Upload
can-alaygut
View
248
Download
10
Embed Size (px)
DESCRIPTION
29 Haziran- 7 Ağustos 2011 tarihlerinde gerçekleşen Devrimci Gençlik Eğitim Kampında tartışılan konular üzerine önceden yapılan okumalar için hazırlanmış broşür.
Citation preview
Özgürlük Sokaktadır!
Dev-Genç
29 Haziran – 7 Ağustos 2011
Kamp Eğitim Broşürü
-1-
2 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 3
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
İçindekiler:
Sayfa
1. Örgütlenme Üzerine …………….………………………………………………….……….....4
1.1 Neden/Nasıl Örgüt? .................................................................4
1.1.1 Giriş ………………………………..………………………………..4
1.1.2 Proletaryanın Devrimci Örgütü …….………..…………....5
1.1.3 Sonuç Yerine …………………………………….…..………...16
1.2 Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup ….......…….….19
1.3 Önderlik ve Hiyerarşiyi Yeniden Düşünmek ……………………….…..35
2. Yoldaşlık Üzerine ………………………………………………………………….…………….39
2.1 Bu Partide Rekabetçi Siyasal İlişkiler Yasaklanmıştır! …………...…………….39
2.2 Rekabet Meselesini Ele Almaya Devam Edelim …………………………………..45
3. Yeniden Üretim Üzerine: Postfordizm ………………..…………………….…………….50
3.1 Giriş ………………………………………………………………………………….…………50
3.2 “Post-Fordizm Olgusu” ve “Fordizm ile Post-Fordizm‟in Karşılaştırması” ..51
3.3 Fordizmden Post-Fordizme Geçiş Modelleri ……………………………………..58
3.3.1 Düzenleme Yaklaşımı ………………………………………………………………58
3.3.2 Neo-Schumpetercı Yaklaşım …………………………………………………….60
3.3.3 Esnek Uzmanlaşma Yaklaşımı ………………………………..………………..63
3.4 Post-Fordist Sürecin Getirdiği Başlıca Değişimler ……………………………..64
3.4.1 Emek Araçlarındaki Değişim: “Teknolojik Gelişme” …………………….64
3.4.2 Üretim Yapısındaki Değişim: “Esnek Üretim Sistemi” ………………….66
3.4.3 Emek Gücünün Yapısındaki Değişim: “Esnek Uzmanlaşma” ………..69
3.4.4 Örgüt Yapısındaki Değişim: “Esnek Örgüt Yapısı” ………………………71
3.5 Sonuç ………………………………………………………………………………………….73
4. Üniversiteler, Sorunları ve Çözüm Önerileri Üzerine ……………………………….76
4.1 Tarihten Bugüne Üniversiteler ………………………………………………………….79
a) Osmanlı ……………………………………………………………………………………80
b) Cumhuriyet Üniversiteleri …………………………………………………………..81
c) 12 Eylül …………………………………………………………………………………….82
4.2 Sermayenin Alternatifi “Özel Üniversiteler” ………………………………………..84
4.3 Üniversite Nedir? ………………………………..………………………………………….89
4 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
1. Örgütlenme Üzerine
1.1 Neden/Nasıl Örgüt?
M. Ulaş Bayraktaroğlu
1.1.1 GİRİŞ
En genel anlamda örgüt verili kapitalist siyasal toplumsal düzeni devrimci tarzda değiştirmeye yarayan bir araçtır. Örgütün yapısını belirleyen şey temelde bu işlevidir. Verili toplumsal düzenin devrimci bir tarzda değiştirilmesi meselesi, devrimci örgüte iki temel fonksiyon yüklemektedir. Bu fonksiyonlardan birisi var olanı yıkmak, bir diğeri de yıkılanın yerine bir başka düzeni kurmaktır. Bu iki temel, örgütün niteliğini belirleyen ve birbirinden koparılması mümkün olmayan olgulardır. Yıkma fonksiyonu olmadan bir kurma fonksiyonunun olamayacağı açıktır. Yıkma fonksiyonu, kapitalist devlet mekanizmasının parçalanması, vurulup devrilmesi anlamına gelir. Kapitalist devlette sınıf egemenliğinin önemli aygıtlarından olan askeri ve sivil bürokrasi ortadan kaldırılmaksızın bir devrimci dönüşüm olanaklı değildir. Bu temel olmadan sistemi tedrici reformlarla dönüştürmeye çabalamanın karşılığı reformizmdir. Sosyalistlerin, Kürtlerin parlamentoya girdiği son genel seçimler nedeniyle her zamankinden daha fazla gelişme tehlikesi olan parlamentarist ve reformist eğilimler karşısında bu yıkma fonksiyonunu hep akılda tutmak gerekmektedir. Diğer taraftan kurma fonksiyonu bu yıkımdan sonra yerine neyin konulacağı ve nasıl yerine konulacağı meselesi ile ilgilidir. Yıkma ve kurma fonksiyonu birbirlerini ardışık olarak takip eden fonksiyonlar değil, iç içe olan fonksiyonlardır. Kurma fonksiyonu da tespit etmek gerekir ki en az yıkma fonksiyonu kadar incelikli bir iştir. Kurulacak olanın nasıl bir şey olduğu, hangi öncüller üzerinde kurulacağı, kurulacak olanda eskiden reddedilenlerin yerine neyin konulacağı başlı başına bir detaylandırma meselesidir ve en az yıkma fonksiyonu kadar önemlidir.
Yıkmak için siyasal zoru en iyi biçimde örgütlemek gerekmektedir, yıkmak zorla yapılan bir iştir. Ancak kurmak -en azından sosyalist bir sistem kurmak- zorla yapılacak bir iş değildir. Her ne kadar yaşanan pratikler zorun kuruluş döneminde de kullanılmış olduğunu göstermekte ise de esas olarak kurulma işlevi, işçi sınıfının kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemesi meselesidir. Bu, birçok şeyin yanında demokrasinin en geniş sınırlarda uygulanabilmesi ile olanaklıdır.
Bu iki fonksiyonu bağrında taşıyan örgütün eyleminin içeriğini, esasta bu fonksiyonlar belirleyecektir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 5
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Hedefimize uygun yapısal biçimleniş, buna uygun çalışma tarzı, bu bağlamda önümüze dikilen objektif ve subjektif sorunlar ve bu sorunları aşma yolları diyalektik bir bütünlükle ele alınması gereken konulardır. Sosyalist topluma ulaşmanın olmazsa olmaz koşulu örgütlü mücadeledir. Burjuvazi iktidarından güzellikle vazgeçmeyeceğine, hedefe ancak zorla ulaşılabileceğine göre devrim yapabilecek, bu yolda bütün engelleri ortadan kaldırabilecek bir “savaş örgütüne” ihtiyaç vardır. Bu örgütün gücü, devrimin çıkarlarını sonuna kadar savunabilecek tek sınıf olan proletaryanın devrimci örgütünde somutlaşan gücüdür. Proletaryanın devrimci partisinin kurulması hem bir nitelik (programatik-tüzüksel) hem de bir nicelik (örgütlenme) sorunudur. Esas olarak yıkma ve kurma fonksiyonu bu iki meseleyi belirler.
*
Ortadoğu‟da emperyalist işgalin, memleketimizde oligarşik diktatörlüğün, militarist uygulamalarla neo-liberal politikalarla işçi sınıfına, ezilenlere, ezilen halklara kan kusturan göstermelik örgütlenme özgürlükleri makyajı altında tüm baskı ve imha politikalarını hayata geçirdiği bir konjonktürden geçtiğimiz ortadadır. Tüm dünyadaki sınıf mücadeleleri tarihi bize göstermiştir ki, özgürlükler ve demokrasi ancak işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesiyle elde edilebilir.
Kürt özgürlük mücadelesi TC oligarşisine karşı uzun yıllardır sürdürdüğü mücadelesi önemli bir dönemeçte bulunmaktadır. Şu anda elde edilmiş olan demokratik kazanımlar oligarşinin lütfu ile değil, Kürt halkının mücadelesi sonucu elde edilmiştir. Türkiye‟de ise kitlesel bir işçi sınıfı söz konusu olsa da ne sınıfın örgütlülüğü ve ne de onları örgütleyecek olan sosyalistlerin örgütlülüğü yeterlidir. Kabaca kurulan bu denklemde antiemperyalist anti oligarşik demokratik halk devriminin önünü açacak önemli hamlelerden biri, batıda işçi sınıfının ve ezilenlerin şovenizme, emperyalizme, oligarşik diktatörlüğe karşı örgütlenmesi iken diğer bir hamle Kürt ve Türk halklarının mücadele birliğinin yaratılmasıdır. Bu görevlerin ifasında bugün çeşitli araçları tartışıyor olsak ta bu zorlu devrimci görevlerin esas aygıtı proletaryanın devrimci partisi-örgütüdür. Diğer tüm araçların (cephe, çatı vb) başarısı özelde böyle bir örgütün yaratılabilmesi ile olanaklıdır. Gerek işçi sınıfının, gerekse tüm ezilenlerin ve ezilen halkların özgürlük mücadelesini zafere ulaştıracak ve dolayısıyla bölgesel proletarya devriminin ve dünya devrimlerinin zafere ulaştıracak temel araç proletaryanın devrimci örgütüdür. Tüm ezilenlere öncülük edebilecek ve kesintisiz bir biçimde proletarya diktatörlüğü hedefine ulaşacak proletaryanın devrimci partisini dolayımlara bağlamadan, ikircimsiz bir biçimde kurmak devrimcilerin en acil görevidir.
1.1.2 PROLETARYANIN DEVRİMCİ ÖRGÜTÜ
Bir grup insan bir araya geldiğinde, belirli ilkeler etrafında konsensüs sağladıklarında ve bir amaca yöneldiklerinde bir örgüt teşkil etmiş olurlar. Örgüt teşkil olduğu anda kendini oluşturan insanların toplamından daha başka
6 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
bir şey olur. Programı, tüzüğü, eylemi, sosyal ve entelektüel atmosferi olan, sürekli bir kuruluş süreci içinde olan organik bir yapı meydana gelmiştir. Verili siyasal toplumsal durumdan etkilenen bu organik yapı aynı zamanda verili toplumsal ve siyasal durumu değiştirmeye adaydır. Böyle bir devrimci yapı kendine uygun kadroları yaratır. Örgütün yapısal özellikleri ne ise, buna uygun da bir kadro tipolojisi oluşacaktır. Kabaca TİP‟in ve Dev Genç‟in farklı militan tiplerine sahip olmalarına neden olan şey, bu örgütlerin yapısal özellikleridir. Bu yapısal özellikler gökten zembille inmemiştir. Bu örgütleri oluşturan kadroların ülke ve dünyayı okuyarak onu nasıl, ne biçimde ve hangi öncüller ekseninde değiştirecekleri sorularına verdikleri yanıtlarla meydana gelmiştir. Bunun pratik karşılığı program tüzük ve örgütün eyleminin muhtevasıdır.
Bu noktada Dev Genç‟i TİP‟e göre daha devrimci kılan şey, programı olduğu kadar, eyleminin içeriğidir. Devrimci nitelemesini elde edebilmek için, ilkesel bütünlük (program) ön koşul olmakla beraber yetersizdir. Devrimci pratik olmadan devrimci teori laf salatası olarak kalır ve gücünü değerini yitirir. Devrimci pratik ise devamlılık ve süreklilik ile başarıya ulaşır. Tarihin bir anındaki devrimci pratik elbette ki değerlidir. Ancak devamı yoksa işçi sınıfı, ezilenler nezdinde ve sınıf mücadelesinde çabuk tükenen bir “miras”tır. Devrimci mücadele tarihinin kesitlerine “miras” olarak bakmak onu tüketir ve değersizleştirir. Çünkü mücadele tarihinin kazanımları ya da her türlü deneyimi şahıslara değil, tarihin bütün sömürülen sınıflarına aittir. Bu yüzden devrimcinin mücadeleye, “iyilik yap denize at” şeklinde yaklaşması uygundur. Devrimci örgüt derdi olan, salt kendi tarihini değil, sınıf mücadelesi tarihini de ele almalıdır. Tarih deney alanımız olduğuna göre, toplumsal bir tarih incelemesi gelecekle bağ kurmamıza hizmet edecek, bugünün temel ilkelerini belirlememizi sağlayacak, doğru ve sürekli bir pratikte birleştiğinde zafer mümkün olacaktır. Bu da devrimcinin kaderini ezilenlerin kaderiyle birleştirmesiyle olanaklıdır. Mücadeleye atılmayı erteleyen, işçi sınıfı ve ezilenleri nesne olarak gören, her hareketin ilkeleri içi gaz dolu uçan balonlara benzer.
Parti temel olarak öncü işçilerden oluşan, proletaryanın ve ezilenlerin öncüsü, proletarya iktidarının kar makinesidir.
Proletarya partisi anlayışı (en azından realize olan biçimiyle konuşacak olursak) bürokratik ve ekonomist bir çarpılmaya uğramıştır. Devrimden sonra işçi sınıfının iktidar aygıtları sovyetler-meclislerdir. Proletarya partisi ya da partileri ise farklı programlara sahip, meclislerdeki temsiliyetlerine göre ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak olan yapılardır. Burada sınıf kendi kararlarını kendi almalıdır. Ne zaman ki Sovyetler yerine komünist parti ikame edilmiştir o zaman sosyalizmin burjuva diktatörlüğünden bin kat daha demokratik olma iddiası yok olmuştur.
Kapitalist toplumda parti, devrime giden yolu ilmik ilmik işlemek zorundadır. Sınıf ve kitleler içinde güçlenmek, etkinleşmek pratik olarak
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 7
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
gördüğümüz üzere kolay bir mesele değildir. Bu güçlenme meselesi bize göre konjonktürel bir mesele değil, sınıf ve kitleler içinde kök salma meselesidir. Yıkıcılık ve kuruculuk misyonunun hayat bulacağı yer, sınıf mücadeleleri tarihinin de gerçek oyuncuları olan bu kesimlerdir. Parti bu kesimlerde hem çoğalmak ve hem de sınıf içindeki ileri unsurları kazanmak için çaba sarf etmelidir. Ancak proletarya partisi, öncü bir gurubun işçi sınıfını ve ezilenleri devrim için peşine taktığı bir örgüt değildir. Bu tip bir yapı bir örgütü ancak ikameciliğe götürür. Tersine parti sürekli ve sürekli bu kesimlerden beslenen, kendini her an yeniden üreten, işçi sınıfının ve ezilenlerin siyasal alanda kendi eylemleriyle var olmasını sağlayan bir yapı olmalıdır. Sınıf ve kitleleri “doğru yola getiren” elitlerden oluşan bir “çok bilenler” örgütü değil, halkın önce öğrencisi sonra öğretmeni olacak bir yapı olmalıdır. Bunun bir koşulu, sosyalist demokrasi bilincine sahip olmaksa, bir diğer koşulu da kitleselleşmedir.
Parti bir sosyalizm okuludur. Bu dar anlamda partinin kendi kadrolarına teorik eğitim vermesi değildir. Politik ya da apolitik ilişki kurduğu işçileri, ezilenleri, sözün özü herkesi devrim ve sosyalizm mücadelesinin bir “neferi” haline getirmek başlı başına bir eğitim meselesidir. Bu ikna süreci “devlete örgütlü” birini devrime örgütlemek, bir yanıyla bir ütopyaya örgütlemektir. Bu demektir ki örgüt, kapitalizmce gelişim dinamikleri yok edilmiş tek tipleştirilmiş insanda bir devrim gerçekleştirme iddiasındadır. İnsanın gelişim dinamiklerinin özgürce ortaya çıkacağı zemin tek tipleştirici değil, demokratik ve geliştirici bir zemin olmalıdır. Bu ciddi bir iştir...
Parti işçi sınıfını kapsayan organik bir bütünlükle tasvir edilebilir. Parti en genel anlamıyla bir örgütler toplamıdır. (Fabrika komitesinden, mahalle komitesine, merkez komitesine vb kadar.) Bütün bu örgütler kendi başlarına bağımsız bir şekilde çalışmazlar. Rasgele, plansız, disiplinsiz çalışmanın mutlak sonucu başarısızlıktır. Parti tüm örgütleri ile birleşik, canlı bir organizmadır. Görevi işçi sınıfının devrimci mücadelesini yönlendirmek zafere ulaştırıp proletarya diktatörlüğünü kurmasını sağlamak, bu yolda sınıf bilincini kazandırmak ve geliştirmek, tüm ezilen kitleleri proletaryanın öncülüğünde devrimci mücadeleye sevk etmek ve mücadele önündeki tüm fiili engelleri kaldırmaktır.
Partinin politik ve ideolojik hattı net olmalı ancak dogmatik olmamalıdır. Partinin taktik ve stratejik hattı gelişmeye ve varsa yanlışlarını gidermeye açık olmalıdır. Bu da ancak farklı fikirlerin açıkça tartışılabildiği ve seslerini duyurabildiği, teorik çalışma ve eğitime önem verilen bir yapıda mümkündür. Böyle bir eğitimin bir parçası da pratiktir. Ne dar pratik ne de sadece teori partiyi geliştirir. Teori ve pratiğin diyalektik bütünlüğü şarttır. Sadece dergi çıkartmak ve dergide çeşitli analizlerin yanında nasıl devrimci olunduğunu anlatmak pek devrime yararlı bir uğraş değildir. Dönemsel öznelci (kendi örgütlenmesine dönük) birkaç pratikle anı geçiştirmek de devrime pek yararlı hareketler değildir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin reel mücadelesini geliştirmeye çalışan bir tartışma (pratik mücadele hattıyla bağlantılı), aynı
8 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
zamanda devrimci güçleri birleştirmeye dönük uğraşlar birbirinin değerini yükselten birleşik bir çalışma tarzıdır.
*
Yukarıda anlattığımız örgütü, bu kadar gerekli ve önemliyse neden kuramıyoruz? Birçok devrimci gurup ya da grupçuk ve aralarındaki birçok suni ayrılıklar ve dün olduğu gibi bugün de tam bir teorik keşmekeş coğrafyamızın sosyalist hareketlerinde hakim. Bugünün dünden (darbe öncesinden) farkı, ne dünya çapında sosyalizmin hegemonyası var, ne de devrimci hareketlerin arkasında kitle desteği var. Bununla birlikte baskılar, zulüm, ceberut devlet anlayışı arkasına militarist ve şoven histeriyi de alıp saldırılarıyla beraber sosyalist harekete tam bir tecrit ve hatta imha politikasını sürdürmektedir. Şu an için başarısız olduklarını söylemek büyük bir iyimserlik olur. Çok yakın zamanda Maoist Komünist Partisinden onlarca devrimcinin katledildiği Dersim operasyonu, Ezilenlerin Sosyalist Platformundan onlarca devrimcinin tutuklanması, Haklar ve Özgürlük Cephesinden onlarca devrimcinin tutuklanması, Kürt halkına ve PKK‟ye yönelik imha operasyonları ve bir bütün olarak tüm devrimcilere yönelik tutuklama faaliyetleri, linç politikaları nasıl bir konjonktürden geçtiğimizi gözler önüne sermektedir. Bu duruma karşın ne yazık ki, sosyalistlerin birbirine ve sosyalistlerin Kürt hareketine yönelik dayanışmacı ve dostane bir tutumundan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü ülkedeki sosyalist politik atmosferin hakim eğilimi, ekonomist, monolitik ve bürokratiktir.
Bu güçlü eğilim kendini tek devrimci doğru ilan eden herkese yukardan bakan, doğrunun tek temsilcisi olduğunu iddia eden, kendinden başka tüm yapıları son tahlilde burjuvaziye ait gören anlayıştır. Diğer devrimci gruplarla ilişkisi rekabete ve tahakküme dayanır. Kendi dininden olmayanı kâfir ilan etmek, politik ve ideolojik olarak tek doğruyu elinde bulundurduğunu sanmak zaten a priori rekabet ve çatışma duygularını güçlendirir. Tek doğrunun iktidarı, tek doğruya göre toplumun kalıba dökülmesi sonucunu doğurur. Ekonomik düzey diğer tüm düzeyleri, politik, ideolojik, sanatsal, felsefi, etik vb düzeyleri belirleyeceği için, ekonomik kalkınma tüm sorunların çözümüdür. Aynı nedenden dolayı toplumun farklı fikirlere, tartışmalara, farklılıkların kendini örgütlemesine değil, tek doğrunun temsilcisi olan partinin gösterdiği doğrultuda çalışmasına ihtiyaç vardır. Bu anlayışın sonucunun ne olduğunu hep birlikte yıkılan reel sosyalizm deneyi ile gördük..
Sosyalist hareketteki daha zayıf eğilim birlikçiliktir. Birlik fikriyatı yaşanmış ve yıkılmış olanın eleştirel analizi üzerinden yeni bir örgüt anlayışı, devrim ve sosyalizm ütopyası kurgulama faaliyetinin politik sonucudur. Diğer yapıları kendi kadar meşru görür ve onlarla ilişkisinde dayanışma olgusunu öne çıkarır. Proletaryanın partisi, savunduğu (kapitalizmin reddi temelinde) örgütlenme özgürlüğü ilkesi nedeniyle birden çok ta olabilir. Çünkü sınıfın farklı kesimleri farklı politik ve ideolojik perspektife sahip olabilecekleri gibi onların
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 9
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
politik örgütleri de farklı olabilir. Birinci eğilim parti vasıtasıyla sahip olduğu sihirli formüllere göre toplum mühendisliği yaparken, ikinci eğilim toplumu hareket noktası alarak onun içerdiği zenginliklere göre ve sosyalizm ütopyasını bir kenara bırakmaksızın bir parti ve örgüt tasavvuru yapar. Bu anlayışın politik düzlemdeki önemli yansılarından biri birlik fikriyatıdır. Ancak birliğin mutlak olarak yasal alanda sağlanacağı tezi bu bilimsel yaklaşımı burjuva yasallığının içine hapsetmek anlamına gelir.
Birlik meselesini yasal alanla sınırlandırmak; bir dönem içimizden çıkan tasfiyeci eğilim gibi Leninist örgüt kimliğini açık partiye feda etme eylemi ile birleştiğinde devrimcilerin birliği meselesi baştan katledilmiş olur. Ondan sonra Leninist örgüt yalnızca lafızda kalır sadece iç konsolidasyon aracı haline gelir.
Herhangi bir araç gibi, yasal parti de devrimciler tarafından kullanılabilir. Doğru kullanıldığında sınıf mücadelesinin gelişimine elbette katkı sağlayacaktır. Doğru kullanımdan kasıt, yasalcılığa düşmeden, aracın avantajlarını ve dezavantajlarını iyi bilerek ve amaç, araç ilişkisini gözden kaçırmadan adım atmak anlamına gelir. Örneğin SDP‟nin kuruluşu emek barış demokrasi bloğunun kurulmasını sağlamıştır. SDP, enternasyonalizmin önemli bir temsilcisi olarak öne çıkmış ve iki halkın mücadele birliğini tesis etmeye çalışmış, sosyalistlerin birliği için önemli entellektüel ve pratik çabalar sağlamıştır. Sokak eylemlerindeki gücü ve etkinliği sosyalist solda dikkat çekmiştir. NATO, 1 Mayıs, SEKA direnişleri, barikat başları ve sokak çatışmaları SDP‟nin tanınmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Aslında SDP sosyalist solda cüzzamlı gibi uzak durulan yasal parti hakkındaki ön kabulleri tepe taklak etmiştir. Şimdi birçok illegal yapının yasal partiyi tartışıyor olmasının güncel politik nedenlerini SDP pratiğinde aramak hatalı olmaz. Buna karşın SDP bir proletarya partisi de değildir. Azami sınırı kendini sınırlayan burjuva yasallığının elden geldiği ölçüde istismarıdır. Bu siyasal demokrasi mücadelesi açısından az uz bir şey olmamakla birlikte SDP için yapılacak en doğru değerlendirme proletarya partisi yolunda bir kilometre taşı olabileceğidir.
Bir bütün olarak Türkiye sosyalist hareketinin örgütlenmesi değerlendirilmelidir. Farklı formlarda (cephe, dernek, sendika, oda, yasal parti v.b.) yan yana gelişler sağlamakta fayda vardır. Bu yan yana gelişler devrimciler arasında iş yapma kültürünü geliştirecektir. Bunlar dolayımla birliğe hizmet edecektir. Ancak bunların hiçbirini birliğin sağlandığı bir form olarak görmemek gerekir. Birlikten anladığımız şey sosyalistlerin birliğidir. Bu birliğin esas hedefi devrim yapmaktır. Birliğin orta vadeli hedefi işçi sınıfı ve emekçi sınıflar arasında örgütlenmek suretiyle proletaryanın devrimci partisinin kurulması olmalıdır. Birliğe dair birçok politik sorun yaşanıyor olsa da böyle bir hedefe kilitlenmemiş bir birlik çabası engin denizlerde pusulasız yol almaya benzer. Yön kaçınılmaz olarak kaybedilecektir.
10 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Birlik sorunu öncelikle niceliğin birleşme sorunu değildir. Böyle bir durum ancak sonuç olarak ele alınabilir. Esas mesele felsefi düzeyde farklılıkların bir arada yaşayabileceği, farklılıkları meşru gören bir örgüt ve gelecek toplum tasarımında birleşmektir. Bunun yaratacağı sinerji önemli bir siyasal güce tekabül edecektir. Geleceği tayin edecek olan da ortaklaşa devrimci bir zeminde oluşturulacak olan programatik temelde birliktir. Elbette mutlaka böyle olduğunda temel sorunumuz çözümlenmiş olacak değildir. Temel sorun sınıf bilinciyle donanmış proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi sorunudur. Tek cümleyle işçi sınıfının olmadığı yerde sosyalist mücadele, denetim, sınıfın canlı deneyiminde yoksun olarak düşünsel bilimsel üretim ve dolayısıyla sosyalist demokrasi ilkesinin hayata geçirilebilinmesi mümkün olmaz. Sosyalist demokrasi ilkesi hayata geçirilmeden devrimde, proletarya iktidarı da mümkün değildir. Sosyalist demokrasi yoldaşlarına karşı iktidar kurmak için salladığın bir kılıç değil, tüm işçi sınıfı ve ezilenler arasında proletarya devriminin başarıya ulaşması için uygulamak zorunda olduğun temel bir ilkedir.
Proletarya partisi bütün diğer sınıflardan bağımsızdır.
Sosyalizm mücadelesinin nihai amacı komünist toplumdur. Bilindiği üzere, komünist toplum sınıfsız, sınırsız, üretim araçlarının mülkiyetinin tüm topluma ait olduğu, ezme ve ezilme ilişkilerinin ortadan kalktığı bir toplumdur. Bu bağlamda, proletarya partisi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmayı hedeflerken, kendi çıkarlarını savunduğu işçi sınıfını da ortada kaldırmayı hedeflemiş oluyor. Bu yüzden kapitalist toplumda sınıfsız bir toplum için mücadele edebilecek yegane sınıf proletaryadır. Partinin uzun erimli politik doğrultusu proletaryanın egemen bir sınıf olarak örgütlenmesi amacınca belirlenecektir. Bu politik amaç kendisine uygun bir günlük politik ajitasyon ve propaganda biçimi oluşturacaktır. Temelde politik olarak savunulan çıkar proletaryanın çıkarlarıdır. Bu nedenle diğer emekçi sınıf ve tabakalarla bir ittifak ilişkisi tanımlanmak durumundadır. Proletaryanın devrimci örgütü amacının ne olduğunu, bunun hangi aşamalardan geçerek realize olacağını, buna uygun kısa ve orta vadeli politik tutumunu açıkça ilan ve deklere etmelidir. Halka karşı politik açıklığın karşılığı budur.
Proletaryanın devrimci örgütünün bağımsız hattı ile ittifaklar meselesi arasındaki ilişkiyi çözümlemek önemlidir. Proletaryanın devrimci partisi içinde sınıfların ittifak yaptıkları bir parti değildir. Partinin taktik ya da stratejik çizgisinde ittifaklar her zaman olabilir. Parti öncelikle her zaman proletaryanın çıkarlarını savunur. Elbette diğer ezilenlerin de devrimci mücadeleye katıldıkları oranda ya da onları katma yönünde sözcüsüdür. Diğer sınıflardan parti saflarına katılan her birey ya da grup kendi geleceğini proletaryanın kaderi ile özdeşleştirmelidir. Popülizmin türevleri bunun tam tersi olan davranış biçimlerini anlatır. Gerici, dağıtıcı ve pasifist de olsa egemen, konjonktürel olarak ilgi gören görüşler peşinden sürüklenmek böyle bir şeydir. Bununla beraber, bu anlayış kendini vazgeçilmez olarak görür. Aslında öyle
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 11
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
konumlanmayı zorunluluk olarak görür. Bunun nedeni ise, kadrolara, yoldaşlarına, kitlelere güveninin kalmamasıdır. Devrimci teorinin özünden de uzaklaşması söz konusudur. İşine geldiği zaman teoriye önem verir, işine geldiği zaman pratiğe... Kendi çoğunlukla doğrular bütünüdür, sanki örgüt ise soyut bir şekilde yanlışların sorumlusudur. Biz bütün bunlara karşı çıkarken bir takım tutar gibi herhangi bir örgütü savunmuyoruz. Karşı çıktığımız devrimci örgüt anlayışına yapılan saldırılardır. Karşı çıktığımız birey statükosu için devrimci örgüt anlayışının çöpe atılmaya çalışılmasıdır. Bu bağlamda yaptığımız tüm hatalar bize, yaptığımız tüm doğrular ise proletaryanın devrimci örgütüne, devrime ve sosyalizme aittir.
Partinin temel hücrelerini fabrika ve işyeri komiteleri oluşturur.
Proletarya partisinin temel gücü, büyük fabrikalardaki işçilerin komitecil tarzda örgütlenmesinde yatar. Modern sanayi tesisleri işçi sınıfının nitelik ve nicelikçe gelişkin kesimlerini barındırır. Lenin‟in değimiyle her fabrika, bizim kalemiz olmalıdır. Modern sanayi tesisleri kapitalizmin kalbinin attığı yerlerdir. Buralarda üretim sürecini kontrol edebilmek kapitalizmin gırtlağına çökmek gibidir. Bu komiteler üst komiteye bağlı olarak çalışırlar. Bir yandan partinin propaganda ve ajitasyonunu üretim sürecine taşırken diğer bir yandan kendi somut durumuna dönük politikalar oluşturan, örgütlenme yapan ve fabrikaya ait stratejik bilgileri partiye ulaştıran bir içerikle çalışırlar. Örgütlenmenin özü işçi komiteleridir.
Bununla birlikte devrimciler tüm ezilen kesimler arasına gitmelidir. En genel anlamıyla etki alanımızı geniş tutmalıyız... Toplumdaki tüm hoşnutsuzluklardan yararlanmalıyız. Bu bağlamda konjonktürün gerektirdiği şekilde kadro çıkartmak ve etki alanımızı genişletmek için bazı alanlara ağırlık verilebilir. Öğrenci gençlik ve varoşlar bu değerlendirme içinde ele alınabilir. Bir dönem böyle yapmak gerekirken başka bir dönem başka bir örgütlenme taktiği uygulanabilir. Bu durum sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre değişir. Esas olan bütün uygulanabilecek örgütlenme taktikleri sonucu elde edilen her türlü gücü (kadro etki alanı vb) proletaryanın örgütlenmesine ve sınıf mücadelesine sevk edebilmektir. Esas olan partinin öncü işçilerden oluşan komiteler ve hücrelerden teşkil edilmesidir. Ancak böylece proletarya sosyalizmi saflarda gelişebilir. Devrimcileşen bireyin proletarya sosyalisti olabilmesi ancak teorik politik ve pratik eğitimle mümkündür. Politik yönlendirme konusunda her komite kendisini kendi alanı ile genel mücadele alanı arasında diyalektik bir bağ kurarak merkez komitesi gibi görmelidir. Teorik ve politik katılım böylesine eşitlikçi bir zihniyetle garanti altına alındığında, sosyalist demokrasi ilkesi hayata geçirilebilmiş olacaktır. Bütün komiteler ve hücreler her an düşmana karşı yeni mevziler elde etmek için ve örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmak için uyanık bir çaba içerisinde olmalıdırlar. İçinde bulunduğunuz bütünsel kurumsal yapı parçayı belirler, elbette ki parçalar da kurumsal yapıyı belirler.
12 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Partinin temel kadrolarını profesyonel devrimciler oluşturur. Parti aynı zamanda parti üyesi olmayan, aday üye, sempatizanlardan oluşan çok geniş örgütlerden oluşur.
Proletaryanın devrimci partisi sağlam bir çekirdekten oluşan bir kadro partisi olmanın yanında, en geniş kitleleri kapsayan da bir yapıdır. Bu iki unsur ilk bakışta çelişik gibi gözüken, fakat tam tersine birbirini besleyen iki özelliğidir partinin. Sağlam çekirdeği olmayan bir parti kitleselleşemez. Bir meyve ağacının çekirdeği sağlıklı değilse toprağa düştüğünde kök salamaz, büyüyemez, ağaç olamaz... Kitleselleşemeyen bir parti ise çekirdeğini sağlamlaştıramaz. Kitleselleştikçe parti daha çok kişi arasından istediği uygun kadroları seçme şansına sahip olacaktır. Bu durum her kitleselleşen parti için değil proletarya partisi için geçerlidir. Çekirdek uygun toprağa düştüğü zaman ancak kendisini büyütebilecek mineralleri v.b. ihtiyaçlarını bulabilecektir.
Kapitalist devlet, mücadele bir boş zaman uğraşı olarak ele alınmak suretiyle, yıkılamaz. Mutlaka bütün zamanını devrimci mücadeleye ayırmış profesyonel devrimcilerden oluşan bir yapıya ihtiyaç vardır. Kapitalist devletin de kendi profesyonelleri vardır(polis, ordu, mahkemeler v.b.) Bunlar da meslek olarak profesyonelce kapitalist devleti-burjuvaziyi korumakta, onun çıkarlarını gözetmektedirler. Ve bunların varlığı kapitalist devletin varlığına bağlıdır. Boş zamanlarda devrimci mücadele ile uğraşanlardan oluşan bir partinin gelişimi mümkün olamaz. Aslında profesyonel olmayan bir yapı ile devleti yıkmaya çalışmak burjuvaziye “sen dur, zamanım boş olunca hesaplaşırız” demektir. Esas mesele, değim yerinde ise 24 saat devrimci mücadeleyi yükseltmek için plan yapan ve bunları uygulayan kadroların oluşturulma meselesidir.
Devrimci birey, örgütün organik bir parçasıdır. Onu etkiler ve ondan etkilenir. Partiyi oluşturan bireyler için önemli gördüğümüz iki kavramdan bahsetmek gerekmektedir: güven ve komünist kimlik. Güven, ancak kaderini işçi sınıfı ve ezilenlerin kaderi ile birleştiren kadrolar arasında olur. Komünist kimlik ise teorik ve pratik mücadele hattında oluşur. Mücadelenin temel unsuru olma konusu tüm yeteneklerini (bazı konularda yeteneğin az ya da çok olabilir) devrimci mücadeleye sonuna kadar sunulması ile ilgilidir. Egemenler her iki olguya durmak bilmez bir saldırı içindedirler. Komünist kimliğin zaafa uğratıldığı, paylaşım, özveri, yoldaşlık gibi kavramların yenilgiye uğratıldığı yerde yoldaşlar arasında güven ortamı da yok olur. Bu bir örgütün sonu demektir.
Bütün maddi ve düşünsel olanaklarını mücadeleye ve dolayımla da örgüte sunan devrimci açısından devrimcilik yaşamının kendisidir. Yaşamından devrimciliği çekip çıkarmak olanaklı değildir. Bir örgüt temelde böyle kadrolar üzerinde yükselir. Sınıf mücadeleleri bunun kanıtlarıyla doludur. Kuşkusuz insanlar fedakârlığı inandıkları için yaparlar, dolayısıyla bu kimse üzerinde egemenlik kurmanın bir aracı değildir. Leninist parti bir kadro örgütüdür ve kadrolar en gelişkin devrimcilerden oluşmalıdır. Buradaki gelişkinlikten kasıt
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 13
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
tüzükçe belirlenmiş belirlenmiş üyelik kriterleridir. Bu kriterlere uyum hayati öneme sahiptir.
Bu kriterlere uyanlarla uymayanları aynı çerçevede değerlendirmek aynı zamanda Leninist örgütü ciddiye almamak demektir.
Parti, çalışmalarını legal-illegal, açık-gizli bir arada yürütür. Bazı dönemler bunlardan herhangi birine ağırlık verebilir.
Tekelci kapitalizm döneminde, bütün komünist örgütler legal ve illegal çalışmayı ve örgütleri sistemli bir biçimde birleştirmek zorundadırlar. Emperyalist dönemde oligarşik diktatörlüğün hakim olduğu bir ülkede proletarya partisinin legal olabilmesi mümkün değildir. Memleketimiz devrimci hareketinin literatüründe bu legal ve illegal kavramları hakkında ciddi bir karmaşa hakimdir. Bazıları legal kavramını hem yasal hem de açık, illegal kavramını ise hem yasadışı hem de gizli olarak kullanmaktadırlar. Bu kesinlikle yanlıştır ve insanı teorik hatalara sürükler. Legal yasal, illegal yasadışı demektir. Örneğin yasal ya da yasadışı bir kitle eylemi açıkta yapılır. Çünkü eylemin amacı herhangi bir konuda propaganda ve ajitasyon yapmaktır. Eylem kitlelerin gözü önünde yapılmalıdır ki ajit-prop amaca ulaşılabilsin. Bir kurum(mit, jitem, v.b.) çok gizli olabilir ama aynı zamanda yasaldır(legal). Legal ve illegal diye iki farklı parti-örgüt günümüzde ortaya sürülmeye çalışılmaktadır. Bu yakıştırmalar sağ ve sol sapmaların birbirlerini suçlamak ve küçümsemek için yanlış kullandıkları terimlerdir.
Her mücadele örgütü gibi, proletaryanın devrimci partisi de gizliliği politik doğrularını saklamak için değil, düşmana karşı daha güçlü olmak için kullanır. Proletarya partisinin çalışmalarının esasında örgütsel gizlilik vardır. Tam tersine taleplerde proletaryaya ve tüm halka karşı bütünüyle açıklık ilkesi söz konusudur. Örgütsel mekanizmalarda ve işleyişte gizlilik, esasında bir zorunluluktan doğar. Burjuvazinin baskıları, yıldırma çabaları ve takibatları ile devrimcileri buna zorlar. Bazı dönemler çalışmaların yoğunluğunu açık alan faaliyetleri-bazı dönemler ise yer altı faaliyetleri oluşturabilir. Burada önemli olan nokta şudur: Savaşan hiçbir örgüt için hiçbir dönem gizlilik koşulları diye bir dönem söz konusu olamaz. Çünkü gizlilik koşulları demek açıklık koşullarının da olabileceğini iddia etmek demektir. Düşmanla savaşan bir örgüt için her dönem düşmanından gizleyeceği bir şeyleri vardır. Bu şeyler örgütsel ilişkilerdir, yoksa politika doğası gereği açık olmak zorundadır. Ne tesadüftür ki, tüm küçük burjuva demokrasi havarileri her dönem sıkıştıklarında Leninist örgütün gizlilik prensibine saldırırlar. Devrimci mücadelede gizlilik meselesi politik açıklıktan dolayı “güneş altında” uygulanması gereken bir tedbir olarak ele alınmalıdır. Siyasal doğruluk milyonları devrimci mücadeleye sürüklediğinde o göz kamaştırıcı aydınlık devrimciyi öyle bir korur ki, gizlilik işlevi de böylelikle yerine getirilmiş olur.
Parti çalışmaları demokratik merkeziyetçilik ilkelerine göre yürütülür.
14 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Proletarya partisi bir örgütler bütünüdür. Yukarıdan aşağıya piramide benzer bir örgütlenme biçimi vardır. Bir merkezi yönetime sahiptir. Alt üste, azınlık çoğunluğa uymak, bütün örgüt merkez yönetime, merkez yönetim ise genel kongreye uymak zorundadır. Görüldüğü gibi bu şema döngüseldir. Bütün yapı merkezi bir biçimde biçimlenirken merkez yönetim genel kongreye (üyelerin kararları aldığı) karşı sorumlu olduğu için aynı zamanda demokratiktir. Yereller Leninist partide özerktir. Özerklik örgüt içi demokrasinin önemli bir koşuludur. Leninist örgüt yukarının aşağı üzerinde koşulsuz tahakküm sağladığı bir merkeziyetçiliğe sahip değildir. Leninist örgüt tüm yerel organların ve uzmanlık organlarının merkeze bağlı olması anlamında merkeziyetçidir. Ancak bu merkeziyetçilik demokratik bir içerik taşır. Bu demokratik nitelik gerek karar alma süreçlerinde, gerek azınlığın çoğunluk olma hakkının kullanılmasında gerekse yoldaşlar arası ilişkileri düzenleyen kurallar çerçevesinde kendini gösterir. Örgütü çevreleyen bütün diğer organların ve yoldaşların görüşleri konferans gibi mekanizmalarla alınır. Kısaca kararlar aşağıdan yukarı alınır-yukarıdan aşağıya uygulanır. Demokratik merkeziyetçi işleyişte çok önemli bir konu da karşılıklı denetimdir. Üst altı, alt üstü denetlemelidir. Bunun temel yolu düzenli karşılıklı rapor alışverişi ve alt birimlerin üst birimleri geri çağırma hakkının hukuken garanti altına alınmasıdır.
En genel anlamıyla demokratik merkeziyetçilik:
a) Proletarya partisi içerisinde kararlar aşağıdan yukarı doğru alınır. Yukarıdan aşağıya uygulanır.
b) Alt üste bağlıdır. Partinin bir merkez yürütme organı vardır. Merkez yürütme organı genel kongreye bağlıdır. Genel kongre partinin en üst organıdır.
c) Tüm organlar arası sürekli ve düzenli bir rapor alışverişi olmalıdır. Üst kademeler alt kademelerden ve tüm parti yandaşlarından gelen önerileri değerlendirmek durumundadır.
d) Eleştiri ve özeleştiri açıklığı ve yapıcılığı esas alan bir şekilde uygulanmalıdır.
e) Kişisel sorumluluk ve kolektif önderlik diyalektik bir bütünlükle tüm organlarda uygulanmalıdır.
f) Proletarya partisinin tüm üyeleri parti kararlarına uymak zorundadır.
g) Buna karşın azınlığın çoğunluk olma hakkı teminat altındadır.
Maddeleriyle özetlenebilinir. Bu bağlamda demokratik merkeziyetçiliğin uygulanması partinin bürokratik bir hal almasını ya da liberalleşmesinin önündeki en önemli engellerden biridir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 15
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Partide tüm yoldaşlar arası ilişkiler, tüm düşünsel eğilimler arası ilişkiler, partinin diğer devrimci yapılarla olan ilişkileri ve bir bütün olarak tüm kitlelerle olan ilişkileri ve işleyiş sosyalist demokrasi ilkesine göre biçimlenir.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi ile kesişen kısımları olmasına rağmen geçmiş sosyalizm deneyimleri sosyalist demokrasiyi ayrı bir ilke olarak ele almamızı zorunlu kılıyor. Proletaryanın devrimci partisinin iç işleyişi demokratik olmak zorundadır. Bugünkü mücadele için de yarın kurulacak toplum için de bu esastır. Fakat demokrasinin kullanımı sınırsız değildir. Kapitalizm tarafından çevrelenmiş bir örgütte demokrasinin sınırı örgütün sınırlarına kadardır. Program ve tüzük demokratik hakları tanımlarken aynı zamanda sınırlar da. Kapitalizmle çevrelenmiş bir örgüt elbette tam demokrasiyi ilke olarak savunsa da hayata geçiremez. Bunun önündeki engel burjuva diktatörlüğünün yok edici kinidir.
Ayakları yere basmayan birinin zıplaması mümkün olmadığı gibi, bir temele-programa dayanmayan örgütsüz bir sosyalist demokrasi uygulaması mümkün değildir. Partinin diğer yapılarla olan ilişkilerinde de sosyalist demokrasiyi uygulayabilmek için bir örgütlenme formuna ve o örgütlenmenin programına ihtiyaç vardır.
Sosyalist demokrasi aynı zamanda en geniş devrimci birliği oluşturmayı gerektirir. Sosyalist demokrasinin gerçekte uygulanabileceği en iyi zemin proletaryanın devrimci partisidir. Böylesi bir yapıda sosyalist demokrasi dar parti eliti ve bürokrasisinin kendi iç ilişkilerini belirleyen bir kurallar bütünü olmaktan sıyrılarak hayat bulacağı sınıf zeminine ulaşır. Partinin merkezi yönetiminin fabrika komitelerince, yerel örgütlerce, bir başka deyimle kitlelerce denetlenmeye başlandığı, bu kesimlerin talep ve önergeleriyle politik sürece yön vermeye başladıkları zaman sosyalist demokrasi ile gelecek toplum tasarımımız arasındaki ilişki daha net kurulmuş olacaktır. İşçi sınıfının örgütlü olduğu devrimci partisi olmaksızın sosyalizm kurulamayacağına göre, onun demokratik içeriğini de işçi sınıfı oluşturacaktır. Sınıf mücadelesinden kopuk bir sosyalist demokrasi anlayışının sonuçları yakın tarihimizde ÖDP deneyiminde görülmüştür.
Proletaryanın devrimci partisi enternasyonalisttir.
Sosyalizm mücadelesi esasen burjuvazinin siyasal sınırlarını aşan bir niteliğe sahiptir. Temel hedef sınırların, sınıfların, her türden ezme ve ezilme ilişkisinin ortadan kalktığı komünist bir dünya yaratmak olunca enternasyonalizmin önemi ortaya çıkar. Mücadelemiz doğası gereği enternasyonalist olmak zorundadır. Sosyalizm mücadelesi ulusal sınırlar içinde bir mücadele değildir. Kendi sınırları burjuvaziyi ilgilendirir devrimcileri ilgilendiren devrim yapmaktır. Devrimci süreci geliştirebilmek için başka ülkelerdeki devrimci işçi sınıfı hareketleriyle dayanışmak kaçınılmazdır. Uluslararası işçi sınıfının, ezilen halkların ve tüm ezilenlerin mücadele
16 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
deneyimlerinden faydalanmak mutlaka gereklidir. Emperyalizmin boyunduruğu altında ezilen dünya halkları ile ilişkileri iki temel ilke belirler:
1) Başka bir halkı ezen bir halk hiçbir zaman özgür olamaz.
2) Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı.
Proletaryanın devrimci partisinin ezilen halklarla ittifak yapması – dayanışması başlıca görevlerinden biridir. İttifakın ve dayanışmanın biçimi konjonktürel olarak farklılıklar arz edebilir.
Proletaryanın devrimci partisinin hedeflerinden biri de komünistlerin uluslararası birliğini kurmaktır. Böyle bir birlik eşitlik ve bağımsızlık temelinde kurulabilir. Devrimci teoriyi geliştirme-dayanışma, yardımlaşma ve emperyalizmin saldırılarına birlikte karşı koyma amaçları güder. Parti her türlü şovenizmle mücadele eder ve bütün dünya proletaryasının ve halklarının birliğini savunur.
1.1.3 SONUÇ YERİNE
Her ülkenin koşulları birbirinden farklıdır. Farklıdır ancak aynı zamanda da birbiri ile bağlantılıdır. Genel olarak kapitalizm için eşitsiz ve birleşik bir gelişim söz konusudur. Örneğin, üretici güçlerin niceliği, niteliği, kültür değişik ülke ve bölgeler için farklıdır. Ülkemiz, bağımlı kapitalist bir özellik göstermektedir. Devlet biçimi olarak oligarşik diktatörlüğün hâkimiyeti söz konusudur. Proletaryanın devrimci partisinin önündeki hedef anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk devrimi ve kesintisiz devrim stratejisidir. Bu hedefe uygun çalışma tarzını uygulamak ve önümüze çıkan çeşitli sorunları aşabilmek için; somut koşulların somut tahlilini yapabilir durumda olmamız gereklidir. Somut koşulların analizi somut durumu kendi sübjektif durumuna göre belirlemek değildir. Somut koşulları objektif olarak kavramak, devrimci mücadelenin önünü açan en temel adımdır.
Devrimci, halkın önce öğrencisi sonra öğretmenidir. Propaganda ve ajitasyonun biçimleri, yerleri ve seviyeleri çok önemlidir. İlk ilişkilenilen yerlerde özellikle günümüz koşullarında kuru ajitasyondan kaçınılmalıdır. Derinliğine propagandaya ağırlık verilmelidir. En ileri, yatkın, doğal öncü unsurlarla özel olarak ve yoğunlukla uğraşılmalıdır. Her komite yeterli çalışmayı ve birikimi yaptığı yerlerde alt komitelerini kurmakla yükümlüdür. Proletarya partisinin düzenli ve en önemli maddi kaynağı her düzeydeki partililerin sağladıkları aidatlardır. Bütün komiteler durumlarına göre uygun bir aidat toplamalıdır.
Parti sürekli siyasi kampanyalar üzerinden örgütlenir. Bütün komiteler kendi etkinlik alanlarında bu kampanyaların yürütücüleridir. Kendi alanlarının öznel sorunlarıyla bu genel kampanyaları örtüştürmeye çalışmalıdırlar. Her komitenin özerkliği söz konusudur ve kendi koşullarına uygun bir mücadele yöntemini benimser. Bir okuldaki mücadele yöntemleri ile
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 17
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
bir fabrikadaki mücadele yöntemleri arasında farklar vardır. Ayrıca eleştirse dahi her komite bütün gücüyle merkezin kararlarını uygulamak durumundadır. Hiçbir durumda farklılıklar bastırılmamalı fakat hiçbir zaman eylemsizliğe, parti çalışmalarının durmasına da izin verilmemelidir. Her düzeydeki devrimciler arasındaki derin ayrılıkta, tartışmalarda kesinlikle hiçbir türden şiddet kullanılmamalı, yapıcı ve birlikçi bir tavır alınmalıdır. İnsandır şaşabilir. Hakarete, hakaretlere, şiddete misilleme ile cevap verilmemelidir. Genelde bu tür davranışlar bireyseldir. Devrimci örgütler bu tür tarza izin vermezler.
Gerekli örgütlenmeler tamamlandıktan sonra yığınların harekete geçirileceği zamanlar iyi planlanmalıdır. Örgütün, kitlelerin arasına komiteleri ile kök saldığı yerlerde yığınların sisteme karşı hoşnutsuzluğu uygun bir mecraya girdiğinde ajitasyon ve propaganda beraberce yürütülmelidir. Kitle eylemleri anlık gösterilere feda edilmemelidir. Uzun vadeli düşünülmeli, eylem sonrası da hesaba katılmalıdır. Kimse dayak yiyerek, acı çekerek örgütlenmez. Tam tersine sürekli buna maruz kalan kitleler yılar. Böyle olmasaydı düşman her gösteride niye vahşice dövmeye çalışsın bizi? Demek ki aslolan dövülmek değil, tam tersine kitle gösterilerini engellemeye çalışanları engellemektir. Bu noktada önderlik çok önemli: mütevazı, kapsayıcı ve inisiyatifli olmak durumunda. Proletaryanın önderliğinde halkın örgütlü gücünü hiçbir paralı kolluk kuvveti yenemez. Toplumsal mücadeleler tarihi bunun kanıtları ile doludur.
Parti yayınları partinin sesidir. İçe ve dışa karşı fikirlerin dağılmasında en önemli araçlardan biridir. Ayrıca teorik gelişimin ve eğitim çalışmalarının önemli bir parçasıdır. Bu bağlamda yayınların karşıladığı ihtiyaca göre periyodik çıkması ve gündemle bağ kurması önemlidir. Çıkan yayınların dağıtım örgütlenmesi için bütün komiteler gereken örgütlenmelerini tamamlamadırlar. Ayrıca yayınlar okutulmalı ve sistemli eğitim çalışmalarında kullanılmalıdır. Her bir yeni yayın çıktığında her birim daha çok yayın dağıtır durumda olmalıdır. Bir yönüyle yayın partinin ışığıdır.
Kısa ve uzun vadeli planlar yaparak çalışma programı uygulanmalıdır. Plansız ve programsız çalışmadan verim almak mümkün değildir. Sürekli, sistemli eğitim çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalar soyut teorik bir düzlemde değil, günün örgütlenme ihtiyaçlarına uygun bir biçimde pratik ile bağlantılı olarak yapılmalıdır.
Bir devrimcinin; Yapılan her işte şekil değil içeriğin önemli olduğunu;
İşçi sınıfının ve ezilenlerin kendi lehlerine olduğu ve güven duydukları zaman muhtevayı çok çabuk kavrayacaklarını;
Teorik ve pratik çalışmaları birleştiren bir örgütlenme olmaksızın önderliğin mümkün olamayacağını;
Düşmanın kuvvetinin bizim örgütsüzlüğümüze bağlı olduğunu;
18 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
En genel olarak sabrı-öz disiplini-bilimsel çalışmayı birleştiren bir devrimcinin yenilmez olduğunu; bilince çıkartması gereklidir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 19
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
1.2 Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine
Mektup
Sevgili yoldaş,
"St. Petersburg Devrimci Partisinin Örgütlenmesi" için hazırladığınız
taslağın eleştirilmesi isteğinizi memnunlukla yerine getiriyorum.[2*] (Anlaşılan,
bununla, St. Petersburg'daki Rusya Sosyal-Demokrat işçi Partisinin
çalışmalarının örgütlenmesini kastediyorsunuz.) Ortaya koyduğunuz mesele
öylesine önemli ki, St. Petersburg Komitesinin bütün üyeleri ve hatta genel
olarak bütün Rusya Sosyal-Demokratları bu meselenin tartışılmasına
katılmalıdırlar.
Her şeyden önce, "Birlik"in eski (dediğiniz gibi, "birlik tipi")
örgütlenmesinin elverişsizliğine ilişkin açıklamanıza tamamen katıldığımı
belirtmek isterim. Raboçeye Dyelo taraftarlarının "demokratik" ilkeleri öne
sürerken büyük kibirlilik ve inatçılıkla savunuculuğunu yaptıkları seçim
sistemine, ilerici işçiler arasında ciddi bir eğitimin ve devrimci öğretimin
yokluğuna ve işçilerin faal çalışmalardan kopmalarına değiniyorsunuz.
Durum tam olarak şöyle: 1) (sadece işçiler arasında değil, aydınlar
arasında da) ciddi bir eğitimin ve devrimci öğretimin bulunmayışı; 2) seçim
ilkesinin yersiz ve aşırı ölçüde uygulanması; ve 3) işçilerin
faal devrimci çalışmalardan kopmaları. St. Petersburg örgütünün ve
Partimizin daha birçok mahalli örgütünün temel zaafı buradadır.
Mektubunuzdan temel hatalarını anlayabildiğim kadarıyla, örgütsel
görevler hakkındaki temel görüşünüzü tamamen paylaşıyor ve örgütlenme
planınıza katılıyorum.
Özellikle, bütün Rusya çapındaki çalışmayla ve bir bütün olarak Parti
faaliyetiyle ilgili görevlere özel önem verilmesi yolundaki görüşünüze tamamen
katılıyorum. Bu, sizin taslağınızın Birinci Maddesinde şöyle ifade edilmiş:
"İşçiler arasında sürekli muhabirleri bulunan ve örgüt içindeki çalışmalarla sıkı
bağı olan Iskra gazetesi, Partinin yönetici merkezidir (sadece bir komitenin
ya da semtin değil.)" Ben sadece, teorik gerçekleri, taktik ilkeleri, genel
örgütlenme görevlerini ve herhangi bir an için tüm Partinin genel görevlerini
geliştirip ortaya çıkaran gazetenin, partinin ideolojik önderi olabileceğini ve
olması da gerektiğini belirtmekle yetineceğim. Ama ancak, bütün
20 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
komitelerle kişisel bağları sağlayan, Rusya Sosyal-Demokratları arasındaki en
devrimci bütün güçleri kucaklayan ve yayınların dağıtılması, bildirilerin
basılması, güçlerin gereğince dağıtılması ve özel uğraşları üstlenecek kişilerin
ve grupların atanması ve gösterilerin ve bütün Rusya çapında bir
ayaklanmanın hazırlanması vb. gibi Partinin bütün genel
meseleleriyle uğraşan özel bir merkezi grup (diyelim, Merkez Komitesi)
hareketin doğrudan pratik önderi olabilir. Örgütün en kesin gizliliğini ve
hareketin sürekliliğini korumak zorunlu olduğuna göre, Partimizin iki yönetici
merkezi olabilir ve olmalıdır da: bir M.O. (Merkez Organ) ve bir M.K. (Merkez
Komitesi). Bunlardan birincisi, ideolojik önderlikten; ikincisi de, doğrudan ve
pratik önderlikten sorumlu olmalıdır. Bu gruplar arasındaki eylem birliği ve
gerekli dayanışma sadece tek bir Parti programıyla değil, aynı zamanda bu
iki grubun bileşimiyle (her iki grup da. M.O. ve M.K., birbiriyle tam bir
ahenk içinde olan kimselerden meydana gelmelidir) ve düzenli ve sistemli
ortak toplantıların düzenlenmesiyle de sağlanmalıdır. Ancak o zaman, hem
M.O. Rus jandarmasının erişemeyeceği bir yere yerleştirilebilir ve tutarlılığı ve
sürekliliği teminat altına alınabilir; hem de M.K. bütün temel meselelerde M.O.
ile daima birlik içinde bulunabilir ve hareketin bütün pratik yönlerini doğrudan
doğruya yönetebileceği serbestliye sahip olabilir.
Dolayısıyla, Tüzüğün Birinci Maddesi (sizin taslağınıza göre) sadece
hangi Parti organının yönetici organ olarak tanındığını belirtmekle kalmamalı
(bu elbette gereklidir), aynı zamanda bir mahalli örgütün, onlar olmadan
Partinin bir parti olarak varlığını sürdüremeyeceği merkezi
kuruluşları yaratmak, desteklemek ve sağlamlaştırmak için faal bir şekilde
çalışma görevini üstlenmesi gerektiğini de belirtmelidir.
Daha sonra, İkinci Maddede, komitenin "mahalli örgütü yönetmesi"
gerektiğini (belki de "Partinin bütün mahalli çalışmaları ve bütün mahalli
örgütleri" demek daha iyi olurdu; ama ben, ifade ayrıntıları üzerinde
durmayacağım) ve hem işçilerden, hem de aydınlardan meydana gelmesi
gerektiğini, çünkü onları iki komiteye bölmenin zararlı olacağını söylüyorsunuz.
Bu, kesinlikle ve tartışmasız doğrudur. Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin
tek bir komitesi olmalı ve bu komite de, kendilerini bütünüyle Sosyal-Demokrat
faaliyetlere adamış, sağlam inançlı Sosyal-Demokratlardan oluşmalıdır.
Mümkün olduğu kadar çok sayıda işçinin tam bir sınıf bilincine varmasına,
profesyonel devrimci ve komite üyesi haline gelmesine özellikle önem
vermeliyiz.[*] İki değil de tek bir komite oldu muydu, komite, üyelerinin birçok
işçiyi kişisel olarak tanımaları meselesi özel bir önem kazanır. İşçilerin
arasında olup biten her şeye önderlik edebilmek için, bütün semtlere girip
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 21
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
çıkabilmek, çok sayıda işçi tanımak ve her çeşit yola sahip olmak vb. gerekir.
Bu yüzden, komite, işçi sınıfı hareketinin bizzat işçilerin arasından çıkacak belli
başlı bütün önderlerini mümkün olduğu kadar kapsamalıdır. Komite, mahalli
hareketi bütün yönlerden yönetmeli ve Partinin bütün mahalli kuruluşlarının,
güçlerinin ve araçlarının sorumluluğunu üstlenmelidir. Siz komitenin nasıl
kurulması gerektiğinden söz etmemişsiniz; ama bu durumda özel kurallar
koymanın pek o kadar gerekli olmadığı konusunda da anlaşacağımızı
sanıyorum; komitenin nasıl kurulması gerektiği meselesi, Sosyal-Demokratların
yerinde tespit edecekleri bir meseledir. Ama belki de şunu belirtmek gerekiyor:
komiteye yeni üyelerin alınması, komite üyelerinin çoğunluğunun (ya da üçte
ikisinin vb.) kararıyla gerçekleşmeli ve komite, temas listesinin güvenilir
(devrimci açıdan) ve sağlam (siyasi anlamda) ellere verilmesine dikkat
göstermeli ve aday üyeleri önceden hazırlamalıdır. M.O. ve M.K.'mız olduğu
zaman, yeni komiteler ancak bunların işbirliği ve rızasıyla kurulmalıdır. Elden
geldiğince, komitelerde çok fazla sayıda üye bulunmamalı (böyle komiteler iyi
eğitilmiş, her biri devrimci faaliyetin özel bir dalında teknik ustalık kazanmış
kişilerden kurulmuş olur), ama aynı zamanda komiteler, çalışmanın bütün
yönlerinin üstesinden gelebilecek, komitenin tam olarak temsil edilmesini ve
kararları uygulamasını sağlayabilecek yeterli sayıda üyeyi de kapsamalıdırlar.
Üyelerin sayısı oldukça fazla ve sık sık toplanmaları da tehlikeli olursa, o
zaman komite içinden özel ve çok büyük bir yürütme grubu (diyelim, beş ya
da daha az kişiden meydana gelen) seçmek gerekebilir. Ama bu gruba
kesinlikle komitenin sekreteri ve bir bütün olarak çalışmaya pratikte rehberlik
edebilecek olanlar girmelidir. Tutuklamalar olduğu takdirde çalışmanın
kesintiye uğramaması için, bu gruba aday üyeler sağlanması da özellikle
önemlidir. Yürütme grubunun faaliyetleri ve bu gruba üye alma işlemi vb.
komitenin genel toplantısının onayına tabi olmalıdır.
Ayrıca, komiteden sonra, onun altında şu kuruluş!arı öneriyorsunuz:
1) tartışma toplantıları ("en iyi" devrimcilerin konferansları); 2) semt
mahfilleri[3*]; 3) bu semt mahfillerinin her birine bağlı birer propagandacı
mahfili; 4) fabrika mahfilleri; ve 5) belli bir semtteki fabrika mahfillerinin
delege "temsilcilerinin toplantıları". Komitenin altındaki bütün diğer
kuruluşların (üstelik sizin saydıklarınızın yanı sıra, daha birçok ve son derece
çeşitli kuruluşlar da olmalıdır) komiteye tabi olmaları gerektiği ve semt grupları
(çok büyük şehirlerde) ve fabrika grupları (her zaman ve her yerde) bulunması
gerektiği konusunda size tamamen katılıyorum. Ama sanırım, birçok ayrıntıda
sizinle aynı kanıda değilim. Mesela, "tartışma toplantıları"nın tamamen
gereksiz olduğu kanısındayım. "En iyi" devrimcilerin hepsi de komitede olmalı
ya da özel bir çalışmaya katılmalıdır (basım, ulaştırma, ajitasyon gezileri ya da
22 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
sözgelimi, bir pasaport bürosunun, hafiyeler ve ajan provokatörlerle uğraşan
savaş müfrezelerinin ya da ordu içinde grupların vb. örgütlenmesi).
"Konferanslar" komite ve her semtteki ve her fabrikadaki
propaganda, iş kolu (dokumacılar, makina işçileri, deri işçileri vb.), öğrenci,
edebiyat vb. mahfillerinde yapılacaktır. Konferanslar niçin özel bir kuruluşu
gerektirsin?
Devam edelim. Çok haklı olarak, Iskra'ya doğrudan yazı yazma
imkanının "her isteyen"e tanınmasını istiyorsunuz. Ne var ki, "doğrudan" sözü,
gazetenin bürosunun ya da adresinin "her isteyen" tarafından bilinmesi
şeklinde anlaşılmamalı; ancak, dileyen herkesin mektupları yazı kuruluna
vermesi (ya da göndermesi) zorunlu olmalıdır. Elbette adresler oldukça geniş
bir çevre tarafından bilinmelidir, ama her isteyene verilmemeli, sadece
güvenilir ve gizlilik şartlarına uyma yeteneğine sahip oldukları bilinen
devrimcilere verilmelidirler. Belki de, sizin önerdiğiniz gibi, her semtte bir kişiye
de değil, birçok kişiye verilmeleri gerekebilir. Aynı zamanda, çalışmamıza
katılan herkesin, tek tek her bir mahfilin kararlarını, isteklerini, dileklerini
komitenin ve ayrıca M.O. ve M.K.'nin dikkatine sunma hakkına sahip
olması gerekir. Eğer bunu sağlarsak, Parti görevlilerinin bütün
konferansları, "tartışma toplantıları" gibi son derece hantal ve gizlilik
kurallarına aykırı bir şeye gerek kalmadan, eksiksiz
malumattan yararlanacaklardır. Elbette mümkün olduğu kadar çok sayıda ve
çeşitli görevlinin vereceği kişisel konferanslar düzenlemeye de çalışmalıyız;
ama burada her şey gizliliğe uymaya bağlıdır. Rusya'da genel toplantılar ancak
pek seyrek ve istisnai olarak mümkündür ve "en iyi devrimcilerin" bu
toplantılara katılmalarına izin verilirken bir kat daha uyanık olmak gerekir,
çünkü ajan provokatörlerin bu toplantılara sızmaları ve hafiyelerin toplantıya
katılanlardan birini izlemeleri genellikle daha kolaydır. Sanırım şöyle yapmak
daha doğru olur: büyük bir genel toplantı (diyelim, 30 ile 100 kişi arasında)
düzenlemek mümkün olduğunda (mesela, yazın ormanda ya da bu amaç için
ôzel olarak sağlanmış bir apartman katında), komite "en iyi devrimciler"den bir
ya da ikisini göndermeli ve toplantıya uygun kişilerin katılmasını, yani mesela
çağrıların fabrika mahfillerinin mümkün olduğu kadar çok sayıda güvenilir
üyesine ulaştırılmasını vb. sağlama almalıdır. Ama bu toplantılar resmi
kayıtlara geçirilmemeli, Tüzüğe konulmamalı. ve düzenli olarak yapılmalıdır.
İşler, toplantıya katılan herkesin orada bulunan herkesi tanıyabileceği, yani her
bir kimsenin bir mahfilin "temsilcisi" olduğunu bileceği vb. tarzda
düzenlenmemelidir. İşte hem bu yüzden, sadece "tartışma toplantıları"na
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 23
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
değil, aynı zamanda "temsilci toplantıları"na da karşıyım. Bu iki kuruluşun
yerine, şöyle bir kural önereceğim. Komite, harekette pratik olarak yer
alanların mümkün olduğu kadar çok sayıda ve genel olarak da işçilerin
katılacağı büyük toplantılar düzenlenmesini sağlamalıdır. Toplantının yeri,
zamanı, gereği ve toplantıya kimlerin katılacağı, böyle işlerin gizli
düzenlenişinden sorumlu olan komite tarafından tespit edilmelidir. Açık
havada, ormanda vb. düzenlenen daha az resmi nitelikteki işçi toplantılarının
bu kuralla hiçbir şekilde sınırlanamayacağı açıktır. Belki de Tüzükte bu konuyla
ilgili bir şey söylememek daha bile iyi olur.
Daha sonra, semt gruplarının en önemli görevlerinden birinin,
yayınların düzenli olarak dağıtılmasını örgütlemek olduğu konusunda, size
tamamen katılıyorum. Sanırım, semt grupları esas olarak komiteler ile
fabrikalar arasında aracılık ve hatta çoğu zaman kuryelik görevini yerine
getirmelidirler. Semt gruplarının ana görevi, komiteden gizlilik kurallarına
uygun olarak aldıkları yayınları düzgün bir şekilde dağıtmak olmalıdır. Bu son
derece önemli bir görevdir, çünkü eğer biz dağıtım yapan özel bir semt grubu
ile o semtteki bütün fabrikalar ve o semtteki mümkün olduğu kadar çok
sayıda işçi evi arasında düzenli bir bağ kurabilirsek, bu hem gösteriler, hem de
bir ayaklanma açısından büyük değer taşıyacaktır. Yayınların, broşürlerin,
bildirilerin hızlı ve düzenli bir biçimde dağıtılmasını düzenlemek ve örgütlemek
ve bu amaçla bir temsilciler ağı yetiştirmek demek, ilerideki gösterilerin ya da
ayaklanmanın hazırlık çalışmalarının büyük bir kısmının gerçekleştirilmiş
olması demektir. Yayınların dağıtımının örgütlenmesine bir huzursuzluk, grev
ya da karışıklık zamanında başlamak çok geç olur. Bu çalışma ancak, dağıtımın
ayda iki ya da üç defa zorunlu kılınmasıyla, tedricen gerçekleştirilebilir. Eğer
elde gazete yoksa, bildiri dağıtılabilir ve dağıtılmalıdır da; ama dağıtım
cihazının boş kalmasına asla izin verilmemelidir. Bu cihaz öylesine mükemmel
bir duruma getirilmelidir ki, mesela bütün bir St. Petersburg işçi sınıfını bir
olaydan bir gecede haberdar edebilmeli ve harekete geçirebilmelidir. Bu asla
hayalci bir hedef değildir; yeter ki, bildiriler merkezden daha dar aracı
mahfillere, onlardan da dağıtıcılara sistemli bir şekilde aktarılabilsin. Kanımca,
semt gruplarının görevleri, bu aracılık ve aktarma çalışmasının dışına
taşırılmamalıdır; ya da daha kesin koyacak olursak, semt gruplarının görevleri
bu çalışmanın dışına ancak en büyük temkinlilikle taşırılmalıdır; yoksa bu
durum sadece keşfedilme ihtimalini artırır ve çalışmanın bütünlüğüne zarar
verir. Hiç şüphe yok ki, bütün Parti meselelerinin tartışıldığı konferanslar semt
mahfillerinde de yapılacaktır, ama mahalli hareketin bütün genel meselelerine
ilişkin kararlar sadece komite tarafından alınmalıdır. Semt gruplarının
bağımsız hareket etmesine, bildirilerin aktarılması ve dağıtılmasının sadece
24 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
teknik yanını ilgilendiren meselelerde izin verilmelidir. Semt gruplarının bileşimi
komite tarafından tespit edilmelidir, yani komite kendi üyelerinden bir ya da
ikisini (ya da komitede bulunmayan yoldaşları) şu ya da bu semte delege
olarak atar ve onlara bir semt grubu kurmaları talimatını verir; aynı
şekilde, bu semt grubunun bütün üyeleri de komite tarafından seçilir. Semt
grubu, komitenin bir koludur ve bütün yetkilerini komiteden alır.
Şimdi de, propagandacı mahfilleri, meselesine geçiyorum.
Propaganda güçlerimizin azlığı yüzünden, bu mahfilleri tek tek her semtte
örgütlemek hem epeyce zordur, hem de pek arzu edilir bir şey değildir.
Propaganda, komitenin bütünü tarafından aynı anlayış içinde yürütülmesi ve
kesinlikle merkezîleştirilmelidir. Dolayısıyla, bu konuda şöyle düşünüyorum:
komite çeşitli üyelerine, bir propagandacılar grubu örgütlemeleri talimatını
verir (bu propagandacılar grubu, komitenin bir kolu ya da komitenin
kuruluşlarından biri olur). Bu grup, gizliliği korumak için semt
gruplarının yardımlarından yararlanarak, bütün şehirde ve komitenin
"yetki alanı içine giren" bütün yörelerde propaganda yürütmelidir. Bu grup,
gerekirse, alt gruplar kurabilir ve mesela, bazı görevlerini bu alt gruplara
devredebilir. Ama bütün bunlar ancak komitenin rızasıyla yapılabilir. Komite,
her zaman ve kayıtsız şartsız, hareketle şu ya da bu şekilde bağı olan her
gruba, alt gruba ve mahfile kendi delegesini atama hakkına sahip olmalıdır.
Aynı tarzda bir örgütlenme, aynı tipten komite kolları ya da
kuruluşları, harekete hizmet eden çeşitli grupların hepsine uygulanmalıdır.
Örneğin, yüksek ve orta dereceli okullardaki öğrenci gruplarına; devlet
memurları arasındaki taraftar gruplarına; ulaştırma, basın ve pasaport
gruplarına; gizli toplantı yerleri düzenleyen gruplara; hafiyelerin izini sürerek
onları tespit etmekle görevli gruplara; askerler arasındaki gruplara; silah
sağlamakla görevli gruplara; "maddi gelir getiren girişimler"i örgütleyen
gruplara vb. uygulanmalıdır. Gizli bir örgütü yönetmenin bütün
sanatı, mümkün olan her şeyden yararlanmakta, "herkese yapacak bir iş
vermekte" ve aynı zamanda bütün hareketin önderliğini, sırf birtakım
yetkilere dayanarak değil, otoriteye, canlılığa, daha fazla tecrübeye, daha çok
yönlülüğe ve daha fazla yeteneğe sahip olarak elde tutmakta yatar. Bunu,
eğer merkezde olağanüstü yetkilere sahip yeteneksiz bir
kimse bulunursa mutlak merkeziyetçiliğin hareketi kolayca mahvedebileceği
yolundaki malum muhalefet ihtimaline karşı belirtiyorum. Bu hiç şüphesiz
mümkündür, ama bu seçim ilkesiyle ya da ademi merkeziyetçilikle giderilemez;
bunların geniş ölçüde uygulanmasına kesinlikle göz yumulamaz ve bunlar,
otokrasi yönetimi altında yürütülen devrimci çalışmaya son derece zararlıdır.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 25
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Bu, herhangi bir tüzükle de giderilemez; ancak tek tek her bir alt grubun karar
almaları M.O. ve M.K.'ne başvurmaları ve (en kötü durumda) kesinlikle
yeteneksiz yetkilileringörevlerinden alınması yolunu izleyen "yoldaşça
etkileme" tedbirleriyle giderilebilir. Komite, devrimci çalışmanın çeşitli
yönlerinin çeşitli yetenekleri gerektirdiğini ve bir örgütleyici olarak hiç işe
yaramayan bir kimsenin bazan bir ajitatör olarak son derece değerli
olabileceğini ya da kesin gizli çalışmada iyi olmayan birisinin mükemmel bir
propagandacı olabileceğini vb. gözönüne alarak, mümkün en geniş
işbölümünü sağlamak için çaba harcamalıdır.
Bu arada, propagandacılar konusuna değinmişken, bu mesleğin
yeteneksiz kişilere yüklenerek propaganda seviyesinin düşürülmesini birkaç
kelimeyle eleştirmek isterim. Ayırım yapmaksızın bir öğrenciyi ve "bir mahfile
verilmesini" isteyen bir genci propagandacı olarak görmek, bazan aramızda
alışkanlık haline geliyor. Buna karşı çıkılmalıdır, çünkü çok büyük zararlar
vermektedir. İlkelerde sonuna kadar tutarlı ve gerçekten yetenekli çok
az propagandacı vardır (ve böyle bir propagandacı olabilmek için insanın çok
inceleme yapması ve deneyim kazanması gerekir); dolayısıyla, böyle kimseler
uzmanlaştırılmalı, tamamen bu tür çalışmaya verilmeli ve onlara en büyük
ihtimam gösterilmelidir. Bunlar, haftada bir dersler vermeli ve gerektiğinde
başka şehirlere gönderilmelidirler; genellikle, yetenekli propagandacılar çeşitli
kasaba ve şehirleri dolaşmalıdırlar. Ama yeni başlayan gençlere esas olarak
pratik görevler verilmelidir; öğrencilerin mahfilleri yönetmelerine iyimser bir
şekilde "propaganda" adı verilmekte ve buna bakılarak, onlara pratik görevler
verilmesi ihmal edilmektedir. Elbette, ciddi pratik işler köklü bir eğitimi de
gerektirir; ama gene de, bu alanda "yeni başlayanlar"a daha kolay iş
bulunabilir.
Şimdi de. fabrika mahfillerini ele alalım. Bunlar bizim için özellikle
önemlidir: hareketin temel gücü, büyük fabrikalardaki işçilerin
örgütlenmesinde yatmaktadır, çünkü büyük fabrikalar (ve imalathaneler) işçi
sınıfının sadece sayı bakımından hakim kesimini değil, aynı zamanda daha da
önemlisi, etki, gelişme ve savaşma gücü bakımından da hakim kesimini
kapsamaktadır. Her fabrika, bizim kalemiz olmalıdır. Bunun için de, her
"fabrika" işçileri örgütü içte ne kadar gizliyse, dışta o ölçüde "dal budak
salmalı", yani dış ilişkilerinde herhangi bir devrimci örgüt gibi antenlerini elden
geldiğince uzağa ve mümkün olduğu kadar çok yöne uzatmalıdır. Burada da,
bir grup devrimci işçinin kaçınılmaz olarak yönetici ve "hakim" çekirdeği
oluşturması gerektiğini önemle belirtiyorum. "Fabrika" mahfilleri
de dahil olmak üzere, geleneksel tipte saf işçi ya da saf sendikal Sosyal-
26 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Demokrat örgütlenmeyi tamamen terketmeliyiz. Fabrika grubu ya da fabrika
(imalathane) komitesi (çok sayıda kişiden oluşan öteki gruplardan
ayırdedilebilmesi için), fabrikadaki bütün Sosyal-Demokrat çalışmayı yürütmek
yetkilerini ve talimatlarını doğrudan doğruya komiteden alan çok az
sayıda devrimciden meydana gelmelidir. Fabrika komitesinin her üyesi.
kendini komitenin bir temsilcisi olarak görmeli, komitenin bütün emirlerini
yerine getirmeli ve "savaş alanındaki ordu"nun bütün "kanun ve adetleri"ne
uymalıdır; katılmış olduğu bir ordudan, savaş zamanında, resmi izin olmadan
ayrılamaz. Dolayısıyla fabrika komitesinin bileşimi, çok büyük önem taşıyan bir
meseledir ve komitenin başlıca görevlerinden biri de, bu alt komitelerin düzgün
bir şekilde örgütlenmesini sağlamaktır. Ben bunu şöyle tasarlıyorum; Komite
bazı üyelerine (ayrıca, sözgelimi, şu ya da bu nedenden dolayı komiteye
alınmamış, ama tecrübeleri, insan tanımaları, zekaları ve kurdukları bağlarla
çok yararlı olabilecek bazı işçilere) her yerde fabrika alt komiteleri
ôrgütlemeleri talimatını verir. Bu grup, semt temsilcilerine danışır, birkaç
toplantı düzenler, fabrika alt komitelerinin aday üyelerini etraflı bir denetimden
geçirir, sıkı bir sorgulamaya tabi tutar, gerekirse sözkonusu fabrikadaki alt
komitenin mümkün olduğu kadar çok sayıda aday üyesini denemeye ve
incelemeye çalışarak sınavdan geçirir ve en sonunda, her fabrika mahfilinin
üye listesini komitenin onayına sunar ya da uygun bulduğu bir işçiye, tam bir
alt komiteyi kurması, aday göstermesi ya da seçmesi için yetki verilmesini
önerir. Böylelikle komite aynı zamanda, kendisiyle teması, bu temsilcilerden
hangisinin sağlayacağını ve temasın nasıl sağlanacağını da tayin edebilir (genel
bir kural olarak, bu temas semt temsilcileri aracılığıyla sağlanır, ama bu kurala
eklemeler yapılabilir ya da geliştirilebilir). Bu fabrika alt komitelerinin önemi
göz önüne alınırsa, her alt komitenin M.O. ile doğrudan haberleşebileceği bir
adrese ve temas listesini güven altına alabileceği gizli bir yere sahip
olmasına mümkün olduğu kadar dikkat göstermeliyiz (yani tutuklama
olduğunda alt komitenin hemen yeniden kurulabilmesi için gerekli bilgiler, Rus
jandarmasının erişemeyeceği bir yerde gizlenilmek üzere, elden geldiğince
düzenli ve eksiksiz bir şekilde Parti merkezine aktarılmalıdır). Hiç şüphesiz,
adreslerin aktarılması komitenin istediği biçimde ve elindeki olgulara
dayanılarak yapılmalı ve bu adresleri var olmayan bir "demokratik" hakka
dayanarak paylaştırma yolu tutulmamalıdır. Son olarak da, birkaç üyeden
meydana gelen bir fabrika alt komitesinin yerine, komiteden bir temsilciyi (ve
onun yedeğini) görevlendirmekle yetinmenin bazan gerekli, hatta daha
uygun olabileceğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Fabrika alt komitesi
kurulur kurulmaz, ayrı ayrı görevleri olan ve gizlilik dereceleri ve örgütsel
biçimleri farklı bir dizi fabrika grubu ve mahfilini örgütlemeye girişecektir;
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 27
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
mesela, yayınların ulaştırılmasını ve dağıtımını sağlayan mahfiller (bu, bize
kendimizin olan gerçek bir posta servisi sağlayacak tarzda, sadece yayınların
dağıtımı için değil, aynı zamanda yayınları evlere kadar ulaştıracak tarzda ve
bütün işçilerin adreslerini ve onlara ulaşma yollarını kesin olarak öğrenebilecek
tarzda örgütlenmesi gereken en önemli görevlerden biridir); illegal yayınları
okuma mahfilleri; hafiyelerin izini sürüp tespit etme grupları[**]; özel olarak
sendika hareketine ve ekonomik mücadeleye rehberlik edecek mahfiller; uzun
konuşmaları (makinalar, müfettişler. vb. üzerine) tamamen legal bir
biçimde nasıl başlatıp sürdüreceklerini bilen, herkesin içinde serbestçe
konuşabilen, insan tanıyabilen ve şartları görebilen ajitatör ve propagandacı
mahfilleri vb.[***] Fabrika alt komitesi, her türden mahfiller (ya da temsilciler)
ağı sayesinde, bütün fabrikayı, mümkün olduğu kadar çok sayıda işçiyi
kucaklamaya çalışmalıdır. Alt komitenin faaliyetlerinin başarısı, bu türden
mahfillerin çokluğuyla. propagandacıları gezdirme yeteneğiyle ve hepsinin
üstünde de, yayınların dağıtımındaki ve bilgilerin ve mektupların
toplanmasındaki düzenli çalışmanın doğruluğuyla ölçülmelidir.
Özetleyecek olursak, genel örgütlenme tarzı kanımca şöyle olmalıdır:
tüm mahalli hareketin, bütün mahalli Sosyal-Demokrat faaliyetlerin başında bir
komite bulunmalıdır. Bu komiteden, ona tabi olan ve birinci olarak, bütün bir
işçi sınıfı kitlesini (mümkün olduğu kadar) kucaklayan ve semt grupları ve
fabrika (imalathane) alt komiteleri biçiminde örgütlenmişyürütme
temsilcileri ağı gibi kuruluşlar ve kollar çıkmalıdır. Bu ağ, barış zamanında
yayın, gazete, broşür ve komitenin gizli yazışmalarının dağıtımıyla uğraşacak;
savaş zamanında da gösterileri ve buna benzer kolektif faaliyetleri
düzenleyecektir. İkinci olarak, komite, tüm harekete (propaganda, ulaştırma,
her çeşit yeraltı faaliyeti vb.) hizmet eden mahfil ve gruplar halinde dal budak
salacaktır. Bütün gruplar, mahfiller ve alt komiteler vb. komite kuruluşlarının
ya da komite kollarının statüsüne sahip olmalıdır. Bunlardan bazıları Rusya
Sosyal-Demokrat İşçi Partisine katılmak isteğinde olduklarını açıkça
belirtecekler ve komite tarafından onaylandığı takdirde Partiye katılacaklar,
belli görevler üstlenecekler (komitenin talimatı ya da rızasıyla), Parti
organlarının emirlerine uymayı kabul edecekler, bütün Parti üyeleriyle aynı
haklara sahip olacaklar ve komite üyeliği için doğrudan aday sayılacaklardır
vb.. Bazıları da Rusya Sosyal-Demokrat işçi Partisine katılmayacaklar ve ya
Parti üyelerince kurulmuş mahfiller statüsünde kalacak yahut da şu ya da bu
Parti grubuyla birleşeceklerdir vb.
Hiç şüphe yok ki, bütün iç meselelerde bütün bu mahfillerin üyeleri,
tıpkı bir komitenin bütün üyeleri gibi, eşit durumda olacaklardır. Tek istisna,
28 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
mahalli komiteyle (aynı zamanda M.O. ve M.K. ile de) kişisel temas hakkının
sadece komitenin bu amaçla tespit ettiği kişiye (ya da kişilere) ait olmasıdır.
Bu kişi, bütün diğer bakımlardan, mahalli komiteye, M.K.'ne M.O.'na (şahsen
olmamak şartıyla) önerge sunma hakkına sahip olan diğer üyelerle eşit
durumda olacaktır. Dolayısıyla, sözkonusu istisna, asla eşitlik ilkesinin bir ihlali
değil, sadece kesin gizlilik gereklerinden doğan zorunlu bir imtiyaz olacaktır.
"Kendi" grubuyla ilgili bir haberi M.K.'ne ya da M.O.'na ulaştırmayı
başaramayan bir komite üyesi, doğrudan doğruya bir Parti görevini yerine
getirmemekten sorumlu tutulacaktır. Ayrıca, çeşitli mahfillerin gizlilik derecesi
ve örgütlenme biçimi, görevlerinin mahiyetine bağlı olacaktır. Bu yüzden,
örgütler en geniş bir çeşitlilik içinde olacaktır ("en katı", en dar, en sınırlı
örgütlenme tarzından "en serbest", en geniş, en gevşek ve açık örgütlenme
tarzına kadar). Mesela, dağıtım gruplarında en kesin gizlilik ve askeri disiplin
sağlanmalıdır. Propagandacı gruplarında da gizlilik korunmakta, bu gruplardaki
askeri disiplin çok daha az olacaktır. Legal yayınların okunması ya da sendikal
ihtiyaç ve talepler üzerine tartışmaların örgütlenmesi için kurulmuş işçi
gruplarında daha da az gizlilik gerekecektir vb.. Dağıtım grupları Rusya Sosyal-
Demokrat İşçi Partisine bağlı olmalı ve onun belli sayıda üyesini ve görevlisini
tanımalıdırlar. Çalışma şartlarını inceleyen ve sendikal talepleri tespit eden
grupların ille de Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisine bağlı olması gerekmez.
Bir ya da iki Parti üyesiyle birlikte eğitim çalışması yapan öğrenci, subay ve
memur grupları bazı durumlarda bu üyelerin Partili olduğunun farkında bile
olmamalıdır vb. Ama bir hususta, bütün bu yan gruplardan azami
örgütlenme derecesini mutlaka talep etmeliyiz. Şöyle ki: böyle bir gruba
dahil olan her Parti üyesi bu gruptaki çalışmanın yönetiminden resmen
sorumludur ve bu grupların her birinin bileşiminin, çalışmasının tüm işleyişinin
ve bu çalışmaların muhtevasının M.K. ya da M.O. tarafından mümkün
olduğu kadar tam olarak bilinmesiiçin her türlü tedbiri almakla
yükümlüdür. Bu, merkezin bütün hareketi eksiksiz bir şekilde görebilmesi,
çeşitli Parti görevlerine mümkün en geniş bir çevre içinden seçim
yapılabilmesi, bütün Rusya'daki benzer nitelikte olan bütün grupların (merkez
aracılığıyla) birbirlerinin tecrübelerini öğrenebilmeleri ve ajan provokatörlerin
ya da şüpheli kişilerin belirmesi halinde uyarıda bulunulabilmesi için gereklidir.
Tek kelimeyle, her durumda mutlaka ve hayati derecede gereklidir.
Bu nasıl yapılmalıdır? Komiteye düzenli raporlar sunarak, M.O.'na
mümkün olduğu kadar çok sayıda raporu mümkün en geniş muhtevayla
ileterek, M.K. ve mahalli komite üyelerinin çeşitli mahfilleri ziyaret etmelerini
sağlayarak ve nihayet, bu mahfillerle olan temas listesini, yani her mahfilin
çeşitli üyelerinin adlarını ve adreslerini güven altına alınmak üzere (M.O. ve
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 29
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
M.K.'nin Parti bürosuna) teslim etmeyi zorunlu kılarak. Ancak raporlar
sunulduğu ve temaslar iletildiği zaman, belli bir mahfile mensup Parti üyesinin
görevini yaptığı söylenebilir. Ancak o zaman, bir bütün olarak Parti, pratik
çalışma yürüten her mahfilden haberdar olabilir. Ancak o zaman,
tutuklamalar ve toparlamalar bizim için bir terör olmaktan çıkabilir; çünkü
çeşitli mahfillerle temaslar korunduğu takdirde, M.K.'mizin bir delegesinin
tutuklanan birinin yerine derhal yedekler bulunması ve çalışmanın sürekliliğini
sağlaması her zaman kolay olur. O zaman bir komitenin tutuklanması bütün
cihazı ortadan kaldıramaz, sadece, yedekleri her zaman hazır bekleyen
yöneticileri götürür. Sakın, gizliliği korumak gerektiği için raporların ve
temasların iletilmesi imkansızdır, denmesin. Bir kere istendikten sonra ve
komitelerimiz, bir M.K.'miz ve bir M.O.'ımız olduğu sürece, raporları ve
temasları teslim etmek (ya da göndermek) her zaman mümkündür ve her
zaman da mümkün olacaktır.
Bu, bizi, bütün Parti örgütünün ve bütün Parti faaliyetinin son
derece önemli bir ilkesine vardırıyor: bir yandan, hareketin ideolojik ve
pratik yönetimi ve proletaryanın devrimci mücadelesi açısından mümkün en
fazla merkeziyetçilik gerekliyken; öte yandan, Parti merkezinin (ve
dolayısıyla bir bütün olarak Partinin) hareketten sürekli haberdar edilmesi ve
Partiye karşısorumluluk açısından, mümkün en fazla ademi
merkeziyetçilik gereklidir. Hareketin yönetimi, büyük pratik tecrübe sahibi,
mümkün olduğu kadar mütecanis, mümkün en az sayıda profesyonel devrimci
gruplarına teslim edilmelidir. Proletarya (ve diğer halk sınıfları), en farklı
kesimlerinin en çeşitli ve en gayrı mütecanis gruplarına kadar ve mümkün en
çok sayıda, harekete katılmalıdır. Parti merkezinin elinde her zaman, sadece
bu grupların her birinin faaliyetine ilişkin kesin bilgi değil, aynı zamanda
bunların bileşimine ilişkin mümkün olduğu kadar eksiksiz bilgi de
bulunmalıdır. Hareketin yönetimini merkezileştirmeliyiz. Aynı zamanda
(istihbarat olmadan merkeziyetçilik mümkün olamayacağına göre, sırf bu
nedenden dolayı) Partinin tek tek üyeleri, Partinin çalışmalarına tek tek
katılanlar ve Partiye dahil olan ya da bağlı bulunan her mahfil
açısından, Partiye olan sorumluluğu mümkün olduğu kadar ademi
merkezileştirmeliyiz. Bu ademi merkeziyetçilik, devrimci merkeziyetçiliğin
zorunlu bir ön şartı ve zorunlu bir düzelticisidir. Ancak merkeziyetçilik
sonuna kadar uygulandığı ve bir M.K.'miz ve bir M.O.'mız olduğu zaman, ne
kadar küçük olursa olsun her grubun onlarla haberleşebilmesi -ve sadece
haberleşebilmesi degil, yillarin tecrübesiyle kurulmuş bir sistemin sonucu
olarak düzenli bir şekilde haberleşebilmesi- mümkün olacaktır. Bir mahalli
komitenin tesadüfi talihsiz bileşiminden doğabilecek vahim sonuçlar ancak o
30 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
zaman giderilebilecektir. Artık Parti içinde gerçek bir birliğe ve gerçek bir
yönetim merkezinin kurulmasına yaklaştığımıza göre, şunu akıldan
çıkarmamalıyız: eğer aynı zamanda, hem merkeze karşı sorumluluk açısından,
hem de merkezin, Parti makinasının bütün dişli ve çarklarından haberdar
edilmesi açısından azami ademi merkeziyetçilik uygulamazsak, bu
merkez iktidarsız kalacaktır. Bu ademi merkeziyetçilik, genellikle
hareketimizin en acil pratik ihtiyaçlarından biri sayılan işbölümünün öteki
yüzünden başka bir şey değildir. Eğer Parti merkezi, eski tipte mahalli
komiteler tarafından doğrudan pratik çalışmadan koparılmaya devam
ederse, ne belli bir örgütün yönetici organ olarak resmen tanınması, ne de
resmi bir M.K.'nin kurulması, hareketimizin gerçekten birleşmesini ve sağlam
bir militan Partinin yaratılmasını sağlayamayacaktır. Bu eski tipte mahalli
komiteler, kendini belli tipte bir devrimci çalışmaya hasretmeyen, özel bir
görev konusunda sorumluluk üstlenmeyen, bir işi yüklendikten sonra onu
derinlemesine inceleyip hazırlayarak sonuna kadar götürmeyen, keskin
lafazanlıkla muazzam bir vakit ve güç heba eden, her biri her çeşit işle uğraşan
bir insan salatasından meydana gelirler. Öte yandan, büyük bir öğrenci ve işçi
mahfillere yığını vardır ve bunların yarısı komitenin tamamen meçhulüdür;
yarısı da komitenin kendisi gibi hantal, komitenin kendisi gibi uzmanlıktan
yoksun, komitenin kendisi gibi profesyonel devrimcilerin tecrübelerinden ders
çıkarmakta ve başkalarının tecrübelerinden yararlanmakta gönülsüz ve
komitenin kendisi gibi "her şey hakkında" bitmez tükenmez konferanslara,
seçimlere ve tüzük taslaklarına batmış durumdadırlar. Merkezin düzgün
çalışabilmesi için, mahalli komiteler kendilerini yeniden örgütlemelidirler;
uzmanlaşmalı, daha çok "iş yapan" örgütler haline gelmeli ve şu ya da bu
pratik alanda gerçek "mükemmeliyet"e erişmelidirler. Merkezin (şimdiye kadar
olduğu gibi) öğüt vermek, ikna etmek ve tartışmakla kalmaması, orkestrayı
gerçekten yönetebilmesi için, kimin hangi kemanı nerede ve nasıl çaldığını; her
çalgının çalınması için talimatın nerede ve nasıl alındığını ya da alınmakta
olduğunu; (müzik kulak tırmalamaya başladığında) kimin nerede ve niçin falso
yaptığını; ve falsonun giderilebilmesi için kimin nereye ve nasıl aktarılması
gerektiğini kesin olarak bilmesi gerekir. Açıkça söylemek gerekir ki, bugün için,
bir komitenin gerçek iççalışması hakkında bildirileri ve genel yazışmaları
dışında ya hiçbir şey bilmiyoruz, ya da arkadaşlarımızın ve yakın dostlarımızın
anlattığı kadarını biliyoruz. Ama Rusya işçi sınıfı hareketine önderlik edebilen
ve otokrasiye karşı genel bir saldırıya hazırlanan dev bir Partinin kendisini bu
kadarıyla sınırlayacağını düşünmek gülünç olur. Komite üyelerinin sayısı
azaltılmalıdır. Bu üyelerden her birine hesap vermekle yükümlü tutulacağı
kesin, özel ve önemli bir görev verilmelidir. Özel, çok küçük bir yönetici merkez
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 31
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
kurulmalıdır. Komiteyle her büyük fabrika arasında bağlantıyı kuran, yayınların
düzenli dağıtımını yürüten ve merkeze, bu dağıtımın ve çalışmaların tüm
işleyişinin tam bir portresini sunan bir yürütme temsilcileri ağı geliştirilmelidir.
Ve son olarak, çeşitli gruplar ve mahfiller kurulmalı ve bunlar çeşitli görevleri
üstlenmeli ya da Sosyal-Demokratlara yakın olan, onlara yardım eden ve
Sosyal-Demokrat olmaya hazırlanan kişileri birleştirmelidirler. Ancak bunlar
yapıldığı takdirde, komite ve merkez, bu mahfillerin faaliyetinden (ve
bileşiminden) sürekli haberdar olabilir. St. Petersburg komitesinin ve bütün
diğer Parti komitelerinin yeniden örgütlenirken izleyecekleri çizgiler bunlardır
ve tüzük meselesinin o kadar önemsiz olmasının nedeni de budur.
Önerimizin amacını daha berrak bir şekilde ortaya koyabilmek için,
işe Tüzük taslağının tahliliyle başlamıştım. Ve sanırım, buraya kadar
anlattıklarımdan, Tüzük olmadan da; onun yerine, her mahfil ve çalışmaların
her yönü hakkında düzenli raporlar verilmesini koyarak da işleri yürütmenin
mümkün olabileceği, okurun gözünde açıklık kazanmıştır. Tüzüğe ne
konulabilir? Komite, herkesin çalışmasına rehberlik eder (bu zaten yeterince
açık). Komite, bir yürütme grubu seçer (bu her zaman gerekli değildir; gerekli
olduğu zaman da bir Tüzük meselesi değil, merkezi, bu grubun bileşiminden
ve aday üyelerinden haberdar etme meselesidir). Komite, çeşitli çalışma
alanlarını üyeleri arasında dağıtır ve her üyeyi, komiteye düzenli rapor
sunmakla ve M.O. ve M.K.'ni çalışmaların gelişiminden haberdar etmekle
yükümlü tutar (burada da, Tüzüğe, güçlerimizin azlığı nedeniyle sık
sık uygulanamayacak bir hüküm koymaktansa, bütün görevlendirmelerden
merkezi haberdar etmek daha önemlidir). Komite, üyelerinin kimler olduğunu
kesinlikle tespit etmelidir. Yeni üyeler komiteye, kendi üyelerinin davetiyle
katılır. Komite, semt grupları, fabrika alt komiteleri ve belli grupları tayin eder
(eğer bunları sıralamaya kalkarsak sonu gelmez ve bunları Tüzükte yaklaşık
olarak sıralamanın hiçbir gereği de yoktur; merkezi bunların
örgütlenmelerinden haberdar etmek yeterlidir). Semt grupları ve alt komiteler
şu mahfilleri örgütlerler... Bugün için Tüzüğe böyle bir madde koymak son
derece yararsız olur. Çünkü bu türden çeşitli grupların ve alt grupların
faaliyetleri konusunda genel bir Parti tecrübesine sahip değiliz (birçok yerde
bundan tamamen yoksunuz). Bana kalırsa, böyle bir tecrübe edinmek için
gerekli olan, Tüzük değil, Parti istihbaratının örgütlenmesidir. Şu sıralar,
mahalli örgütlerimizden her biri, en azından birkaç akşamını Tüzük
tartışmasıyla geçiriyor. Bunun yerine, her üye, bu zamanı, tüm
Partiye sunmak üzere, kendi çalışması hakkında ayrıntılı ve iyi hazırlanmış bir
rapor düzenlemeye ayırsa, çalışmalar yüz kat daha ilerler.
32 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Tüzüğün yararsız olmasının nedeni, sadece devrimci çalışmanın
daima kesin bir örgütlenme biçimine uymaması değildir. Hayır, kesin bir
örgütlenme biçimi gereklidir ve biz bütün çalışmalarımıza mümkün olduğu
kadar böyle bir biçim vermeye çalışmalıyız. Buna, genellikle sanıldığından
çok daha büyük ölçüde izin verilebilir ve bu, Tüzük sayesinde değil, sadece ve
sadece (bunu durmadan tekrarlamalıyız) Parti merkezine kesin malumat
iletmekle sağlanabilir. Ancak o zaman, gerçek bir sorumluluğa ve (parti içi)
aleniyete dayanan gerçek bir örgütlenme biçimimiz olacaktır.
Aramızdaki ciddi çatışmaların ve fikir ayrılıklarının "Tüzüğe uygun" oylama
yoluyla değil de, mücadeleyle ve "istifa" tehditleriyle halledildiğini hangimiz
bilmiyoruz? Parti hayatının son üç dört yılı boyunca,
komitelerimizin çoğunun geçmişi böyle iç çekişmelerle doludur. Ne yazık ki,
bu çekişmeler kesin bir biçim almamıştır. Eğer almış olsaydı, Parti için çok
daha öğretici olur ve bizden sonrakilerin tecrübelerine çok daha fazla katkıda
bulunmuş olurdu. Ne var ki, böylesine yararlı ve zorunlu bir kesin örgütlenme
biçimini hiçbir Tüzük yaratamaz; bu ancak ve ancak Parti içi
aleniyetle yaratılabilir. Otokrasi yönetimi altında, Parti merkezini Parti
olaylarından düzenli olarak haberdar etmekten başka bir Parti içi aleniyet
vasıtamız ya da silahımız olamaz.
Ve ancak biz Parti içi aleniyeti geniş çapta uygulamasını öğrendikten
sonra, çeşitli örgütlerin işleyişi konusunda gerçekten tecrübe sahibi olabilir;
ancak yılların böylesine kapsamlı tecrübesine dayanmak, sadece kağıt
üzerinde kalmayacak bir tüzük hazırlayabiliriz.
1902 Eylülünde yazıldı.
İlk defa 1902 yılında
hektograf baskıyla yayınlandı.
Bütün Eserler, Cilt 6.
1904'te RSDİP Merkez Komitesince
basılan broşürün metnine uygun olarak yayınlanmıştır.
Lenin'in Dipnotları [*] Komiteye, işçi kitleleriyle en çok bağı olan ve işçi kitleleri arasında en fazla
"sayılan" devrimci işçileri almaya çalışmalıyız.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 33
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
[**] İşçilere şunu anlatmalıyız: hafiyelerin, ajan provokatörlerin ve hainlerin
öldürülmesi bazan elbette kaçınılmaz olabilir. Ama bunu sistemleştirmek, hiç
istenilmeyen ve hatalı bir şeydir. Hafiyeleri izleyip açığa
çıkararak zararsız kılacak bir örgüt kurmaya çalışmalıyız. Hafiyelerin hepsiyle
uğraşmak imkansızdır, ama onları açığa çıkaracak ve işçi sınıfı
kitlelerini eğitecek bir örgüt kurmak hem mümkün, hem de gereklidir.
***] Aynı zamanda, gösterilerde ve hapisten adam kaçırma eylemlerinde vb.
görevlendirilmek üzere, askeri eğitim görmüş ve özellikle güçlü ve atılgan
işçilerin alındığı savaş gruplarına da ihtiyacımız var.
Açıklayıcı Notlar [1*] Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup, St. Petersburg'lu
Sosyal-Demokrat A. A. Şneyerson'un (Yeryoma) o şehirdeki sosyal-demokrat
çalışmaların örgütlenme tarzını eleştiren mektubuna verilen yanıttır.
Lenin ve yakın arkadaşlarının 1895 Aralığında tutuklanmalarından
sonra, "ekonomistler" İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği'ni yavaş
yavaş denetimleri altına aldılar. Devrimcilerin bir yer altı ve merkezi örgütünün
kurulması için mücadele dene devrimci Marksistlerin tam tersine,
"ekonomistler", siyasi mücadelenin önemini inkar ediyor ve seçim ilkesine
dayalı ve başlıca hedefi, işçilerin ekonomik çıkarlarını dolaysızca savunmak ve
karşılıklı yardım bankaları kurmak olan geniş bir işçi sınıfı örgütünün kurulması
düşüncesini ortaya atıyorlardı. "Ekonomistler" Mücadele Birliği'ni uzun süre
denetimlerinde tutarak onun örgütsel yapısına da kendi damgalarını vurdular;
Birliğin işçi sınıfı üyeleri (sözümona işçi örgütü) suni olarak aydın üyelerden
ayrıldı. Birliğin gevşek örgütlenişi, işçilerin otokrasiye ve burjuvaziye karşı kitle
çapında devrimci mücadelesine önderlik etmeye değil, daha çok sendikal
biçimde bir mücadeleye uygundu. St. Petersburg örgütünde Iskra'cılarla
"ekonomistler" arasında gelişen mücadele, RSDİP'nin St. Petersburg
Komitesinin 1902 yazında Iskra'nın safına geçmesiyle doruğuna ulaştı.
Iskra'nın 15 Aralık 1902 tarihli 30. sayısında şöyle deniyordu:
"Haziran ayında St. Petersburg dolaylarında yapılan ve işçi örgütünün beş
semtini de temsil eden işçilerin (işçi örgütünün en yüksek kuruluşunu
meydana getiriyordu) katıldığı bir toplantıda ortaya iki mesele çıktı. Bu
meseleler şunlardı: 1) Rusya Sosyal-Demokrasisindeki iki akım: bugüne kadar
St. Petersburg'da görülen eski "ekonomist" akım ve Iskra ve Zarya tarafından
temsil edilen devrimci akım; 2) Örgütlenme ilkeleri (sözümona "demokratizm"
34 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
ya da bir "devrimciler örgütü"). Her iki meselede de bütün işçiler oybirliğiyle
"ekonomizmi" ve "demokratizm"e karşı çıktılar ve Iskra akımının safında yer
aldılar."
St. Petersburg Mücadele Birliğini Iskra'nın örgütlenme ilkelerinin
ruhuna uygun olarak yeniden inşa etmek için, Iskra örgütünün, işçi örgütünün
ve St. Petersburg komitesinin temsilcilerinden oluşan bir komite kuruldu. Ama
Tokarev'in başını çektiği "ekonomistler", St. Petersburg Komitesinin Iskra'nın
tutumunu destekleme kararına katılmadıklarını bildirdiler; sözümona İşçi
Örgütleri Komitesini kurdular ve Iskra'cılara karşı mücadeleye giriştiler.
Iskra'cılar işçilerin desteği sayesinde mevzilerini korudular ve St. Petersburg
örgütü içindeki durumlarını sağlamlaştırdılar.
Lenin'in Parti örgütlenmesi için planını geliştirdiği ve somut olarak
biçimlendirdiği Bir Yoldaşa Mektup, St. Petersburg'a, "ekonomistler"e karşı
mücadele en yüksek noktasına ulaştığı bir sırada vardı. Mektubun hektografla
kopyası çıkarıldı, elle çoğaltıldı ve St. Petersburg'lu Sosyal-Demokratlar
arasında dağıtıldı. 1903 Haziranında Sibirya Sosyal- Demokrat Birliği tarafından
RSDİP'nin Örgütlerindeki Eski Devrimci Çalışma Üzerine (Bir Yoldaşa Mektup)
illegal olarak yayınlandı. Bu mektup RSDİP Merkez Komitesi tarafından ayrı bir
broşür olarak da yayınlandı ve broşürü baskıya bizzat hazırlayan Lenin ona bir
önsöz, bir de ek yazdı. Mektup, Sosyal-Demokrat örgütlerde geniş çapta
dağıtıldı. 1902-05 yıllarını kapsayan polis arşivleri, Moskova, Riga ve Don
Rostov'u, Nahcevan, Nikolayev, Krasnoyarsk, Irkutsk ve diğer yerlerde yapılan
polis baskınlarında bu mektubun ele geçtiğini ortaya koyuyor.
SBKP Merkez Komitesinin Marksizm-Leninizm Enstitüsü'nün
arşivlerinde; Mektup'un sadece ilk sayfasının el yazması bulunmaktadır. Bu
sayfada Lenin'in elyazısıyla şu not vardır: "Genel olarak St. Petersburg
Komitesine ve özel olarak da Yeryoma yoldaşa (Lenin'den)."
[2*] Buradaki "taslak", St. Petersburg şehrindeki devrimci çalışmayla ilgili tüzük
taslağıdır, yoksa RSDİP'nin genel tüzüğü değil. Metnin bazı yerlerinde "taslak"
yerine "tüzük" kullanılıyor . (Ç.N.)
[3*] Mahfil (circle): Partili ve Partisiz devrimcilerden meydana gelen geniş grup.
Mahfil, Parti hücresi değildir. (Ç.N.)
[4*] Parti içi aleniyet, herkesin herşeyi bilmesi anlamında değil, parti
faaliyetlerinin merkez tarafından bilinmesi anlamındadır.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 35
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
1.3. Önderlik ve Hiyerarşiyi Yeniden
Düşünmek
Rıdvan Turan
Siyasi örgütler, içine doğdukları toplumlara az çok benzerler. O
toplumların kültürel siyasal yapıları bir düzeyde örgütleri belirler. Ortadoğu
toplumlarındaki şefçi anlayışlar ve kişi kültü esasen o toplumların keskin aşiret-
cemaat ilişkilerinin bir yansıması olarak görülmelidir.
Saddam Hüseyin, Hafız Esad vb. iktidarları hatırlansın, ne demek
istediğim daha iyi anlaşılabilir.
Sosyalist örgütler de bu durumdan bağımsız değildir. Sosyalist
yapılar da, önderlikleri de, içinde oldukları toplumun “mahalle baskısı”na
maruz kalırlar. Sosyalistler, toplumdaki hiyerarşik ilişki biçimlerini, örgütlerinde
mücadele edilmesi gereken bir sorun olarak görerek tasfiye etmeye çalışırlar.
Daha doğrusu olması gereken budur. Olanla olması gereken arasındaki bu
çetin çatışma sürer gider.
Milliyetçi önderlikler, toplumda var olan hiyerarşiyi ve otoriter
ilişkileri, kendi önderliklerinde kristalize ederek, konsantre ederek, çoğaltarak
kullanırlar ve bu hiyerarşi üzerinde kendi iktidarlarını kurarlar.
Aslında ne yazık ki sosyalist örgütlerin pek çoğu pratikte hiyerarşinin
en katıksız halini üretirler.
Örgüt içi demokrasi sözde çok önemsense de, pratikte sosyalist
önderliklerin hiyerarşiyle ne denli mücadele ettiği bir tartışma konusudur.
Devletin hiyerarşisine karşı mücadele bayrağı açanlar, bu bayrak altında
hiyerarşinin en sertini ve amansızını kurmaktan geri durmazlar. Bu hiyerarşi
yukarıdakilerin hep yukarda kalmasını sağlar. Bir türlü aşağıdan birilerinin o
mertebeye gelmesi mümkün olmaz. Ne yazık ki bizim tarihimiz açısından da bu
çoğunlukla böyle olagelmiştir.
Önderlikler kendi durumlarını çeşitli biçimlerde stabilize eder.
Hiyerarşiyi çeşitli dayanaklar üzerine kurar.
36 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Hiyerarşinin temel dayanaklarından birisi tarihsel bilgi ve tecrübeye
hakim olmaktır. Bu durum alt kadrolarda bir rıza durumu yaratır. En çok bilen,
en eskiye dayanan, en uzun cezaevi yatanlar bu durumu kullanarak
aşağıdakilerle kendi aralarında aşılması güç bariyerler kurarlar. „Kullanarak‟
sözüne bir açıklama getireyim. Bu kullanma hali ancak kriz dönemlerinde ve
aşağıdan bir hareket gelişmeye başladığında açıkça telaffuz edilir. Çoğunlukla
örgütün günlük söylemi açıkça bir kullanma haline gerek duyulmaksızın bu
hiyerarşik dayanağın yeniden üretimini layıkıyla yerine getirir. En
yeteneklilerin, en zekilerin yönetici olduğu duygusu -şeklen bir demokrasi söz
konusu olsa da- demokrasinin önündeki en ciddi engeldir.
Bir diğer dayanak “sınır çitlerinin” sağlam tutulmasıdır. Yani diğer
siyasal yapılarla arada var olan ilişkinin rekabetçi bir zeminde tutulmasıdır. Bu
rekabetçilik sekterizm olmadan olmaz. Bu nedenle sekterizm önderlikler
tarafından, bir diğerinden farklı olmak, ondan daha iyi, daha ilerde olmak,
kendi örgütünün sınır çitlerini sağlama almak adına sistemli olarak üretilir. Bu
yolda illüzyonlar yaratılır, hatta yalanlar söylenir. Kortej sayıları arttırılarak, en
iyi konuşmayı yaptık diyerek, herkesten çok bize önem veriliyor diyerek bu
illüzyon devam eder gider. Önderliğin bu tutumu aşağıda güçlü bir sekterizm
yaratır. Bu durum politik tecrübesi daha az, görece yeni kadrolar ve
sempatizanlarda, örgütün ideolojik politik hattına bir Müslümanın Kuran‟a
inanması gibi inanan, önderliği bir kült olarak gören ve her şeyin üzerinde
tutan ve diğer yapılara da düşman gibi bakan bir ruhsal şekillenme yaratır.
Bu yaklaşımlar örgüt içinde ciddi rekabet ilişkilerinin doğmasına yol
açar. Gruplaşmalar, hizipleşmeler örgütün politik eylem birliğini tehdit edecek
noktaya varır. Yoldaşça güven ve dayanışma zayıflar. Diğer taraftan dışa karşı
hasmane ve rekabetçi bir tutumun gelişmesi anti-birlikçi bir rotanın oluşumunu
sağlar.
SDP yeni bir süreç başlattı. Örgütsel ve politik yeniden yapılanma
çerçevesinde süregiden çalışmalarımızın önemli bir alanı da rekabete karşı
dayanışmayı arttırmaya dayalı. Bu çerçevede her şeyi yeniden düşünmek,
yeniden anlamlandırmak gerekli.
Örneğin önderlik kavramını geleneksel bağlamından koparmak lazım.
Önderliği geminin kaptanı, uçağın pilotu gibi görmek büyük hatadır. Siyasal
irademizi elden geldiği ölçüde partimizin tüm kademelerinin iradesiyle
belirlememiz gerekli. Önderlik kavramını statik, her şeyi bilen ve her türlü
yetenekle donanmış bir elit olarak görmemeliyiz. Partimizin egemenlerle
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 37
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
mücadeledeki en ileri noktası ne ise taktik önderliğimiz orasıdır. Bir gün
faşistlerle kapışan Dev-Genç‟liler partimizin önderliği iken bir diğer gün
dershane işgali yapan Dev-Lis‟lilerin partimizin önderliği olduğunu
unutmayalım. Bu vesileyle önderlik kavramını merkeze hapsedip
daraltmayalım, örgütümüzün tamamına yayalım ve genişletelim. Faşistlerle
kapışan Dev-Genç‟liden de dershane işgali yapan liselilerden de partimizin bir
şeyler öğreneceğini unutmayalım.
Partimizde kişi kültlerinin oluşmasına el birliğiyle izin vermeyelim.
Partimizde eleştirilemez, hikmetinden sual olunmaz kimsenin olmadığını
bilelim. Hele partide yaşadığımız ayrışmanın en önemli sebebinin kişi kültü ve
onun yarattığı hegemonya mücadelesi olduğunu aklımızdan çıkarmayalım
Partimizin merkez yöneticileriyle diğer üyelerimizin arasında hiçbir
kategorik farkın, aşılmaz engelin olmadığını, parti dışındaki dostlarımızla ve
kardeş yapılarla da partimiz arasında sınır çitlerinin olmadığını bilelim. Parti
içinde dayanışmacı olalım. Rekabetten uzak duralım. Parti dışında ise bu
yaklaşımların doğal sonucu olarak birlikçi olalım, bizim gibi sosyalistlerle yan
yana gelmek için çaba sarfedelim.
Çıktığımız yolda menzile erişmenin önkoşulu bu yaklaşımlarda
gizlidir. Siyasette başarının anahtarı mütevazı, olgun, dayanışmacı ve
mücadeleci olmaktır. Rekabeti, rekabetin tüm biçimlerini, sekterizmi,
dogmatizmi, “iyi şeyler benden kötüler başkalarından sorulur” tutumunu,
mücadelemize özeleştirel bakamama arazını, kendimizi dev aynasında görme
hatasını dışımızda tutalım.
Başarının, ancak hak edenlerce kazanılabileceğini unutmayalım.
38 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 39
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
2. Yoldaşlık Üzerine
2.1 Bu Partide Rekabetçi Siyasal İlişkiler
Yasaklanmıştır!
Rıdvan Turan
Rekabet kelimesi, denetlenmesi, gözetilmesi, ekarte edilmesi
gereken ötekini içeren bir sözcüktür. Arapçadan Türkçeye geçmiş olan bu
kelime sözlükte kendi halinde duran gariban bir kelime değildir. İçinde
çatışmaları savaşları içeren ve insanlığın başına büyük dertler açmış bir
sözcüktür.
Rekabet sözcüğü, belki de kapitalist alemi en iyi tarif eden
sözcüktür.
Rekabet iki rakibin arasındaki yarışmadır.
Bu yarışmanın bazı kurallara bağlı olması öngörülse de, kurallar
sağlam bir rekabetin önündeki en beter engeller olarak görülür.
Aynı sektördeki şirketler birbirleriyle çok fena bir rekabetin
içindedirler. Kendi kârlarını artırmak, sektörde diğerini geçmek için her türlü
madrabazlığı yaparlar. Kapitalizmin gizli özünde rekabet yatar.
Şirketler arası rekabetin, ürünün kaliteli olmasına ve düşük fiyatla
pazara sürülmesine neden olan bir etken olduğu iddia edilir. Aslında bu durum
bir görüngüden ibarettir. Kapitalist rekabet, her ne kadar iki ya da daha fazla
şirket arasında sürse de olağan gidişatı bir şirketin diğerlerini kendi bünyesine
katması ile ya da diğerlerini bitirmesiyle süregiden tekelleşmedir.
Tekelleşmenin anlamı ise iktisatta da siyasette de “her şey benden sorulur”
noktasıdır. Yani sonuç geniş halk kitlelerinin çıkarına değildir.
Ne yazık ki yaşamlarımızın gizli özünde de rekabet yatmaktadır.
Rekabet duygusu yaşamımızın hemen tüm kararlarının alınmasında ve
uygulanmasında önemli bir güdüleyici faktör haline dönüşmüştür.
Yaşı kemale ermiş bir Türkiye vatandaşı sayısını kendisinin dahi
bilmediği kadar çok yarışa girmiştir. Yani milyonlarca rakibe karşı mücadele
40 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
vermiştir. İlk mektepten başlayan ve arkadaşından daha yüksek not almak için
sürdürülen kıyasıya rekabet, tüm okul hayatı boyunca devam eder, üniversite
sınavında ise tavan yapar. Her bireyin kendi okulundaki yerel rekabet
denemeleri, üniversite sınavıyla beraber ulusal ölçekte bir rekabete dönüşür.
Bir sınıftaki 30-40 rakibin yerine bir anda milyonlarcası gündeme gelir.
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem, hınca hınç dolu bir otobüs durağa
yaklaştığında bekleyenler içinde bir an evvel otobüse binmek için bir kaynaşma
başlar. Fiziken daha güçlü ya da daha hareketli olanlar kapının önünde sağlam
bir barikat kurarak önce beklemekte olanların önemli bir kısmını ekarte
ederler, kapı açıldığında da birbirlerini omuzlayarak otobüse binerler. İşin
tuhafı, otobüse her binen için dışarıda bekleyen anlamını yitirmiştir. Kapıdan
içeri atılan adımla beraber, “otobüs bekleyen yolcu” sıfatından hızla
“otobüsteki yolcu” sıfatına dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu o denli sağlam bir
dönüşümdür ki kendisi de birkaç saniye önce dışarıdaki olduğu halde, o anda
dışarıdakilerle hiçbir duygusal ortaklığa sahip değildir. Daha çok insanın
binmesi için yerinden kımıldamaz, hatta kalabalıktan şikayetlenerek bir an
önce otobüsün hareket etmesini ister. Gemisini yürüten ne de olsa kaptandır.
Daha çok para kazanmak, daha iyi koşullarda yaşamak, daha alımlı,
daha akıllı bir sevgili bulmak ve buna benzer daha pek çok şey, içine
doğduğumuz sistem tarafından hep rekabet dehlizinden geçilerek ulaşılabilir
kılınmıştır. O dehlizlerle işim yok diyen bunların hiçbirine ulaşamaz. Başarının
tek yolu rakipleri alt edebilmekten geçer. Yükselmenin koşulu ise başkalarının
sırtına basmaktır.
Kapitalistler rekabeti insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak
görürler. Eşitliği savunmanın anlamsızlığına vurgu yaparken, toplumumuzun
eşit olmayanların bileşimi olduğunu ve bu eşit olmayanlar arasında da
rekabetin olağan bir durum olduğunu söylerler.
Bu tespitler yetmez, antropolojik kanıtlar da ararlar. Rekabetin, ilkel
insanın besin kaynaklarına ulaşımını sağlayan, yaradılıştan gelen bir faktör
olduğunu iddia ederler. Güçlü olanın hayatta kalmasına, güçsüzün yok
olmasına ilişkin doğadan örnekler verirler.
Bunların tümü palavradır, insan bugünlere rekabet ederek değil,
birbiriyle dayanışarak gelmiştir. Tarih öncesi bir klanın en temel mayası birlik
ve dayanışma ruhudur. Bu ruhla kendilerinden defalarca güçlü hayvanları alt
edebilmiş, bentler kurarak su rejimlerini düzenleyebilmiş, daha çok ürün elde
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 41
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
edebilmişlerdir. İlkel insan diğerini, rakibi değil kardeşi olarak görmüştür. Bu
durum istisna falan değildir. İnsanlık tarihinin yüzde 99‟undan fazlası bu
ilişkilerle yaşamıştır. Kalan yüzde birinden azı ise özel mülkiyet, sınıflı toplum
ve rekabet üçgeninde bocalamaktadır.
Tarihin görmüş olduğu en kanlı imparatorluk olan Roma
İmparatorluğu kendilerinden sayıca az, daha cılız ve barbar kabilelerce
yıkılmıştır. Çünkü Romalılar, uzlaşmaz sınıfsal çelişkilerin yarattığı rekabetçi
siyasal toplumsal yaşamları nedeniyle içi kof bir çınarı andırırken, barbar
kabileler birbirlerine son derece dayanışmacı ilişkilerle bağlı sağlam komünal
yapılardır. Güçlü gibi görünenin rekabet nedeniyle zayıf, zayıf gibi görünenin
dayanışmacılığı nedeniyle güçlü olduğu bir kez daha bu pratikle
ispatlanmaktadır.
Kapitalist rekabetin doğurduğu küresel ve bölgesel savaşların
insanlığa ne gibi bir katkısından bahsedilebilir?
Kapitalistlerin neden böyle söyledikleri, dayanışmayı aşağılayıp
rekabeti neden göklere çıkardıkları anlaşılabilir. Rekabetin olduğu yerde onlar
için sömürü vardır.
Peki sosyalistler neden rekabetçilik yaparlar? Neden biri diğerinin
başarısını çekemez? Neden kendini ötekini karalamak üzerine kurar?
Sosyalistler sistemin rekabet üzerine kurulu olduğunu, aslolanın ise
dayanışma olduğunu bilmektedirler elbette. Ancak kendi içlerinde en yaman
rekabeti sürdürmekten bir türlü geri kalmazlar.
Rekabet yan yana gelmeyi ve yoldaşlaşmayı engeller. Ötekinden
daha başarılı olmak için devrimci bir çaba olarak ortaya çıksa da, kısa zaman
içinde bu “sosyalist yarışma” özelliğini yitirir ve diğerinin başarısız olması için
çabaya ve kıskançlığa dönüşür. Egemenlere yönelmesi gereken güçler giderek
içe döner, birbirini nötralize eder. Ardı arkası gelmez tartışmalar ve
gerekçelerle taraftar kazanılır ve ardından bölünmeler ve parçalanmalar gelir.
Bu nedenle sosyalistlerin bu kadar çok parçalı olması yalnızca
ideolojik politik farklılıklarla açıklanamaz. Kimse kabul etmez ama yapılan bal
gibi su katılmamış bir rekabettir.
42 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
“Solcu solcunun kurdudur” sözünün adeta sol içi ilişkileri tarif eden
bir atasözüne dönüşmüş olması ilginç değil midir?
Sosyalistler, aynı devlete karşı mücadele eden düşman kardeşler
durumundadırlar. Aynı devlete karşı mücadele etmek avantaj, kendi
aralarındaki düşmanlık ise bir dezavantajdır.
Geniş emekçi yığınları nezdinde durum, bir yanda devasa bir devlet
mekanizması, onun karşısında ise bir avuç ve sürekli kendi içlerinde bölünen
sürekli bir kızgınlık ve reaksiyoner ruh hali içinde olan, birbirini düşman gören
solcular biçimindedir. Böyle bir tablonun emekçi yığınlara güven vermesi
olanaklı mıdır? Sol bir bütün olarak dayanışma duygularıyla beraber iktidar
perspektifini de kaybetmiştir.
Ne yazık ki tam tersi olması gerekirken solda dayanışma istisnai,
rekabet olağan hale dönüşmüştür.
Üniversite yaşamından hatırlıyorum, üniversitede bir öğrenci
kantininde faşistlerin baskınına hazırlıksız yakalanmıştık. 8-9 siyasi gençlik
örgütüne mensup toplam 15 kişi, 200 kadar faşistle karşı karşıya gelmiştik.
Faşistler büyük olasılıkla silahlıydılar. Bizim birkaç boş kola şişesinden başka
silahımız yoktu. Çatışma başladığında reisi indirecektik önce, sonra ne olacaksa
olacaktı. Azdan az çoktan çok gidecekti. Uzun süren laf dalaşı sonrası,
birbirimizle sağlam dayanışmacı tutumumuzdan ve rahatlığımızdan tedirgin
olan faşistler olasılıkla bizde de silah olduğundan endişe ettiler ve çatışmayı
göze alamadan çıkıp gittiler. Üniversitede tüm solcuların sayısının 20-30‟a
düştüğü ve faşist, jandarma, özel güvenlik saldırılarını yoğun yaşadığımız
günlerde, sayımızın binlerle ölçüldüğü günlerden çok daha sağlam dayanışma
ilişkilerimiz vardı. Belki binlerle ölçüldüğümüz günlerde bu dayanışmacı
ilişkilerimiz olsaydı sayımız 20-30‟a düşmeyecekti.
Cezaevlerinde de bu durum üç aşağı beş yukarı böyle yaşandı.
Jandarmanın sopası altında kol kola direniş gösterenler, dışarıda birbirlerinin
en büyük rakipleri haline dönüştüler.
Biz bu rekabetçi ilişkilerden çok çektik. Rekabetin hem üreticisi hem
de mağduru olduk.
ÖDP rekabetçi ilişkilerin doruk noktası oldu. Birçok açıdan sorunlu
olan ÖDP pratiği, en sert savaşımın verildiği gladyatör arenalarına
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 43
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
dönüşmüştü. O arenada biz de çok savaş verdik. O zamanlarda gençlik
çalışmalarında diğer gençlik yapılarıyla rekabet üzerine kurulmuş tuhaf bir
ilişkiye sahiptik. Partinin sahip olduğu binlerce gencin gençliğe ilişkin tek
faaliyeti birbiriyle didişmekti. Teorik politik tartışmalar dahi bir yenme-yenilme
ikileminde ele alınıyordu. O günleri yaşayanlar futbol maçı kıvamındaki gençlik
konferanslarını hatırlayacaklardır. Bu tarzın ne ÖDP‟ye ne de sınıf
mücadelesine faydası oldu. Arenanın tozu dumanı dağıldığında geride kalanlar
gladyatörlerin cesetleri ve bu büyük aptallığa alkış tutan devletin güçleriydi.
Kurtuluş‟un ÖDP‟deki bölünmesi de su katılmamış bir rekabetçiliğin
ürünüydü. Bu rekabetçilik önseçim sonucuna bir grup arkadaşın itiraz etmesi
ve kendilerini bir başka örgüt olarak ilan etmeleriyle sonuçlandı.
SDP kurulduğundan bu yana ve EHP, Odak ayrılıkları ve son olarak
da SP ayrılığında da sorunun ortaya çıkmasında ve boyutlanmasında rekabetçi
ilişkilerin çok esastan rolü oldu. Tüm bu süreçlerde kazanan olmadı. Herkes
kaybetti.
Bu satırların yazarı kendileri dışında soyut bir rekabetten
bahsetmiyor, kendisinin de oluşumunda ve gelişiminde bizzat rol aldığı somut
bir rekabetten bahsediyor.
Mücadelemizde dayanışma her zaman kazandırdı, rekabet ise her
zaman kaybettirdi.
Eğer özünde rekabetçi ilişkilerin olduğu bu kadar çok bölünme ve
parçalanma yaşamamış olsa idik her halde şu anki siyasal güç ve etkimiz bir
başka olurdu.
Kurtuluş hareketi birlikçi bir harekettir, Kurtuluşçular birliğin önemini
iyi bilirler, Kurtuluşçuların bilemedikleri birliğin nasıl devam ettirilebileceğidir.
Hem bu kadar birlikçi olmak hem de su katılmamış bir rekabet duygusuna
sahip olmak, bin bir emekle kurduğumuz birliklerin kağıttan kuleler gibi birbiri
ardına yıkılmasını sağlamıştır.
Sosyalist harekette ve genelde de kamuoyunda birliğe olan
inançsızlığın geri planında rekabetçiliğin ortadan kaldırılamayacağına olan
sarsılmaz inanç yatmaktadır.
44 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Artık bu sarsılmaz inançla birlikte birleşme ve ayrışma kısır
döngüsünü bir yerinden kırmamız gerekiyor. Öncelikle SDP içinde her türlü
rekabetçi ilişki biçimlerine karşı şiddetli ve uzlaşmaz bir savaş başlatılmalı.
Rekabet ve dayanışma ikilisi her düzeyde bir eğitim meselesi haline
dönüştürülmeli. Rekabetçi dil ve söyleme karşı uyanık olunmalı. Gençlerimiz
SDP üyesi ya da değil tüm mücadele eden sol sosyalist güçleri kendi yoldaşı
olarak görmeli. Bir başka sol grubun attığı ileri bir adımı kendi başarısı olarak
görmeli.
Kendi içimizdeki rekabetin yerine dayanışma ikame edilmeli ve en
sert rekabet egemenlerle sürdürülmeli.
Birkaç yıllık pratiğimiz rekabet ve dayanışmanın nelere kadir
olduğunu gösterdi. Rekabetçi ilişkilerin en sert ve amansız yaşandığı süreçte
parti dışa dönük hiçbir şey yapamadı. İçe bloke olan güçler devletle mücadele
alanından çekildiler. Ne zaman ki dayanışmacı yeni bir ilişki biçimi tarif
edilmeye ve hayata geçirilmeye başlandı parti tekrar dışa döndü, kendinden
bahsettirmeye başladı. Kendi içimizdeki rekabet, “devletle rekabetimizi”
engelledi, devletle rekabet etmeyen bir yapı ise kendi içinde rekabet
üretmekte zorluk çekmedi.
Yaşadığımız bu tarihsel kesit bizim açımızdan bilince çıkarılması
gereken son derece öğretici deneylerle doludur.
Sonuç olarak bu sorun bir yazıyla çözümlenemeyecek denli derin
toplumsal ve siyasal köklere sahiptir. Rekabetçi siyasal ilişki ve tarzlarla
mücadelemizi başlatmalıyız ama bu toplum toptan değişmedikçe tam
manasıyla sonuç alamayabileceğimizi göz önünde tutmalıyız. Olsun, topal
karınca misali yola koyulmak da önemlidir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 45
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
2.2 Rekabet Meselesini Ele Almaya Devam
Edelim
Rıdvan Turan
Daha önce rekabetçilik üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazının
üyelerimiz tarafından çokça okunduğunu ve tartışma konusu olduğunu
öğrendim.
Bu durum beni hoşnut etti.
Zaten o yazıyı, rekabetçiliğin bir anda değil, bir süreç sonunda
yenilgiye uğratılabileceğini, zira rekabetçiliğin kapitalist sistem tarafından
sürekli üretildiğini söyleyerek bitirmiştim. Dilerseniz oradan devam edelim.
O yazıda daha çok rekabetçiliğin kapitalist toplumda ortaya çıkış
biçimlerine değinmeye çalışmıştım. Bu yazıda ise kolektif içi ve kolektifler arası
rekabetten bahsedelim.
Sol içi rekabet kargadan başka kuş tanımamaktan kaynaklanıyor.
Yani her yapı kendi söz ve eylemini, tuttuğu yolu mutlak doğru
olarak görüyor. En devrimcinin kendisi olduğundan kuşku duymuyor.
İnsanların kendi tuttukları yolun doğruluğuna inanmasında tuhaf
karşılanacak bir şey yok elbette. Hatta yolun doğruluğuna inanç olmadan yol
almak mümkün değildir.
Ama kendi yoluna olan inancın anlamı karşıdakinin yolunun toptan
reddi ise durum elbette başka. Kendini mutlak doğru olarak görmenin siyasal
karşılığı bir diğer kolektifi mutlak yanlış olarak görmek oluyor.
Böyle olunca da bilim birilerinin tekeline geçmiş, bilimsel şüphecilik
denen şey de ortadan kalkmış oluyor. Doğrular benden, yanlışlar
başkalarından sorulur anlayışı ortaya çıkıyor ve bu tavır siyaseti tam boy
bölüyor.
Bu felsefi durumun politik karşılığı kendini işçi sınıfının önder örgütü
olarak görmek, kendinden olmayanı da son tahlilde burjuvaziye hizmet eden
olarak görmek biçiminde tezahür ediyor. Bu politik karşılık her zaman sol içi
46 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
çatışmalara ve bölünmelere uygun bir zemin oluşturuyor. Mutlak doğruyu
temsil ettiğini düşünen kişi ya da yapı Lenin olmaya soyunurken, muarızlar
Martov oluyor. Bu topraklarda ne Lenin‟ler bitiyor ne Martov‟ların sonu geliyor.
Oysa Lenin‟in de hataları var. Zaten bizi Leninist yapan şey Lenin‟in
kusursuz olması falan değil. Meseleye kusursuzluk üzerinden bakınca insan
bulmak zordur. Her insanın kusuru, her politik önderin hataları vardır.
Ancak pek çok sosyalist Lenin‟e, Müslümanların Muhammed
peygambere bakışları gibi bakma eğilimindedir. Bu bakışın Marksist bir bakış
olduğunu iddia etmeye olanak yoktur.
Üretilen sekterizm giderek öyle boyutlu hale geliyor ki yapılar politik
eylem ve etkinliklerini bir diğeri üzerinde egemenlik kurma aracı olarak
kullanıyor. Ya da üretilmiş olan sekterizm atmosferi böyle olmasa da böyleymiş
gibi algılanmasına neden oluyor.
Oysa politik eylemimizin hedefi solda birilerine mesaj vermek değil,
egemen sınıflardır, onların devletidir. Son tahlilde o devleti ele geçirmek, o
sınıfları mülksüzleştirmektir amacımız. Bu amacın yanında sekterizmle malul
olmuş eylemciliğin hiçbir şey olmadığı açıkça görülebiliyor.
Bir eyleme diğer yapıdan üç beş kişi fazla katılmak neredeyse o
siyasal yapının siyasal öngörüsünün doğruluğuna işaret sayılabiliyor. Ne berbat
bir dar deneycilik!
Oysa devrimciler çıtayı yüksek tutmalı, kitle meselesi sosyalistler
arasında bir ölçüt olmaktan çok devletle devrimciler arasındaki mücadelede bir
ölçüt olmalı. Kitleselleşmek demek sistemin hegemonyası altındaki insanları
kazanmak ve bu vasıtayla politik bir güç haline gelmek demektir. Hedefi,
sistemdir, bir başka grup değildir.
Sorun sol içinde dağılmış olan kitlenin dağılış kompozisyonu değil,
(hangi örgüte kaç kişi düştüğü, hangi yapıdan diğerine kaç kişinin geçtiği
değil) bir bütün olarak ülkede yaşayan halkların siyasal dağılış
kompozisyonudur (tüm ülkede sola eğilim gösteren insanların sayısını
arttırmaktır). Sosyalistleri bir diğer gruptan on-onbeş kişi fazla olmak mutlu
etmemelidir, sistem karşısında ciddi bir alternatif haline dönüşmek ve adres
olmak mutlu etmelidir. Emekçi halkın büyük kesimlerinin cami ile kışla arasında
bölünmüş olduğu bir ülkede on kişi çok olsan ne olur az olsan ne olur? Böyle
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 47
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
bir durumda ben işçi sınıfının önderiyim demenin anlamı ne olabilir? Bunu işçi
sınıfı söylemedikten sonra bu tespitin bir anlamı olabilir mi?
Yapılar içindeki rekabetçilik de diğerinden daha az tehlikeli değil.
Türkiye‟de onlarca sol siyasi yapı var. Kabul etmek gerekir ki bunların bazıları
birbirinden çok farklı. İdeolojik politik tutumları arasında dağlar var. Örneğin
ulusalcılarla bizim aramızda kapanmaz mesafeler var. Peki ayrı yapılar olarak
kurulmuş olan diyelim 10 tane siyasi yapının ayrı olmalarını gerektirecek
ideolojik alt yapı var mı? Yani örneğin bu ülkede 30 farklı sosyalizm yorumu
mu var? Hayır. Peki neden bu kadar çok yapı var?
Demek ki bu yapıların farklı farklı oluşlarının başka subjektif
nedenleri var. Bu nedenlerin başında rekabetçilik ve iktidarcılık geliyor. Başka
yapıların son analizde burjuvaziye hizmet ettiğini düşünenler elbette kendi
yapıları içinde de böyle unsurları bulmakta oldukça yeteneklidirler. Yapılar
periyodik olarak arınır, arındıkça daralır ve daraldıkça başka yapılar peydah
olur. Son analizde parça bölük onlarca yapının geniş kesimlere güven
verebilmesi olanaklı değildir.
Bu durum kaçınılmaz yazgı değildir. Yapılar içinde dayanışmacılık
güçlendirilirse bölünmeye karşı mukavemet artar. Ancak içten çözülmüş olan,
kendi içinde dayanışmanın değil rekabetin öne çıkarıldığı yapılar, en küçük
sorunlarla darmadağın oluverir.
Rekabetçiliğin ve iktidarcılığın en önemli kaynağı kapitalist
toplumdur ve rekabetçiliğe karşı dayanışma mücadelesi son analizde
kapitalizme (ideolojisine) karşı politik bir mücadeledir. Bu mücadeleyi
kaybeden sosyalizm mücadelesini de önünde sonunda kaybedecektir.
Rekabetçiliğin ve iktidarcılığın sol içindeki en önemli kaynağı tersyüz
edilmiş bir sosyalizm anlayışıdır. Tersyüz edilmiş sosyalizm anlayışının en
önemli kaynağı ise yine tersyüz edilmiş bir tarih algısıdır. Önderleri hatasız,
yaşanan devrimci süreçleri kusursuz olarak görme eğilimi, örneğin Lenin‟in ya
da diğer önderlerin rakiplerini kepaze eden, uzlaşmaz kişiler olduğuna ilişkin
mitolojik ön kabuller, kişi kültü, monolitik tarih ve sosyalizm anlayışı hem hatalı
hem de Marksizme ait olmayan bir tarih anlayışıdır
Peki ne yapmalı?
48 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Mutlak doğruyu ben, mutlak yanlışı başkaları temsil ediyor
anlayışından uzak durulmalı. Kendi doğrularımız bilimsel şüphecilikle ele
alınırken, diğer yapıların doğrularından ya da başarılarından yararlanmayı
bilmeli. Mütevazı ve anlamaya-öğrenmeye 24 saat açık olmalı.
Marksizmin tarih anlayışını iyi kavrayıp sosyalizm mücadelelerine bu
pencereden bakabilmeli.
Süreğen politik faaliyet ve politik faaliyet içinde dayanışma esas
alınmalı.
Her şeyden önce de politik olgunluğu elden bırakmadan kendi
içimizde uzlaşmacı, sisteme karşı uzlaşmaz olmalı.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 49
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
50 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
3. Yeniden Üretim Üzerine:
Postfordizm
“Sonsuz olarak değişen, sonsuz olarak hareket eden ve maddenin onlara göre hareket edip değiştiği yasalardan başka hiçbir şey öncesiz ve sonsuz değildir.” Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, 1882.
“Centilmenler, kriz sizi endişelendiriyor. Endişelenmemelisiniz. Kapitalizm için kriz iyi bir soğuk duştur” diyen Schumpeter‟in uzun vadeli görüş açısı, Keynes‟inkinin tam tersiydi. Dizginlenemez denli alaycılığıyla, önce “kısa dönemde” kapitalizmin yeni formuyla gerçekten uzun, yükselen bir eğri çizeceğini, “bu işlerde yüzyılın kısa bir dönem olduğunu” ekleyerek iddia etmişti. Ama sonrasında alt üst edici nihai hüküm geldi: “Kapitalizm ayakta kalabilir mi? Hayır. Kalabileceğini düşünmüyorum.” Robert L. Heilborner.
3.1 Giriş
1970‟li yıllarda yaşanan fordizmden post-fordizme geçiş, sosyal bilimler yazınında hakim görüşe göre kapitalizmin bir fazından diğer bir fazına geçiş olarak algılanmaktadır. Söz konusu geçiş önceki fazın krizi sonucu kapitalizmin kendisini yeniden üretme girişimidir. Akademinin kahinleri bu bağlamı açıklarken “yapısal kriz”, “transformasyon”, “geçiş (İng. transition)” terimlerini ön plana çıkarırken, diğer taraftan yeni süreci izah ederken de “post-fordizm”, “post-endüstrileşme”, “post-modernizm”, “beşinci Kontratiev”, “post-kolektif” gibi yakıştırmaları kullanmaktadır.
Bilindiği gibi kapitalizmin yandaş ve karşıt kuramcılarının üzerinde anlaştığı ender noktalardan birisi kapitalizmin anarşik ve kaotik yapısıdır. Bu yapı dolayısı ile birikim ve bölüşüm süreçlerinde yaşanan değişimler çeşitli dönemlerde krizlere gebelik etmektedir. Her kriz sonrasında da kapitalizm, üretim ve tüketim kalıplarını yenileyerek kendisini yeniden üretmek durumda kalmaktadır. Taylorist-fordist üretim, tüketim ve örgüt yapısının post-fordist üretim, tüketim ve örgüt yapısına evrilmesi de söz konusu dönüşümlerden bir tanesidir.
Bu noktada post-fordizm, post-modernizm, neo-kapitalizm, neo-liberalizm, endüstri ötesi toplum gibi 70‟li yıllarda başlayan ve günümüzde de
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 51
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
devam eden değişim ve dönüşümleri ifade etmek için kullanılan kavramların birbirleri ile ilgili olduklarını ve benzer anlam alanlarını tasvir ettiklerini göz ardı etmemek gerekmektedir.
Post-fordizmi inceleyen bu çalışma, öncelikle birinci bölümde post-fordizmi tanıtmakta, bununla beraber “fordizm” ve “post-fordizm” süreçlerini özgün unsurları ışığında karşılaştırmaktadır. Bu bölümde ayrıca bu kavramların anlam alanlarınının yanı sıra fordizmin krizinin başlıca nedenleri ile bu krizden çıkmak için kapitalizmin kendi önüne koyduğu amaçlar üzerinde durulmaktadır.
İkinci bölüm fordizmden post-fordizme geçişi açıklayan ve ekonomik büyümenin uzun dönemli olmasının sağlanabilmesi için gerekli temel prensipleri ortaya koyan üç temel teoriyi (yaklaşımı) tanıtmaktadır. Bunlardan birincisi düzenleme yaklaşımı (İng. The regulation approach ), ikincisi esnek uzmanlaşma yaklaşımı (İng. the flexible specialization approach) ve üçüncüsü ise neo-Schumpeter‟ci yaklaşım (İng. neo-Schumpeterian approach)‟dır.
Üçüncü bölümde ise post-fordist sürecin üretim yapısında, emek araçlarında, emek gücü ve örgüt yapısında getirdiği temel değişimler ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
3.2 “Post-Fordizm Olgusu” ve “Fordizm ile Post-Fordizm’in Karşılaştırması”
Bilindiği gibi, fordist ekonomik yapının merkezi öğesi, “8 saatlik iş günü, 5 dolar ücret, akan şerit” ilkelerinden yola çıkarak daha sonra kitle tüketimi (refah devleti anlayışı) ile eklemlenmiş bir kitle üretimidir. Bu yapı içinde, aynı ürünün farklı bölümleri, bir parçanın üretimi için tayin edilmiş özelleşmiş makinelerin kullanımıyla üretilir. İşler büyük ölçüde vasıfsız ya da yarı vasıflıdır ve karmaşık kontrol hiyerarşileri içerisinde düzenlenmiştir. İnceltilmiş Taylorist örgütlenme ilkeleri altında işleyen Fordist üretimin en aşırı biçimlerinde, bir çok ayrıntılı iş yaratılmış ve böylece son derece parçalanmış bir iş bölümü sağlanmıştır. Post-fordist dönemde ise farklı bir yönelim gözlenmektedir. Bu çerçevede fordizmin temel çehresi, iş hayatında özelleşme ve parçalanma, tüketimde ise tek biçimlilik iken; post-fordizmin özünü, kitle piyasalarının parçalanmasını izleyen geniş iş sınıflamaları ve emek esnekliği oluşturmaktadır. Üretim açısından post-fordizm, hem imalat hem de hizmet sektörlerinde farklı ürün dizinlerini üretebilecek esnek sistemler geliştirme doğrultusundaki bir eğilimi temsil etmektedir. Bu değişmeler, doğal olarak yansımasını emek esnekliği talebinde bulmuştur.
52 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Henry Ford‟un bilimsel yönetim ilkeleri ile birleştirerek tasarladığı üretim sistemi ile gündeme gelen fordizme karşılık, kimi yazarlarca post-fordizmin ilk çıkış noktasının da yine otomotif sektörü olduğu ve post-fordizmin anılan sektör odağında uygulanarak geliştirilen esnek üretim ve yönetim teknikleri ile ortaya çıktığı ileri sürülebilmektedir. Bu bağlamda Taichi Ohno‟nun 1980‟lerde geliştirdiği “Toyota Üretim Sistemi”nin post-fordist üretim paradigmasında önemli yere sahip bir model olduğu söylenebilmektedir.
Japon üretim paradigmasının temel özellikleri; üretim teknolojisi ile iş organizasyonunu son derece esnek hale getirmesi, firmanın sahip olduğu beşeri ve maddi kaynakların maksimum düzeyde kullanımına olanak sağlaması, kitle üretimi yapan sektörlerde iş ile çalışma şartlarını insanileştirilmesi, karşılıklı işbirliği ve güven esasına dayalı yeni çalışma ilişkilerinin oluşturulması, daha basık örgütsel yapılar, takım çalışması, sürekli iyileştirme, israfın önlenmesi ve kaynakların etkin kullanımı ve Tam Zamanında Üretim (TZÜ) esaslı malzeme tedariki, olarak özetlenebilmektedir. Japon üretim sistemleri ve yönetim tekniklerinin Japonya dışında uygulanması farklı düzeylerde cereyan etmektedir. Sayıları hızla artan Avrupa ve Amerikan şirketleri Japon üretim tekniklerini yapılarına uyarlamıştır ve uyarlamaktadır. İşçilerin Japonlar‟ın sosyal davranışlarını benimsemeleri konusunda girişimler mevcuttur. Ayrıca Avrupa ve Amerika‟da Japon şirketlerinin yatırım yapması Japon yönetim tekniklerinin doğrudan deneyimi için olanak sağlamaktadır. Günümüzde, üretim mühendisliği açısından ise Japon üretim metotları “yeni global en iyi teknik” olarak görülmektedir.
Diğer taraftan post-fordizm, fordizm gibi kapitalist karakterli bir üretim ve tüketim düzenidir. Post-fordizm, post-modernizmin ekonomik alandaki açıklanışı olarak da düşünülebilir. (Post-modernite, fordist üretim düzeninden post-fordist üretim düzenine geçişin ürünü olarak yorumlanmaktadır).
Post-fordizm, fordizmin 1970‟li yıllarda yaşadığı krizin sonucunda kapitalizmin kendisini yeniden üretme girişiminin sonucunda ortaya çıkan yeni dönem olduğunu belirtmiştik. Fordizm‟i söz konusu krize götüren başlıca içsel kontrol sorunları ise şu şekilde sıralanmaktadır;
- Üretkenlik artışındaki düşmelerin meydana gelmesi (Araştırma geliştirme harcamalarının azalması. Hammadde fiyatlarının, sosyal harcamaların artışı, piyasaların doyması).
- Üretkenlik düşerken ücret artışlarının sürmesi (Oysa ikinci dünya savaşı sonrasında ücret artışları ile üretkenlik artışı eşgüdümlü bir gelişim göstermiştir).
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 53
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
- Piyasanın genişlemesinde sınırlılık (Dar gelirli ülkelerin borç krizi de bunu etkilemiştir).
- Üretimin uluslararasılaşması (Bunun bir etken olarak ortaya çıkmasının nedeni, daha önceden ulusal sınırlarda Fordist mekanizmaların düzenleyicisi olarak kullanılmakta olan Keynesyen politikaların üretimin bu yeni aşamasında; uluslararası düzenlemelerde tamamen başarısız kalmasıdır).
- Fordizm‟in yapısal ortamından kaynaklanan aşırı kapasite ve stok birikimi (Stok birikimi kısmen katı üretim teknolojilerinin sonucudur. Bu teknolojiler piyasanın değişen taleplerine yanıt vermekte yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle Fordist üretim sistemi, değişen talep dalgalanmalarına ayak uydurabilmek için stoğa üretim yapmak zorunda kalmaktadır. Bu ise depolama, nakil, yönetim, üretim maliyetlerini arttırmaktadır).
- Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, yeni malların emek yoğun karakterinin gerilemesi ve sonuç olarak da bağımlı ülkelerde gerçekleştirilen ucuz emek gücü politikalarının ekonomik sistem boyutundaki öneminin giderek azalması.
- Kalite kontrolünün yetersizliği ve iş yapısının kalitesizliğinin bu sorunu ağırlaştırması.
- Üretimin dünyaya yayılması ve dolayısıyla taşıma, eş güdüm ve yönetim maliyetlerinin artması.
- Bürokrasi yoğunluğunun artması ve dolayısıyla karar alma süreçlerinin yavaşlaması.
- Kamu hizmetlerinin, sosyal politika uygulamalarının yüksek maliyetlerinin olması.
Nielsen (1991)‟in ise anılan krizin nedenleri hakkında şu söyledikleri çarpıcıdır; “Ücretler fazlası ile yüksek ve fazlasıyla değişmez görünüyordu, ücret farklılıklarıysa fazlasıyla az, işçi haklarının yasal zemini, istihdam koruma planları ve sosyal güvenlik sistemleri ise fazlasıyla abartılı. Sonuçlar öyle görünüyordu ki işçiler fazla ücret alarak kendi kendilerinin işsizliğine yol açıyorlardı; emek hareketliliği ve dolayısıyla yapısal dönüşüm engelleniyordu ve gönüllü işsizlik teşvik edilirken işçilerin çalışması teşvik edilmiyordu. Sermaye piyasalarındaki ve hükümetin yasal düzenlemelerindeki esneklik yoksunluğunun, risk alma cesaretini kırdığı ileri sürüldü ve bu da, fon elde etmekte güçlük çeken küçük girişimcilere ve riskli işlere yönelen sermayedarlara karşı bir sapmanın işaretiydi”.
54 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
1970‟li yıllara damgasını vuran fordizmin krizi (refah devletinin krizi ya da kamu maliyesinin krizi), çok çeşitli alanlarda kapitalizmin içsel unsurları arasındaki uyumu farklı bir şekilde yeniden tesis etmeyi amaçlayan politikalarla aşılmaya çalışılmıştır ve çalışılmaktadır. Post-fordizm olarak nitelenen kapitalizmin bu yeniden yapılanma sürecinde üretim, tüketim, örgütlenme kalıpları değiştirildiği gibi devletin işlevleri de yeniden tanımlanmıştır. Son dönemde geçerli olan özelleştirme, deregülasyon, liberalizasyon gibi öğeler kumanda ekonomisi alanını hızlar daraltmaya yönelen düzenlemeler olarak kendilerini göstermektedir.
Yukarıda sıralanan bağlamda ortaya çıkan sorunların yok edilebilmesi için kapitalizmin öngördüğü ve daha sonra post-fordizmin üzerinde şekillendiği yeni sürecin başlıca amaçlarının ise şu şekilde olduğu söylenebilmektedir;
- Emek üretkenliği arttırılmalıdır. Bu artış yeni teknolojilerin kullanılması ve emeğin yeni tarzda organize edilmesi ile sağlanabilir. Üretkenlikteki artış birim zamanda daha ucuz, kaliteli, çok üretmeye yarayacaktır.
- Emeğe olan sayısal gereksinim azaltılmalıdır. Emeğe sayısal gereksinimin azalması teknolojik gelişme ve işin zenginleştirilmesi, işçinin vasıflandırılması ile mümkündür. Böylece bir işçi birden fazla iş gerçekleştirebilir. Bu da ücret maliyetlerini düşebileceği gibi, işçi sınıfının organize gücünü kırmaya da hizmet edebilir.
- Emek organizasyonu, emeği işyerine ve genel olarak da sisteme entegre edecek şekilde yeniden düzenlemelidir.
- İşçi sınıfının sınıfsal gücü kırılmalıdır. Yukarıdaki uygulamaların yanı sıra, düzensiz istihdam biçimleri, sendikaların devreden çıkarılması, toplu pazarlık sisteminden işyeri ya da işçi düzeyli pazarlık sistemlerine geçiş de sınıfsal gücün kırılmasında rol oynayabilir.
- Değişmeyen sermaye maliyetleri azaltılmalıdır. Bu ucuz ve dayanıklı hammadde ve yine teknolojinin etkin kullanımı ile gerçekleştirilebilir.
Bu amaçlarının sağlanabilmesi için post-fordizm; esnek üretim, esnek örgütlenme, esnek uzmanlaşma, bilgi ve iletişim teknolojileri fenomenleri üzerinde şekillenmek suretiyle temelde esneklik (İng. Flexibility) ve bilgi ve iletişim teknolojileri (İng. Information and Communication Technologies) kavramları odaklı bir yapılanma içerisinde hareket etmektedir. Diğer taraftan
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 55
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
kıyaslama yapılacak olursa, fordizmin anahtar kavramının ise “emeğin verimliliği (İng. Productivity of Labor)” olduğu söylenebilmektedir. Söz edilen bağlamda post-fordist sürecin getirdiği değişimler ve esneklik olgusunun farklı formlar içerisinde işleyişi üçüncü bölümde ayrıca ele alınacaktır.
Post-fordizm, post-modernizmin ekonomik alanda karşılığı olan kavram olarak kullanılmakla birlikte, geniş bir alanda siyasal, sosyal, kültürel normlarda yaşanan değişimi de içerisine alan bir tanımlamadır. Post-fordist süreçte üretim düzenlerinde meydana gelen değişmenin yanı sıra toplumun ve önceliklerinde de çok çeşitli kanallarda dönüşümler yaşanmıştır. Post-fordizm aynı zamanda içerisinde bulunduğumuz küreselleşme dalgasının önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Küreselleşme olarak tanımlanan oluşum dünyanın tek, bütünleşmiş bir pazar haline dönüşmesini gündeme getirmektedir ve böylece fordist sürecin sonunu getiren önemli faktörlerden olan kar hadlerindeki düşmenin önünün kesilmesi amaçlanmaktadır.
Bilindiği üzere içerisinde bulunduğumuz süreçte zaman ve mekan boyutlarının değişiminde bilgi ve iletişim (bilişim) teknolojilerinde yaşanan gelişmeler önemli rol oynamaktadır. Kapitalizmin son dönemde varsayılan yeniden yapılanması zaman ve mekan boyutlarında yenilik ya da değişmeyi de kapsamış durumdadır. Diğer taraftan insanoğlunun düşünce, eylem ya da davranış şekillerinin zaman ve mekan boyutlarına göre biçim ve içerik kazandığı önermesi de inandırıcı gözükmektedir. Bu önerme göz önüne alındığında, yeni tip zaman ve mekan boyutlarının bireylerce algılanışının dönüştürdüğü düşünce, eylem ya da davranış tarzlarının post-fordist evrilmenin itici güçlerinden birisi olduğunu ileri sürmek mümkündür.
Kapitalizmin krizi aşmak için yeniden yapılanması ile yeni bir bilimsel-teknolojik devrimin ortaya çıkışı hemen hemen eş zamanlı gelişmelerdir. Kuşkusuz, kriz ve yeniden yapılanma süreci ile bilişim alanlarında yoğunlaşan teknolojik devrim arasında bir nedensellik bağı kurmak hiç de kolay değildir. Bundan da ötede, bu tür nedensellik bağlantılarını kapsayan kuramsal kurguların geçerliliği, ciddi bir tartışma konusu oluşturmaktadır. Bununla beraber, herhangi bir nedensellik bağı kurulamamış olsa da yeniden yapılanmanın sözü edilen teknolojik devrimden hayli etkilendiği söylenebilmektedir. Bilişim alanlarında odaklaşan teknolojik devrim, ileride tartışılacağı üzere, üretim yapısını ciddi ölçekte değiştirmiştir. Bu devrim içerisinde; bilgi üretimi, bilginin düzenlenmesi ve bilginin bir üretim faktörü olarak önem kazanması üretim ilişkilerini de yeniden yapılandırmıştır. Fordist birikim rejimi, üretimin yoğunlaşmasını, yatay ve dikey bütünleşmeyi kaçınılmaz hale getirirken, anılan teknolojik devrim ile üretim birimlerinin esnekliği başat bir özellik haline gelmiş görünmektedir. Bu nedenle yeni birikim düzeni ya da post-fordist rejim, esnek üretim ve birikim rejimi olarak da tanımlanabilmektedir.
56 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Post-fordist dönemde yeni fabrika olgusu üretim örgütlenmesi temelinde fordizmin fabrikasından farklıdır. Artık Ford‟un Detroit‟te kurduğu, yönetim üretim, kalite kontrolü ve pazarlama birimlerinin aynı binada yer aldığı fabrika olgusu ortadan kalkmıştır. Çok uluslu şirketler yönetim birimlerini ise emeğin nispeten çok ucuz olduğu üçüncü dünya ülkelerinde tesis etmektedirler. Üretimin kalitesi ise ISO standartları ile yeni bilgisayar ve iletişim sistemleri vasıtasıyla yapmaktadırlar. Böylelikle çok ucuza mal edilen ürünler marka standardizasyonun yarattığı değer ile merkezdeki üretici firmaya yüksek kar getirisi sağlamaktadır. Örneğin Nike firması benzer bir üretim örgütlenmesi ile çalışmakta ve toplam kardan %40,3 pay elde etmektedir. Aynı süreçte üçüncü dünyadaki üreticilerin kardan aldığı pay ise sadece %3,75‟tir.
Aşağıdaki tablo fordist dönemden post-fordist döneme geçiş ile karşılaştırmalı olarak hangi alanlarda ne şekilde değişmeler olduğunu göstermektedir;
Tablo 1: Fordizm ve Post-Fordizm Karşılaştırması
Fordist Dönem Post-Fordist Dönem
İktisadi Düzenleme Keynesci Monetarist Piyasalar Kitlesel Özel Yaşam Tarzı Konformist Çoğulcu
Sistemler Merkezi Ademi merkeziyetçi, ağ sistemler
Örgütlenme Bürokratik, hiyerarşik Hiyerarşisiz, esnek örgütlenme, piyasa ağları
Düzenleme Ulusal Küresel Öncü Sektör Tüketim Finans Vasıflar Vasıflı Çok vasıflı İşçiler Kitle Çok değerlikli
Özel Kavramlar Katılık (rijitlik), emeğin verimliliği
Esneklik
Üretim Montaj hattı Esnek İtici Güç Kaynaklar Talep
Teknoloji Elektronik, kimya, petrol, otomobil, plastik
Mikroelektronikler, biyoteknoloji, yeni hammaddeler
Üretim Biçimi Kitlesel Üretim CIM
Tüketim Biçimi Kitlesel Tüketim Yüksek derecede farklılaşan (diferansiye) tüketim
İstihdam Tam istihdam, homojen kütlesel işçi
İş kaybına neden olan büyüme, değişik istihdam biçimleri
Emek İlişkileri Sendikalar, toplu Şirket ve bireysel
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 57
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
sözleşme sözleşmeler
Hükümet Politikaları Sosyal devlet, kalkınmacı devlet
Liberalizasyon, deregülasyon, özelleştirme, yerelleşme
Kaynak Makine Bilgi Sosyal Odak Fabrika Üniversite Güç Araçları Politikada dolaylı etki Teknik-politik güç dengesi Sınıf Gücü Mülkiyet Teknik beceri
Baskın Ekonomik Sektör İmalat Ticaret, finansman, sigortacılık
Baskın Meslekler Yarı vasıflı işçi, mühendis
Profesyoneller, satış temsilcileri, teknisyenler
Teknoloji Girdisi Enerji Bilgi Düzenleme Fabrikaya karşı Bireyler arası
Metodoloji Ampirisizm Soyut teori: Modeller, simülasyon, sistem analizi
Yönetimlerde Karar Alma Süreci
Otoriteryen Katılımcı liderlik
Murray (1989), Hebdige (1989), Hirst (1989) ve Smart (1992) gibi bir çok yazar fordizm‟den post-fordizme geçişi, düzenli (organize) kapitalist ekonomiden düzenli olmayan kapitalist ekonomiye bir geçiş olarak tanımlar. Çağdaş kapitalizm Fordizmin erozyonuna tanıklık etmekte ve Fordizm ile ilişkili, yirminci yüzyılda hakim olan, merkezi seri üretim sisteminden, yeni ve esnek bir sisteme, yani post-fordizme doğru bir değişim söz konusu olmaktadır. Post-fordizm, piyasalar veya sektörler arasındaki farkın ortadan kaldırılması ile ilgilidir. Hirst‟in belirttiği gibi:
“Fordizmden post-fordizme doğru olan bu değişim pazar ekonomisi endeksli olurken, klasik kapitalist girişimciler değişen piyasa şartlarına yeni stratejiler ile karşılık vermeye başladılar. Bu durumda, Fordizm daha uygun bir kavram iken, post-Fordizm tepkisel bir etki yaratan sosyal ve ekonomik değişimi kaydetme yolu olmaktan ziyade, uygun bir imalat sanayi sistemi ile ilgili bir görüş olabilir. Fordizmin -ABD‟nin diğerlerine bir model olarak görüldüğü- endüstri dünyasına hakim olduğu kabul edilir. Keza post-Fordizm de tüm endüstri dünyasına ait bir fenomendir.”
Benzer şekilde fordizmden post-fordizme geçişi açıklamaya çalışan çok çeşitli akademisyenler ve bunların içerisinde öbeklendiği bazı yaklaşımlar mevcuttur. Sonraki bölümün konusu fordizmden post-fordizme geçişi modellemeye çalışan yaklaşımlardır.
58 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
3.3 Fordizm’den Post-Fordizm’e Geçiş Modelleri
Yaygın kabule göre post-fordizm tartışmalarında söz konusu olan başlıca üç teorik model mevcuttur. Bunlardan birincisi düzenleme yaklaşımı (İng. The regulation approach ), ikincisi esnek uzmanlaşma yaklaşımı (İng. the flexible specialization approach) ve üçüncüsü ise neo-Schumpeter‟ci yaklaşım (İng. neo-Scumpeterian approach)‟dır. Her üç yaklaşım da kitlesel üretimin (fordizmin) karşı karşıya kaldığı krizi açıklamak ve ekonomik büyümenin uzun dönemli olmasının sağlanabilmesi için gerekli temel prensipleri ortaya koymak amacıyla kapsamlı birer teorik çatı oluşturmaya çalışmıştır.
3.3.1 Düzenleme Yaklaşımı
Düzenleme yaklaşımının ilk olarak 1970‟li ve 1980‟li yıllarda, uzun dönemli ekonomik kararlılığın ve değişimin dinamiklerini açıklamak amacıyla Fransız politik iktisatçılarınca ortaya atılmıştır (Aglieatta, 1979; Coriat, 1979; Andre ve Delorme, 1982; Lipietz, 1985, 1987; Boyer, 1986; Mistral, 1986).
Düzenleme yaklaşımı ortaya atıldığında uluslararası arenada geniş yankı uyandırmıştır. İkinci dünya savaşı sonrası ekonomik büyümenin nedenlerini ve bu sürecin 1970‟li yıllarda yaşadığı krizi açıklayan başat teoriler arasına giren yaklaşım, yayıldıkça kendi içerisinde çeşitlenmiş (örneğin Jessop – 1992a, yedi tane düzenleme okulu tespit etmiştir), aynı zamanda da heteredoks iktisat teorilerinin tabanını genişletmiştir. Düzenleme yaklaşımı hakkında çok geniş bir literatür söz konusudur (Örneğin, bkz. Nöel, 1987; Dunford, 1990); Hirst ve Zetilin, 1991; Nielsen, 1991; Jessop, 1992a).
Öncü Fransız Düzenlemecileri, temelde kapitalizmin paradoksal iç çelişkilerini ve kapitalizmin sermaye birikimini ortaya koyacak bir teorik çerçeve ortaya koymak için yola çıkmışlardır.
Düzenlemecilerce kapitalist gelişmenin fazları arasındaki bağlantıların açıklanmasında, birikim sistemi (İng. system of accumulation), birikim rejimi (İng. regime of accumulation) ve düzenleme modu (İng. mode of regulation) temel kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aglietta, sosyal ürünleri bölme yeniden tahsis etme yolunu birikim sistemi olarak tanımlamaktadır. Bunun sürekliliğinin sağlanması düzenleyici mekanizmalarla olmaktadır. Sistemin kendisini belli bir tarihsel formasyon
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 59
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
olarak ortaya koyması ise birikim rejimi olarak adlandırılmaktadır. Birikim sistemi ekonomik üretim ilişkilerini; birikim rejimi ise birikim sisteminin üst yapısal, sosyal, politik ilişkilerle birlikte oluşturduğu toplumsal formasyonu belirlemektedir. Düzenleme modu da emek ve teknoloji örgütlenme biçimlerini belirleyen politik ve teknik yaptırımlar anlamına gelmektedir. Böylece düzenleme yaklaşımı, kapitalist gelişmeyi birikim rejimleri ve düzenleme modları ile tanımlı dönemlere ayırmaktadır.
Birikim rejimi görece stabil bir ilişkidir. Düzenleme yaklaşımına göre birikim rejimi açısından kapitalizm dört temel ve tarihsel olarak birbirini izleyen döneme ayrılır: Yaygın birikim; küresel tüketim olmaksızın yoğun birikim (taylorizm); küresel tüketimle birlikte yoğun birikim (Fordizm) ve yeni gelişen “post-fordist” birikim rejimi.
Kitlesel işçi ve yarı nitelikli işgücünün egemen olduğu yaygın üretim 1920‟lere kadar olan süreçte gerçekleşmiştir. Büyüme kapitalist dolaşımdaki ek üretici güçlerin içselleştirilmesiyle olmuştur. Birikim ise yeni endüstriyel alanları da içerisine almıştır. Hegamon devletin İngiltere olduğu bu dönemde talep ve piyasalar hızlı gelişme sürecindedir. Kömür, çelik, kimyasallar temel endüstriyel alanlardır.
Yoğun birikim 1918-1939 döneminde kitlesel üretim süreci ile başlamıştır. Ancak yoğunlaşmanın gerçek anlamında oraya çıkışı 1945-1973 arasındaki dönemde Keynesyen politikalar dolayımı ile oluşan kitlesel tüketimin kitlesel üretimi ile birleşmesi neticesinde olmuştur. Devletin sosyal programlar geliştirdiği, işçilere toplu sözleşme, grev haklarının tanındığı bu zaman aralığı Fordist birikim rejiminin hakim olduğu dönemdir.
Düzenleme yaklaşımına göre Fordist birikim rejiminin krizinin doğuran nedenlerin başında tüketim malları üreten sektördeki üretkenlik düşüşüne bağlı olarak, tüketici ve üretici mallar üreten sektörler arasındaki dengenin bozulması ve Taylorist iş formlarına karşı ortaya çıkan işçi protestoları gelmektedir. Öte yandan düzenleme yaklaşımı, sermaye birikiminin yeni döneminin sosyal çevre ile teknolojik gelişme arasında kurulacak harmoniye bağlı olduğunu belirtir. Düzenleme yaklaşımı kapitalizmin son 20-30 yıldır değişik alanlarda sergilediği değişikliği bunalım kavramı çerçevesinde ele almaktadır. Buna göre gözlenen olay; kapitalist egemenliğin özel bir formu olan fordizmin bunalımı ile sermayenin başka bir form yaratmak için (post-fordizm) verdiği savaşımdır.
Düzenleme Okulu üç tür bunalım tanımlamaktadır: Mikrokrizler birikim rejiminin her anında vardır, teorik önemi azdır. Konjonktürel krizler ekonomideki döngüsel siklusları tanımlar ve minor düzenlemelerde düzelirler.
60 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Yapısal krizler ise birikim rejimi ile düzenleme modu arasındaki ilişkilerin iyice bozulduğu ve birikim sisteminin yapısal deformasyonlara uğradığı dönemleri tanımlar. Bu durumda ise yeni bir birikim sisteminin koşullarının yaratılması gerekir. Düzenleme Okulu‟na göre kapitalizmin genişleme dönemleri, birikim rejimi ile düzenleme modu arasında uyumluluğun sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kapitalist ilişkiler alanındaki toplu sözleşme, sosyal güvenlik gibi kimi yapısal formlar kapitalist birikim sürecindeki çatışmaları minimize etmek için kullanılmaktadır. Bu yapılar malların üretimi ve tüketimi; üretici ve tüketici sektörler arasındaki dengeyi de sağlamaya çalışmaktadır. Birikim rejimi kavramı bu dengenin gelişimini de dile getirmektedir. Birikim sürecinin düzenlenebilmesi, dışarıdan yöneltilecek düzenleyici müdahalelerle sağlanabilmektedir. Uygun düzenleyici mekanizmaların geliştirilemediği ya da var olan mekanizmaların yetersiz kaldığı zaman dilimleri ise biçiminde kendisini ortaya koymaktadır.
3.3.2 Neo-Schumpeter’ci Yaklaşım
Neo-Schumpeterci Yaklaşım, Düzenleme Yaklaşımı kadar geniş bir çerçevede tartışılmamış olsa da, önemli çözümlemelerde bulunmuştur. Bunun ötesinde, bu iki yaklaşım arasında önemli benzerlik noktaları mevcuttur. Her iki yaklaşımın da temel varsayımı, kapitalizmin sistemli ve dairesel (döngüsel) krizlere gebe bir doğası olmasıdır. Bu iki yaklaşımda fordizmin krizini ve fordizm sonrasında post-fordist paradigmanın oluşumunu bu bağlamda, fakat farklı yöntemlerle (kavramlarla) açıklamaktadır. Düzenlemecilerin “birikim rejimi” ve “birikim modu” kavramlarının benzeri, neo-Schumpetercilerde sırasıyla “tekno-ekonomik paradigma” ve “sosyal-kurumsal altyapı” olarak kendini göstermektedir. İki yaklaşım arasında göze çarpan en önemli fark ise, neo-Schumpetercilerin kapitalizmin “dairesel akışını”, doğrudan “teknoloji” ve “teknolojik standartlar” fenomenleri ile açıklıyor olmasıdır.
Bu yaklaşım ilk olarak 1980‟li yıllarda Freeman, Perez ve arkadaşlarının, Joseph Schumpeter‟in çalışmalarını ve bu çalışmalarının bel kemiğini oluşturan “teknolojik keşif (innovasyon)” kavramını temel alarak ortaya koydukları fikirler ile kendini göstermiştir.
Bilindiği gibi 1920‟lerde Kontradiev, kapitalist ekonomilerin gelişim sürecinde, yaklaşık elli yılda bir yükselme ve krizlerin döngüsel olarak söz konusu olacağını iler sürmüş, Schumpeter ise bu fikri 1930‟larda “teknolojik buluş”, “buluş yapan girişimcilerin rolü” fenomenleri ile kuramlaştırmıştı.
Kontradiev‟in “teknolojik gelişme” aşamaları zemininde ortaya koyduğu, kapitalist ekonomilerin döngüsel evrimi, diğer bir deyişler
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 61
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
“Kontradiev dalgaları”, günümüzde O‟u izleyen bilim adamlarınca şu şekilde ortaya konulmaktadır;
- 1. dalga, 1770-1830: Endüstri devrimi
- 2. dalga, 1830-1880: Buharı gücü ve demiryolu teknolojisinin geliştirilmesi
- 3. dalga, 1880-1930: (Elektrikli) Ağır sanayi
- 4. dalga, 1930-1980: Fordizm
- 5. dalga, 1980- ? : Post-fordizm
Görüldüğü üzere, Kontradiev‟in metodolojisi uyarınca, post-fordizmin, kapitalizmin en son döngüsel aşaması olduğu söylenebilmektedir.
Çalışmalarında kapitalizmin geleceğini de sorgulayan Schumpeter ise birikimin olmadığı bir kapitalizmden söz etmektedir. Schumpeter, birikimin olmadığı kapitalizmi, üretim akışı tamamen statik ve değişmeyen, servet yaratımını asla değiştirmeyen ve artırmayan bir “dairesel akış” içinde kendini yeniden üreten kapitalizm olarak tasvir eder. Schumpeter betimlediği “statik ekonomi” olgusu ile, temelde kapitalist süreçlerde karın nereden geldiğini açıklamaya çalışır. Schumpeter‟e göre, kar, sermayenin gelirinden veya emeğin sömürülmesinden meydana gelmez. Tamamen farklı bir sürecin ürünü olarak, statik bir ekonomi içerisinde, “dairesel akış” rutinleştirilmiş rotasını takip etmediği zaman ortaya çıkar. Schumpeter‟in ortaya attığı kritik kavram olan “dairesel akış”, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin süreklilik arz eden değişim döngüsüdür (meta üretmenin yeni veya daha ucuz yöntemleri veya tamamen yeni şeyleri üretmenin yolları). Bir yenilikçinin, gerçekleştirdiği yeni bir buluş (innovasyon) veya üretim sisteminde yaptığı iyileştirme, diğerleri bu yeniliği fark edene kadar kar getirecektir. Bu kar, yenilikçinin iradesinden ve zekasından doğmaktadır ve diğer kapitalistler bu öncü kişinin (girişimci) sırlarını öğrenir öğrenmez kaybolmaktadır. 1950 yılında hayata veda eden Schumpeter‟e göre mikro-iktisadi düzeyde durum böyle iken, makro-iktisadi düzeyde de benzer şekilde kapitalizmin döngüsel krizlere gebe kaotik yapısı söz konusudur. Kısaca belirtmek gerekirse, Schumpeter, yüksek düzeyde kar getiren bir sektörün (örneğin ağır sanayi) hakimiyetindeki bir kapitalist evrede, söz konusu sektörün kar oranları düştüğü zaman, kapitalizmin krize gireceğini ve kendisini yeniden üretebilmek için yeni teknolojiler, yeni üretim yöntemleri, yüksek kar getiren yeni sektörler bulmaya yöneleceğini ileri sürmektedir. Bu
62 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
bağlamda, Schumpeter‟e göre, kapitalist ekonominin “uzun dalga” salınımları bu sistem üzerinde aynı zamanda bir “yaratıcı yıkım” teşkil etmektedir.
Neo-Schumpetercilere dönecek olursak, bunların kapitalizmin fordist evresinin yaşadığı krizi de benzer yöntemle açıkladıkları söylenebilmektedir. Yani fordizmin krizi, bu süreçte hakim sistemde kar oranlarının düşmesi sonucunda olurken, kapitalizmin yeni “buluş” arayışı post-fordizmi tesis etmiştir.
Freeman ve Perez‟e göre, bir “uzun dalga”dan diğerine geçiş, teknolojinin ekonomi içerisinde yayılması ile, birincil olarak endüstriyel verimlilikte “parçalı sıçrayışlara” bağlıdır. İkincil olarak, sözü edilen yayılmayı sağlayabilmek için, sosyal-kurumsal düzenlemeler çerçevesinde “buluşlar” gerçekleştirilebilmesine bağlıdır. Sözü edilen bu koşullara ulaşıldığı zaman, kapitalist ekonominin sıradaki krize kadar, farklı bir ekonomik paradigma ekseninde, yeni bir “uzun dalga” büyüme (salınım) yaşayabilmesinin ön şartları da sağlanmış olmaktadır. Burada “buluş (innovasyon)” tanımının, yeni ürünler ve yeni endüstriyel işlemler çerçevesinde, dar bir alanda tanımlanmadığını dikkat etmek gerekmektedir. Bu kavram aynı zamanda, yeni iş örgütü yapıları, yeni yönetim teknikleri, yeni büyüyen sektörleri, yeni ulaşım ve iletişim teknolojileri, yeni coğrafi bölgeler gibi unsurları da kapsamaktadır. Diğer taraftan, Freeman ve Perez‟in kapitalist sistemin genelini etkileyen girdiler ve verimlilik artırıcı evrensel teknolojiler biçiminde davranan “taşıyıcı/itici” ürünler ile sektörlere merkezi bir rol biçtiklerini belirtmekte fayda vardır.
Neo-Scumpeterci analizde, Kontradiev‟in dördüncü dalgası veya dördüncü “uzun dalga” olarak nitelendirilen kitle üretimi evresi (fordist evre), elektro-mekanik teknolojiler, düşük maliyetli enerji kaynağı olarak petrol ve petro-kimyasal girdiler ve kitlesel tüketim endüstrileri ile beslenmiştir. Düzenleme yaklaşımın analizine benzer şekilde, dördüncü Kontradiev evresinin ayırt edici karakteristik özellikleri standartizasyon, kitleselleşme, ölçek ekonomileri, oligopolistik rekabet ve kitlesel tüketimdir. Dördüncü Kontradiev‟in krizini açıklarken Neo-Schumpeterciler olgunlaşan teknolojilere koşut olarak oligopol piyasaların gelişiminin etkilerine özel bir vurgu yaparlar: üretim verimliliğini azaltan ücretlerdeki artış, büyük örgütlerin verimsiz işleyişi ..vd. Fakat krizin en önemli nedeni olarak, büyümeyi tekrar ayağa kaldırabilecek yeni yükselen tekno-ekonomik paradigma ile dördüncü Kontradiev‟in uzun süreden beri geçerli olan sosyal-kurumsal iskeleti arasındaki uyumsuzluğu gösterirler. Freeman ve Perez‟e göre eski paradigmanın kurumsal kalıntıları değişime ayak uyduramamakta, bu durum da yeni buluşların ekonomi içerisine yayılması önünde engel teşkil etmektedir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 63
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Freeman ve Perez sosyal-kurumsal faktörlere önem atfetmelerine rağmen, neo-Schumpeterci yaklaşım, teknolojik gerekirci (determinist) olduğu yönünde eleştiriler almıştır. Söz konusu eleştirilere göre, neo Schumpeterciler “uzun dalga” salınımları ve büyümeleri açıklarken, teknoloji kaynaklı değişimlere, sosyal, örgütsel ve piyasa değişimlerine oranla çok daha fazla önem vermişlerdir.
3.3.3 Esnek Uzmanlaşma Yaklaşımı
Bu yaklaşım Amerikan sosyologları Michael Piore, Charles Sabel‟in, Jonathan Zeitlin ve Paul Hirst (Sabel, 1982; Piore ve Sabel, 1984; Sabel ve Zeitlin, 1985; Hirst ve Zeitlin, 1989, 1991) çalışmalarına dayanmaktadır.
Piore ve Sabel‟in çalışmalarında “endüstriyel bölünme (İng. Industrial divides)” kavramı ile işlenen iki dönemsel paradigma ön plandadır. Sözü edilen endüstriyel bölünme paradigmasından; birincisi, kitle üretim teknolojilerinin baskın olduğu dönem, yani fordizm, ikincisi ise esnek uzmanlaşma olgusunun geçerli olduğu endüstriyel bölünmedir.
Piore ve Sabel‟in esnek uzmanlaşma yaklaşımı, temel olarak gelişmiş sanayi ülkelerinde egemen üretim paradigması olarak 20. yüzyılı karakterize eden “kitle üretiminin” (Fordizm) artık yerini yeni bir üretim paradigmasına terk ettiğini ileri sürmektedir. Buna göre, yüksek teknolojnin sahip olduğu potansiyellere dayanan yeni üretim modeli esnek uzmanlaşma olarak adlandırılmakta ve bu üretim modeli yeni bir endüstriyel organizasyon biçimini getirmektedir. Bunun yanında piyasaların özellikleri, işletmeler arası, endüstri ve devletler arası ilişkilerin niteliği gibi ekonomik faaliyetin pek çok boyutunu değiştirmekte olduğu ve değiştireceği söylenmektedir. Emek araçlarının, emek gücünün, üretim şeklinin ve örgüt yapısının yeniden biçimlendiği esnek uzmanlaşma sürecinde, emeğin makine bağımlılığının ortadan kalktığı ileri sürülmektedir. Bu bakımdan, esnek uzmanlaşma yaklaşımı, fordist dönemin vasıfsızlaştırma, işin yapılması ve planlanması safhalarının birbirinden ayrılması, katı çalışma koşullarının ortadan kalktığını savunmaktadır. Piore ve Sabel‟e göre günümüzde imalat endüstrisindeki yeniden yapılanma süreci, egemen üretim paradigması olarak kitle üretiminin çöküşünü temsil etmektedir. Sabel, aynı zamanda, esnek uzmanlaşmaya dayalı üretim sisteminin ekonomik türbülansın sürekliliğini sağlamak adına kitle üretim sisteminden daha başarılı olduğunun gözlemlendiğini ifade etmektedir.
Diğer taraftan esnek uzmanlaşma yaklaşımı hem teorik, hem de ampirik temelde yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Eleştirel bakış açısına sahip çok sayıda araştırma kitle üretiminin sona erdiğini ve esnek uzmanlaşmaya dayalı yeni ekonominin ortaya çıktığını şüpheli bir hale getirmektedir. Esnek
64 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
uzmanlaşmaya yöneltilen eleştiriler ilk olarak bu tezin kitle üretimiyle, zanaata dayalı üretim arasında yanlış bir kutuplaşma üzerine kurulduğu iddiasına dayanmaktadır. Bu tip bir ikilem her bir endüstriyel paradigmayı karikatürize etmektedir. Böylece her iki taraftaki çeşitliliği dar bir biçimde tanımlanmış paradigmalara indirgemekte ve teknolojinin geleneksel endüstriyel tasnifini de ihmal etmektedir.
İkinci eleştiri, esnek uzmanlaşma tezinin merkezi hipotezlerinden biri olan kitle üretim endüstrilerinde teknolojik değişmenin niteliğine yöneliktir. Piore ve Sabel yeni teknolojinin daha sık, daha kolay ve daha ucuz ürün değişimine imkan vereceğini ileri sürmektedir. Yazarların bu iddiayı sanki yeni teknolojinin bir iki düğmesine basarak yeni ürünler üretilebilecekmiş gibi sunduğu ifade edilmektedir. Bu eleştirinin temelinde, gerçekte yeni teknolojiler esnek uzmanlaşma yaklaşımının belirttiğinden daha az esnek olduğu savı yatmaktadır.
Üçüncü eleştiri esnek uzmanlaşma yaklaşımı için son derece önemli olan yeni teknolojiler nedeniyle ölçek ekonomilerinin artık önemini yitirdiği iddiasına yöneliktir. Bu iddianın doğru olmadığı ileri sürülebilmektedir. Sözü edilen eleştiri, savına örnek olarak otomobil fabrikalarında otomobil gövdesi imal etmek için kullanılan programlanabilir robotların kurulup çalıştırılması, zorunlu yazılım programı, tutucu kollar ve diğer aletler için gerekli olan yatırımın maliyeti çok yüksek olduğunu ve bu maliyetlere sadece çok büyük şirketlerin katlanabileceğini söylemektedir.
3.4 Post-Fordist Sürecin Getirdiği Başlıca Değişimler
3.4.1 Emek Araçlarındaki Değişim: “Teknolojik Gelişme”
Post-fordist dönem olarak nitelendirdiğimiz bu son dönemde teknolojide yaşanan sıçrayıcı gelişmelerin dayanağı bilim ve diğer taraftan yine teknolojinin kendisidir. Bu dönemde yaşanan teknolojik değişiklikler bilgi ve iletişim teknolojileri, mikro elektronikler, biyoteknolojiler gibi birbirleriyle eklektik karaktere sahip alanlarda birbirini besleyerek gerçekleşmektedir.
Teknoloji ve teknolojik değişim post-fordist sürecin önemli belirleyici faktörleri arasındadır. Söz konusu unsurun dönüşüme uğrattığı yapılardan birisi de emek araçlarıdır. Yani “teknoloji ve teknolojik gelişme” post-fordizmin biçimlendirici etken karakteristiklerinden birisi iken bu değişimin
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 65
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
yarattığı “emek araçlarında yaşanan değişim” de post-fordizmin edilgen karakteristiklerinden birisidir.
Marks‟ın tanımlamasına göre emek aracı işçinin kendisi ile emek konusu arasına soktuğu ve faaliyetinin ileticisi olarak yararlandığı bir şey ya da şeyler bileşimidir. Bu durumda en basitinden, en karmaşığına kadar bütün alet ve makineler emek aracıdır.
Yeni dönemde teknolojik gelişmenin aşamalarından birincisi, üretimin önemli bir unsuru olan makine ve makine sistemlerinde yaşanan değişimdir. Fordist dönemde işçi kontrolündeki makinelerin egemenliği gözlemlenirken, post-fordist süreçte kendi kendini kontrol edebilen makine sistemleri gittikçe yaygınlaşan biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Yani, ilk dönemde makine dışarıdan gelen uyarıları dikkate almadan, kendini hareket ettiren/kuran ilk sistemin/gücün direktifleriyle yönlendirilmektedir. İkincisinde ise belirleyici olan dışarıdan gelen uyarılardır. Bu uyarılar ilk dönem için söz konusu sistemi/gücü yönlendirirler. Yeni dönemin makinesi, bir kısmını kendisinin ürettiği koşullarla sürekli veri alış-verişi içerisindedir.
Post-fordist süreçte yaşanan teknolojik değişim aşamalarından diğeri bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmedir. Bilgi ve iletişim teknolojileri bilgiyi en önemli emek ve üretim aracı konumuna yükseltmiştir. Bu dönemde bilginin çeşitli formlarda depolanması, işlenmesi ve iletilmesinde ortaya çıkan kolaylıklar sıfır maliyetli bir üretim faktörünü gündeme getirmiştir. Bilgisayar ortamlarında kurulan ağ yapılarının İnternet ile birbirine bağlanması ile emek aracı olarak bilginin önemi çok daha fazla artmıştır.
Post-fordist dönemde üretimde kullanılan bilgisayarlar ile yeni ürün modelleri hata payı olmaksızın tasarlanabilmektedir. Yeni oluşum, ürün tasarımına son derece yaratıcı bir boyut eklemiş ve aynı zamanda tasarım süreci hızlanmıştır. Bilgisayarların üretime uygulanması sonrasında, artık kısa sürede ürün modelini değiştirmek ve böylece esneklik içerisinde piyasanın değişen taleplerini kısa süre içerisinde karşılayabilmek veya fordist sürecin aksine piyasada küçük değişikliklerle değişik talep türleri yaratabilmek mümkün olabilmektedir.
Bilgisayarlar üretim paradigmasına “bilgisayarlarla entegre imalat (İng. Computer Aided Manufatruing)”, “bilgisyar destekli endüstri (İng. Computer Aided Industry)”, “bilgisayar destekli tasarım (İng. Computer Aided Design)” gibi çok çeşitli yeni kavramlar kazandırmıştır.
66 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
3.4.2 Üretim Yapısındaki Değişim: “Esnek Üretim Sistemi”
Post-fordizmin üretim yapısı “esnek üretim sistemi (İng. flexible manufacturing system)” üzerine inşa edilmiştir. Esnek üretim sisteminden bahsetmeden önce, bu aşamaya gelinceye değin üretim yapısının geçilen aşamaları kısaca şöyle sıralanabilir;
i.) Basit Elbirliği
Teknoloji kullanmaksızın çok sayıda işçinin biraya gelişi ile tesis edilen bu yapı ile değişik ve daha ileri emek araçları halen kullanılmıyor olsa da, emeğin ritmini ortaklaştırmış, ritmi egemenin denetimi altına sokmuştur. Böylece üretimin canlı öğesinin örgütlenişinde yeni bir ortaya çıkmıştır. Emeğin üretici gücü, bu şekilde teknolojideki bir yenilik aracılığıyla değil, ancak emeğin yeniden örgütlenişiyle artırılmıştır ve yalnızca “basit elbirliği” ile sağlanabilmiştir.
ii.) Manifaktür
Manifaktür üretimi ise yine aynı emek araçları ile aynı iş kolunda, üretim sürecine derin bir işbölümünün sokulması ve işçilerin bu işbölümünün kollarında uzmanlaşmaya yönlendirilerek, üretkenliklerinin arttırılması sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla başlangıç itibarı ile, işbölümü basit elbirliğinin çeşitli iş kollarında bir araya getirilmelerinden başka birşey değildir.
iii.) Makineleşme
Manifatür tipi üretim yapısında toplumsal emek sürecinin örgütlenmesi işçiler arasında ortak bir ritim ve uzmanlaşma yaratmak amacıyla özneldi. Oysa makineli büyük sanayide ortada tamamen nesnel bir organizma söz konusudur. Watt‟ın buhar makinesi ile başlayan bu dönem ; emek sürecinin ortaklaşa niteliği, emek aracının kendisinin zorladığı teknik bir gerekliliktir. Makineli üretimde süreç tümüyle incelenmiş, manifaktür döneminde pek çoğu ayrı ayrı zanaatçılarca gerçekleştirilen aşamaların önemli kısmı tek bir makinede birleştirilmiş ve bütün iş aşamaları arasında zorunlu bir süreklilik çıkmıştır.
iv.) Bilimsel Dönem: Taylorizm
Bu dönem, Taylor‟un “Bilimsel Yönetim” ilkelerinin uygulanmaya başlaması ile kendini göstermiş olan bir süreçtir. Taylorist üretim yapısının
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 67
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
temel ilkeleri kısaca şöyle sıralanabilir; emek sürecinin becerisizleştirilmesi ve basitleştirilmesi yoluyla üretim sürecinin parçalanması, emek sürecinde düşünme ve eyleme işlevlerinin birbirinden ayrılması, eyleme işlevinin merkezi bir düşünme noktasınca planlanarak önceden belirlenmesi.
v.) Fordizm
Fordist üretim yapısı, önceki bölümlerde de değinildiği üzere, Fordizm emekle birlikte makineli sistemin fabrika sistemi içinde yeniden düzenlenmesinin ifade etmektedir. Böylece fordizm emekle birlikte emek araçlarının yeniden organizasyonu biçimidir. Taylorizm işçiyi makine başında örgütlerken, fordizm bilindiği gibi bant tipi üretim sistemini üretim yapısı içerisine sokmuştur. Fordizm ekonomik düzlemde, Taylorizmin aksine yalnızca işliklerle sınırlı olmayan; üretim ve tüketim kalıplarının belirlenmesi, piyasa koşullarının yeniden düzenlenmesi gibi daha geniş bir çerçeveyi dile getirmektedir.
vi. ) Esnek Üretim Sistemi
Fordist üretim sisteminde söz konusu olan kitlesel üretim ve örgütlenmedeki yüksek standartizasyon; koordinasyon ve kontrol maliyetlerinin artmasına neden olmaktadır. İşbölümünün derinleştirilmesi kontrolün zaman içinde bir sorun olarak belirmesine neden olmuş ve özellikle kriz dönemlerinde kontrol maliyetleri firmalar için bir dezavantaj etkeni olarak ortaya çıkmıştır. Fordist fabrikalar çok büyük sayıda ve işlevi üretim sürecinin gözlenmesi, üst düzey yönetime aksaklıklar ve işçiler hakkında rapor sunmak olan bir ara yönetim kademesi istihdam etmek zorunda kalmıştır.
Artan maliyetler sorununa ek olarak, fordizmin emek süreçlerini parçalayan ve vasıfsızlaştıran yapısı da işe yabancılaşma durumunun, dolayısıyla da iş doyumsuzluğu sorunun baş göstermesine yol açmıştır.
Bu sorunların başını çektiği nedenler dolayımı ile işlevini yitirmeye başlayan fordist üretim yapısı, 1970‟li yıllardan itibaren yerini esnek üretim sistemine bırakmaya başlamıştır.
Post-fordist dönemde “esnek” bir üretim organizasyonunun şu iki soruna çözüm getirmesi öngörülmüştür;
- Fordist teknoloji düzenlemesinin içinde barındırdığı zaman kaybı ve kalite düşüklüğüne neden olan sınırlılıkların aşılması
68 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
- Fordist emek örgütlenmesinin neden olduğu işe yabancılaşma sorunlarının en aza indirilmesi
“Esneklik (İng. Flexibility)” kavramı istihdam hacim ve biçimlerinde, ürün niteliğinde, emek piyasalarında, iş pratiklerinde, teknolojide, organizasyon formunda katı Fordist düzenlemelerin ve standartizasyonun esnetilmesi, yumuşatılması anlamına gelmektedir. Kavram temel olarak “içsel esneklik” ve “dışsal esneklik” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincisi işletme içerisindeki ve daha çok da işlik düzeyindeki değişiklikleri anlatmaktadır. Esnek üretim “içsel esneklik” ile ilgilidir. İkinci esneklik tipi ise işgücünün yeni istihdam biçimlerini ve firmanın başka firmalarla yeni ilişki biçimlerini tanımlar. Üretim dizgesi içindeki çeşitli işlerin sözleşmeler yoluyla başka firmalara devredilmesi bu kapsamda anılabilir.
Esnek üretim sisteminde, teknolojinin özelleşmesi fordizme oranla düşerken, ürün farklılaşması yükselmiştir. Diğer taraftan üretim süresi de esnek üretimde, fordizmden daha kısadır.
Esnek üretim sistemi ilk olarak Avrupa‟da uygulanmış ve kullanıcıları kısa sürede onun düşük hacimli, yüksek çeşitlilikteki malların üretimi için uygun olduğunu fark etmişlerdir. Sistemin gelişimi, ancak bilgisayar teknolojisinin gelişimi ile gerçekleşmiştir. Bu üretim sisteminde mikro-elektronikler ile mekanik mühendisliği küçük ölçekli üretim için birleştirilir. Süreçte bilgisayarlar makineleri, diğer çalışma istasyonları ve transportu kontrol edip, bilgi kontrolünü sağlarlar. Bu da isteğe göre az sayıda ürün üretimini olanaklı kılar. Bu sayede de maliyet minimizasyonu ve kalite artırımı sağlanmış olur.
Bir esnek üretim sisteminde bir kaç “esneklik” tipi olmalıdır. Sistem değişen ürün miktarı gereksinimlerine, parça değiştirmeye, yeni parçalar almaya, dizayn değişikliklerine uygun olmalıdır. Beklenmeyen durumlara uyum sağlayabilmelidir. İşte bu tip “esneklik” bilgisayar yazılım programları ile sağlanabilmektedir. Aslında esnek üretim sistemi “bilgisayar destekli üretim” ve “bilgisayarla entegre imalat” teknolojilerinin doğal bir eşidir. Sistemde bütün karar ve hareketler, anlık olarak, hiç bir ya da çok az insan müdahalesi ile sürdürülür. Bu bağlamda esnek üretim sisteminin temel amaçları şu şekilde belirlenmektedir;
- Kontrol edilmeyen değişken sayısının azaltılması, üretim planındaki sapmaları tanımlayacak ve hızla reaksiyon gösterecek aletlerin sağlanması, insan iletişimine bağımlılığın azaltılması işlemleri aracılığı ile operasyonel kontrolün geliştirilmesi
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 69
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
- Operatörlerin makine alanından uzaklaştırılması, yüksek becerili makinistlere bağımlılığın azaltılması, makine operasyonlarını geliştirecek katalizörlerin kullanılması işlemleri aracılığı ile emeğe doğrudan bağımlılığın azaltılması
- Mühendislik değişiklikleri, işlem değişiklikleri, alet yetersizliğinin giderilmesi, makine yetmezliğinin giderilmesi gibi yöntemlerle kısa dönemli sorumlulukların geliştirilmesi
- Ürün hacminin değiştirilmesi, yeni ürün uygulamaları, farklı parçaların karışımı yöntemlerinin hızlı be kolay uygulanması ile uzun dönemli birikimin geliştirilmesi
- Makine kullanımını artırmak amacıyla, el müdahalesi yerine otomasyonun kullanılması, makinelerin durmasını engellemek için hızlı transfer araçlarının kullanılması, makinelerin değiştirilmesi sürecindeki makine programlama/ kurulma aşamasının elimine edilmesi
- Stok miktarının azaltılması amacıyla; büyük üretim miktarlarının azaltılması, stok döngüsünün geliştirilmesi, “tam zamanında üretim (İng. just in time production)” için planlama aletlerinin geliştirilmesi
“Tam zamanında üretim” kavramı esnek üretim sisteminin en önemli unsurlarından birisidir. Üretim sürecinin, kullanılabilir parçaların gereksinim duyulduğu anda elde edileceği tarzda yeniden düzenlenmesi demektir. Stokun azaltılması tam zamanında üretimin yararları arasında yer almakla birlikte, kalite siz ürünlerin, üretim zamanının ve sermaye harcamalarının ciddi oranlarda azaltılması sistemin en önemli faydaları olarak belirtilmektedir.
3.4.3 Emek Gücünün Yapısındaki Değişim: “Esnek Uzmanlaşma”
Post-fordist süreçte emek gücünün yapısındaki değişimi betimleyen en uygun kavram “esnek uzmanlaşma”dır. Endüstriyel bölünme yaklaşımı olarak ifade edilen bu oluşum Amerikalı sosyologlar Charles Sabel, Michael Piore ve Jonathan Zeitlin, Paul Hirst (Sabel, 1982; Piore ve Sabel, 1984; Sabel ve Zeitlin, 1985; Hirst ve Zeitlin, 1989,1991) tanımlanmıştır.
Piore ve Sabel‟e göre, bilgisayarlı üretim döneminde Taylorist-Fordist emek ve teknoloji örgütlenmesinin ortaya çıkardığı emeğin, emek aracı olan makineye tâbiiyet durumu tamamen değişmiştir. Artık, emek gücü makinenin kullandığı, parçalanmış , kendi emeği ve emek aracı üzerindeki kontrolünü
70 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
yitirmiş emek gücü değildir. Tam tersine makine insanın kontrolüne girmekte, böylelikle insanın yaratıcılığı fiziksel ve entelektüel kapasiteleri gelişmektedir.
Bu bağlamda post-fordist dönemin hakim emek gücünün temel niteliği önceki dönemlere kıyasla olağanüstü eğitimli olmasıdır. Emek gücü katmanlarının önemli bir kısmında yüksek düzeyde beceri, formel bilgi iyeliği ve öğrenme kapasitesi gerekli şartlardır. Günümüzde oldukça popüler olan “bilgi işçisi” deyimi de post-fordist döneme aittir. Bilginin, sermaye kadar önemli bir üretim faktörü haline gelmesi dolayısıyla zihinsel üretimin ön plana çıktığı söz konusu dönemde, “bilgi işçileri” sınıflar kuramında “Kogniterya (İng. cogniteria ) sınıfı” olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Kogniterya‟nın diğer bir çarpıcı özelliği çalıştığı kuruluşa ya da patronuna bağlılıktan ziyade sahip olduğu bilgi çerçevesinde yaptığı iş öbeğine bağlı olmayı tercih etmesidir. Bu bakımdan post-fordist dönemin emek gücü kuruluşlar arasında sürekli dolaşım halindedir. Kogniterya sınıfının tesis edilmesi ile “düşünme” ve “eyleme” faaliyetlerini birbirinden ayırmayı öngören Taylor‟un bilimsel yönetim ilkeleri geçerliliğini kaybetmiştir. Kogniteryanın emekçisi hem düşünen (planlayan), hem de eyleyendir.
Atkinson‟a göre emek gücünün dört farklı “esneklik” türü söz konusudur; “işlevsel esneklik”, “sayısal esneklik”, “çalışma zamanı esnekliği” ve “ücret esnekliği”.
“İşlevsel esneklik” işletmenin kendi bünyesinde istihdam edilmiş emek gücü ile ilgilidir. İşletme içerisinde, işbölümü ve çalışma organizasyonundaki parçalanmanın tersine döndürülmesini ifade eder. Yani işlevsel esneklik Taylorizmin bilimsel yönetim tezinin tam aksini savunmaktadır. İşin zenginleştirilmesi, işgücünün işletme içi rotasyonunun sürekli kılınması, iş ortamının iyileştirilmesi, hizmet içi eğitimlere önem verilmesi, dolayısıyla işe yabancılaşmanın engellenerek iş doyumunun sağlanması ve böylelikle verimin arttırılması temel amaçtır.
“Sayısal esneklik”, sermayenin işgöreni dilediği gibi işe alabildiği ve dilediği gibi kolaylıkla işten çıkarabildiği düzeni ifade eder. Post-fordist dönemde hakim olmaya başlayan bu yaklaşım, günümüzde işten çıkarmalar konusunda zaman zaman Keynesyen döneme özgü hukuki engellere takılıyor olsa da gün geçtikçe daha fazla geçerlilik kazanmaktadır. “Sayısal esnekliğin” hüküm sürdüğü yeni düzende proje bazlı istihdamlar ön plana çıkmaktadır. Bu bakımdan bir firmanın çalıştırdığı iş gören sayısı ve niteliği de önüne gelen projenin büyüklüğü ve cinsi ile orantılı olarak sürekli değişmektedir. Sayısal esneklik bütün bunlarla beraber iş güvencesinde zayıflamayı da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla iş güvencesi olgusunun besleyen tazminat
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 71
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
mekanizmalarının yok edilmesi ve sendikal hareketlerin eritilmesi sayısal esnekliği temel hedefleri arasınadır.
“Çalışma sürelerinde esneklik”, “sayısal esneklik” ve “ücret esnekliği” ile doğrudan ilişkilidir. İstihdam edilmiş iş gören sayısının ve iş gören ücretlerinin, işverenin talepleri doğrultusunda belirlenmesinin sağlanması için çalışma sürelerinin katılığı yeni dönemde yok edilmeye çalışılmaktadır. Çalışma süresi esnekliği yine proje temelli iş üreten işletmelerin çalışma mantığı ile çakışan bir yapılanmadır. Söz konusu yapılanma da önemli kılınan unsur çalışma sürelerinden ziyade işin neticesidir. Çalışma sürelerinin esnetilmesi ilk anda iş gören üzerindeki işveren denetiminin azaltılması gibi görünse de, esasında burada tam tersi bir yöneliş mevcuttur. Çünkü iş güvencesinin olmadığı koşullarda, iş gören doğrudan doğruya kendisine atanan projenin sonucundan sorumlu tutulmaktadır.
“Ücret esnekliği” ise ücretlerin, çalışanların ve işletmenin (kurumun) performansına göre ücretin belirlendiği sistemi tasvir etmektedir. İşletmenin temel amacı emeği en ucuza satın almak ve kendisi açısında en verimli şekilde kullanabilmektir. Dolayısıyla bu süreçte de yine işveren, yani kapitalist lehine bir oluşum söz konudur.
Diğer taraftan post-fordist dönemde emek gücünün sektörel dağılımında, demografik yapısında ve mesleki dağılımda değişikler olmuştur ve olmaktadır. Bilindiği gibi sanayi devrimi ile tarım işgücündeki azalma post-fordist dönemde de devam etmiştir.
Öte yandan bu dönemde özelleştirmelerden ve liberalizasyon politikalarından dolayı kamu sektörü işgücü oranında genel bir azalma söz konusudur. Özel sektörde ise hizmet sektörünün geliştiği gözlenmektedir. Bunlara koşut olarak emek piyasalarında kadın çalışanların oranı da post-fordist dönemde ciddi artışlar göstermiştir. Aynı zamanda yeni dönemde beyaz yakalılar olarak tasvir edilen profesyonel yöneticiler, satış elemanları, uzmanlar gibi meslek gruplarının mensup sayıların zamanla sürekli artmaktadır.
3.4.4 Örgüt Yapısındaki Değişim: “Esnek Örgüt Yapısı”
Daha önce bahsedildiği üzere, fordist örgüt yapısı içerisinde ikili bir sistem mevcuttur ve bu iki sistemin ayırt edici karakteristiğini iş sürecinde “düşünme (planlama)” ve “eyleme” faaliyetlerinin ayrılması teşkil eder. İşi planlayan grup, iş yapan ekibin her türlü koşullarını belirlemektedir. Bilindiği üzere işin ayrıntılı olarak detaylandırılması, hiyerarşi, sıkı denetim, zaman ve
72 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
hareket standartizasyonları Fordist kurumsal örgütlenme yapısının temel nitelikleridir.
Post-fordist süreçte, fordist örgüt yapısının da ciddi şekilde değiştiği gözlenmektedir. Yeni dönemde büyük ölçekli hiyerarşik yapılardan, küçük ve kendini yöneten işletmelere ve bunların aralarında oluşturdukları piyasa ağlarına ya da işletmeler arası konfederasyonlaşmaya doğru bir gelişme söz konusudur. “Esnek organizasyon” olarak nitelenen bu yapı içerisinde, bir yandan işbölümü önemini yitirmekte, buna koşut olarak çalışanların becerileri çeşitlenmekte ve artmaktadır. Hiyerarşinin eridiği, dolayısıyla denetim mekanizmasının dönüştüğü, herkesi üretim aşamasında kaliteden sorumlu kılan “toplam kalite yönetimi (İng. total quality management)” anlayışının egemen olduğu bir yöneliş bu değişimin temel karakteristiklerindendir. Toffler, bürokratik geleneksel örgüt yapısının, kendi yerini; hiçbir organizasyonun bulunmadığı bir yerde, hiyerarşik düzendeki gibi rahat hareket edebilecek, en ufak bir rüzgara uyabilen ve bir iki yönetim bağı dışında, neredeyse tümüyle özerk modüllerden oluşan bir yapıya bıraktığını söylemektedir. Bu yeni örgüt yapısının diğer önemli bir özelliği de bilgiye dayalı olmasıdır. Drucker, bilgiye dayalı örgüt yapısının kendiliğinden hiyerarşiye ve yönetime daha az ihtiyaç duyacağını belirtmiştir.
Clegg, savaş sonrası dönemde devlet alanında, uluslararasılaşmada ve Fordizmin kalesi olmuş olan alanların ve teşebbüslerin endüstrileştirilmemesinde meydana gelen değişmelerin sonucu olarak, 1980′lerde örgütsel tepkilerin aşikar hale geldiğini ve değişmeleri açıklayabilmek için de post-fordizme örgüt enek örgüt yaklaşımının ortaya çıktığını savunur. Bir post-fordist örgütün temel unsurlarının neler olabileceği, modern örgütlerin bilinen özelliklerinin aksi düşünülerek ortaya konulabilir. Post-fordizmm, fordist dönemin rasyonel bürokratik şekillenmesinin hakim olduğu örgüt şeklinden ziyade, “daha çok organik” ve “daha az farklılaşmış” örgüt şekillerine dikkat çeker.
Rasyonel modern örgütlerin katı (İng. rigid) bir yapıya sahip iken, post-fordist dönemin örgütlerinin genellikle esnek olduğunu belirtmiştir. Örneğin, savaş sonrası dönemdeki Japon teşebbüslerindeki esneklik, onların ussallık (rationality) tarzından ortaya çıkmıştır. Japonların, Weberyen/Fordist örgüt şeklinin ilkelerine muhalefeti ile post-fordist olan bu farklı ussallık tarzının, savaş sonrası Japonya‟sında ortaya çıkmış olabileceğini savunan görüşler söz konusudur. Ortaya çıkan bu ussallık şeklinin özünde, savaşı izleyen yıllardaki uzun süreli çalışma politikası ile ilgili görüşmeler vardır. Bu, geleneksel bürokratik ve Fordist örgütlere mahsus olan çalışma katılıklarını en aza indirmiştir. Çalışma ve çalışanlar ile ilgili esneklik, işin teknolojik sürecini de genişletmiştir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 73
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Post-Fordizm hakkındaki mevcut tartışmanın odağı, iş süreci hakkındaki tartışmalara, firmanın örgütlenmesine, firmalar arası ilişkilere ve üretim ile tüketim arasındaki ilişkilere hakim olan teknik örgütsel sorunlardır. Bütün dikkat, üretimin nasıl “en verimli” şekilde organize edilmesi gerektiği sorusu üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Halal, post-fordist örgütün temel niteliklerini şu şekilde sıralamaktadır; Terorik bilginin artan önemi, profesyonel kariyer, eşitlikçilik (hiyerarşik yapıda düzleşmenin sonucu olarak), otonomi, kolektif karar verme (bu unsur doğal olarak liderlik olgusunda da dönüşümü ifade etmektedir), ürün araştırmaları. Fordizm ise bütün bunların tam karşıtı özelliklere sahiptir. Fordist bir firmada ürün geliştirme, üretim sürecinde değişkenlik ve emek gücünün sorumluluk düzeyleri düşüktür. Diğer taraftan post-fordist örgüt yapısı içinde işçilerin yeniden vasıflandırılması ve işin insanileştirilmesi göze çarpan önemli uygulamalardır.
Post-fordist süreçte örgütlerin görece küçüldüğü ve yerelleştiği görülmektedir. (Sözü edilen sürecin bu eğilimi, devlet örgütlenmesinde söz konusu olan yerelleşmenin kuvvetlendirilmesi yaklaşımlarına da ideolojik temel teşkil etmektedir). Yerelleşme süreci, yine merkezi hiyerarşinin aleyhinde yaşanan bir değişimdir. Yerelleşmenin ve küçülmenin temel unsurlarından birisi matriks tipi örgütlenmedir. Gelişmiş bir matriks yapı, matriksi oluşturan birimlerin çeşitliliğini artıracak ve hareket sınırlarını genişletecek şekilde üç ya da dört boyutunu birleştirmektedir. Matriks yapı ile, sermayeye olabildiğince yüksek düzeyde hareket serbestisi getiren otonom birimlerden oluşan, birimlerin her birisinin özerk tarzda üretken ve ticari ilişkilerini geliştirebildiği, oldukça karmaşık, ancak aynı zamanda da dinamik bir yapı ortaya çıkmaktadır.
3.5 Sonuç
Temelde de bir üretim ve tüketim düzeni olarak betimlediğimiz post-fordizmin etki alanının, üretim ve tüketim kavramlarının anlam alanlarından daha geniş çerçeveli olduğu söylenebilmektedir. Post-fordizmin anlam alanında, emek araçlarında, üretim, emek gücü ve örgüt yapısında değişiklikler olduğu kadar, yaşam biçiminde, kent politikalarında, kültürel değerlerde, devlette, siyaset ve demokrasi anlayışında yaşanan dönüşümlerde bulunmaktadır.
Örneğin, Jessop, ulusal devlet anlayışının etkinliğini kaybetmesini post-fordist anlayışın, ulus ötesinde düşük maliyetli üretim sahaları bulma güdüsü ile ilişkilendirmektedir. Diğer taraftan Mayer, kent yönetimlerinin merkezi yönetim politikalarından giderek daha bağımsız olma ve öncül olarak ulusal politikalardan ziyade, yerel unsurların taleplerini uyarınca politika
74 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
geliştirme istemlerini (yerelleşme eğilimini) post-fordize özgü örgüt yapısı ile ilişkilendirmektedir.
Sonuç olarak, post-fordist birikim rejiminin giderek başat konuma geldiği, yeniden yapılanan dünya kapitalizmi içinde, daha önceki dönemlere özgü emek/sermaye güç dengesinin kapsamlı bir biçimde değiştiği söylenebilmektedir. Bu değişim, eş zamanlı olarak sermayenin yapısında da ortaya çıkan önemli bir dönüşümü yansıtmaktadır. Sermayenin bir bölümü, eskiden olduğu gibi emek ile ilişki ve bütünlük içinde mal ve hizmet üretmektedir. Yeniden yapılanan kapitalizm içerisinde sermayenin diğer bir bölümü ise mal ve hizmet üretiminden kopmakta; kendisine en büyük getiriyi sağlayacak biçimde, dünya ölçeğinde yoğun ve son derece hızlı bir dolaşım sürecine girmektedir. Başka bir deyişle, mal ve hizmet üretimi ile ilgisini koparmış, spekülatif amaçlarla dünyayı dolaşan bir finansman sermayenin giderek büyüdüğü söylenebilmektedir. Bu tür sermaye mal ve hizmet üretimi ile ilgilenmemekte, emek sürecinden kopmuş gözükmektedir. Bu oluşum doğal olarak berberinde yeni bir kültürel değerler setini de getirmektedir. Örneğin, üretim ya da mesleksel başarı gibi davranış motifleri bir etkinlik kaybına uğruyor gözükmektedir. Buna karşılık rantiye tipi ekonomik yapı, bireylerin finasman oyunları ile gelir sağlama çabaları yaygınlık kazanan bir yaşam modunun unsurları haline gelmektedir. Diğer taraftan daha önceki dönemlerde ortaya çıkan güç dengeleri de değişmekte, emeğin sermaye üzerindeki denetimi ve yönlendirmesi giderek marjinalleşmektedir. Aynı zamanda buna koşut olarak spekülatif sermayenin coğrafi sınırlar içerisinde seçim ve temsil ilkesine dayalı siyasal süreçle denetlenebilmesi de zorlaşmaktadır. Temsili demokrasinin krizi olarak nitelenen ve günümüzde yoğun olarak tartışılan söz konusu yeni konjonktürün post-fordist evrilme ile ilişkisi oldukça kuvvetlidir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 75
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
76 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
4. ÜNİVERSİTELER, SORUNLAR VE
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Türkiye coğrafya ve nüfus açısından dünyanın ilk otuz ülkesi
arasındadır. Nüfusun önemli bir kısmı gençtir. İlk-orta öğretime giden öğrenci
sayısı oldukça kalabalıktır. Genç nüfus gelecek projeleri açısından pek çok
kesim için önemli bir avantaj olarak algılanmaktadır. Aynı zamanda siyasal
iktidarın propagandif bir şekilde kullanmaya çalıştığı verileri temel aldığınızda
dünyanın 13. Büyük ekonomisi ve son yılın en hızlı büyüyen ülkelerden biriyle
karşı karşıya olduğunu varsayabilirsiniz. Aynı veriler eğitim bütçesinin arttığını
eğitimin teknolojiyle örtüşme kapasitesinin yükseldiğini ortaya koyabilir. Bu
verileri ilk-orta öğretimin teknoloji ile donatılmasını temel alan “fatih” benzeri
projelerle örtüştürdüğünüzde eğitimin seviyesinde ve kalitesinde ciddi bir
yükselme beklentisi içerisine girmeniz gerekir. Oysa anlatılanlar yaşanan ne
yazık ki birbirine hiç uymamaktadır.
Eğitimin kalitesini ölçmenin en önemli parametrelerinden birisi
sanırız uluslar arası ölçekte kıyaslama yapmak oluşturacaktır. Böylesi bir
kıyaslama için derin istatistikî ve analitik bilgilere ihtiyaç olduğu iddia edilebilir.
Ancak klasik anlamda kalitenin ölçümünü sağlayan önemli argümanlar yaşam
tarafından bize sunulmaktadır. Bu argümanların başında bilimsel sosyal ve
sanatsal araştırma çalışma ve üretimleri değerlendiren uluslar arası
kuruluşların yıllardır dağıttığı ödül ve destekleri gelmektedir. Dar‟ül-fünun‟nun
1863‟te kurulmasıyla başlayan üniversite maceramıza bilimsel hayatımızda
dünya çapında özgün fikir teori ve buluşların üretilmemiş olması Nobel başta
olmak üzere herhangi uluslar arası bir kuruluş tarafından söz konusu teori fikir
ya da buluşun değerlendirilmeye alınmamış olması üniversiter hayatın
Türkiye‟deki iklimini izah etmeye yeter bir veri olarak ortada durmaktadır. Kısa
yoldan bu iklimi özetlersek üniversite coğrafyasının bir çölü andırdığını
söyleyebiliriz. Türkiye üniversiteleri bilimsel teknolojik gelişmişlik düzeyi
sanatsal kültürel felsefi tartışma ve yaşam koşulları kültürel dokusu demokratik
yapısı öğretim üyelerinin öğrencilerin yaşam koşulları açısından kıraç bir çölden
farksızdır.
Üniversiteler yeni bir yıla geçmişten devraldığı sorunları büyütüp
katlayarak girmektedir. Yeni yılın son haftasına denk gelen İstanbul
emniyetinin bir mahkemenin bir yargıcına çıkarttırdığı mahkeme kararı
üniversiter özgürlük insan hakları ve çağdaşlık açısından içinde bulunduğumuz
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 77
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
durumu vahametini bütün çıplaklığıyla sergilemektedir. İstanbul polisi İstanbul
mahkemesine 1 yıllık sıkıyönetim kararı aldırmıştır. Sıkıyönetim kavramı alınan
kararın içeriğini açıklama açısından vurucu ve yeterli bir kavramdır. İstanbul
polisi bir yıl boyunca İstanbul üniversitesi Beyazıt kampusunda ve çevresinde
istediği öğrenciyi her çeşit aramayı yapma izni almıştır. İstanbul polisi bu
mahkeme kararıyla temel insan hakları uluslar arası belgeler ve cumukla
kazanılmış bütün hakların kıyısından dolaşmış bütün bu kanunsal hakları
aşarak sıkıyönetim dönemini andırır. Haklar kazanmıştır. Söz konusu mahkeme
kararı veren hukuk sistemi bu kararı isteyen iç işleri bakanlığı veya onun
emniyet müdürlüğü kararın uygulanmasına katkıda bulunan üniversite rektörü
sessiz kalan üniversite üst kademesi ve YÖK topyekûn üniversite öğrencilerine
potansiyel suçlu ilan etmişler Beyazıt kampusunu ve çevresini suç bölgesi
olarak açıklamışlardır. Bu karar geçmişin olağanüstü hal bölgesinde bugün
uygulamaya konulan girilmez bölge uygulamasının metropol şehirlere
uyarlamasından başka bir şey değildir. Polisin üniversite yönetiminin
öğrencilere bakış açısını fiiliyatta Dolmabahçe olayları bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkarmıştır. Fakat gözden kaçırılan Dolmabahçe‟de sergilenen tavrının aslında
polisin üniversite öğrencilerine yönelik rutin uygulamalarının basın tarafından
teşhir edilmiş hali olduğudur. Üniversiteler polisin rahatça girebildiği kimlik
sorup müdahalelerde bulunabildiği yönetimlerin polis fezlekeleri ve
bilgilendirmeleri doğrultusunda soruşturmalar açıp öğrencileri
cezalandırabildiği birer yarı açık cezaevi konumundadır. Uygulamayı
taçlandıran bir başka örnekse Celal Bayar üniversitesi rektörünün protestocu
öğrencilere yönelen tepkisinin TV ekranlarına yansıyan görüntüleridir. Rektör
açıkça üniversite öğrencilerini atmakla tehdit ederken polisleri şirketinin
güvenlik elemanları gibi algılamış ve öğrencilerini kendi şirketinde beğenmediği
işçiler gibi okuldan atmakla tehdit etmiştir. Kabahatini örtmek için yeterince
polisin mevcut olduğunu ve onların zaten öğrencileri dağıtmaya hazır
olduğunu, kendisinin bağırıp çağırıp okuldan atma tehditleri yağdırarak polisin
müdahalesini engellediğini savunan beter bir mazeret ileri sürmüştür. Aslında
rektör tavrı ve açıklamalarıyla malumu izah eden bir durum sergilemiştir.
Üniversiteler rektörleri arka bahçesi ve ticarethanesidir. Öğrenciler
basit sıradan aktörlerdir ve bir patron fabrikasında işçilerle nasıl bir hukuk
kuruyorsa ve fabrikayı nasıl mülk edinebiliyorsa üniversite yönetimi içinde
üniversite kampusları patronların mülkiyetindeki fabrikadan farksızdır. Çıkarılan
iş kanunlarıyla işçileri rahat rahat işten atmak isteyen patronlar gibi rektörlerde
ağızlarından köpükler saçarak öğrencileri okullardan atmak istemektedir. Celal
Bayar üniversitesi rektörünün ortaya koyduğu mantığın hâkim mantık olduğu
78 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
düşünüldüğünde üniversiter yaşamın demokrasi kavramının kıyısından bile
geçmediği görülecektir.
Üniversiteler sadece akademik ve demokratik açıdan değil fiziksel
açıdan da derin sorun ve sıkıntılarla yüz yüzedir. Pek çok kasaba ve şehirde
kasabayı ve şehri canlandırmak ekonomik olarak kalkındırmak mantığıyla
kurulan fakülte ve yüksekokullar fiziksel kapasite bakımından
büyükşehirlerdeki pek çok liseden bile geri imkânlara sahiptir. Akademik
açıdan en kıdemli hocanın bir ya da iki tane yardımcı doçentten oluşan
kadrodan teşekkül ettiği barınma imkânlarının neredeyse sıfır düzeyde olduğu
ve üniversite öğrencilerinin çevre halk tarafından ticari meta olarak görüldüğü
bu okulların diplomaları da şirketler bazında karşılıksızdır. Aynı sıkıntının büyük
şehirlerdeki devlet üniversitelerini sardığı da görülmelidir. Özellikle İstanbul ve
Ankara‟da yoğunlaşan özel üniversiteler eğitimin metalaştırıldığı yeni politikalar
sürecinde devlet üniversiteleri ile rekabete girmekte ve ne yazık ki bu rekabete
devlet üniversiteleri çok geri koşullarda başlamaktadır. Fiziksel imkânlar
akademik kadro kültürel ve sanatsal yaşam açısından özel üniversiteler devlet
üniversitelerini çoktan geride bırakmıştır.
Üniversite öğrenci gençliği üniversitenin yukarıda izah ettiğimiz
klasik sorunların yanı sıra güncel yeni bir sorunla da boğuşmaktadır. Aslında
sorunu ortaya çıkaran doğrudan üniversite hayatına etkide bulunan neoliberal
ekonomi politikalarının yürürlüğe koyduğu uygulamalardır. Bu uygulamaların
en pratik sonucu üniversite öğrenci gençliğini işsizlik sorunu ile yüz yüze
gelmesidir. Gerek özel üniversitelerle girişilen rekabet mücadelesine
kaybedilmiş olması gerekse yeni ekonomi politikalarının hayata geçirdiği
istihdam uygulamaların doğrusal yansımaları devlet üniversitelerini bitiren
öğrencileri devlet memuru olmaya iteklemektedir. Burada da trajikomik
durumlar ortaya çıkmaktadır. Üniversite öğrencilerinin durumunu izah eden en
trajik görüntülerden birini Türkiye kömür işletmelerinin eleman alımlarında
uyguladığı sınav görüntüleri oluşturmaktadır. Binlerce üniversite mezunu
madende işçi olabilmek için girdikleri uygulamalı sınavda kömür elemiş ve
kalas taşımıştır. Yani o kadar yıl süre akademik okuma faaliyeti dershaneler
sınavlar finaller ve alınan diploma kalas taşımak içinmiş. Durumu izah eden
somut verilerse devlet memurluğu sınav sisteminde gizlidir. KPSS adı verilen
sınavlara 2010 yılında bir bucuk milyona yakın insan girmiştir. Devletin bütün
yıl içinde yüz bin memur alacağını açıkladığı bu kadronun kırk binini
öğretmene ve en az bir o kadarının polisten oluşacağı düşünüldüğünde işsizlik
sorununun üniversiteler açısından can yakıcı olduğu bütün boyutuyla ortaya
çıkmaktadır. Bu sorunun trajik sonuçları 2009 yılında tüm boyutlarıyla
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 79
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
sergilenmiştir. 17 KPSS adayı üniversite öğrencisi başarısızlık nedeniyle intihar
etmiştir. Ne yazık ki bu intiharlar bile kimsenin kılının kıpırdamasına yol
açmamış hem kamuoyu hem de devlet bürokrasisi derin bir tevekkül içerisinde
intiharları seyretmişlerdir. Bu seyredişin yeni intiharların darağaçlarını
kurduğunu ve ilmiklerini sıktığını görmek gerekir.
Durumu anlaşılır kılabilmek için sadece eğitim fakülteleri
mezunlarının pozisyonunu izah eden verilere başvurmak bile yeterli olacaktır.
2009da eğitim fakültesini bitiren 49 bin öğrenciye karşılık KPSS‟ ye 244 bin
öğretmen adayı başvurmuştur. İşsiz öğretmen sayısı 270 bindir. Her yıl eğitim
fakülteleri ve edebiyat fakültelerinden 100bin öğretmen adayı mezun
olmaktadır. Bu durumun çıplak sonucu 2012 yılında 400 bin işsiz öğretmenin
var olacağıdır. Milli eğitim ise 2011 için 40bin öğretmen alacağını açıklamıştır.
Eğitim-Sen verilerine göre milli eğitim okullarındaki öğretmen açığı 400bin
civarındadır. İşsiz üniversite mezunları yoğun olarak iş bulabilecekleri polislik
sınavlarına yığılmaya başlamıştır. Bu sınavlara girenlerin arasında çok miktarda
hukukçu, mühendis ve öğretmeni görmek artık şaşırtıcı değildir.
Sözün kısası YÖK‟le taçlanan 1863den bu yana üniversite macerası
kısa kesintiler hariç akademik bilimsel ve fiziksel açıdan öğretim üyeleri
çalışanlar ve öğrenciler açısından tam bir sefalet macerası olmuştur. Türkiye
bu süreçten bilimsel kültürel ve sanatsal olarak sıfır verimli çıkmıştır. Bu bilinçli
bir tercihtir. Gerek uluslar arası emperyalizmi gerek gelişen yeni ekonomi
politikalarını ve gerekse egemen sınıfları ve devletin ideolojik ve politik
tercihlerinin doğrusal yansıması budur. Ama kabul edilmelidir ki bu yansıma
artık çıkışsızlığı ifade etmektedir. Sermayenin bu çıkışsızlığa ürettiği cevap özel
ve vakıf üniversiteleri olmuştur. Ama bu üniversitelerin varlığı ve gelişmesi ülke
nüfusunun yüzde 80inin çocuklar için yani halkın ezici çoğunluğu için,
geleceksizleştirilme ve bir nevi insanlıktan çıkarılmaktır. Üniversitelerin tarihsel
macerasını elbette ki üniversitenin yapısı devlet sermaye ve üretimle ilişkisi
ekseninde ele almak, irdelemek sorunların çözümü halkın yüzde sekseninin
çıkarları ekseninde aramak gereklidir.
4.1 TARİHTEN BUGÜNE ÜNİVERSİTELER
Üniversite kavramının kullanılması ortaçağda kentlerin özerkliklerini
ilan ettiği on bininci yüzyılın sonlarıyla on ikinci yüzyılın başlarına denk gelir.
Bu dönemde kent yönetimleri pek çok alanda olduğu gibi eğitim sektöründe de
etkili olmaya başlamıştır. Üniversiter kavramı bu dönemde loncalar temelinde
80 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
örgütlenmiş meslek gruplarını tanımlamak için kullanılmıştır. Bu kavram daha
sonra aşamalı olarak eğitim alanına taşınmıştır. Bu anlamda Bologna, Erkut,
Bale ve Paris üniversiteleri modern üniversitenin prototipi sayılabilir. Bu süreç
13. Yüzyılda tamamlanmıştır. Bu üniversitelerin bir kısmı öğrenciler tarafından
bir kısmı ise hocalar tarafından kurulmuştur.
“Üniversitelerin kuruluşunda hoca ve öğrenci haklarını güvence altına alan
özyönetimi oluşturan kendi yasalarını kendisi koyan ve bunları yazılı olarak
belgelere bağlayan bir özerk sistem oluşturulmuştur.” ( M.A KILIÇBAY) bu
çerçevede üniversitede hocalık yapanlara doktorin sahibi anlamına gelen
“doctor” denmiştir.
a) OSMANLI
Osmanlı İslam temelinde bir eğitimi esas almıştır. Bu eğitimin yüksek
öğretim kurumu karşılığı medresedir. Türk tarihinin ilk medresesi Bağdat‟ta
Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye Medresesi‟dir.
Anadolu‟da ilk kurulansa Tokattaki Yağıbasan medresesi olmuştur. 1926
yılında kapatılıncaya kadar 625 yıl Osmanlı 200 yıl Selçuklular olmak üzere 825
yıl yüksek öğretim medresenin denetiminde yürütülmüş ve din bilimleri
aktarılmıştır. Buradan çıkarılabilecek en kısa sonuç Osmanlıda bilimin
sınırlarının İslam dininin sınırlarıyla çizildiğidir. 825 yıl boyunca bilim adına din
hocaları tarafından dersler verilmiş ve kuran öğretilmiştir. Bu durum kendi
doğallığında özellikle Avrupa coğrafyasındaki gelişmelerin çok uzaklardan
seyredilmesini sağlamıştır. Tabi aynı zamanda Avrupa‟daki ilerlemenin neden
bu ülke coğrafyasına uğramadığını da açıklamaktadır. Örneğin doğa bilimleri
yazın ve felsefe gibi alanlarda 826 yılda Kopernikus, Galileo, Descartes, Kant
vb bir isim yetişmemiştir.
Batı üniversitelerinin şekillendiği özerk kent dokuları merkeziyetçi bir
bürokratik yapıya sahip olan Osmanlı için söz konusu olmadığı gibi özerk
kentlerin özerk loncaları bu loncaların özerk eğitim kurumları da Osmanlı için
söz konusu değildir. Medreseler kişi tarafından kurulmuş olsalar bile devlet
gelirleri ile hayatlarını sürdürmüşler ve doğallığında devletin yönetimine
girmişlerdir. Her medresenin ihtiyaçlarını karşıladığı bir vakıf ve bu vakfın bir
seneti vardır. Yönetim ve medresenin işleyişi bu senette yazılır, müderrisler
kaz askerler tarafından atanır. Denetim kadılar tarafından yapılır.
Hayatın zorlaması Osmanlı devletini çeşitli reformlar yapmaya
iteklerken bu reformlar ordu kaynaklı yürütülmüştür. Bu noktada ilk modern
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 81
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
okulların mühendishane kavramsallaştırması adı altında ordu kökenli kurulduğu
görülmektedir. Bu okullar ordu için gerekli olan uzmanları yetiştirmek için
açılmıştır. Devlete ve bürokrasiye egemen olan devleti kurtarma psikolojisi ve
anlayışı cumhuriyet döneminde devleti koruma ve güçlendirme anlayışına
dönüşmüştür. Bu reform süreci Tanzimat‟ta Avrupalılaşma perspektifiyle
hızlandırılmış ve Avrupa tarzı okulların açılmasına evrilmiştir.
Bu noktada günümüz devlet bürokrasisine egemen olan korkunun
Osmanlı bürokrasisine de hâkim olduğunu gösteren somut bir örnek üzerinde
kısaca durmak gerekir. 1846‟da İstanbul‟da bir üniversite açılması kararı
alınmış ancak o dönem Avrupadaki üniversite öğrencilerinin Avrupa
monarşilerine karşı yürüttüğü mücadele sarayı ürkütmüş ve üniversitenin açılışı
ertelenmiştir. 1863de Darülfünun açılmış önceleri sık sık kapatılmasına rağmen
Avrupa‟ya artan oranda öğrenci akımı başlaması üzerine 1900 yılında
kapatılmamak üzere tekrar açılmıştır.
Günümüzde YÖK karşısında sağlamaya çalıştığımız özerklik olgusu
ikinci meşrutiyet döneminde gündeme gelmiştir. İkinci meşrutiyetin üniversite
hayatına en önemli katkısı özerklik tartışmalarını başlatmış olmasıdır. 12 Ekim
1919‟da ilk kez Darülfünun tüzüğüyle birlikte özerklik kavramı üniversite
mevzuatına girmiştir. Mevzuata girme pratik yaşamda herhangi bir değişikliğe
yol açmamış özerklik hep kâğıt üzerinde kalmıştır. Cumhuriyet döneminde
üniversiteler hiç özerk olmamıştır.
b) CUMHURİYET ÜNİVERSİTELERİ
Cumhuriyet kadrolarının temel aldığı modernleşme çizgisi toplum
mühendisliği bakışıyla toplumun yukarıdan aşağıya şekillendirilmesidir. Toplum
adına iyiyi kötüyü doğru ve yanlışı seçip karar veren elit kadro toplumu bu
tercihler doğrultusunda biçimlendirmeye çalışmıştır. 31.05.1933 de Darülfünun
kapatılmış yerine İstanbul Üniversitesi açılmıştır. Rektörün cumhurbaşkanı
dekanın ise Milli Eğitim Bakanı tarafından atanması ile üniversite devlet ile
birleştirilmiştir.
İkinci dünya savaşı sonrası kalkınma eksenli ekonomi politikaları
kalkınmaya endeksli eğitim öğretim sürecini koşullamış bu koşullama mesleki
eğitimi biraz olsun canlandırırken bilimsel gelişmeleri kösteklemiştir. Ezberci ve
sınavlarda not alıp geçmeye dayanan diplomayı temel hedef alan eğitim
anlayışı bilimsel açıdan kısır kadroların yetişmesine yol açmıştır. 1946 tarihinde
çıkarılan 4936 sayılı üniversiteler kanunuyla resmi anlamda üniversiteye
82 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
özerklik verilmiş olsa da bu özerklik kâğıt üstünde kalmıştır. Pek çok öğretim
üyesi düşüncelerinden dolayı üniversitelerden uzaklaştırılmıştır. Ardından siyasi
yazı ve beyanatlarda bulunmak suç sayılmış ve meslekten çıkarılmayı
dayatmıştır.
27 Mayıs askeri darbesinin üniversite açısından karşılığı özerkliğin
anayasaya dâhil edilmesi olmuştur. Ancak bu özerklik merkeze ait değer ve
söylemlerin denetlenmesi biçiminde uygulanmıştır. Ve ne yazık ki bu bile 12
Mart muhtırasıyla anayasadan çıkarılmıştır. 12 Martın uygulamaları onun eksik
bıraktıklarını tamamlama görevini vazife edinen 12 Eylül askeri diktatörlüğü
tarafından tamamına erdirilmiş geçmiş uygulamaların ruhuna rahmet okutacak
yeni uygulamalar devreye konulmuştur.
c) 12 EYLÜL
24 Ocak kararlarının uygulama zeminini yaratmak yükselen
toplumsal muhalefeti sindirmek örgütlülükleri dağıtmak amacıyla -bir dizi
komplonun ürünü olduğu bugün belgelerle açığa çıkmış bulunan – ordu 12
Eylül 1980de iktidara el koymuş ve ülke askeri cuntanın insafına bırakılmıştır.
Darbeciler Milli Güvenlik Konseyi adı altında bir avuç bol yıldızlı generalin keyfi
yönetimine ülkeyi bırakırken sıkıyönetim ve militarist uygulamaların ışığı
altında 12 Eylül askeri diktatörlüğünü kalıcı hale getirecek. 12 Eylül
anayasasını yazmışlardır. Bu anayasa tepeden tırnağa ülkeyi askeri nizamda
bir örgütlenmeye ve yaşama tabi kılmıştır. Eğitimin veriliş yöntemiyle devletin
hükümet etme biçimi arasındaki doğrusal ilişki eğitim kurumlarının da askeri
cuntanın örgütlenme ve yönetme şekline uygun olarak yeniden kurgulanmasını
gerektirmiştir. Bu kurgunun üniversiter karşılığı YÖK‟tür. YÖK ülkeyi cuntanın
demir pençesiyle yöneten askeri konseyin üniversitedeki üniformasız
karşılığıdır. 1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı YÖK yasası ile üniversiteler askeri
kışla mantığına terk edilmiş yüzlerce öğretim üyesi üniversitelerden
kovulmuştur. YÖK‟ü kısaca tanımlamak istersek cuntanın üniversiteye
yansımasıdır diyebiliriz. Tek tipçi merkeziyetçi vesayetçi ve anti-demokratiktir.
İronik olan cuntanın ortadan kalkmış olmasına rağmen YÖK‟ün hayatını devam
ettiriyor olmasıdır. Bu hayatta kalışı sağlayan şey ise bir sürü yamayla ayakta
tutulmaya çalışılan 12 Eylül anayasası ve onun uygulamalarıdır.
Seçimlerle iş başına gelen iktidarlar sivil kıyafetlerin içinde
militarizmin anayasada kendilerine sağladığı bütün iktidar olanaklarını
kullanmak hevesiyle ordudan daha orducu cuntadan daha cuntacı bir pozisyon
almışlar. 12 Eylül anayasasının sürdürülmesi için uğraşmışlar onun kurumlarını
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 83
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
yaşatmak için çabalamışlardır. YÖK var olan haliyle Osmanlı‟dan miras
korkunun sürdüğünün kanıtıdır. Siyasal iktidar bilimsel bilgiyle aydınlanmış
üniversite öğrenci hareketinden ve gençliğinden korkmakta. Bu korkunun
sonucu olarak gaddarlaşmakta ve baskıyı devam ettirmeye çalışmaktadır. 12
Eylülde cuntayı ironi yaparcasına referanduma giden AKP hükümetinin
kendisine yönelen öğrenci muhalefetine karşı takındığı kindar ve öfkeli
tutumun ardında siyasal iktidarlarını gelişmekte olan muhalefete karşı koruma
kaygısı kadar geçmişin korkuları da yatmaktadır. Korku başbakanından
bakanlarına valisinden emniyet müdürüne ve rektörüne kadar tüm bürokrasiye
sirayet etmiş ve onları saldırgan hale getirmiştir.
YÖK, cunta temelli tek tip insan yetiştirmenin üniversitedeki
karşılığıdır. Zira üniversite salt bir bilim üretim merkezi değildir aynı zamanda
bir eğitim kurumudur. Eğitimin temel amacı sanayiye ve devlete ihtiyaç
duyduğu insan tipini yetiştirmektir. Devletin yetiştirdiği insan tipi sorgulamaya,
tartışmaya yasalara körü körüne boyun eğen uşaklaşmış insan tipidir. Devlet
üniversitelerinin eğitimin veriliş yönteminde disiplin ve idare uygulamalarına
kadar her şeyde yapmak istediği iş bu insan tipolojisini şekillendirme çabasıdır.
Bu anlamıyla üniversiteler özgür yaratıcı inisiyatif sahibi bilim insanları ve
teknik elemanlar yetiştirmekten uzaktır. Devlet üniversiteleri devlete bürokrat
yetiştirmektedir. Sınıfların ve amfilerin yapısından derslerin işleniş tarzına
hocaların eğitim karakterinden yurt ve okul disiplin yönetmeliklerine, özel
güvenlik ve polis terörüne, idare terörüne, fiziksel ve psikolojik baskıya kadar
devlet üniversitelerinin karakteri haline gelmiş bütün uygulamalar bu amaca
yöneliktir. Ve kabul edilmelidir ki sorun salt YÖK‟ün kurumsal varlığı değildir.
Mücadele edilmesi gereken aynı zamanda YÖK‟le beraber üniversiter yapılara
öğretim üyelerinin davranışlarına ve derslerin işleniş tarzına hoca-öğrenci,
asistan-danışman ilişkilerine kadar içselleşmiş bulunan YÖK mantığının, bu
mantığa temel oluşturan militarist karakterin, çıkarcı anlayışın kendisidir.
YÖK geldiğimiz noktada klasik neolibarel anlayışla bile çatışır
görünmektedir. Yeni ekonomi politikalarının ortaya çıkardığı esnek üretim tarzı
rekabetçi esnek dar anlamda çok yönlü insan tipolojisine ihtiyaç duymaktadır.
YÖK üniversitelerin var olan yapısını sıradan ve düz insanlar yetiştirdiği
düşünüldüğünde ve bunun karşısında özel üniversitesinin renkli yaşantısı göz
önüne getirildiğinde derdimiz daha anlaşılır bir hal almaktadır. Sermaye YÖK
üniversitelerine kendi alternatifini kendisi yaratmıştır.
YÖK baskıcıdır. Resmi ideoloji ve egemen üretim politikaları dışına
çıkan hiçbir görüş ya da anlayışın YÖK üniversitelerinde yaşam bulma şansı
84 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
yoktur. Bu itibariyle böylesi bir çabaya girenlerin kaderinin Galileo ya da
Bruno‟dan farkı olmayacaktır. 1997-2002 arasında 151 öğretim elemanı
üniversiteden uzaklaştırılmış 357 öğrenci çeşitli disiplin suçlarıyla okuldan
atılmıştır.
YÖK hiyerarşiktir. Hiyerarşi yukarıdan aşağıya anti-demokratik ve
dayatmacıdır. Kendi dışında hiçbir görüşe yaşama ve örgütlenme özgürlüğü
tanımaz. Üniversite YÖK bürokrasisi tarafından cunta mantığıyla yönetilir.
Türban sorununda ortaya çıkan gelişmeler hem YÖK mantığını hem de YÖK
mantığını ortaya çıkaran cunta anlayışının iç yüzünü bu anlayışın üniversite
dokusuna nasıl nüfuz ettiğini bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Resmi
ideoloji ile çatıştığı öne sürülen yaşam tarzını ve bu yaşam tarzının bir sonucu
olan giyim tarzını insanların eğitim özgürlüğünü kısıtlaması ve yok edilmesi
anlamına gelir. Türban yasağı bir döneme hâkim olan siyasi çizginin temel
mücadele bayrağı haline gelirken siyasi çizgideki değişikliğin YÖK eliyle
oldubittiye yaslanarak bu yasa ortadan kaldırma çabası da benzer bir mantığı
taşımaktadır. Zira türbanın yasaklanmasını eğitim özgürlüğü adına itiraz
edenler YÖK‟ün devamında ısrar etmekte yetmemekte aynı YÖK‟ün mantığı ve
kadroları kendilerine itiraz edenlerin özgürlüklerini ortadan kaldırmak için her
şeyi yapmaktadırlar.
Bütün bunların ışığında tekrar özetlemek gerekirse bir deli gömleği
misali ülkeye giydirilen 12 Eylül mantığı bu deli gömleğini üniversite modeli
artık tükenmiştir. Tüm meşruiyeti ve kendisini var eden koşullar miadını
doldurmuştur.
4.2 SERMAYENİN ALTERNATİFİ ÖZEL
ÜNİVERSİTELER
Kapitalizmde bilimsel araştırma ve eğitim sanayinin ihtiyaçları
bağlamında tariflenir. Toplumsal yaşam ihtiyaç ve bilinememezliğin tetiklediği
bilimsel araştırma kapitalizmde tamamen sanayinin ve ticaretin ihtiyaçlarına
endekslenerek köreltilmiş ve bir toplum dışı kılınmıştır. Sermaye bilimsel üretim
üzerindeki denetimini bilimsel üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutarak
sağlamaktadır. Üniversitelerin artan oranda sermaye ve sermaye gruplarına
ekonomik bağımlılığını bu denetimin artmasını ve içselleşmesini sağlamıştır.
Sermaye üniversiteden sadece bilimsel üretim bazında değil teknik
ideolojik ve bilimsel kadro bazında da beklentilere sahiptir. Toplumun
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 85
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
ilerlemesini ve dönüşmesini sağlayacak kadrolar yetiştirmesi gereken
üniversiteler yukarda saydığımız sebeplerle sanayiye ve devlete eleman
yetiştiren meslek okullarına dönüşmüştür. Doğal olarak bu dönüşüm
üniversiter eğitimin karakterini ve veriliş amaçlarını da belirlemiştir.
İkinci paylaşım savaşı sonrası egemen olan fordist üretim tarzı
ihtiyaç duyduğu bilimsel ve teknik kadroyu üniversitelerden yetiştirirken
üniversite eğitimini bu ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tariflemiştir. Fordist
üretim geniş çaplı standart üretim modelidir. Bu üretim modelinde hâkim olan
az bilen makineleşmiş vasıfsız işçilerdir. İşçi üretim bandının basit bir parçasıdır
tek tiptir tek iş yapar üretimin bütünlüğünün bilgisine sahip değildir. Standart
üretimde üretim bantlarının değişmesi büyük maliyetler getirdiğinden bu
değişim nadir olur. Doğal olarak işçi yaratıcı değil düz olmalıdır. Bu üretim tarzı
fabrikanın monoton sıkıcı ve parçalanmış iklimine uygun işçi ve teknik eleman
ister. Bu teknik elemanlar üniversitede yetiştirilir. Bu yetiştirme tek başına
bilginin aktarımı ile ilgili değildir. Ne kadar doğru bilgi verirseniz verin bilginin
alınışını belirleyen şey bilginin veriliş yöntemidir. Bu noktada devletin baskıcı
karakteri ve sermayenin monoton baskıcı tek tip eleman ihtiyacı üniversite
örgütlenmesini de belirlemiştir. Devlet üniversitelerini baskıcı antidemokratik
örgütlenmesi ve eğitimini anti bilimsel karakteri sanayinin ihtiyaçları ve
devletin ideolojik karakteriyle alakalıdır. Korkular üzerine kurulmuş bir
yapılanmanın korkuları yaşatmak için başka şansı yoktur.
Kapitalizme egemen olan aşırı üretim krizi 1970den günümüze kadar
uzanan uzun soluklu bir krize dönüşmüştür. Uluslar arası sermayenin yaşadığı
krize çözümü sermayeyi küreselleştirmek olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum
ulusal piyasaların küresel ekonomiye eklenmesine ekonomik karar yapılarının
uluslar arası finans kurumlarına bağlanmasına yol açmıştır. Karı marjinalize
etme çabası krizden çıkış arayışı üretimin örgütlenmesinde de önemli
değişimleri dayatmıştır. Bu durum soğuk savaşın sona ermesi sonrasında
emperyalizmin içine girdiği yeniden paylaşım mücadelesiyle birleşince
rekabetin artmasını da beraberinde getirmiştir. Artan rekabet maliyetlerin
düşürülmesi arayışını beraberinde getirirken aynı zamanda sosyal hakların
budanması kamu hizmetlerinin kar alanı olarak görülmesi ve metalaştırılması
uygulamalarını dayatmıştır. Kamusal hizmetler piyasanın insafına terk edilmeye
başlanmıştır.
Rekabet koşulları ve karı marjinalize etme çabası aynı zamanda
pazarın sürekli hareketli hale getirilmesi olgusunu tetiklemiş pazarı
esnekleştirmiştir. Pazarın esnekleşmesi üretimin esnekleşmesine paralel
86 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
şekillenmiştir. Üretimdeki esnekleşme bir yanıyla iş koşullarının esnekleşmesi
olarak şekillenirken öte yandan üretim sürecinin parçalanmasını ve hareketli
hale gelmesini dayatmıştır. Bu üretim süreci standart, düz ve inisiyatifsiz teknik
kadroyla ayakta kalamaz. Üretimin bütün sektörleri ister hizmet ister reel
sektör olsun hareketli yaratıcı inisiyatif alan rekabet alan yarışan ve gününün
hayatının tamamını üretimin gelişimine adayan insan tipolojisine ihtiyaç
duymaktadır. Bu tipoloji sürekli olarak üretimin ve pazarın yeni isterlerine
uyum sağlamalı ve kendisini bu isterler doğrultusunda sürekli olarak yenilemek
zorundadır.
Kabul edilmelidir ki cunta mantığıyla yönetilen devlet
üniversitelerinin kışla koşullarında sadece askerleşmiş insanlar çıkar.
Sermayenin günümüzde esnek çalışmayı organize eden AR-GE ve İK gibi
branşlarında ve sektörlerinde çalışacak uluslar arası ekonomi ve uluslar arası
rekabet edecek “çok yönlü” çok dil bilen, çok bilgisayar programı kullanabilen,
inisiyatif alan, kendisiyle iş arkadaşlarıyla ve çevresiyle rekabet kapasitesine
sahip kadroları cunta üniversitelerinden alma şansı ortadan kalkmıştır. Devletin
üniversiteyi kontrol etme ihtiyacıyla sermaye ve devletin üniversite gençliğine
yönelik korkulu rüyaları çakışınca YÖK‟ü ve cunta denetimini üniversiteler
üzerinden kaldırmak yerine yeni bir ana formül üretmek onlar açısından daha
mantıklı gelmiştir.
YÖK yönetmeliğinde 1983 yılında eklenen ek-3. Madde ile vakıfların
kar amacı gütmeden yüksek öğretim kurumu açma hakkı tanınmıştır. 2001
yılında yapılan bir değişiklikle vakıflara devlet yardımı yapılması uygun
görülmüştür. 2005 yılında 2547 sayılı kanunun 56. Maddesi ile vakıf ve özel
üniversitelerin devlet üniversitelerinin yararlandığı imkânlardan yararlanması
koşulu getirilmiştir. Aynı yönetmeliğin 30. Maddesinde vakıflara kendi
bütçelerinin yüzde 45ine kadar yardım yapılması hakkı getirilmiştir.
Sözün özü özel üniversite adı altında kurulan vakıf üniversitelerinin
ana beslenme kaynağı halen devlettir. Devlet kendi bütçesinin önemli bir
kısmını bu okullara ayırmaktadır. Bu okullar aynı zamanda kendi iç
yönetimlerine de sahiptir. Mütevelli heyeti adı verilen bu organlardan genellikle
üniversiteyi kuran sermaye kurumunun ve ailenin ileri gelenleri ve büyük
sermaye grupları temsil edilmektedir. Bu üniversitelerin hepsinin arkasında
ülke ekonomisine yön veren finans ve sermaye grupları yer almaktadır. Bu
üniversiteler hem akademik kadro hem bilimsel yaşam ve araştırma hem
üniversiter yaşam ve sanatsal doku bakımından devlet üniversiteleri ile
kıyaslanamayacak kadar imkân ve olanaklara sahiptir. Uluslar arası bilgi ve
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 87
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
birikimin aktarıldığı uluslar arası piyasa koşullarına uyumlu insanlar
yetiştirilmektedir. Örneğin Eczacıbaşı üniversitesinde iki yabancı dil zorunlu ve
ayrıca iki yabancı dil de seçmeli olarak verilmektedir. Sadece derslerin
müfredatı ve onu veren kadronun uluslar arası karakteri ile değil yaşam
koşullarıyla da devlet üniversitelerinden ayrışmıştır. Ülkenin en önde gelen
entelektüel kadroları yüksek maaşlarla vakıf üniversitelerine kaydırılırken
öğrenciler için bu üniversiteler liberal yaşamın sahte Alamut Bahçeleri gibi
görünmektedir. Örneğin devlet yurtlarında kadın öğrencilerin yurda giriş
saatleri sıkı sıkıya kontrol altına alınır taşrada kız erkek ilişkileri okul ve mahalle
baskısının altında ezilirken Bilkent üniversitesinin kantininde prezervatif
satılmaktadır.
Sorun salt özel üniversitelerin avantajlı konumu değildir. Bir devlet
politikası haline gelen eğitimin metalaştırılması çabası özelleştirmeyi
özendirebilmek için kamusal alanı çürütme siyaseti uygulamaktadır. Bu
siyasetin bilinen temel yöntemi öncelikle kamu sektörünün ekonomik mali ve
fiziksel olarak çökertilmesi ve işe yaramaz hale getirilmesidir. Üniversitelerde
bunun karşılığını özetlemek istersek yapılan ilk iş üniversitelerdeki yetkin
akademik kadroya düşük ücret politikası ve fiziksel imkânsızlıklar dayatılarak
bilimsel araştırmalar ve hareket alanları bürokratik kuşatma altında
daraltılmakta ve akademik kadroya tek seçenek olarak vakıf üniversitelerine
kaçış yolu gösterilmektedir. Böylece devlet üniversiteleri akademik kadro
açısından zayıflatılmakta ülkenin entelektüel birikimi vakıf üniversitelerinin
hizmetine sunulmaktadır. Devletin yürütücüsü olduğu neoliberal politikaların
yansımalarını eğitim tıp ve mühendislik gibi sektörlerde bütün çıplaklığıyla
görebiliriz. Örneğin tam gün yasası uygulamasının tipik sonucu tıp
fakültelerindeki yetişmiş kadronun özel hastanelere kayması olmuştur. Bu
uygulama özellikle taşra üniversitelerinin tıp fakültelerinde bölümlerin
kapatılmasıyla sonuçlanmaya başlamıştır. Yetkin mühendislik, başöğretmenlik
gibi yeni yönelimler benzer sonuçlara sebep olacaktır. Devlet üniversiteleri
akademik fiziksel ve kültürel olarak çökmekle yüz yüzedir.
Yeni ekonomi politikaları açısından bakıldığında metanın onu satın
alanla yani ona ödenen ücretle şekillenmesi anlayışı vakıf üniversitelerinin
yönetici kadro yetiştiren üniversiteler haline getirirken devlet üniversitelerinin
ara eleman ve vasıfsız işçi merkezleri olması öngörülmektedir. Özerkleşme
neoliberal ekonomi ve bu ekonominin eğitim politikaları karşıya alınmadan
sorunları çözmeye muktedir olmayacaktır.
88 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
Çürütme uygulamasının bir başka ayağını üniversitenin bürokratik
kıskaca alınarak işlemez hale getirilmesi ve fiziksel olarak sakatlanması
oluşturmaktadır. Bu uygulamalar taşra üniversitelerini yüksek liseye çevirirken
metropollerde yerleşmiş büyük üniversiteleri çözüm arayışları içerisinde
ticarethaneleşmeye iteklemektedir. Otoparklar kafeler kantinler ve öğrencilere
üniversite personeline yönelik hizmetler özel şirketlere satılmakta üniversiteler
kendi isimlerine kurdukları vakıflarla bu işleri yapmaya soyunmaktadırlar.
Akademik kurum bir sermaye kurumuna dönüşmekte ucuz iş gücünü ise para
sıkıntısı çeken dar gelirli öğrencileri çalıştırmakta ve sömürmekte bulmaktadır.
Bu uygulama öylesine hoyratlaşabilmektedir ki çalışan öğrencilerin sosyal
güvenceleri bile sağlanmamaktadır. Akademik idare patronlaşmaktadır. Piyasa
koşullarına giren üniversite idaresi enerjisini piyasada ayakta kalmaya
aktarmakta araştırmanın ve incelemenin yönelimi piyasaya dönüşmektedir.
Piyasanın bu belirleyici rolü üniversitenin kültürel dokusu ve mimari yapısı
üzerinde de etkide bulunmaktadır. Bunun bariz görüntülerini rektörlüklerin
düzenledikleri şenliklerde görmek mümkündür. Popüler ve yoz kültürün bütün
versiyonları ve yaşam şekilleri bu şenliklerde kendini göstermektedir. Para
kazanma uğruna üniversiter yaşam yozlaştırılmaktadır.
Vakıf üniversiteleri uluslar arası rekabete uyumlu uluslar arası
kadrolar yetiştirmektedir. Bu durum peşinen devlet üniversitelerini bitiren
öğrencilerin hayata pek çok gol yemiş olarak başlaması anlamına gelecektir.
Holdinglere ve bankalara aynı kadrolar için müracaat eden vakıf üniversitesi
mezunlarıyla devlet üniversitesi mezunlarının kıyaslanma şansı bile ortadan
kalkmıştır. Devlet üniversiteleri işsiz, memur, öğretmen ve mühendis
yetiştirmektedir. Devlet üniversitelerinde okuyan yüz binlerce gencin geleceği
elinden alınmıştır. Eğitim metalaşmış meta parası olana geçmiştir.
Bu anlatılanların ışığında geldiğimiz noktada YÖK
üniversitelerine karşı özerk demokratik üniversite talebi yeterli
değildir. Bu talep esas olarak YÖK’ün ortaya çıkış koşullarıyla
ilişkilidir. Geldiğimiz noktada YÖK’ün kaldırılması tek başına
üniversite eğitiminde yaşanan yeni yönelimleri aşmaya yeterli
değildir. Söz konusu olan artık sadece devletin uygulamalarına karşı
çıkmak değil aynı zamanda neoliberal uygulamalara da karşı
çıkmaktır. Yani YÖK’ün kaldırılması talebi özel okulların
kamulaştırılması talebiyle birleştirilmelidir. Bu talebe devlet
okullarına ve taşra okullarına pozitif ayrımcılık talebi eşlik etmelidir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 89
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
4.3 ÜNİVERSİTE NEDİR?
Eleştiri ve analiz değiştirmek üzerine kurulacaksa eğer, bizimde
bunca eleştiri üzerinden çözüm önerilerimizi sıralamamız beklenmelidir. Bu
çözüm önerileri kaçınılmaz bir şekilde bizi alternatif arayışlarına itekleyecektir.
Zira yukarıda tariflenenlerin ışığında Türkiye üniversitelerinin var olan
pozisyonunu bu pozisyon içinde bir takım düzeltme ve reformlar yaparak
değiştirilemeyeceği ayan beyan açığa çıkmıştır. YÖK adı YEK yada YIK olsun
YÖK‟ü var eden koşullar bu koşulların güdülediği hukuksal idari ve bilimsel
mekanizmalar ortadan kalkmadığı sürece eleştirinin hedef aldığı yapının pozitif
bir yönde dönüşme şansı da yoktur. Bu noktada alternatif arayışına
üniversitenin karşılığının ne olduğunun izahıyla başlamak bizi doğru bir
yönelime itekleyecektir. Zira yanlışı temel alarak yapılacak bir çözüm arayışı
kaçınılmaz bir şekilde bizi başka yanlışların kucağına itekleyecektir. Üniversite
nedir?
Bu soruya bir akıl yürütme içerisinden birçok cevap üretilebilir.
Üniversite, bilimsel üretim merkezidir.
Üniversite, bir eğitim kurumudur.
Üniversite, kültürel, sanatsal bir dokudur.
Üniversite, politik bir mekândır.
Cevaplar uzatılabilir. Ama toparlamak gerekirse üniversite tüm
cevapları kapsayan ortak bir bütündür. Üniversite bir yaşam alanıdır. Bilim,
felsefe, sanat ve siyasetin nefes aldığı organik bir bütündür. Üniversite
tartışmalarına üniversiteyi bir yaşam alanı olarak tariflemek bizi otomatikman
nasıl bir yaşam alanı istediğimiz sorusuyla karşı karşıya bırakacaktır. Bu
sorunun ilk ve en kısa cevaplarından birisi demokratik bir yaşam alanı
olacaktır. Yaşam alanını paylaşanlar insanlardan oluşuyorsa ve insanla hayvan
arasındaki en önemli farklardan birini insanın kendi yaşamı üzerinde iradi
müdahalede bulunma hakkı oluşturuyorsa demokrasi kavramı öncelikli bir
kavram olarak karşımıza dikilecektir. İnsanın hayvandan çıkışı doğal bir canlı
olmaktan doğaya rağmen bir canlı olmaya geçişle başlamıştır. Üretim ve iradi
müdahale bu geçişin ana parametrelerinden bir kısmını oluşturur. Bu noktada
insansal yaşam alanları insanların bu yaşam alanı ve bu yaşam alanına hâkim
olan yaşam tarzı üzerinde söz söyleme sahibi olma kapasitesiyle
90 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
tariflendirilmelidir. Demokrasi insanların kendi hayatları ile ilgili karar
süreçlerinde söz sahibi olması olarak özetlenebilir. Bir toplumsal formasyonda
demokrasi yönetsel bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bu noktada toplumsal
formasyonu iç mekanizmalarının ve yönetsel organlarının ve karar süreçlerinin
formasyonun öznelerine ve katılımına açık hale getirilmesi bu katılımı
düzenleyecek kural ve yapıların inşa edilmesi ve toplumun bir bütün olarak
kendi yaşam alanı üzerinde söz sahibi olmasıyla açıklanabilir.
Demokrasi kavramı kendi doğallığı içerisinde solculuğu barındırmak
zorundadır. Üniversitede demokrasiden söz edebilmek üniversitenin idari
fiziksel bilimsel felsefi ve sanatsal dokusu üzerinde üniversite öznelerinin söz
sahibi olmasından söz edebilmek ile mümkündür. Bunun olmadığı yerde yani
demokratik bir yaşamın inşa edilmediği bir yaşam alanında öncelikle
kaybedilen insani kimliğin ve iradenin kendisidir. Çıkışı itibariyle insanın doğa
ve toplum karşısında güçlenmesini sağlayan bilim bu bilimin ve felsefenin
üretim alanı olan üniversitenin bu kimliği taşıma şansı kalmayacaktır.
Bu noktada bir yaşam alanı olarak üniversitenin aynı zamanda
demokratik bir alan olarak yeniden inşası kaçınılmaz bir şekilde bizi üniversiter
yaşamın bütün alanlarında üniversite öznelerinin tamamının söz sahibi
olabilmesini bu söz sahipliğinin kendisinin üniversiteyi çoğulcu bir kimliğe ve
bilimsel bir içeriğe bürünmesini açıklamaya itekler. Bu süreç yaşam alanının
parçaları üzerinde demokratikleşmeyi de zorunlu kılar. Üniversite ile ilgili bütün
karar süreçlerinin üniversitenin öznelerine yani öğretim elemanları, öğrenciler
ve üniversite çalışanlarına açılmasını gerektirir. Bu açılma ister istemez
beraberinde bu öznelerin örgütlenme özgürlüğünü de dayatır.
Bu demokratikleşme çabası bütünsel bir şekilde özerklik kavramıyla
birleşmediği sürece ütopya olmaktan öteye gidemez. Zira siyasal bir tarifleme
olan demokrasi altyapısal karşılıkları olmadan boş laftan başka bir şey değildir.
Üniversitenin demokratik bir niteliğe kavuşabilmesinin yolu bu yaşamsal
formasyonu kendi yaşamını sürdürecek imkân ve olanaklara sahip olmasıyla
mümkündür. Sözün özü ekonomik olarak özgür olmadan siyasi olarak özgürlük
mümkün değildir. Özgürlük kullanabildiğimiz kadar özgürlüktür. Bu noktada
üniversitenin yaşamı sürdürebilmesinin temel yolunun ekonomik imkânlardan,
bu imkanların hangi koşul ilişki ve tarzlarla sağlandığından geçtiğini söylemek
gerekir.
Günümüzde üniversitenin demokratik kimliğine en ağır zarar verenin
üniversiter yaşam dokusunun hayatta kalabilmek için sermaye ve devlete
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 91
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
göbekten bağlılığı olduğunu söylememiz gerekir. Yeni ekonomi politikaları adı
altında pazarlanan neoliberal ekonomi ve bu ekonominin sosyal toplumsal
karşılıkları bu karşılıklar bağlamında neoliberal eğitim politikaları üniversiteyi
daha fazla sermayeye bağlı hale getirmeye başlamıştır. Eğitimin ve kamusal
hizmetlerin metalaştırılması kaçınılmaz olarak meta ilişkilerini metanın içinde
dolaştığı piyasa ilişkilerini dayatmakta piyasa ilişkileri ise rekabet olarak
karşımıza çıkmaktadır. Eğitimin piyasasının kurulması bu piyasa içinde
kapitalizme özgü azgın bir rekabet ilişkisinin de ortaya çıkmasını
tetiklemektedir. Rekabet, eşitsizlik ve seleksiyon olarak bize geri dönmektedir.
Rekabet ilişkileri içerisinde ayakta kalma çabası sanatsal bilimsel ve politik bir
doku olan üniversite yaşam alanını yaşama tutunma ve ayakta kalma
mücadelesi içine çekmekte, ayakta kalabilmek için safradan ilk atılan
demokratik karakter olmaktadır. Safraya eklenen ise bilimsel özgürlük olarak
şekillenmektedir. Ekonomik bağımlılık ilişkisi kaçınılmaz bir şekilde
üniversitenin bilimsel özgürlüğünü de ortadan kaldırmaktadır. Piyasanın
uluslararalılaştığı konjonktürde bizim gibi emperyalizmle bağımlılık ilişkileri
kurmuş olan ülkelerde eğitimin kendisi de bu bağımlılığın paralelinde
şekillenmekte kendi içinde bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmektedir.
Diyebiliriz ki hâkim olan eğitim politikası tepeden tırnağa emperyal bağımlılık
ilişkilerinin bu ilişkilerin şekillendirdiği ekonomi politikalarının koşullaması
ekseninde şekillenmekte ve bu bağımlılığı devam ettirip yeniden üretecek
olanakları yaratmaktadır. Var olan eğitim politikalarına karşı çıkmak bu
anlamda emperyalizme ve emperyalizmle kurulan ilişkilere karşı çıkmak
anlamına gelmektedir.
Bu noktada varılan rekabet ilişkilerinin eğitim sektöründe yıkıcı bir
rol oynadığı koşulların eşitlenmediği bağımlılık ilişkilerinin sona ermediği bir
momentte demokrasinin ve bilimsel özgürlüğünde boy vermeyeceği
görülmelidir. Soru bağımlılık ilişkilerinin eşit koşullarda ve sermayeden
emperyal ilişkilerinden bağımsız bir şekilde nasıl sona erdirileceği sorusudur.
Neoliberal ideolojinin yaygın ve parlak karşı çıkışına rağmen söz konusu olan
devletleştirme ve devletin mali yükü sırtlaması olarak cevaplamak derdimiz
açıklamak açısından izah edicidir. Devletin ekonomik olarak üniversiter eğitimin
yükünü sırtlaması doğal bir şekilde “her şeyi devlete bağlayarak bağımsızlığı
yok ediyorsunuz” itirazıyla karşılaşılacaktır. Bu itiraz baştan manüplatif bir
itirazdır. Zira devletin ne olduğu devlet kaynaklarının nereden geldiği ve
nereye aktarılması gerektiği sorusunu es geçmektedir. Oysa malum olunduğu
üzere devletin kendisi soyut bir kavramsallaştırmadır. Devlet bir kurumlar
bütünüdür. Toplumun üzerinde şekillenmiş bir yapıdır. Ve tüm kaynaklarını
toplumun kendisinden alır. Doğal olarak devletten toplumdan aldıklarını
92 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
topluma geri vermesi beklenir. Bu noktada eğitim kamusal bir hizmet olarak
devletin finanse etmesi gereken temel olgulardan biri olarak öne çıkar.
Bu tarife ikinci itiraz ise bağımsızlık adı altında devlete bağımlılık
ilişkisinin yeniden üretildiği olacaktır. Bu itirazda boştur. İnsan yaşadığı gibi
düşünür. Ekonomik finansmanın zorunlu bir şekilde bağımlılık ilişkisi yaratması
beklentisi kapitalizmin kendi zihinsel üretiminin bir sonucudur. Özerklik
kavramı tam da devletle üniversite arasındaki bu olası bağımlılık ilişkisini
aşmak için üretilmiş bir kavramdır. Kabul edilmelidir ki sağlanması gereken ilk
şey üniversiteler arası eşitliğin ortaya çıkarılması sermayeye ve emperyalizme
bağımlılığın ortadan kaldırılmasıdır. Devlet kamusal sektörün finansmanıyla
sorumludur. Yapılması gereken bu finans ilişkisinin bir bağımlılık ilişkisine
evirilmesini engellemektir. Özerklik bu bağımlılık ilişkisinin panzehiridir.
Eğitimin bütün maliyeti devlet tarafından karşılanmalıdır. Ekonomik
kullanım hakkı ise eğitim kurumunun kendi iç karar süreçlerine bırakılmalıdır.
Demokratik özerklik kavramsallaştırması bu mantığın özetidir. Böylesine bir
tarifleme kaçınılmaz bir şekilde idari özelliğinde oluşmasını gerektirir. Zira
demokratik bir yaşam olanağı olan üniversitenin demokrasiyi hayata
geçirebilmesi için devletten ve sermayeden bağımsız hale gelmesi
gerekmektedir. İdari özerklik ilk olarak üniversiter organların sermayeden
bağımsız devletten özerk olarak üniversitenin kendi öznelerinin bünyesi ve
karar süreçleri içerisinde oluşması gerekir. Teknik olarak demokrasinin en
klasik işleyişini yani eşit ve adil seçimlerin yapılmasını zorunlu kılar. Bu
seçimler kaçınılmaz olarak çoğulculuğu ve örgütlenme özgürlüğünü içinde
barındırmalıdır. Aynı şekilde üniversite öznelerinin bütününe seslenmelidir.
Ekonomik ve idari özerkliğin sağlanması paralelinde bilimsel
özgürlüğün oluşma imkânlarını yaratacaktır. “ Maddi üretim araçlarını elinde
bulunduran sınıf aynı zamanda entelektüel üretim araçlarını da elinde
bulundurur.” Burjuvazi pozitif bilimlerde üretim araçlarını elinde tutarak sosyal
bilimlerde ise ideolojiyi kullanarak hâkimiyet sağlamaya çalışır. Bilimin üretimi
değil kullanımı sınıfsaldır. Bilimin özgürlüğü bilimin insanlığın çıkarları
doğrultusunda şekillenmesiyle sağlanabilir. Bilimsel üretimin özgür koşullarda
yapılabilmesinin yolu üniversitelerin bir yanıyla araştırma enstitüleri
laboratuarlar ve ekonomik finansla beslenmesiyle bütün bu kurumların
denetiminin üniversiter dokunun kendisine bırakılmasıyla mümkün olurken
diğer yanıyla devletin ve sermayenin üniversite üzerinde kurmaya çalıştığı
politik ve ideolojik tahakküme direnebilecek içsel mekanizmaları
şekillendirmesi ile mümkündür.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 93
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1
Teknokentler ticarethaneleşen üniversiteler sanayi eğitim işbirliği adı
altında üniversiteyi daha fazla sermayeye bağımlı hale getiren yönelimler
bilimsel üretimin yönelişini de toplumsal ihtiyaçlardan sermayenin ihtiyaçlarına
doğru çevirmiştir. Toplumsal ihtiyaçları belirleyen toplumun çoğunluğunun
ihtiyaç ve çıkarlarıdır. Azınlığın kendi çıkar ve ihtiyaçlarını toplumun
ihtiyaçlarıymış gibi sunma masalını bir kenara bırakacaksak toplumun
ihtiyacına yönetilenlerin ihtiyacı anlamamız gerekir. Bu ihtiyaç kendi
paralelinde kaçınılmaz olarak ekolojist bir yönelimi de üretmek zorundadır. Kar
için değil insan için bilim. Üniversitenin özgün ruhuna ortaya çıkış koşullarına
ve doğasına dönmesi anlamına gelecektir. Bilimsel özerklik üniversiter eğitimin
veriliş yöntemlerinden örgütlenmesine ve tercihlerine kadar araştırma
konularına öğretim üyelerinin seçimine kadar müfredatın yapısına kadar
üniversite personelinin söz sahibi olmasını gerektirir.
Sözün özü; demokratik özerklik tanımlaması bir sıfat tamlaması
değildir. Bir niteliksel tamlamadır. Kırmızı elma‟dan kırmızıyı ayırırsanız amorf
bir elma tarifi elinizde kalır. Özerklikten demokrasiyi koparmak istediğiniz her
yerde özerklik bitmiş demektir. Özerk demokratik üniversite tarifi yaşamsal bir
alan olarak üniversitenin felsefi, kültürel ve sanatsal olarak kendini üretebildiği
kaçınılmaz olarak politize olduğu bir hayat tarzını bir yaşamsal dokuyu bir
ekosistemi karşımıza çıkarır. Bu tarifin alt başlıklarını ise yukarıda izah ettiğimiz
mali idari ve bilimsel özerklik oluşturur.
Bir yaşam olarak üniversitenin yönetsel ve akademik yönelimlerinin
yanı sıra aynı zamanda bu alandaki öznelerin yaşamsal konumlanışları da
ciddiye alınmak zorundadır. Yani üniversite personelinin ücret politikası
öğrencilerin barınma ve eğitim meseleleri üniversitenin kültürel ve sanatsal
ihtiyaçları fiziksel ihtiyaçları ve tüm bunların finansmanı yukarıda izah ettiğimiz
mali özerklik kapsamı içinde ele alınmalı politikaların oluşturulması ise
doğrudan demokrasi bağlamında tariflenmelidir.
Demokratikleşme tartışması dışsal bir olgu olarak ele alınmamalıdır.
Darülfünundan bu yanı bağımlılık ilişkileri içerisinde yaşayan üniversitenin idari
baskı koşullarını ve hiyerarşiyi devam ettirmesinin yolunun bu ilişki tarzının
üniversiter doku içerisinde yenide üretilmesiyle mümkün olabileceğini görmek
gerekir. Bir eğitim kurumu olarak devlete sadık uşak sermayeye sorgulamayan
teknik kadro yetiştiren devlete ideolojik görevliler yetiştiren akademik
kadronun kendi hedeflerinden azade bir özgürlük anlayışına ve demokratik
yapıya sahip olması mümkün değildir. Bunun en bariz örneklerini hoca-asistan
hoca-öğrenci idareci-yönetilen ilişkilerinde görürüz. Bu ilişki tarzı ancak
94 | S a y f a D e v - G e n ç
Ka
mp
E
ği
ti
m
Br
oş
ür
ü
demokratik ilişkiler içinde bu ilişkilerin gelişmesi düzleminde aşılabilir.
Demokratik özerklik talebi bu yanıyla üniversitenin kendini baştan yenilemesi
ve kendi iddialarına uygun bir hayata dönmesi anlamına gelmektedir.
Mücadele edilmesi gereken sadece sermaye ve devlet değil üniversite
öznelerinin kendi içlerinde ürettikleri bu kimliğin kendisi de olmalıdır.
Üniversite, kendisiyle hesaplaşmayı da bilmelidir.
YÖK, YÖK kurumları mevzuatı hukuku ve yönetmelikleri
kaldırılmalıdır:
YÖK‟ü ortaya çıkaran cunta anayasası çoğulcu ve demokratik bir
şekilde ortadan kaldırılarak yeniden yazılmalıdır.
Üniversitenin bütün kurumsal yapıları ve karar süreçleri üniversite
öznelerinin katılımlarını açık hale getirmelidir.
Sermayeye bağımlılık ilişkileri yaratan teknokent ve sermaye
projeleri kamulaştırılmalı üniversitenin finansı devlet tarafından
karşılanmalıdır.
Bütün özel okullar ve araştırma enstitüleri kamulaştırılmalı ve idari,
bilimsel ve mali özerklik temelinde üniversiteye bırakılmalıdır.
Vakıf üniversiteleri, özel üniversiteler vb kurumların şekillenmesini
sağlayan yasal ve idari düzenlemeler kaldırılmalıdır.
Öğrencilerin öğretim üyelerinin insanca bir yaşam sürdürmesini
sağlayacak ücret ve burs politikaları devreye konmalı, barınma
sorunları devlet tarafından çözülmelidir.
Üniversiteye ve bilime yabancı tüm kurumsal yapılanmalar özel
güvenlik birimleri ve polisler üniversiteden çıkarılmalıdır.
Müfredat öğretim üyeler ve öğrencilerin katılımıyla yeniden
şekillendirilmeli, milliyetçi şovenist bilim dışı cins ayrımcı öğelerden
arındırılmalıdır.
Eşitsizliği körükleyen SBS ve ÖSS tarzı sınavlar ve ortaöğretimdeki
özelleştirme politikaları terk edilmelidir.
Özellikle kadınların bilimsel faaliyetten uzak durmasına sebep olan
tarihsel süreç toplumsal doku göz önünde tutularak kadınların
akademik sürece katılımını teşvik edecek ve kolaylaştıracak ve
destekleyecek pozitif ayrımcılık temelinde politikalar üretilmelidir.
Ö z g ü r l ü k S o k a k t a d ı r ! S a y f a | 95
29
H
az
ir
an
–
7
A
ğu
st
os
2
01
1