kurulda resmileşen değerlendirmeye göre; “Geçtiğimiz Genel Kurul’da dikkat çekilen, ‘Bileşen parti ve örgütlerin temsili katılımı’ durumu esasta değişmemiştir... ‘kurumların hazır güçlerine (ya da çoğunlukla bu güçlerin de sınırlı bir kesimine) dayana-rak iddiasız bir pratik yürütülmektedir’ , Bir kez daha

vurgularsak; HDK kendisinden önceki platform, eylem birliği gibi deneyimlerin aksine, parti ve örgütlerin temsili düzeyde değil, bütün gövdeleriyle katılacakları bir birlikteliktir.”

Durumu özetleyen bu tespitlere bakarak bileşenlerin hala kuruluş dönemi pozisyonunda, açılmış kapı-nın eşiğinde durduğunu söylemek haksız bir eleştiri olmuyor. Sürecin hangi yöne evrileceğini kestireme-yen, bekleyip görmeyi ve birbirine göre tutum almayı tercih eden bir politik yaklaşımın davranışlara kolay-lıkla hakim olabildiğini görüyoruz. Elbette bu duruş geliştirici olmayan bir iç rekabete, yönetim ve delege seçimlerinde ortaya çıkan enerjinin seçimlerden son-

ra sessizce ortadan kaybolmasına neden oluyor.

Kuruluş konağından ve çatı örgütü konumundan çıkmak için sürecin kendiliğinden akışı yerine iradi müdahaleler geliştirmek ve Kongreleşmeyi tamam-

lamak, bileşenlerin önündeki en temel siyasi görev olarak duruyor.

HDP: olanaklar ve riskler

Genel Kurul’da kararlaştırılan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kuruluşu ve ardından gelen yerel seçimler; sözü edilen sorunlarımızın aşılmasında hem somut ve birleştirici bir taktik yöneliş yaratmak-ta, hem de Kongre’nin en temel ihtiyacı olan kurum-laşma yönünde yeni bir gelişme kulvarı açmaktadır.

Misyonu hangi seviyede olursa olsun HDP’nin ku-ruluşu; yerel seçimlere yaklaşırken güçlü bir politik ve moral ortam oluşturacak, başta Blok seçmenleri olmak üzere seçim sürecinde hareketlenen daha geniş kitlelerle ilişkilenme ve bu ilişkilerin meclislerde kalıcılaştırılması, yerellerdeki kanaat önderlerinin kazanılması ve parti büroları ile hukuki, mekansal kimi sorunların çözümüyle, kitleyle günlük ilişki kurmanın teknik olanakları gibi çok yönlü imkanlar yaratacaktır.

Bu sürecin elbette riskleri de vardır. Özce ifade edilirse en önemli risk HDK’nın parti kurmak yerine partileşmesidir. HDP’nin seçimlere katılabilmek için 41 il ile o illerin ilçe ve beldelerinin üçte birinden bir fazlasında örgütlenmiş olması gerekiyor. Birçok il ve ilçede niceliğin, iki alanı (HDK ve HDP) birden oluş-turmaya yetmediğini biliyoruz. Bu gibi teknik ve olası yanlış anlayışlardan kaynaklanan nedenlerle meclisle-rin parti teşkilatlarına dönüşmesi Kongre mantığının boşa düşürülmesi demektir.

Meclis tipi örgütlenme; kitlelerle oy ilişkisi kuran sistem partilerinin aksine, organik ilişki kuran, geri çağırma ilkesinin işletilebileceği, seçmen-seçilen ilişkisini devrimcileştirerek, siyaseti temsilcilerin değil bizzat halkların yaptığı, örgütlü toplum yaratma hedefine ulaşmanın yolu olarak kıskançlıkla korun-ması gereken kazanımımızdır.

SYK’ya düşen görev

Enternasyonalist akımın ana gövdesini oluşturan Sos-yalist Yeniden Kuruluş’un (SYK); HDK’nın sözü edi-len tüm sorunlarını aşmasında belirleyici bir önemi ve sorumluluğu vardır. SYK, sürecin kendiliğindenci akışına izin vermeyen Kongreleşme yönünde iradi müdahaleleri yerinde ve zamanında yapan, meclis-

lerin önemini her koşulda gözeten, yönetimlerde daha fazla yer tutma yerine iyi yetişmiş kadrolarını kitleyle temas noktalarında görev-lendiren, kendini dayatmacı ya da kaba demokratizm yaklaşımını değil ilkeleri

ve temel politikaları esas alan, geliştirici olmayan rekabeti engelleyen, çoğulluğu koruyan ve mutabakat mekanizmasını bileşenlerden kat kat fazla olması ge-reken bireysel katılımların lehine işleten bir çizginin takipçisi olmalıdır.

İttihatçı ve itilafçı kesimlerin kayıkçı dövüşüne dön-dürdükleri Türkiye siyasetine; halkların siyasetinin kalıcı olarak damgasını vuracak bir başarının, yüzde on barajını devirme başarısının yolu kurumlaşmış bir Kongre’nin varlığından geçiyor.

Kuruluştan kurumsallaşmaya...Kuruluş konağından ve çatı örgütü konumundan çıkmak için sürecin kendiliğinden akışı yerine iradi müdahaleler geliştirmek ve Kongreleşmeyi tamamlamak, bileşenlerin önündeki en temel siyasi görev olarak duruyor.

İlhan Turhan Yıldırım

Meclis tipi örgütlenme; kitlelerle oy ilişkisi kuran sistem partilerinin aksine, organik ilişki kuran, geri çağırma ilkesinin işletilebileceği, seçmen-seçilen ilişkisini devrimcileştirerek, siyaseti temsilcilerin değil bizzat halkların yap-tığı, örgütlü toplum yaratma hedefine ulaşmanın yolu olarak kıskançlıkla korunması gereken kazanımımızdır.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK)

Politika

Page 10: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 110 Si asety

Türkiye’de kapitalizmin tarihi içinde kırılgan olmayan bir he-gemonya döneminden söz etmek

zor. Buna en çok yaklaşan AKP tek parti iktidarının hegemonyasının kırılgan niteliği de, hem Ortadoğu’da yeni-Osmanlıcı “stratejik derinlik”in uğradığı hayal kırıklıkları hem Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme yönünde geliştirdiği adımlar karşısındaki savunmacı tutumu hem de ülke içindeki en ufak öğrenci muhale-feti karşısında geliştirdiği orantısız güç gösterileri eşli-ğinde görünüyor. Yine de Türkiye Cumhuriyeti’nin sıralı süzme süreci içinde AKP tek parti iktidarına “teslim edilmiş” bir kapitalist devlete dönüştüğü artık tartışmasızdır. Bu açık gerçek, sol kesimler içinde bu yeni hegemonyanın nasıl geriletilebileceğine dair bir tartışmayı da kışkırtıyor.

Üçüncü kutup/cephe

Yıllar önce, bu açık gerçeği devrimci bir temelde analiz eden sosyalist çevreler, aşağıdan ve ezilenler lehine bir direniş stratejisi olarak “üçüncü kutup/cephe” önerisini geliştirdi. Bu çevrelerce seçimlere yö-nelik oluşturulan Blok, bugün Halkların Demokratik Kongresi ve Partisine dönüştü. Böylece, emekçiler ve tüm ezilenler için bir birlikte mücadele kanalı açılmış oldu.

Üçüncü kutup önerisinin, liberalizmin “sol” izinde AKP’ye yamanan kesimlerce tartışılmaya/eleştiril-meye bile değer görülmeyerek, bugün misyonu daha açıkça kavranan Taraf gazetesi ağzı ve aracılığıyla ha-karetlerle karşılandığı unutulmuş değil. Bu kesimler çok kısa bir sürede tarihen ve siyaseten yanlışlandık-

ları gibi, sözü edilen tartışma bağlamında bir siyasi hat önerisine de sahip değiller. Hala büyük oranda AKP’ye yönelik iç muhasebe ile meşguller ve bu bağlamda sol tarafından ciddiye alınmaları mümkün değil.

Solun bu kesimler dışında kalan görünür eğilimleri ise; İşçi Partisi adlı nasyonalist eğilimin “sağ Kemaliz-min” yedeğinde askerlere payanda olarak geliştirdiği stratejinin ırkçı/nasyonal sosyalist niteliğini teşhiste ve mahkum etmede -Aydınlık gazetesini ziyaret ettiği an ÖDP’nin düştüğü durum dışında- bir an bile bocalamasa da CHP konusunda kafa karışıklığına devam ederek, birleşik muhalefetin CHP’siz olamaya-cağı önyargısından kurtulamadı. Bu, sadece ve sadece CHP’ye oy veren geniş emekçi kesimlerin varlığı

anlamında doğrudur ve AKP’ye oy veren geniş örgüt-süz yığınlar da, ezilenler ve emekçiler lehinde siyaset önerenleri aynı derecede ilgilendirir.

Cumhuriyetçi muhalefet yok, ÖDP, TKP ve Halkev-leri var

Birbirlerinden önemli farklılıklar taşısalar da, adını-koyarsak, ÖDP-TKP-Halkın Devrimci Yolu, görünür solun en örgütlü ve dinamik kesimini oluşturur ve liberal “sol”dan çok daha fazla HDK içinde bulunma-ları, HDK’nin geliştirdiği muhalefeti büyütür ve ger-çek bir iktidar alternatifine dönüşme yolunda besler. Üçüncü kutup siyasetinin, daha açık deyişle HDK’nin

en büyük açmazı, bu kesimlerle devrimci temel debir muhalefet birliğini kuramamış; bu kesimlerin dostlu-ğunu kazanmakla birlikte, birlikte mücadele bağla-mında siyasal onayını alamamış olmasıdır.Esasen emek hareketi içinde de ittifaklar bu temelde şekillen-mekte, CHP’ye oy veren geniş emekçi kesimler de bu bütünleşmeye sendikal ve siyasal onay vermektedir.

ÖDP ilgi göstermemiş olsa da, bu kesimlerin içinde kısmen süren, Kürt muhalefeti ile cumhuriyetçi mu-halefetin bütünleşmesi olanağının var olup olmadığı tartışmasının ironik yanı, ortada bir “cumhuriyetçi” muhalefetin bulunmamasıdır. Sosyalistler, varsay-dıkları ancak gerçekte karşılığı bulunmayan bir “cumhuriyetçi muhalefet” adına bu tartışmayı ikame ediyorlar. Daha açık deyişle, ne kadar varsa o kadar

diyebileceğimiz düzeyde dahi kendisini AKP kar-şısında konumlandıran, sosyalistlerin umduğu ve adlandırdığı içerikte bir “cumhuriyetçi muhalefet” yok. Varsa “cumhuriyetçi muhalefet”, ÖDP, TKP ve Halkevleri ile benzeri grup, hareket ve eğilimlerden ibarettir.

Sosyal cumhuriyetin programı

CHP içindeki sol eğilimler de, “ulusalcı” tabir edilen medya da, örneğin “ana dilde eğitim hakkı” gibi, yeni bir cumhuriyet programı içinde tartışılması dahi düşünülemeyecek temel konularda bile, ulusların tam hak eşitliğine dayalı yeni bir sosyal cumhuriyet programından fersah fersah uzaktadır. Daha vahimi Sözcü gibi gazetelerle “yandaş olmayan” ana akım gazeteler, şovenizm yarışında, AKP destekçisi med-yayla yarış halindedir. Bu bir zihniyet dünyasının dışa vurumu olduğu kadar, yürütülen tartışmanın tasavvur ettiği siyasal hattın imkansızlığının da

kanıtıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürmesi, defalarca yazdığımız gibi eski cumhuriyetin sosyal bir cumhuriyet lehine aşılması ile mümkündür. Bu olanağı yaratacak olan da mu-hayyel bir “cumhuriyetçi gelenek” değil, açığa çıktığı günden itibaren cumhuriyeti yeniden kurmak üzere onun karşısında konumlanan “devrimci gelenek”tir. AKP’nin tek gerçek alternatifi, enternasyonalist bölü-ğü HDK’de buluşan ve ÖDP, TKP ve Halkın Devrimci Yolu’nun da bir parçası olduğunu umduğumuz bu büyük devrimci geleneğin Türkiyeli tüm emekçiler ve ezilenleri, ulusların tam hak eşitliğine dayalı sosyal bir cumhuriyet programı etrafında bütünleştirebilme-sinde gizlidir.

Sosyal cumhuriyet programında buluşmak… Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürmesi eski cumhuriyetin sosyal bir cumhuriyet lehine aşılması ile mümkündür. Bu olanağı yaratacak olan da, enternasyonalist bölüğü HDK’de buluşan ve ÖDP, TKP ve Halkın Devrimci Yolu’nun da bir parçası olduğunu umduğumuz “devrimci gelenek”tir.

Mustafa Çeçen

Birbirlerinden önemli farklılıklar taşısalar da, ÖDP-TKP-Halkın Devrimci Yolu’nun HDK içinde bulunmaları, HDK’nin geliştirdiği muhalefeti, liberal “sol”dan çok daha fazla büyütür ve gerçek bir iktidar alternatifine dönüşme yolunda besler.

Politika

Page 11: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 11Si asety

Parti içi muhalefetin onca çabasına rağmen yerinden kıpırdamayan Baykal’ın, ka-

set skandalı sonrasında başkanlıktan ayrılması ve yerine genel sekreter Sav’ın uygun gördüğü Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçmesinden bu yana neredeyse 3 yıl, Kılıçdaroğlu’nun kendisini o koltuğa oturtan Ön-der Sav ve ekibini tasfiyesinden bu yana da 2 yıl geçti.

Partinin kendi iç dinamikleriyle değil de bir komp-loyla, bu kadar şeyin bir çırpıda değişmesini, CHP’nin totaliter bir anlayışla yönetilmesinden başka türlü izah edemeyiz elbette. Kılıçdaroğlu parti içinde ekibini kurup, kendini güvende hissettikten sonra tüzük kurultayı ile daha demokratik bir CHP vaat ettiyse de bunun kolay gerçekleşemeyeceğinin herkes farkındaydı. Düzen savunuculuğunda pro-faşist

eğilimleri içinde barındıran, Cumhuriyetin kuru-cu ideolojisinin bütün yönelimlerini belirlediği bir partinin ciddi bir kopuş yaşamadan “demokratik” bir işleyişe kavuşamayacağı çok açıktı.

12 Haziran seçimlerine Kılıçdaroğlu liderliğinde gi-ren “Yeni CHP” AKP’nin “ileri demokrasi” şarlatan-lığıyla ve “statükoyu değiştiriyorum, askeri vesayete karşı mücadele ediyorum” yalanlarıyla başa çıkamadı. Devletin kurucu partisi olmakla övünen CHP’ye , “kuruculuğun” bütün günahlarını yıkan Erdoğan, ezilenlerin talepleri karşısında devleti koruma içgü-düsüyle davranmaya devam eden CHP’yi “darbecilik-le” yaftalamaktan da çekinmedi. Eh, bunda da haksız sayılmazdı. Ergenekon’un avukatlığına daha başından soyunan CHP, demokrasi ve insan hakları konusunda kaybetmiş sayılırdı.

“Yeni CHP”nin kararsızlığı

“Yeni CHP”, ülkenin en temel sorunlarına ilişkin net, anlaşılır, çözüme dayalı hiçbir öneri getiremedi. Sorunların anası olan Kürt meselesinde ne dediği bile belli değil. Diyarbakır Baro Eski Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun Genel Başkan Yardımcılığı görevi ise tam anlamıyla göstermelik. CHP, AKP’nin sahte“ileri demokrasi” söylemi karşısında susuyor. “12 Eylül ge-nerallerinin hesabını biz sorarız” diyemedi. AKP’nin Kürt sorunu karşısındaki oyalamacı ve gözbağcı tutumlarını boşa çıkartamadı. “Evet böyle bir sorun

vardır ve biz çözeriz” diyemedi. CHP, Kürt sorununu hala bölgenin iktisadi ve sosyal olarak geri bıraktı-rılmış olduğu savıyla açıklıyor. Bölgedeki işsizlik ve yoksullukla mücadele edilince bu sorunun ortadan kalkacağını sanıyor.

Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha şimdiden karşı karşıya gelecekleri belli olan Erdoğan ve Gül arasında tercihte bulunacağını beyan etti. AKP’nin yaklaşan yerel seçimler öncesi içinde bulun-duğu sıkışıklıktan kurtulmak için yeni bir manevra olarak başlattığı İmralı ile görüşmeler karşısında “AKP’ye yeniden kredi açtık” diyebildi. Çünkü CHP içinde var olan farklılık, birbirinin önünü kesen bir farklılıktır. Unutmayalım ki, 12 Haziran milletvekili seçimlerinde Demirel-Cindoruk ikilisiyle işbirliği yapan bir CHP’den söz ediyoruz.

Bedel ödemeyi göze almak

AKP koalisyonunun 10 yılı aşan iktidarı ile yeni bir yola girildiğini, “eski rejim”in yerine gelen “yeni reji-min” de henüz tam yerine oturmadığını ve netleşme-diğini gören bir kesim de yok değil CHP’de. Dolayı-

sıyla yüzü eskiye dönük, kaybettiği mevzileri bir gün yeniden kazanabileceği umuduyla oyalanan statükocu kanattan kurtulma, ileriye hamle yaparak geleceği kazanma ve “yeni rejimin” sol kanadını oluşturma arzusunda olan ciddi bir eğilimden de söz edebiliriz. Bu eğilim, mevcut haliyle CHP’nin AKP’ye ciddi bir seçenek olamayacağını elbette görüyor. Ama ne yazık ki üzerinde durdukları pro-faşist zemini bırakma, dünyada ve bölgede değişen yeni güç dengelerini anlama konusunda kararlı davranamıyor. Çünkü bu, partide yeni bir bölünme demektir. Ama burjuva politikası da olsa geleceği kazanmak ve ileriye doğru hamle yapmak, bedel ödemeyi zorunlu kılıyor. Yeni anayasa hazırlık sürecinde kendisine “sosyal demok-rat” diyen CHP’nin çağdaş demokrasinin gereklerini savunan bir hat izlemesi kendisinden beklenen bir tutum olurdu. Ne var ki dokusuna sinmiş olan Kürt sorunundaki ilkel milliyetçi yaklaşım, onun elini ko-lunu bağlıyor. İşçi mücadelesi içinden gelmiş, sosyal haklar konusunda duyarlı kimi milletvekillerinin hamleleri ise CHP’nin geleneksel devletçi, Kemalist , statükocu kalıplarının dışına çıkamıyor.

CHP, neo-liberal politikalar karşısında gittikçe dire-nişini artıran toplumsal muhalefete kulağını vermez, sokağa aldırış etmez ve kitlelerin meşru ve sahici taleplerinin savunucusu olmaz ise AKP’nin dümen suyunda “muhalefet” etmeye devam edecektir. Tersi ise bölünmeyi de göze alan ciddi “yenilenmedir”. Bu-nun göze alınamadığı yerde eski söylemlerin “yeni” gibi yutturulmasının ise pek alıcısının olmayacağı aşikardır…

CHP Nereye ?“Yeni CHP”, ülkenin en temel sorunlarına ilişkin net, anlaşılır, çözüme dayalı hiçbir öneri getiremedi. Sorunların anası olan Kürt meselesinde ne dediği bile belli değil. CHP, AKP’nin sahte“ileri demokrasi” söylemi karşısında susuyor. “12 Eylül generallerinin hesabını biz sorarız” diyemedi. AKP’nin Kürt sorunu karşısındaki oyalamacı ve gözbağcı tutumlarını boşa çıkartamadı.

KadirAkın

CHP’de, yüzü eskiye dönük statükocu kanattan kurtulma, ileriye hamle ya-parak geleceği kazanma ve “yeni rejimin” sol kanadını oluşturma arzusunda olan ciddi bir eğilimden de söz edebiliriz. Ama bu eğilim, ne yazık ki üzerinde durdukları pro-faşist zemini bırakma, dünyada ve bölgede değişen yeni güç dengelerini anlama konusunda kararlı davranamıyor.

Politika

Page 12: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 112 Si asety

Sistemin ötekileştirdiği topluluklara dayattığı yalnızlığın kırılması ve her türlü zorbalık, sömürü ve tahakkümden arındırılmış bir dünyanın yaratılması için ise tek yol birlikte mücadele etmektir. 19 Ocak’ta kardeşlik ve dayanışma için bir araya gelirken, bunu 20 Ocak’lara da taşımanın yollarını yaratmalıyız.

“19 Ocak’ta ne olmuştu?’’ sorusu/sloganı; 19 Ocak tarihine vurgu yaparak hem bu tarihi zihnimize kazımakta hem de bu tarih üzerin-

den, Hrant Dink’i ölüme götüren süreci ve öldürüldükten sonraki yargılamayı hatırlatmaktadır.

Hrant Dink’in karakteri, hayatı ve fikirleri ayrıca öldürül-mesi ve öldürülme şekli, toplumun farklı kesimlerinden onbinlerce kişiyi cenazesinde buluşturmuştur. Son 6 yılda ise her 19 Ocak farklı kesimlerinin birbirleriyle dayanış-tığı bir kardeşlik gününe dönüşmüştür. Öte yandan 19 Ocak’larda gösterilen dayanışma ne yazık ki 20 Ocak’larda yerini toplumsal hafızanın yitimine ve duyarsızlığa bırak-

mıştır. Hrant Dink’in devam eden cinayet davası süre-cinde ısrarlı bir kalabalığın çabasına rağmen bu kalabalık sönümlenmiş ve toplumsal duyarlılık birçok davada olduğu gibi bu davada da azalmıştır. Ülkede azmettiricisinin devlet olduğu birçok cinayet ve zorbalık karşısındaki tutum alışlar, toplumsal muhalefetin desteğini yeterince kazanamamış ve dayanışma kültürünü yaratamamıştır. Hrant’ın katline giden yolda büyük vebali olan eski Yargıtay üyesi Nihat Ömeroğlu, işte bu yüzden halk adına “baş denetçi” (om-budsman) olabilmiştir.

Geçmişten günümüze doğru bakınca Cumhuriyet tarihi boyunca her iktidar döneminde Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, Kürt hareketinin toplumsallaşması ile de Kürtler, mezhep farklılığı nedeniyle Aleviler en çok nefret söylemi-ne maruz kalan topluluklar olmuşlardır. Türk, Müslüman, Sünni ayrıca erkek ve heteroseksüel olmayanlara karşı

üretilen bu nefret söyleminin kaçınılmaz sonucu ise nefret suçları olmaktadır.

Önce “Benim ülkem sana dar gelir, sen Erivan’a git’’, “Sonun darağacı”, “Ermeni ajanı” diye tehdit edilen; sonra ise İçişle-ri Bakanı’nın ‘’intikamını alacağız’’ temalı ırkçı konuşmalar yaptığı Hocalı eyleminin ardından bahçesine “Ermeni yalanına sessiz kalma!” yazılı bir şapka atılan hayvan hak-ları aktivisti Eva Aksoy’un açtığı davalar ya 3. Yargı paketi nedeniyle rafa kalktı ya da hiç soruşturulmadı.

Ermeni olduğu için bindiği taksinin sürücüsünden şiddet gören bir kadın ve yine Ermeni olduğu için hakaretlere ve tehditlere maruz kalan ve ülkeyi terk etmek zorunda kalan

Marmarisli bir kadın esnafın içine düştükleri durumlar, toplumsal dayanışmayı hareketlendirmek bir kenara dur-sun medyada “haber değeri’’ bile taşımıyordu.

Kışlalarda ise insan anatomisine aykırı biçimlerde “intihar” eden Kürt gençleri ve Ermeni Soykırımının 96. yıl dönümü olan 24 Nisan 2011’de, zorunlu askerliğini yaptığı sırada ar-kadaşı tarafından “şakalaşırken’’, “kazara” öldürülen Sevag Balıkçı bu nefret suçlarının en görünür kurbanlarıdır.

Devletin ideolojik aygıtları tarafından sürekli pompala-nan bu ırkçı-şoven-cinsiyetçi söylem, Alevi ve Ezidilerin inançlarını aşağılamakta, LGBT bireyleri sapkın, ahlaksız ilan edip katledilmelerini meşrulaştırmaktadır. Şerzan Kurt’un katili serbest bırakılırken, sırf poşu taktığı ve Kürt olduğu için Cihan Kırmızıgül 2 yıl tutuklu yargılanmıştır. Kadınlar kuluçka makinesi ilan edilip kürtaj yasaklanırken, Roboski katliamının sorumluları bir türlü açığa çıkarılıp yargılanmamaktadır. Alevilerin evlerinin işaretlenmesine AKP “münferit” derken, İstanbul Üniversitesi’nde ülkücüler “Yaktık yine yakarız” pankartı açmıştır!

Devlet bu suçların faillerini korumak ve semirtmek için tüm imkânlarını seferber etmekte, gücünü devletten alan faşistler ise bu toprakların “ötekilerine” saldırmaktan hiç çekinmemektedir. Öte yandan toplumsal muhalefet güçleri hükümetin bin bir türlü baskısıyla uğraşmakta ve 1980 son-rası daralan muhalefet, toplumsal duyarlılığı yaratamamak-tadır. Ülkedeki tüm ezilenlerin kendi dertlerine düştüğü ve birbirleriyle dayanışma kültürünün olmadığı bir toplumda tüm bu zorbalıklara maruz bırakılanlara kalan tek şey ise yalnızlıktır!

Sistemin dayattığı bu yalnızlığın kırılması ve her türlü zorbalık, sömürü ve tahakkümden arındırılmış bir dünya-nın yaratılması için ise tek yol birlikte mücadele etmektir. 19 Ocak’ta kardeşlik ve dayanışma için bir araya gelirken, bunu 20 Ocak’lara da taşımanın yollarını yaratmalıyız.

*Nor Zartong (Yeni Doğuş - Ermeni Topluluğu)

20 Ocak’ta neler oluyor? RoboskiUnutulmadı

SayatTekir*

Ülkede azmettiricisinin devlet olduğu birçok cinayet ve zorbalık karşısındaki tutum alışlar, toplumsal muhalefetin desteğini yeterince kazanamamıştır.Hrant’ın katline giden yolda büyük vebali olan eski Yargıtay üyesi Nihat Ömeroğlu, işte bu yüzden halk adına “baş denetçi” (ombudsman) olabilmiştir.

Roboskî katliamı 1. yıldönümünde Türkiye ve Kürdistan illerinde ve üniver-sitelerde yapılan etkinlik ve eylemlerle anıldı.

Katliamdan 1 yıl sonra Roboski’de düzenlenen anma etkinliklerine yöre halkının ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerin-den duyarlı kesimlerin gerçekleştirdiği katılım, sorumlulardan hesap sorulun-caya dek toplumsal duyarlılığın canlı kalacağının en önemli örneği oldu.

Diğer bölgelerde yapılan anmalarda da katliam bir kez daha lanetlenerek, Roboskî’nin unutturulmayacağı ve faille-rinden hesap sorulacağı vurgusu yapıldı.

Kimi anmalarda ise polis engeliyle karşı karşıya kalındı. Cizre’de yapılan anma-ya polis müdahalesi gerçekleşirken 11 yaşındaki bir çocuk saldırıdan ötürü ağır bir şekilde yaralandı. Bir diğer saldırı Yüksekova’daki anmaya gerçekleşti. Karabük’te faşistler bu şehirdeki anma eylemine saldırı düzenledi. Kocaeli Üniversitesi’nde ise faşistler katliama iliş-kin bildiri dağıtan öğrencilere saldırıldı. İstanbul’da Laleli’den Beyazıt’a yürüyüş yapmak isteyen üniversite öğrencilerine 2 defa polis barikatı kuruldu. Öğrenciler barikatları aşarak eylemlerini gerçekleş-tirdiler. 28 Aralık’ta Roboskî’ye yapılan ziyaretler de tüm engellemelere rağmen gerçekleştirildi. Kocaeli’nde Emek ve De-mokrasi Platformu’nun gerçekleştirdiği yürüyüş polisler tarafından engellendi.

İstanbul

İstanbul’da 28 Aralık günü yerellerde ve merkezde anmalar gerçekleşti. Yapılan anmalara sanatçıların katılımı ve insan hakları aktivistlerinin ilgisi dikkat çekti. 29 Aralık günü ise HDK’nin çağrısıyla Şişli Camii’nden AKP Şişli İlçe Binasına yürüyüş düzenlendi. Yürüyüş sonrasında AKP İlçe Binasına siyah çelenk bırakıldı. Yapılan eyleme ÖDP, Halkevleri, TKP-1920, Mücadele Birliği de destek verdi. Basın açıklaması sonrası Roboskî ziyareti izlenimlerini aktaran HDK İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, Roboskî’de zamanın 28 Aralık 2011’de durduğunu ifade etti.

Politika

Page 13: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 13Si asety

Kardeşinizi ve pek çok yakınınızı kaybettiğiniz Roboski katliamının

üzerinden bir sene geçti. Bu sürede neler değişti, neler yaşandı? İnsanların ruh hali nasıl? Köy içinde yaşananlarla ilgili biraz bilgi verebilir misiniz?

İnsanlar katliamın verdiği etkiden dolayı geçici hafıza kayıpları yaşıyor zaman zaman. Geceleri uykudan aniden uyanıp bağırmalar, sürekli siyah giymeler, ço-cukların okula gitmek istememeleri, bir daha gülmek istememeleri! Bunlarla karşılaştı köy. Devletten ya da farklı yerlerden bunların tedavisini sağlayacak bir durum gelişti mi? Hayır. Gelişmedi maalesef! Tam tersine devlet bu insanlara, bizlere hakaret ederek bu travmayı daha da derinleştirdi. Bir yılda köy bu şekilde değişti, pozitif anlamda değişen bir şey gör-müyoruz.

Eylemlere müdahaleler, tutuklamalar... Dava süreç-leri ne durumda?

Davalar sonuçlanmadı maalesef, hatta esas dava açılmadı bile, soruşturma devam ediyor sözde. Soruş-turma üzerinde gizlilik kararı var. Gizlilik kararının kaldırılması ve davanın bir an önce açılması için beşinci ayda savcılığa avukatlar aracılığıyla aileler tarafından dilekçe verildi. Yakın zamanda avukatla-rımız bu dilekçenin sonucunu istediler ve dilekçenin dosyada olmadığını, kaybolduğunu öğrendiler. Bir yıldır biz davanın açılmasını bekliyoruz. Başbakan bu katliamın üzerini örtmeye uğraşıyor; davanın hangi sonuca bağlanması gerektiğini geçen gün NTV ve Star’ın ortak yayınında açık bir şekilde dile getirdi. Üzerinden bir yıl geçmiş, daha 34 kişinin sivil olup olmadığı tartışmasını yaşıyoruz. Bu bilinçli ve planlı bir söylemdir. Eğer dava açılırsa şunu yapacaklar; devletin özür dilememesi için onların terörist ilan edilmesi gerektiğini söyleyecekler. Yargıya bu şekilde müdahale edilmeye çalışılıyor.

Ana akım medya katliamı uzun süre görmezden gelmişti. Daha sonra medyanın tutumunda her-hangi bir değişiklik oldu mu?

Hayır kesinlikle medya, olayın başından beri Roboskî ailelerine karşı, Kürt halkına karşı aynı tutumu sergi-lemektedir. Katliam olduktan sonra 14 saate yakın bir zaman diliminde her şey ortadayken medya göre-medi, haber muhalif medyada yer alırken maalesef merkez medya görmezden geldi. Gösterdiklerinde de katliamı tamamen sayısal verilere dayandırarak haber yapmaya çalıştılar. Roboskî’de asker minibüsü devril-

di, hayatını kaybedenler oldu. Bunu da bir ajitasyona dönüştürdüler, tamamen kendi lehlerine çevirerek haber yaptılar. Mesela gelen o askerlerin Ahmet Türk için, oraya gelebilecek heyetleri korumak için gittikle-rini söylediler, oysa alakası yok. Askerler köye dönüş yaparken Ahmet Türk daha Cizre’ye varamamıştı bile. Böylesi gerçek dışı tavırlar sergileniyor. Son olarak dün Akşam gazetesi “Uludere devletle barıştı” gibi bir manşet attı. Tamamen iftiralarla karşı karşıyayız. Bugün de tekrar o manşetini sürdürdü; bizzat bana, aileme hakaretlerde bulunarak, ailemi hedef göstere-rek bir haber yaptı.

Resmi söylemle “kaçakçılık” denilen sınır ticaretin-den bölgedeki karakolların ve birliklerin haberdar

olduğu biliniyor. Askerin tutumu değişti mi bu olaydan sonra; daha engelleyici oldu mu veya köy-lüye karşı daha tepkili oldu mu?

Şu anda bile onların tabiriyle “kaçakçılık”, yani sınır ticareti devam ediyor. Bunu engellemek için bir çaba içerisinde değiller. Ama hem asker, hem de yerel yöneticiler bizzat burada çocuklarını kaybeden aileler üzerinde çok büyük bir baskı oluşturmaya çalışıyor-lar. Zaman zaman bildiğiniz üzere, medyaya yansıdığı üzere, aileleri ölümle tehdit ederek ya da “Bu bir ka-

zadır, devlet yaptı, siz ne yapabilirsiniz, devlete karşı mı geleceksiniz?” söylemleriyle bunu açık bir şekilde ortaya koyuyorlar.

Hükümet ailelere “kan parası” gibi tazminat ver-mek istedi. Son durum nedir tazminatlarda?

Biz katliamın olduğu günden beri tavrımızı orta-ya koyduk. Bizim çocuklarımız, bizim canlarımız parayla satın alınmayacak, onların canlarına değer biçilmeyecek dedik. Biz faillerimizi istiyoruz. Bu failler ortaya çıkmadığı sürece biz bu tazminatı kabul etmeyeceğiz. Rakamla hiçbir alakası yoktur. Biz kül-türümüzde, yöresel adetlerimizde neyse onu uygu-lamaya çalışıyoruz. Biz insan olarak, vicdan ve etik anlayışıyla bu tazminatı kabul etmedik. 23 bin lira ya

da 123 bin lira; 1 milyon dolar yapsınlar 100 milyon dolar yapsınlar yine de biz bu tavrımızı sergileyece-ğiz. Çünkü biliyoruz ki eğer o parayı alırsak katliamın üzeri bir nevi de olsa örtülecek.

Bu kadar kötü bir tablo varken ortada, umudunuzu canlı tutan nedir?

Açıkçası devletten herhangi bir şey beklemiyoruz. Devletten yana bir umudumuz yoktur ama toplumsal tepkiyi oluşturmak açısından, toplumun daha bilinçli hale getirilmesi açısından bir adalet mücadelesi veriyoruz. Aslında, nasıl desem, nasıl tanımlasam devleti... Biz bir taş duvara sesleniyoruz, taş duvarın bize ne kadar cevap vermesini bekliyorsak devletten de aynı şekilde bekliyoruz. Ama o taş duvarın etrafın-daki tüm canlı varlıkların o duvarı yıkabilmesi için bu adalet mücadelemizi sürdürmemiz gerekiyor.

“Tazminat değil adalet istiyoruz”Açıkçası devletten herhangi bir şey beklemiyoruz. Devletten yana bir umudumuz yoktur ama toplumsal tepkiyi oluşturmak açı-sından, toplumun daha bilinçli hale getirilmesi açısından bir adalet mücadelesi veriyoruz.

Röportajı Yapan: Irmak Ece Nişli

Biz failler ortaya çıkmadığı sürece biz bu tazminatı kabul etmeyeceğiz. Ra-kamla hiçbir alakası yoktur. Çünkü biliyoruz ki eğer o parayı alırsak katliamın üzeri bir nevi de olsa örtülecek.

Roboski Katliamı üzerine BDP Parti Meclisi üyesi FERHAT ENCÜ ile yaptığımız röportaj:

Politika

Page 14: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 114 Si asety

Sorsanız “etle tırnak gibiyiz”. Yok hiç birbirimizden farkımız. Kardeş gibi yaşayıp gidiyoruz. Muhab-

bet biraz daha derinleşirse şayet, “benim bir Alevi komşum vardı”, “Askerde iki alevi arkadaşım var-dı” hikâyelerini de bol bol dinleyebilirsiniz. Devlet erkânıysa çok sever “Alevi vatandaşlarımız”, “Alevi kardeşlerimiz” hitabetini. Tıpkı “Kürt kardeşlerimiz”i sevdikleri gibi…

Peki, sahiden de Aleviler bu ülkenin eşit vatandaş-ları gibi mi yaşıyorlar? Egemen inanç olan İslam’ın Sünni yorumuna inananlarla aynı haklara sahipler mi? İnançlarını, ibadetlerini özgürce, hiçbir baskı ve asimilasyon tehdidi hissetmeden yaşayabiliyorlar mı? Yaşamın her alanında hiçbir kaygı duymadan kimliklerini ifade edip gereğini yerine getirebiliyorlar mı? Devlet, yasalar, eğitim, kamusal hizmet, vb. gibi alanlarda hiçbir ayrımcılığa tabi kalmadan eşit mua-mele görüyorlar mı?

Birazcık gözlem, analiz ve muhakeme yeteneği olan, az biraz da vicdanı olan hiç kimse bu sorulara olumlu yanıt veremez.

Yüzlerce yıldır süren imha, inkâr ve asimilasyon politikaları yeni biçimler altında bugün de kendini devam ettirmekte.

İnkar bitti mi?

Sadece 2012 yılında Alevilerin maruz kaldıkları olaylara göz atmak bile gerçeği tüm soğukluğuyla orta yere koymakta.

Adıyaman, Gaziantep, Erzincan, Malatya, Mersin ve İstanbul Kartal, Okmeydanı, Güzeltepe’de Alevilerin evleri işaretlendi. İşaretleyenler cezalandırılmadığı gibi devlet yetkililerinden gelen açıklamalar Aleviler-le dalga geçer nitelikteydi. İdris Naim Şahin işaretle-meleri bilgisayar oyunundan etkilenen çocukların yap-tığından, su kanalizasyonu işinde çalışanların yaptığına kadar varan deli saçması sözler edebildi.

Cezaevlerinde Sünni tutsak-lar imamla görüştürülürken, Alevi bir tutsağın Dede’yle görüşme talebi Diyanetten görüş alınarak reddedildi.

Madımak katliamının kaçak sanıkları “zaman aşımı” gerekçe gösterilerek “kurtarıldı”. Üstelik bir türlü “yakalanamayan” sanıklardan bir tanesi (Cafer Erçak-mak) yıllardır yaşadığı, karakolun hemen yanındaki evinde yaşamını yitirdi; kırmızı bültenle aranan diğer bir sanık ise (Vahit Kaynar) Polonya’da yakalandıktan sonra sırra kadem bastı!

Malatya Sürgü’de Ramazan’da oruç tutmayan Alevi bir aile linç edilmek istendi. Yetmezmiş gibi savcı kendisini savunan aileye ceza istedi.

Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri (PSAKD) birçok yerde saldırıya uğradı.

Eğitim sistemindeki 4+4+4 değişikliğiyle birlikte zorunlu din dersi zulmüne bir de İmam Hatip’leşen okullar ve “seçmeli” asimilasyon dersleri eklendi. Buna karşı çıkan Alevi aileler büyük bir “mahalle baskısı”nın yanı sıra, Ankara Altındağ’da silahlı saldı-rıya dahi uğradılar.

Daha birçok örneğini verebileceğimiz ayrımcı politika ve uygulamalara devletin yasama ve yürüt-mesinin merkezinden, TBMM’den bir örnekle son verelim. CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Alevi-lerin de kendi ibadetlerini yapabilmesi için Meclis’te Cemevi açılması talebi Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) fetvasıyla ret edildi. Ret kararının mahkemeye taşınması üzerine TBMM’nin yaptığı savunma resmi

ideolojinin Aleviliğe bakışını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Savunmada “DİB’nın sadece Sünni-Hanefi İslam inancına değil bütün İslam inancına hizmet et-tiğini, Aleviliğin müstakil bir din olmadığı ve İslam’ın bir yorumu olduğu, İslam’ın tek bir ibadethanesinin bulunduğu bunun da cami-mescit olduğu, Alevilerin ibadetini camide yaptığını bu nedenle de Hacı Bektaş Veli külliyesinde cami bulunduğunu, cemevi diye bir ibadethane olmadığı, Alevilerin de ibadethanesinin cami olduğu” vurgulanıyor. Yüzyıllardır süregelen inkar ve asimilasyon zihniyetinin TBMM ağzıyla ifade edilmesinden başka bir şey olmayan bu savun-ma yukarıda bahsettiğimiz olumsuz örneklerin sırtını nereye dayadığını açıkça ortaya koyuyor.

Bu devletin başbakanı “Cemevi cümbüş evidir” derken, Suriye’ye dönük düşmanca politikalarının içerisine her fırsatta Alevi-Nusayrilere dönük nefret söylemini katarken Alevilerin başka türlü bir haya-tı yaşayabileceğini düşünmek saflık olurdu zaten. AKP’yle birlikte artan inkar ve asimilasyon politika-larının hız kesmeden devam edeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Bu onların ideolojik mayalarının doğal sonucu.

Kurtuluşun yolu

Madalyonun diğer yüzünde ise bizzat Alevilerin kendileri var. Aleviliğe dönük inkar ve asimilasyon politikaları biraz da Alevilerin örgütsüz, parçalı ve

kararsız duruşlarından arka bulmakta. Göz göre göre yapılanlar karşısında sessiz kalındıkça, tepkiler cılız ve örgütsüz kaldıkça ayrımcılık ve yok sayma devam edecektir.

AKP Hükümetinin ve asıl olarak devletin kimliklere,

kültürlere, inançlara yönelik yürüttüğü tekleştirme, yani Türkleştirme ve sünnileştirme politikalarına kar-şı tek çaremiz çok-kültürlü, çok-kimlikli, çok-inançlı çoğulcu bir hayatı yaşayabileceğimiz özgür, eşit, adil bir ülke için hep birlikte mücadele etmektir.

Özgürlüğün ve eşitliğin yolu ise kültür ve kimlik mücadelelerimizi emekçilerin kurtuluş mücadelesiyle birleştirmekten geçiyor. Bu coğrafyanın tüm ezilen-leri ve emekçileri, yani Alevileri, Kürtleri, Arapları, Türkleri, Çerkezleri, Lazları, kadınları, lgbt’leri, gençleri ve bilcümle emekçileri inkar, asimilasyon, tahakküm, savaş ve sömürü politikalarına hep birlikte karşı koymak zorundayız. Hepimiz çok iyi bilmeliyiz ki, birlikte mücadeleden başka çaremiz yok!

Aleviler: Üvey vatandaşlar

TuncayYılmaz

AKP Hükümetinin ve asıl olarak devletin kimliklere, kültürlere, inançlara yönelik yürüttüğü tekleştirme, yani Türkleştirme ve Sünnileştirme politikalarına karşı tek çaremiz çok-kültürlü, çok-kimlikli, çok-inançlı çoğulcu bir hayatı yaşayabileceğimiz

özgür, eşit, adil bir ülke için hep birlikte mücadele etmektir.

Özgürlüğün ve eşitliğin yolu kültür ve kimlik mücadelelerimizi emekçilerin kurtuluş mücadelesiyle birleştirmekten geçiyor. Bu coğrafyanın tüm ezilenleri ve emekçileri, yani Alevileri, Kürtleri, Arapları, Türkleri, Çerkezleri, Lazları, kadınları, lgbt’leri, gençleri ve bilcümle emekçileri inkar, asimilasyon, tahak-küm, savaş ve sömürü politikalarına hep birlikte karşı koymak zorundayız.

Politika

Page 15: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 15Si asety

Sosyolog Pınar Selek’in 3 kez beraat ettiği, yaklaşık 15 yıldır süren davası yine ertelendi.

Mısır Çarşısı’ndaki patlama gerekçesiyle Pınar Selek’e açılan ve 15 yıldır süren dava bir kez daha ertelendi. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, daha önce Selek hakkında üç kere beraat kararı vermişti. Mahkeme, Yargıtay’ın bozma kararı üzerine, beraat yönündeki direnme kararından vazgeçtiğini açıkla-mıştı. Tepki toplayan bu karardan sonraki ilk duruş-ma 13 Aralık’ta yapıldı ve dava 24 Ocak’a ertelendi. Duruşma öncesi aralarında sanatçılar, Avrupa İnsan Hakları Federasyonu’na bağlı avukatlar, siyasi parti ve demokratik kuruluşların temsilcilerinin bulundu-ğu kalabalık bir grup Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi önünde eylem yaptı.

Araştırmalar patlamanın bir tüp patlamasından kaynaklandığını ve olayın bir kaza olduğunu kanıt-lamasına rağmen, Pınar Selek hala Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamadan dolayı yargılanıyor. Defalarca beraat eden Pınar Selek, yıllar içinde tekrar tekrar hakim karşısına çıktı. Davanın ilerleme biçimi, sürecin politik olarak nasıl yönlendirildiğini gösteriyor aslında.

Pınar Selek bu duruşmanın ardından duy-gularını şöyle ifade etti:

“Konuşmakta, aynı şeyleri tekrarlamakta zorlanıyorum ama bıksam da, yorulsam da, söyleyeceğim: 22 Kasım gününden beri korkunç gelişmeler oluyor. En kaba ve en incelikli yöntemler birlikte ortaya seriliyor. Karşımızda kararlı bir yapı var. Beni ve benim gibi insanları düşman gibi gören, ezmek isteyen bir mekanizmayla karşı kar-şıyayız. Ve bu mekanizma kararını vermiş. 13 Aralık’taki erteleme kararı, sadece cürüm gününü erteliyor. Yani fatura kesilmiş, bunu söylüyorlar, sadece ödeme tarihini bir ay ertelediler. Dün kararı öğrenip duruşma tutanağını okuyunca, bu filmin burada bit-mediğini açıkça gördüm. Hissediyorum, her türlü hukuksuzluğu deneyecekler. … Ama dün ağladım... Avukatlarımın, dostlarımın, değdiğim ya da değmediğim pek çok insa-nın adalet için nasıl kenetlendiğini gördüm. Onlardan gelen mesajlar aynı şeyi söylüyor-du... Rahatlamayacağız, ölmeyeceğiz.”

Pınar Selek’e yapılan işkence daha ne kadar sürecek?FatoşOsmanağaoğlu

Ama acılara alışılmaz Birşeyler var değişecek Birşeyler var değiştirme-miz gereken Önce acılardan başla-

nacak Türkiye egemenlerinin katliamlar tarihinin bir kilometre taşıdır Maraş Katliamı. 1978 yılının 19 Aralık’ında MHP’li sivil faşistlerin devletin desteğiyle sistemli bir şekilde başlattığı katliam hazırlıkları, daha sonra 21 Aralık’ta iki TÖB-DER üyesi öğretmenin öldürülmesiyle hızlandırılır. Ve 24 Aralık’ta büyük kıyım başlatılır. Sonuç, sivil faşistlerin devleti de arkalarına alarak gerçekleştirdiği bir katliam; yıkılan, yakılan evler, kundaktaki bebekten ihtiyarlara, hamile kadınlara kadar hepsi Alevi ve solcu yüzlerce insanın vahşice öldürülüşüdür. Katliamda, resmi rakamla-ra göre 111 kişi öldürülmüş, 280 ev ve işyeri tahrip edilmiştir.

Maraş Alevi Katliamı’nın amacı, 1970’lerin sonuna doğru milyonlara ulaşan devrimci hareketin yükseli-şini durdurmak, Sol ile ittifak halindeki Alevi halkın sindirilmesi ve darbe koşullarının yaratılmasıydı. Ordu ve polis katliam sırasında hiçbir müdahalede bulunmazken, katliam 13 ilde sıkıyönetim ilanına gerekçe yapıldı. Sıkıyönetim uygulaması da 12 Eylül 1980 askeri darbesine zemin hazırladı.

Aradan 34 yıl geçti. Bugün gelinen süreçte, çetelerle, Ergenekon’la, darbecilerle, Türkiye’nin karanlık tari-hiyle hesaplaşacağını iddia eden bir parti iktidarda. Fakat namlunun hala daha halka doğru tutulduğu ve

aslında devlet geleneğinde hiçbir şeyin değişmediğini açıkça görmekteyiz.

Öyle ki Maraş katliamının 34. yılında, halkının acılarını lanetleme çabasına müsaade etmeyen devlet, fiilen katliamın üstünü örtmektedir. Maraş Katliamını 34. yıldönümünde yerinde lanetlemek üzere mem-leketin çeşitli kentlerinden Maraş’a gitmek isteyen vatandaşların otobüsleri, şehirlerinden yola çıkmadan engellendi. Bir şekilde yola çıkan otobüsler ise daha Maraş’a girmeden durduruldu. İnsanlar Maraş’a so-kulmadı. 1978’de katliama göz yuman devlet, burada biriken halka polisiyle, aske-riyle, silahları ve gazlarıyla saldırdı.

Bir halk yaşadığı acıları, bir daha yaşanmasın diye anmak istediğin-de, devlet neden buna engel olur? Neden katliam-dan zarar gören halka bir de anma yapmak istedi-ği için saldırır? İşte tam da bu noktada engel

olunmaya çalışılan başka bir durumun varlığı söz konusudur. Çünkü AKP’nin yönetimindeki devlet, Maraş Katliamıyla yüzleşmek istememektedir. Birçok şehirden yola çıkan insanların hep birlikte Maraş’ta buluşup demokratik bir tepkiyi örgütlü bir şekilde ortaya koymasından çekinmektedir.

İşte bu yüzden bir halkın acılarını, sorunlarını, dert-lerini, hep birlikte, örgütlü bir şekilde dile getirmesin-den kazanılacak çok şey vardır. Hele devlet bu denli engel oluyorsa kesinlikle kazanılacak bir şeyler vardır.

Maraş katliamının hesabını soracağız

HüseyinGümüş

Maraş katliamının 34. yılında, halkının acılarını lanetleme çabasına müsaade etmeyen devlet, fiilen katliamın üstünü örtmektedir.

Politika

Page 16: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 116 Si asety

2013 Merkezi Yönetim Bütçesi’ne iliş-kin dikkat çeken ilk nokta hükümetin iktisadi öngörülerindeki tutarsızlığı.

Örneğin 2012–2014 Orta Vadeli Planı’nda (OVP) 2012 yılı için büyüme hızı yüzde 4 hedeflenmişken, 2013–2015 OVP’de bu rakam yüzde 3,2’ye, faiz dışı fazla ise (yüzde 2’den) yüzde 1,1’e düşürülüyor. Öte yandan bütçe açığı ilk planda yüzde -1,5 olarak he-deflenmişken, ikinci planda yüzde -2,3’e yükseltiliyor. Enflasyon ise, yüzde 5,2’den yüzde 7,4’e yükseltiliyor. Bu rakamların emekçilere zam ve vergi artışı ola-rak döndüğüne ise şüphe yok. Üstelik, hayali altın ihracatından arındırıldığında, büyüme iddia edilenin oldukça altında. Bu bağlamda 2013-2015 hedef ve beklentilerinin de gerçekçi olmadığı, düşük büyüme-ye rağmen varlığını sürdüren cari açığın yanına bir de artan bir bütçe açığının ekleneceği aşikar.

Türkiye ekonomisi durgunluğa gidiyor

Veriler, kısa dönemde bir ekonomik krizi değilse de, Türkiye ekonomisinin ciddi bir durgunluğa doğru yol aldığını gösteriyor. Son 10 yılda sıcak para-dü-şük kur-yüksek faiz- yüksek ithalat-yüksek cari açık mekanizmasına dayalı, temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla ve balonlar şişirerek yürü-yen sistem artık sürdürülemez noktada. Düşük ücret politikaları, kitlesel işsizlik ve tüketici kredilerinin limitlerini zorlar hale gelmesi, iç talebe dönük büyü-meyi de gündemden düşürüyor.

Son enflasyon raporuna göre, “hane halkı” gelirleri-nin neredeyse yüzde 64’ü borçlardan oluşuyor. Bu, egemen sınıflar açısından, emek gücünün verimlili-ğini artırmaya, yani emeğin daha yoğun sömürüsüne dayanan bir büyümeyi, devletin kamusal hizmet üretimi alanından çekilerek sermayeye yeni kar alan-ları açmasını ve içerde ya da dışarıda savaşı zorunlu kılıyor. Bu eğilim bütçe kalemlerinden rahatlıkla görülebilir.

Aslan payı devletin ideolojik ve zor aygıtlarına

Sağlık Bakanlığı bütçesi geçen yıla göre yüzde 25 azaltılmış durumda. Benzer bir durum, bütçesi geçen yıla göre yüzde 16 azaltılmış olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı için de geçerli. Buna karşın savunmaya dönük kurumların bütçesi 2012 yılına göre yüzde 16,2 artış gösteriyor. Milli Savun-ma Bakanlığı’na ayrılan bütçe ödeneği toplam askeri harcamaların yüzde 89’unu oluşturuyor. Bu durumla birlikte örtülü ödenekten bu yılın ilk dokuz ayın-da yapılan harcamanın geçen yıla göre 2,5 kat artış göstermesi, bu bütçenin bir savaş bütçesi olduğu savını destekliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan ödenek geçen yıla göre yüzde 18 artış ile toplam öde-neklerin yüzde 1,2’sini oluşturuyor ve bir çok bakan-

lığın tekil bütçesinden daha fazla. Bütün bunlar da gösteriyor ki, bütçenin aslan payı devletin ideolojik ve zor aygıtlarına düşüyor.

Vergileri emekçiler ödüyor

2013 bütçesinin gelir kalemlerinin yüzde 85’i oluştu-ran vergi gelirlerinin yüzde 19’u gelir, yüzde 10’u ku-rumlar, yüzde 31,5’i KDV, yüzde 25’i de ÖTV ve diğer vergilerden oluşuyor. Bilindiği üzere KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler vergi yükünü düşük gelirliler üzerine bindiren, adaletsiz vergiler. Öte yandan yüzde 91’i kaynaktan kesme ile tahsil edilen gelir vergisinin yüzde 65’ini ücretliler ödüyor. Bu, dolaysız vergile-rin büyük kısmını da emekçilerin ödediği anlamına geliyor.

Emekçiye vergi, sermayeye teşvik

Söz konusu sermaye olduğunda ise karşımıza çıkan cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetler, teş-vikler. Örneğin 2013 bütçesinde vergi harcaması kale-mi altında sermayeden alınması gereken 22,4 milyar tutarındaki 116 vergiden vazgeçiliyor. 2012 yılının oldukça üzerinde olan bu tutarın yaklaşık 19 milyar TL’si gelir ve kurumlar vergisinden istisna ve muafi-

yet, dolayısıyla sermayedarlara sunulan bir teşvik.

Denetim sonuçları halktan gizleniyor

Hükümet bütçe sürecinin şekil şartlarını dahi yerine getirme gereği hissetmiyor. Mevzuattaki takvime uyulmaması bir yana samimiyet, giderlerin önceliği, açıklık, objektiflik, doğruluk, önceden izin alma, katı-lımcılık, şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi bütçe ilkele-ri de yok sayılıyor ya da ihlal ediliyor. Haziran ayında Sayıştay Kanunu’nda yapılan değişiklikle, Sayıştay’ın kamu kurumlarının harcamalarını denetleme yetkisi hukuka uygunlukla sınırlandırıldı, performans de-netimine ilişkin bölümler budandı. Ağustos ayında yürürlüğe giren yönetmelik ile de savunma, güvenlik ve istihbarat kurumlarının mallarına ilişkin Sayıştay raporlarının gizlilik esasına göre hazırlanması istendi.

Sayıştay’ın 2011 yılı için hazırladığı 132 denetim raporu meclise sunulmadı ve 2011 yılı kesin hesap kanunu Sayıştay raporları olmaksızın onaylandı. Böylece denetim sonuçlarının halktan gizlenmesinin alt yapısı hazırlandı. Bütün bunlar AKP’nin 2013 bütçesinin niteliğini ele verir durumda: Dolaylı al, örtülü vur!

2013 bütçesi: Dolaylı al örtülü vur! Emeğin daha yoğun sömürüsüne dayanan bir büyüme süreci, devletin kamusal hizmet üretimi alanından çekilerek sermayeye yeni kar alanları açma çabaları ve egemenlerin içerde ya da dışarıda savaş zorunluluğu bütçe kalemlerinden rahatlıkla görülüyor.

Sağlık Bakanlığı bütçesindeki yüzde 25 ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan-lığı bütçesindeki yüzde 16 azalışa karşın savunma bütçesinin yüzde 16, örtülü ödeneğin 2,5 kat ve Diyanet’in ödeneğinin yüzde 18 artması bütçenin aslan payının devletin ideolojik ve zor aygıtlarına düştüğünü gösteriyor.

DenizGemici

Ekonomi

Page 17: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 17Si asety

2000’li yılların başları “Büyük Mo-derasyon / Ilımlılık” olarak adlandı-rılmış ve bu durum kapitalizmin ne

denli rasyonel ve yıkılmaz bir sistem olduğunun ka-nıtı olarak sunulmuştu. Zira dünya hasılası büyürken (yüzde 4–5), enflasyon ılımlı bir seyir izlemişti (yüz-de 1–2). Çin’in döviz rezervlerindeki artış sonucunda küresel likidite üçte bir oranında artmış, uluslararası sermaye akışı hızlanmış ve faiz oranları yüzde 2’ye gerilemişti. Kredilerdeki patlama sonucunda başta konut olmak üzere, emtia ve varlık fiyatları da hızla artırmıştı.

Bu gelişmeler dünya ekonomisinin çok iyi bir durum-da olduğu algısını yaratmış ve burjuva iktisatçıları bu gelişmeleri kapitalizmin sürdürülebilir canlılığının bir işareti olarak desteklemişlerdi. Bunların aslında

bankacılık ve konut sektöründe yaratılmakta olan spekülatif balonlar olduğunu ileri süren sosyalist iktisatçılar ve yorumcular ise ideolojik davranmakla suçlanıp aforoz edilmişlerdi.

Tarih sosyalistleri haklı çıkardı. ABD’de 2008’de patlak veren finansal kriz, sistemin damarlarındaki kan konumundaki kredilerin kurumasına, bankaların ve dev finansal fonların batışına neden oldu. Ardın-dan GM, Chrysler ve Ford gibi dünya devi otomotiv tekellerinin batışı ve devlet tarafından kurtarılmaları gündeme geldi. Artık finansal kriz bütünsel bir eko-nomik krize dönüşmüş ve hala yaşamakta olduğumuz küresel resesyonun da önü açılmıştı.

Avrupa’da resesyon ve borç krizi bir arada

Bu yıl kapitalist krizin beşinci yılı. Resesyon Japon-ya ve Avrupa’yı da içine alarak, “Büyük Resesyon” olarak da adlandırılan ve son 60 yılın en büyük ve derin ekonomik daralması ve durgunluğuna dönüş-müş durumda. Resmi tanıma göre, eğer bir ekonomi iki çeyrek (altı ay) boyunca üst üste daralıyorsa,

resesyon içindedir. Tek başına milli gelirin büyüme hızına değil, sanayi üretimine, satışlara, ihracata, borsa hareketlerine ve istihdama da bir bütün olarak

bakmak gerekir. Buna göre tek başına bazı gösterge-lerin kötüleşmesi resesyonun varlığını göstermezken, iyileşmesi (örneğin borsa) ekonominin resesyonda olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Nitekim 2009 yılında ABD’deki geçici toparlanma resesyondan çıkışı sağlayamadı. Avrupa’da ise bugün durum çok daha vahim.

Krizin nedenleri Teşvikler ve eşitsiz gelişim

Avrupa’daki resesyonun ve borç krizinin iki temel kaynağı var: Sermaye teşvikleri ve Avro bölgesinin yapısal sorunları.

İlk olarak, finansal kriz sonrasında büyük çaplı kur-tarmalar gerçekleştirildi. Zor durumdaki bankalara ve sanayi şirketlerine sermaye aktarımları, Hazine tarafından varlık alımları ve kredilendirme yapıldı. Finans kapitale Hazine fonlaması ve Merkez Bankası desteği, borç garantileri ve devasa mali teşvik sağ-landı. Özel sektörün borçları, riskleri ve zararı kamu borcuna dönüştürülerek tüm topluma mal edildi.

İkinci olarak, kapitalizmin eşitsiz gelişiminin yarattı-ğı yapısal çarpıklıklar bölge ülkelerinin ayrışmasına neden oldu. Bu çarpıklıklar özellikle 1999’da Avro’ya geçişten sonra daha da arttı. Almanya’nın başını çek-tiği cari fazla sahibi ülkeler ile cari açık sahibi ülkeler giderek ayrıştılar. İlk grup ülke emek gücünü baskıla-yarak ihracatta ciddi bir rekabet üstünlüğü sağlarken, rekabet gücünü yitiren diğerleri cari açıklarla karşı karşıya kaldılar ve büyümelerini bu fazla sahibi ülke-lerden yaptıkları ithalatlarla, sağladıkları sıcak para ve spekülatif yatırımlarla gerçekleştirdiler. Cari açıkla-rının giderek artmasıyla bu ülkelerin hem özel hem de kamu borç stokları sürdürülemez boyutlara ulaştı. Öyle ki, toplam borç stokunun oranı İspanya’da yüzde 506, Portekiz’de yüzde 479, Yunanistan’da yüzde 296 ve İrlanda’da yüzde 1200 oldu.

Artık Avrupa hem resesyon hem de borç krizi ile boğuşuyor. Sistemin egemenleri her zaman yaptık-ları gibi krizin bedelini emekçi halklara ödetmeye çalışıyorlar. Emekçiler bu bedeli bir yandan işsiz kalarak, daha da yoksullaşarak, diğer yandan sosyal harcama kesintilerine ve daha fazla vergiye maruz kalarak, yani kemer sıkarak ödüyorlar. Ancak bu du-rum emekçilerin örgütlü bir biçimde tüm Avrupa’da direnişe geçmelerini de sağladı. Şimdilik ekonomik hak mücadelesi biçiminde yürüse de bu sınıf müca-delesi potansiyel olarak, kapitalizmi ortadan kaldırıp, sömürünün ve krizlerin yaşanmayacağı özgür bir top-lumun ve dünyanın kurulması mücadelesini de içinde barındırıyor.

“Büyük moderasyon”dan “büyük resesyon”a AvrupaResesyon Japonya ve Avrupa’yı da içine alarak, “Büyük Resesyon” olarak da adlandırılan ve son 60 yılın en büyük ve derin ekonomik daralması ve durgunluğuna dönüşmüş durumda.

MustafaDurmuş

Emekçiler bu bedeli bir yandan işsiz kalarak, daha da yoksullaşarak, diğer yandan sosyal harcama kesintilerine ve daha fazla vergiye maruz kalarak, yani kemer sıkarak ödüyorlar. Ancak bu durum emekçilerin örgütlü bir biçimde tüm Avrupa’da direnişe geçmelerini de sağladı.

Ekonomi

Page 18: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 118 Si asety

Yunanistan’daki borç krizi 2007-2009 uluslararası finan-sal krizinin kredi piyasasını

daraltması ve borç/GSYİH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) oranı yüksek ülkelerin giderek daha zor borç çev-rimi gerçekleştirmesinin sonucu olarak biçimlendi. Yunanistan örneği hem rakamlardaki aşırılık (Yunan borcunun büyüklüğü kadar, Avro bölgesi kurtarma paketleri ve fonlarının büyüklüğü de düşünülebilir) hem de toplumsal eylemlerin gücü vesilesiyle çok-ça tartışıldı. 2010 Mayıs’ı ve 2011 Temmuz’undaki kurtarma paketlerine karşın, ekonominin gidişatında temel bir değişiklik söz konusu olmadı. Ülke bir ön devrimci durum yaşadı ancak bu süreklilik gösterme-di.

Yunan halkına neoliberalizm dayatması

Ekonomisi yaklaşık beş yıldır daralan Yunanistan’da 2013’te de küçülmenin devam etmesi bekleniyor. Bu daralma kamu borcunun GSYİH’ye oranının bir türlü düşürülememesine neden olurken, 2012 Mart’ındaki Yunan borç yapılandırması tarihin en büyük temer-rüdüne dönüştü. Yaklaşık 265 milyar ABD doları de-ğerindeki tahvilin nominal değeri üzerinden gerçek-leşen yüzde 53,5’luk kesinti, orta ve uzun vadedeki ödemeler dikkate alınarak yapılan bazı hesaplamalara göre bugünkü net değerde yüzde 70’lik bir kesintiye denk düşüyordu. Bu tarz bir yeniden yapılandırma-nın uluslararası finansal kuruluşlar tarafından da kabul görmesi, borcun tamamen silinmesi ihtimaline karşı bir kısmının ödenmesinin tercih edilmesi anla-mına gelmekteydi. Uzun vadeye yayılan bir yeniden yapılandırma sayesinde, verilen tavize karşılık Yunan

halkına on yıllar boyunca neoliberal politika uygula-malarının dayatılması öngörüldü.

Direniş sonuca ulaş(a)madı

Krize kadar yerleşikleşmiş görünen ve krizde çözü-len Yeni Demokrasi (ND) ve Panhelenik Sosyalist Hareket’e (PASOK) dayalı iki partili sistem kadar uluslararası finansal aktörlere karşı da mücadele eden Yunan solu, henüz kemer sıkma politikalarına set çekebilmiş durumda değil. Yunanistan’ın borcunun esaslı bir şekilde azaltılmasını savunan ana muhalefet konumundaki SYRIZA 2012 seçimlerinde uluslarara-sı finansal kuruluşlarla borç anlaşmalarını feshetmek

ve sosyal kesintileri kaldırmak gibi vaatlerle büyük destek toplamıştı (6 Mayıs’ta yüzde 16, 17 Haziran’da yüzde 26). Ancak Avro’dan çıkma konusundaki çekimserlik SYRIZA’nın programını zayıflatıyordu. Antikapitalist Yunan Sol Cephe (ANTARSYA) bu konumun karşısında AB ve Avro’yu terk etmeyi ve borçları ödememeyi savunurken, Komünist Parti AB karşıtı tutumuna rağmen parlamento kanalından vazgeçmeyeceğini açıklıyordu. Yunan solundaki her konudaki çok seslilik, daha somut bir ifadeyle borç krizinin aşılması, AB entegrasyonu, işçi sınıfı ikti-darının nasıl gerçekleşeceği konusundaki anlaşmaz-lıklar bu kriz sürecinde çok büyük eylemliliklere ve muazzam desteğe karşın sonuca ulaşan bir direnişin gerçekleşememesine de katkıda bulunmuş gözüküyor.

Borç çevrimi için uluslararası pazarlık

Yunan solunun, bu gücüne karşı uluslararası dayat-malara ve meclis aritmetiğine yenik düşmesi, bütçede 2016’ya kadar 18,5 milyar Avro’luk bir kesinti yapıl-masının parlamento tarafından karara bağlanmasın-da kendisini tekrar açık etti. Ülkenin borç çevrimi ise birçok aktörün içinde yer aldığı uluslararası pazarlık-lara ve Yunanistan’daki siyasal atmosfere bağlı olarak med cezir halinde. Avro Bölgesi Maliye Bakanları ve IMF (Uluslararası Para Fonu) toplantısı ile Kasım ayı sonunda Yunanistan’ın borç yükü yaklaşık olarak 40 milyar Avro azaltıldı. Aynı zamanda borcun vade-

sinin uzatılması ve borç sınırları konusunda hedef-lerin gözden geçirilmesi (2020’de kamu borcunun GSYİH’ye oranının yüzde 124 olması öngörülüyor) karara bağlandı. Kurtarma fonlarının bir diliminin daha serbest bırakılmasını takiben Yunanistan özel yatırımcılardan aldığı borçları ödeyeceğini, başka bir ifadeyle kamu borç kağıtlarını satın alma operasyo-nuna başlayacağını Kasım ayı sonunda duyurdu. Bu karar kredi derecelendirme kuruluşları tarafından se-çici temerrüt olarak değerlendirildi ve Yunanistan’ın CCC olan notu Standard and Poor’s (SP) tarafından 5 Aralık’ta SD (selective default- seçmeci temerrüt) seviyesine düşürüldü. Yunanistan hükümeti ise bu-güne kadarki kurtarma paketlerinde öngörülen kredi diliminin geri kalan kısımlarını alabilmek için aynı zamanda bir koşul olarak öne sürülen geri satın alma operasyonu sayesinde finansal aktörlerden piyasa fi-yatının üçte birine topladığı kağıtlarla yaklaşık olarak 20 milyar Avro’luk bir borçtan kurtulmuş oldu. Bu operasyonu takiben SP Yunanistan’ın kredi notunu B- seviyesine çekerek temerrütün geride kaldığını tescil etti ve Yunanistan’ın borçlarını ödeme kararlılığına ve Avro bölgesinden gelen desteğe atıfta bulundu.

Borçlar yeni borçla ödeniyor

Yunanistan’da gerçekleşen, Avro bölgesindeki dev-letlerden gelen yardım ve borçlarla bankalara olan borcun bir kısmının kapatılmasından ibaret. Ellerin-de Yunan tahvili bulunan yatırımcıların görünürdeki zararı Yunanistan’ın borcunun ödenemez boyutlarda olmasından kaynaklanıyor. Bu süreci, takip eden kredi dilimlerinin serbest kalmasıyla rabıtalandıran Avrupa Merkez Bankası ve Avro bölgesi devletleri ise her şeye rağmen Yunanistan’ın borçlarını ödemesini ve mali disipline sadık kalınmasını istiyorlar.

Yunanistan: Borcunu öde, mali disipline sadık kal! Uzun vadeye yayılan bir yeniden yapılandırma sayesinde, verilen tavize karşılık Yunan halkına on yıllar boyunca neoliberal poli-tika uygulamalarının dayatılması öngörüldü.

Ali RızaGüngen

Avrupa Merkez Bankası ve Avro bölgesi devletleri her şeye rağmen Yunanistan’ın borçlarını ödemesini ve mali disipline sadık kalınmasını istiyorlar.

Dünya

Page 19: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 19Si asety

2012 yılı bölge halkları için zor bir yıl olarak tarih sayfalarında yerini aldı. Çatışmaların ardı

arkasının kesilmediği bir yıl geçirdik. Bölgemiz, bir açıdan küresel güçlerin ve onun yerel ortaklarının karşı karşıya geldiği bir arena gibiydi; diğer açıdanöz-gürlüğe ve barışa susamış bölge halklarının savaşa, neo-liberal yıkıma ve işbirlikçi yönetimlere karşı bir direniş meydanı oldu.

Aralık ayı, Mısır halkı için 2012 yılının en zor sına-vının verildiği aydı. Mübarek’in halk tarafından dev-rilmesinden sonra Mısır’ın başına geçen Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) temsilcisi Muham-med Mursiher geçen gün yetkilerini ve halk üzerinde-ki baskısını artırmaya çalışıyor. Kendisini olağanüstü güçlerle donatan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesini -Mısır halkının iki hafta boyunca Tahrir Meydanı’nı yeniden bir direniş alanına çevirmesinden sonra- yü-rürlükten kaldırmak zorunda kalan Mursi, bu sefer de hazırlattığı Şeriat’a dayalıyeni anayasayı hileli bir referandumla onaylatarak halkın başına musallat etti.

Tabii bu Mursi için hiç de kolay olmadı. Önce askeri yetkililere 15 Aralık’ta yapılacak olan referandumun ilk turuna kadar sivilleri tutuklama yetkisi çıkardı.Sonra da, Mısır muhalefetinden yükselen itirazlara bakılırsa, bir hafta arayla gerçekleştirilen iki ayrı oy-lamaya da hile karıştırıldı. Sandıkların kurulmasında görev alan Seçim Komisyonu Genel Sekreteri Zahlul El Balşi, görevinden istifa eder-ken referandumla ilgili “Meşru olduğunu düşünmüyorum. Kim katılımın bu kadar düşük olduğu, oyların nasıl verildiğinin bilinme-diği bir oylamaya güvenebilir” açıklamasını yaptı.

Mursi yeni firavun

Referandumda, resmi olmayan sonuçlara göre san-dıktan yüzde 64 “Evet” yüzde 36 “Hayır” çıktı. Ancak referanduma katılım oranı yüzde 30’larda kaldı. San-dıktan çıkan toplam “Evet”, seçmenlerin 5’te birine denk geliyor. İki turda sandıktan çıkan toplam “Evet” oyu sayısı 10 milyon 655 bin 332, “Hayır” oyu sayısı ise 6 milyon 29 bin 617 olarak açıklandı. Daha önce referanduma katılması gereken toplam seçmen sayısı 51 milyon olarak açıklanmıştı. Böylece Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin desteklediği ve “Şeriat Ana-yasası” olarak adlandırılan anayasaya Mısır halkının desteği sadece yüzde 20’de kaldı.

Mursi kendi halkının isyanını büyüten hamleleriyle II. Firavun olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. ABD’nin bölgeye yeniden düzen verme hamlesiyle uyumcullaştırılmaya çalışılan Arap isyan dalgasının,

Mısır’daki karşılığıydı Mursi. İktidara geldiği günden bu yana içerde ve dışarda nasıl davranacağı, özellik-le de bölgesel sorunlara ilişkin politikikaları merak konusuydu. Anlaşılan kimseyi uzun süre merakta

bırakmayan bir tarzı var. Önce bölgesel dengeleri değiştiren Suriye meselesinde, ABD merkezli bloktan yana ve Sünni aks’ta yerini aldı. Ardından İsrail’in Gazze saldırısında Mübarek’i aratmayan bir tutum takındı. En nihayet kendi halkına karşı sergilediği politikalar ve takındığı tutum tamda ikinci firavun benzetmesine yakışır tarzda oldu.

Aslında altı ay önce yapılan seçimlerin ardındanyakın zamanlara kadarki Türkiye’yebenzeyen bir siyasal denge kurulmuş gibi görünüyordu:Devletin kontrolü-nün Ordu’da olduğu, hükümeti merkez sağın (İhvan) elinde tuttuğu, merkez solun (Sabbahi)bir denge unsuru olarak yer aldığı bir rejim. Ancak son iki ayda Mursi’nin tamda Tayyip Erdoğan’ın hayallerini süsle-yen bir rejime doğru hızla yol aldığını söyleyebiliriz. Dışarıda ABD merkezli küresel sermayeyle uyumlu, bölgesel politikada söz sahibi, içeride neo-liberal sal-dırıların uygulayıcısı, demokrasi ve eleştiriye taham-mülü olmayan bir diktatör!

Tahrir direnmeyi sürdürecek

Ancak bu Mursi’nin kendi hesabı. Tahrir Meydanı, Mısır halkının işbirlikçi diktatörü alaşağı edişinin-merkezi ve sembolü olmuştur. Mısır halkı bundan 20

gün önce nasıl ki olağanüstü yet-kileri kendinde toplamaya çalışan Mursi’ye geri adım attırdıysa, hi-leli referandumla kendisine zorla

giydirilmeye çalışılan “Şeriat Anayasası” giysisini de yırtıp atacaktır. Tahrir Meydanı bu yönüyle tüm bölge halklarına ışık tutacak direnişlere sahne olmaktadır.

Referandum sonuçlarından da anlaşılacağı üzere, Mı-sır halkı gün geçtikçe daha net ve keskin bir ayrışma yaşıyor. Mübarek’in devrilmesi sonrası ABD’nin elini sokmasıyla bulanıklaşan sular, yeniden berraklaşıyor. Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin gerek Mısır hal-kına gerekse bölge halklarına ihaneti gün yüzüne çık-maya başladı. Küresel sermaye krizler yaşadıkça onun yerel ve bölgesel işbirlikçileri de bundan nasibini alıyor. Suriye’de sıkışan bloklar, taze şekil verilen yeni bir ihanet örgüsünün ipliğini pazara çıkarmış oldu. İhanetin karşısında isyan sesi yine Tahrir’den geldi. Ortadoğu’nun kalbi Mısır’da, Tahrir Meydanı yeni bir isyan ve devrim dalgasının işaret fişeğini ateşleyecek direnişleri büyütüyor.

Mısır’da referandum safları netleştirdiMursi tam da Erdoğan’ın hayallerini süsleyen bir rejime doğru yol alıyor. Dışarıda ABD merkezli küresel sermayeyle uyumlu, bölgesel politikada söz sahibi, içeride neo-liberal saldırıların uygulayıcısı, demokrasi ve eleştiriye taham-mülü olmayan bir diktatör!

M. Ramazan

Mısır halkı hileli referandumla kendisine zorla giydirilmeye çalışılan “Şeriat Anayasası” giysisini de yırtıp atacaktır.

Dünya

Page 20: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 120 Si asety

Suriye’de Mart 2011’den beri, şiddeti gittikçe artan bir savaş hali söz konusu. ABD,

Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler tarafın-dan desteklenen Suriye’deki muhalif güçlerin parçalı duruşu, Esad yönetimi karşısında yeterince başarı elde edememesi, onları destekleyen ülkelerin tepki-sine neden oldu. Türkiye’nin yoğun talebine rağmen ABD, açıktan bir dış askeri müdahaleyi şimdilik uygun görmedi. ABD Kasım’da atlattığı başkanlık seçimlerinin akabinde, Suriye muhalefetini toparlama hamleleri yaptı.

Doha toplantısında muhalifler Suriye Ulusal Ko-alisyonu çatısı altında birleştirildi. Koalisyon’daki görev bölüşümü, Antalya toplantısında genelkurmay başkan yardımcısının seçilmesi, Koalisyon’un bir gölge hükümet gibi çalıştırılacağını gösteriyor. “Geçiş Hükümeti” tartışmaları yaşanırken, fiilen bunu uygu-lamaya koyduklarını görebiliriz. Nitekim Erdoğan 30 Aralık’ta gerçekleştirdiği Akçakale ziyaretinde Suriye Ulusal Koalisyon lideri Muaz el Hatib’i yanına alarak konuşmasını gerçekleştirdi. Konuşmasında “Esad seni tanımıyoruz. Artık defol” diyerek, devlet düzeyinde Suriye Ulusal Koalisyonu’nu muhatap aldıklarını ifade etmiş oldu.

Ahdar İbrahimi’nin girişimi

BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi Ahdar İbrahimi çözüm için çeşitli temaslarda bulundu. Rusya bu temaslarda Annan Planı’nı anımsatarak şu önerileri sundu: “Çatışmalar dursun. Şam’la muhalifler arsında müzakere başlatılsın. ABD ve müttefiklerinin de imzaladığı Cenevre mutabakatı çerçevesinde mu-haliflerin de yer aldığı bir geçiş hükümeti kurulsun. Bu geçiş hükümeti ülkeyi uluslararası denetime açık seçimlere taşısın ve rejimin geleceğine Suriye halkı karar versin.”

ABD ise bu önerileri kabul etmiyor ve Esad’ın gitmesini ön koşul olarak koyuyor. Oldukça keskin bir denge üzerinde duran Suriye sorunu, iki ku-tup arasına sıkışmış durumda. Dengelerin hareket biçimi, konumlanışları bölgede yeni bir Afganistan’ın oluşmasına neden olabilir. Ki bu en kötü senaryodur. Kesintisiz bir savaş ve istikrarsızlığın simgesi olan Afganistan benzeri ülkelerin artması Ortadoğu’nun bütününü bir savaş alanına çevirir; bölge halklarını bugüne kadar görülenden çok daha büyük sefalet ve katliamlarla yüz yüze bırakır.

Rusya-Çin ve ABD

Emperyalist güçler Ortadoğu’ya yaptıkları müdahale-leri “medenileştirme” hamlesi olarak lanse ediyorlar. Oysaki bu savaşlar yüz yıllardır ganimet için yapılı-yor. Bu savaş Ortadoğu’nun petrol, doğalgaz gibi en önemli enerji kaynaklarının denetim savaşıdır. Bu-nun bir ucunda ABD ve müttefikleri dururken, diğer

ucunda Rusya, Çin ve müttefikleri durmaktadır.

Ancak emperyalistlerin müdahalelerinin tek nedeni enerji kaynaklarının denetimi değildir; bölge toplum-larını kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmek ve küresel kapitalizme entegre etmek de bir o kadar önemli hedeflerdir.

Suriye’yi Batılı kapitalist sisteme entegre etme plan-larında Türkiye ve AKP’ye önemli bir rol biçilmişti. “Komşularla sıfır sorun politikası” döneminde Erdo-ğan ailesi Esad ailesiyle yakın ilişkiler kurdu. Ekono-mist olan Esma Esad Türkiye’ye geldiğinde İMKB’yi ziyaret etti. Ardından Suriye’de, Türkiye’nin desteği ile borsa kuruldu. O süreçte Suriye’de banka şubeleri (Ziraat, Garanti, İng Bank vb) açıldı. Aslında Suriye kapitalizme entegrasyon sürecini başlatmıştı.

Ancak Batılı emperyalistler Suriye’nin tedrici biçimde sistemle bütünleşmesini yeterli bulmadı. Arap isyan-larının rüzgarını kendi çıkarları doğrultusunda yön-lendirerek ve Baas yönetiminin hatalarından yararla-narak “Suriye sorunu”nu kökünden çözmek istediler. Çünkü Suriye, dünya çapında bir ittifaklar zincirinin temel halkalarından biridir. Suriye’de Beşar’ın alacağı

yenilgi, Lübnan Hizbullahı’nı zayıflatacak ve İran’ın kuşatılarak “etkisiz hale getirilmesine” zemin hazırla-yacaktır. Bu da, dünya çapında ABD karşısında ortak davranan, İran’ın arkasında duran Rusya ve Çin’e vurulmuş ağır bir stratejik darbe olacaktır.

Kürtlerin konumu önemli

Kürtler Suriye’deki gelişmelerde önemli bir konuma sahip. Suriye Ulusal Koalisyonu ve arkasındaki güçler Kürtlerin esas temsilcisi olan PYD’yi bu sürece kat-mak için çok çaba harcıyorlar. PYD’nin genel tutumu; şiddetsizlik, kendi demokratik yönetimlerini kurum-sallaştırma, fiilen kazandıkları hakları kalıcılaştırarak koruma biçimindedir. (Kimi bölgelerde muhaliflerle savunma amaçlı çatışmasını genel bir yönelim olarak değerlendiremeyiz.) PYD’nin bu tarzını sürdürmesi, emperyalist güçler karşısında ama ezilen halkla-rın yanında olduğunun mesajını güçlü bir biçimde verecektir. Bu tutum halkın özgürleşme mücadelesi ile başlayan ama devrimci bir önderlikten yoksun olduğu için tökezleyen ve yanlış yönlendirilen Arap İsyanı hareketlerine de model olabilir.

Suriye: Küresel hesapların düğümü “Geçiş Hükümeti”nin fiilen uygulamaya konulduğu Suriye, oldukça keskin bir denge üzerinde duruyor. En kötü senaryo, kesintisiz bir savaş ve istikrarsızlığın simgesi olan Afganistan benzeri bir ülkenin yaratılmasıdır.

Tülay Hatimoğulları

Ortadoğu’ya dışarıdan müdahaleler, yalnızca petrol, doğalgaz gibi enerji kay-naklarının denetimi için yapılmıyor: Bölge toplumlarını emperyalist çıkarlar doğrultusunda dönüştürmek ve küresel kapitalizme entegre etmek de bir o kadar önemli hedefler arasında.

Dünya

Page 21: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 21Si asety

Türkiye’de herhangi bir tartışmada-Kıbrıs konusu açıldığında kafalar fena halde karışıyor.

Çoğu kişi politik olarak nerede, nasıl duracağını tam olarak bilemediğinden, içinde bolca “ama” geçen cümleler kuruyor ve bu konudaki tartışma-lar genellikle havada kalıyor. “..Ama bu işin içinde emperyalistlerin çıkarı da olduğu gerçek” gibi genel kabul gören cümle ile kendini aklama girişimi en çok rastlananı.

Konuya pek de hâkimolmayanların dile getirdiği,“..ama Yunanlılar soydaşlarımızı katlediyorlardı, şanlı ordumuz gitti kurtardı” cümlesi, solun resmi tezlerin-de çok yer bulmasa da halk arasında epey duyulan bir gerekçe, bu nedenle sol tabanda da rastlanan bir “kar-şı duruş”!Daha kibar versiyonları ile Türk ordusunun oraya bir zorunlulukla çıktığını, yani bir “insani ope-rasyon” olduğunu anlatan solculara bugüne kadarki tartışmalarımızda rastlamadık da değil!

Konu yabancı ordular olduğunda tüm işgallere karşı çıkarken, Türkiye solunun kendi ordusunun giriştiği işgalle açıkça hesaplaşamaması, üzerinde daha fazla konuşulması gereken bir konudur.

Her savaşta tecavüzler, toplu katliamlar yaşanır-ken Kıbrıs’ta “şanlı” Türk ordusunun ak pak, insani operasyon yaptığına inanların sayısı, Türk solu da dâhil, hayli yüksektir. Çok az kişi karşılıklı tartışma-ya başlamadan bu gerçeği kabullenir, belli bir süre konuştuktan sonra, Kürdistan’daki ordunun yaptıkları ile bağlantı kurulduğunda aklına yatar ama bunun kalıcı olmadığını, Türkiye insanın unutmaya meyilli olduğunu tecrübelerimizle maalesef öğrendik…

Kıbrıs sorunun elbette emperyalist paylaşım, hege-monya savaşları ile bağlantısı mevcuttur. Kıbrıs’taki İngiliz üsleri, ABD ve dolayısı ile NATO kullanımına da verilmiş durumdadır. Kıbrıs açıklarındaki doğal-gaz ve petrol yatakları ile bu paylaşım kavgası artacak gibi görünüyor.

Bunların üzerinde de elbette konuşmak gerek ama önce yakından bakmak ve Türkiye’nin konumunu doğru yere koymak önemli.

1974 ve Türkiye işgali

1974 yılında 200 bin kişi yer değiştirmeye mecbur bırakıldı. O günkü nüfusun630 bin olduğunu düşün-düğünüzde bu rakamnüfusun üçte biri anlamına geli-yordu. Kıbrıslı Türkleri ve Kıbrıslı Rumları ister etnik isterseniz dini gruplar olarak niteleyin; adanın her iki yanında, kuzeyinde ve güneyinde bu gruplardan biri

temizlendi, yapısal olarak homojen iki bölge yaratıldı ve bunu yaratan Türkiye Cumhuriyeti’dir.Hrant’ın da anlatmaya çalıştığı gibi, etnik temizlik o bölgedeki herkesi öldürmek, katletmek anlamına gelmemek-tedir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs’ta bir değil, iki adet etnik temizlik yaptı, yapmaya devam ediyor!

74 öncesinde, nüfus oranı ve toprak oranlarının aşağı yukarı 80:20 olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde işgal ettiği toprak yüzde 37; yani 74 öncesi Kıbrıslı Türklerin elinde tuttuğu toplam toprak yüzdesinin yaklaşık iki katı.

55-58, 63-68 ve 74 yılları arasında, çatışmaların arttığı dönemlerde, 2500’ün üzerinde Kıbrıslı kayıptır ve ço-ğunun akıbeti halen bilinmemektedir, bunların 500’ü Kıbrıslı Türk’tür ve önemli kısmı, 74 öncesi Kıbrıslı Rumların ve Yunanlıların Kıbrıs’taki derin devlet uzantıları tarafından kaybedildi. 2000 civarındaki Kıbrıslı Rumun önemli bir bölümü 74 yılında kaybe-dildive çoğu sivillerden oluşuyordu. BM kayıtlarına da geçtiği şekli ile çoğu Türk subaylarının sorumluluk

alanı içinde, yüzlerce Kıbrıslı Rum kadına da tecavü-zedilmiş, Türk ordusu bu konularda da suskun.

Yalnız Kıbrıslı Rumlara ait olanlar değil, Ermenilere, Marunilere (Maronit) ait binlerce yıllık tarihi olan kiliseler yağmalanmış ama sorumluları bilinmiyor?! Şimdilerde Kıbrıs Ortodoks kilisesi bu işin peşine düşünce, bunun Türk düşmanlığı olduğu yazılmakta.

58 sonrası, daha öncede uygulanan köy isimlerinin-değiştirilmesi sistemli hale getirildi. 74 sonrası ise tüm tapu kayıtları silindive özellikle Kıbrıslı Rumlara

ait mülkler,Anadolu’dan getirilenlere verildi.

Kuzey Türklerin idaresine geçtiği andan itibaren, Kıbrıs’ın en büyük turizm kenti Mağusa’nın yanın-daki Maraş talan edildi; sanayi tesisleri, bankalar, narenciye bahçelerive 160 bin Kıbrıslı Rum’un evinde neyi var, neyi yoksa yağmalandı.

74 öncesi Kıbrıs’ta soyadı yoktu. Kıbrıslılar soyadı yerine, babaadını kullanırlardı, bir de lakabını ya da mesleğinden gelen bir takıyı. 74 sonrasında soyadı kanunu geçirildi, geçmişle olan bağ, bu vesile ile kopartıldı.

Son söz yerine

Türkiye’nin çok önemli üç tabusu var: Ermeni, Kürt ve Kıbrıs. Bunlarla yüzleşmeden birçok konudaki sorunlarını çözmesi çok zor. Bu üç konudaTürkiye solunun aldığı tavır, o her ne kadar reddetse de, ha-yatın gerçeği olarak onu milliyetçi, ulusalcı bir hatta doğru itmekte.. Bu nedenle yüzleşmek, hem de resmi tarihçilerin dayanaksız, belgesiz, uydurma hurafe-lerine dayanmadan yüzleşmek,Türkiye solunun en önemli çıkış yoludur.

Her girişim, eksikleri ve hataları da elbette içinde barındıracakama diyaloga girdikçe başkasını dinle-meyi de öğreniyor Türkiye solu ve eksiğini, gediğini kapatarak ilerliyor.

Kıbrıs’ta bugünlerde AKP’nin, sömürge ilişkileri içinde de konuşmamız gereken, neoliberal ekonomik paketine karşı direniş örgütlenmekte..

Adada Türkiye egemenleri tarafından çok şey daya-tılıyor; Kıbrıs’ın ilericileri, demokratları, sosyalistleri de bunlara karşı sessiz değil.

Türkiye solunun daha fazla taraf olması Kıbrıs’ta so-lun hep ortak dileği olmakta; umarız gelişmekte olan süreç buna vesile olur.

Kıbrıs’ın işgaliyle yüzleşmek!Konu yabancı ordular olduğunda tüm işgallere karşı çıkarken, Türkiye solunun kendi ordusunun giriştiği işgalle neden açıkça hesaplaşamadığı üzerinde durulması gerekiyor.

Murat Kanatlı

Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyi etnik olarak temizlendi ve homojen iki bölge yaratıl-dı; bunu yaratan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Dünya

Page 22: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 122 Si asety

İsrail, Gazze’ye yaptığı son saldı-rıda belli kazanımlar sağlasa da karşılaşmış olduğu direnişin gücü

ile yenilgiye uğramıştı. Hemen ardından, tüm lobi faaliyetlerine rağmen Filistinlilerin Birleşmiş Mil-letler (BM) Genel Konseyi’nde “gözlemci statüsünde bir devlet” olarak kabul edilme başvurusunun ezici bir çoğunlukla sağlanması ile uluslararası ilişkiler alanında da yenilgiye uğradı. Bu iki olayın İsrail bakımından bir yenilgi olarak görmek mümkünse bile, Filistinliler için gerçek anlamda bir zafer olarak görmek güç.

“Gözlemci statüsü” diplomatik mücadelenin meyvesidir

Gazze direnişinin, ateşkesi sağlamış ve daha fazla Filistinlinin ölümünü engellemiş olmasıyla beraber, en kritik amacı olan ablukanın kaldırılması talebinin Mısır ve Türkiye’nin oynadığı olumsuz rol ile nasıl başarılmadığı “Siyaset” gazetesinin bir önceki sayısı için kaleme alınan yazıda anlatıldı. Filistin’in BM Genel Konseyi’nde “gözlemci statüsü”nde bile olsa kabul edilmesi, Filistinlilerin yürüttüğü diplomatik mücadelenin bir meyvesidir.

Burada asıl görülmesi gereken nokta, Filistin halkı ile dayanışma hareketlerinin etkisi ile artık Filistin davası ve Filistin halkı haklarının birçok ülke tarafın-dan benimsenmeye başlamasıdır. ABD’nin ve İsrail’in tüm tehditlerine rağmen Avrupa ülkelerinin çoğu dâhil olmak üzere 143 ülke Filistin’in bir devlet olarak kabulüne olumlu oy verdi.

Karar olumlu ama...

Bu karar Filistinliler açısından birçok olumlu nokta taşıyor. Oslo Anlaşması’nda işgal altında bir toprak olarak sayılmayan Batı Şeria ve Gazze Şeridi artık işgal altında bir toprak olarak kabul edilecek. Bunun üzerine Filistinliler, işgali fiili olarak durdurmak için BM tarafından koruma isteme hakkına sahip ola-caklar. Aynı zamanda sayıları yedi bini aşan Filistinli tutsaklar “savaş tutsağı” statüsüne tabi olacak ve

İsrail mahkemeleri yerine uluslararası mahkemelere yetki verilebilecek. Bunların yanı sıra Filistin devleti, Uluslararası Ceza Mahkemesi üyeliğine başvurma imkânına sahip olacak ve böylece İsrail’in yasadışı uygulamaları ve insan hakları ihlallerine karşı dava açabilir konuma gelecek.

Mültecilerin geri dönüşünde son söz İsrail’in

Bu başvuruyu iflasından sonra kendisine bırakılan tek seçenek olarak gösteren Filistin Yönetimi, baş-vurunun kabulünü abartılı bir başarı gibi gösterse de Filistin halkının tamamını kapsayan ulusal bir kutlama haline dönüşmemesinin arkasında önemli nedenler yatıyor. Bunlardan en önemlisi bu kararın, sayıları altı milyonu aşan Filistinli mültecinin BM 193 No’lu kararı gereği kabul edilen “yurtlarına geri dönme hakkı”nı içermemekle yetinmeyip, bu kararı lağvetmesi ve yerine Arap Birliği tarafından önerilen

Filistin meselesi çözümündeki mültecilere dair mad-deyi içermesidir. Burada Filistinli mülteciler, İsrail ile anlaşma yapıldığı ölçüde topraklarına geri dönebi-lirler. Yani Filistinli mültecilerin geri dönüşünde son söz sahibi, onları toprağından süren ve tüm Filistin toprağını işgal eden İsrail devletine bırakılıyor.

Karar “1948 Filistinleri”ne sırt çeviriyor

Öte yandan, kendi toprağında kalabilen ve zorun-lu olarak İsrail vatandaşlığına alınan Filistinliler (1948 Filistinlileri ya da 1948 Arapları) bu kararda Filistin halkının bir parçası olarak görülmüyor ve çözüme dâhil değiller. Bu kesimler İsrail vatandaşı olmalarına rağmen üçüncü sınıf vatandaş (doğulu Yahudilerden sonra) muamelesi görüyor ve İsrail devletinin ırk ayrımı politikalarının en derin uygu-lamalarına maruz kalıyor. Filistin devletinin, Filistin halkı direnişi ve ayaklanmalarının önemli bir unsuru olmalarına rağmen, sayısı bir buçuk milyonu aşan “48 Filistinlileri”nin (“1948 Arapları”) haklarını savun-mak yerine kendilerine sırt çevirmesi büyük bir hayal kırıklığı.

Yani Filistin halkının üçte birini temsil eden, tarihsel Filistin toprağının sadece yüzde 28’ine sahip olan ve gözlemci statüsünde bir Filistin devleti, Filistin tarihi hakları ve bu hakların kazanılması için verilen müca-delenin karşılığı olamaz. Yalnız bu sonuç, BM devlet başvurusu gerçekleştiren Filistin Yönetimi’nin direniş ve mücadelenin temel unsurlarından biri olan silahlı mücadeleye karşı tavrı ve Filistinlilerin haklarına ba-kışı dikkate alınırsa şaşırtıcı bir sonuç olmaktan çıkar.

Salt politik mücadele yetmez

Tüm bunlara ve Gazze direnişinin vardığı sonuçlara bakılırsa, Filistin halkı mücadelesinin böylesi bir politik önderlik yokluğunda önemli sonuçlar vermesi bir hayli güç olacak. Bunun yanında Hamas ile Fetih arasındaki ayrışmanın bu mücadelenin ilerlemesi ve zafere ulaşmasında engel teşkil ettiği aşikâr. Hamas politik yönetiminin, Gazze Filistin halkı direnişini değerlendirmekte aciz kalması pahasına İhvan, Katar ve Türkiye ile ilişkilerini bozmamayı tercih etmesi gibi, Fetih önderliğinin silahlı mücadeleyi benimse-meden salt politik mücadele ile Filistinlilerin hakları-nı kazanmada aciz kalacağı da aşikâr.

Gözlemcilik statüsü yetmezFilistin’in BM Genel Konseyi’nde “gözlemci statüsü”nde kabul edilmesi, Filistinlilerin yürüttüğü diplomatik mücadelenin bir meyvesidir. Ancak Filistin Yönetimi, başvurunun kabulünü abartılı bir başarı gibi gösterse de Filistin halkının tamamını kapsayan ulusal bir kutlama haline dönüşmemesinin arkasında önemli nedenler yatıyor.

NicolaSaafin

BM Güvenlik Konseyi kararı “1948 Filistinlileri”ni Filistin halkının bir parçası olarak görmüyor ve çözüme dâhil etmiyor. Bu kesimler üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görüyor ve İsrail devletinin ırk ayrımı politikalarına maruz kalıyor.

Dünya

Page 23: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 23Si asety

Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP), 2200’e yakın delegenin katıldığı

18. Ulusal Kongresi tamamlandı. Kongrenin sonu-cunda partiyi ve ülkeyi yöneten Parti politbürosunun üye sayısı 9’dan 7’ye indirildi ve yeni üyeler seçildi. Mart ayından yapılacak Halk Kongresi ile birlikte yeni seçilen üyelerden Xi Jinping’in Devlet Başkanı Hu Jintao’nun yerini, Li Keqiang’ın da Başbakan Wen Ciabao’nun yerini alması bekleniyor.

Kongre’nin açılış konuşmasını yapanDevlet Başkanı Hu Jintao, yolsuzluk, silahlanma ve bilimsel gelişim konuları üzerinde özellikle durdu. Aynı zamanda ÇKP’nin 17. Merkez Komitesi adına bir raporda sunan Hu Jintao, ÇKP’nin Çin’e özgü “sosyalist” yolda aynı kararlılıkla yürümeye devam edeceğini ve bu yolda piyasa kurallarına daha fazla saygı duyacakları-nı belirtti.

Yolsuzluk partiye yayılmış durumda

Parti içinde yolsuzluklar, piyasa kurallarına duyulan “saygı”yla paralel olarak büyümekte.Parti ve devlet yöneticilerinin milyar dolara varan servetleri halkın tepkisini çekiyor. Nitekim kongrede Hu Jintao “Eğer bu konuda başarısız olursak korkarım ki bu önce partinin sonra da devletin yok olmasına sebebiyet verebilir” diyerek konunun vahametini dile getirdi. Fakat piyasaya saygının artmasıyla bu yolsuzlukların da giderek artması kaçınılmaz.

Öte yandan, Çin ekonomisinin büyümesi yavaşla-maya devam ediyor. 2012’nin üçüncü çeyreğinde yüzde 7,4 büyüyen Çin ekonomisi büyüme oranı son 3 yılın en düşük seviyesine inmiş durumda. Özellikle AB ve ABD’den Çin mallarına olan talebin azalması büyümenin yavaşlamasına neden oluyor. Diğer yan-

dan sanayi üretimi, son 8 ayın en yüksek seviyesine çıkmış durumda. Bu yüzden devlet iç talebi artır-mak için kredi faizlerini düşürme kararı aldı. Dünya Bankasıda AB ve ABD’deki krizi görmezden gelip, sanayi üretiminin artmasından ve Çin hükümetinin önlemlerinden etkilenerek, Çin için öngördükleri 2013 yılı büyüme oranını yüzde 8,1’den 8,4’e çıkarttı. Yine de AB ve ABD ekonomileri “düzelmeden” Çin

ekonomisinin “efsane” büyüme rakamlarına dönmesi zor gözüküyor.

Yumuşak güçten sert güce

Kongredeki konuşmasında Hu Jintao, Çin’in son zamanlarda Japonya ile yaşadığı sınır sorunlarına gönderme yaparak deniz kuvvetlerinde güçlü hale gelmeleri gerektiğini söyledi. Hu Jintao, Güney Çin Denizi ve Afrika’da dolaylı olarak karşı karşıya geldiği,dikkatini Pasifik’e yöneltmeye çalışan ABD’ye karşı,”Çin uluslararası çatışmaların barışçıl çözümün-den yanadır ve güç kullanımına karşıdır” diyerek dış

ilişkilerde “yumuşak” söy-lemini kullanmaya devam etti.Diğer yandan “Güçlü silahlı kuvvetler daha mü-reffeh Çin halkı anlamına

gelmektedir” diyerek gerekli “sert” gücü oluşturmaya devam edeceklerini belirtti.

Güney Çin Denizi’ndeki adalardan kaynaklı Japonya ve Çin arasındaki gerilim ise sürmeye devam ediyor. Aralık ayında Japonya, Çin uçaklarının Güney Çin Denizi’ndeki adaların üzerinden yakın uçuş yaptığı ve hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle savaş uçakla-

rını bölgeye gönderdi.Stratejik konumda bulunan ve petrol yatakları açısından önemli olan adalar üzerin-deki Çin-Japonya geriliminin artarak devam edeceği görünüyor.

Yenisi eskisini aratır mı?

Politbüro üyelerinin yenilenmesiyle sona eren Kongre’den sonra açıklama yapan Hu Jintao,”Yaşlılar gençlerle değişti” diyerek sürekliliğe işaret etti. Hu Jintao’nun yerine ÇKP Genel Sekreterliği’ne seçilen 59 yaşındaki Xi Jinping ise Batı tarafından mem-nuniyetle karşılandı. Kamu işletmelerine destek vermesi ve yolsuzluğa karşı söylemleri bakımından “muhafazakâr” bir görüntüsü olsa da Xi Jinping, olası ekonomik daralmada piyasaya daha fazla saygı gösterilmesi gerektiğini belirterek mevcut çizgiden ayrılmayacağını gösterdi. Fakatbu arada Çin işçi ve köylülerinin protesto eylemlerinin sayısı da 1993’te 8700’den 2006’da 90 bine, 2010’da ise 180 bine çıkmış durumda. En son Ningbo halkının, çevre kirliliğine yol açacak olanpetrokimya fabrikasının genişlemesini engellemesi gibi başarılar artıyor. Çinli emekçiler Xi Jinping’e, işinin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor.

ÇKP kapitalizm yolunda ilerliyorHu Jintao’nun yerine ÇKP Genel Sekreteri olan Xi Jinping, olası ekonomik daralmada piyasaya daha fazla saygı gösterilmesi gerektiğini belirterek mevcut çizgiden kopmayacağını gösterdi.

C. Malatya

AB ve ABD ekonomileri “düzelmeden” Çin ekonomisinin“efsane” büyüme rakamlarına dönmesi zor gözüküyor.

Çin Devriminin 100. yıldönümü olan 2049 yılı hedefi “bilimde ve teknolojide dünya gücü, lider ülke hali-ne gelmek” olan ÇKP, bu kongresinde parti tüzüğüne Marksizm-Leninizm, Mao Zedong Düşüncesi, Deng Xiaoping Teorisi ve “Üç Temsil” düşüncesiyle birlik-

te “Bilimsel Gelişme” teorisini de ekledi. Bilimsel güç olmaya yönelmede en önemli etkenlerden biri de köy-den şehre akan emek-gücünün azalması. Köyden şeh-re akan ucuz emek-gücü sayesinde büyük bir gelişme yaşayan Çin ekonomisi, bu arzın azalması sonucunda büyümede sınıra yaklaştı. Büyümenin devam etmesi için de Parti, emeğin verimliliğinin ve katma değeri-

nin artmasına yönelik olarak teknolojik yatırımlara yönelmiş durumda.Fakat “bilimsel gelişme”den işçi sınıfı pek nasiplene-miyor. En son 24 Kasım’da, Guizhou bölgesindeki bir kömür madeninde patlama meydana geldi ve 18 ma-denci hayatını kaybetti. Geçen yıl sadece maden ocak-larında yaşanan kazalarda 1973 işçi hayatını kaybetti.

Bilimde dünya gücü olmak!

Dünya

Page 24: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 124 Si asety

Malatya AKP Gençlik Kolları MYK üyesi Melih Birgin’in Twitter hesabından CHP

İstanbul Milletvekili Şafak Pavey’e yönelik “Allah bir bacağını almış. Hala küfürden uyanmazsın. Nedir bu inatçılık?” sözleri, tam da engelli kadınlarla ilgili ya-

zım üzerine düşünürken sarfedildi. Engellilerin, Allah tarafından bu dünyada cezalandırıldığına; engelinin, engelli ve yakınları için bir sınav biçimi olduğuna inanılan bir dünyada yaşıyoruz. Aslında Melih Bir-ginler az sayıda değil. Bu konuda, insanlık sınavından geçemeyecek yüzlercesi, binlercesi var.

Engelli olmanın türü ve derecesine göre getireceği sorunlar; engellinin yaşadığı bölge, eğitim düzeyi ve sosyo-ekonomik konumuna göre farklılıklar gösterir. Ancak engellinin kadın olması, bu sorunları ikiye katlar. Şafak Pavey’in konumundaki bir erkeğe pek de kolay yöneltilemeyecek bir aşağılama, ona rahat-lıkla, en çirkin biçimiyle yöneltilebilmektedir. Şafak

Pavey’in sosyal konumu kadın olmasının yanında pek de önemli bulunmamıştır. Kişi, bilinçaltındaki “hem kadın, hem engelli” aşağılamasıyla, gönlünce saldır-mıştır.

Bu olayda AKP, gerekeni yapmış olmakla birlikte;

bu tutumunu, engelli olmayan kadın vatandaşına, milletvekiline, öğrencisine, işçisine göstermemekte-dir. Kadınlık üzerinden, sık sık hükümet yetkilileri ve Başbakan tarafından sarf edilen rencide edici, aşağıla-yıcı, söz ve davranışları gözlemliyoruz.

Kadınların hak ve özgürlükleri konusunda toplum bilinçlenmedikçe; yargı, yargılamasını hakkıyla yerine getirmedikçe (ki çoğu zaman suçlu ile tam bir gönül bağı varmış gibi kararlar alıyor) ve kadın katillerini, tecavüzcülerini sokaklara salmaya devam ettikçe, kai-

de haline gelmiş bu tavırlar değişmeyecek, bu konuda en fazla yarayı da engelli kadınlar alacaktır.

Engelli kadın çevresine bağımlı

Engellilerin yüzde 51’ini oluşturan engelli kadınlar kadınlık sorunlarını engelli olmayan kadınlardan çok daha fazla yaşıyorlar. Engel durumuna göre kadın, çevresindekilere daha da bağımlı hale gelebiliyor. Bu durumu oluşturan birçok etmen var; yaşadığı çevre, sosyo-ekonomik durumu, eğitim seviyesi ve toplu-mumuzdaki aile yapısının aşırı korumacı-baskıcı özelliği gibi…

Bu durum, engelli kadınların yaratıcı, üretici gücü-nü göz ardı eder. Kadınları pasif, tüketici ve aslında görünmez olmalarının beklendiği bir pozisyona sokar. Kadına yüklenen toplumsal rollerin baskısı, engelli kadınlar üzerinde daha yoğundur. Ayrımcılığa uğramalarının, dışlanmalarının ve görülmek istenme-melerinin sebebi, toplumsal cinsiyet rollerini verildiği gibi oynayamamalarındandır.

Bu ayrımcılığa, önyargılara sadece engelli kadınlar değil, onların anneleri de maruz kalıyor. Örneğin bir kas hastalığı olan DMD’de (*) anne, bu hastalığın ta-şıyıcısı olduğundan yaşam boyu suçluluk duygusuyla yaşamak zorunda bırakılıyor. Tüm engel gruplarında engellilerin anneleri özellikle hastalıkların keşfedil-diği ilk dönemlerde yoğun bir psikolojik saldırıya uğruyor. Ayrıca engelli çocuklarının bakımı ile de yalnız mücadele veriyor.

Bütün insanlık, toplum ve devletler ne kadar sınıfta kalmış olurlarsa olsunlar; tarih, engellilere çıkarılan engellere rağmen onları aşmayı başarabilmiş kadınla-rın varlığına da tanık oldu, olmaya devam ediyor.

(*)Duchenne Muscular Dystrophy: İlerleyici kas güçsüzlüğü hastalığı

Engelli kadınların kendi kaderlerini tayin hakkıEngellilerin yüzde 51’ini oluşturan engelli kadınlar kadınlık sorunlarını engelli olmayan kadınlardan çok daha fazla yaşıyorlar..

Melek Bengü Yücel

Kadın ve erkek engellilerin oranı birbirine yakındır ama çalışan engellilerin büyük çoğunluğu engelli erkeklerdir, bu tesadüf değil tabii ki.

Sosyalleşmede ilk aşama evden çıkmak, sokağa çık-mak… Sokağa çıkmadıkça, kalabalığa karışmadıkça sosyalleşemiyorsunuz. Üniversiteyi Van’da okudum. Van kapalı bir toplum. İlk yıllarımda sokakta basto-numla yürürken çok bakıyorlardı. Rahatsız oluyor-dum. Mümkün olduğunca az çıkmaya başlamıştım

hatta sokakta bana dikilip bakanlarla çok kavga eder-dim. “Niye bakıyorsunuz, bu sokaklar sadece sizin mi?” diye. Sonradan alıştım. Ben de onların gözleri-nin içine baktım, umursamadım bakışları ve bu şekil-de kurtuldum. Kadın ve engelli olmak yaşam karşısında zorlukları katmerleştiriyor çünkü toplum da, aile de bu zorluğu sana yaşatmak için elinden geleni yapıyor. Belki bi-linçsizce yapıyor ama yapıyor. Kadın ve erkek engelli-lerin oranı birbirine yakındır ama çalışan engellilerin büyük çoğunluğu engelli erkeklerdir, bu tesadüf değil tabii ki. Engelli erkeğin gece saat kaçta eve girdiği-

ne kimse bir şey demez. Kadın olunca, engelli kadın olunca basarlar yakıştırmayı. Engelli kadınlar cinsellik açısından yetersiz görülüyor ve belki çoğumuz da yetersiz olduğumuza inandırıl-mış durumdayız. Engelli kadınlarla sosyal ilişki kuru-luyor; dost olunuyor ama evlilik söz konusu olunca üç kez düşünülüyor. Bunun dindarı da böyle, sosyalisti de böyle! Özellikle de erkek, engelli değilse! Çünkü çocuk doğurma, ona bakma, büyütme, ev temizliği, yemek yapma… Yani evin hizmetini görecek birini arıyorlar. Bu anlamda bence evlilik faydacılık üzerine kuruluyor.

Engelli, kadın, 31 yaşında, sosyoloji mezunu, memur…Delal halini anlatıyor:

Kadın

Page 25: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 25Si asety

Fatma Çelik 13 Aralık günü bir şişe benzin alarak Adana, Celal Bayar Köprülü Kavşağı’na çıktı.

Fatma Çelik kendisine müdahale etmeye çalışan po-lislere “Eşimden ayrıldım ancak hala peşimi bırakmı-yor. Defalarca polise, savcıya gittim, bir çare olmadı. Bana yaklaşmayın, bana her yaklaştığınızda başıma bir iş geliyor” dedikten sonra kendisini ateşe verdi. Fatma Çelik’in sözleri çok acı, bir o kadar da 10 yıllık AKP’nin kadınlara yönelik erkek egemen uygulama-larının ironik bir ifadesi. Fatma, her korunma girişi-minin ardından eski kocasından dayak yemiş.

Devletin gücünü yasalar yoluyla arkasına alan AKP, kadın bedenine doğrudan saldıran muhafazakar politikalarıyla aileyi güçlendirmeye, ayakta tutmaya çalışmakta. Bunun sonucunda artık günde 5 kadın erkekler tarafından öldürülüyor. Bu sayıya intihar süsü verilmiş kadın cinayetlerini, tacizleri, tecavüz-leri ve dayağı eklediğimizde karşımıza tam bir kadın katliamı çıkıyor.

AKP kadın bedeni üzerinden yürüttüğü “karşı” politikalarla “şiddete karşıyız” argümanını yayarken, kadının aileci politikalara sarılmasını sağlayacak yasal/yasadışı uygulamalarla, kadın düşmanı proje-lerle kadın kurtuluş hareketinin bu alanda yürüttüğü mücadelenin içini boşaltmaya, kendine içermeye çalışmakta.

Kadına yönelik şiddetle mücadeleyi “fon” alarak proje yapmaya indirgeyen Aile Bakanlığı’nın son dönem projeleri arasında, “KOZA” ve “Beyaz Kurdele” var. Aile Bakanlığı Koza Projesi’yle 11 ilde “Şiddet mağ-duru kadın, çocuk ve erkekler” için Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri açtı. Buna karşılık her yıl 1000 kadının öldürüldüğü Türkiye’de şiddet gören kadın-ların sığınabileceği 70 sığınma evi bulunuyor. Bu sığınma evlerinin toplam kapasitesi ise sadece 1800. KOZA Projesi bir de kitapçık hazırlamış, evde erkek şiddetine maruz kalan kadına dayaktan kaçmanın, daha az dayak yemenin ve sağ kalmanın yollarını öğretiyor!

“Zavallı erkekler”

Beyaz Kurdele ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in deyimiyle “şiddet yanlısı zavallı er-keklerin” yalnızlaştırılacağı bir kampanya. Erkeklere kadınları takip hizmeti sunan Turkcell, Beyaz Kurdele kampanyasının sponsoru!

AKP’li Esenler Belediyesi ve Yıldız Teknik Üniversi-tesi işbirliğiyle yürütülen “Anne Üniversitesi” projesi ilk mezunlarını veriyor. Kadını anneliğe indirgeyen “üniversite”nin tanıtım broşüründe aile içi şiddetten

kadının da sorumlu olduğuna ilişkin ifadeler yer alıyor.

Tamamen “bilimsel”Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının “Üreme Sağlığı Yasa Taslağı” ortak çalışması bitmek üzere. Taslakta, kürtajda 10 haftalık süre korunuyor ama kürtaj için başvuran ka-dınlar önce ikna odasına alınacaklar. Kürtajın riskleri anlatılıp, ceninin kalp atışları dinletilerek psikolojik baskı uygulanacak. Taslağın en vahim uygulamaların-dan biri de kürtaja karşı olan hekimlere hastayı red-detme hakkını vermesi.Sağlık Bakanlığı’nca “Kişisel Sağlık Verilerinin İşlen-mesi ve Veri Mahremiyetinin Sağlanması Hakkında-ki Yönetmelik Taslağı” adı altında yeni bir proje daha geliştirilmiş. Bu yönetmeliğin Sağlık Bakanlığı’nın tamamen “bilimsel” gerekçesi ardına gizlenerek topla-yacağı verilere bir bakalım: 15-49 yaş arası kadınların doğum, düşük türü ve sayıları, kullanılan aile planla-

ması yöntemi, gebelik tespiti sonuçları, son adet tarihi, medeni hali, alkol-madde-sigara kullanımı, iş meslek, gelir durumu vb. Bu kadar özel bilgi içeren bir uygu-lamanın kanunla değil de yönetmelikle talep edilmesi genel hukuka ve özel hayatın gizliliğine aykırı. Ama buradan murat edilen ne? Bunun yanıtını yazmama gerek var mı?

“Aileyi değil, kadını koru”

AKP iktidarı döneminde kadına yönelik şiddet yüzde 1400 artarken, erkek devlet daha fazla kadın sığınağı için bütçe ayırmak yerine “KOZA”, “Beyaz Kurdele”

ve “Anne Üniversitesi” gibi projelerin reklamına ve istihdamına milyonlarca lira harcıyor. Bakanlığın kadını aile içinde tutma, koruma ve uyumlaştırma proje ve kampanyaları kadın cinayetlerinin önünü açmaktan başka bir işe yaramıyor.

Erkek şiddetini önlemek için hukuksal düzenlemeler kadınlar lehine yeniden gözden geçirilmeden ve yasa-lar köklü bir biçimde kadınlar lehine değiştirilmeden, yasa uygulayıcıları kadınlar lehine kararlar vermeden; en azından yasal yaptırımların erkek şiddetini önleme konusunda bir işe yaramayacağını biz kadınlar artık biliyoruz.

Biz kadınlar kadına yönelik şiddetin erkek egemen devlete ve cinsiyet eşitsizliğine dayandığı kabul etme-yen uygulamalar, göstermelik yasalar, proje kampan-yaları ile kadına yönelik şiddete makyaj yapan bir aile bakanlığı değil, erkek şiddetiyle mücadele iradesine sahip bir kadın bakanlığı istiyoruz.

AKP’nin kadın düşmanı projeleriKadına yönelik şiddetle mücadeleyi “fon” alarak proje yapmaya indirgeyen Aile Bakanlığı’nın son dönem projeleri arasında, “KOZA” ve “Beyaz Kurdele” var.

HikmetSarıoğlu

Bakanlığın aileyi korumak ve boşanmaların önü-ne geçmek için geliştirdiği bir diğer proje, ayrıl-mak isteyen çiftlere hukuki yardımdan önce “te-rapi” önerisi. Bakanlık ile Ankara Hukuk ve Hayat Derneği arasında imzalanan işbirliği protokolüne göre, dernek üyesi avukatlar hukuki yardım baş-vurusunda bulunan çiftleri, aile danışmanlı-ğı almaları için Bakanlık tarafından belirlenen merkezlere yönlendirecek. Bakanlık boşanmak isteyenleri bir veri sistemi ile takip edecek ve tabiî ki boşanmaması için ikna etmeye çalışacak. Ka-dınların boşanmak için savaş verdiği kişiler azmış gibi buna bir de Aile Bakanlığı eklenecek.

Boşanmak isteyen kadın terapiye

Aile Bakanlığı’nın kadını aile içinde tutma, koruma ve uyumlaştırma proje ve kampanyaları kadın cinayetlerinin önünü açmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kadın

Page 26: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 126 Si asety

“Enformel sektör” kavramı, kır-dan kente göç edenlerin, formel sektörün kısıtlı iş yaratma kapasi-

tesinden ötürü bu sektörde iş bulamadığı koşullarda, yaşamlarını sürdürmek için yürüttüğü ekonomik faa-liyetleri tanımlamak için, 1972 yılında İLO’nun Kenya Raporu’na girmiştir. Başlangıçta geçici olduğu düşü-nülen enformel alan işleri formel sektöre geçmede bir basamak olarak değerlendirilirken, zamanla alanın kalıcı bir yapıda olduğu genel kabul görmüştür. Bu alandaki işletmelerin temel iki özelliği küçük ölçekli oluşları ve resmi düzenleme ve vergilerden kaçınıyor olmalarıdır. Ancak resmi düzenlemelerden kaçınma temel kriter olarak alındığında, düzenlemelere uy-mayan orta ve büyük boy işletmeler de enformel alan kapsamında değerlendirilmektedir.

Enformel alan, tarımsal özellikleri ağır basan ve kişi başına düşen milli gelirin düşük olduğu ülkelerde çok daha önemli oranda kendini göstermektedir. Bu bağlamda, bir ülkenin gelişme düzeyinin düşüklüğü ile enformel alanın büyüklüğü arasında doğrusal bir ilişki vardır. Enformel istihdam ile yoksulluk arasın-daki ilişki ise şu şekilde sınıflandırılabilir: İşveren, kendi hesabına çalışan, ücretli çalışan, ev işçisi. Bu sınıflandırma doğrultusunda bakıldığında kadınların ve çocuk işçilerin aile işçisi veya düşük ücretli ko-

numlarıyla, enformel alanın en yoksullarını oluştur-duğunu görmek mümkün.

Enformel faaliyetlerin sermaye tarafından tercih ediliyor olmasının en önemli nedenleri emeğin kayıt dışı olması, sosyal yararlardan yoksun kalması, asgari ücretin altında ücret alması veya toplumun başka türlü izin vermeyeceği koşullarda istihdam edilme-sidir. Ayrıca uluslararası piyasalarda rekabet edebil-mek için işgücü maliyetlerini düşürme zorunluluğu, birçok imalatçı firmanın enformel alana geçmesine yol açmıştır.

Ev eksenli çalışan kadınlar

Ev eksenli çalışma asıl olarak kadın emeğine dayan-maktadır. Ev eksenli çalışma içinde kadınların ev işçisi olarak yoğun biçimde istihdamının temel nede-ni kadın emeğinin ucuz emek niteliğinde oluşudur.

Esasen 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca dünyanın her yerinde kadınların işgücü piyasasına katılımları artmıştır. Bu gelişim literatürde “işgücünün femini-zasyonu” olarak adlandırılmakta ancak bu sürecin, işgücü piyasasının esnekleşmesi doğrultusunda,

kadınların, düşük ücretli, güvencesiz ve düzensiz işlerde, kötü çalışma koşullarına sahip olan ev eksenli çalışmayı da kapsayacak şekilde enformel ekonomik alan faaliyetlerinde artışı sonucu gerçekleştiği belirtil-mektedir.

Genellikle genç ve evlenmemiş olan kadınlar, evlen-dikten ya da doğumdan sonra çalışmak istemeyerek ev içine geri dönmek istemektedirler. Bu nedenle de iş güvenliği, sosyal yardım gibi kıstaslar yerine çalıştıkları sürece ellerine geçen ücret birincil ön-celiklerini oluşturmaktadır. Böylelikle işverenlerin ücret ve kıdem artışı, sosyal güvenlik, doğum izni gibi yükümlülüklerden kurtulma isteğiyle kadınların çeyiz hazırlamak, belli bir süre aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışma istekleri örtüşmektedir.

Ev eksenli çalışmanın kendileri açısından birçok olumsuzluk içermesine rağmen, kadınlar tarafından

yoğun bir biçimde tercih edilmesini açık-lamak için öne sürülen temel görüş her ne kadar bağımlı çocuk sayısının fazlalığı olsa da, kadın emeğinin ucuz emek olarak kabul edilmesi, işverenler tarafından

istenilirliğini arttırmakta, bunun yanı sıra ekonomik zorluklar ve yoksulluk karşısında kadınların hane hal-kı gelirlerine katkıda bulunmak amacıyla bu tür işleri bir yaşam stratejisi olarak benimsemesi, kadınların formel işgücü piyasalarının aradığı niteliklere sahip olmaması ve kadınlara karşı uygulanan ayrımcılık, çalışmak zorunda olan kadınların, enformel alan kap-samında ev eksenli işleri bir anlamda zorunlu olarak seçtiğini ortaya koymaktadır. Yani ev eksenli çalışma ve yoksulluk ilişkisi kadınlar aleyhine cinsiyetçi bir özellik taşımaktadır.

Ev eksenli çalışma görünür kılınmalı

Günümüzde işçi-işveren ilişkilerinin değişen, esnek-leşen yapısını dikkate almadyan, dar anlamda işçi tanımını esas alarak yeni ortaya çıkan standart dışı çalışma biçimlerini işçi tanımı dışında bırakan yak-laşımlar, yeni sömürü biçimlerinin ortaya çıkmasına hizmet etmektedir.

Ülkemizde son yıllara kadar evde bağımlı statüde ça-lışanların, işçi olarak kabul edilmemesi, bu alandaki yasal boşluk yanında sosyal politika önlemlerinin ta-nımlanmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Evde çalışanların hukuki korunmasının gündeme gelmesi için, evde çalışmanın bir “istihdam biçimi” olarak kabulü ve evde çalışmanın görünür kılınması gerekir.

Evde çalışmayı işçi sendikalarının da gündemlerine almaları gereklidir, çünkü; evde çalışma düzenli ve tipik istihdam biçimlerine alternatif oluşturmakta ve bazı sektörler için düzenli çalıştırmanın yerini almaktadır. Evde çalışanların hukuki korumalardan yararlanabilmeleri için öncelikle, evde çalışmayı kayıtlı bir üretim ve çalışma biçimi haline getirmek gerekmektedir.

Enformel alanda kadın emeğiEv eksenli çalışma içinde kadınların ev işçisi olarak yoğun biçimde istihdamının temel nedeni kadın emeğinin ucuz emek niteliğinde oluşudur.

EbruYıldırım

Ev eksenli çalışma ve yoksulluk ilişkisi kadınlar aleyhine cinsiyetçi bir özellik taşımaktadır.

Kadın

Page 27: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 27Si asety

2013 yılında Türkiye’de çalışan kesimin büyük çoğunluğunun kaderini belirleyecek olan asga-

ri ücret sonunda belirlendi. 15 kişiden oluşan bir ko-misyon ile yaklaşık 20 milyon insanın yaşam düzeyini direkt olarak ilgilendiren asgari ücrete, hükümetin 3+3’lük ilk zam önerisine karşılık, sendikaların talebi ise en düşük memur maaşı dikkate alınarak bir oran belirlenmesi yönünde oldu. 2012 yılında emekçilerin yarattıkları değer karşılığında alabildikleri asgari üc-ret net 739 TL idi. Asgari ücret belirleme komisyonu toplantısının ardından yapılan zam oranı ilk altı ay için yüzde 4,1, sonraki altı ay için ise yüzde 4,4 olarak açıklandı. Bu da emekçilerin ücretlerinde 34 liralık bir artışa denk gelerek, önceden 739 TL olan asgari ücretin 774 TL olarak belirlendi. Ekonominin son 34 yılda 3,7 kat büyümesine karşılık asgari ücret yalnızca yüzde 9 arttı. Oysa DİSK; yeni zam oranının emek-çilerin kış aylarında yapacağı ısınma giderlerindeki zamlara bile denk düşmediğini açıkladı. Buna göre her bir asgari ücretli yeni zam ile birlikte eline geçen 34 TL ile yalnızca 34 simit, 1,3 kilo kıyma, 3,5 kilo peynir alabilecek duruma gelmiştir. Çalışma Bakanı Faruk Çelik yapılan zammı; “asgari ücret son on yıllık dönemde kümülatif olarak yüzde 301 arttı. Bu artış net olarak yüzde 65’e denk gelmektedir. On yıldır asgari ücretli de dahil olmak üzere hiçbir çalışanı enflasyona ezdirmedik. Ayrıca bu tutar en az düzey-dir, biz kimse daha çok ücret vermesin demiyoruz” diyerek emekçilere yapılan simit zammını savundu. Buna karşılık Türk-İş Genel Sekreteri Ramazan Ağır zam oranının oy çokluğu ile belirlenmediğini belirte-rek “yeni zamlar devlete ve sermayeye hayırlı olsun” diyerek sürece tepki gösterdi.

TUİK: Asgari ücret en az 1025 TL olmalı

Devletin kendi İstatistik Kurumu olan TÜİK’in ha-zırladığı raporda asgari ücretin en az 1025 TL olması öngörülmüştü. Ancak TÜİK’in açıkladığı miktara rağmen, hükümetin belirlediği zam tutarı yine her yıl olduğu gibi açlık ve yoksulluk sınırının altında kaldı. Öte yandan işveren temsilcilerinin, TÜİK raporuna yönelik açıklaması ise; bu rakamın TÜİK tarafından en ağır koşullarda çalışan işçi için belirlendiği ve bu-nun tüm işçileri kapsamasının mümkün olmadığı yö-nünde oldu. Gerekçe olarak ise başbakanın büyüyen ekonomimize dair yorumları bir kenara itilerek ülke-de hala krizin etkilerinin sürdüğü, emekçilerin biraz daha insaflı olması gerektiği yönünde oldu. Türk-İş, asgari ücretli bekâr bir işçinin, her ay devlete 53,43 lira gelir vergisi ödediğine işaret ederek, bu verginin teşvik uygulamasıyla asgari ücretli işçi çalıştıran işve-rene 47,03 lira olarak geri döndüğünü bildirdi.# 3,5 kat büyüyen ekonomiden emekçilerin payına düşen 34 TL ise cebimizden çalınarak sermayeye aktarılan

kaynağın büyüklüğü konusunda oldukça net bir fikir sahibi olmamızı sağlamaktadır.

DİSK:“Asgari ücret ile bir aile insani düzeyde an-cak bir hafta yaşayabilir”

DİSK’in, açlık ve yoksulluk sınırı verilerine dayanarak yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre#; sağlıklı beslenmek için yetişkin bir kadının yapması gereken günlük harcama tutarı 8,69 TL olurken, bu rakam yetişkin bir erkek için 8,95 TL, 15-19 yaş erkek çocuk

için 9,49 TL, 4-6 yaş bir kız çocuğu için 6,59 TL ola-rak tespit edilmiştir. Buna göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için yapması gereken günlük gıda harcaması 33,71 TL# olmaktadır. Aynı hesaplamaya göre dört kişilik ailenin sağlıklı beslenmek ve insanca yaşayabilmek için yapması gereken asgari harca-ma tutarı ise aylık 3197 TL’dir. Söz konusu ailenin gereksinimlerini karşılamasında “gıda, içecek vb.” için ayırması gereken tutar 1011, giyim ve ayakkabı için ayırması gereken tutar 200 TL’dir. Diğer harcama kalemleri ve ayrılması gereken tutarlar ise şöyledir: kira, su, elektrik vb. için 904, mobilya, ev bakımı vb. için 183, sağlık için 71, ulaştırma için 312, haber-leşme için 137, eğlence ve kültür hizmetleri için 70, eğitim için 63, lokanta, yemek, otel vb. için 133, çeşitli

mal ve hizmetler için 113 TL# olmaktadır. Ancak; bu rakamlar değil 2013 yılının, 2012 yılında belirlenen açlık ve yoksulluk sınırlarının bile altındadır. Bununla birlikte yapılan araştırmalara göre verilen asgari ücret ile bir aile ayı yalnızca ilk haftası insani bir yaşam sü-rebilmekte kalan üç hafta boyunca ise yoksulluk hatta açlık sınırının altında bir para ile borç içinde geçinme savaşı vermektedir.

Kapitalist birikimin yoğunlaştığı ve yaşam pratik-lerinin karmaşıklaştığı günümüzde asgari ücret

mücadelesi, en temel umudu da en zor sınavı da içinde barındıran, emekçilerin adaletsiz sisteme karşı, dünyanın ihtiyarlayıp günahlarını çıkarma yaşını beklemeden vermesi gereken esas yaşam kavgasıdır. Emekçilerin görüp görülmediği, konuşup işitilmediği, yaratıp fark edilmediği bu şartlar altında daha fazla sessiz kalmaması, yaşamayı beğenmediği bu hayatı değiştirmenin yalnızca kendi istek ve iradesine bağlı olduğunun farkına varması ve bir an önce harekete geçmesi gerekmektedir.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1113796&CategoryID=80

http://www.disk.org.tr/default asp?Page=Content&ContentId=1275

Ekonomi büyüyor, asgari ücret yerinde sayıyor

Yasemin Çelik

Asgari ücret, 34 TL artışla 774 TL olarak belirlendi. Ekonominin son 34 yılda 3,7 kat büyümesine karşılık asgari ücret yalnızca yüzde 9 arttı

Günümüzde asgari ücret mücadelesi, en temel umudu da en zor sınavı da için-de barındıran, emekçilerin adaletsiz sisteme karşı, dünyanın ihtiyarlayıp gü-nahlarını çıkarma yaşını beklemeden vermesi gereken esas yaşam kavgasıdır.

Emek

Page 28: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 128 Si asety

Biz aslında direnişi çevremizde bulunan eşimiz, dostumuz, arkadaşımız ve yoldaşlarımızla dayanışma içinde olarak kazandık.

Bedaş işçileri neden bunca ay direnişteydi? Ne talep

ediyorlardı? Alişan DOĞAN: Maaşlarımızın zamanında ödenme-mesi, eksik ödenmesi, bir sonraki ihaleden sonra işi-mize devam edip edemeyeceğimizin bir garantisinin olmaması, abonelerle yaşanan her türlü olumsuzluğa muhatap olmamız, yapılan elektrik zamlarından son-ra abonelerin tepkisiyle karşı karşıya kalmak... Keyfi işten çıkarılmalar, daha az eleman daha çok iş…Han-gi birini sayayım? Sahada yaşanan her tür problemi kendimiz gidermek zorunda kalıyorduk. Yaşanan herhangi bir sorunda haklı da olsak, kurum “müşteri haklıdır” felsefesiyle personeli azarlayıp, bir sonraki sefere hakkını fes edeceği tehdidinde bulunuyordu.

Taleplerimiz karşılanmayacak talepler değildi. Maaşlarımızın sürekli geciktirilerek değil zamanın-da ve eksiksiz ödenmesini istedik. İş güvencemizin sağlanması, her ihaleden sonra işveren değiştiğinde işimizin devamlılığının olup olmayacağının endişe-sinin ortadan kaldırılmasıydı. Ana işverenin taşeron firmayla yapmış olduğu sözleşmeye uyulması, hak gasplarımızın giderilmesi esas taleplerimizdi.

Özcan YILMAZ: Taşeron firma çalıştırdığı bizlere, üvey evlat muamelesi yapıyordu. Eksik eleman, eksik maaşla çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi, çalışma materyallerini işçinin kendisinin temin etmesi iste-niyordu. Örneğin pil, optik okuyucu gibi birçok şeyi almakla yükümlüydük. İhale şartnamesine göre 36 işçinin çalışması gerekiyorken bir bilgisayar operatö-rü ve bir koordinatör dışında, geriye kalan 34 kişinin sayaç okumada çalışması gerekirken, 22 - 27 işçi ile çalışıyorduk. Bu durumda gün içinde 700-800 abone faturalandırıyorduk. Bu, Bedaş işçisinin isyanını direnişe dönüştürdü. Biz işçiler şartlarımızı normale döndürmek için örgütlenmemizin gerekliliğini fark edip Enerji Sen ile birlikte yola çıktık. Hem sendikal örgütlülüğümüzü sağlamak hem de Türkiye enerji iş kolunda işçilerin örgütlülüğünü sağlayarak özelleş-tirmeye ve güvencesizleştirilmeye karşı bir duruşu örgütlemek için yola çıktık.

Direnişe kaç kişiyle başladınız? Süreç içerisinde artma- eksilme oldu mu?

Özcan YILMAZ: Direnişe sayaç okuma bölümünden 116 kişiyle başladık. İlk hafta da müzakereler sonuç vermeyince 29 Mayıs’ta direniş çadırını Bedaş Genel Müdürlüğünün önüne kurduk. Direnişin ilk günle-rinde kalabalıktık. İşçilerin tamamı geliyordu. Süreç ilerledikçe, kamuoyu yaratmak işçilere moral ve mo-tivasyon katmak için Boğaziçi köprü eylemini gerçek-leştirdik. Bu eylem direnişimizin duyulmasını sağladı, biz işçilere de heyecan kattı. Zaman ilerledikçe bu işin esas omuzlayanları dışında artmalar ve eksilmeler oldu. 24 saat çadır nöbetleri, cuma yürüyüşleri hep devam etti.

Sendikanızın tavrı nasıldı?

Alişan DOĞAN: Direni-şe başlarken, yürütürken, sonlandırdığımız güne kadar, tüm karar süreçlerinde bizler de yer aldık. Yaptığı-mız eylem ve etkinliklerde sendika yöneticilerimiz hep yanımızdaydı. Direnişimizin başarıya ulaşması için ka-rarlarımızı, oluşturduğumuz işçi meclislerinde alıyorduk. Süreç içerisinde zaman zaman işverenle görüşmelere işyeri temsilcileriyle birlikte gidiliyordu. Karşılıklı güven ilişkileri içerisinde direnişi sendikamızla birlikte yönettik ve başardık.

Kamuoyundan destek gör-dünüz mü?

Alişan DOĞAN: Dayanışma olmadan direniş kazanıla-maz. Özgür basın emekçileri direnişimizi haberlerine taşımasaydı eksik olurdu. Her cuma yürüyüşümüze destek veren, basın açıklamalarımıza katılan sosyalist çevrelerin ve demokratik kitle örgütlerinin yanımızda olduklarını belirt-meleri bize moral oldu. Kimi sosyal demokrat belediyelerin suyumuzu, kumanyalarımızı getirmesi, yine işçi sınıfının mücadelesinin dayanışmayla taçlanacağının bilinciyle ki-şisel ve grupsal ziyaretlerde bulunan, dayanışma kum-baramıza paralar atan ve elinde çayı, şekeriyle gelen dostlarımızın yaptıklarını azımsamak olmaz. Şarkıları, türküleri ve halaylarıyla yanımızda olan sanatçı dost-larımızı unutamayız. Biz aslında direnişi çevremizde bulunan eşimiz, dostumuz, arkadaşımız ve yoldaşları-mızla dayanışma içinde olarak kazandık.

Eylemlerinizin hukuksal kazanım üzerinde etkisi oldu mu? Neler söyleyebilirsiniz?

Kemal DALVEREN: İşe geri alınmamız bizim için kazanımdır. Ayrıca direnişimiz devam ederken taşe-ronda çalışan arkadaşlarımızın maaşları zamanında ve eksiksiz ödenmeye başlamıştı. Ana işveren Bedaş, taşeron firmayla yaptığı şartnamede işçilerin hak kaybına uğramaması için taşeron firmanın denet-lenmesini sağladı. İşten atıldığımızda Bedaş’a dava aç-

mıştık. Dolayısıyla hukuksal süreç hala devam ediyor. 208 gün direnişte çalışmadan borçlandık mağdur edildik. Mağduriyetimizin giderilmesi için davamızın takipçisi olacağız.

Direniş süreci sizlerde nasıl bir değişim sağladı?

Zafer GÜLÇİÇEK: Ben daha önceleri böyle bir mücadele içinde hiç bulunmadım. İlk defa hak mü-cadelesinde bulunuyorum. Hakların sokakta dire-nerek kazanılacağını öğrendim. Bu direniş bana çok şey öğretti. İki bayramı direniş çadırında geçirdik. Çocuklarımla birlikte yürüyüşlere katıldım. Direnişi videodan izlediğimde kendimle bir kez daha gurur duydum. İşçiler birleşerek savaşmadıkça hakların kazanılmayacağını öğrendim.

Bedaş’ta direniş kazandı

Röportaj: Feray Mertoğlu

Hem sendikal örgütlülüğümüzü sağlamak hem de Tür-kiye enerji iş kolunda işçilerin örgütlülüğünü sağlayarak özelleştirmeye ve güvencesizleştirilmeye karşı bir duruşu örgütlemek için yola çıktık.

Emek

Page 29: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 29Si asety

Kapitalizmin yapısal krizi, kü-resel düzeyde sınıfsal antagoniz-mayı şiddetlendirdi. Özellikle

kıta Avrupa’sı başta olmak üzere dünyanın birçok coğrafyasında büyük sınıf ve kitle hareketleri yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Genel grev senkronları, sektörel grevler, yaygın direnişler, meydan işgalleri, büyük toplumsal gösteriler, yol ve parlamento blo-kajları küresel bir boyut kazandı. Son yarım yüzyılın en büyük kitle mobilizasyonunu yaşıyoruz.Küresel düzeyde yaşanan bu büyük sınıf ve kitle hareketlerine karşılık Türkiye’de benzer gelişmeler yaşanmadı.

Yaygın lokal direnişler

Türkiye işçi sınıfı kendi özgünlüğünde, farklı bir düz-lemde hareketli bir döneme girdi. İşçi sınıfı son 20 yılın en hareketli dönemini yaşıyor. Kapitalist krizin yarattığı yıkıcı sonuçlar sınıfsal öfke ve kini tetikledi.

İşçi sınıfı ontolojik bir yönelimle harekete geçti. İşyeri kapatmaları, işsizlik tehdidi, düşük ücret politikaları, ağır ve yoğun çalışma koşulları, geleceksizlik sınıfın örgütlenme ihtiyacını yakıcı olarak hissetmesine yol açtı.

İçgüdüsel olarak farklı örgütlenme çabalarında bulundu. Bu adımların ağırlığı sendikal yönelimiydi. Sendikal yapıların olumsuz imajları ve zafiyetleri-ne rağmen bu yönelim, her şeyden önce tehlikenin farkına varma haliydi ve her şeye rağmen örgütlenme ihtiyacının dışa vurumuydu. Ayrıca işçi sınıfı çeşitli taban örgütlenmeleri aracılığıyla kolektif duruş sergi-lemeye ve kendini korumaya çalıştı.

Sermaye sınıfın refleksel ve hızla örgütlenme çaba-larına karşı acımasız bir tutum aldı. Sınıfa açıkça ve şiddetle saldırdı. Yoğun işten atılmalar yaşandı. Sermayenin sendikasızlaştırma, işsizleştirme, hak gaspı, yoksullaştırma politikaları lokal eylemlerin temel nedenini oluşturdu. Hemen hemen her hav-zada ve her sektörde lokal eylemler gerçekleşti. Bazı havzalarda aynı dönem içinde birkaç işyeri eylemi görüldü. Ağırlıkta uzun süren, İstanbul merkezli bu eylemler, birbirini tetikleyici, besleyici ve geliştirici bir işlev gördü. (Hey Tekstil, Togo, Ontex, Marmaray, UPS, Maltepe Taşeron İşçileri, İzmir Taşeron İşçileri, Mersin Liman İşçileri, Safranoğlu, Bedaş, Cerrah-paşa ve birçok diğer direnişler gibi.) Bunun yanında bazı işyerlerinde olağanüstü ağır çalışma koşulları, işverenin uyguladığı şiddet, son derece düşük ücret ve hak gaspları sınıfın öfke patlamalarını beraberinde getirdi. Yine sistemli işten atmalar, işyeri kapatmaları özellikle tersanelerde (son yıllarda ölümlerle birlikte yaygın direnişler yaşandı) ve tekstil sektöründe en temel haklar için birçok eylem gerçekleşti (Meha Tekstil, Rosateks gibi). İşçi sınıfı bu direniş ve eylem-

lerle varlığını ve geleceğini korumaya çalıştı.

Yer yer gerçekleşen (Sinter, Gürsaş gibi) fabrika işgal eylemleri sınıfın öz güvenini pekiştirdi. Bu eylem tarzı – birçok yetersizliğine rağmen – sınıfsal öfke ve kini en net açığa çıkaran pratikler olarak önem taşıdı. Sınıfla devlet güçlerinin karşı karşıya gelmesi, işçiler tarafından sermaye ve devlet ilişkisinin çarpıcı bir şekilde kavranmasına yol açtı.

Bireysel direnişler, model kimlikler: Kadın işçilerin yıkıcı gücü

Yeni dönemde dikkat çeken ve bir düzeyde yaygınlık gösteren eylem tarzlarından biri, bireysel işçi dire-

nişleri oldu. Fabrikalarda ya da işyerlerinde sınıfsal kutuplaşmayı en konsantre biçimde yaşayan işçi ve işçi önderleriyle gerçekleşen bu eylemler (hemen akla gelen Emine Aslan, Saliha Gümüş, Gülistan Kobatan, Cansel Malatyalı, Aynur Çamalan, Didem Sorhun, Türkan Albayrak, Zeynel Kızılaslan, Muharrem Su-başı) dönemin en etkili eylem biçimleri olarak dikkat çekti.

Özellikle eylemlerin kadın işçiler tarafından inatla, kararlılıkla ve militanca sürdürülmesi çarpıcı sonuç-lar yarattı. Bireysel direnişler sınıf mücadelesinde kadın işçilerin rolünü ortaya koydu. Kadına kapitalist sistemin yüklediği toplumsal rol ve patriarkanın yok ediciliği ve sistemin rasyonalizasyonundaki işlevi bu eylemlerle altüst oldu. Kadın işçiler mücadeleye geç katılan ama katıldığında, kararlılığı, radikalliği, mü-

cadeleci ruhu, pes etmemezliği ve dava kadını olma-sıyla sınıf mücadelesinde taşıyıcı bir güç olduklarını ortaya koydu. Bu kadınlar bir model kimlik olarak iz bıraktı. Örnek oldu ve yol gösterdiler.

Kent grevleri olasılığı: Bosch pratiği ve Gaziantep tekstil işçileri fiili grevi

Lokal eylem ve direnişlerin yaygın bir karakter göstermesi, aynı zamanda bireysel işçi direnişlerinin hızla artması, sendikal örgütlenme arayışının yoğun-laşması, spontane eylemlerin dikkat çekici şekilde gelişmesi işçi havzalarında biriken sınıfsal öfke ve

kinin boyutunu göstermektedir.

Bugün her havza giderek patlamaya hazır bir volkana dönüşüyor. Bu durum özellikle Bursa’da Bosch sürecinde ve son olarak Gaziantep’te tekstil işçilerinin fiili grevlerinde hissedildi. Her iki eylem ve hareketlilik gerçekleştiği kentlerde muazzam olanakların ve gelişmelerin önünü açabilir-di. Ama süreci derinleştirecek, katalizör rolü oynaya-cak ve uzun süreli bir sınıf çalışmasının ürünü olarak eylemleri havzaya yayabilecek örgütsel olanakların ve perspektifin olmamasından dolayı eylemler dar sınır-lara hapsoldu. Bunu işçilerin değil, devrimci siyasal öznelerin yapabileceği unutulmamalıdır.

İşçi direnişlerinin yeni karakteriTürkiye işçi sınıfı kendi özgünlüğünde, farklı bir düzlemde hareketli bir döneme girdi. İşçi sınıfı son 20 yılın en hareketli dönemini yaşıyor.

Volkan Yaraşır

Yeni dönemde dikkat çeken ve bir düzeyde yaygınlık gösteren eylem tarzlarından biri, bireysel işçi direnişleri oldu. Bu eylemler dönemin en etkili eylem biçimleri olarak dikkat çekti. Özellikle eylemlerin kadın işçiler tarafından inatla, kararlılık-la ve militanca sürdürülmesi çarpıcı sonuçlar yarattı.

Sınıfsal öfke ve kinin birikimi: enerji sıkışması

Emek

Page 30: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 130 Si asety

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından “Küre-sel Ücret Raporu 2012-13” açıklandı. Rapor; ücretle-rin bölgesel farklılıklarını/eğilimlerini ve ekonomik krizden nasıl etkilendiklerini konu ediniyor. Raporda, ücret artışları ile verimlilik arasındaki farkın giderek artışına, alt ve üst gelir grupları arasındaki uçuruma dikkat çekiliyor. Ulusal gelirden sermayenin aldığı payın arttığı, buna karşın işçi ücretlerinin payının azaldığı tespit ediliyor.

Reel ücret artışlarının 2008 krizi öncesi döneme göre oldukça düşük olduğu tespiti yapılıyor. Kriz öncesi dönem olarak ifade edilen 2007’de dünya genelindeki reel ücret artışı ortalama yüzde 3 olmuşken 2008-2011 arası 4 yıllık dönemde yıllık ortalama 1,4 artış göstermiş.

Kriz döneminde Orta Asya, Güney Amerika, Doğu Avrupa’da ücretler artış gösterirken, daha gelişkin ekonomilerde ve Ortadoğu’da azalma görüldüğü belirtiliyor. Özellikle Rusya’da reel ücretlerin 1990’lar-daki değerinin yüzde 40 aşağısına düşmüş durumda olduğu tespit ediliyor. Kriz koşularında “işçi giderle-rinin” düşürülmesine rağmen ekonomik durgunlu-ğun önlenemediği ve bütçe açıklarının devam ettiği rapor edilmiş. Düşük ücretler sonucu toplam talebin azalmasına karşı kolay kredi ve ihracat fazlası yarat-ma gibi önlemler alınmaya çalışıldığı ifade ediliyor.

“Gelişmekte olan ekonomilerde” ücretlerde artış olur-ken (payın düşmesine rağmen), ücret düzeyleri ara-sındaki farkın daha da arttığı tespit ediliyor. Örneğin imalat sektöründeki bir işçinin bir saatlik ücretinin Filipinlerde 1,4 dolar, Brezilya’da 5,4, Yunanistan’da 13, Danimarka’da 34,8 dolar düzeyinde olduğu rapor edilmiş.

1999 ile 2011 arasında ortalama emek gücü verim-liliğinin ortalama ücretlerin iki katı arttığı tespit

edilirken; “küresel yönelimin” milli gelirin dağılı-mında/paylaşımında değişime yol açtığı; emeğin payı azalırken, sermayenin payının arttığı ifade ediliyor. İşçi gelirlerinin azalması; teknolojik gelişmeye, finan-sal piyasalarının genişlemesine, küresel ticarete ve sendikal yoğunluğun azalmasıyla birlikte işçi sınıfının pazarlık gücünün aşındırılmasına bağlanıyor. Buna sebep olan en büyük rolün de finansal küreselleşme olduğu belirtiliyor.

ILO: Dünyada verimlilik artıyor, ücretler azalıyorILO’nun hazırladığı “Küresel Ücret Raporu 2012-13”te, ücret artışları ile ve-rimlilik arasındaki farkın giderek artışına, alt ve üst gelir grupları arasındaki uçuruma dikkat çekiliyor. Ulusal gelirden sermayenin aldığı payın arttığı, buna karşın işçi ücretlerinin payının azaldığı tespit ediliyor.

Şişecam işçisi işine sahip çıkmak için direnişteİstanbul Topkapı’da 40 yıldır üretim yapan Şişe-cam fabrikasının Eskişehir’e taşınması üzerine işsiz kalan cam işçilerinin fabrikadaki direnişi devam ediyor. Şişecam’a ait Anadolu Cam Sanayi Topkapı Fabrikası’nın işçileri; fabrikanın kapatılacağını duy-duklarından itibaren eylemdeler. İşçiler kapatılma ha-berini alınca fabrikayı terk etmeme kararını alıyorlar. Yeni yıla dahi aileleriyle kapatılan fabrikada direnişte giriyorlar. Fabrikayı terk etmeyen Şişecam işçileri 5 Ocak’ta direnişlerinin 9. gününe polis ablukasında uyanıyor. Ancak polisin saldırı tehditleri işçilerin direnişiyle boşa düşürülüyor.

Şişecam’a ait Anadolu Cam Sanayi Topkapı fabrikası, 1969 yılından buyana faaliyet sürdüren Şişecam’ın en eski fabrikalarından biridir. Fabrika, cam amba-laj malzemeleri üretimi yapıyor. Şişecam yönetimi 31 Aralık 2012 günü fabrikanın kapatılacağını ve Eskişehir’e taşınacağını söylüyor. Fabrikada, 444’ü Kristal-İş üyesi olan 572 işçi çalışmaktadır. Topkapı işçilerinin çoğu uzun yıllardır bu fabrikada çalışı-yor, işçilerin kıdem ortalaması on sekiz yıl. Yıllarını Şişecam’a vermiş Topkapı işçisi, çalışma hayatını mev-cut haklarıyla Şişecam’a bağlı fabrikalarda sürdürmek istiyor. Şişecam işvereni; fabrikanın taşınmasını fır-sata çeviriyor; makineler Eskişehir’e taşınırken işçiler

sokağa atılıyor. İşveren tarafından hukuken işyerinin kapandığı savunuluyor ve işyerinin kapandığı iddiası ile işçilerin haklarına el konmaya çalışılıyor. Oysa fi-ilen işyerinin kapanması değil, taşınması söz konusu. İşçilerin talebi yasal haklarının geri verilmesi ve yatay geçiş hakkının tanınması; Şişecam işçisi, taşınmayı dahi kabullenerek güvenceleri ile birlikte Şişecam’da çalışmaya devam etmek istiyor; ancak işvereni işçileri işten çıkarıp; daha düşük ücretle ve güvencesiz olarak Eskişehir’de yeniden işe alınmaları suretiyle çalışma-larını dayatıyor.

1924’te İş Bankası’na bağlı bir kuruluş olarak kurulan Şişecam, cam üretiminde dünyanın en büyük şirket-lerinden biri. Her dönem yüksek üretkenliğe sahip olan Şişecam; 1980 sonrası ihracata dayalı sanayi-leşme politikaları ve sermayenin uluslararasılaşması süreçlerine dahil olarak kârlılığını muazzam dere-cede artırıyor. Üretiminin yüzde 34’ünü yurtdışında gerçekleştiriyor. 140 ülkeye ihracat yapıyor. Dokuz ülkede 18 bin işçi Şişecam fabrikalarında çalışıyor. Şişecam, 40 yıllık Topkapı fabrikasını kapatırken; üretiminin önemli bir kısmını emek-gücünün daha ucuza bulunduğu Mısır, Gürcistan, Rusya, Bulgaris-tan gibi ülkelere kaydırıyor.

İstanbul işçi sağlığı ve iş güvenliği meclisinin aylık raporuna göre Aralık ayında en az 76, 2012 yılında ise en az 878 işçi çalışırken can verdi. 2012 yılında inşaat, tarım, enerji ve maden sektörleri yangın yeri oldu. En fazla iş

cinayetinin yaşandığı kent ise İstanbul’du!

Emek

Page 31: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 31Si asety

Türkiye’de “çoğunluk” için, okul öncesi eğitimden liseye kadar bütün eğitim süreci üniversite kazanma hedefine

ulaşmak üzerine kurgulanmaktadır. İlkokul seçimin-den, seviye berlirleme sınavlarına(sbs) hazırlık süreci-ne ve buna bağlı yüksek puanlı bir liseye yerleşme çabasına, ygs- lys hazırlık aşamasında dershanelere ve özel derslere ayrılan emek, zaman ve paraya, bütün bu süreç bir üniversiteye yerleşmek adına. Üniversite eğitimi görmeye yönelik bu yoğunlaşmış isteğinin arkasında da; felsefi ve evrensel bir bakış açısına sahip olma ve bilimsel üretimde bulunma isteğinin yakıcı heyecanı ve coşkusu yatmıyor ne yazık bu “çoğunlu-ğun” ağırlıklı bir çoğunluğu için. Üniversiteye girme nedenleri üzerine yapılan araştırmalarda; bir meslek ve iş sahibi olmak öncelikli neden olarak sunuluyor. Üniversitenin asli görevi meslek ve iş edindirmek midir tartışmasını bir yana bırakarak; çoğunluk’un üniversite eğitimi görmek isteme nedenlerinin- bir iş ve mesleğe sahip olmanın-; kapitalist üretim ilişkile-rinin geldiği aşamada içinde yaşadığımız toplumsal yapıda bir karşılığı var mıdır; buna bakmak gerektiği-ni düşünüyorum.

AKP Neden Üniversiteleri ve Kontenjanlarını Artırıyor?

Başbakan Erdoğan “her üniversite mezunu iş bu-lacak diye bir şey yok” diyor. İktidarın ağzından iş bulmak ve üniversite okumak arasında doğrudan bir bağlantı aranmaması gerektiğini duyuyoruz . Ancak neden üniversite eğitimi gerekiyor, bu konuda da bir şey söylemiyor. Üniversite eğitiminin neden gerekli olduğunu açıklamasa da üniversite eğitimi görenlerin sayısını artırmaya yönelik ciddi politikaları hayata geçiriyor. AKP iktidarı süresince üniversite sayısı yüz-de 150’ye yakın bir artışla 73’ten 186’ya çıkartılıyor; buna ek olarak üniversitelerin mevcut kontenjanları her yıl artırılıyor. Anadolu’da üniversite olmayan il ve ilçe istisna haline gelmiş durumda. Bütün bu uygulamalarla birlikte 2000 yılında 1.5 milyon olan üniversitede eğitim gören öğrenci sayısının 2012’de 4.4 milyona yükseldiğini görüyoruz.

“Her üniversite mezunu iş bulamayacaksa”; üniver-sitede eğitim görenlerin sayısını artırmaya yönelik politikalar neden hayata geçiriliyor? Başbakan tersini iddia etse de; toplumun genelinde üniversitenin iş ve meslek edindirmeyi sağladığı yönündeki güçlü inanış devam ediyor. Başbakanın söylemine rağmen serma-ye ve iktidar esasen üniversitelerin işlevine yönelik bu yaygın anlayışın yeniden üretilmesini sağlıyor.

Üniversitelerin yaygınlaşması; neo liberalizmle birlikte eğitimin kendisinin bir meta haline gelmesi sürecinin parçasıdır. Vakıf üniversiteleri aracılığıyla

sermaye gruplarına ciddi bir birikim sağlamaları söz konusudur. Türkiye’de 2012 itibariyle faaliyet gösteren 61 vakıf üniversitesinin toplam cirosu 633 milyon TL’dir. Taşrada ardı ardına açılan onlarca üniversite-nin ve ilçelere yayılmış yüzlerce fakültenin; bulundu-ğu bölgenin ekonomik yaşamında benzer bir etkisi söz konusudur. Öğrencilerin barınma ve beslenme giderleri üzerinden ciddi bir kaynak aktarılmaktadır. Üniversitelerin öğrencilere iş sağlamak gibi bir amacı yoktur ancak sermayeye birikim sağlamak gibi bir

işlevi söz konusudur.

“Üniversite Rüyası”nın Sonu

Üniversiteli işsiz sayısı; “üniversite rüyası” nın kabus-la sona erdiğini göstermiyor mu? TUİK raporlarına göre beş yüz bin üniversite mezunu işsiz durumda. Bu üniversite mezunlarının yüzde 30’una denk geli-yor. Üniversiteli işsizlerin oranı, Türkiye’deki yüzde 11 düzeyindeki işsizlik oranın nerdeyse üç katı.

Üniversite mezunlarındaki işsizlik; toplumsal cinsiye-te göre de farklılaşıyor. Kadınların istihdam edilmede yaşadığı güçlükler, üniversite okumakla birlikte değiş-miyor. Üniversite mezunu erkeklerde işsizlik oranı yüzde 24, iken kadınlarda yüzde 35.6 düzeyinde ciddi bir farklılık gösteriyor.

Üniversite mezunlarının işsizlik oranlarındaki yükseklik; çalışma koşullarındaki güvencesizliği de beraberinde getiriyor. İşsizlik tehdidinin büyümesi; ücretlerde düşmeyi, işten çıkarma, sosyal hakların

azaltılması, çalışma saatlerinin uzaması gibi uygula-maların artmasını sağlıyor.

Üniversiteli İşsizlerin Örgütlenmesi

Üniversiteli işsizliğin artışı ile birlikte; üniversiteli işsizlerin örgütlenme deneyimlerini de görüyoruz. Atanamayan öğretmenlerin çeşitli örgütlenme de-neyimleri, işsiz mühendislerin TMMOB bünyesinde örgütlenmesi, Plaza Eylem Platformu, Çağrı Merkezi Çalışanları, 50/D li akademisyenlerin örgütlenme

modelleri; hem işsiz hem de işsizlik tehdidi altında çalışan güvencesiz üniversite mezunlarının örgütlen-me deneyimlerine örnek olarak verilebilir.

Görünen o ki kapitalizmin yapısal bir özelliği haline gelen işsizlik; eğitim, meslek, tecrübe ayırt etmeden tüm çalışanların karşısındaki en büyük tehdit olarak yaygınlaşıyor. İşsizlik tehdidi; güvencesiz çalışmayı da beraberinde yaygınlaştırıyor. Kapitalizmin bütüncül saldırısı; işsiz, çalışan, üniversite mezunu olan olma-yan bütün çalışanların ortak mücadelesini de zorunlu kılıyor.

Kaynakça

Tanıl Bora, vd, Boşuna mı Okuduk: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İletişim, 2011.

TUİK, İstatistiklerle Gençlik, 2011.

http://www.dogrutercih.com/dosya/2012/ozel-dosya-lar/DogruTercih_Ozel_Dosya_2012_014.pdf

Bir rüyanın sonu: İşsiz üniversite mezunları

Eser Sandıkçı

Üniversiteli işsiz sayısı; “üniversite rüyası” nın kabusla sona erdiğini göster-miyor mu? TUİK raporlarına göre beş yüz bin üniversite mezunu işsiz du-rumda. Bu, üniversite mezunlarının yüzde 30’una denk geliyor.

TUİK raporlarına göre beş yüz bin üniversite mezunu işsiz durumda. Bu üniversite mezunlarının yüzde 30’una denk geliyor. Üniversiteli işsizlerin oranı, Türkiye’deki yüzde 11 düzeyindeki işsizlik oranın nerdeyse üç katı.

Emek

Page 32: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 132 Si asety

Bilindiği üzere Başbakan geçtiğimiz haftalarda Muhteşem Yüzyıl’ı eleşti-

ren bir açıklama yaptı. Hem Başbakanı hem Muhteşem Yüzyıl dizisini seven binlerce insan ne yapacağını şaşırdı. Başbakan “Süleyman’ı kıskanıyor mu?”, “Gündem mi saptırıyor?”, “Medyayı hizaya soktuğu yetmedi, kan kus-turmak istiyor”, “ Süleyman’ın kabaran sakalı gözüne batıyor”, “Hürrem’in dekoltesi tahrik ediyor” vb ipe sapa gelmez yorumlar yapıldı. Heyhat! O müthiş yaratıcı çözüm yine dizinin yapımcıları tarafından geldi. Hürrem azıcık kapatıldı ve namaz kıldı.

AKP’nin, Başbakanın, Muhteşem Yüzyıl’la zoru, derdi, husumeti ne? Muhtemelen birden çok cevabı olan bir soru. Başbakanın Muhte-şem Yüzyıl dizisine “takması” göründüğünden çok daha karmaşık ve çok daha derin bir mev-zu. Adını koyalım: Bu çatışma egemenler arası çatışmanın bir popüler kültür ürünü yoluyla gün yüzüne çıkması vakasıdır. AKP ideolo-jisini kısaca milliyetçi+muhafazakar+liberal bir ideoloji olarak formüle edersek, karşı tarafı milliyetçi+modern+liberal olarak formüle etmek istiyorum. Çatışmayı muhafazakarX-modern şeklinde formülleştirebiliriz. Bu formül doğru ise birkaç yüzyıldır bu topraklar üzerinde süre gelen çatışmaların en güçlü di-namiklerinden biri olduğunu teslim etmeliyiz.

Hürrem’i kapatmak orta yol bulma çabasıdır

Okuyucular konuyu fazla basite indirdiğimi düşünür-lerse, onlara senarist olduğumu hatırlatmak isterim. Dizi senaristleri çoğunlukla karmaşık konuları basite indirgerler. Bu çatışma egemenler arası egemenlik sahası (=izleyici) üzerine bir çatışma ve “izleyicisi-ni kaptırmama” mücadelesidir. Başbakanın diziye “takma” nedenleri, izleyicilerin diziyi tutma neden-leriyle örtüşüyor. Yani macera, savaş, kahramanlık kısaca erkeklerin seveceği türde bir dizi değil. Harem hikaye dünyası olarak seçilmiş, erkekten çok etkin kadın kahramanlar var. Bu yönüyle Başbakanın zorunun Hürrem’le olduğu söylenebilir. Yapımcıları-nın Hürrem’i kapatarak ve namaz kıldırarak bir orta yol bulma çabaları da hiç boş bir hamle değil. Doğuş Medya Grubu’nun seçtiği bu yol, aslında temsil ettiği sınıfın AKP iktidarıyla uzlaşmak için çoktan bulduğu bir yöntemdi.

Başbakan, ideoloji üretiminde medyanın rolü dersine iyi çalışmış, açıklamasıyla yeni bir süreci de bizzat başlatmış oluyor: Kendi yarattığı sermaye sınıfına “bizden olmayanlarla yola devam etmeyeceğiz” me-

sajını vermiş oluyor. O açıklamayı, daha çok kendin-den olanlara yaptığını düşünüyorum. Son yıllarda iyice palazlanan yandaş medyasını “dizi dünyasına çağırıyor”, davet ve tehditle. Hürrem’in güzelliğine, aklına, “şeytanlığına” kanıp tarihimizi ezberin dışında öğrenmekte olan kitlesini ise “bizim ecdadımız öyle değil” diyerek hizaya sokuyor. Tarih alanı milliyetçi muhafazakarların asla boş bırakmayacakları ideolojik bir alan.

AKP’nin Muhteşem Yüzyıl’la imtihanı burada baş-lıyor. Yayına girdiği günden beri AKP ideologları tarafından “kaygıyla” izlenen dizi, milliyetçi ve mu-hafazakar kesimler, daha çok da kadınlar tarafından merakla ve severek izleniyor. Senaryosundan, rejisine ve oyunculuklarına tüm sinematografik ögeleriyle, standartların çok üstünde bir proje olduğunu söy-

lemek istiyorum. Dizinin başarısında dra-matik yapının merkezine “Hürrem Sultan”ı yerleştirmelerinin payı hiç tartışılmaz. Dizi sektöründe başarılı yapımlara baktığımızda, hemen hepsinin ana kahramanının kadın karakter olduğunu görürüz.

Asmalı Konak, Aliye, Zerda, Asi, Binbir Gece, Aşk-ı Memnu, Fatmagül’ün Suçu Ne, bu dizilerin başarılarına rağmen kadın erkek eşitsizliğini yeniden ürettikleri vakıa mıdır? Evet öyledir ve sorunludur. Ama yine de ka-dın kahramanların amacına ulaşma sürecini hikaye etmeleri açısından bakıldığında “ka-dın hikayeleridir”. Alışageldiğimiz “muhlis” kadın hikayelerinde Hürrem gibi kadınlar çoğunlukla kötü kadın olarak anlatılır.

Hürrem öyle mi ya, güçlü bir karakter, duy-gularını izleyiciye anlatıyor, “tehlikeli” bir rol model. Dizi temel olarak İbrahim Paşa ve Hürrem Sultan rekabeti üzerinden yol alıyor. Mahidevran Sultan bile önemli bir yardımcı rol, Süleyman ise “Muhteşem” ama aktif de-ğil, at sırtında pek görmüyoruz. Biz Hürrem’i böyle bildik ve sevdik, Başbakan izleseydi mutlaka o da severdi, ama yine de yayından kaldırılmasını isterdi.

“ Tarihi Süleyman değil, Hürrem yazmıştır”

Diziyi kahramanlarıyla özdeşim kurarak izleyebilen ve seven-bilen muhafazakarlar

Başbakandan çok daha fazla yol kat etmişlerdir.Ne var ki faşizme giden bu yolda liderler kitlelerinden kurban isterler. Başbakan dizinin izleyicisi olmadığı için, Süleyman’ın oğlunu katletmesini “dramatik bir çatışma” değil, tarihi bir gerçeklik olarak görüyor ve bununla yüzleşmekten kaçınıyor. Bugün, “oğlunu kat-leden bir ecdadı” Muhteşem Süleyman diye yuttur-manın zor olacağını Başbakan gayet iyi biliyor.

Dizi yayından kaldırılsa bile artık kitlelerin imge-leminde, milli tarih kitaplarının yaratmaya çalıştığı Süleymanlar, Hürremler değil, dizinin senaristi Meral Abla’nın ve onun öğrencilerinin yarattığı Hürremler daha güçlü ve canlı kalacaktır. Meral ablanın pen-ceresinden baktığımızda ise “tarihi Süleyman değil, Hürrem yazmıştır”. AKP’nin diziyi yayından kaldır-ma çabası bu gerçeği saklama çabasıdır.

AKP’nin Muhteşem Yüzyıl’la imtihanı

Yayına girdiği günden beri AKP ideologları tarafından “kaygıyla” izlenen dizi, milliyetçi ve muhafazakar kesimler, daha çok da kadınlar tarafından merakla ve severek izleniyor.

Bilal Babaoğlu

Doğuş Medya Grubu’nun seçtiği bu yol, aslında temsil ettiği sınıfın AKP ikti-darıyla uzlaşmak için çoktan bulduğu bir yöntemdi. Kadının temsili, halen ve ne yazık ki erkek iktidarının tasarrufunda olduğundan eril iktidarlar gerekli gördüklerinde kadınların bedeni üzerinden siyaset yapmakta beis görmezler.

Kültür Sanat

Page 33: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 33Si asety

Nefret suçu: Bir kişi ya da gruba, ait olduğu kimliği, inancı, politik görüşü, cinsiyeti ya da cinsel yönelimi gibi

nedenlerle, farklı biçimlerde zarar verme amacıyla saldırılması sonucunda oluşan suçlar genel olarak nefret suçları olarak adlandırılmaktadır.

Nefret suçlarıyla ilgili her şey doğası gereği toplum-saldır; sadece saldırganların ya da mağdurların değil, toplumun tümünün yaşama biçimiyle, toplumu oluşturan farklı grupların birlikte yaşamaya ilişkin anlayışları ve bu anlayışın, ideolojinin sonuçlarıyla doğrudan ilişkilidir, dolayısıyla bütünüyle politiktir.

“Ya böyle var olma ya da böyle olduğunu belli etme!”

Nefret söyleminin bir yanı, nefret suçlarının asıl aktörü olan homofobik yaklaşımın temelini oluştu-rur: Böyle olma, olduğun gibi olduğunda varlığımızı ve iktidarımızı tehdit ediyorsun, yok olman ya da yok edilmen gerekiyor. Diğer yanı da yüreği hiç kimsenin incinmesine dayanamayan ama her şeyin eskisi gibi sürmesinden ve ona dokunmayan yılanın bin yaşa-masından yana olan iyi kalpli homofobiklerin üstten bakan, akıl veren kibirli ve bin yüzlü hak anlayışına rehberlik eder: Olduğun gibi olmana hiç itirazım yok, ama gözümüze görünme, mahallende, gettonda, barında, parkında, yatak odanda kal!

Medya, dünyada ve ülkemizde nefret suçlarına yol açan ayrımcılığı oluşturan ve besleyen kalıp yargıla-rın, önyargıların kısaca nefret söyleminin kurulma-sında ve yaygınlaştırılmasında en etkili aracılardan biridir.

Medyanın nefret suçları kapsamında ele alınabile-cek eylemleri haberleştirme, kullanılan dil ve mağ-durları ya da olayı sunma şekli, eylemi meşrulaştır-maya ve suçun altında yatan ayrımcılığı gizlemeye yol açabilir; sıklıkla böyle olmaktadır. Örneğin, Türkiye’de bütünüyle nefret suçları kapsamında görülmesi gereken eşcinsellere, travesti ve transsek-süellere yönelik saldırılar, genellikle mağdurların yarattığı tahrik sonucunda oluşan eylemler gibi sunulmaktadır.

Açık bir saldırı ve çoğunlukla cinayete varan ya da bizim ülkemizde ancak ölümle sonuçlandığın-da “haber” değeri taşıyabilen suçlar, mağdurların çıkardıkları “olaylar” sonucunda gerçekleşmiş, “doğal” sonuçlar olarak ele alınmaktadır. Genellikle mağdurlar, faillerin “hassasiyetlerine” dokunur ve cezalarını bulurlar; oysa failin hassasiyetinin tek kaynağı ayrımcılık ideolojileridir. Bu yaklaşım, şiddeti meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda kendini ifade etme ve gerçekleştirme hakkının, bir toplumda kimlere ait bir ayrıcalık olduğunu da tarif eder.

Translar vatandaş sayılmıyor

Evet, tam da bu noktadan hareketle, Avcılar’da yaşananları hatırlamak lazım. Avcılar’da yıllardır transların yaşadığını biliyoruz. Bir süre önce ise, Avcılar’da “mahalle sakini” olarak nitelendirilen bir

grubun “mahalle sakini” sayılmayan translardan rahatsız olduğunu öğrendik. 10 – 15 kişi “Ağaçlar ke-silsin, travesti gitsin”, “Avcılar’da travesti istemiyoruz” transfobik sloganlarla medyaya yansıdı. Medyanın, nefret söylemi mağduru translardan yurttaş, mahalle sakini diye bahsetmezken, hoyratça nefretini kusan kişilerden “mahalle sakini”, “yurttaş” diye bahsediyor olduğunu unutmamak lazım.

Medyanın transfobisiyle cesaretlenen “Avcılar’da oturan yurttaş mahalle sakinleri” Avcılar’da yıllardır oturan transları linç etmeye kalktılar. Bu linç etme girişimi “fiiliyata” dönüşmediği için nefret söylemi-ne kulaklarını tıkayan kolluk kuvvetleri, “Vatandaş ifade özgürlüğünü kullanıyor” dedi. Peki buna karşın barınma, çalışma hakkını kullanamayan ve kendini gerçekleştirme özgürlüğü engellenen trans yurttaşlar?

Tabii ki kolluk kuvvetleri için translar insan sayıl-madıkları için doğal olarak da “vatandaş” değildiler. Zaten linç etmeye kalkan “yurttaşlarımızın da” çok makul gerekçeleri vardı, gece sokağa çıkamıyorlardı,

translar ve müşterileri gece okuldan gelen ilköğretim çocuklarını taciz ediyordu.” Yani her zaman olduğu gibi linç etmek isteyenlerin makul gerekçesi vardı. İnsan hakları savunucularının ve avukatlarımızın desteği ile linç engellendi. Peki sonrasında ne oldu?

Nefret söylemi hedefini buldu

Vatandaşların hassasiyetine dokunup onları “tahrik” ederseniz, vatandaşın sorununu “devlet çözer.” Linç girişimin ertesinde hemencecik, “fuhuş komisyonu kararı” ile seks işçiliği yapan yapmayan bütün trans-ların evlerine baskın yapıldı, 12 transa Kabahatler Kanunu’na göre para cezası kesildi ve sonrasında transların evleri mühürlendi.

“Mahalle baskısı”, medyanın nefret söylemi ve hedef göstermesi sonunda hedefini buldu. Avcılar’da trans-ların evi mühürlendi. Ev mühürlenmelerine itirazlar yapıldı. Ancak bir dizi hukuksuzlukla evleri mühür-lenen transların adalete erişimi o kadar kolay olma-yacak, mahkemenin bu konuyu incelemeye alması bile en erken birkaç ayı bulacak ve bu süreçte trans kadınlar, kendilerine kesilen “kelle vergisi” olarak nitelendirebilecek para cezalarını ödeyebilmek için yeniden sokağa çıkacaklar ve devlet bu sürece aracılık yapmaya devam edecek.

Transfobik “Avcılar”ın hedefindeki translar!

Olduğun gibi olmana hiç itirazım yok, ama gözümüze görünme, mahallende, gettonda, barında,parkında, yatak odanda kal!

Umut Güner

Medyanın transfobisiyle cesaretlenen “Avcılar’da oturan yurttaş mahalle sakinle-ri” Avcılar’da yıllardır oturan transları linç etmeye kalktılar.

LGBT

Page 34: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 134 Si asety

Öğrenci hareketi; eğitimin ticarileştiril-mesine, metalaştırılmasına karşı var olan tüm gücü ile muhalefeti örgütlemekte.

Öğrenci hareketinin en temel talepleri (parasız eği-tim-sağlık-barınma, eşit, bilimsel, anadilinde eğitim) üzerinden örgütleyerek getirdiği süreç, birçok farklı boyutuyla final evresini yaşamakta. AKP hükümeti öncülüğünde, sermaye üniversitelere dönük kapsamlı bir değişim/dönüşüm politikası ile yönelmekte. Me-kan olarak da üniversitelerin ve kampüslerin sermaye tarafından içerilmesi söz konusu iken, eğitimin tama-mı ile piyasalaştırılmaya çalışıldığı bir dönemdeyiz. Öğrenci hareketi böylesi bir süreçte, biriktirdikleri ve her fırsatta ortama dayattığı talepleri ile güçlü müda-hale yollarını zorlayacaktır.

Değişen ve dönüşen kapitalizm koşulları içerisinde yapısal farklılıklara uğrayan gençlik ve özellikle öğ-renci gençlik profili, eğitimin metalaşması ve ticari-leştirilmesine karşı mücadele içinde tekrar, bilindik dinamikleri ile harekete geçmiş bulunmakta. Neo-liberal ekonomi politikalarıyla eğitim sistemi, dünya çapında yeniden yapılandırılıyor. Başta Avrupa ülke-leri olmak üzere birçok ülkede eğitime, özel olarak da yüksek öğretime yönelik uygulamalar kapsamlı bir şekilde hayata geçirildi. Bugün bizlerin gündemine oturan bu saldırıların kökleri kapsamlı bir uluslarara-sı projeye dayanmakta. Aynı zamanda bugün gelinen nokta; Türkiye sermayesinin uluslararası arenada aldığı/almak istediği pozisyondan ve geldiği noktadan bağımsız ele alınamaz. Ve gerek bu durumun ortaya çıkaracağı sonuçlar, gerekse buna karşı örülecek mu-halefet aynı ölçüde kapsamlı olacaktır.

Yaşananların bizler açısından başka bir boyutu ise; yüksek öğretimin tümüyle piyasalaştırılması süreci-

nin Türkiye koşullarında yaratacağı etkinin ne olaca-ğıdır. Coğrafyamızın tüm özgün koşulları içerisinde bizlere dayatılan son durum; AKP iktidarı sürecinde adım adım inşa edilmek istenilen yeni bir rejimin köşe taşlarından bir tanesidir. Ordu merkezli siyase-tin geriye itilmesi, yargının kontrol altına alınması gibi süreçlerin ardından önemli bir hedef olan yüksek öğretimin tümüyle piyasalaştırılması bugün başta gençlik hareketi olmak üzere, toplumsal muhalefe-

tin tamamına dayatılmaktadır. Böylesi bir süreçte gösterilecek olan direniş, gençlik hareketi açısından önemli bir sınav niteliğindedir. Saldırının kapsamlı olması, öğrenci hareketinin diğer toplumsal güçlerle kuracağı ittifakın önünü açarken, gençliğe toplumsal bir başkaldırının çığlığı olma misyonunu da yükle-yecek potansiyeldedir. Nitekim öğrenci gençliğin son ODTÜ direnişi ile ülke gündemine yaptığı etki bunun önemli bir örneğidir.

Gençlik Muhalefeti Yükseliyor

Özellikle yakın tarih açısından ele aldığımızda, 2006-2007 yıllarından bu yana mücadelesini yükselten, AKP iktidarı süresince gerek toplumsal muhalefetin ileri çıktığı dönemlerde, gerekse de geriye düştüğü dönemlerde en diri bileşen olmayı başaran gençlik; girdiği mücadelelerin çoğundan kazanımla ve birikti-rerek çıkma kabiliyetini, ustalığını göstermiştir. 2009 ve 2011 harç eylemleri öğrenci gençliğin başarı ile yürüttüğü ve kazanımlarını biriktirerek bugüne dek

taşıyabildiği önemli örneklerdir.

Uzun süren, bir anda veya kısa sürede sonuçlanma-yan mücadele süreçlerinin altından kalkan öğrenci hareketi, bugün tüm biriktirdikleri ile sermayenin ve AKP’nin karşısında. Saldırılar karşısında bugün alınacak sonuç, öğrenci hareketinin yakın tarihinde gizlidir. Ve elbette tarih bu sürede hata yapanı değil, doğru politika uygulayan ve süreçte kendisini var eden özneleri öne çıkaracaktır.

Yükselen muhalefeti bir eksen etrafında toplama becerisini göstermek ise, elbet bu tarihin öne çıka-racağı öznelerin görevidir. “Üniversite Öğrencileri”, “Bağımsız Öğrenciler” vb imzalar ile öğrenci hareke-tini belirsiz bir birlikteliğe sürükleme çabalarına karşı gençliğin örgütlü duruşunu öne çıkartmak oldukça kritik. Elbette bu duruşu öne çıkartmak, mücadelenin bin bir çeşit farklı öznesini ötelemek, bu zenginliği görmezden gelmek ve mücadeleyi kendisine indir-gemek anlamına gelmemelidir. Aksine AKP’nin bu bütünlüklü saldırılarına karşı, yüksek öğretimin tüm bileşenleri ile ittifak kurabilen, saldırılar karşısında pozisyon almayı bilen bir öğrenci hareketine/öznele-rine ihtiyaç vardır. Böylesi bir duruş, gençlik muhale-fetini yükseltecektir.

Gençlik Muhalefetinde Elenme

Son saldırı ile açıkça ortaya çıkan, fakat esası birkaç yıl öncesine dayanan yoğun bir daralma ve kimi gençlik özneleri şahsında elenmeye tanık oluyo-ruz. Gençlik hareketinin bütünlüklü potansiyelinin birkaç büyük/belirleyici gücü sahip özne ekseninde toplanmakta olduğu, bu özneler dışında kalanların ise ortama etki etme, rengini katmada zorlandığı bir dönemi yaşamaktayız.

Elbet bu döneme gelişte, gençliğe yanlış politikalarla gitmenin ve süreci iyi okuyamamanın rolü büyük. Lakin sosyalist hareketin geneli itibari ile ortaya çıkan daralma ve ufalma meselesinden de bağımsız ele alınmamalıdır.

Son süreçte örülecek muhalefet içerisinde, tüm bu ek-siklikleri gören/gösteren bir yerden süreci örgütlemek elzem. Gençlik hareketi şahsında, toplumsal muhale-fetin tamamının böylesi bir kapsamlı saldırı karşı-sında ayağa kalkması, ancak önümüzdeki dönemi iyi okuyup karşı cepheyi örgütlemekle başarılacaktır.

Gerçek, yıkıcı, yaratıcı; üniversite ayağa!

Böylesi bir süreçte gösterilecek olan direniş, gençlik hareketi açısından önemli bir sınav niteliğindedir. Saldırının kapsamlı olması, öğrenci hareketinin diğer toplumsal güçlerle kuracağı ittifakın önünü açarken, gençliğe toplumsal bir başkaldırının

çığlığı olma misyonunu da yükleyecek potansiyeldedir.

Barış Özer

AKP Hükümeti öncülüğünde, sermaye üniversitelere dönük kapsamlı bir de-ğişim/dönüşüm politikası ile yönelmekte. Mekan olarak da üniversitelerin ve

kampüslerin sermaye tarafından

Gençlik

Page 35: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 35Si asety

“SYK sürecinin gençlik alanında; tartışmalar ve/veya pratik ortak-laşmalar eliyle –SYK’nin geneline-

benzer bir ilerleme içerisine bugüne kadar girememiş olduğu açıktır. Şimdi buzu kırıp yolu açma zamanı-dır.”

Sosyalist Yeniden Kuruluşçu Gençlerin 11 Kasım’da yapmış oldukları toplantıda, üzerinde mutabık kal-dıkları “Yola Çıkıyoruz” başlıklı metin böyle söylüyor. Evet, “buzu kırıp yolu açmak” için kolları sıvama zamanıdır.

Metin, gençlik özelinde geçmiş adına verilmiş bir özeleştiriyi, bununla paralel sürecin önünü açmaya yönelik bir takım yöntem önerilerini ve kararları içinde barındırıyor. Bu özelliğiyle de pratik etkileşim süreci daha önde giden yereller dışında, genel olarak mevcut pratik/programatik ortaklaşma düzeyimize göre ilerletici, sıçratıcı bir hamle oldu.

Hem gençliğin süregiden yeniden kuruluş tartışma-larına daha fazla müdahil olmasını tetiklemek, hem de gençlik alanında yeniden kuruluşu tartışmak adına böyle bir sıçramaya ihtiyacımız olduğu bir gerçek. Son olarak bu hamlenin bir devamı olarak 7 Aralık’ta geniş temsilli bir gençlik meclisi topladık ve tartışma sürecini başlattık.

Gençliği ilerletici bir dinamiğe dönüştürmek

Gençliğin; gerek bugüne kadar birbirleriyle olan diyaloglarının SYK’nin geneline göre zayıflığı, gerekse ön mutabakata dayalı bir ortaklaşma ile yanyana gelmemiş olmaları, yeniden kuruluş sürecinde bu alanın tartışmalarının daha ağır, daha ihtilaflı gitme-sine neden oluyor. Bu nedenle parti sürecinde geride bıraktığımız çeşitli engebeler gençliğin halen önünde duruyor.

Ancak sorunları tespit edip, nedenlerini ortaya çıkar-mak yetmez. Onları aşmaya yönelik bir irade oluştur-mak ve gençliği bir “sorun alanı” olmaktan çıkarıp, aksine sürecin genelini ileriye taşıyacak bir dinamiğe dönüştürmek gibi görevlerimiz var. Önümüzdeki süreci aynı ağırlık içersinde geçiremeyiz.

Diyalogcu, eleştirel yaklaşım

Yolumuza çıkan tıkanıklıklar karşısında, somut sorunları ve tartışmalı alanları görmezden gelen, erte-lemeci ya da dayatmacı yaklaşımlar yerine, yeniden kuruluşçu iradeyle birlikte, diyalogcu, etkileşime açık ve çıkış yolları bulmaya yönelik ilerletici bir yöntem/tarz oturtmalıyız.

Tartışma sürecini merkezi sınırlarda tutmaktan çok yerel eksenli yürütmeyi tariflediğimiz için, hayat tüm yerellerde aynı akmayabilir. Tartışmaların mümkün olduğunca eşgüdümlü gitmesini sağlamaya çalışsak da, bunun nesnel karşılığı böyle olmayacaktır. Bizler ortaklaşma düzeyi genelin ötesinde giden yerellerin

önünü açmalı, onların dinamizmini genel sürece içermeliyiz.

Birikimlerimizi içermenin yolları

Ortak partiye giden yolda, mevcut örgütsel ve politik birikimlerimizi sürecin ortak birikim ve deneyimleri haline getirebilmek için, tartışmayı kurarken bizi yan-yana getiren “yeniden kuruluş” şiarının gençlik için

de bir ihtiyaç olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu ihtiyaç doğrultusunda gençliğe dair ortak sözümüzü oluşturmak istiyoruz.

Bizler yeniden kuruluş sürecine politik farklılıkları-mız olduğu bilinciyle başladık. Ancak şimdi bunları birlikte yapacağımız tartışmaların konusu haline ge-tiriyor ve onları aşma iradesi taşıyoruz. Bütün ihtilaflı yönleri açığa çıkarıp daha fazla üzerine gittiğimiz, politik ortaklaşmalarımızı sivrilttiğimiz ve yereller-den başlattığımız tartışma süreçleri ile ortaklaşma noktalarını artırarak, hem içinden geldiğimiz farklı hayatları tanıdığımız, hem de gençliğe dair politik savunularımızı daha fazla içerdiğimiz bir süreci tarif ediyoruz.

Öte yandan, çoğulcu bir yapı inşa etmeyi hedeflediği-mize göre, bir “mutlak ortaklık” beklentisi ve arayışı içine girecek değiliz. Önemli olan, farklılıklarımızı olabildiğince asgariye indirmek ve giderek güçlenen

bir ortak payda ile çevrelemektir.

Yeni güçlerle buluşarak “yeni”yi kurmak...

SYK yalnızca onu başlatanların toplamından ibaret olduğu sürece, eksik ve tamamlanmamış bir süreç olacaktır. Tıpkı SYK’nin genelinde olduğu gibi bizle-rin de doğrudan doğruya tartışma zeminine kataca-

ğımız genç komünistlere ihtiyacımız var. Ortaklaşma zeminini mümkün olduğunca ileri taşıma, mevcut ör-gütsel aidiyetlerimizi daha hızlı ve sağlam bir biçimde ortak zemine aktarma ve SYK zeminini büyütmenin yolu buradan geçiyor.

“Yola Çıkıyoruz” metninde de çizdiğimiz ortak alanlar üzerinden, kampüslerde, öğrenci gençliğin bulunduğu tüm alanlarda Sosyalist Yeniden Kuruluş-çu Gençliği örgütlemeli, bu zemine daha fazla önem atfetmeli ve yine bu zeminde ortak alanları çoğaltma-lıyız.

Ortak hayatlar paylaştığımız, buluşacağımız ortak ze-minleri çoğalttığımız ölçüde, kurmayı hedeflediğimiz partiyi daha fazla gençleştirecek ve Sosyalist Yeniden Kuruluşçu Gençliği örgütleyeceğiz. Birlikte eyleyen-ler, birlikte düşünenler, birlikte üretenler, çoğulculuğu içselleştirenler ve etkileşime açık olanlar; yol bulur, yol açar ve yol alırlar. Hepimize kolay gelsin...

Gençliğin yeniden kuruluşuBirlikte eyleyenler, birlikte düşünenler, birlikte üretenler, çoğulculuğu içselleştirenler ve etkileşime açık olanlar; yol bulur,

yol açar ve yol alırlar.

Fırat Can Kalyon

SYK yalnızca onu başlatanların toplamından ibaret olduğu sürece, eksik ve tamamlanmamış bir süreç olacaktır. Tıpkı SYK’nin genelinde olduğu gibi biz-lerin de doğrudan doğruya tartışma zeminine katacağımız genç komünistlere ihtiyacımız var.

Gençlik

Page 36: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 136 Si asety

AKP, Akkuyu ve Sinop’dan sonra İğneada’da da nükleer santral ku-rulması için çalışmalara başladı.

Nükleer enerjinin tehlikeli ve pahalı olduğunu bilmek için atom mühendisi olmaya gerek yok. Son yıllarda pazarlamak amacıyla ileri sürüldüğü gibi, nükleerin iklim değişikliğinin azalmasına da hiçbir katkısı yok. Ama Türkiye, yokuş aşağı freni boşalmış şekilde nük-leer bir felakete doğru sürükleniyor.

Nükleer santralleri savunanların da aşamadığı en bü-yük sorun, santrallerden çıkan radyoaktif atıklar. Atık konusu, genelde üretim sonrası bir mesele olarak öte-leniyor ve görmezden geliniyor. Dünya genelinde de nükleer atıkların saklanması, halen bir arpa boyu yol alınamamış konulardan biri olarak duruyor. Gelişmiş ülkelerin yoksul ülkelere hukuk dışı yollardan atık ihraç ettikleri bir sır değil. Nükleer atıklar, yüzlerce yıl süren bir radyoaktif etkiye sahip. Atıklar, her halü-karda nükleercilerin konuşmaktan en çok sıkıldıkları konu olma özelliğini koruyor. Akkuyu nükleer güç santrali için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda şu anda yürütülen çevresel etki değerlendirme sürecinde de atık sorunu, üretim sonrasına ertelenmiş bir konu olarak ele alınıyor.

Türkiye’nin nükleer karnesi

Türkiye, 1999 yılında İkitelli’de patlak veren rad-yoaktif atık skandalı ile Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın en önemli 20 nükleer kazası listesine girdi. Bu kazadan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK) birinci dereden sorumluydu. En son İzmir Gazie-mir’deki radyoaktif atık skandalından da 12 Eylül döneminde kurulan Başbakan’a bağlı bu kurum sorumlu.

TAEK, 2007 yılında Gaziemir’deki kurşun geri dönüşüm fabrikasında Europium 152 tespit ediyor. Bu radyoaktif maddenin 135 yıl boyunca doğadan ve insandan yalıtılması gerekiyor. Gaziemir’deki eski kurşun fabrikasından sadece 2007-2008 yılları arasın-da 247 ton radyoaktif cüruf çıkarılmış. Bu atıklara ne olduğu, daha ne kadar atık fabrika sahasında gömülü, belli değil. Sadece Akkuyu’da kurulacak 4 nükleer reaktörden her yıl 120 ton yüksek seviyede nükleer atık çıkacağı düşünülürse, İzmir’in göbeğindeki bir fabrikanın bahçesine gömülü nükleer atıklarla 5 yıldır “baş edemeyen” AKP nükleer santral atığını ne yapa-cak? Ayrıca, söz konusu işletmenin bu tür tehlikeli bir üretim yapması için gerekli olan izinlerinin bulunma-dığı tespit edildi.

Akkuyu ve Sinop’daki nükleer santral arazileri ihtiyaç duyulandan 4-5 kat daha büyük. Santrallere ihtiyacın-dan daha fazla arazi tahsis edilecek olması, radyo-aktif atıklarının Türkiye’de depolanacağı olasılığını gündeme getiriyor. Hatta dünyadaki başka santral

atıklarının da getirilip depolanması son günlerde daha çok dillendirilmeye başladı. İkitelli, Gaziemir ve Trabzon örneklerine bakılırsa, Türkiye şimdiden bir nükleer atık çöplüğüne dönüşmüş durumda. Bu yazı kaleme alındığında Türkiye, halen Gaziemir’deki olayı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirim yükümlülüğünü yerine getirmemişti. TAEK yetkilileri hakkında da bir işlem yapılmadı.

AKP’nin karnesi

Nükleer lobi, nükleer teknolojinin tehlikelerini, bir “risk analizi” içinde savunmaya devam ediyor. Başbakan, nükleer santralleri, mutfak tüpüne ben-zeterek, bu riski her zaman olduğu gibi en veciz

biçimde ifade etti. Oysa bir nükleer santralin felakete yol açması için mutlaka radyoaktif sızıntı yaratması ya da Çernobil ve Fukuşima’daki gibi büyük kazala-rın yaşanması gerekmiyor. Nükleer santraller, deniz ekosisteminde yol açtığı tahribat, kurulduğu alan ve çevresini diğer her türlü insani etkinliğe kapatması, askeri güvenlik önlemlerine ihtiyaç duyması ve jeo-politik açıdan yol açtığı sonuçlar nedeniyle de insana ve doğaya zarar veriyor.

Başbakan, Rusya gezisi dönüşünde Akkuyu ile ilgili, “Arkadaşlarımız hakkında hiçbir dava açılamayacak bir formül üzerinde çalışıyor” açıklamasını yapmış-

tı. Nihayet aranan formül bulunarak milletlerarası anlaşma ile Akkuyu’da nükleer santral kurulması çalışmalarına başlandı. AKP, her türlü denetimden uzak biçimde Türkiye’yi nükleer maceraya sürükle-meye başladı.

Türkiye, halen Çernobil sonrası Karadeniz’deki kan-ser vakalarına ilişkin bir araştırma bile yapmış değil. Akkuyu’daki santral üretime geçtikten sonra bir sızın-tı meydana gelmesi halinde, yetkililerin birinci hare-ket prensibi, bu felaketi gizlemek olacaktır. Enerjinin yoğunluğu ile sermayenin yoğunluğunun buluşması her zaman “hassas bölgeler” yaratıyor. Bu da belli ölçüde askeri nitelikte yüksek güvenlik gerektiriyor.

Bu nedenle şeffaflık, hesap verilebilirlik ve denetime elverişlilik ile nükleer teknoloji bir arada var olamaz.

Türkiye’nin kurmak istediği nükleer santrallerin karşılayacağı ihtiyacın enerji olmadığı açık. Hiçbir enstrüman, T. Erdoğan’ın şahsında oluşturulmak iste-nen Türkiye’nin Ortadoğu vizyonunda, nükleer kadar işlevli olamaz. İç kamuoyunda da nükleer, ulusal gurur vesilesi yapılmaya elverişli bir konu. Nükleere karşı çıkanları vatan haini veya bölücü ilan etmeleri yeterli. Bu yüzden “AKP’nin nükleer karnesi zayıf ” demek o kadar kolay değil.

AKP, ülkemizi nükleer atık deposu yapıyor!

Bir nükleer santralin felakete yol açması için mutlaka radyoaktif sızıntı yaratması ya da büyük kazaların yaşanması gerekmiyor. Ekosistemde yol açtığı tahribat hem insana hem doğaya zarar veriyor.

MehmetAkdeniz

AKP, her türlü denetimden uzak biçimde Türkiye’yi nükleer maceraya sürükle-meye başladı. Türkiye, halen Çernobil sonrası Karadeniz’deki kanser vakaları-

na ilişkin bir araştırma bile yapmış değil.

Ekoloji

Page 37: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 37Si asety

2011-2012 sezonunun en tartışma-lı olaylarından biriydi, Fenerbah-çeli Emre Belezoğlu ile Trabzon-

sporlu Zokora’nın maç esnasında yaşadıkları olay.İddiaya göre maç içinde yaşanan bir pozisyon sonrası Emre, Zokora’ya “Negro” diye hitap etmişti. Emre’nin söylemediğini iddia ettiği bu kelime Avrupa’da başlı başına bir ırkçılık ifadesiydi ve cezası da oldukça ağırdı.

Türkiye’de ırkçılık suçlaması tamamen çıkar amaçlı kullanıldığı için Emre’nin bu kelimeyi Zokora’ya söyleyip söylemediği de (kendisi söylemediğini ifade ettiği için) tartışma konusu ve bir muammadır. Çıkar amaçlı kullanılmaktadır, çünkü gerçek anlamda ırk-çılık karşıtı bir söyleme neredeyse hiçbir kulüp sahip değildir. Buna sadece kulüpleri dahil etmek de yanlış-tır, Federasyonlar ve bu cezaları veren tüm kurumlar da bunun içindedirler. Buyrun, genel manzaraya şöyle bir bakış atalım.

Yamyam hala orada duruyor

1998 yılında Trabzonspor İngiltere’den Kevin Camp-bell isimli siyahi futbolcuyu transfer etmiş ama iste-diği verimi alamamıştı. Bir yenilgi sonrası o dönem Trabzonspor Başkanı olan Mehmet Ali Yılmaz’ın kameralar önünde Campbell için sarf ettiği “yamyam” ve “rengi bozuk” tabirleri üzerine futbolcu ülkesine geri dönmüştü. Ülkemizde o zaman sarf edilen bu lafların yankısı halen sürmektedir. Fakat geçtiğimiz yıl yaşanan Emre-Zokora olayında ırkçılığın muhata-bı olduğu ve mağdur olduğunu iddia eden Trabzons-por Kulübü’nün yukarda yazdığımız sözleri sarf eden başkanının ismi ise adı geçen kulübün tesislerinde dalgalanmaktadır. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!

Ayağa kalkmayan ne olsun?

7 Eylül 2012 tarihinde Amsterdam’da yapılan Hol-landa Türkiye milli futbol maçında, yurtdışında yaşayan Türklerin doldurduğu tribünde herkesi ayağa kalkarak milli takımı desteklemeye çağıran bir slogan duyuldu: Ayağa kalkmayan Ermeni olsun! Duyan aklıselim kulaklara pes dedirten bir slogandı ve ırkçılık değilse de neydi bu? Olunması en “berbat” şey ayağa kalkmayanların başına gelsin diye haykı-ran bir grubun bu yaptığına ne isim verebiliriz? Peki Emre olayında günlerce ırkçılığı tartışanların bu slogan karşısındaki tavrı ve açtıkları tartışma neydi, diye soracak olursanız buna verecek bir cevap bulmak oldukça güç.

Dövmesi varsa her şeyi yapar

2012’nin son günlerinin en çok tartışılan hareketiydi Fenerbahçeli Meireles’in hakem Halis Özkahya’ya

yaptığı ya da yapmadığı hareket. Söz konusu ha-reket gösterdiği kırmızı kart sonrası futbolcunun hakemin yüzüne tükürdüğü ve kendisine eliyle gay işareti yaptığı yönündeydi. Futbolcu asla tükürmedi-ğini ve yaptığı hareketin kendi kültüründe farklı bir anlama geldiğini iddia etse de tartışmaya damgasını vuran konuyla alakası bir yerden gelen açıklamaydı. Trabzonspor Kulübü Başkanı Sadri Şener, Fenerbah-çeli Raul Meireles ve hakem Halis Özkahya arasında yaşanan gerginlik hakkında “Meireles’in saç stiline ve dövmelerine bakınca hakeme o hareketleri yapma-

sı doğal” ifadesini kullanarak konuyla ilgili duyarlı insanları bir anda şoke etti. Bunun adına ne dersiniz bilmiyoruz ama kendi kültürüne yabancı bir insanı aşağılamanın biçimlerinden biri gibi geldi bize. Tepki, ceza,…? Sıfıra sıfır elde var sıfır.

2012’de daha nelere tanık olduk?

Fenerbahçeli futbolcuların aldığı galibiyete sevinen muhabir Loran Vayloyan’a sahip olduğu Ermeni kim-liğini de kullanarak uygulanan sanal bir linç kampan-yasına şahit olduk 2012’de.

Keza yurtdışında bir maç öncesi Kutluğ Ataman’ın Küba isimli sergisine hasbelkader gittikten sonra Şenol Güneş’in yaptığı açıklamaya da: “Ben elbette sanatın ne olduğunu bilecek bir yapıya sahibim. Ama bunun sanatla ne alakası var, bu bence bir propa-ganda. Ben meseleye bir de, bugün gelinen noktaya yapılan katkı açısından da bakıyorum. Böyle bir ese-rin Türkiye’ye yararı yok” diyerek Kutluğ Ataman’ın “terör propagandası” yaptığını iddia etmesine de şahit olduk.

Keza 2012 ırkçılık, ötekileştirme gibi ciddi sorunların halen sahalarımızda top koşturduğu ama bunların uygun yerlerde sorun olduğu, uygun olmayan daha doğrusu kimsenin işine yaramadığı yerde görmezden gelinen önemsiz meseleler olarak kaldığı bir yıl olarak geride kaldı. Suç, birilerini köşeye sıkıştırıyorsa değerlendi. Kimsenin çıkarına dokunmayan suçun değeri de kalmamış oldu.

Klasik söylemle, “Artık önümüzdeki yıllara bakaca-ğız.”

Sahalardan silinmeyen lekelerBir yılı daha bitirdik. Sahalarımızda görmek istemediğimiz pek çok sahneyi izlemek zorunda kaldık, ama çoğunu büyük bir iki-yüzlülükle. Anladık ki “kimsenin işine yaramayan sorun sorun değildir”.

Haluk Koşar

2012 ırkçılık, ötekileştirme gibi ciddi sorunların halen sahalarımızda top koşturduğu ama bunların uygun yerlerde sorun olduğu, uygun olmayan daha doğrusu kimsenin işine yaramadığı yerde görmezden gelinen önemsiz mesele-ler olarak kaldığı bir yıl olarak geride kaldı.

2012’den ırkçılık ve ötekileştirme manzaraları

Spor

Page 38: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 138 Si asety

Mihri Belli 97’nci yaş gününde anıldı

İkitelli’de iş kazaları protesto edildi

Geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren Türkiye devrimci hareketinin öncülerinden Mihri Belli’nin 97’nci doğum günü vesilesiyle Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde panel düzenlendi. Ka-dir Akın’ın yönettiği panelde konuşan yazar Vedat Türkali; Mihri Belli’nin daima dik duran ve inandıkları uğruna fedakarlıktan kaçmayan bir insan oldu-ğunu belirterek, “Demokrasi için kah-ramanlar arıyorlar, bula bula Adnan Menderes’i buldular, onu demokrasi kahramanı ilan ediyorlar. Türkiye’de demokrasi düşmanları demokrasi kahramanı diye anılırsa daha çok acılar çekeriz” dedi. Gerçek demokrasi kah-

ramanlarının Reşat Fuat Baraner, Şefik Hüsnü ve aynı mezarlıkta yatan M.Belli ve yoldaşlarının olduğunu söyledi.

Eşi Sevim Belli ise, “İşçi ve emekçi açı-sından siyaseti yaygınlaştırmayı amaç edinmiş bir insandı. Bütün ömründe bu yolda çalışmak isteyenleri hatta haberi olmayanları bile işçi emekçi mücadelesine katmak istemiştir” dedi. M. Kemal Kaçaroğlu, Celal Beşiktepe, Gülay Ünüvar Özdeş, Sabahat Tun-cel ve Akın Birdal’ın da konuşmalar yaptığı panel, kısa bir forumla birlikte sona erdi.

İstanbul, İkitelli’de 9 Aralık Pazar akşamı, SYK’lılar iş kazalarını ve asgari ücretin açlık sınırının altında belirlen-mesini protesto için meşaleli yürüyüş yaptı.

İkitelli Cemevi önünde toplanan SYK’lılar “Zamlar helal mi? İş kazaları kader mi?” sloganlarıyla yaptıkları yürüyüşle mahallede oldukça dikkat çekti. Halk balkonlardan alkışlarla

eyleme destek verdi. “İş cinayetleri dur-durulsun”, “AKP zammını al başına çal”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek” sloganlarının atıldığı ve asgari ücretin devlet ve sermaye temsilcileri tarafın-dan asgari yaşam standartlarının al-tında belirlenmesinin protesto edildiği meşaleli yürüyüş basın açıklamasının okunmasıyla bitti. Yürüyüşe ve basın açıklamasına yaklaşık 50 kişi katıldı.

Güzeltepe halkı direniyorAlibeyköy-Güzeltepe Mahallesi’nin meydanına, başka kamusal bina veya alan-lar yerine, hem rant yaratmak hem de Alevilerin halkın yarısını oluşturduğu mahallede Sünni egemenliği simgelemek üzere bir meydan camisi yapılması girişimine karşı mahalle halkı “Camiye değil rant ve asimilasyona karşıyız” şiarıyla direniyor. Mahalle halkı yürüyüş, basın açıklaması, bildiri dağıtımı, afişleme vb eylemlerle mücadelesini sürdürüyor.

Güzeltepe meydanında bulunan 1000 m2’lik boş arazi usulsüz biçimde bir ol-dubittiyle yanında bulunan caminin derneğine devredilmiş durumda. Başlan-gıçta eğitim alanı olan, sonrasında sağlık alanı olarak tahsis edilen alan daha sonra bir oldubittiyle dini alana çevrildi.

Şimdi ise yanında bulunan cami de yıkılarak, dükkanları ve 3 katlı otoparkıyla daha büyük bir meydan camisi yapımına başlandı.

Fakat bu projenin bir boyutu rant ise, diğer boyutu da asimilasyondur. 8 ca-minin bulunduğu mahallede nüfusun yarıdan fazlası Alevi-Kızılbaş inancına sahip insanlardan oluşmakta. Bu proje mahalle halkı tarafından Alevi köyleri-ne cami yapılması politikasının bir devamı olarak görülüyor.

Mahalle halkı tarafından çeşitli dönemlerde yapılması istenen okul, muhtar-lık, sağlık ocağı, park-yeşil alanın buraya değil de başka yerlere yapılması, ısrarla buraya bir meydan camii yapılmak istenmesi mahalle halkı tarafından maksatlı bulunuyor. Alanın yapılandırılması sırasında mahalle halkından fikir alınmaması, tapu tahsisi ile imar planının usulsüz ve bir oldu bittiyle yapıl-ması halk tarafından tepkiyle karşılanıyor. Daha önce 1996 ve 2004 yıllarında hayata geçirilmeye çalışılan proje mahalle halkının direnişiyle durdurulmuştu.

SYK’nin aktif örgütleyicilerinden olduğu eylemler halk tarafından sahip-leniliyor ve katılım giderek artıyor. Olası çarpıtmalara ve devlet tarafından yapılabilecek provokasyonlara meydan vermeyecek şekilde hareket ediliyor ve camiye değil, rant ve asimilasyona karşı olunduğu yapılan afişlerle, dağıtılan bildirilerle dile getiriliyor.

Güzeltepe Mahallesi’nde 30 Aralık günü sabaha kar-

şı Alevilerin oturduğu 12 ev boyayla çarpı konularak işaretlendi. Alevi evleri-nin işaretlenmesi, son dönemde sıklıkla ve Türkiye’nin pek çok ilinde gerçek-leştirilen bir tehdit eylemidir. Maraş katliamı öncesinde de aynı uygulamanın yapılmış olması nedeniyle, mahallenin Alevi halkı kaygılanmaktadır.Güzeltepe Mahallesi halkı ve bölgedeki devrimci güçler işaretlemenin olduğu gün öğle saatlerinde kitlesel bir yürüyüş yaparak olayı protesto etti.

Alevilerin Evleri İşaretlendi

Haberler

Page 39: Siyaset Sayı 1

Ocak 2013 # 1 39Si asety

Mersin’de 22 Aralık’ta Akdeniz Bele-diyesi Konferans Salonu’nda Ertuğrul Kürkçü ve Tuncay Yılmaz’ın konuşma-cı olarak katıldığı “Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Buluşuyoruz” başlıklı bir panel düzenlendi. 200 kişinin katıldı-ğı paneli yöneten Canan Yüce paneli, “Devrimci hareketlerin tasfiyecilik dalgası içersisinde, ulusal ve liberal sav-rulmaların etkisinde olduğu bu dönem-de; sosyalizmde ve yeniden kuruluşta ısrarcı olmanın ve 21. yüzyılın komünist öznesini oluşturmanın heyecanıyla he-pinize hoş geldiniz diyorum” şeklindeki selamlamayla açtı. Ardından söz alan Ertuğrul Kürkçü “Madem ki sermaye egemenliği 20. yüzyıldaki deneyimle-ri yıktı, bizim de yapacağımız şey bu deneyimlerden yola çıkarak mücadele düzeyini yükseltmektir. Bizim Sosyalist Yeniden Kuruluş’tan kastettiğimiz şey Marksizm ve Leninizm’in 21. yüzyılın devrimci mücadelesini yürütecek bir örgüt kurmaktır. Bu ‘bir araya gelelim örgütlenelim’ demekten daha öte bir

şeydir. Bugün yaptığımız tartışma; zaten sürdürdüğümüz mücadeleyi ortaklaş-tıracak bir politik parti kurma hedefini taşımaktadır. Hepimize kolay gelsin” şeklinde konuştu. Ardından söz alan Tuncay Yılmaz “Bu ülkenin devrimci komünistleri birçok gerilim üzerinden bugünün komünist örgütünü oluştur-mak için bir araya geldi. Evet, bir sürü yenilmişliğimiz var ama buna rağmen yine denemek zorundayız. Yeniden Kuruluş’ta da yenilmemek için bugü-nün dinamiklerini doğru tartışmalıyız. Yapmaya çalıştığımız şey bugüne kadar sürdürdüğümüz tartışmaları yeniden yapmak değildir. Var olan deneyim ve tartışmaların üzerine bu tartışmaları yapıyoruz. Kadınların kurtuluş mücade-lesini, gençliğin akademik demokratik mücadelesini, Alevilerin inanç özgür-lüğü mücadelesini kapsayan bir politik partinin inşası için bir araya geldik” dedi.

Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi (TÖDİ) tutuklu öğren-cilerle dayanışmak amacıyla 21 Aralık Cuma günü İstanbul, Ka-dıköy Caferağa Spor Salonu’nda konser düzenledi. Eski Bando, Bajar, Vardiya, Şevval Sam, Leman Sam ve Bandista’nın sahne aldığı konserde HDK milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Ertuğrul Kürkçü, CHP milletvekili Melda Onur, Galatasa-ray Üniversitesi öğretim görevlisi Mehmet Karlı birer konuşma yap-tılar. Yapılan konuşmalarda tutuklu öğrencilere adalet talebi yinelenerek, özgürlüklerinin sağlanması için verile-cek mücadeleye vurgu yapıldı. Geceye Hey Tekstil işçileri de katılarak destek verdi. Konser, çekilen halaylarla sona erdi.

Mersin’de “SYK için buluşuyoruz” paneli

TÖDİ dayanışma konseri

HDK Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü 25 Aralık’ta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde (MSGSÜ) Sosyalist Düşünce Topluluğu’nun konuğu oldu. Sosya-list Düşünce Topluluğu’nun yaptığı kantin söyleşilerinin 3.’sü olan söy-leşinin konusu “68’den Günümüze Türkiye’de Gençlik Hareketleri”ydi. Söyleşide konuşan Ertuğrul Kürkçü MSGSÜ öğrencilerinin aynı gün yaptıkları, ODTÜ öğrencilerini kınayan rektörlerini istifaya çağıran eylemle dayanışmasını bildirerek konuşmasına başladı. Kürkçü, konuşmasında gençlik hareketine ilişkin kendi deneyimlerini aktardı.

Kürkçü MSGSÜ’de konuştu

Suriye’ye yönelik dış müdahale ve ya-şanan savaştan kaygı duyan ve zarar gören Hatay halkı savaşı durdurmak ve barışı savunmak için Barış İnisi-yatiflerini kuruyor. Aylardır Hatay’ın çeşitli ilçe ve beldelerinde ön çalış-ması yapılan ve kitlesel toplantılarla kuruluşu ilan edilen Barış İnisiyatifle-ri Hatay geneline yayılıyor.

Harbiye’ye bağlı Yakto (Gümüşgöze) Beldesinde 23 Aralık’ta “Tarihten Günümüze Alevilik” konulu bir panel yapıldı. Karyer Mahallesi’nde-ki Beytül Hasne’de yapılan panelde Yakto Barış İnisiyatifi adına Timur Aşkar bir konuşma yaparak Barış İni-siyatifinin kuruluş amaçlarını anlattı. Ardından gerçekleşen, moderatörlü-ğünü Mahmut Güler’in yaptığı panele Şeyh Zülfükar Çiftçi ve akademisyen Hakan Mertcan konuşmacı olarak katıldı.

5 ve 6 Ocak’ta da Armutlu ve Çekme-ce beldelerinde Barış İnisiyatifi adına paneller düzenlendi.

5 Ocak’ta Armutlu Beldesindeki panelin moderatörlüğünü SES Hatay Şube Başkanı İbrahim Sayman yapar-ken, Tülay Hatimoğulları ve Berkat Kar konuşmacı olarak katıldı. 6

Ocak’ta Çekmece Beldesinde gerçek-leştirilen panelin moderatörlüğünü Çekmece Barış İnisiyatifi Sözcüsü Hülya Kadı yaparken burada da Hati-moğulları ve Kar sunum yaptı.

Tülay Hatimoğulları, panellerde yap-tığı konuşmalarda “Dış güçlerin etkisi ile Arap Baharı Arap kışına çevrildi. ABD ve Batılı emperyalist güçler uzun yıllardan beri Ortadoğu’yu karıştırıyorlar. Büyük Ortadoğu Pro-jesi adı altında, kendilerinden yana olmayan Arap yönetimlerini tasfiye etme çabası içindeler. Bunlardan biri de Suriye’dir. El Kaide militanları ve Selefilerin başını çektiği savaşın amacı, ABD ve Batılı güçlerin bölge-deki doğal gaz ve petrol rezervlerini denetlemedir” dedi.

Berkat Kar ise “Türkiye’nin Suriye politikası iflas etmiştir. Kraldan çok kralcı kesilenler, sıra bir gün onlara geleceğinin farkında değil. Derhal bu yanlıştan vazgeçilmelidir. Sınırlar denetimsiz durumda. İsteyen istedi-ğini yapabiliyor. Bu savaşta binlerce insan hayatını kaybetti. Kaybetmeye de devam ediyor. Ortadoğu’nun ba-rışa ve huzura ihtiyacı var” şeklinde konuştu.

Hatay’da barış inisiyatifleri kuruluyor

Haberler

Page 40: Siyaset Sayı 1

ODTÜ ve genel olarak öğrenci gençlik bir kez daha devrimci geleneğine sahip çıktı; bir kez daha gençlik, dinamizmi ve

yaratıcılığıyla toplumsal mücadelenin ön saflarındaki yerini aldı. ODTÜ öğrencilerinin direnişiyle başlayan eylemler-politik tavırlar dizisi, sadece üniversiteler düzeyinde değil, toplumsal düzeyde sonuçlar yaratı-yor.

18 Aralık’ta Başbakan Tayyip Erdoğan, Göktürk-2 uydusunun Çin’den uzaya fırlatılışını yerleşke içinde-ki TÜBİTAK’tan izleme bahanesiyle, ODTÜ yerleş-kesine tam 3600 polis, 20 zırhlı araç ve 105 koruma aracıyla çıkartma yaptı. Evet, Erdoğan daha önce ODTÜ’ye geldiğinde öğrencilerin protesto eylemle-riyle karşılanmıştı. Ama bu, bir başbakanın olağan korunma önlemi sınırlarını çok aşan bir silahlı güç yığınağıydı.

Belli ki, bu çıkarma harekatı AKP’nin bir siyasi ham-lesiydi. Daha sonra Erdoğan’ın ve AKP kurmayları-nın yaptığı konuşmalardan da bu anlaşılıyor. ODTÜ, üniversitelerde yaşatılan devrimci/demokratik geleneği temsilen, bir simge hedef olarak seçilmişti; ezilecekti!

Bir tek sokak kaldı

AKP’nin dilinin altındaki baklayı, AKP’li TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu çıkardı: Bir gazeteye verdiği röportajda, “Asker kışlasına çekil-di, yargı normalleşti, bir tek sokak kaldı…” diyordu. Bir gerçek ancak bu kadar açık ifade edilebilirdi. Gerçekten de AKP, bütün önemli devlet kurumları-nı ele geçirmiş veya kontrol altına almış durumda: Cumhurbaşkanlığı, YÖK ve Üniversiteler, Ordu, Yar-gı, MİT, Polis… Medya da hizaya girdi; ya doğrudan satın alınarak, ya siyasi ve ekonomik baskı yoluyla. Yasama kurumu Meclis’te ise zaten AKP çoğunluğu var.

Tayyip Erdoğan’a bütün bunlar yetmiyor; üstüne üst-lük fiilen merkezileştirdiği iktidarı resmi/anayasal bir diktatörlüğe çevirmek istiyor: Erdoğan, olup olmaya-cağı şimdiden kestirilemez ama, başkanlık sistemini getirmeyi, yani “Başkan Baba” olmayı planlıyor. AKP iktidarının burjuva muhaliflerinden MHP, Soğuk Savaş döneminin faşist söylemiyle sadece dar bir alanda sıkışırken, Erdoğan’ın taktik hamleleriyle ta-banını AKP’ye kaptırıyor. Kemal Kılıçdaroğlu CHP’si ise “eski” ve “yeni” CHP arasında gidip gelen kafası karışık bir parti görünümü veriyor ve AKP’nin Yeni Rejiminin muhalefeti olmanın ötesinde bir geleceği yok.

AKP kurmayları haksız değil: AKP’nin tek alternatifi ve gerçek muhalefeti “sokak”tır. Sokak kavramını,

“sermayenin/devletin meşruiyet ve hegemonya alanı-nın ötesi” olarak okumak gerekir. Bu noktadan bakın-ca, burjuva meşruiyetini/hegemonyasını tanımayıp çiğneyen tüm anti-kapitalist ve devrimci-demokratik dinamikler; Kürt Halk Hareketi, kadın kurtuluş hare-keti, işçi sınıfı mücadelesi, doğanın talanına karşı mü-cadele, ezilen inançların ve halkların direnişi ve tabii gençliğin/öğrenci gençliğin mücadelesi “sokak”ta gerçekleşir. Ve bu dinamikler ancak bir araya geldik-lerinde “yeni, özgür bir dünya”nın yolunu açabilirler. Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) amacı ve ruhu tam da budur.

ODTÜ’nün devrimci ruhu ayakta

ODTÜ öğrencilerinin binlerce polisten oluşan işgal ordusu karşısında üniversitelerini devrimci gele-neklerine yakışır biçimde, Sinanların, Denizlerin, Yusufların, İnanların ruhuyla savunmaları; ardından direnişin Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversi-telerde öğrenci ve öğretim elemanlarınca işgallerle, boykotlarla yaygınlaştırılması; 12 Eylül rektörlerini aratmayacak bir iktidar yalakalığıyla direnişçi ODTÜ öğrencilerini suçlamakta yarışan akademik zihniyet-ten ve etikten yoksun rektörlerin öğrencileri tarafın-dan istifaya zorlanmaları, sol/demokrat kamuoyunun öğrencilere güçlü biçimde sahip çıkmaları, AKP’nin

hamlesini boşa çıkartmıştır.

ODTÜ’nün devrimci geleneği ezilemediği gibi; orada yakılan direniş ateşi sadece diğer üniversitelere yayıl-makla kalmamış, tüm “sokaktakiler”e cesaret ve ilham kaynağı olmuştur. Devrimci/demokrat cephe, bu muharebeden moral üstünlükle çıkmıştır. Erdoğan’ın öfkesi, günlerce her konuşmasında öğrencilere saldır-ması bundandır.

Sokak Soldadır, Devrimcidir

ODTÜ’den tutuşturulan ve hızla yayılan direniş ateşi, gerçek muhalefetin yönünü ve zeminini göstermiştir. CHP bu direnişin dinamizmini dar burjuva ufuklu “AKP karşıtlığı”na malzeme yapmaya çalıştı. Ama görüldü ki, ne “sokak” CHP’ye sığar, ne de CHP “so-kağı” kapsayıp içerebilir.

ODTÜ’den yayılan direniş ateşi, mutlak bir iktida-rı kurmaya girişen ve yenilmez gibi görünen AKP diktatörlüğünün –şimdilik mevzii muharebelerde ama sonunda meydan muharebesinde- yenilebilece-ğinin ipuçlarını göstermiştir. Yeter ki ufkumuzu geniş tutalım ve hayallerimiz kadar büyük bir kararlılıkla, sebatla emekçilerin ve ezilenlerin mücadele cephesini kuralım.

“Sokak” DevrimcidirODTÜ’den yayılan direniş ateşi, mutlak bir iktidarı kurmaya girişen ve yenilmez gibi görünen AKP diktatörlüğünün yenilebileceğinin ipuçlarını göstermiştir. Yeter ki ufkumuzu geniş tutalım ve hayallerimiz kadar büyük bir kararlılık-la, sebatla emekçilerin ve ezilenlerin mücadele cephesini kuralım.

HalitElçi

“Her yer ODTÜ, her yer direniş”

ODTÜ’nün devrimci geleneği ezilemediği gibi; orada yakılan direniş ateşi sadece diğer üniversitelere yayılmakla kalmamış, tüm “sokaktakiler”e

cesaret ve ilham kaynağı olmuştur. Devrimci/demokrat cephe, bu muharebeden moral üstünlükle çıkmıştır.

SiyasetSosyalist Yeniden Kuruluş İçin