169
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz politik durum değerlendirmesi "yeniden yapılanma" cumhuriyet tarihinde 'y e n i b ir dönüm noktası Mehmet Yılmazer küreselleşme ve restorasyon bağlamında türkiye ekonomisi M. Sinan rus-çeçen savaşı, seçimler ve putin dönemi Ayşe Tansever sendikal harekette yo i ayrımı (avrupa deneyimi üzerine notlar) “Ölüm kendi belgeleriyle birlikte geldi. - Milcadeleyi Yeniden ele alacağız Yeniden başlayacağız Yeniden hep birlikte başlayacağız. Dünyanın büyük yenilgisine karşı Asla tükenmeyen küçük yoldaşla Ya da hafızada Ateş gibi yananla Bir daha ve Bir daha ve Bir daha...” O Juarı Gelma emperyalist egemenlik ilişkileri ve ortadoğu Ömer Demir dünya güçler dengesi içinde kosova olaylarının anlamı Ayşe Tansever kıyam et gününe hoşgeidiniz John Berger Öm er /açiner marksİzm 'i nasıl altüst ediyor? M. Akyol Hasan Oğuz

Yol Şubat 2000 Sayı 7

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Şubat 2000 Sayı 7

D üşünce ve D avranış B irbirinden Ayrılmaz

po litik durum değerlendirm esi

"yeniden yapılanm a" cum huriyet tarihinde

'ye n i b ir d ön ü m noktası

Mehmet Yılmazer

küreselleşm e ve restorasyon

bağlam ında türkiye ekonom isi

M. Sinan

ru s-çe çe n savaşı, seçim ler

ve p u tin d ö n e m i

Ayşe Tansever

sendikal harekette y o i ayrımı

(avrupa deneyim i üzerine notlar)

“Ölüm kendi belgeleriyle birlikte geldi.- M ilcadeleyi

Yeniden ele alacağızYeniden başlayacağızYeniden hep birlikte başlayacağız.D ünyanın büyü k yen ilg isine karşıAsla tükenm eyen küçük yo ldaşlaYa da hafızadaAteş gibi yananlaBir daha veBir daha veBir d a h a ...”

O

Juarı Gelma

em peryalist egem enlik ilişkileri ve o rta d o ğu

Ömer Demir

dünya g ü çle r d engesi içind e kosovaolaylarının anlamı

Ayşe Tansever

kıyam et gününe h oşgeid iniz

John Berger

Ö m er /açiner marks İzm 'i nasıl altüst ed iyo r?

M. Akyol Hasan Oğuz

Page 2: Yol Şubat 2000 Sayı 7

3

Alaz Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti. Sahibi ve Sorumlu Yazılşleri Müdürü

İbrahim Kızıldeli Direniş Şubat 2000 Özel sayısı No:1

Izcariye Çeşmesi Sok. No: 57 / 59 D:6 Çemberlltaş / İSTANBUL

Tel: (0212) 516 37 85 Faks: (0212)517 00 20

E-Posta: [email protected]

ÜÇ AYDA BİR ÇIKAR

Yurtdışı Satış Fiyatı Almanya 10 DMİsviçre 10 SF

politik durum değerlendirmesiI. şenel bir bakışII. kürt hareketfnde stratejik dönüşve gelişmeler karşısındaki tavnmız 12

III. türkiye devrimcihareketinin durumu 28

mehmet yılmazer“yeniden yapılanma” cumhuriyet tarihindeyeni bir dönüm noktası 35

m. sinanküreselleşme ve restorasyon bağlamında türkiye ekonomisi 71

ö. demiremperyalist egemenlik ilişkileri ve ortadoğu 90

ayşe tansever rus-çeçen savaşı, seçimler ve putin dönemi 106

ayşe tanseverdünya güçler dengesi içindekosova olaylarının anlamı 124

john bergerkıyamet gününe hoşgeldinlz 141

mete akyolsendikal harekette yol ayrımı(avrupa deneyimi üzerine notlar) 146

haşan oğuzÖmer laçiner markslzm’inasıl altüst ediyor? 150

BaskıÖzdemir Matbaası (0212) 565 17 74

Page 3: Yol Şubat 2000 Sayı 7

POLITIK DURUM DEĞERLENDİRMESİ

I. G E N E L BİR BA KIŞ

1. U LU S LA R A R A S I B O Y U T

Emperyalist Yeniden Paylaşımİki dünya savaşı ve irili ufaklı sayısız

bölgesel savaşları kışkırtan emperyalist paylaşım; 21. yüzyılın başında bir kez daha bütün ağırlığıyla insanlığın günde­mindedir.

Emperyalizmin karakteristiği; dünya­nın pazar, hammadde, siyasi egemenlik ve toprak bakımından bir kez ele geçi­rilmesi değil, tekrar tekrar ele geçiril­mesidir. Bu gerçeklik; ekonomik ve siyasi bunalımların uluslararası ege­menlik ilişkilerini her bozuşunda yeni­den kanıtlanmaktadır.

Bugünün yeniden paylaşıma dam­gasını vuran ayırt edici yanların başında; sermayenin hiç olmadığı kadar üretim dışına çıkması gelmektedir. "Reel olarak yatırımlar 1914 seviyesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin % 20 si spekülatif alana yönelikti şimdi % 95' i" (U N C T A D 94 raporu). Dünya Ticaret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre 1991 'de dünya üzerinde mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon dolar civarındaydı, 96’da ise 34 trilyon dolara çıktı. Üretim temelini giderek yitiren sermayenin yol açtığı sonuçların başında; hareket serbestisi için hiç bir ulusal hak, yasal ve insani engele takıl­madan en kısa yoldan en yüksek karın peşinde koşması, dolayısıyla emperyalist

saldırganlığı artırması geliyor. Yine bu eğilimin yarattığı önemli sonuç; kumar­hane zincirine dönüşen borsalarda pat­lamaya hazır kriz bombaları yarat­masıdır. Son Asya krizinde, örneğin Filipinler’de G SM H ’nın % 8 ’ine denk gelen 5 milyar dolar borsada üç saat içinde havaya uçtu. Bu kriz Güneydoğu Asya ülkelerini kırıp geçirdiği gibi Japonya ve Rusya gibi emperyaslit güç­leri de etkisi altına aldı. Ekonomik bunalımlar, yarattığı tehdit ve boşluklar­la emperyalist rekabeti azdıran en önemli katalizör durumundadır.

Diğer önemli gelişme; iki kutuplu dünya gerçeğiyle sınırlanan emperya­listler arası teknik, ekonomik, askeri rekabetin; Rusya'nın da bir emperyalist güç olarak sürece katılmasıyla son kırk beş yılın en üst noktasına çıkmış olmasıdır.

Yeniden paylaşımın üçüncü ayağında ise; emperyalizm lehine değişen güç dengelerine dayanarak; hem Sovyet- ler’in dağılmasının ardından ortaya çıkan iktidar boşluklarının ele geçirilmesi, hem de yirminci yüz yıl boyunca halkların devrimler ve sınıf mücadeleleri yoluyla elde ettiği kazanımların geri alınması amacı durmaktadır.

Her yeniden paylaşım, 20. yüzyılda olduğu gibi dünya savaşlarına dönüş­meyebilir, ama Lenin'in söylediği gibi "paylaşım güce dayandığı ölçüde savaşlar kaçınılmazdır".

Son on yıl, 21. yüzyılın dünyaya neler

3

Page 4: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

getireceğine kanıt olmaktadır.Yeniden Paylaşım KuşağıBolşevik Devrimi ve onun etkisiyle

gerçekleşen devrimlerle emperyalist paylaşımın dışına çekilen alanlar, Sovyetler’in dağılmasının ardından şid­deti ve kapsamı giderek artan bir yeniden paylaşımın konusu haline geldi.

Doğu Avrupa'da kısmen ekonomik metotlarla gerçekleşen paylaşım; Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’da çatışmaya dönüşme biçimleri bir­birinden farklı olmakla birlikte tümden silaha dayalı olarak yürütülmektedir. Baltık Denizi’nden başlayıp, Doğu Avrupa, Balkanlar, Kıbrıs üzerinden Filistin, Irak, Kürdistan, Kafkaslar, İç Asya ve Afganistan'a kadar uzanan Yeniden Paylaşım Kuşağı; geçtiği kimi ülkelerin haritalarını ve stratejik konum- lanışlarını değiştirdiği gibi, iç siyasetlerini de ağır deformasyona uğratmaktadır. Aşırı silahlanma, askeri ittifaklar, darbe­ler, etnik çatışmalar ve savaşlar sözü edilen kuşağın giderek derinleşen karak­teristiğidir.

Bölgede ortaya çıkan tek tek olaylar, satranç hamlelerinin anlaşılabilmesinin oyunun bütününe bakıldığında mümkün olması gibi bu yeniden paylaşım gerçek­liğinde anlaşılır olmaktadır. Hiç bir sorun yerel değildir ve emperyalistler arası güç hiyerarşisi oturana dek hiç bir yerel sorun burjuva anlamda dahi bir çözüme ulaşamaz. Aksine yerel çatış­maların bölgesel savaşlara dönüşme ihti­mali çok daha fazladır.

Paylaşımın başını İngiliz ittifaklı ABD ve Avrupa Birliği ittifaklı Almanya çeki­yor. Sürece yeni bir emperyalist güç olarak katılan Rusya'nın Doğu Avrupa1-

__ 4

dan püskürtülmesinde bu iki irade yakın durdular. Fakat Balkanlar, Kıbrıs, Ortadoğu (özelde Kürdistan) ve Kafkas- lar’a doğru gidildikçe hem Rusya'nın hayati alanlarına daha çok girilmektedir hem de AB ve ABD'nin çıkarlarındaki açı farkı da büyümektedir. Bu açı farkı; A B D ’nin askeri üstünlüğünün sağladığı rant ve daha önemlisi paylaşımın artan oranda zora dayanması nedenleriyle; Avrupa Birliği’ni de ekonomik zorunu askeri zorla pekiştirmeye yöneltmekte­dir. Nitekim son süreçte gündemleştiği gibi A B ’de kendi Avrupa ordusunu ve müdahale gücünü oluşturma girişi- mindedir. Rusya'nın ise paylaşımda ayırt edici yanı ekonomik geriliği nedeniyle rekabeti sürekli zor zeminine çekmesi ve şiddetlendirmesidir.

Emperyalist yeniden paylaşımın böl­gedeki alanlarına bakılırsa;

Irak, Yeni Dünya Düzeni'nin ilk icra­atıydı. Uluslararası kurumların "hukuki" desteğinde, en gelişkin teknolojiler kul­lanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bombala­malar, ambargo ve iç muhalefetin ör­gütlenmesine varan saldırı emperyaliz­min dünya halklarına gövde gösterisiydi.

Balkanlar’a getirdiği felaket Irak'tan daha geri olmadı. Yugoslavya etnik olarak atomizasyona uğratıldı. Almanya, Slovenya ve Hırvatistan'ı 92’de "Ulus­ların Kendi Kaderini Tayin Hakkını Ta­nıma" adı altında kapattı. Bosna etnik yapısı gereği üç emperyalist gücün de kesişme noktasıydı. Bu durum yaşanan iç savaşı uzattığı gibi yıkımını da büyüttü. Ardından gündemleşen Kosova da ise paylaşım çığırından çıktı ve açık askeri işgale sıçradı. Sırbistan'ın etkisizleşti-

Page 5: Yol Şubat 2000 Sayı 7

rilmesi doğal ittifakı olan Rusya'nın Balkanlar’da etkisizleştirilmesiydi. He­nüz paylaşım bitmemiştir; Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölge­si emperyalist müdahalenin hedef tah- tasındadır.

Doğu Akdeniz'e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs, Türkiye ve Yunanis­tan arasındaki bir sorunmuş gibi görün­se de, özde A B ve A BD arasındaki geri­limin şiddetle yaşandığı, yeniden pay­laşımın önemli gündemlerinden birisidir. Rusya, tarihsel Ortodoks akrabalığı olan Yunanistan üzerinden konuya yakınlığını korumaya çalışırken İsrail daha illegal yöntemlerle gelişmelere müdahaleci olmaya çalışıyor.

Kilit coğrafyalardan birisi olan Kürdistan; Kuzey’deki haklı direniş devrimci karakteri nedeniyle emperya­list güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de doğrudan askeri yöntemle Irak sömür­geciliğinden koparılan alanda ABD eliyle fiili bir devletleşme yaratıldı.

O rta Asya’ya açılan kapı olarak Kafkasya çok daha şiddetli bir pay­laşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğal gazın dünya enerji ihtiyacı içinde payı % 60'ın üzerindedir. Bölgenin taşıdığı trilyonlarca dolar değerindeki zenginlik, bunun yaratacağı pazar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üzerinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı reka­bet üstünlüğü, emperyalist güçleri şid­detle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’- dakinden çok daha kanlı geçecektir. Rusya Kafkasya'da inisiyatifi kaybetmesi­nin bedelini emperyalist konumdan sö­mürge konumuna düşerek ödeyeceğinin

farkındadır. Bunun için dezavantajlı ol­duğu ekonomik metodlara karşı tek dayanağı, çatışma ve savaşı sürekli gün­demde tutmaktır.

Sırbistan'ın elinden parça parça Yugoslavya'nın kemirilmesi gibi Rusya'­nın elinden de Kafkasya kemirilmeye çalışılıyor. Ama bunun aynı kolaylıkla olmayacağı olası savaşların uzun süre­ceği ya da bölge çapını çok aşabileceği açıktır. Her hangi bir Batı karşıtı ikti­darın gelmesinin dünyayı hızla nükleer bir savaşın eşiğine getireceği tehlikesi hala emperyalizmin tepesinde sallan­maktadır. Sadece nükleer tehdit değil, Rusya’da ortaya çıkacak her önemli gelişme yeniden paylaşım kuşağının tümünde dengeleri altüst edebilecek sonuçlar doğuracak niteliktedir. Bunun için AB ve A BD emperyalizmi bir yan­dan mafyacı Yeltsin kliğinin iktidarını kollarken, diğer yandan bölgenin pay­laşımında ellerini çabuk tutmaktadırlar.

Emperyalizmin yeniden paylaşımının önemli yanlarından birisi de; bu kuşakta­ki ülkelerin askeri bombardımandan önce ideolojik bombardımana tabi tutul­masıdır. Sözü edilen bölgelerin tama­mındaki ülkelerde şu ya da bu biçimde çok ulusluluk ve çok dinlilik hakimdir. Özellikle kapitalist-emperyalist çembe­rin dışında kalan, Balkanlar ve Kafkas- lar’daki ülkelerde en küçük azınlıkların bile varlıklarını sürdürebildikleri kozmo­polit bir yapı vardır. Sosyalist ya da demokratik cumhuriyetler zamanında bu durum kaynaşmaya hizmet ediyordu. Bugün ise aynı etnik zenginlik emperya­lizmin "insan hakları, demokrasi, azınlık hakları" kavramlarıyla ucundan tutup, ülke çeperlerini dağıttığı ve bir atomi- zasyon politikasına hizmet etmektedir.

____politik durum değerlendirmesi___

--------------------------------------------- 5 —

Page 6: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Yugoslavya bu uygulamaların pilot böl­gesi oldu. Bu kavramların mızrak ucu işlevi görebilmesi için, bugüne kadar sözde yüksekte tutulan içişlerine karış­mama prensibi açıkça bir kenara atılıyor. Sonuçta "demokrasi, insan hakları" lafları iç gerilimleri artırmanın ve içişle­rine müdahalenin kılıfı oluyor.

Emperyalist müdahale etnik çatışma­ları kışkırtıyor, etnik çatışmalar iç savaş­ları. Meşrulaştırılmış emperyalist müda­hale ile paylaşım gerçekleştiriliyor. Üstelik emperyalizm etnik çatışmaları kışkırtmakla sadece müdahalelerini gerekçelendirmiş olmuyor, aynı zaman­da bu ülkelerdeki anti-kapitalist tepkile­ri, milliyetçiliğe kanalize ederek boşa düşürmeyi de başarıyor.

2. T C 'N İN S T R A T E JİKK O N U M LA N IŞI

İki kutuplu dünyada Türkiye'nin ulus­lararası (stratejik) konumlanışı; sosyaliz­me karşı kapitalizmin uç karakolluk ko­numuydu. NATO'nun Güneydoğu kana­dının en önemli ülkesi olarak bölgedeki her türden sosyalist ve anti-emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenildi. Zaten kuruluş itibarıyla demokratik bir nitelik taşımayan Türk Devleti; emperya­lizmin bölgesel çıkarlarının gerektirdiği anti-komünist, anti-demokratik perspek­tifi; iç siyasetine de kolaylıkla yansıttı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra emper­yalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da stratejik işbölümünde Türkiye'ye biçilen statik rol neredeyse kırk yıl önemli bir değişik­liğe uğramadı. Dolayısıyla Türkiye'nin si­yasal kurumsal yapısı da bu statik rolün

__ 6

gerekliliklerine göre biçimlendi.90’da ise; Sovyetler Birliği’nin dağıl­

ması, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada sadece bir güç boşluğu oluş­turmakla kalmadı, bu güç boşluklarının emperyalist yeniden paylaşıma tabi ol­ması gibi son derece dinamik bir süreci de başlattı.

Bu yeni durum, öncelikle TC'nin bir tarihselliğe dayanan statik konumlanışı- nı tümden boşa düşürdü. İkincisi; geç­mişte Sovyetler’e karşı blok tutum alan emperyalist güçler TC'yi yaklaşık aynı vektörel hat üzerinde yönlendiriyordu. Bu günün yeniden paylaşımında ise emperyalistler arasındaki çıkar çatallan- ması TC'yi çok farklı yönlerden baskı altına almaya başladı. Üçüncü önemli gelişme ise; iki kutuplu dünya güç den­geleri ve ideolojisine göre şekillenmiş olan iç siyasal yapının, yeniden paylaşım koşullarında yetmezliğe uğraması ve stratejik konumlanma sorununun bera­berinde bir iç siyasal yapılanma sorunu da getirmesidir.

Bu gerçeklikler nedeniyle son on yıldır Türkiye siyasetinin hemen her gündemi, doğrudan yeniden yapılanma sorununa, onun üzerinden de emperya­list yeniden paylaşım konusuna bağlan­maktadır.

Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen stratejik konumlanma sorununun hangi evrelerden geçtiği daha net görü­lebilir.

90’da Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye'nin güneyinde A BD eliyle yara­tılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu bir sonraki yılda Rusya'nın Baltık Ülke­leri ve iç sorunlarıyla uğraşması nede­niyle etkisinin azaldığı Kafkaslar’da pet-

Page 7: Yol Şubat 2000 Sayı 7

rol ve doğal gaz bakımından son derece zengin yeni devletlerin ortaya çıkışı izle­di, Bu önemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Birliği’nin genişleme rotasını D oğu A vrupa v e Balkanlar’a doğru de­ğiştirmesi ve Türkiye'nin adaylığını geri plana düşürmesi eklenince; Türk Devle­ti bir kaç yıl öncesiyle karşılaştırılamaya­cak bir stratejik konum belirsizliğine yu­varlandı.

Türk Devleti Sovyetler’e karşı kay­bedilmiş görünen jeostratejik rantı yeni­den kazanma adına 90 Körfez Savaşı sırasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. Başını Özal'ın çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan'da hamilik, Kafkaslar’da ise özellikle Azer­baycan’da iktidara gelişini desteklediği Elçibey üzerinden yayılmacılığı esas aldı.

"Adriyatik'ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye" söylemleriyle stratejik hat; neo-Osmanlıcıiık hayalinin arkasına takılmış oldu. Kuzey Kürdistan için "federasyon bile tartışılabilir" ifadesi gelişi güzel söylenmiş bir laf değil, neo- Osmanlıcılık’ın önündeki KUKM engeli­nin aşılması amacını taşıyordu. Aynı dö­nemler iç politikadaki yapılanma soru­nuna dönük başkanlık sistemi, II. Cum­huriyet, vb. tartışmaların gündemleştiği dönemlerdi. Bu gelişmelerin Avrupa Birliği için yeter gerekçe olacağına ina­nıldığı için karşılıksız olarak AB'ye Gümrük Birliği anlaşması hediye edildi.

Ama elbette ki TC nln stratejik ko- numlanışı kendi tercihine göre değil, bölgedeki yeniden paylaşımın etkilerine göre şekillenecekti.

Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkaslar’ı kolaylıkla bırakmayacağını 93 başında ilan ettiği yeni savunma konsep-

tiyle kanıtladı. Ermenistan'ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yine Azerbaycan'da örgütlediği darbeyle Elçibey'i indirdi, Çeçenistan'ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böyle­likle T C ’nin bölgedeki girişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü. T C ’nin hayallerini yerle bir eden bu gelişmelerin ardından, 93’ün sonbaha­rıyla birlikte Kürdistan'ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbeci taktiklerle yönelindi.

A B D ’nin desteğiyle Rusya'nın geri- letilmesi amacını taşıyan bu yöneliş, iç siyasette de benzer izler bırakarak çeşitli evrelerden geçtikten sonra 96 yılında İsrail'le askeri-stratejik işbirliği noktasına sıçradı.

Kirli savaş dönemiyle İsrail anlaşması arasında bir kopukluk değil süreklilik vardır. Türk Devleti İsrail'le ilişkisini 90'ın hemen ardından başlatmıştı, 93 Kasımı’nda ise Hikmet Çetin’in ziya­retiyle diplomatik bir süreç açıldı. Kirli savaş döneminin en yoğun olduğu 94’te İsaril'le ilk kapsamlı anlaşma olan istih­barat değişimi anlaşması imzalanmıştı. 96 yılı boyunca imzalanan askeri eğitim, savunma sanayi işbirliği ve ekonomik ve ticari işbirliği anlaşmaları ile ilişki kab­alaştırıldı. Genelkurmay’ın inisiyatifinde imzalanan anlaşmalar zinciri, ortak düş­man ve tehdit tespitinden, silah sana­yinin geliştirilmesine gümrük birliği oluş­turulmasından istihbarat alış verişinekadar altm ıştan fazla anlaşma içeriyor.

Türk Devleti’nin A B D ’nin bölgesel çıkarlarının aktif bir savunucusu olması ve İsrail'le yakınlaşması yeni değildir. Fakat bu stratejik anlaşmanın ayırt edici niteliği; hem bölgedeki yeniden paylaşım

____politik durum değerlendirmesi___

------------------------------- 7 —

Page 8: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

mücadelesinde geliştirilmiş en önemli ittifak olması, hem de askeri ekonomik siyasi yanlarındaki derinliktir.

Stratejik ittifakın hedef alanları son derece geniştir.

* Kıbrıs'la da bağlantılı bir yaklaşım­la Doğu Akdeniz'in askeri denetiminin sağlanması. Dünya petrolünün altıda birinin taşındığı ve Bakü-Ceyhan hattıyla önemi daha da artacak bu alan üzerinde Güney Kıbrıs'ta İsrail ajanlarının cirit atması ve A B D ’nin Kıbrıs konusunda "eski koşullara dönülemez" diyerek Türkiye'nin işgalci varlığını desteklemesi ve ek olarak Kıbrıs'ta bir N A T O üssü­nün inşa edilmesi için Yunanistan’ın sı­kıştırılması bu hedefe hizmet eden giri­şimlerdir.

* Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar ideolojik etkinliğe sahip ve anti- emperyalist radikal dayanaklar geliştir­miş olan İran'ın; Irak'ın yenilgisinden sonra daha da güçlenmesi, A BD ve İsrail için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca İran’ın 25 milyona yakın Azeri nüfusuyla Azerbaycan üzerinde etkin olma İhtimali TC'nin Kafkasya'daki çıkarlarına da ters düşmektedir. Yine O rta Asya’da islamiyetin hızla yayıl­masının gelecekte getireceği tehditler de bulunmaktadır. Kafkaslar’ın emper­yalizm tarafından çözülmesinde ilk engel Rusya'nın varlığı ise İkincisi de İran’ın varlığıdır. Bu nedenle TC-İsrail anlaş­masının ortak tehdit tanımı İran'ı da işaret etmektedir. T C ’nin iç siyasette islami harekete dönük sistemli baskı uygulamasının bu gerçeklikle doğrudan bağlantısı vardır.

* Kuzey Kürdistan’ın zengin su kay­naklarının bir su politik çerçevesinde

__ 8

Arap milliyetçiliğine karşı baskı unsuru olarak kullanılması.

* Güney Kürdistan'da İsrail'in Kürt Sorunu ve Barzani ailesi ile ilişkilerinin derinliği bilinmektedir. TC'nin askeri o- perasyonlarla alandaki siyasi gelişme­lerde taraf olduğunu göstermesi ve askeri eğitim verdiği Türkmenler üze­rinden nüfuzunu artırma çabaları da biliniyor. T C ’nin Kürtlük’e karşı sömür­geci duyarlılığı nedeniyle İsrail ve A BD ile yaklaşım farkı taşımasına rağmen Kuzey’deki devrimci Kürt hareketini el birliğiyle darbelemelerinin ardındaki po­litika Güney’de oluşacak siyasi statüko­yu denetleme hedefi taşımaktadır.

* Emperyalist paylaşımın en kritik coğrafyası Kafkaslar’dır. A BD eliyle İsrail hattına oturtulan T C ’nin ağırlıklı önemi bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Ortado­ğu petrol kuyuları açısından İsrail ne ise Kafkas kuyularının başında T C ’de o anlama gelmektedir. İsrail-TC ittifakı kaçınılmaz olarak bölgeselleşecek petrol eksenli savaşlarda bir müdahale gücü niteliğini taşıyor. TC planladığı 150 mil­yar dolarlık harcamayla, caydırıcı yanı geliştirilmiş dış operasyonlar yapabilen bir bölgesel askeri güç haline gelebilme­si İsrail'in istihbarat gücünü ve silah tek­nolojisini gerekli kılmaktadır.

* Silah sanayinin ekonomik boyutu da önemlidir. Petrol gelirlerinin silaha dönme düzeyinin ne kadar yüksek ol­duğu O rta Doğu’dan bilinmektedir. Kafkaslar’da bu oran daha az olmaya­caktır. Stratejik işbirliğinin en çok iler­letilmiş yanı silah alımında ve silah sana­yisinin geliştirilmesindedir. Anlaşmanın ekonomik boyutları silah sanayiden başka artık ekonomik bir güç haline

Page 9: Yol Şubat 2000 Sayı 7

gelmiş olan İsrail'in bölgeye ekonomik entegrasyonunun sağlanmasıdır. Bunun için T C ’nin olanakları harekete geçiril­mektedir. İsrail'in biyoteknoloji deste­ğiyle GAP'ta tüm Orta Doğu’ya dönük mega tarım projesinin geliştirilmesi. Yine Mısır'dan, İsrail ve Lübnan üzerin­den Avrupa’ya uzanan bir Doğu Akdeniz otoyol projesi ve imzalanan gümrük bir­liği anlaşmasıyla iki ülke ticaretinin geliş­tirilmesi ve entegrasyonunun sağlanması hedeflenmektedir.

A B D ’nin TC üzerinde artan inisiyati­finin işaret ettiği ağırlıklı yön İsrail anlaş­ması üzerinden Ortadoğu ve Kafkas- lar’dır.

Bu gerçekliğe bakılarak dış dinamik­lerin TC'nin iç siyasi yapılanmasını et­kilemesinden söz edilecekse; global­leşme, demokratikleşme, vs.den çok daha önce, bu stratejik yönelişin belir­leyici etkilerinden söz etmek gereklidir. 28 Şubat Kararları’nın bu anlaşmanın iç siyasete yansımalarından birisi olarak görülmesi hatalı değildir. Türk Devleti stratejik yönelişin gerekliliklerine göre daha çevik, daha organize hale getiril­meye, profesyonelleştirilmeye çalışılı­yor. Elbette devletle birlikte toplumun da bu yönelişe hazırlanması ve militarize edilmesi gereklidir. Kemalizm etrafında ideolojik bir kemikleştirme sağlamak için; ilgili ilgisiz her ortamda askeri marş okutulmasından; kendi aydınının başınıyiyen p rovokatif su ikastlere kadar heryol denenmektedir. Militarizasyonun bir yolu bu tarz ideolojik kuşatma ise diğer pratik yolu da savaşlar olacaktır.

Bölge gerçeklikleri ve yapılan işbirliği T C ’nin stratejik yönünü doğuya çevirse de; A BD tümden Avrupa Birliği’nden

kopmuş bir TC yükünü taşımak istemi­yor. Bunun için her fırsatta Türkiye'nin Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini dil­lendirmektedir. Aralık ayında yapılacak olan Helsinki zirvesinde bu konuda bir karar verilecektir. Geçen sene yapılan zirvede kesin bir tarzda reddedilen Tür­kiye'nin bu sene aday kabul edilmesini gerektirecek hangi değişiklikler oldu?.

Dikkate alınabilecek iki öğe vardır. Birincisi T C ’nin A BD eliyle Kosova'ya yerleştirilmesi ve Avrupa Birliği için Balkanlar’da bir ABD uzantısının oluş­ması, ikinci etken Kafkas petrollerinin Türkiye üzerinden geçmesinin kesin­leşmesiyle T C ’nin önemindeki görece artış. Alman Başbakanı Schröder'in "Türkiye'nin kazandığı stratejik önem­den dolayı Avrupa Birliği’ne üyeliği kabul edilmelidir" açıklaması da bu yeniliği anlatıyor. Avrupa Birliği, Türkiye üze­rindeki ağırlığını yitirmekten ve tümden ABD-israil hattına girmesinden rahat­sızdır. Fakat üyeliğe kabulünün yükleri çok daha ağırdır. Bunun için, bağlan ko­parmayan ve geliştirmeyen bir ara nok­tada tutma politikası yürütülmektedir.

3. T Ü R K İY E ’N İN İÇD İN A M İK LER İ

Ekonomik durumAsya krizi 98 sonlarına doğru

Türkiye'yi kuşattı. Ekonomiyi Güney­doğu Asya ülkelerindeki gibi yerle bir etmedi, ama tekstil, otomotiv, deri ve imalat sanayinin bir çok sektöründe yüzde 50’lere varan bir kapasite düşük­lüğünden, konfeksiyon gibi kimi sektör­lerde kapsamlı iflaslara ve bir milyonu aşan işsize maloldu. Krizin en çok etkili

____politik durum değerlendirmesi___

--------------------------------------------- 9 —

Page 10: Yol Şubat 2000 Sayı 7

olduğu tekstil, inşaat, gıda sektöründe İflaslarla önemli bir servet kısa sürede el değiştirdi .

Krizin karlarını düşürmediği tek sek­tör bankacılıktı. 99’un ilk üç çeyreğinde İş Bankası 201 trilyon, Akbank 197, Garanti 130, Yapı Kredi 109, Vakıfbank 75 trilyon... gibi yüzde 100’ü aşan karlar elde ettiler. Üretim yapan sermaye kriz­den iflaslarla çıkarken, tefeciliğe dönük sermaye palazlanarak çıktı.

Tefeci sermayenin üretim yapan sermayeden değer aktarma ilişkisinin bir örneği olan bu vurgunculuk, Türkiye ekonomisinin belirleyici karakteridir. Sanayi odasının son bir kaç yıllık verile­rinde; ilk yüz firmanın gelirlerinin %70'- inden, ilk beş yüz firmanın ise % 50'den fazlası faiz ve ranta dayalı olduğu açık­lanıyor. Bu oranlar sermayenin üretim­den ne kadar koptuğunun ve asalak- laştığının göstergesidir.

Vurgunculuğun diğer ayağı devlet borçlanmalarıdır. Kirli savaşın ve krizi­nin mali yükleri nedeniyle devlet, yıl­lardır yüzde 145’lere varan faizlerle borçlanıyor. Bankalar sadece topladık­ları mevduatları değil yurt dışından aktardıkları kaynakları da devlet tahvi­line yöneltiyorlar. İç borçlanma gibi özelleştirmeler de kamu servetinin ser­mayeye dönüştürülmesinin en önemli kaynaklarından birisidir.

Devlet ağırlaştırılmış vergilerle açık­tan, enflasyonla gizliden halkın cebinden çektiği değerleri, dış ve İç finans kapita­lin kasalarına aktarma mekanizması gibi işliyor. Tefeciliğin böyle beslenmesi, devletin siyasal uygulamalarına finans kapital saflarından onay olarak geri dönüyor.

— yol-----------------------------------------------

Fakat bu yolda yürünebilecek fazla bir mesafe yoktur. Üretimden böylesine kopmuş ekonomi, son Asya krizinde bir yıkım yaşamadıysa, söylendiği gibi dina­mik potansiyelinden değil "narko finans" denilen ve bütçeye denk olduğu iddia edilen uyuşturucu gelirlerinin piyasadaki varlığındandır, Türkiye başta Rus mafya­sının olmak üzere uyuşturucu baronları­nın revaçtaki ülkesi ve bölgedeki en önemli kara para aklama merkezidir. Emperyalizmin onayıyla bu alanda yuva­lanan kara para, siyasal uzantılarıyla son derece etkili bir konumu işgal ediyor.

TC'nin stratejik yöneliminin ekono­miye getirdiği önemli sonuçlar da vardır. Bunların başında yeni bir sermaye birikim kaynağı olarak silah sanayi bulunuyor. Genelkurmay’ın öncülü­ğünde başta Koç ve Sabancı gibi holding­ler bu sektöre yönelmektedir. O Y A K Holding’le, silah sermayelenirken, bu kanalla da sermaye silahlandırılmaktadır.

Bir diğer önemli gelişme Bakü- Ceyhan Hattı şaşalı açıklamalarla ilan edilmeden önce tahkim yasasıyla gelen "kapitülasyon"dur. Başta enerji sektörü ve GAP olmak üzere yapılacak yabancı yatırımlarda anlaşmazlık durumunda mahkemeleri değil, uluslararası tahkim konseyini yetkili kılan bu anlaşma T C ’nin hükümranlık haklarından vazge­çişidir. Hukuki yanının devredilişi gibi gelişme ihtimali olan sektörler yapılan ekonomik anlaşmalarla şimdiden ulus­lararası finans kapitale devredilmiştir.

Siyasi durumSiyasal alan olağanüstü gerilimli ve

şok gelişmelerle yüklü yaşanıyor. Gelişmeler kimi zaman birbirini tamam­layan bir siyasal rotanın unsurları

10

Page 11: Yol Şubat 2000 Sayı 7

olurken, kimi zaman da taban tabana zıt yönelişlere işaret etmektedir. Alt üst­lüklerin yaşandığı süreçlerin doğal akışı olan bu durumun yanıltıcı görüntülerine kapılmamak için ardındaki temel akışın bilince çıkartılmasını gereklidir.

Türkiye'deki siyasi iktidarın son yirmi yıllık tarihsel gelişimine bakıldığında ilk görülecek şey; merkeziliğin ve anti- demokratikliğin giderek daha fazla derinleşmesidir. Yaşanılan yirmi yıl 12 Eylül faşizmini çözmeye yetmedi. Aksine 80’lerin ikinci yarısında K U K M ’nin çıkışı ve işçi öğrenci eylemleri kimi anti­demokratik uygulamaları fiiliyatta boşa düşürdüyse de, 90’ların başından iti­baren sansür-sürgün yasaları, ardından kirli savaş konsepti ve son olarak 28 Şubat kararları ile faşizm, darbe dönemi­ni aratmayacak düzeyde pekiştirildi.

M G K ’nın hükümet işleyişine müda­halesi, günlük müdahaleye dönüştü ve geçmişteki parlamento darbe ayrımı silikleşti ve Latin Amerika’daki benzer­lerinde olduğu gibi darbe ile parlamento neredeyse iç içe girdi.

Devlet meselesi olarak görülen dış politika zaten Genelkurmay’ın elindey­di, yeni geliştirilen Başbakanlık Kriz Yö ­netim Merkezi gibi oluşumlarla da; tanımı epey belirsizleşmiş "olağanüstü durumlarda" parlamentonun yetkisini tümden devralacak düzenlemeler yapıl­dı. İcrayı tek elde toplamayı hedefleyen ve parlamentoyu lağvetme yetkisiyle do­natılmış Başkanlık Sistemi arayışları, sö­zü edilen merkezileşme eğiliminin gele­ceğe sarkacak yanlarıdır.

Bu düzenlemelerden daha önemlisi; devletin illegal uygulamalarının çarpıcı boyutlarda genişletilmesi ve provokas­

yonlarla hükmetme tarzını gündelik­leştirmiş olmasıdır.

Siyasi kriz derinleştikçe, devletteki merkezileşme eğiliminin artması politik ortamın ilk karakteristik özelliğidir.

Diğer ayırdedici yanı ise tüm merke­zileşme ve illegal uygulamalara rağmen bir siyasal dengenin (stabilizasyon) ha­kim kılınamayışıdır.

Devlet arkasına aldığı stratejik yönelişin olanaklarıyla İslami Hareket ve Kürt Ulusal Hareketi karşısında belli taktik avantajlar sağlayabildi. Bu "28 Şubat’ın muhalefet güçlerine sınır çekme harekatının belli düzeylerde başarısını gösterir. Ama İslami Hareket dağılmamıştır, aksine kimi pazarlıklarla (tahkim yasası karşılığında Erbakan’ın seçilme yasağının kaldırılması gibi) kay­bettikleri mevzileri kazanma çabasın­dadırlar, Kürt Hareketi ise tüm geri­lemelerine rağmen hala sistemin haz­metmekte diğer unsurlara göre çok daha fazla zorlanacağı bir siyasal sorun olarak durmaktadır. Yine polisiye ted­birlerle engellenen işçi-emekçi muhale­feti önemli bir potansiyel tehdit nite­liğindedir. Muhalefet güçlerinden başka egemen zümrenin de içinde olduğu rant ve konum kapma mücadeleleri ve ulus­lararası güçlerin etkili uzantılarıyla siyasal alana müdahaleleri, destabilize edici diğer önemli unsurlardır.

Bölgesel gerçekler de dikkate alın­dığında; sistemin içinde bulunduğudurum; gelgeç sindirmeler ve iknalarla çözüme kavuşturulamayacak kadar köklü düzenlemeleri dayatıyor, fakat devletin ne restorasyonla diğer iradeleri etkisizleştirebilecek gücü ne de reform yapmaya cesareti vardır.

____politik durum değerlendirmesi___

11 —

Page 12: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Bundan dolayı sürekli siyasal buna­lım üreten bir iç hesaplaşma süre git­mektedir.

Egemen blok içi kapışma ve toplum­sal muhalefete dönük saldırılar bir anayasal çerçevede temsil olacak istik­rarlı bir güç dengesi yaratmamıştır. Bunun için bir uzlaşma değil, her iradenin kendi çıkarlarını kurumsal ve siyasal güvenceye alacağı bir anayasayı hakim kılmak için iç ve dış ittifaklarını geliştirmeye ve hesaplaşmada kozlarını artırmaya ihtiyacı vardır.

Siyasal alandaki merkezileşme ve çatışma gerçeği, çok dillendirilmesine rağmen her hangi bir demokratikleşme­ye yaşam hakkı tanımaz. Stratejik yöne­limin emrettiklerinin ise demokratikleş­menin hiç bir unsuruyla alakası yoktur. Bu söylemlerde burjuvazinin çeşitli kat­manlarının halkların demokrasi özlem­lerini kendilerine siyasi sermaye yapma çabaları gizlidir.

Böylesi alt üstlük dönemlerinin, sürece yanıt üretemeyen her kesimden siyasi iradeyi politik tasfiye girdabına savurduğu veya güçlerden birine yedek­lediği yakın dönem örneklerinden biliniyor.

Emperyalist yeniden paylaşım mücadelesinin T C ’yi zorladığı yeni stratejik konumlanma ve K U K M ’nin geldiği noktanın ardından devrimci siyasetin; klasik yaklaşımlarla sürece yanıt üretmesi olası değildir. Devrimci saflarda "milliyetçi" zemine ya da "sosyalist insan haklarıcılığına" sapma belirtileri de bu gerçekliğin ürünüdür. Hareketimiz klasik kolaylıklarını yitirmiş olan devrimciliğin üçüncü dönemde hangi örgütsel yetkinleşmelere zorunlu

__ 12

olduğunu daha önce tespit etmişti. Son süreçte oluşan politik tablo da benzer şekilde yakın dönemin politik duruş kolaylıklarının ortadan kalktığı, ideolojik ve politik yetkinleşmeyi zorunlu kılan yeni bir dönemdir. Üçüncü dönemin önderliği bu pratik ve politik yetkin­leşmeler üzerinde şekillenecektir. Süre­ce sistemli yanıt üretemeyen hiç bir ira­denin kendisini dahi koruyamayacağı bir döneme girilmektedir.

II. KÜRT HAREKETİN DE STRATEJİK DÖNÜŞ VE GELİŞMELER KARŞISINDAKİ TAVRIMIZ

I. S O R U N A Y A K LA Ş IM D A K İD U R U Ş N O K T A M IZ

Ulusal Mücadele’deki stratejik dönü­şün genel olarak politik ortama ve özel olarak Devrimci Hareket’e önemli etki­lerinin olacağı yeterince açıktır. Olay kaba değerlendirmelerle geçiştirileme­yecek kadar önemlidir. Ne katı, ruhunu yitirmiş dogmatik formüllerle; ne de her yana savrulabilecek pragmatik tavırlarla açıklanabilir. Sosyalist sistemin tarihte eşi görülmedik ölçüde çöküşü, yüz mil­yonların sosyalizme “ ihanet” edişinden sonra buna benzer kavramların dünkü kadar kolayca kullanılmasının siyasi anlamı kalmamıştır. Yüz milyonları “ ihanete” sürükleyen koşullar çözüm­lenmedikçe ajitasyon yüklü değer­lendirmeler kendi kendine konuşmaya benzer. Bu da bir hastalık halidir.

Devrimci Hareket’in genelde olaya yaklaşımı sığ ajitasyonlardan öteye gide­memiştir. “ Biz demiştik” , “ Beklenen bir gelişmeydi” tekerlemeleri en çok duyu-

Page 13: Yol Şubat 2000 Sayı 7

lanlar. Sosyalizmin çöküşü karsısında da benzeri değerlendirmeler yapılmıştı. Yara şimdilik daha sıcak. Sosyalizmin yıkılışı nasıl yıllar geçtikçe düşünce sis­temlerinde büyük delikler açtı ise, Ulusal Mücadele’deki son gelişmeler özellikle pratik devrimci yönelişlerde derin etkilerini ortaya koyacaktır. Öte yandan, bugüne dek hep “ barışçıl” mücadele içinde kalmış olan K. Burkay’da “ Biz demiştik” söylemini tekrarlıyor. Hem kendini radikal zemin­de gören siyasetler hem de en geri pasif noktalarda duranlar aynı koroda şarkı söylüyorlar: “ Biz demiştik!” Bu işte bir yanlışlık olmalı? Gerçekten ne denmişti? Ne oldu?

Mücadelenin “ silahla olmayacağını” söyleyen Kürt siyasi eğilimleri bugün neden telaşlılar? Dün silahlı mücadele onların zeminlerini daraltmıştı; bugün siyasal mücadele onları aynı oranda kuşatmaktadır. Kürt sorunu dünyanın ve elbette Türkiye'nin gündemine geri dönüşü olmaksızın oturmuşsa bunun bir tek nedeni vardır: PKK'nin yürüttüğü mücadeledir. Bu teslim edilmedikçe hiçbir ahlaki ve politik adım atılamaz. Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüşten siyasal çıkar sağlamak, bu çıkarlar dün­yasında, hele günümüz politik fakirlik ortamında pek yadırganmasa da, bunun da güçlü bir mantığı ve kendi içinde bir tutarlılığı olmalıdır. Oysa ortada ne böy­le bir mantık ne de bir tutarlılık vardır.

Türkiye Devrimci Hareketi’ne gelin­ce, Ulusal Mücadele’nin hiçbir aşamasın­da (belki son üç dört yılı dışında tutabi­liriz) olumlu bir sınav verememiştir. PKK'nin doğuşuna tam anlamıyla düş­manca bir tavır alınmıştır. Ağustos atılımı ise hemen hiçbir olumlu tepki

almamış, sinsi bir iç güdüyle sanki hareketin kırılması beklenmiştir. O zaman aynı alınyazısı paylaşılacak, bilinç­ler ve ruhlar bu ortak kaderle avutula- caktı. Ancak Ulusal Mücadele inadına yükselmiş, düzenin bir numaralı hedefi haline gelmiştir. 90'lı yılları geçtikten sonra Kürt Hareketi ile artık kaçınılmaz “zoraki dostluklar” başlamıştır. Kendini bir türlü ayağa kaldıramayan Devrimci Hareket, ister kabul etsin ister etmesin, Kürt gerilla hareketinin yarattığı moral etkiyi soluyarak bu kaynaktan belli ölçülerde beslenmiştir. Ulusal Hareke­tin başardıkları hiçbir zaman açık yürek­lilikle teslim edilmemiş, öte yandan karikatür taklitlerden de geri durulma­mıştır. Devrimci Hareket ne siyasal ola­rak ne de devrimci moral değerler açı­sından Kürt Hareketi karsısında başarılı bir sınav verememiştir.

Bugün “ Biz demiştik” yaklaşımlarının hiçbir siyasi ve moral değeri yoktur. Çünkü, doğru, kitaplardaki formüllere bakılarak bulunamaz; tarih bilinci ve yaşamın canlı pratiği böyle “ doğrulan” sürekli sınamaktadır. Devrimci Hareket, son yirmi yıldır Ulusal Mücadele karşı­sında verdiği kötü sınavı, bugün “ biz demiştik” ucuz çığlığı ile örtemez. Sınav­dan kastımız sadece “ pratik destek” de­ğildir. Her şeyden önce Ulusal Mücadele karşısındaki siyasal duruş noktası önem­lidir. Bu duruş noktası ardından gelen bütün davranışları etkiler. Bugün çiğ bir çığırtkanlıkla olaylara yaklaşanlar, bu sancılı dönemden bayağı pragmatizmle “yararlanmak” isteyenler, bir şey kaza­namayacakları gibi, son zerresine kadar tükettikleri moral itibarlarını kazanama­mak üzere kaybedeceklerdir. Şu unutul­mamalıdır: Bugün sadece Ulusal Müca-

___ politik durum değerlendirmesi___

13 —

Page 14: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

dele kaybetme riskiyle karşı karşıya değildir; döneme yaratıcı bir enerjiyle yaklaşamayan her yapı kaybedecektir. Sosyalizm çöktüğünde kendilerinin “ doğrulandığını” sanıp böbürlenen Troçkist ve anti-Sovyet yapılar bir neb­ze bile güçlenemediler. Kimse güçlene­medi. Geçici soluk alışlar çabuk söndü. Çünkü sistem herkesin başına yıkılmıştı. Şimdi Kürt Hareketi’ndeki olası bir çöküş ya da zayıflama, süreç miyopluk­tan öteye kavranırsa, Devrimci Hare- ket’i de içine alan yoğun bir tasfiye anaforuyla yaşanacaktır. Bu gelen tasfiye dalgası, sinsi bir sevinçle “ Biz demiştik” çığlıklarını atanları da süpürecektir. Hatta önce onları süpürecektir.

Hareketimiz Ulusal Mücadele’ye karşı tavrı söz konusu olunca, Türk Solu’ndan belirgin bir şekilde ayrı durdu. Bu nedenle yerli yersiz eleştirilere uğradı. Bizler bu eleştirilerden gocun­mak şöyle dursun doğru noktada dur­duğumuzun bir kanıtı olarak algıladık. Bugün, Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüsü değerlendirirken Sol'un içine düştüğü ucuz tavırlarla aramıza kesin bir sınır çekmeliyiz. Bu sınırın birkaç ana noktası vardır.

Önce, Ulusal Mücadele’nin başardık­ları hiçbir zaman unutulmamalıdır. PKK'nin doğuş ayrıcalığı, savaşta taktik ustalığı hafızalardan kolay silmmeme- lidir. Hareketimiz bu konuda Ulusal Mücadeleyi yeterince kapsamlı olarak değerlendirmiştir.

İkinci olarak, bugünkü stratejik dönüşün kapsamı, nedenleri derinleme­sine değerlendirilmelidir. Fırsatçı, ucuz ajitasyon yöntemimiz olmadı. Bugün bunu lanetlenecek bir günah, ölümcül

bir bulaşıcı hastalık olarak görmeliyiz. Formül tekrarlamaktan, sözde devrimci keskinliklerden en küçük etkilenme şöyle dursun, bunu vücuttan bir an önce kazınacak bir ur olarak algılamalıyız.

Son olarak, Kürt Hareketi’ndeki son derece zaaflı stratejik dönüşün yarata­cağı “ fırsatlara” gözlerini dikenlerin, henüz yara sıcakken attıkları keskin çığlıkların yarın yara soğuyup dengeler­de kaymalar yaşanınca ve bunların pratik politik sonuçları acı acı kendini göste­rince “ bu iş olmaz” çukuruna yuvarlana­caklarını iyi biliyoruz. Fırsatçı gündelik sözde kazançların değil, yükselecek güçlü tasfiye dalgasına karşı köklü bir duruş yaratabilmenin, dönemi aşmakta yaşamsal rol oynayacağı iyi kavran- malıdır. Bu dönem ucuzlukların ve bayağı fırsatçılıkların dönemi değildir. En yaratıcı, derin ve güçlü yaklaşımların sonsuz bir enerjiyle uygulanması gere­ken bir dönemdir. Günü kurtararak ya­şamaların sonuna gelindi. Ortaya çıka­bilecek dağınıklık ve anafor, gün kurtar­ma tiryakilerinin iştahını kabartabilir. Oysa, dün günü kurtarmanın biraz imkanı var idiyse, bunun Kürt gerilla hareketi sayesinde olduğu hatırlanırsa, artık o tabakta yenecek yemek kalma­mıştır. Artıklarla da akbabalar yaşar.

Bu dönem geçilirken Kürt Hareke- ti’ne karşı eleştiri ve dostluğun ince, hassas ve ustaca belirlenmiş sınırları iyi çizilmelidir. Dostlarla çok acı da konu­şacak olsak, fırsatçılarla konuşacak hiç­bir şeyimiz yoktur.

__ 14

Page 15: Yol Şubat 2000 Sayı 7

2. U L U S A L M Ü C A D E LE D E K İS T R A T E JİK D Ö N Ü ŞÜ NTANIM LANM ASI V E D ERİNLİĞİ

İmralı duruşmalarından hemen sonra “ stratejik dönüş” tespitini yaptığımızda durum belli ölçüde tartışılabilir yanlar taşıyordu. Ancak aradan geçen çok kısa bir sürede olay hızla derinleşti ve tartışılır yanı kalmadı. Stratejik dönüş kesinleşmiştir. Artık yapılması gereken bu dönüşün kapsam alanı ve derinliğinin tespit edilmesidir. Stratejik dönüşten kasıt PKK'nin çıkış amaçlarından, dünya dönem ve bölge değerlendirmelerinden kesin bir kopuş yapmasıdır. Elbette ki stratejiler değişmez tanrı sözleri değildir. Onu yaratan sınıf dengeleri, güçler durumu değiştiğinde kaçınılmaz bir şekilde stratejiler de değişir. Önce dönüşün kapsamını değerlendireceğiz. Sonra bu değişimin “ kaçınılmazlıklarını” irdelemeye çalışacağız.

Stratejik dönüşün başlıca dört ayağı vardır. İlki, devrimler döneminin kapan­ması ve 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olacağı tespitidir; İkincisi, YDD'den bek­lentilerle ilgilidir; üçüncüsü, Demokratik Cumhuriyet kavramıdır; son olarak, “ devleti güçlendirme” yaklaşımının anla­mıdır. Bu temel yaklaşımların pratik mantık sonuçları olan “gerillanın sınır dı­şına çekilmesi” , “ silah bırakma” gibi ko­nular ayrıca değerlendirmeyi gerektir­miyor.

Devrimler döneminin kapanması Y e

21.yüzyılda demokrasi: Geride bırak­tığımız üç yüzyıl, (18., 19., ve 20. yüzyıl) burjuva ve sosyalist devrimlerin, aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarının yüzyılı oldu. 20.yüzyılın son on yılına ise

büyük tarihsel olaylar sığdı. Sosyalist sis­tem inanılmaz bir çabukluk ve “ kolaylık­la” çöktü. Ortaya çıkan dünya tablosu­nun hangi tarihsel ve politik gelişmelere yol açacağını ön görebilmek başlıca iki temel verinin irdelenmesinden geçiyor. İlki, sağlam ve derin bir tarih bilincidir. “ Tarih tekerrür etmez” ancak geleceğe ait yoğun ip uçları verir. Ayrıca her “ tekerrür” gibi görünen olayın derinlik­lerinde akan farklılıkları yakalamak gerekir. Burada ikinci temel veriye, günümüz dünyasının özelliklerine geliriz. Kabaca bakıldığında dünyadaki politik durum sanki ilk dünya savaşı öncesine dönmüştür. Ancak benzerlikler bu nok­tadan öteye geçmemektedir. Benzerlik­lerin iki yanına kesinlikle vurgu yapmak gerekiyor. Dünya yeniden emperyalist güç merkezleri tarafından paylaşılmak­tadır. Y D D denen olgu budur. ABD, Avrupa Birliği ve Japonya bu merkez­lerin başında gelmektedir. Elbette şimdi­lik baş aktör ABD'dir. Gelecek on yıl içinde tarih sahnesine güç olarak Rusya ve Çin de çıkacaktır. Rollerini hangi yönde oynayacaklar? Bugünden net öngörülerde bulunmak oldukça zordur. Ancak tarih sahnesine çıkacakları yete­rince kesindir. Benzerliklerin ikinci yanı dünyadaki güç kavramında yatıyor. Bugün güç, hala üç kaynakla tanımlanı­yor: sermaye, teknik ve zor. Emperyalist merkezlerin bu alanlarda nefes nefese bir yarışı var. Sermayede yapısal bazı değişiklikler olmasına, tekniğin gelişi­minin insanlığın önüne inanılmaz imkan­lar çıkartmasına, zorun kullanımında bazı başkalaşımlar yaşanmasına rağmen bu üç temel güç kaynağının paylaşımda esas rolü oynaması bugünün dünyasının da temel özelliğidir. 21. yüzyıla da bu

____politik durum değerlendirmesi___

15 — -

Page 16: Yol Şubat 2000 Sayı 7

alanlardaki güç dağılımı damgasını vura­caktır. Paylaşım yöntemlerinde, zorun kullanımında elbette kaçınılmaz bazı de­ğişimler yaşanacaktır, ancak bu üç temel güç kaynağına dayanarak yaşanacak bir “ paylaşım savaşı” gerçekliğini değiştir­mez. Böyle bir dünya da “ demokrasfnin kapsamı ne olabilir?

Bu noktada emperyalizmin “ insan hakları” savunuculuğuna gelmemiz gere­kiyor. Fukuyama, sosyalizm çöktükten sonra liberal demokrasiyi “ tarihin sonu” ilan etmişti. Çok geçmeden yine bir A B D ’li “ düşünür” S. Huntington “ uygar­lıklar savaşı” nm yaklaştığını ilan etti. Fukuyama'nın öngörüleri YD D gerçek­liği karşısında dağılıp gitti. Belki uygarlık­lar savaşı değil, ama dünyanın amansız paylaşım savaşı devam ediyor. Üstelik bu paylaşımın büyük ağırlığı Türkiye denen coğrafya parçasının çevresinde gerçekleşiyor. Ancak bu paylaşımın oldukça garip kafa karıştıran bir ideolo­jisi var: İnsan hakları! Bu bir gerçeklik mi; yoksa büyük bir iki yüzlülük mü? Toplumsal olaylar kolayca tek renge boyanamaz. Bu olayda da bazı gerçeklik­ler olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir tarihsel yalan var. Dünyanın yeniden paylaşımının ideolojisi bu nedenle iyi kavranmalıdır. Bu noktada biraz tarih bilincimize dönmek gerekir.

Emperyalizmin ilk paylaşım sürecinde ideolojisi “ vahşi toplumlara uygarlığı götürmek”ti. “ Güneş batmayan impara­torluk" İngiltere'nin paylaşım ideolojisi bu masum cümlede yatıyordu. Bu tü­müyle “yalan” da değildi. O dönemin en gelişkin uygarlığı ve toplumsal düzenine İngiltere sahipti. Ancak Hindistan'da tar­lalar açlıktan ölen insanların kemikleriy­le kaplandıktan sonra bu “ uygarlık gö­

— yol----------------------------------------------

__ 16

türme” eyleminin diğer yüzü de gizlene­mez hale geldi. Uygarlığın götürüldüğü insanlar ölü kemik yığınlarına dönüşünce eylemin amacının bu olmadığı, kapital­izmin ünlü vahşi üçlüsü: sermayeyi büyütme, kar ve pazar paylaşımı gerçeği insanlığın bilincine çıktı. Böylece emper­yalizmin “ uygarlık götürme” parlak ide­olojisi onun bayağı çıkarları ile özdeşleş­ti. Buna insanlığın cevabı proleter dev- rimleri ve ulusal kurtuluş savaşları biçi­minde gelişti.

İkinci paylaşım döneminin ideolojisi, bir yanıyla anti-komünizm oldu. Emper­yalizm “ demir perde” ördüğü sosyalist ülkelere karşı “ özgür dünya” nın öncüsü rolüne soyundu. Artık “vahşi dünyaya uygarlık götürme” adı altında yaratılan klasik sömürgecilik dönemi kapanmıştı. Yeni sömürgecilik dönemi açılıyordu. Bu dönemde geri ülkeler sözde “ bağımsız devletler” haline geldiler. Emperyalizm bu yeniden paylaşım döneminde anti- komünizmin yanına bir parola daha ilave etti. O da “ kalkınma”ydı. Ünlü Marshal ve Truman yardımları ile Üçüncü Dünya sosyalizmden kopartılacak ve kalkındırı- lacaktı. Böylece ikinci paylaşım dönemi­nin ideolojisi anti-komünizm ve kalkın­ma ayaklarına oturdu. Ancak yine tari­hin akışı emperyalizmin ideolojisinden başka sonuçlar yarattı. Özgür dünyanın savunucusu emperyalizm geri ülkelerde askeri diktatörlükler dönemini açmak zorunda kaldı. Kalkınma denen şeyin ise borçlandırma ve ithalata dayalı ekono­mik yapılarla kapitalist merkezlere yo­ğun bir sermaye akışından başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Tıpkı klasik sömürgecilik gibi yeni sömürgecilik de tarihi dönemini tamamlamış bir tıkanma noktasına dayanmıştı. “ Kalkınma” ideo-

Page 17: Yol Şubat 2000 Sayı 7

lojisi de tümüyle yalan değildi. Üçüncü Dünya’da ekonomik yapılar belli ölçü­lerde oluşmuştu. Ancak on yılda bir vuran döviz sıkıntısı ve sürekli yaşanan sermaye kıtlığı kalkınma denen kavramı sorgulanır hale getirdi. Klasik sömürge­cilik ve yeni sömürgecilik yıllarından aktarılan sermayelerle kapitalist ana­yurtlarda cennet adacıkları ortaya çıkarken Üçüncü Dünya kapitalizmin cehennemi oldu.

İnsan hakları kavramı bilindiği gibi bugünün kavramı değildir. Sosyalizme ünlü uğursuz saldırısını başlatırken Reagan bu silahı kullandı. Kireçlenen sosyalist ülkeler gerçekliği bu saldırıya açık zeminler yaratıyordu. Gorbaçov'la başlayan “açıklık” ve “yeniden yapılan­ma” sistemin çöküşüyle sonuçlandı. Bu­gün insan haklarını Rusya'nın açlarında mı, yoksa ünlü Rus mafyasında mı arayıp bulacağız?

Yeni Dünya Düzeni’nin ya da üçün­cü büyük paylaşımın ideolojisi insan hak­larıdır. Bu yeterince açıktır. İnsanlığa en kanlı savaşları yaşatan emperyalizm bugün nasıl ve hangi cüretle “ insan hak­ları” kavramına sarılabiliyor? Sömürge valileri “ uygarlaşmanın” ; yeni sömürge­cilik yıllarında ise IMF ve Dünya Bankası “ kalkınmanın” yollarını göstermişti! Şimdi geri dünyaya insan hakları öğre­tilecektir. Bu söylem, emperyalizmin ideolojik tutunma noktası tümüyle bir yalan, kof bir propaganda mıdır? Önceki iki paylaşım dönemine baktığımızda şu gerçeklik ortaya çıkar. Uygar dünyanın yanında “vahşi” bir dünya vardı. Daha doğrusu kapitalizmle henüz hiç tanış­mamış bir dünya vardı. Yine yeni sömürgecilik döneminde kapitalizmle bir biçimde tanışmış, ancak onun alt

yapısına sahip olmayan geniş bir dünya vardı. Şimdi rafine bir şekilde insan hak­larını yaşayan Batı denen cennet adacığı yanında, “insan haklarından” yoksun

geniş bir dünya vardır. Bu temel neden­den dolayı emperyalizmin insan haklarını yeni paylaşımı için ideolojik dayanak seç­mesi tümüyle bir yalan değildir. Sorun nerede yatıyor ya da “ abanın altındaki sopa” nerede duruyor?

Önce emperyalizmin üç yüz yıllık tarihi onun ideolojik söylemlerine karşı kesin bir şüpheyle yaklaşmayı gerektiri­yor. Bu yersiz bir şüphecilik değil, tarih bilincinin ortaya koyduğu bir duruş nok­tasıdır. Emperyalizmin egemenliği ve kendi arasındaki rekabeti sermaye, teknik ve zor gücüne dayanıyor. Ancak bunların çıplak egemenliği hep bir ide­olojik tül perdesi ile örtülmüştür. Bu örtülme suni veya uydurma bir durum değil bugüne kadar ki insan bilincinin, insanın doğayı ve maddeyi kavrayışı ile ilgili felsefi bir gerçekliktir. Tanrılar yok­tur, gerçek değildir; ancak tanrıları insan düşüncesinin yarattığı bir gerçektir. İnsanın maddeyi kavrayışı ve ona ege­men olma savaşı, bilgi teorisi açısından doğrusal yollardan yürümez. Her maddi gerçeklik, kendini içeren moral değerler yaratır. Toplumsal yaşamdaki egemenlik biçimleri de kendine denk düşen, ancak bu egemenliğin çıplak bir kopyası olmayan moral-ahlaki değerler üretir. Emperyalizmin önceki iki paylaşım döneminde ürettiği ideolojik değerler, özünde kendi egemenlik yollarının bir ifadesidir. İnsan hakları söylemine, tarih­sel materyalizmi elinde anahtar olarak tutan her kişi bu kavrama önce emper­yalist egemenliğin ideolojik biçimi olarak bakması gerekir. Emperyalizm dünyanın

____politik durum değerlendirmesi___

17 —

Page 18: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

yeni koşullarında egemenliğini yeniden tanımlamak zorundaydı. Sosyalizm çök­müştür. Ona karşı egemenlik konumlan­maları ideolojik ve pratik politika olarak anlamını yitirmiştir. Ö te yandan yeni sömürgeciliğin iflas ve tıkanma noktası­na gelmesiyle “ kalkınma” da büyüsünü yitirmiştir. Ayrıca Üçüncü Dünya’nın sosyalizme karşı bir koruma kalkanıyla kuşatılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bu koşullarda emperyalizm egemenliğini tanımlarken yeni ideolojik zırhlara gerek duymaktadır. Egemenliğin, ezen ve ezi­lenlerin olduğu dünyada tanrılar yeniden yeniden üretilmelidir.

“ İnsan hakları” konusunda emperyal­izmin “ çifte standardından söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Ortada onun açısından bir çifte standart yoktur. Çıkarların tek sağlam standardı vardır. Tanrı nasıl egemenlere ve ezilenlere başka yönleri ile görünüyorsa her moral değer de böyle farklı açılardan kavranır. Çözümlenmesi gereken insan hakları ideolojisinin egemenler tarafından nasıl göründüğüdür. Dünyadaki güçler denge­si, emperyalizmin dünyaya yeni egemen oluş tarzı bunu açıklar. Artık uygarlığın taşıyıcısı sömürge valileri dönemi geçmiştir. Hatta sosyalizm karsısında batı tek iken yürütülen dünyaya egemen olma tarzı da eskimiştir. “ Özgür dünya­nın” temsilcileri sosyalizme karşı Üçün­cü Dünya’da askeri diktatörlükleri per­vasızca kışkırtıp desteklediler. Dünyanın emperyalist merkezler tarafından yeni­den paylaşıldığı günümüzde dünya üs­tünde egemen oluş tarzı değişmek zorundadır. Artık Batı tek değildir, rakip güçlere parçalanmıştır. Bir ülke üzerin­de tümüyle (sömürge valiliği biçiminde veya sosyalizme karşı tek bir Batı bloku

__ 18

olarak) egemenlik kurma dönemi geçmiştir. Artık emperyalist merkezler dışında her ülke bu merkezlerin farklı yönlerden ancak eş zamanlı müdahalesi ile yüz yüzedir. Bir Üçüncü Dünya ülkesinin tümüyle bir emperyalist merkeze “ait” olduğu dönem bitmiştir. Bunu Türkiye en açık şekilde yaşıyor. Bu gerçeklikler karşısında ne sömürge vali­liği ne askeri diktatörlükler emperyalist paylaşımın yeni egemenlik biçimine denk düşemez. Bir ülke aynı zamanda farklı yönlerden çeşitli merkezler tarafından paylaşılmaktadır. Bu temel gerçeklik paylaşım alanındaki ülkelerde esnek politik yapılanmayı ve esnek iktidarları talep etmektedir. Artık emperyalizm açısından şu da bir gerçektir. Hiçbir emperyalist merkez belli alanlara tek başına egemen olacak kadar güçlü değildir. “ İnsan hakları” , em peryalizm e paylaşma alanlarında esnek davranma ortamları yaratacaktır.

Bu durum emperyalizm için bir risk yaratmıyor mu? Birincisi, bunu emper­yalistler arası hızlanan rekabet dayat­maktadır. Bundan kaçınmaları imkan­sızdır. İkincisi, katı askeri diktatörlükler inanılmaz keyfilik ve çürümelere yol açmıştır. Latin Amerika bunun en belir­gin örneğidir. Ve elbette Türkiye de! Bu yönde bir derinleşme sistemin en azın­dan Üçüncü Dünya alanında çöküşünü getirebilir. Bu ise kapitalizm için daha büyük bir risktir. Üçüncüsü, ortada alternatif bir sistem olmadığı müddetçe insan haklarının yaratacağı bazı “ isten­meyen kaymalar” her zaman denet­lenebilir. Ancak bu kavramın ezilenler tarafından algılanışı, insanlığın genel bi­linç seviyesinde yaratacağı gelişmeler kapitalizm açısından genel riskler doğu-

Page 19: Yol Şubat 2000 Sayı 7

rabilir. Zaten her egemenlik biçimi bir müddet sonra kendi karşıtını ister iste­mez yaratır. Gerçek insan haklarını emperyalizmin eline silah olarak bırak­mamak, bu silahı onun elinden almak belli bir tarihsel süreci kapsayacak mücadele ile mümkündür. Bu süreç aynı zamanda emperyalizm tarafından şekil­lendirilen “ insan hakları” kavramının ve ideolojisinin yıpranması süreci olacaktır.

Bugün yersiz hayallere kapılmadan algılanması gereken, insan hakları söyle­mi, dünya koşullarının dayattığı emper­yalizmin yeni egemenlik biçimin ideoloji­sidir.

Emperyalizmin eliyle de olsa, dünya­da insan hakları gelişecekse buna neden itiraz edilsin? Şu basit nedenle; kendi çıkarlarını sermaye, teknik ve silah zoruyla sonuna kadar savunan bir sis­tem için insan hakları kendi çıkarlarının sınırında biter.

Böyle bir dünya tablosu karşısında devrimlerin durumu ne olabilir? 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olması müm­kün müdür? Batı demokrasileri iki teme­le dayanır. Uzun bir sınıflar mücadelesi dönemi, bunun yarattığı bir “ demok­rasi” bilinci ve karşılıklı olarak birbirleri­nin konumlarını kabul eden bir sınıflar dengesi en önemli tarihsel temeldir. Bu birikim neredeyse yüz yılda sağlanmıştır. Ancak bu yetmemiş, bu demokrasilerde proletarya deyrimleri yaşanmış; bu devrimlerin başarısızlığının ardından ise faşizm gelmiştir. Batı demokrasisinden çok söz edilirken, faşizmin de bir batı ürünü olduğu unutulmamalıdır. İkinci temel, maddi zenginliktir. Bu ise refah devletleri sürecinde belli bir dayanıklılık kazanmıştır. Refah devletlerini yaratan

koşullar ise artık yoktur. Bugün önceki otuz yıla göre dünya zenginleri ile yok­sulları arasındaki uçurum çok büyümüş­tür. Bu çelişkiler Batı tarzı demokrasiler içinde çözümlenemez. Çözümlenebil­mesi için kapitalizmin yapısal bir değişime uğraması gerekir. Kapitalist artı-değer dünya sosyal gelişimine har­canırsa devrimlere gerek kalmayabilir. Ancak böyle bir kapitalizm artık kapita­lizm olmaktan çıkar. Oysa kapitalizm hala en fazla silaha yatırım yapmakta, dünya enerji kaynakları üzerinde aman­sız bir paylaşım savaşı vermektedir. Kapitalizm dünyayı hala zoruyla şekle sokuyor. Pentagon, Kosova Savaşı’na dayanarak sırf hava savaşları ile yenme üzerine strateji geliştiriyor.

Günümüzde iki temel gerçeklik atla­narak hiçbir siyasal çözüme gidilemez. Em peryalist m erkezler tarafından dünya yeniden paylaşılıyor. Bu paylaşım gerçe­ğinden hareketle otomatikman bir yeni dünya savaşı hayal etmek ne kadar yan­lışsa; bu gerçeklik atlanıp barışçıl bir demokrasi yüzyılı hayal etmek çok daha fazla büyük bir siyasal yanılgıdır. Bu tür hayallere yer bırakmayan diğer gerçeklik kapitalizmin iki yüzüdür. Bir yüzü cennet adacığı Batı kapitalist anayurtlarıdır; diğeri kapitalizmin cehennemi Üçüncü Dünya’dır. Bu çelişki ortada durdukça dünyadaki yanıcı maddeler birikmekte­dir. Kapitalizmin ana stratejisi dünyanın eteklerinden sökülüp gelecek bir yangını kendi sınırlarında tutma üzerine dayanı­yor. Emperyalist zor ortadan kalmadık­ça devrimin zoru da kendine akış yolları bulacaktır.

Yeni Dünya Düzeni’nden BeklentilerGerillanın sınır dışına çekildiği ve

____politik durum değerlendirmesi___

19 —

Page 20: Yol Şubat 2000 Sayı 7

silah bırakmaya hazırlandığı koşullarda “ Kürt Sorunu’nun” çözümü için başlıca iki baskı gücü kalmaktadır. İlki ve en önemlisi şüphesiz ki, “ barışçıl” Kürt halk hareketidir. Bu konuya demokratik cumhuriyet başlığında döneceğiz. İkin­cisi, A BD ve AB'nin “ politik baskıla­rıdır.” Özellikle Kosova'ya yapılan müdahale, N A T O için yeni bir konsept oluşturmuştur. Ancak benzeri bir “ mü­dahaleyi” Türkiye için beklemek tümüy­le hatalı olur. Bu noktada NATO 'yu gerçekten hiç “ çifte standarda” sap­madan davranacak bir “ insan hakları” savunucusu gibi görmek gerekir. Oysa bu varsayım dünyanın yeniden pay­laşıldığı gerçekliğine ve emperyalizmin çıkarlarına denk düşmez. Orta Afrika'da birkaç ay içinde milyonlar “ kabile savaş­larında” , aslında Fransa ve ABD arasın­daki yeni egemenlik çekişmesinde katle­dildi. Batı’nın sesi bile çıkmadı. Türkiye hem N A T O üyesidir hem de emperya­lizm için Kafkaslar-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninde önemli bir yere sahiptir. Bu gerçeklik Türkiye'ye yapılacak “ baskı­lara” oldukça önemli sınırlamalar getirir. Bütün bunlar bir yana emperyalizmin yaptığı dünya “ düzenlemeleri” nden ne beklenebilir? Körfez Savaşı, ardından Balkanlardaki savaş emperyalist mer­kezler arasındaki çıkar çatışmalarının özelliklerini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Emperyalizm doğası gereği her krizi “ çözümlerken” aynı zamanda bu alana mayın döşemektedir. Gerekti­ğinde patlatmak için! Kürt Halkı’ndan kimse dünya devlerine karşı Don Kişot’luk yapmasını isteyemez ve bekle­yemez. Ancak taktik geri çekilmeler ayrıdır, geri çekilmeleri stratejik ve ide­olojik noktalara tırmandırmak ayrı

— yol-----------------------------------------------

__ 20 __________________________

konudur. İkincisi yapıldığında Yeni Dünya Düzeni’ne ideolojik olarak tabi olunur. Oysa sorun bu sözde düzenin tüm gerçek yanlarını kavrayıp, ona karşı mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Bu süreç, yani Yeni Dünya Düzeni’ne karşı halkların mücadelesi daha yeni başla­mıştır. ABD'nin “ tek süper güç” olduğu ve dünyanın her köşesinin bu gücün çıkarlarına göre şekilleneceğini düşün­mek bugünün özelliklerini kavramamak olur.

Görünüşe bakılırsa emperyalist merkezler dünyanın çatışmak böl­gelerindeki sorunları “ çözümlüyorlar” . Olaylara biraz yakından bakılırsa her “ çözümleme” dünyanın çeşitli noktaları­na fitili ateşlenmemiş barut fıçıları yer­leştirmeye benziyor. Körfez böyledir; Balkanlar böyledir; Kafkaslar ise zaten tutuşm uştur. Yen i D ünya D üzen i’nin birbiriyle çelişir görünen iki özelliği yanıltıcı görüntülere neden olabiliyor. Emperyalist merkezler yeniden pay­laşımda sık sık karşı karşıya gelirken; öte yandan dünyanın barut fıçısı Üçüncü Dünya’dan kopup gelebilecek patla­malara karşı ortak denetimi sürdürmeye çalışıyorlar. Ancak bu hassas dengenin sonsuza kadar sürmesi ya da “ süper em­peryalizme” varması beklenemez. Halk­ların aktör olmadığı, ancak figüranlığa değer görüldüğü bu dünya “yeni” değil­dir. Emperyalizmin yapısal değişime uğradığına dair de ortada hiç bir ikna edici kanıt yoktur. Belki biraz yöntemler değişmiş, söylem de insan hakları öne çıkmıştır, ancak işin özünde bir değişim olmamıştır. Emperyalist egemenliğin dünyanın yeni koşullarında ideolojik ve pratik olarak yeniden tanımlanmasıdır söz konusu olan. Bu oynak ve gerilimli

Page 21: Yol Şubat 2000 Sayı 7

süreçte sık sık dengelerde değişim olsa da, işin karakterinde bir değişim yoktur.

Kürdistan bu paylaşımın en gerilimli noktalarından birisinde durmaktadır. Büyük merkezlerin iradesi her zaman kendini güçlü bir şekilde gösterecektir. Ancak tarihin gösterdiği gibi böyle geri­limli alanlarda imkanlar da bir o kadar artar. Bunu bizzat Kürt Ulusal Hareketi kendi mücadele pratiğinde yaşamıştır. Oysa son atılan “adımlar” (geri çekilme ve silah bırakma) bütün inisiyatifi Yeni Dünya Düzeni’ne bırakmak anlamına gelir. Ortada verilmiş hangi teminat var­dır? Oysa PKK kendi teminatını kendisi ortadan kaldıracak bir sürece girmiştir. O zaman Yeni Dünya Düzeni’nin soruna vereceği “ değerle” sınırlı kalınır.

Dem okratik Cum huriyet İçindeÇözümMevcut cumhuriyetin “ demokratik”

olmadığı yeterince açıktır. O zaman demokratik cumhuriyete nasıl varılacak­tır? Bu sorunun cevabı, eğer klasik dev­rimci literatürle konuşursak, Türkiye'de demokratik devrim adımının tamamlan­ması anlamına gelir. Bunun iki yolu ola­bilir: egemen sistemin evrimleşerek Batı burjuva demokrasisinin normlarını yaka­laması; ya da halkların devrimci zoruyla iktidarın çalışan kesimlere geçmesiyle demokratikleşme adımı tamamlanabilir. Bugün Türkiye toprakları bir devrimden uzak görünüyor. Hele PKK'nin son adımları bu uzaklığı daha da artırm ıştır. Geriye egemen düzenin demokrasiye evrimleşmesi kalır. Bu konuda hiçbir hayale kapılmadan sağlam bir duruş nok­tası kazanılması gerekiyor.

Bu topraklarda Tanzimat Fermanı'- ndan beri “ hürriyet” konuşulur. Ancak

OsmanlI’nın değdiği topraklardan hiç birisinde hürriyete ulaşılamamıştır. Cumhuriyet’in uzun yılları sıkıyönetim­lerle geçmiştir. Kürdistan için bu süre çok daha dayanılmaz bir baskılar dönemi olmuştur. Ulusal Mücadele, Kürt Halkı’- nda büyük bir “ diriliş” yarattı. Ancak bu siyasal ve sosyal teminatları ile çevrelen­meyince gelişim durabilir.

İnsanlığın yakın tarihinde askeri dik­tatörlüklerden Batı tipi demokrasilere geçişin örnekleri oldukça sınırlıdır. En çarpıcı örnekler 1970'li yıllarda Yuna­nistan, İspanya ve Portekiz'de yaşan­mıştır. Yunanistan ve İspanya'da yoğun halk hareketleri ile Portekiz'de ise bir devrimle faşizmler süpürülmüştür. Öte yandan, Batı denen coğrafya ve sosyal alanda bulunan sözü geçen ülkelerde bu geçişin çok önemli bir diğer nedeni, dönemin güçler dengesinde sosyalist sis­temin etkileridir. Portekiz'de devrimle iktidara gelen Sosyalist Parti’nin lideri Suares, Rus Şubat burjuva devriminden sonra Bolşevikler’in iktidara gelişini kast ederek, "Kerenski olmayacağım" demiş­ti. Olmadı. Ardından Portekiz Komü­nistleri iktidara gelemedi. Ancak bu Suares'in yetenekleri nedeniyle değil, “ sosyalizm tehlikesine karşı” , başta A l­manya olmak üzere batı sermayesinin bu ülkelere akması nedeniyledir. Sonuç olarak, coğrafyanın bu noktasında, tarih akarken, batı demokrasilerinin iki temel dayanağı yan yana gelebildi. İlki, yoğun ve yaygın sınıflar mücadelesi ile demok­rasi bilincinin gelişmesi; diğeri maddi zenginliğin oluşmasıdır. Sosyalist siste­min varlığı ile bu ülke halklarının zoru yan yana gelince batının maddi zenginliği bu ülkelere belli ölçülerde akmak zo­runda kalmıştır.

____politik durum değerlendirmesi.___

21

Page 22: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Yaşadığımız topraklarda “ demokra­tik cumhuriyete” doğru önümüzde nasıl bir yol var?

Eğer bu süreç ağırlıklı olarak devletin inisiyatifi ile gelişirse, olaylar bunu gös­teriyor, demokratikleşmenin önünde iki önemli engel durmaktadır. Birisi, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye'nin bölgede­ki yeri ve rolü; diğeri egemen sınıfların uzun yıllar etle tırnak gibi kenetlendik­leri tarih bilinçleridir.

İlkinden başlarsak, bu konu doğru­dan çok sözü edilen devletin yeniden yapılanmasıyla bağlantılıdır. Devletin yeniden yapılanması artık bir zorunlu­luktur. Egemenler de büyük oranda “ artık böyle gitmez” diyorlar. Ancak nasıl gideceği konusunda ortada kesin­leşmiş bir yöneliş yoktur. Tek kesin belge 28 Şubat Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Türkiye'de yapılacak her si­yasi değerlendirmede bu çizilen çerçe­veyi hatırlamak zorundadır. Unutul­duğunda sahipleri tarafından hatırlatılır. Özellikle liberal sol ortama egemen olan yanılgılı bir düşünce, yeniden yapılanmanın içinde demokratikleşme sürecinin de varsayılmasıdır. Oysa bu büyük bir siyasal yanılgıdır. “Ateş çem­berindeki” Türk Devleti kendini yeni koşullara uydurmaya çalışırken hiç de böyle düşünmüyor. “Ateş çemberinde­ki” yoğun paylaşım gerçekliğinden dolayı Türk Devleti en azından orta vadede sürekli üç büyük gücün baskısı altında politika yapacağını biliyor. ABD , A B ve Rusya arasındaki her gerilim Türkiye'nin dış ve iç politikasına doğrudan yansıyor, yansımaya uzun yıllar devam edecektir. Bu üçlü gerilimin Türkiye'deki siyasal yaşamın kopmaz bir parçası olacağı düşünülürse, devlet kendini yeniden

— yol-----------------------------------------------

__ 22 __________________________

yapılandırırken bu özelliklere göre şekil­lenecektir. Bugün bu çok bilinmeyenli denklemin henüz bir çözümü yapıla­mamıştır. Zaten çözüm Türk Devleti’- nin inisiyatifinde değildir. Bu gerçeklik­lerden hareketle devlet, kendi iç den­gelerini çok sıkı kontrol etmek zorunda olduğunu biliyor. Denklemin bilin­meyenleri yanında, bilinen ve oldukça iyi açığa çıkan bir gerçeklik vardır: Dünya ve bölge dengeleri Türk Devleti’- ni daha fazla militarize olmaya zorluyor. Elbette bu militarizasyon eski hantal, yıpranmış biçimlerin bir tekrarı olamaz. Daha kıvrak, etkili ve esnek bir yapıyla bölge dengelerine bir ölçüde cevap veri­lebilir. Bu yönde bir yeniden yapılanma kaçınılmazdır. Ancak iş kaçınılmaz oldu­ğu kadar kolay değildir. Üstelik bu süre­cin “ demokratikleşme” ile bir ilgisi yok­tur. Eğer emperyalist merkezlerin “ insan hakları baskısı” kendi gerçekliğinden öteye götürülür, olmadık misyonlar yük­lenirse, buradan sadece siyasal bir düş kırıklığı çıkar, ancak demokrasi çıkmaz.

İkinci engele, egemenlerin tarih bilin­cine geldiğimizde ise durum daha da ümitsizleşir. Türk egemen sınıflarının bi­linci yoğun sınıflar mücadelesi gerçekliği ile şekillenmemiş, tam tersine OsmanlI’­dan gelen devlet geleneği ile beslen­miştir. Devletin mutlak egemenliğinde sınıflar hiçbir zaman kendi siyasal kimlik­lerini kazanamamıştır. Sivil siyasetin “ sefil siyasetle” hep eş tutulması bun­dandır. Egemenler gerektiğinde, uygun görürlerse yukarıdan vermeyi tek yol bilmişler, aşağıdakiler de hep yukardan beklemeye koşullanmıştır.

Bu tarihsel bilinçten bugün ne ölçüde kopulmuştur? Bu tarihsel bilinçten devlet kendiliğinden kopuşmaz. Ancak

Page 23: Yol Şubat 2000 Sayı 7

böyle bir kopuşmaya zorlanırsa bu mümkündür. Ancak Ulusal Mücadele’- nin bütün zemini “ devleti ikna” etmeye dönüşünce böyle bir kopuşma nasıl gerçekleşecektir? 1960 sonrası yaşanan­lar elbette bu tarihsel alınyazısından belli kopuşmalar yaratmıştır. 60'lardan sonra gelişen devrimci mücadele, ardından büyük atılımlar yapan Kürt Ulusal Mücadelesi; son olarak devletteki çeteleşmeler ve depremin yarattığı bi­linçlenme bu tarihsel alın yazısından bir kopuşma yaratmıştır. Ancak Ulusal Mücadele’nin attığı son adımlar bu ko­puşma da tersine bir kırılma yaratmıştır. Sanki bir türlü kınlamayan alın yazısına geri dönülmüştür. “ Kürt aydınlanması” büyük bir kazançtır. Ancak buradan kendiliğinden demokratik cumhuriyete gidilemez. Aydınlanmalar sürekli bilen- mezse kararabilir. Dünyanın kazandığı sosyalizm bilinci beslenemeyince tüken­di. Üstelik Türk egemenleri tarihlerinde hemen hiç aydınlanma dönemi yaşa­madılar. Dillerden düşmeyen “ Batılılaş- ma” nın yetmiş yıl sonra “şark işi” bir bozulma olduğu acı acı ortaya çıktı. Aydınlanma, kapitalizmin gelişim tarihin­de düşüncenin rasyonalleşmesini kapsar. Ancak Türk burjuvazisi kendi tarihinde hiç böyle bir dönem yaşamamıştır. Ras­yonel “ Batı aklı” o nedenle bir türlü Türk egemenlerini anlayamıyor. Bütün bu gerçeklerden dolayı Türk burjuvazi­sinden rasyonel bir davranış beklemek, ölü gözünden yaş beklem eye benzer.

Ulusal Mücadele’nin son stratejik dönüşü ile yeniden yapılanma süreci he­men tamamen devletin inisiyatifine geç­miştir. “ Devleti ikna” temeline dayanan­ların girişimlerinin ardı gelmez. Devlet nasıl ikna olabileceğini Kıvrıkoğlu'nun

ağzından sık sık açıklıyor. Böylece “ demokratikleşme sürecinin” yine tek teminatı devletin kendisidir. Böyle bir demokratikleşmenin sınırları ve ufku Genelkurmay binasının duvarlarının hizasından çok öteye gidemez.

“ Devleti Güçlendirme” nin Barışla İlgisi: Çok fazla spekülasyona açık olan bu yaklaşım, stratejik dönüşün en riskli noktasıdır. Bu devleti, biraz daha demokratik de olsa, “güçlendirme” söz­lerinin barışla ne ilgisi olabilir? Sözde “ demokratik” bir Türkiye'nin “ bölgenin en güçlü devleti” olması bölge halklarına ne kazandırabilir? Emperyalist merkez­ler iki yüz yıldır demokratik rejimlere sahipler, dünyada kendilerinden başka bir demokratik alan yaratabildiler mi? Demokrasi büyülü bir sistem değildir. En sonunda kapitalizmin çıkarlarının ra­fine edildiği bir düzendir. Önüne, ne za­man ve nasıl olacağı hiç belli olmayan, “ demokratik cumhuriyet” sıfatını ekle­yerek, bu “ devleti güçlendirmekten” söz etmek devrimcilik sınırlarını çok zorla­yan bir yaklaşımdır. Devrimciliğin ufku­nu burjuva demokrasisiyle sınırlamak anlamına gelir.

Sonuç olarak, Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş derinleşmesini sürdür­düğü müddetçe, geriye dönüş şansını tamamen kapatmaktadır. Daha önceleri ilan edilen ateşkesler sırasında çok sık tekrarlanan “savaşa da barışa da hazırız” söyleminin artık son durağına gelin­miştir. Bu stratejik dönüşten sonra,devlet adım atmasa bile mücadeleyi yeniden yükseltme şansı yoktur. Mücadele sürecinde duraksamalar, geri çekilmeler ve hatta derin yenilgiler yaşanabilir, ancak stratejik ve elbette buna bağlı olarak ideolojik duruş nok-

____politik durum değerlendirmesi___

23 —

Page 24: Yol Şubat 2000 Sayı 7

tasında bir kayma yaşanmadığında koşullarla bağlantılı olarak yeniden yük­selişe geçilebilir. Ancak stratejik bir dönüşten ve hele ideolojik kırılmadan sonra bunu yapmak mümkün olmaz. Çünkü artık ortada başkalaşmış bir siyasi yapı, farklı bir siyasal kimlik vardır. Ulusal Mücadele böyle bir yolda hızla derinleşiyor.

3. D Ü N YA VE BÖ LGEDEKİ GELİŞM ELER STRATEJİK DÖNÜŞÜ A LIN YA ZISI H ALİN E GETİRDİ Mİ?

Devletin 92 yılında ilan ettiği “topye- kün savaş” günlerinden bu yana Ulusal Mücadele bir taktik tıkanmaya girmiştir. Bunun kendini en açık ortaya koyduğu moment ise Şemdin Sakık olayının patlak vermesidir. Gerilla savaşı kendini tekrar etmeye başladığı andan itibaren sorun birikmeye başlamıştır. Türk Devleti’nin ilan ettiği “ topyekün savaş” bilindiği gibi Ulusal Mücadele’yi çok yönlü bir kuşat­mayı hedefliyordu. Kırda köy boşalt­malar savaşın lojistik ve aynı zamanda politik alanını daraltmayı belli ölçülerde başardı. Güney’e yapılan operasyonlar o bölgede tutunma ve özellikle diğer Kürt örgütleri ile bağlantıları, olası ittifak yol­larını kapatmayı amaçlıyordu. Öte yan­dan, bütün Türkiye'de yükseltilen şov­enizm dalgası ile Hareket’in metropol ayakları ve ittifak güçleri inmelendiril- meye çalışıldı. Bu süreç ilerledikçe Ulusal Mücadele’deki taktik tıkanma da belli ölçülerde derinleşti.

Tam bu süreç işlerken Ulusal Mücadele’nin önemli bir tercih yaptığını görüyoruz. Batı ülkeleri ölçüsünde diplomatik mücadeleye ağırlık verildi.

— yol-----------------------------------------------

Böyle bir tercih yapıldığı için de taktik tıkanmayı üç alanda (gerilla sahasında; Güney'de ve metropollerde) aşma çaba­ları yeterince kararlı ve inatçı yürütül­medi. Suriye krizinde Öcalan'ın Avru­pa'ya çıkışı tercih etmesi taktik tıkan­mayı diplomasi ile aşma çabasının en önemli adımıydı. Ancak tercihin yeterli altyapı ve birikim olmadan yapıldığı “ Roma sürecinde” ortaya çıktı. Yapıdaki iç gelişmeleri yeterince bilmesek de, bu­rada Öcalan'ın yaptığı bazı açıklamalar hem yeni siyasal yol konusunda hem de Parti ve gerilla ile ilişkileri konusunda oldukça şaşırtıcı ve bir dönüm noktasını işaret eden bütün kanıtları ortaya koy­muştu. Sürecin İmralı’da değil, Roma’da bir sıçrama yaptığını ve kesin bir nitelik değişikliğinin eşiğine o momentte gelin­diğini söylemek hatalı olmaz.

PKK'deki stratejik dönüşü değerlen­dirirken, son açıklamaların sadece dev­rimci kavramlara uygunluğu yönünden kritik etmek ortaçağ softalığından farklı bir anlama gelmez. Bizim elimizde o anlamda bir “ kara kaplı kitap” yoktur. Bize pusula görevi yapan bir düşünce sistemi vardır elimizde. Ancak o yolda nasıl yürüneceği o pusulanın üstünde yazmaz. O nedenle stratejik dönüşe güçler dengesi açısından bakmak zorun­ludur. Körfez Savaşı Ulusal Mücadele’ye önemli bazı avantajlar sağladı. Ancak daha sonraki yıllarda bölge emperyalist merkezlerin yoğun bir çekişme alanı haline geldi. Türkiye, ABD-İsrail ekse­nine yerleşerek belli bir tercih yapmış oldu. Fakat bölgede hiçbir denge sabit olmadığı gibi her an değinmeye yatkındır. Bu noktada özellikle gerilla savaşının ve genel olarak Ulusal Mücadele’nin lojistik savaş derinliğinin

__ 24

Page 25: Yol Şubat 2000 Sayı 7

nasıl bir durumda olduğu sorgulanması gereken bir olgudur. Lojistik derinliğin çok daralması durumunda mücadele sadece “ kahramanlıklarla” yürütülemez­di. Ancak bölge ve dünya gerçekliklerine baktığımızda stratejik derinlikte yaşanan bu ölçüde bir dönüşü alınyazısı haline getirecek bir tükenme yoktur. Bölge, dengelerin en oynak olduğu, belli imkan­ların daha uzun süre varlığını sürdüre­ceği bir alandır. “ Bağımsız Kürdistan” ın bir hayal olup olmadığı tartışmasına girmek fazlaca gerekli değildir. Ancak mücadele başlarken bu hedefin çok daha uzaklarda olduğu yeterince açıktır. Emperyalizm ve sosyalizm dengesinde sınırlar çok daha statik ve kalıcı görünüyordu. Oysa günümüzde I. ve II. Dünya Savaşı’nın dengelerinde kurulmuş pek çok sınır kendi arkasındaki güç kon­umlanmasını yitirmiştir. Buradan oto- matikman “ bağımsız Kürdistan” elbette çıkmaz, ancak gelişmelerin pek çok şeye gebe olduğu da bir gerçekliktir. Koşullar bazı taktik yaklaşımları dayatsa da, bunun ideolojik bir dönüşe varmasını dayatan derin bir. zemin yoktur. Dünya üzerinde “ süper emperyalist” bir ege­menliğin kurulduğu günlere değil, ege­menlik sisteminin paralize olacağı bir tarihsel döneme girilmiştir. Bu gerçek­lik, halkların mücadelesine belli bir lojis­tik derinlik sağlayabilir. Buradan düz bir mantıkla hemen mücadeleleri yükseltme sonucu çıkmaz; ancak dünyayı böylealgılayış başka bir stratejik konumlanış gerektirir; oysa Ulusal Mücadele’de yaşanan stratejik dönüş Yeni Dünya Düzeni’nin ve ayrıca demokratik cumhuriyetin sınırları içine çekilmeyi öngörüyor. 21. yüzyılı “ barış ve demokrasi yüzyılı” ilan etmek en

hafifinden emperyalist egemenlik sis­teminin niteliğinde köklü bir değişimi varsaymak anlamına geliyor. Oysa dünyanın tablosu böyle görünmüyor.

Yaşanan süreç ezilen halklar ve çalışan kitleler için fazla umutlu görün­müyor. Daha doğrusu emperyalizmin “ insan hakları” söyleminden ve dünyanın her köşesine müdahale etme hevesin­den dolayı yanlış bilinçler yaratabiliyor, ancak derinlerde duran gerçeklik su üstündeki bu köpüklenmelerden dolayı nitelik değiştirmiyor. Böyle günlerde ideolojik duruşların önemi çok büyük­tür. Çünkü geleceğe bu duruş noktasın­dan bakılır ve hazırlıklar bu ideolojik duruşa göre yapılır. Bu noktalardan bakıldığında Ulusal Mücadele’deki stra­tejik ve ideolojik dönüş, başka gidişi ol­mayan bir alınyazısı değildir. Yaşananlar belli bir siyasal tercihin sonucudur.

4. İD E O LO JİK K IR ILM A N INBU Ö L Ç Ü D E H IZ L IY A ŞA N M A SIN IN N E D E N LE R İ

PKK tarihi bu noktadan yeniden yazı­lacaktır. Taktik tıkanmadan bu ölçüde geri ideolojik kırılmaya gelinmesinin, gelecek mücadele sürecinin aydınlatıla­bilmesi için iyi değerlendirilmesi gere­kiyor. Hızlı bir ideolojik kırılmadan söz etsek de, bunun belli bir süreyi kapsayan bir birikimi olduğu açıktır. Bu birikiminbelli detaylarına elbette ki sahip değiliz. O nedenle değerlendirmemiz eldeki bil­giler temelinde sınırlı kalacaktır. Ancak yaşananlardan sonra Ulusal Mücadele’- nin tarihinin yeniden değerlendirilmesi, kişilerin isteğinden öteye, yola devam edebilmek için objektif bir görevdir.

___ politik durum değerlendirmesi___

25 —

Page 26: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

İdeolojik kırılmanın altında yatan önemli bir neden PKK'nin mücadele büyüdükçe kazandığı yanlış tarih bilin­cidir. Hareket, ulusal boyutlara büyü­dükçe aynı zamanda Kürt milliyetçiliği de gelişti. Bu hareketin ideolojik zemini­ni sürekli zayıflattı. Bu konuda öyle nok­talara savrulmalar oldu k!, Türk toplumu yanlış tarih bilinci ile 'yağmacı ve bar­bar” ilan edildi. Toplumların gelişim sürecinde “ barbarlık” ahlaki bir değer değil, bir gelişim aşamasıdır. Ortadoğu ve Anadolu topraklarında neden tarihin bir döneminde ekonomi “yağma ekono- misiydi” . Yerleşik toplum düzenine geçilmeden önce her topluluğun ekonomisi belli bir ölçüde “ yağmaya” dayandı. Şu ünlü batı demokrasileri Amerika kıtasını keşfettikten sonra insanlık tarihinin en büyük yağmasını yaptılar. Ancak Batı kaynaklı tarihler ve insan bilinci bu büyük yağmayı hala uygarlığın taşınması olarak adlandırıyor. Ve uygarlığın I3.yüzyıldnn beri taşındığı Latin Amerika hala dünyanın en krizli bölgesidir. Toplumsal çürümelerin en yoğun olduğu kıtadır. Türk toplumunu tarihsel gelişim aşamalarını dikkate almadan, “ yağmacı” olarak değerlen­dirmek, öte yandan Kürt milliyetçiliğini besleyen sonuçlar yarattı. Bu noktada da durulmadı, Türkiye'de siyaset alanı “ bozulmamış topluluklar” , pratikteki karşılığı “ Türkmenler” üzerinden yürü­tülmeye çalışıldı. Gerilla kaynakları ola­rak bu topluluklar görülüyordu. Bu yak­laşım Kürt Hareketi’ni kabaca Türkiye'­ye taşımak anlamına geliyor; ancak bu noktada kalmıyor sınıf gerçekliğinden derin bir kopuşu ifade ediyordu. PKK hareketi sosyalizm iddiası taşıyan bir hareket olarak bu kopuşla birlikte Kürt

__ 26

orta tabakalarının bilinç ortamına sürük­lendi. Bu konuda Parti içinde oldukça yoğun mücadelelerin olduğunu bili­yoruz. Ancak ideolojik zemindeki bu kayma engellenemedi. Bugün bu ölçüde hızlı bir ideolojik kırılma yaşanmasının altında böyle köklü bir bilinç kayması yatmaktadır.

İkinci neden, YDD 'nin hareket üzerindeki etkileridir. PKK büyük bir harekettir. Bu nedenle Yeni Dünya Düzeni’nde her gün yaşanan pragmatik pazarlıkların ağırlığını somut olarak üzerinde hissetmektedir. Bir küçük ide­olojik grup için fazla sorun olmayan bu konu PK K için somut bir olgudur. Sosyalizmin yıkılmasıyla, insanlığın yaşadığı ufuk kararması, günümüz insan­lık bilincini pragmatik değerlere bağla­mıştır. Bugün “ prensip duruşunun” bir değeri yoktur. Pragmatizm Yeni Dünya Düzeni’nin yoğun pazarlık ortamında, belki de insanlık tarihinde hiç ulaşmadığı seviyelere tırmanmıştır. Küçümsenmeye gelmez.

Prensip duruşu veya insanlığı yön­lendiren değerler düşünürlerin aklından çıkmaz. Tarihsel dönemlerin yarattığı olgulardır. İnsanlığın gelişiminde bir ta­rihsel dönem kapanıp bir diğerinin açıl­ma sancıları prensipleri yaratır. Pren­sipler aslında henüz varılmamış gele­ceğin insanlık düşüncesindeki tasa­rımıdır. Ancak öyle dönemler olur ki, tarihsel bir geçiş veya çöküş sürecinde, insanlık henüz geleceği prensipler şek­linde olgunlaştıramadığında gündelik akışın anaforunda bir süre akıp gider. Böyle dönemler eski prensiplerin aşın­dığı, terk edildiği ancak henüz yenileri­nin yaratılamadığı süreçlerdir. Avrupa ortaçağının uzun çöküş yılları en çarpıcı

Page 27: Yol Şubat 2000 Sayı 7

örnektir. En büyük değer ve prensip duruş noktası olarak din, tarikatlara parçalanarak sonunda kendinin inkarına, burjuva hukuk sistemine varmıştır.

Günümüz dünyası en azından on yıldır sosyalizm-kapitalizm dengesi dışın­da düşünüp davranıyor, insanlığın gele­cek tasarımı olarak sosyalizm büyük yaralar aldı. Yeni Dünya Düzeni’nin pragmatizmi her türlü “ eski değer” üzerinde baskı kuruyor. Bu gerçeklik geleceğin yoğunlaşmış tasarımı olarak prensip duruşunu değersizleştiriyor. Bu iradeler dışında bir gerçekliktir. Ancak elimizdeki bütün değerleri yitirmedik. Değerlerimizi yetkinleştirebilmek ve yenilerini yaratabilmek için ilk vazge­çilmez koşul Yeni Dünya Düzeni’nin özünün iyi kavranmasıdır. Onun görün­tülerine kapılmak kaçınılmazca düşünce sistemimizi pragmatizme vardırır.

Yeni Dünya Düzeni’nin gerilimlerinin ortasında büyük basınç altında olan Kürt Ulusal Mücadelesi pragmatizm alanına savrulunca ardından ideolojik bir kırılma kaçınılmaz hale gelmiştir. “ Hareketi kırdırmak yerine ideolojik bir kırılma” tercih edilemez mi? Ancak bu taktik bir manevra değil, bugüne kadar “ düşman” olarak tanımlanan güçlerin alanına bir bakıma teçhizatsız girmek demektir. Bu anlamda ortada henüz “ kurtarılan” ve belli ölçüde teminat altına alınan bir kazanım yoktur. Bazen günün kaybı geleceğin kazammını hazırlayabilir ya da günün kazanımı geleceği kaybetti rebi i ir. Günümüz devrimciliği esas yanları ile Paris Komünü günleriyle Yeya Bolşevik Devrimi’nin ya da Çin Devrimi’nin özel­likleri ile değil, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı duruşun ve mücadelenin imkan ve yolları ile tanımlanmalıdır. Bu da yeniden

paylaşıma karşı en başta ideolojik bir duruş noktası kazanmaktan geçer.

İdeolojik kırılmanın önemli bir diğer nedeni bize, doğu toplumlarına özgü “yüceltme” eyleminde yatar. Her yüceltme belli ölçüde “ dünya gerçek­lerinden” bir kopuşmadır. PKK önder­liği uzun yıllar verdiği mücadelede haklı olarak yüceltildi. Ancak modern bir savaş örgütünde “yetkin bir kurmay” olmazsa olmaz bir koşuldur. Önderliğin Roma açıklamaları kendi örgüt ve savaş gücünden kopuşma işaretleri veriyordu. PKK'de kendi iç gelişimi açısından “ olağanüstü” günler başlamıştı. Bu olağanüstü süreç, PKK'nin kendisini olağanüstü bir hızla yetkinleştirmesini dayatıyordu. Ancak sanki çizilen alınya- zısında yüründü. Tarih bu süreci yeni­den değerlendirecektir.

5. O LA S I G E LİŞM E LE R

PKK “ devleti ikna” adımlarına devam ediyor. Cevaplanması gereken soru devlet bu gelişmelerle ne ölçüde “ ikna” olacaktır?

Ortada somut sonuçlanmış bir “ pazarlık” yoktur. Devletin bu süreci nasıl değerlendirmek istediği, neyi amaçladığı beklenti ve iyi niyetlerden öteye tespit edilmelidir. Devlet, ustaca yollardan giderek bu süreci uzatarak PKK'nin evrimleşmesini son durağına kadar vardırmak istiyor. Hareketin radikal özü iyice eritilerek, PKK'nin en son hangi noktaya kadar gerileyebilece­ğinin hesabını yapmaktadır. Gereksiz sertliklerle süreci kopartmak yerine beklentiler yaratarak uzatmak eğilimin­dedir. Evet, politik hava yumuşamıştır.

___ politik durum değerlendirmesi___

27 —

Page 28: Yol Şubat 2000 Sayı 7

PKK'nin adımları nedeniyle devletin bugüne kadar ileri sürdüğü “ terör” ge­rekçesi ortadan kalkmaktadır; ancak öte yandan, sürecin inisiyatifi bütünüyle dev­letin istediği kanallarda akmaya başla­mıştır. Hareket son adımları ile kendi içinde ve dışında itibar ve güç kaybına uğramaktadır. Devlet nasıl bir Kürt Ha- reketi’ni kabul edebileceğini belli bir üs­lupla tekrarlıyor. Geri çekilmeyi yeterli bulmayan Genelkurmay teslim şartını tekrarlayıp duruyor.

Devlet bugünkü “yumuşamaya” el­bette bir değer biçmektedir. Ancak Türk Devleti açısından sorun geleceğe yöneliktir. Hareket’in bir kez daha “ kal­kışma” olasılığını en aza indirmek için çok yönlü kuşatmasına devam etmekte­dir. Bu koşullarda elbette bir barış olabi­lir. Ancak barış tarafların belli bir biçim­de varoluşunu gerektirir. Devletin “ ba­rış” kavramında ise “ karşı taraf’ yoktur. Daha doğrusu ciddi bir politik ağırlık taşımayacak ölçüde minimalize edilmesi amaçlanmaktadır.

Yakın gelecekte büyük olasılıkla Kürt Hareketi rolünü legal ve meşru siyasal alanla oynayacaktır. Devlet henüz bu alanda bir düzenleye girişmemiştir. İlk hedef PKK'nin yeterince etkisiz hale getirilmesidir. Ardından siyasal alana müdahaleler gelecektir. Üstelik devletin bu konuda oldukça fazla deneyi vardır.

Sonuç olarak, genel devrimci ve de­mokrat güçler açısından Eylül sonrası yaşanan en kapsamlı tasfiye süreci işle­meye başlamıştır.

— yol----------------------------------------------

__ 28

6. SON GELİŞM ELER KARŞISINDAPO LİTİK TAVRIMIZ

Bugün Kürt Sorunu “ dil ve kültür özgürlüğü” alanına daralmıştır. Bu yak­laşımla Ulusal Sorun’un bir çözüme ulaş­ması imkansız görünüyor. O nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gelecek mücadele yıllarında gündemdeki yerini koruma olasılığı oldukça fazladır. Hangi mücadele biçimleri ile ve hangi yollardan yürüyeceğini bugünden ön­görmek oldukça zordur. Ancak sorun çözümlenmediği için gelecek sürecin önünde durmaya devam edecektir. Sorunun ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı seviyesinde ele alınışının zemini varolmaya devam ettiği için bu konudaki prensip duruşunu sürdürmek ve gereklerini yerine getirmek vazge­çilmez bir görevdir.

Öte yandan, Ulusal Hareket’in son stratejik dönüşünün Kürt Halkı’nın demokratik haklarını ne ölçüde geliş­tireceği büyük kuşkular yaratsa da, demokratik hakların elde edilmesi yo­lunda her gerçek adımın desteklenmesi; ülkede gerçekten demokratik geliş­melere yol açabilecek; Türk ve Kürt Halkları’nın ittifakını güçlendirecek adımların desteklenmesi ve geliştirilme­si, her somut adım kendi içinde değer­lendirildikten sonra kaçımlamaz politik bir görevdir.

III. TÜ RKİYE DEVRİM Cİ H A R E K E T İN İN DURUMU

Hareketimiz’in, “Türkiye Devrimci Hareketi’nin Üçüncü Dönemi” olarak tanımlandırdığı süreç bizimde içinde

Page 29: Yol Şubat 2000 Sayı 7

bulunduğumuz devrimci hareketlerin, partilerin varlık yokluk mücadelesi ver­diği bir dönem olmuştur. Geçmişin önemli siyasetleri daha EylüPün ilk yılla­rında III. Dönem’in gerektirdiği ideolojik ve örgütsel yönelişlere ulaşamadıkları için eriyip yokolmuşlardır. 80'li yılların ortalarından sonra gelişen öğrenci ve işçi eylemliliklerinden güç alarak kendini toparlamaya çalışan Türkiye Devrimci Hareketi ise kendiliğinden kitle hareke­tinin geri çekilmesi ile 90'lı yıllarda sosyalizmin çöküşünün yarattığı etki ve devletin Kürt Devrimci Hareketi’ne karşı ilan ettiği topyekün savaşın yarat­tığı gerginliğe ve bu savaş seviyesinin Türkiye'deki örgütsel yansımasına karşı­lık gelecek bir örgütsel seviye yakalaya­mamıştır. Faşizmin çözemediği yapısal sorunlar T.D.H'ye belli dönemlerde ha­reket edebileceği alanlar yaratmasına rağmen, esas olarak T.D.M'nın II. Done- mi’ne ait olan alışkanlıklarla hareket et­tiği için tasfiye girdabından kendini kur- taramamıştır. Sonuç olarak tarihinde hiçbir zaman bu kadar gündem dışı kal­mamıştır.

Yaşadığımız günler, devrimci hare­ketleri, partileri daha zorlu görevlerle yüz yüze bırakmaktadır. II. Dönem’in gereklerini yerine getirmekte zorlanan, kavramayan, bu anlamıyla tasfiye girda­bının içinden çıkamamış, Türkiye Dev­rimci Hareketi yeni bir tasfiyeci dalga ile karşı karşıyadır. 84 atılımıyla Eylül’ün karanlık günlerinde kendine çıkış imkanı bulan PKK, oldukça zorlu dönemlerden başarıyla geçerek Ortadoğu’nun önemli bir devrimci gücü haline gelmişti. Dünya dengelerindeki aleyhimize olan dönü­şümlere rağmen topraklarımızda başarılı devrimci çıkışların olabileceğinin somut

kanıtı olan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, önderliğinin yakalanmasıyla birlikte stratejik bir dönüş içine girmiş­tir. Kendini ideolojik olarak İmralı sa­vunmalarında ifade eden, pratikte ise bu ideolojik stratejik yönelişin mantıki sonuçlarına doğru giden PK K ’de tasfiye sürecinin içine girmiştir. Bu durumun T.D .H ’yi etkilemesi kaçınılmazdır.

Henüz yaşananların sıcaklığı ve bölgedeki gerginliklerden, Türkiye'nin içinde bulunduğu yapısal sorunlardan kaynaklı kimi olanaklar PK K ’nin stratejik dönüşünün etkilerini tam olarak ortaya çıkarmamıştır. Sürecin derinleşmesi ve soğumasıyla birlikte PK K ’deki stratejik dönüşün yaratacağı etkinin derinliği daha net olarak görülecektir.

Yaşadığımız günler belleğimizi canlı tutmayı, hazırlıklı olmayı zorunlu kıl­maktadır.

Hareketimiz uzun zamandır Türkiye Devrimci Hareketi’nin II. Dönemi’nin kapandığı tespitini yapmaktadır. Bu gerçeklikten yola çıkarak Türkiye Dev­rimci Hareketi’nin III. Dönemi’nin ge­rekliliklerine uygun teorik ve pratik yönelişlere girilmiştir. Bu yönelişler Hareketin yeni dönemin gerekliliklerini yerine getirebilmesi, tasfiye girdabından çıkabilmesi için zorunluluktu. Türkiye Devrimci Hareketi’nin III. Dönemi ola­rak tanımladığımız ortamı bir kez daha yinelemeyi, belleğimizi tazelemeyi ge­rekli görmekteyiz.

S O S Y A L İS T SİSTEM İN Y IK IL IŞ IN IN E T K İLE R İ

Ufuk kopması olarak tanımladığımız etkinin, esas olarak kendini postmo-

____politik durum değerlendirmesi___

--------------------------------------------- 29 —

Page 30: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol--------- ----- -------------------------- _

dernizm olarak ifade ettiğini söylemiştik.İnsanlığı şekillendirecek her türlü

projeye karşı olunulduğu için günü yaşa­mayı hedef edinen bu düşünce akımı, sosyalizmin çöküşünden sonra güçlen­miştir. "Dünyanın ve Türkiye'nin yeni koşullarına cevap verebilecek bir düşün­ce ve davranış sistemini geliştirmek" gö­rev olarak önümüzde durmaktadır.

Sosyalizmin ütopyalaşması, sosya­lizmin yenilgisi Marx ve Engels'le birlikte bilimselleşmiş, Lenin’le birlikte somut­laşmış bir olguyu tekrar ütopya seviye­sine çıkartan düşüncelerin gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünce sistemi ise sosyalizmi "ahlaki zeminde kısırlaştır­maya" yol açar demiştik. Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak dövüştürmek, bu konuda gelişebilecek sapmalara karşı gerekli uyanıklığı göstermek yaşadığımızgünlerin zo r görevlerindendir.

Üçüncü olarak, özellikle Sovyetler dağıldıktan sonra yaşanan savaşların dini-etnik savaşlar olarak görülmesi sınıflar savaşının üstünü örtmektedir. Bu görüntü sınıflar savaşı kavramını bula­nıklaştı rmaktadır.

Sosyalist sistemin yıkılışı arkasında derin teorik sorunlar bırakmıştır. Ana başlıklarıyla, mülkiyet ilişkileri, merkezi planlama işçi sınıfının üretimdeki yeri, devlet ve parti ilişkisi konuları progra- matik konulardır. Yeni bir sosyalizm ufku için mutlaka yeniden tanımlanması gereken konular olarak durmaktadır.

Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte, kapitalizm sosyalizm dengesindeki deği­şiklik, üçüncü paylaşımın başladığı anla­mına geliyordu. Yeni Dünya Düzensiz­liğinin bugünkü gerçekliği çok kutuplu­luk ve paylaşım üzerine kurulu. İki ku­

tuplu dengenin olduğu dönemlerdeki politika yapma tarzıyla, çok kutuplu Yeni Dünya Düzensizliğinde politika yapmak mümkün değildir. Günümüz devrimcileri Üçüncü Dünya Ülkelerin­deki devrimlerin gelişim yollarını ezbere formüllere dayanmadan yaratmak, böl­gesel devrimler ve ikili iktidarların ko­şullarını yaratmak göreviyle karşı karşı- yadırlar.

T Ü R K İY E ’DE III. DÖN EM İ H A Z IR L A Y A N K O Ş U L L A R

Türkiye Devrimci Hareketi, Eylül sonrası iki ayrı tasfiye süreci yaşamıştır. Birinci tasfiye döneminin esas etkisi faşizmin çıplak zoruyla gerçekleşti. Faşizmin şiddeti kendisinin de bek­lemediği kadar çabuk sonuç aldı. Büyük g ö vd e le rin e rağmen Eylül faşizmi devrimci örgütleri ezebilmeyi başardı.

Bu yenilgi siyasi ve ideolojik erimeye doğru ilerledi. İdeolojik olarak eriyen si­yasi hareketler, taktiklerinde, Demirel'i gelişecek demokrasi hareketinin önderi olarak görebilecek kadar geriledi.

12 Eylülle başlayan birinci tasfiye sürecinin derinliklerinde 1979’lardaki taktik görevlere yükselemeyiş yatar.

İkinci tasfiye sürecinin ana özellik­leriyse zamana yayılmış, sistematik hale getirilmiş devlet zoru. Devrimci hare­ketle her gün hesaplaşan devletin karşı­sında her gün hesaplaşmaya uygun ör­gütsel mekanizmalar yaratamamaktan dolayı önemli mevziler kaybetmiştir.

80’li yılların ortalarında gelişmeye başlayan işçi ve öğrenci hareketleri devrimci hareketlerde geçmişin benzer biçimlerde tekrar edileceği düşüncesini

__ 30

Page 31: Yol Şubat 2000 Sayı 7

doğurmuştur. Ancak her iki hareketteki geri çekiliş devrimci hareketlerde düş kırıklıklarına yol açmıştır. Kendiliğinden kitle hareketlerinin rolü ya da devletin kitle hareketlerini kontrolde yetkin­leşmesi, artık kolaycı yaklaşımların ger­çekleşemeyeceğini göstermiştir.

Gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş Müca­de les in e karşı alınan yanlış tutum lar ikinci tasfiye süreci içinde bulunan örgütlerde sağ eğilimlerin gelişmesine, neden olmuştur.

Diğer yandan gelişen kapitalizmin yarattığı önemli değişimler vardır. Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük sıçra­masını 80’li yılların ortalarından itibaren yaşayan Türkiye kapitalizmi sınıflar savaşında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ancak kapitalizmin sıçramasın­dan kaynaklı değişiklikleri II. Dönom’in düşünüş ve örgütse! tarzıyla karşılaya­bilmek mümkün olmamıştır.

Yukarıda ana başlıklarıyla anlattığımız Türkiye Devrimci Hareketi’nin III. Dönemi’ne ait özelliklere uyum sağla­makta zorlanan ve bu nedenle marjinal­leşmiş örgütler statüsünden çıkamayan Türkiye Devrimci Hareketi yeni bir tas­fiye dalgasıyla karşı karşıyadır. Bu yeni süreç Türkiye koşullarında devrimi ge­liştirmekten hayli uzak noktalarda bulu­nan ancak devrimci zeminde kalmaya çalışan hareketleri hedef almaktadır.

Bu yeni tasfiye dalgasının devrimci ortamda yaratacağı esas tahribat devrimin gerçekleşebileceğine dair olan inancın kırılması olacaktır. Sosyalist sis­temin çöküşü ve yarattığı sorunlar ve başarısızlıklara rağmen devrimci zeminde devleti yıkma ve iktidarı ele geçirme çizgisinde duran siyasi

hareketler açısından P K K ’nin varlığı devletin gündelik zoruna karşı devrimci şiddetin geliştirebileceğinin ve devrimci çizgide başarılı olunabileceğinin somut kanıtıydı. Şimdi bu somutluk ortadan kalkmaktadır. Devleti yıkma, iktidarı ele geçirme çizgisinde insan kazanmak, kazanılmış insanları bir arada tutmak dünkünden daha zordur.

PKK'nin stratejik dönüşü güçler den­gesinde devlet lehine önemli değişiklik­lere yol açacaktır. Her şeyden önce siyasi manevra kabiliyetini güçlendiren devlet, iç politikada ve uluslararası poli­tikada daha rahat hareket etme olanağını yakalayabilir. Bunun devrimci harekete yansımaları olacaktır.

Yeni Dünya Düzensizliği, insan hak­ları maskesi altında milyarlarca dolarlık ordularını, tekniklerini yeniden paylaşım alanlarına yollamakta, katliamlar gerçek­leştirmektedir. Yeni Dünya Düzensizliği, çıkarları doğrultusunda her türlü pro­vokasyon ortamını yaratmaktan çekin­memektedir. Ancak Yeni Dünya Düzen­sizliği esas zaferini insanı tükettiğinde kazanacağını da bilmektedir. Hiç bir teknik güç direnmeye kararlı bir toplu­luk karşısında kesin sonuç alamaz. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir ordu haklılığına inanmış bir halk karşısında nihai zafere ulaşamaz. Bu nedenden dolayı Yeni Dünya Düzensizliği insan­lığın direncini kırmak için onu geçmişsiz ve yarınsız bırakmak istemektedir. Sadece bugünü yaşayan insan Yeni Dünya Düzensizliği için aranan insandır.

Günümüz devrimcileri Yeni Dünya Düzensizliğinin çelişkilerinden yola çıkarak bir çok olanak yaratabilir. Bir ayağı yeniden paylaşım olan Yeni Dünya

____ politik durum değerlendirmesi___

31 —

Page 32: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Düzensizliği kendi içinde birçok devrim­ci imkan yaratmaktadır. Ancak esas olarak Yeni Dünya Düzensizliği tarafın­dan geçmişsiz bırakılmak istenen insan­lığın en önemli direnç noktası tarihsel bilincini güçlendirmesidir. Bu zorlu gün­lerde belleğimizi canlı tutmak , köklü bir tarihsel bilinç oluşturmak dünkünden daha fazla gereklidir, devrimci görevdir.

Bir yazar insanlığı “ Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu’ya doğru koşan insanlar”a benzetiyor. Çaresiz, umutsuz, güçsüz bir insanlık.

Batı’ya doğru giden gemi içinde Doğu’ya doğru ümitsizce koşan insan­ların olduğu bir gerçeklik. Bu insanların geminin sonuna geldiklerinde, geminin arkasında bıraktığı köpüklere, geçmişe, artık görülmez olan kıyılara dalgın gözlerle baktıkları başka bir gerçek.

Ancak geminin yolcuları sadece Doğu’ya doğru koşan insanlardan oluş­muyor. Bazı yolcular geminin en güzel kamaralarında, eğlence salonlarında, en iyi mevkilerde Batı’ya doğru giden gem­inin keyfini çıkartarak yolculuk yapmak­ta. Kimileri de geminin kazan daire­lerinde, makine odalarında, vücutları yağ ter içinde, makine sesinden başka ses işitmeden, görmeden, yukarıdan ve rotadan habersiz kömür atmakta kazan­lara, geminin hızla ilerlemesi için.

Gerçekler, Yeni Dünya Düzensizliği’- nin söylediği gibi mi? İnsanlığın ümitsizce Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu’ya doğru koşmaktan başka çaresi yok mu? İnsanlığın aklına gelmez mi kap­tan köşküne doğru koşmak....?

Kaptan köşküne.Yeni Dünya Düzensizliği kaptan

köşkünü unutturmak istiyor. Biz unut­

__ 32

muyoruz.Tasfiye süreci devrimci zeminde var­

lığını sürdürmeye çalışan örgütleri hedef almaktadır. Bu zorlu dönemde tasfiye sürecini birlikte göğüsleyebilmek, bu noktada devrimci örgütler arasında ittifakları güçlendirmek zorunlu bir görevdir.

Bilindiği gibi bir dizi toplantıdan sonra 1998 yılının Haziran ayında sekiz parti ve örgüt tarafından Birleşik Devrimci Güçler Platformu kuruldu. Platform’un kuruluş bildirgesi, Plat- form’a katılan örgütlerin ideolojik ve programatik farklılığını bilen ve bu fark­lılıklara saygı gösteren, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını vazgeçilmez bir ilke olarak gören ve devrimci mücade­leyi geliştirmeyi öngören, mücadelenin ihtiyaçları temelinde eylem birliğini temel alan ve bu noktada her türden dayatmayı reddeden bir zemindi. Platform, bu koşullarda faaliyete başladı ve daha sonraki aylarda kuruluş aşama­sında yer almayan bazı örgütlerin de katılımıyla platform güçlendi.

Bazı sorunlar yaşanmasına rağmen Platform, örgütler arası ilişkinin güçlen­dirilmesi, özellikle A. Öcalan'ın yakalan­ması sonrası gelişen eylemliliklerde siper yoldaşlığının güçlendirilmesi konu­sunda önemli başarılar elde etti. Platform ortak geliştirdiği mücadelenin şehitlerini verdi, onları birlikte sahiplen­di.

Birleşik Devrimci Güçler Platfor- mu’nun kurucuları arasında yer almanın nedenleri şunlardı.

I- Devletin 28 Şubat’la çizdiği yöneli­şe karşı devrimcilerin ortak taktik ve irade yaratma arayışı,

Page 33: Yol Şubat 2000 Sayı 7

2- Gelişen Kürt Devrimi’ne Türkiye'­den yanıt verebilme ihtiyacı.

A. Öcalan'ın yakalanması sonrası yaşanan gelişmeler, PKK'nin stratejik dönüşü, gelişen Kürt Devrimi’yle ilişki kurma arayışını boşa düşürdü. Bununla birlikte Platform içinde aylardır tartışıl­mak istenmesine rağmen ortak taktik, irade ve disiplin yaratma konusunda platform gerekli kararlılığı ve enerjiyi gösteremedi. Bu noktadan hareketle Birleşik Devrimci Güçler Platformu’nun yarattığı olumlulukların yıpratılmaması için daha uygun koşullarda Platform’un olumlulukları üzerinden yeni ittifak arayışlarına başlayabilmek için Patform’- dan çekilmeyi uygun gördük.

SO N GELİŞM ELERİN "III. DÖNEM" Ü ZER İN D EKİ ETKİLERİ

Son gelişmelerin III. Dönem tespit­lerimizi hangi yönlerden etkileyeceği hareketimiz açısından büyük önem taşıyor. Stratejik seviyedeki etkilerine geçmeden önce şu somut gerçekliği vurgulamak gerekiyor. Son gelişmeler genel olarak devrimci moral ortamı önemli ölçüde etkileyeceği için III. Dönem görevlerine sarılışımızı somut olarak etkileyecektir. Üstelik son denge kaymalarının henüz somut etkileri yaşanmaya başlamamıştır. Devletin geliştireceği bazı adımlar, somut etkileri daha belirgin hale getirecektir. O nedenle, dönem, üzerimizde moral bir erozyon yaratabilir. Ancak bunun III. Dönem’le tespitleri ile doğrudan bir bağı olmaktan çok, dönemin görevlerine sarılışta bir etki yaratması olasıdır.

* III. Dönem tespitlerinin omurgası

dünyadaki yeni paylaşım savaşlarının bizim gibi ülkeler üzerinde yaratacağı etkilere ve Türkiye'nin gidiş yönünün özelliklerine oturmaktadır. Merkezler arasındaki paylaşım geriliminin, geri ülkelerde siyasal paralizasyon yaratma etkisi bizdeki son gelişmelerle ortadan kalkmamıştır. Kürt Sorunu’ndaki son gelişmeler belli ölçülerde devlete “ bir nefes” aldırabilir, ancak bu, Kürt Sorunu’nun, bölgede dikkate alınırsa ne çözümü anlamına gelir ne de bölgedeki tek gerilim Kürt Sorunu’ndan ibarettir. Ecevit'in son Moskova gezisi Türk Devleti’nin nasıl bir ip cambazı gibi davranmak zorunda olduğunu ortaya bir kez daha çıkartmıştır. “ Mavi akım” pro­jesine evet de, hayır da diyemeyen Türkiye, nasıl bir dengenin içinde yürüdüğünü görüyor. Bölge ve dünya gerçekliklerinden dolayı ABD , A B ve Rusya'nın bilek güreşinin yapıldığı min­der Türkiye'ye serilmiştir. Tribünlerde bir tek taraf için tezahürat yapmak nere­deyse imkansızdır.

Esas önemli olan yön, son gelişmel­erle Türkiye'nin Latin Amerika tipi bir derinleşme sürecinden kopuşup, İspanya tarzı bir gelişime yönelme olası­lığına sahip olup olmadığıdır. İspanya ve Portekiz hem büyük halk hareketleri veya devrimlerle kendi faşizm süreçler­ine son verdiler hem de sosyalizm tehdidi nedeniyle batılı sermaye adeta bu ülkelere aktı. Büyük bir koruma operasyonuna girişti. Türkiye için böyle bir şans yoktur. Bu nedenle III. Dönem’- in gerilim alanları var olmaya devam edecektir.

* III. Dönem stratejik tespitlerimizin “ devrime yaklaşım” basamakları ise son gelişmelerden doğrudan etkilenmekte-

__ _ politik durum değerlendirmesi___

--------------------------------------------- 33 —

Page 34: Yol Şubat 2000 Sayı 7

dir. Büyük olasılıkla yakın gelecekte artık Kürdistan'da bir gerilla hareketi olmayacaktır. Türkiye Devrimi’nin itti­fak gücü Kürt Ulusal Hareketi bugünkü tespitleri ile bu zeminden kopuşmak- tadır. Ancak stratejik bir öngörü olarak ulusal sorunun esas olarak çözümlen­memiş olması böyle bir ittifak potan­siyelini ayakta tutmaktadır. Fakat bu itti­fak gücünün bugün somut karşılığı belli bir belirsizlik içindedir. Yeniden ulusal bir kimlikle mi, yoksa sosyal kurtuluş yanını da öne çıkartan bir biçimde mi mücadele alanında yerini alacaktır, bunu bugünden açıkça söyleyebilmek müm­kün değildir. Zaten ittifakların somut biçimlerini hiçbir strateji baştan öngöre- mez. Ulusal Mücadele’nin silahlı varlığı tespitlerimize onu dahil etmeyi kaçınıl­maz kılmıştı. Bugün stratejimizin Ulusal Hareket’le ittifak biçimleri ve imkanı belli bir belirsizliğe uğramıştır. Yakın dönem gelişmesi bu konuda bazı ışıklar yakabilir.

Bu gerçeklik Hareketimiz’in devrime yaklaşımının ilk basamağına yüklenmede her hangi bir tereddüt yaratamaz. Tam tersine bu konuda adımlar atıldıkça itti­fak güçlerimizin şekillenmesine de belli bir hız verebiliriz. Türkiye'deki sürecin, sık kullandığımız deyimle, İspanya tarzı bir yola girmemesi halinde III. Dönem görevleri tüm kapsamıyla önümüzde durmaktadır.

— yol----------------------------------------------

__ 34

Page 35: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Mehmet Yılmazer

"YENİDEN YAPILANMA"CUMHURİYET TARİHİNDE YENİ BİR DÖNÜM NOKTASI

G İR İŞ

Yeni bir yüzyıla giriyoruz. Kapanan yüzyılın başlarında emperyalist devlet­ler, o günkü deyimiyle “ Düvel-i Muaz­zama” tarafından Osmanlı İmparator- luğu’nun alınyazısı çiziliyordu. Dünya ilk büyük emperyalist savaşın eşiğindeydi. Emperyalizm kendi çıkarları doğrul­tusunda dünyaya yeni bir şekil verecek­ti. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendinden önceki tarihsel süreçle büyük ve keskin bir kopuş yaşanmıştır. I. Emperyalist Savaş, önceki döneme damgasını vuran büyük imparatorlukların çokuşunu getirdi. Alman İmparatorluğu, bir dönem Avrupası’na hükmetmiş Avus- turya-Macaristan İmparatorluğu, Batı’- nın sürekli korkulu rüyası olmuş Rus Çarlığı ve Avrupa dengelerinde bir dönem tartışılmaz söz sahibi Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı ile tarih olmuştur. O dönemin dengelerinde Berlin-Viyana ve Londra-Paris eksenleri arasında yıllarca mekik dokuyan Osmanlı İmparatorluğu parçalanmaktan kurtulamamıştır. Bu dansı en iyi ve en ince şekilde otuz yıl Abdülhamit sürdür­müştür. Ancak manevra alanı daraldıkça “ tara f’ olmak kaçınılmazdı. “ Kızıl Sultan’ı” tasfiye eden İttihat-Terakki kendi ölümünü hazırlayan Berlin-Viyana eksenine kilitlenince imparatorluğun sonu gelmiş oldu.

2 1. yüzyıla girerken emperyalizm

dünyaya yeni bir şekil verme mücade- lesindedir. Ve tarih sanki tekrar ediyor. Yeni bir yüzyılın başında bu kez Cumhuriyet’in alın yazısı yeniden çizili­yor. Şimdilik ortada kanlı bir paylaşım savaşı yok. Ancak yine çeşitli eksenler var. Türkiye ABD-İsrail eksenine otur­makla “ rahata” kavuşmadı. Tam tersine öyle bir bölgede bulunuyor ve öyle bir tarihsel dönemden geçiliyor ki, kolay kolay rahat yüzü görmeyecektir. Dünya emperyalist merkezler tarafından yeni­den paylaşılırken bu paylaşım henüz bölgesel savaşlar seviyesinde kalmak­tadır. Üstelik bu paylaşım, eğer söyle­nenlere inanacak olursak, hiç de kanlı bir yüze sahip değildir. Yeniden pay­laşımın parolası “ İnsan hakları ve demokrasi” dir. İnsanlığın tarih bilinci olmasa bu güzel rüyaya inanmamak mümkün değil.

Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sanki II. Meşrutiyet şenlikleri gibi kutlandı. Egemenler sevinçli. Nihayet Avrupa kâbesine kabul edilme olasılığı arttı. Halklarımız da sevinçli, eninde sonunda bu topraklara Avrupa sayesinde “ demokrasi” gelecektir! Bu nedenle çoktandır temposu düşen “ değişim” söylentileri yeniden ortalığı kapladı. Bilindiği gibi “ değişim” ya da “ devletin yeniden yapılanması” kavramı Özal’la başlayan dönemden sonra sık sık gün­deme geldi. Bu herkesin kendine göre yorumladığı tılsımlı sözcük pratikte bir

35

Page 36: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

karşılık bulmadı. Daha doğrusu Türk devlet ve toplum yapısı Eylül sonrası, özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi gün­deme girdikten sonra oldukça değişti. Devlet çeteleşti. Ekonomi rantiyeleşti. Toplumda belirgin bir çürüme yaşandı. Devlet eliyle azdırılan şovenizm nedeniyle halklar arasındaki duvarlar yükseldi. Herhalde sözü edilen değişim bu değildi.

Eylül sonrası gerçek değişimin ilk mimarı Özal’dır. Onun ekonomi alanın­da yaptığı değişimler cumhuriyetin bir dönemini noktaladı. Ancak değişim rüz­garları siyasal alana tırmanamadığı ölçüde burjuva siyaseti tıkandı, yozlaştı ve denizin bittiği noktaya gelip dayandı. Eylül sonrasının değişim söylentileri tari­hine bir göz atarsak 1995 yılı beklenti ve söylentilerin en yüksek noktasıdır. Kürt Sorunu’ndan II. Cumhuriyet tartış­malarına kadar uzanan yelpazede Cem Boyner’in başını çektiği bir Demokrasi Hareketi ortaya çıkmıştı. Genç finans kapital sözcüsü oldukça radikal bir söylemle bu dönemde özel bir yer edin­di. Ancak yıldız kayması gibi bu parıltılı değişim tartışmaları derin devletin kara gökyüzünde kaybolup gitti.

95’li yılların özelliği neydi? Özal, Eylül sonrası döneme önemli ölçüde damgasını vurmuştur. Ancak bu daha çok ekonomi alanında sınırlı kaldı. Siyasette liberalleşme denemeleri ise onu şüpheli bir ölüme sürükledi. Siyasi alanda iki büyük atağını dış politikayı eski dengeci ve aşırı ihtiyatlı durgun­luğundan çıkarması ve Kürt Sorunu’nda “ federasyonu tartışabiliriz” çıkışıyla yaptı. Öcalan’a el altından mesaj yol­larken, Güney’deki Kürt liderleri ile doğrudan görüşmeler yapma cesaretini

__ 36

gösterdi. Devletin ağır ve hantal gelenekçi kurumlan bu hızlı çıkışlara ayak uyduramamakla kalmadı; derhal karşı mekanizmalar işlemeye başladı. Körfez Savaşı’nın ilk sonuçları devlette belli bir paniğe yol açtı. Daha da kötüsü Kürt Sorunu’ndaki bu “ pervasızlık” derin devletin çileden çıkmasına yetti. Gelişmelere devletin cevabı “ topyekün savaş” oldu. 95 yılı topyekün savaşın sonuçlarının açıkça ortaya çıktığı bir yıldır. Devletin bütün hışmına rağmen Kürt Hareketi yenilmemiş, tersine yaygınlaşmaya ve uluslararası arenaya taşınmaya başlamıştır. Ö te yandan, ege­men merkez sağ siyasi ekseni erimeye başlamış, Siyasal İslam, Cumhuriyet tari­hindeki en yüksek noktasına tırman­mıştır. “ Topyekün savaşın” amaçlarına yeterince ulaşamaması, o güne kadar yürünen yolda bir değişim yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu ortamda Cem Boynerler boy göstermiş; “ değişim” şarkıları söylenmeye başlan­mış; Sabancı bile bir Kürt raporu hazır­lamaya kalkmış, ancak Türkeş tarafından “ Sakıp ağa, sen politikayı kahvehane gırgırı mı sanıyorsun?” biçiminde azarla­nınca köşesine çekilivermiştir.

Bu değişim rüzgarının en önemli pratik sonucu Siyasal İslam’ın iktidarın büyük ortağı olmasıdır. Çiller-Erbakan İkilisi 95’lerdeki değişim rüzgarının pratik meyvası oldu. Neye niyet neye kısmet! Derin devlet değişimin böyle- sine fazla katlanamazdı. Kaçınılmaz sonuç 1997 yılı 28 Şubatı’nda bir “ balans ayarı ile” çıkıp geldi. Türk iç siyasetinin eksenleri “ istenmeyen” noktalara kay­dığı için yapılan bu “ balans ayarı” sonu­cunda 98 seçimlerinden bu kez bambaş­ka bir “ değişim” tablosu ortaya çıktı.

Page 37: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Siyasal İslam küçülürken (sağlı-sollu) milliyetçi-şovenizm çağın gidişiyle alay edercesine Türkiye’yi iki binli yıllara taşımak için öne çıktı. Türk iç siyasetinin parodilerinden biri daha yaşanıyor. Bugüne kadar “ değişim” rüzgarlarına kaşlarını çatarak tepki gösteren şove­nizm iktidardadır ve yeniden kabaran değişim dalgasına yön vermek gibi bir görevle yükümlüdür. A B ’ye aday üyeliğin kabulü bu şovenizm kahraman­larına kısmet oldu. Bu çelişkiyi yaratan 15 yıllık savaş boyunca yürütülen derin devlet politikalarıdır. Derin devlet Kürt sorununda ve Siyasal İslam konusunda ipi sonuna kadar gerdi. Sonuç, şove­nizmin iktidar olmasıydı. Ancak bu aynı zamanda yürütülen politikaların belli anlamda sonuna gelindiğini de gösteri­yordu. Bundan ötesi yoktu. Daha doğrusu ötesi açık askeri diktatörlüktü. Ancak mevcut dünya dengelerinde, ayrı­ca iç politika dengeleri açısından bu adım kolayca atılamazdı.

Demirel’in geçenlerde açıkladığı gibi daha “ 28 Şubat süreci bitmemiştir” . Kürt Hareketi’nin stratejik değişikliğine AB adaylığı eklenince ortalığı yeniden değişim rüzgarları kapladı. Bir yanda, iktidarda 15 yıllık savaşın yarattığı şove­nizm, derin devletin politikayı 28 Şubat ile kuşatması; öte yanda ise yeniden değişim rüzgarları... Bu garip bilmece nasıl çözülecek?

Değişim denince ister istem ez Kürt Sorunu'nda atılacak adımlar öne çık­maktadır. PK K ’nin stratejik dönüşüne devlet nasıl bir cevap verecektir? Özal’la başlayan değişim rüzgarı 92 topyekün savaşı ile kesildi. 95’lerde kabaran değişim rüzgarının pratik sonucu Erbakan-Çiller İkilisi olunca, ardından 28

Şubat balans ayarı geldi. Şimdi dünden iki önemli farklılık vardır. İlk ve en önemlisi P K K ’nin girdiği stratejik dönüştür. Diğeri AB aday üyeliğidir. Bu şartlarda yeni değişim anaforundan neler çıkabileceğinin ilk önemli ip uçlarını Demirel verdi. Şükrü Elekdağ ile yaptığı röportajda bırakalım Kürt halkı­na belli siyasal hakların tanınmasını, Kürtçe televizyona bile karşı çıkan Demirel, A G İT belgelerine dayanarak “ azınlıklara mensup kişilerin haklarının grup hakları değil, bireysel haklar olduğunu” ileri sürerek “ kolektif hak ve grup hakkı” nın bulunmadığını kanıtla­maya çalışıyor. Bu gerekçelere daya­narak Demirel, “ Türkçe dışında bir dilde eğitim, TV ve radyo yayını yapıl­ması isabetli olmaz” diyor.1 Ertesi günkü yazısında Şükrü Elekdağ ise Kürtçe TV yayınının bir hak olarak tanınmasını savunuyor. Biri devletin başı, diğeri yıl­ların kıdemli eski Washington büyükel­çisi! Aynı çelişki İsmail Cem ile Ecevit’in açıklamaları arasında da vardır. Demek ki bu konularda henüz devletin “ kafası karışıktır” . Değişim rüzgarını nükteli dili ile en iyi Umur Talu açıklamıştır. “ 12 Eylül sabahı şöyle bir formül ortaya çıktı: Piyasanın serbest olması için halkın tutuklu olması gerekir.” Yılların serbest piyasa deneyinin ardından yaygın bir rantiyeleşme ve çeteleşme ortaya çıkın­ca bu kez IMF reçetesi doğrultusunda: “ Serbest piyasanın istikrarı için halk tutuklu, piyasa gözaltında” .2 “ Gözaltıla- rın” çoğaldığı bir ortamda değişim nasıl ve hangi yönde gerçekleşecek? Bunun için A B ’nin pompaladığı yersiz umutlarla coşmadan önce bu topraklardaki “ değişim tarihine” göz atmalıyız.

_______________ yeniden yapılanma___

37 —

Page 38: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

O SM A N LI7 D AN G Ü N Ü M Ü ZE D EĞ İŞİM İN K ISA A N A LİZ İ VE D EĞİŞM EYEN A LIN Y A Z IS I

Günümüzde sanki yüzyılların alın yazısı bir kez daha hükmünü sürdürü­yor. Kendi iç dinamiği ile değişemeyen Türkiye bir kez daha Batı’dan demokrasi için ivme alacaktır. 19. yüzyılın ortaların­dan beri önce Osmanlı’yı, sonra Cum- huriyet’i “özgürlüğe” zorlayan Batı hala bu hedefine varamamış görünüyor. Soru hemen ardından geliyor. Batı neden sö­mürü düzenini ihraç ettiği kolaylıkta “ demokratik düzenini” kendi dışındaki ülkelere bir türlü ihraç edememiştir? Sözlere inanacak olsak bu sürecin çok­tan tamamlanması gerekiyordu. “ Düvel- i Muazzama” nın gücü mü yetersizdi, yoksa bu toprakların iç dinamiği umut kırıcı ölçüde kısır ve kör müdür? Tarihi unutup, bugün kopartılan şamataya ba­karak “ sonunda olacak” diyebilir miyiz?

Osmanlı klasik batı feodalizmini andıran bir yola doğru yeni yeni adımlar atmaya başladığı sıralarda, Batı, kapita­lizmin emperyalizm aşamasına tırman­mış, dünyayı paylaşma savaşları ve plan­ları yapmaktaydı. Kapitalizm bir kez dünyanın bir köşesinde gelişmeye başlayınca dünyanın öbür geri parça­larındaki gelişim artık onun müdaha­lelerinden uzak duramazdı. Devrimlerin ve değişimlerin iç ve dış dinamikleri özellikle kapitalizm sonrası fazlasıyla içiçe girdiler. Kapitalizm ticaret yolları ile Osmanlılık’ın içlerine girdikçe beraberinde kaçınılmaz değişimleri de getirdi. “ Serbest ticaret” kendine göre “ özgürlük” gerektiriyordu. Oysa Osmanlılık’ta hala mutlak egemen Sultan’dı. OsmanlI’nın Batı’dan etkilen­

_ 38

mesi onun fetih sınırlarına gelip dayan­ması ile başlar. Artık Osmanlı savaş tarzıyla fethedilecek toprakların sınırına gelinmiştir. Üstelik Avrupa’da çoktandır burjuva devrimleri yaşanmakta, İngilte­re’den doğan kapitalizm Avrupa kıtasına yayılmaktadır. Bu koşullarda 18. yüzyılın başlarından itibaren Saray kendini değiştirme yoluna çıkar. Özellikle Fransız Burjuva Devrimi, düşünce ve pratiği ile Osmanlı’yı etkilemiştir. Bu sancılı yolculuk Osmanlı İmparatorluğu’- nun parçalanıp yok olmasına kadar devam eder.

Osmanlı’daki değişim başlıca iki aşa­maya ayrılabilir. Kabaca 18. yüzyılın başlarından Tanzimat Fermanı’na, yani 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dönem daha çok OsmanlI’nın kendi iç dinamikleri ile değişim sancılarının yaşandığı dönem olarak görülebilir. Sonrası Batı’nm dayatmalarının kesin ağırlık kazandığı dönemdir. 18. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar gelen dönemde Saray yukarıdan kendini değiştirmeye, bildik deyimi ile Batıiı- laşma’ya çalışıyordu. Ancak bir başka güç de Saray’ın mutlak yetkilerini sınır­landırmaya soyunuyordu.

Saray’ın mutlak egemenliği Osmanlı- lık’ın kendi iç gelişimi ile 19. yüzyıl başın­da ilk kez pazarlık konusu olmuş ve ortaya bir “ Sened-i İttifak” çıkmıştır. 1808 tarihli Sened-i İttifak Saray’ın yet­kisini artık palazlanan derebeyleri, bizdeki orijinal adı ile Ayanlarla paylaş­ması anlamına geliyordu. Seksen yılı aşkın süren, Anadolu’yu kasıp kavuran Celali İsyanları’mn sonucunda 17. yüzyıl­dan itibaren Saray’a karşı beyler güçleri­ni artırmışlardır. Bizdeki en büyük ve en yaygın köylü isyanları sonunda dere-

Page 39: Yol Şubat 2000 Sayı 7

beyliğin temellerini güçlendirmiştir. Ayanlar’la Saray arasındaki pazarlıklar sonucu bir “ Meşveret” meclisinin toplanmasına karar verilmişse de, II. Mahmut bu girişimleri bir müddet sonra tasfiye etmiş, Sened-i İttifak kağıtta kalmıştır. Miri toprak düzenine dayanan Saray’ın mutlak egemenliği, Sened-i İtti­fak boşa düşse de, artık tarihsel olarak aşınma ve aşılma sürecine girmişti. Osmanlılık’ın en büyük köylü isyanları olan Celali İsyanları, miri toprak düzeninin bozulması sonucunda Saray’a yeterince gelir akmayınca, yeni düzen­leme için elinden toprakları alınan irili ufaklı beylerin öncülük ettiği, köylülüğün ise bu kanlı cümbüşte “ piyade” olmak­tan öteye gidemediği, bütün enerjisi ve umutlarını tükettiği bir isyanlar döne­midir. Sonunda, Saray’a karşı derebey- lerini güçlendirmiş, Saray’ın topraktaki mutlak mülkiyet hakkını önemli ölçüde aşındırmıştır. Ancak bu isyanlar İngilte­re’de aristokrat düzeni iyice yıpratan ne Güller Savaşı’na( 1455-85) ne de 1640’- lardaki Parlamento ve Kral arasındaki, Kral’ın yenilgisiyle sonuçlanacak savaşa benzer. Bizde isyanlar eninde sonunda merkezi iktidarın bir başka biçimde yeniden yaratılması sonucundan öteye gidememiştir. Celali İsyanları sonrası dönem, toprakta artık Saray’ın mutlak egemenliğinin kırılmaya başladığı bir dönemdir. 1808’deki Sened-i İttifak boşa düşse de, 1839 Tanzimat Fermanı’- ndan sonra gelen 1858 Arazi Kanunna- mesi’nin habercisidir. Bu kanun ile miri topraklar Ayanlar lehine özel mülke dönüştürülmüştür. Böylece Saray ve Ayanlar arasındaki gerilim ortadan kaldırılmış, merkezi iktidar yeni bir zeminde yeniden yükselmiştir.

19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra OsmanlI’daki her değişim artık onun kendi iç gelişiminden çok dünya den­geleri tarafından yapılan dayatmaların damgasını taşır. Bir yanda altıyüz yıllık İmparatorluk’un kurum ve gelenekleri, öte yanda gittikçe gürbüzleşen modern dünyanın üretim gücü, siyasal-ideolojik etki ve baskıları arasında preslenen Osmanlı artık yeni bir tarihsel yolculuğa çıkıyordu. Hikaye biliniyor. Biz günümüz gelişmelerini de dikkate alarak bu döne­min daha çok düşünce ve siyasal man­tığını irdelemeye çalışacağız. Çok geri­lerde kalsa da bu mantığın hala yakamızı bırakmadığı bir gerçekliktir.

Saray’ın yetkilerini belli bir ölçüde sınırlayan ve “gayri müslim azınlıklara” imtiyazlar tanıyan 1839 Tanzimat Fermanı’mn ilanından sonraki süreç dur­gun Osmanlı toplum yapısında fırtınalı bir gidişin yollarını açmış oluyordu. Avrupa hemen hemen bir yüzyıldır devrimlerle ve işçi ayaklanmaları ile bir­likte yaşıyordu. Osmanlı “ modernleş­me” yoluna çıkarken, Avrupa’da olanlar­dan nasıl bir ders çıkartmıştı?

Tanzimat’ın uygulayıcılarından Fuat Paşa bu mantığı oldukça veciz bir şekilde sergilemektedir: “ Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için pabuççu mustası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.” 3

Türkiye’de “ demokrasi” için şimdi bu “ pabuççu mustası” Avrupa Birliği’dir. Önceki muştalar fazla işe yaramasa da, bugün bu “yandan tesir” yine toplumda

_______________ yeniden yapılanma___

39 —

Page 40: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

belli beklentiler yaratmıştır. Bugünlerin irdelenmesine gelmeden, hikayemize kaldığımız yerden devam edelim. “Aşağıdan bir kuvvet” gelmemesinden yakınan bu Osmanlı paşası elbette Avrupa tarihini değilse bile Osmanlı ta­rihini iyi biliyordu. Osmanlı eliti gerçek­ten aşağıdan bir kuvveti özlemiş, istemiş midir? Şimdi Ortadoğu denilen toprak­larda insanlık antik medeniyetler döne­minde sınıfları tanımadan devleti ve onun silahlı gücünü tanımıştır. Sınıflar devletin kabuğu içinde, kozasını yırtıp uçamayan bir ipek böceği gibi çırpınıp, yozlaşmıştır. Bu Osmanlı için de geçer- lidir. Hatta Cumhuriyet de aynı alın yazısını paylaşmıştır. Bu alın yazısının kırılmaya yüz tuttuğu yıllar 1950’ler son­rasıdır. Özellikle 60’lı yıllar ve sonrası bu yüklü tarihi mirastan kopuşma çır­pınışları ile yüklü yaşanmıştır.

Osmanlı’da isyanlar o toplum yapısının mekanizmalarına göre işledi. Önce “ siviller şikayet eder; sonra din adamları bu şikayete haklılık sağlar; en sonunda askerler rejimi değiştirmek için gereken gücü sunar.” 4 Osmanlı “ durak­lamaya” başladıktan sonra böyle isyanlar artmıştır. Bunların kırlarda en ünlü ve uzun yıllar süreni Celali İsyanları, payi­tahtta ise sık sık patlak veren Yeniçeri İsyanları’dır. Paşa bunları aşağıdan bir kuvvet olarak algılamıyor. Haksız da sayılmaz. Çünkü Batı’daki sonuçları doğurmamışlardır. Neden?

Bu isyanlar yeni bir üretim ve toplumsal düzeninin filizlenmesinden hız alan isyanlar değil, daha çok eski düzenin bozulmasına, yozlaşmasına karşı tepkilerdir. Celali İsyanları miri toprak düzenindeki Saray aleyhine bozulmaları düzeltmek için ellerinden toprakları alı­

__ 40

nan derebeyleşmeye yüz tutmuş eski dirlikçiler tarafından güdülmüştür. Köylü uzun yıllar süren bu kanlı hesaplaşmada bir taraf değil, daha çok figürdür. Bu isyanların sonucunda Anadolu’da derebeyleşme hızlanmış, köylülerin bir bölümü ise bu kanlı cüm­büşten kaçmak için ilk dağ köylerini kur­mak zorunda kalmıştır. OsmanlI’da köylü isyanlarının yolunu kesen Celali İsyanları’mn sonuçları ve bu isyanların yarattığı bilinçtir. Saray’dan en küçük taviz koparan eski tımar sahibi “ şefler” isyanı hemen satmışlardır. “ Celali İsyan­ları, köylü açısından, dirlik düzeninin az çok özgür köylülüğünden kesim düzenindeki derebey seriliğine itilişe karşı bir direniş çığlığıydı. Tımarını yitir­miş dirlikçi açısından, derebeylikten pay almak için bir umuttu. Bu nedenle, köylü sık sık şeflerinin ihanetine uğramıştır. İhanet, zulüm, açlığa itilme sonucunda yüzyıla yakın bir kavganın ardından ise dirlikçi gelenekli köylü, derebeyliğin kul­luğuna zorla alıştırılmış; derebeyliğin oturaklaşmasıyla köylü hareketleri de durulmuştur.” 5

Payitahttaki Yeniçeri İsyanları’nın hikayesi I600’!ü yıllara kadar gider. Ancak yeniçeriliğin “ bozulması” OsmanlI’nın fetih sınırlarına dayanması ile, 18. yüzyılda derinleşmeye başlar. Hele 19. yüzyılda yeniçeri artık savaşan bir güçten çok esnaflaşmıştır. Akçe ne zaman zayıflaşa yeniçeri içinde hoşnut­suzluk başlamıştır. Osmanlı’da enflas­yona (Züyuf Akçe’ye) iki tür tepki gelir. Yeniçeri İsyanları ve ünlü İstanbul yangınları ve yangınlarla gelen yağmalar. Dolayısı ile Yeniçeri İsyanları sadece “ ayak takımının serkeşliği” değil, aynı zamanda İstanbul esnafının, Saray’ın soy-

Page 41: Yol Şubat 2000 Sayı 7

gunlarına karşı tepkisidir. Bu nabız atışları 1826’ya kadar sürdü. Yeniçerili­ğin tarihten silinmesine Vaka-ı Hayriye denildi. Ne kadar “ hayırlı” olduğunu Namık Kemal 14 Eylül 1868 tarihli Hürriyet Gazetesindeki bir yazısında şöyle dile getirir: “ İnsanları Vaka-ı Hayriye’den beri feryaddan alıkoyan, Haliç’te binlerce yeniçerinin çürüyen cesetlerinin görüntüsüydü. Çünkü yeniçeriler devlet adamlarının baskısına karşı bir güç oluşturuyordu.” 6

Tanzimatçı Fuat Paşa’nın dediği gibi “ aşağıdan gelen bir kuvvet” Osmanlida hiç yok değildi. Elbette bu kuvvetle Batı’daki aşağıdan kuvvetin karakteri çok farklıydı. Batı’da kapitalizm geliştikçe burjuvazi zaman zaman köylülüğü veya işçi sınıfını derebeyliğe karşı harekete geçirebilmiştir. Ancak özellikle işçiler silahlarını burjuvaziye karşı yöneltmeye başladıkları andan itibaren Batı’da da yeni ve eski egemen­ler sarmaş dolaş olmadan edememişler, devrimler ardından restorasyon dal­gaları gelip gitmiştir. Osmanlı Batılılaş­mak için reformlara başladığında henüz modern burjuvazi yok denecek kadar azdı. Köylülük, Celali İsyanlarından yorgun, İstanbul esnafı ise “ Haliçte yüzen yeniçeri cesetlerine” baktıkça “ aşağıdan bir kuvvet” olmayı göze alamıyordu.

Osmanlı Babil Kulesi’nin en üstünde Saray duruyordu. Saray’ın dayandığı toprak sistemi ise yıllardır aşınmaktaydı. Altından toprak kayan bina gibi Saray gittikçe konum kaybediyordu. Saray dışında başlıca iki sınıf vardı. Ayanlar (Osmanlı derebeyleri) toprakta özel mülkiyet hakkını elde ettikçe, Saray’la pazarlık güçlerini de artırıyorlardı. Öte

yandan, Osmanlı, ticaret yollarını açıp fethettikçe kendi içinde tefeci-bezirgan sermayeyi büyüttü. Kapitülasyonlar’dan sonra ise bu ticaret yollarında Batı kapi­talizminin malları dolaşır oldu. Liman kentlerinde yuvalanan Levantenler ve Anadolu içlerine uzanan ticaret yolları­yla ekonomiyi elinde tutan, ancak Osmanlı toplum düzeninde kul taifesinin de altında tutulan Hıristiyan azınlık, ekonomik konumuyla sosyal konumu uyuşmayan diğer önemli sınıftı. Tanzimat’tan başlayan reformların esas konusu önemli bir ekonomik gücü elinde tutan bu Hıristiyan azınlıktı, ya da tefeci-tüccar sınıfıydı. Saray, iç denge­lerde Ayanlar’a imtiyazlarını kaptırma­mak; öte yandan, Hıristiyan azınlığa Düvel-i Muazzama’nın zoruyla verilecek imtiyazları mümkün olduğunca sınırlı tutmak için ip cambazlığı yapıyordu.

Dış dengelerde ise, bir yanda Berlin- Viyana ekseni öbür yanda Londra -Paris ekseninin dayatmaları arasında kıvranı­yordu. Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Akdeniz’e iniş yolunu kendilerine açmak için Osmanlılık üze­rine baskı kuruyordu. Londra-Paris ekseni ise Hint yolu üzerinde çeki­şirken, Rusya’nın Akdeniz’e inme çabalarının yolunu kesmeye uğraşıyor­lardı. İngilizler’in “ desteği” ile Osmanlı Kırım’da Rusya ile savaşa girince, o güne kadar belli ölçülerde yürütülebilen denge politikaları tükenmiş, Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Sarayı ilk büyük dış borçlanmalarına girmiştir. Bu çember bir kez dönmeye başlayınca hemen andından Osmanlı Bankası’yla Batı finans kapitali İmparatorluk eko­nomisine kene gibi yapışmış oluyordu.

OsmanlI’da Tanzimat’la Batı rotasına

----------------------------- 41 —

________________yeniden yapılanma___

Page 42: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

iyice oturan reform dalgası, I. Meşruti­yetin ilanı ve 1876 Anayasası ile tepe noktasına çıkar. İlk Osmanlı meclisi Mart I877’de açılır. Mebuslar kendileri­ni gerçekten bir mecliste zannedip Saray’ı biraz eleştirmeye kalktıklarında, Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa tarafından “sus eşşek” azarlamaları ile uslu çocuklar gibi sıralarına dönmek zorunda kalmışlardır. Ve bu politik “ özgürlük” bir yıldan az sürmüş, Şubat I878’de meclis uzun bir tatile girmiştir. Otuz yıl süren Abdülhamit Dönemi, aslında bir restorasyon dönemidir. 1800’lü yılların başlarından beri yüksel­erek gelen reform dalgalarının Yıldız Sarayı’nm duvarlarına çarpıp durulduğu yıllardır.

Abdülhamit tahta çıktığında, karşısın­da Abdülaziz’i tahttan indiren “ ittifakı” buldu. “ I) Hürriyetçi fikirleri yayan Yeni Osmanlılar, 2) Bab-ı Ali erkanından bir grup, 3) Askeri kuvvetlerden oluşan bir grup, 4) Din adamlarından oluşan bir grup. Bu ittifak Osmanlı İmparator- luğu’nda seyfiye, kalemiye, ilmiye gibi ana meslek gruplarının bir ittifakından başka bir şey değildi.” 7 Abdülhamit’in restorasyon çabaları elbetteki Osmanlı düzenini eski kanallarına yeniden döndüremedi. Saray zayıfladıkça ve İmparatorluk tehlikeye girdikçe öne çıkan “ Devlet Sınıflarından sivrilen kişi­leri Abdülhamit binbir entrika ile satın almış ve etkisizleştirmiştir. Kendinden önceki Batılılaşma dalgasına başlıca iki yönden cevap vermiştir. Siyaseti sıkı polis takibine almış, kurduğu gizli polis ağı siyaseti tümüyle yeraltına itmiştir. Öte yandan, Batılı fikirlere karşı İslami akımları öne çıkartmış, aydınların halka iniş yollarını tıkamıştır.

__ 42

Abdülhamit Dönemi kendinden önceki Tanzimat Dönemi’ne hem bir tepki, öte yandan kaçınılmaz bir biçimde yürüyen gelişmelere ayak uydurma yıl­ları olmuştur. Tanzimat’ın ünlü sadra­zamlarından Ali Paşa daha Tanzimat günlerinde OsmanlI’nın açmazını acı acı dile getiriyordu. Paşa bir yandan Tanzimat uygulamalarını yaparken bir yandan şöyle diyordu: “ Zaman kazan­mak zorundayız... İngiltere’den daha lib­eral olmamız isteniyor. Bunları kabul etmek, Türkiye’yi parçalamak demektir. Tereddüt gösterince, suiniyet sahibi­siniz, diyorlar; intihar etmek istemi­yoruz, hepsi o kadar.” 8 Abdülhamit bu “ intiharı” kendi yöntemleri ile durdur­maya çalışmış, ancak bundan kendisi de fazla umutlu olmamıştır. Tarım ve sanayi alanında yaptığı bazı düzenlemeler Osmanlı ekonomisini Batının ne etkisin­den ne de iştahlı paylaşma planlarından kurtaramamıştır. Bugüne kadar yaşayan Ziraat Bankası, Abdülhamit devrinde kurulmuş, tarımda bazı önemli gelişme­lere de yol açmıştır. Ancak kapitülasy­onlar, 1830’lardan beri OsmanlI’yı bo­ğazlayan borçlar çemberi artık bir kez dönmeye başlamıştır.

Abdülhamit’in restorasyon dönemi aynı zamanda yeni düşünce akımlarının ve hatta Saray’a karşı pratik davra­nışların en yoğunlaştığı yıllar olmuştur. Koyu “ istibdat yılları” genellikle olduğu gibi, edebiyat alanında da gelişmelere kapı açm ıştır. B ir yandan Osm anlı içinde gelişen “ hürriyet” düşünceleri, öte yan­dan Batı’nın liberalleşme baskıları ara­sında, Yıldız Sarayı’nın egemenliği ner­eye kadar sürebilirdi? Sonunda adeta ka­çınılmaz son, II. Meşrutiyet ile gelmiştir. Türk siyasal yaşamında bugünlere kadar

Page 43: Yol Şubat 2000 Sayı 7

gelen pek çok siyasi akımın doğup şekil­lendiği yıllar II. Meşrutiyet yıllarıdır. Bu kısa “ hürriyet” günlerinin siyasal etkileri hiç de kısa olmamış, kendinden sonraki uzun yıllara taşınmıştır.

Türk burjuvazisinin ilk az çok derli toplu siyasal akımı “Jön Türkler” uzun ve sancılı düşünce döneminden sonra I900’lü yılların başlarında artık davranışa geçmeye hazırlanıyorlardı. Otuz yılı aşkın süren düşünce kuluçka- lanmasından sonra, Saray’a karşı ilk ciddi gizli örgütlenme 1889’da Askeri Tıbbiye öğrencilerinden çıkmıştır. İtti hak Terakki’ye giden yol artık açılmış olu­yordu. Türk burjuvazisinin siyasal tari­hinde Şubat !902’de Paris’te toplanan ilk Jön Türk Kongresi önemli bir yer tutar. Bu kongrede hala günlük siyasete damgasını vuran iki akım en belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Daha doğru söylersek Tanzimat yıllarında şekillenen ancak henüz Osmanlı geleneklerinin ağır etkisini taşıyan akımlar, bir ölçüde olsun, Paris’in havasından olsa gerek, burjuva kavramlarla kendilerini ifadeye başlamışlardır.

Kongre’de iki siyasal görüş şekillen­miştir. İlki Ahmed Rıza’nın başını çektiği “ devletçi-merkeziyetçi” görüştür. İkinci­si, Prens Sabahattin’in temsil ettiği libe­ral çizgidir. İlk görüşten İttihak ve Te­rakki doğmuştur. İkincisinden, “Teşeb- büs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti” doğmuştur. Ahmed Rıza devle tç i-m erkez iye tç i ve daha fazla bağımsızlık çizgisinde dururken, Prens Sabahattin, yabancıların desteğinde “ şahsi teşebbüsü” geliştirecek reform­ları savunmaktadır. Bu iki burjuva siyasal çizgi Osmanlılık’ın son yarım yüzyılında olduğu kadar neredeyse bütün Cumhu­

riyet tarihinde de çekişmeleri ve çatış­maları ile siyasal yaşama silinmez damga­larını vurmuştur.

1902 ilk Jön Türk Kongresi’nde ko- puşan bu çizgilerin ittifak ettikleri hemen tek nokta ise “ Osmanlı İmpara- torluğu’nun bütünlüğünün ve bölüne- mezliğinin sürdürülmesi” olmuştur. Avrupa devrimler tarihinde de genellik­le böyle siyasal kutuplaşmalar yaşan­mıştır. Ancak Avrupa’da işçi hareketi ve onların siyasal hareketi güçlendikçe genellikle liberal siyasal eğilimler bir dönem sonra erimiş, geriye “ muhafaza­karlar” ve “ sosyal demokratlar” kalmış­tır. Muhafazakarlar siyasal ve ekonomik alanda hiç de adları gibi muhafazakar değillerdi. İşçi hareketine ve liberalizmin bazı zaaflarına karşı restorasyonlarla dengeler kurup burjuva devrimlerini en son noktalarına kadar vardırmışlardır.

Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bam­başka akmıştır. Hiçbir zaman ne işçi hareketi hatta ne de liberalizm yeterin­ce güçlenememiştir. O nedenle tarihi neredeyse “ devletçi-merkeziyetçi” eğili­min çeşitli nüansları yazmıştır. Ancak öte yandan, devletçi ve liberal eğilimle­rin çekişmesi de tarih sahnesinden hiç düşmemiştir.

Bu iki burjuva eğilimi yaratan neden­lere bakalım. İlk köklü neden, OsmanlI’­daki devlet yapısı ve geleneğidir. Saray’ın mutlak egemenliğini sağlayan sadece onun moral, dini gücü değildir. Bu güç yine İslamlıktan alınan, ancak maddi bir temele oturan çok önemli bir gerçeğe dayanır. O da, Ortaçağ’da egemenliğin ve gücün hemen hemen tek biçimi olan toprak mülkiyetidir. Osmanlılık’ta toprak “ bütün müslümanların ortak

________________yeniden yapılanma.__

--------------------------------------------- 43 —

Page 44: Yol Şubat 2000 Sayı 7

malıdır” . Saray’ın mutlak gücü buradan gelir. Toprağın sahibi olan Saray’ın gücü sadece bununla da sınırlı değildir. Saray, her türlü servete bir fermanla el koyma hakkına sahiptir. Ve Osmanlı padişahları bu haklarını oldukça sık kullanmışlardır. Bir dönem “ Karunlar gibi zengin” olan bir bey, bir anda eğer kellesini kurtara­bilmişse yoksulluğun içine yuvarlana­b ild i. Tanzimatçı Ali Paşa, vasiyet­namesinde Saray’a dil döker: “ Mülkiyete hürriyet veriniz. Mülkiyet belirlilik kazanınca, mülk sahibi, malını değer­lendirmek için gereken parayı kolaylıkla bulabilecektir.” 9 Kapitalizm kurdu Osmanlı topraklarına girdikten ve “ değişim-reform” sancıları başladıktan sonra üç olay çok önemlidir. İlki, I838’de İngiiizler’le yapılan Ticaret Anlaşması’dır. OsmanlI’nın cılız sanayini silip süpürmüştür. İkincisi, Rusya ile gi­rilen Kırım Savaşı’dır.(l 854-56) Bu savaş sonrası Saray, Batı’dan gelen “ istikraz” (borçlarla) tanışır. Osmanlı’ya Duyun-u Umumiye’yi getiren yol döşenmeye başlanmıştır. Üçüncüsü, 1858 Arazi Kanunnamesi’dir. Bu kanunla toprakta özel mülkiyet hakkı sınırlı bir şekilde de olsa tanınmıştır. Tanzimat ve Abdülha- mit’in restorasyon yıllarında özellikle ekonomik alanda liberal düşünceler Osmanlılık’ta filizlenmeye ve gelişmeye başlamıştır. Batı’da kapitalizmin gelişme­si, “ serbest ticaret” parolasının en yük­seklerde tutulduğu günlerde sınırları Batı’nın içlerine kadar uzanan Osmanlı- lık’ın bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. Bu dönemde Batılı ekonomistlere parmak ısırtacak ölçüde “ liberal” düşünceler türemiştir. Osman- lılık’ın, Saray’ın mutlak iktidarına kilitle­nen alınyazısı artık aşılmalıydı. Oysa

— yol----------------------------------------------

Osmanlı liberalleri “ serbest ekonomi” hayalleri kurarken, Batı’da kapitalizm tekelci aşamasına gelip dayanmıştı. Batı kapitalizminin Osmanlı’ya girişi de bu nedenle hiç de “ serbest” olmadı. Hep tekel imtiyazları ile yürüdü. İlk, Osmanlı kumpanyası “ Şirket-i Hayriye” (Hayırlı Şirket) ekonomi için hiç de hayırlı olmamıştır. Osmanlı’da her liberalleşme çabası, sonunda Batılı tekellere davetiye çıkarılması anlamına gelmiştir.

Osmanlı devletçi geleneğinin ağır gölgesi altında gelişen liberal düşünce­lerin hiçbir zaman anlamlı bir etkiye neden olamamasının altında elbette bir diğer önemli gerçeklik yatıyordu. Türk burjuvazisi yok denecek ölçüde cılızdı. Avrupa’da derebeyliğe karşı “ özgürlük” bayrağını burjuvazi taşımıştı. Bu bayrağı yeterince yükseğe kaldıramadığı ölçüde, proletarya ve köylülük bayrağı elinden almaya kalktıkça burjuvazi kendini dere­beylikle uzlaşma yaparken bulmuştur. Osmanlı topraklarında derebeyliğe karşı “ özgürlük” bayrağı açacak ölçüde gelişmiş ne bir burjuvazi ne de prole­tarya yoktu. Cılız burjuvazi için padişaha yakarmak ve “ pabuççu mustası” gibi yabancı sefaretleri Saray’ın karşısına ağırlık olarak sürmek tek yol olarak görünüyordu. Ancak bu manevralar Osmanlı sınırları içinde yaşayan halklar için “ özgürlük” yaratmak şöyle dursun, büyük acıların ve katliamların kapısını açtı. Kapitalist anayurtlar kendi toprak­larında henüz sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi kurabilmişlerdi. Ancak onların Osmanlılık için istediği bu değil­di. Tıpkı bugünkü gibi o yıllarda da Batı hep OsmanlI’dan “ hak ve özgürlük” talep etti. Talep etmekten öteye, çoğu zaman bu isteklerini açıkça dayattı.

__ 44

Page 45: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Batı’nın Osmaniı’ya dayattığı “ hak ve özgürlükler” somut davranışlarını bul­dukça, bunun “ Hıristiyan azınlıklara” imtiyazlar tanınması hedefine yönelik olduğu yeterince aydınlandı. Ve Batı’nın bu amacı koyulaştığı ölçüde Türk burju­vazisi büyük katliamlarla birlikle tarihinin belki de ilk en geniş ve en vahşi sermaye birikimine yöneldi. Rum ve Ermeni azın­lıkların elindeki sermayeler; 19. yüzyılın son sürecinde başlayan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan zor alımlarla Türk burjuvazisinin eline geçti. Osman­lI’da modern anlamda kapitalist çok cılızdı. Oysa “ sermayedar” yok değildi. Tanzimatçı Ali Paşa Osmanlı kapita­lizminin önündeki bu açmazı şöyle dile getirmiştir: Osmanlı’da kapitalizmingelişmesini hızlandırmak için “ o sırada beliren sakıncaları hesaba katmayarak demiryolu yapımını düşündük. Hükümet böyle bir girişimi üstlenemezdi. Sağduyu, başka devletlerin edinmiş oldukları deneylerden yararlanmamızı emrediyordu. Yerli sermayedarlara başvurmaktan da sakınmalıydık. Derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler olduklarından önerile­rimizi kabul edecekler miydi? Bu konuda verimlilikleri şüpheliydi.” l0Osmanlı’daki sermayedarlar üretimden kopuk tefeci- bezirgan yapılarından dolayı “ derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler” di. Osmanlı libera­lizminin ölümlerden ölüm beğenmesi g erek iyo rdu ; ya büyük vurgunlara alışmış tefeci-bezirgan sermaye ile kapi­talizmin yoiunu tutacaktı ya da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma planları içinde olan emperyalist Batı sermayesi­nin kulu kölesi olarak! Tarih her iki kanaldan da akmadı. Ancak Osmanlı

liberalizminin ufkunda bu iki alınyazısın- dan başka bir seçenek yoktu.

Burada, tarihimizde yaşanan devletçi ve liberal eğilimlerin bitmek bilmeyen çekişmelerinin diğer önemli nedenine gelinir. Bu, dünyayı paylaşma yoluna çık­mış olan emperyalizm gerçekliğidir. Osmanlı kaçınılmaz bir şekilde kapita­lizmin yoluna çıkmıştı. Ancak Batı gibi kapitalizme doğru liberal yollardan yürümeye kalksa emperyalizmin kendisi­ni “ paylaşma ve yutma” tehlikesi ile yüzyüzeydi. Öte yandan, devletçi yollar­dan yürümeye kalksa “ Batı medeni­yetine” varamayacağını düşünüyordu. Türk liberalizmi sürekli bu kıskaçta kalmış, ancak alnında hep emperyalizme teslimiyet damgasını taşımıştır. Oysa yanlış tercihleri ile İmparatorluk’u emperyalizme altın tepside sunan dev­letçi İttihat-Terakki’dir. Ancak İttihat - Terakki’nin hakkını yemeyelim. Çok kısmi ölçülerde de olsa Türk burjuvazi­sinin bağımsızlık eğilimlerinin ana rahmi hep İttihat-Terakki olmuştur.

Maddi temeli bu ölçüde zayıf olan Türk bujuvazisi için emperyalist pay­laşımın yaşandığı bir dünyada önünde sanki lanetli İki alın yazısı duruyordu. Artık rolünü tamamlamış, çürümüş, gelişimin önünde engel olarak duran Osmanlı’dan kalma “ devlet sınıfları” geleneğinin kaftanını giyerek kapitalizm yolunda yürümek ya da yukarıdan gelen bu "ezici ağırlığı yabancı sefaretlerin” baskısı ile hafifleterek liberalizm yolun­dan kapitalizmi geliştirmek, Türk burju­vazisinin sürekli salındığı iki uç olarak varoldu.

Pratik davranışlar açısından böyle açmazlar üstünde yürüyen Türk burju-

________________yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 45 —

Page 46: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

vazisinin ideolojik zemini nasıldı? İngiliz Burjuva Devrimi ideolojik olarak dinde reformdan öteye gidememiştir. İngiliz Burjuva Devrimi, dinde Protestan Reformu’nu yaratmış, ancak düşünce seviyesi olarak modern siyasal görüşlere varamamıştır. Bunu “ Büyük Fransız Devrimi” başarmıştır. Fransız Burjuva Devrimi dini düşünce çerçevesinden radikal bir şekilde kopuşmuştur. Türk burjuvazisi Jön Türkler ile düşünce alanına adım attığında elbette Fransız Burjuva Devrimi’nin ortaya çıkarttığı siyasal düşüncelerden etkilenmiştir. Ancak düşünceler gökten vahiy olarak gelmediği, sosyal mücadelerin ürünü olduğu için Türk burjuvazisi için bu düşünceler hep hazır elbise kolaylığında benimsenmiş, aynı kolaylıkla da terkedilmiştir. Türk burjuvazisinin siya­sal tarihinde, ışığın prizmadan geçerken kırılması gibi, düşüncelerin farklı toplum yapılarında nasıl kırılıp deforme olduğu­nun en güzel örnekleri vardır. Üstelik böyle örnekleri aynı “zenginliği” ile gü­nümüzde de yaşamaya devam ediyoruz.

Burjuvazi, büyülü “ özgürlük” sözcü­ğünü siyasal parolalarının en üstüne yazdığında, derebeyliğe karşı arkasına işçi ve köylü yığınlarını almıştı. Cesaretle özgürlük diyebilmesi için kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda böyle bir saflaş­mayı yaratabilmesi gerekiyordu. Ardın­da görmek istediği yığınların kendisin­den her kopuşma olasılığında karşı çık­tığı derebeylikle uzlaşmalara girmiş, “ özgürlüğü” satmıştır. Daha doğrusu özgürlük denen parolanın kendi çıkarları ile sınırlı olduğunu böyle her kritik dönemde ortaya koymuştur. Demok­rasinin ilk beşiği İngiltere, kendinden yüz yıl sonra gelen Fransız Devrimi’ne karşı

çıkmış, hiç de “ dünyada bir demokratik ülke daha şekilleniyor” diye bu devrimi destekleme yoluna girmemiştir. Napolyon, devrimi Avrupa’ya yaymaya çalıştığında karşısında Almanya’yı bul­muş, Paris Komünü günlerinde Fransız burjuvazisi Almanya’yı imdada çağırmak­tan geri durmamıştır. En çarpıcı örnek ise A B D ’dir. Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Fransa’dan ünlü “ özgürlük anıtını” alan ABD , iç savaşı ile güneydeki köleliği yenmiş, gerçekten kapitalist anlamda dünyanın en özgür ülkesi olmuştur. Ancak aradan yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen kendi arka bahçesi Latin Amerika’da hiçbir ülkeye, sermaye ve teknik ihraç ettiği kolaylıkla, demokrasi ihraç edememiştir. Daha doğrusu etmeyi düşünmemiştir bile!

Bizde cılız Türk burjuvazisi ardında hiçbir siyasal saflaşma yaratma güç ve yeteneğine sahip değildi. Osmanlı Sarayı bütün ağırlığı ile toplumun üzerine çök­müştü. Ayanlar, Saray’la küçük pazarlık­lar yapmaktan öteye bir ufka sahip değil­di. Her kılığa girebilen, ancak özgürlük denen kavramdan antik medeniyetler kadar uzak olan tefeci-bezirgan ser­maye, cılız Türk burjuvazisinin ardına düşemezdi. İmparatorluğun bütün tica­ret yollarını elinde tutan Hıristiyan azın­lık, batı bağlantılı ticaret sermayesi ise cılız Türk burjuvasini de bir kenara süpürmek için “ özgürlük” istiyordu. Bu koşullarda Türk burjuvazisi nasıl “ özgür­lük” isteyebilirdi? Soyutlaştırıldığı ölçüde büyülü hale gelen, somutlaşınca heceleri arasında burjuva sınıf çıkarları sırıtan “özgürlük” , sonunda pratik sınıf gücüne ve hedefine göre tanımlıydı. Türk burju­vazisi bir güç olmadığı için “ özgür­lüğünü” ya Saray’dan dilenmek, buradan

__ 46

Page 47: Yol Şubat 2000 Sayı 7

umudunu kestiğinde Batı bujuvazisini imdada çağırmak zorundaydı. Daha doğrusu Türk burjuvazisi kendini hep bu ikilemin içinde tuttu. Böyle bir burju­vazinin ideolojik duruşu nasıl olabilirdi? Özgürlük, Namık Kemal’in tiyatro sah­nesinden pratik yaşamın gerçeklikleri içine inince, Jön Türkler’in bütün romantizmi uçup gitmiş, Batı düşüncelerinin karşılığı İslam’da aran­maya başlanmıştır. Batı modern siyasal düşünceleri içinde hızlı bir yolculuk yapan Türk burjuva ideolojisi sonunda İslam ve Turan zeminine gelip dayan­mıştır. Uzak sandığımız tarih bugünlere ne kadar yakın duruyor! Bu dönüşün elbetteki en temel nedeni Türk burju­vazisinin aşırı zayıflığından kaynaklan­maktadır. Burjuva siyasal düşüncesinin dinden kopuşması Batı’da büyük mücadeleleri ve uzun bir zaman dilimini gerektirmiştir. 19. yüzyılın sonlarında böyle bir kopuşma Türk burjuvazisi açısından neredeyse imkansızdır. Öte yandan, OsmanlI’da her özgürlük dal­gası, İmparatorluk’un bir parçasını alıp götürmektedir. Balkanlar’dan başlayan ulusal hareketler, Batı’nın da gayreti ile Ermenistan’a kadar uzanmıştır. Böyle bir ortamda Türk bujuvazisinin, “ İmpa- ratorluk’u bir arada tutacak bir düşün­ceye” ihtiyacı vardı. Bu da önce İslami­yet, ardından da “ Türkçülük” olmuştur.

Jön Türk Kongresi’nde iyice açığa çıkan Türk burjuvazisi içindeki iki eği­limden her zaman baskın çıkmış olanı İttihat-Terakki, Batı burjuvazisinin ardın­daki “ yığınlara” imrenerek bakmış, ancak bunun kendi topraklarında imkan­sız olduğunu düşünmüştür. “ Türkiye’de ‘grande masse’i (büyük kitleyi) kazan­mak çok zordur. Bu nedenle herşeyi

elitler yapacaktır.” " Bu temel gerçeklik bu topraklarda “ özgürlüğü” hep yukarı­dan lütfedilen, lütfedildiği gibi kolaylıkla da geri alınabilen bir hayale dönüştür­müştür. Bir yanda “ elit” , eski Osmanlı deyimleri ile seyfîye ve ilmiye eliyle özgürlüğe koşan devletçi ve merkezi­yetçi burjuva eğilimi; öte yanda Osmanlı Devleti’nin “ kahredici” ağırlığından kur­tulmayı “ serbest teşebbüs ve adem-i merkeziyet” te gören, bu yolda yürüye­bilmek için Batı sefaretlerini kendine güç kaynağı olarak seçen liberal burjuva eğil­imi, bu iki eğilim kısa II. Meşrutiyet yıl­larında ilk ve çetin hesaplaşmalarını ya­şadılar. Sonuçta ikisi de çökmüştür.

Saray’dan (Vahdettin’den) adım adım kopuşan ve Cumhuriyet yoluna çıkan Türk burjuvazisi elbette bu büyük hesaplaşma ve çöküşten önemli dersler çıkartmıştır. İmparatorluk parçalanınca “ hilafet” ve dolayısı ile “ İslamiyet’in bütünleştirici” rolü önemini yitirmiştir. Buradan hareketle “ Kemalist laik cumhuriyetin temelleri” atılır. Emper­yalist eksenlerden birisine ya da ötekine yaslanarak yürütülen politikalar, parça­lanmayı engelleyememiştir. Buradan da Tek Parti Dönemi’nin politikaları türe­miştir. Meşrutiyet ve Kurtuluş günleri­nin çalkantıları içinde ise Levantenler ve bağlantıları (Hıristiyan azınlıklar) fiilen tasfiye edilmiş, Türk burjuvazisi ilk büyük sermaye transferini böylece yap­mıştır. İlk büyük sermaye birikimini böyle yapan Türk burjuvazisi, daralan topraklarındaki kapitalizm öncesi ser­mayenin tasfiyesine girişmek yerine, yapısal özelliği haline gelecek olan devlet eliyle sermaye biriktirme yoluna çık­mıştır.

Bütün bu yaşananlar, Türk burju-

----------------------------- 47 —

________________yeniden yapılanma___

Page 48: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

vazisinin tarih bilincini oluşturmuştur. Adeta değişmez bir alın yazısına dönüşen bu bilinç neleri kapsamaktadır?

a) Türk burjuvazisi, Saray’a ya da daha genel anlamda söylenirse, köklü devlet geleneğine karşı hiçbir zaman radikal bir yöneliş içine girmemiştir. Ortada derebeyliğe karşı maddi temel­leri de olan bir sınıf savaşı yoktur. Batı’da derebeyliğe karşı savaş en başta onun maddi temeli olan toprak tekeline ve keyfi gümrüklerine karşı savaş olarak gelişti. Osmanlı’da Saray tüm toprak­ların mülkiyetine sahip olduğu için bu mülkiyetin Saray’dan zaten palazlanmış Ayanlar’ın (Osmanlı derebeylerinin) eline geçmesi başlıbaşına bir köklü “ reform” sayıldı. Türk burjuvazisi Ayanlar’la Kurtuluş Savaşı sırasında itti­fak yapmış, savaş sonrası da onlara pek dokunmamıştır. Türk burjuvazisi, bu derebey artıklarına karşı yılların geleneğini harekete geçirmiş, tasfiye edilemeyen derebey artıklarına karşı ağırlık olarak “ memurin devleti” yaratılmıştır. Daha doğrusu bu eski Osmanlı geleneği Cumhuriyet’in içinde, onun kalıplarına göre yeniden doğmuş­tur. Batıda burjuva anlamda özgürlüğün kapısını açan derebeyliğe karşı mücadele, Türkiye’de o ölçüde kısır kal­mıştır ki özgürlük çiçeği her seferinde açamadan solmuştur.

b) Türk burjuvazisi, kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar cılız olduğu için Batı’ya yaslanarak ayakta durmayı adeta kendi varoluş koşulu olarak görmüştür. Oysa kapitalizmin, emperyalizm aşamasına tırmandığı bir dönemde tarih sahnesine çıkmak gibi bir “ talihsizliğe” uğrayan Türk burjuvazisi, yaslanmaya çalıştığı güç tarafından yutul­

__ 48

ma tehlikesi ile birlikte yaşamıştır. Bu gerçeklik devlet sınıfları geleneğini ayak­ta tutmuş, Türk burjuvazisinde şizofren bir bilinç yaratmıştır. Batı’ya aşk ölçüsünde sarılmak, sonra düş kırıklığı ile soğumak, hala bu marazi sevda oyunu Türk burjuvazisinin tiyatro sahnesinde oynanıp duruyor.

c) Devlet sınıflarının ve Türk burju­vazisinin tarih hafızasında “ hürriyet” sözcüğü “ Düvel-i Muazzama” nın baskıla­rını çağrıştırır; hele “ azınlıklara imtiyaz” sözcükleri “ bölünme” dehşetine düşü­rür. Ancak devlet sınıfları ve Türk bur­juvazisi arasında zaman zaman ıslak barutun puflaması gibi ömürsüz “ hür­riyet” kavgaları olagelmiştir. Devletin kelepçesinde bunaldıkça “ hürriyet” çığlığı atan burjuvazi, bu parolayı kitleler ciddiye aldığında gölgesinden korkar- casına yeniden devlet sınıflarının “güven­li” göğsüne yaslanmıştır.

d) Batı demokrasilerinde burju­vazinin sadece “ mülk sahiplerine” tanıdığı özgürlük ve demokrasinin sınır­larını genişleten işçi sınıfı ve onun fırtı­nalı mücadelesi olmuştur. Uzun bir ta­rihsel dönemi kapsayan bu mücadeleler Batı burjuvazisinin tarih bilincini oluştur­muştur. Siyasetin saray entrikalarından ve keyfiliğinden farklılaşması, burjuva niteliğine bürünmesi ve rasyonalleşmesi uzun ve dehşetli sınıflar savaşı dönem­lerinin ürünüdür. Türk burjuvazisi böyle bir dönem yaşamamıştır. Burjuvazi Batı’da daha kendi düzenini yaratırken, proletaryanın nefesini hep ensesinde hissetmiş, sınıflar gerçekliğinin dayat­ması sonucu kendi gücünün sınırlarını tanımıştır. Cılız Türk burjuvazisi sürekli olarak halklara ve işçi sınıfına karşı gücünün sınırsız olduğu kuruntusuna

Page 49: Yol Şubat 2000 Sayı 7

kapılmıştır. Kitleleri OsmanlI’daki reayadan biraz olsun farklı algılayabilme­si için 60’lı yılların sınıflar mücadelesi ortamına gelinmesi gerekmiştir. Ancak 60 sonrası dönemde de, sınıflar gerçek­liğinden öğrenmek yerine, önce tümüyle tarih bilincinin reflekslerini harekete geçirmiş, her türlü “ bölünmenin” karşısına dikilmiştir. Saray ve Batılı devletler karşısında inanılmaz esneme yeteneği gösteren burjuvazi, kısır tari­hinde kitleler karşısında o ölçüde katı durmayı varoluşunun teminatı olarak algılamıştır. Devlet geleneğinin üstüne Rus Devrimi’nin korkusunu da katan Türk burjuvazisi, siyasette Bizans entrikacılığını ve Osmanlı kıyıcılığını aşa­mamıştır.

Hala silinmez izler taşıyan tarihin bu bilinç penceresinden bakarak, Cumhu- riyet’in içlerine yürüyelim. Tek Parti yılları burjuvazinin liberal eğiliminin bastırıldığı yıllar oldu. Terakki Perver Fırkası ve ardından “ majestelerinin muhalefeti” tarzında kurulan Serbest Fırka denemeleri uzun sürmedi. II. Emperyalist Savaş yıllarında Türkiye, önceki deneylerinin sonucunda iki eksenden de uzak durmaya çalışmıştır. İngiltere OsmanlI’nın parçalanışını hatır­latıyordu. Almanya ile ittifak ise yenilgi getirmişti. Gittikçe Alman politikasına yaklaşan, savaşta taraf olmayan Türkiye, sonunda Almanya’ya savaş ilan ederek bu dönemden sıyrılabildi. Ancak savaş sonrası artık yeni bir dünya ortaya çık­mıştı. Bir yanda sosyalizm, onun karşısında “ hür dünya” bayrağını sal­layan kapitalizm. Türk Devleti bu saflaş­ma karşısında “ tarafsız” kalamazdı. Cumhuriyet tarihindeki ilk önemli değişim bu yıllardan sonra yaşanır. Tek

Parti yıllarından “ çok partililiğe’ geçiş, II. Meşrutiyet yıllarındaki gibi “ hürriyet” çığlıkları atılarak yaşandı. Bu kez iktidara hep devletçiliğin “ kollama görevi” ile kuşatılmış liberal burjuva eğilimi geliyor­du. İçerde kanatlanıp uluslararası ser­maye ile çiftleşmek isteyen gürbüzleşmiş finans kapital; dışardan da “ hür dünya” nm baskısı sonucunda devletçili­ğin kabuğu 46’lı yıllarda çatladı ve nur topu gibi Demokrat Parti doğdu. Böylece, İttihat Terakki yıllarında yarım kalmış hesaplaşma, başka bir dünya ve Türkiye koşullarında yeniden başlıyor­du. Adları “ demokrat” , parolaları “ hür­riyet” olan liberal burjuva eğilimi, “ Cumhuriyet’in laik temellerini kemire­rek” ve Ordu’ya efelenerek işe koyul­du. Çok geçmeden tarih sahnesinde rol­ler tamamen değişmişti. Sekiz yıl “ de­mokratlık” fazla gelmişti. Yılların devlet­çi C H P ’si muhalefette demokratlaşmaya itilirken, İttihat-Terakki yıllarından beri iktidar özleyen liberaller, gücü ellerine alınca Tek Parti Dönemi’nin tek par­tisinin bütün hastalıkları ile kendilerinin de inmeli olduğunu ortaya koydular. Gerilim ve hesaplaşma had safhaya çıktı.1956’da CH P Genel Sekreteri Kasım Gülek altı ay hapse mahkum oldu. I957’de İşçi Sendikaları Konfederasyo­nu kapatıldı. Menderes 6 Eylül 1958 Balıkesir söylevinde “ idam sehpaların­dan söz etti. İki hafta sonra 21 Eylül İzmir konuşmasında ise “ demokrasiye paydos” tehdidini savurdu. 12

“ Çok partili” dönemin ilk on yılı Türk egemenlerinin “ demokrasi” ile ilişkisini en güzel bir şekilde gözler önüne sermiştir. Ne “ hür dünyanın” zorlaması ile ne yüzyılların mirası devletçiliğe karşı “ hürriyet” çığlıkları

________________yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 49 —

Page 50: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— .yol

atmakla demokrasinin gelişmeyeceği anlaşıldı. 27 Mayıs Anayasası kendi amacından öteye, çok sınırlı da olsa, demokratik bir ortam yaratmıştır. Ancak bu anayasanın amacı hiç de “ demokratik” değerleri geliştirmek değildi. Türk burjuvazisi şekillenirken ortaya çıkmış olan iki eğilimin hesaplaş­masından ortaya demokrasi çıkamazdı. DP ne ölçüde demokrat olduğunu on yıla varmadan ortaya koymuştur. 27 Mayıs Anayasası’nın son derece pratik bir hedefi vardı. DP örneğinden hare­ketle oy çoğunluğu, (tabii bunun doğal sonucu Meclis çoğunluğu) yoluyla ortaya çıkabilecek "diktatörlüklerin” yolunu kesmekti. MGK, İkili Meclis Sistemi (27 Mayıs’ı gerçekleştiren su­baylar “ kaydı hayat şartı” ile senatör oldular), bir partinin kolay çoğunluk kuramaması için oldukça demokratik “ nispi temsil seçim sistemi” , bunların hepsi devletçi eğilimin, finans kapitalin yolunu kesmek için düşündüğü baraj­lardı. Ancak olaylar böyle hesaplara aldırış etmeden kendi yolundan aktı. Cumhuriyet tarihinde gerçekten bir değişimden bahsedilecekse, bu da 60 sonrası yükselen sınıflar mücadelesi ve onun getirdikleridir. 12 Eylül bu sürece devletin verdiği cevap oldu. 27 Mayıs, kendi pratik kaygıları ile de olsa, ne getirdiyse Eylül hepsini geri aldı. Bu dönem neleri ortaya çıkartmıştır?

a) Sınıflar kendi politika ve örgütleri ile toplumsal arenaya çıktılar. Önceki dönemlerde egemen politikalar Tek Parti’nin dehlizleri içinde tutulurdu. Devrimcilik ise çok küçük bir azınlık olarak hep yerin altında kalmıştı. Gerçek burjuva demokrasilerinin en temel kültürü ve bilinci olan sınıflaşma

__ 50

ve sınıflar mücadelesi zorunlu olarak bi­linçlere yerleşti. Elbette ki bu henüz bir derinliğe sahip değildir. 12 Eylül bu ortaya çıkan gerçekleri, adeta yeni bir Tek Parti Dönemi özleyerek “toplumu bütünleştirmeye” yöneldi. Ancak eko­nomik ve sosyal gelişim, tüpünden çıkan diş macunu gibi, olayların tümüyle eskiye dönüşüne engeldi. Eylül sonrası sınıflar mücadelesi ile oldukça önemli bir başka gerçek daha öne çıktı. 50’li yıl­lardan sonra sınıflar kopuşması hızlan­mış ve kopuşmanın sonucu olarak siya­sal ortama burjuva partileri arasındaki gerilim damgasını vurmuştur. Ayrıca işçi sınıfı da tarihinde ilk kez yığınsal bir mücadeleye girişmiş, görmek istemeyen gözlere kendini gücü ile dayatmıştır. Hesaplaşmalar yirmi yılı aşkın sürmüş ve sonunda Eylül günlerine gelinmiştir. Eylül sonrası sınıflar kopuşmasından çok uzlaşma arayışları öne çıkmıştır. Herkes kendi gücünü tanımış ve “ yeni” poli­tikalara yönelmiştir. Bu burjuva partileri arasında olduğu kadar işçi sınıfı açısın­dan da belli ölçüde geçerlidir. Ancak bu sözde “ uzlaşmalar” Avrupa’daki gibi bir “ maddi refah” dönemine değil, tam ter­sine yoksullaşmanın derinleştiği ve belli ölçüde kitleler açısından “ sosyalizm” veya “ devrim” umutlarının çok zayıfladığı bir döneme denk düştüğü için, hem bur­juva politikalarında hem de toplumda yaygın ve derin çürümeler yaşanmıştır. Eylül öncesinin gürbüz ve diri sınıflar mücadelesi dönemi yerini top lum sal çürümelerin arttığı bir sürece bırak­mıştır.

b) Sınıflar öne çıkınca Türkiye’nin hep tartışmalı egemen zümresi de belirgin bir şekilde bu dönemde öne çıkmıştır. Tekelci finans kapital bu dönemde bir

Page 51: Yol Şubat 2000 Sayı 7

yandan Ordu ile ilişkilerinde daha dikkatli olmaya yönelmiş, öte yandan sivil faşizmi sürekli beslemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin sıkı destekçisi olmuştur.

c) Yine bu dönem Türk siyasal tari­hinde kendine özgü bir “ sosyal demok­rasinin” çok kısa ömürlü doğuş ve ölü­münü yaşadı. 72’li yıllarda uçan “ak gü­vercin” , 78 azınlık hükümeti sırasında vu­rulup düştü. Bir daha da ayağa kalkamadı. Hep Batı’dan örnek alındığı için, Avrupa’­daki gibi sosyal temele zaten sahip olma­yan, eski devletçi kültüründen hiçbir za­man kopuşmamış olan bu parti, yirmi yılı aşkın süren yoğun sınıflar savaşı döne­minin sonunda, büyük bir korku ile öne çıkartmaya çalıştığı bütün hedeflerden kopuşarak kısa ömrüne son verdi. Son­raları Kürt Hareketi yükselince tümüyle devletçi-milliyetçi bir çizgiye oturdu.

d) Yine bu dönemin çalkantılı yılların­dan sonra Türk siyasal tarihine sürekli damgasını vurmuş olan egemen zümreler arasındaki “ devletçi-liberal” çekişmesi belli bir inişe geçti. Devletçiliğin dünyada itibar yitirdiği, özelleştirmelerin “ muci­ze” sayıldığı günümüz dünya ve Türkiye­sizde bu siyasal gerilim eski gücünü kay­betti. Onun yerini, düzen içi eğilimler olarak, Siyasal İslam-Laik Cumhuriyet çekişmeleri aldı. 28 Şubat sonrası Siyasal İslam oldukça darbe aldıysa da “yeniden yapılanma” sürecinde devletin hala gözü­nü üzerinden ayırmadığı bir siyasal ze­mindir.

e) Bu tarihsel dönemin, henüz belli bir olgunluğa varmamış da olsa, en önemli siyasal sonucu yılların devletçi geleneğinden belli bir kopuşma yaşan­masıdır. Gerek 60 sonrasının Devrimci

Hareketi, ardından yükselen ve çok önemli gelişmeler kaydeden Kürt Ulusal Hareketi, savaşın doğurduğu devletteki çeteleşme, toplumda derin kökleri olan, her sosyal hareketin yolunu kesen devlet tabusunun büyük ölçüde hırpalanmasına neden oldu. Son yaşanan deprem felaketi bu gerçekliğin çok acı bir zeminde yeniden sergilenmesi oldu. Yeniden yapılanma söylentilerinin alt zemininde bu temel gerçeklik yatar. Ancak bu ko­puşma henüz siyasi olarak ne yeterince derinlik kazanmış ne de kendisine açık bir hedef bulabilmiştir. Bu nedenle, böyle olumlu bir gelişmenin yanında onu göl­geleyecek olumsuz bir gelişim de yaşan­maktadır. Bu da toplumsal çürümedir. Hedef bulamayan öfke kendine yönel­mekte, çürüme ve yozlaşma yaratmak­tadır.

Yeniden yapılanma söylentilerinin, PKK ’nin yaptığı stratejik dönüş ve AB adaylığının kabulu sürecinden sonra, iyice hız aldığı bir dönemde bu temel gerçeklikleri atlamadan “ değişim” söy­lentilerinin iç bağlantılarını çözümlemeye çalışalım.

"YEN İD EN YA PILA N M A YI" DAYATAN N ED EN LER VE "D EĞ İŞ İM İN " SIN IR LA R I

İlk olarak şunu vurgulamalıyız, Cumhuriyet’in “yeniden yapılanması” nı dayatan nedenler “yeni” değildir. Bu sürecin düğmesine ilk basan T.Özal’dır. Ancak ardından sürekli oyalanma ve hatta geriye kaymalar yaşanmıştır. Bugün konu dünden daha fazla gündeme geliyorsa bunun bazı önemli nedenleri vardır. Hiç şüphesiz en önemli neden,

yeniden yapılanma__

--------------------------------------------- 51 —

Page 52: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

PK K ’nin yaptığı stratejik dönüştür. Onbeş yıldır süren savaş ortamı bu nedenle belli bir değişime uğramıştır. Ancak hala “ rivayetler muhteliftir” . İkin­ci önemli neden, Türkiye’nin AB aday üyeliğinin kabulüdür. Bu gelişmeleri hazırlayan bir arka perde vardır. Esas önemli neden de odur. ABD, kendi çıkarları açısından bölgede Türkiye’nin rolünü belli ölçülerde öne çıkartmaya karar vermiştir. A B D ’nin bu karara var­masının tek nedeni “Türkiye’nin coğrafi konumu” değildir. Daha fazla etken olan sosyalizmin yıkılışından beri geçen yıllar­da dünya dengelerinde yaşanan belirgin kaymalardır. Rusya’yı “ kuşatma ve des­tekleme” politikası ile belli bir noktada tutabileceğini düşünen A BD stratejistle- ri en azından son üç yıldır böyle düşün­müyorlar. Rusya çok düşkün durumda da olsa, N A T O ’nun Doğu Avrupa’da genişleme adımları atmaya başlamasın­dan sonra dünyada kendi eksenini yarat­ma çabalarına girmiştir. A B D ’li strate- jistler son yıllarda yeniden “ bipolar -iki kutuplu- dünya” dan söz ediyorlar. Karşılarında Rusya-Çin-Hindistan saflaş­masını görüyorlar. Daha da önemlisi Rusya “ Kafkaslar’daki egemenliğini” kendi varlık yokluk koşulu olarak ilan etmiştir. “Yeni Rus Çarı” Putin budur.

Bu konuların tek tek içine girmeden yeniden yapılanmanın kapsam alanını irdelemeliyiz.

İlk olarak, devlet ve egemen siyaset alanı öne çıkıyor. İkinci olarak, ekono­mideki zorunlu yapısal değişimlerdir. Bu konuda IMF’nin zoruyla şimdiden adım­lar atılmaya başlanmıştır. Üçüncüsü, halk güçlerinin yeniden yapılanmadaki yeri ve rolüdür.

__ 52 ______________________________

Yeniden yapılanmada elbette en önemli etkenler, yeni dünya den­gelerinden kaynaklanmaktadır. Bölgede­ki güçler ilişkisi en belirleyici olanıdır. Onun kadar belirleyici olan diğer bir gelişme de A B adaylığıdır. Türk Devleti’nin eski dış politikacısı Sami Kohen köşesinde bu gerçekliği sakın­madan dile getiriyor. “Yıllar boyunca Türkiye’de politikacıların tekrarladığı bir laf var: Biz gereken değişiklikleri “ onlar” istediği için değil, halkımızın yararına olduğu için yaparız. Fakat açıkçası, çoğu köklü değişiklikler veya reformlar, söylenen bütün hamasi laflara rağmen, ancak “ dış dinamikler” sonucunda gerçekleşmiştir.” 13 Öte yandan, Siyasal İslam’ın önde gelen isimlerinden Abdullah Gül’de açık bir itirafta bulunuyor. “Açıkça itiraf ediyorum. Biz pozisyonumuzu değiştirdik. Türkiye’nin demokratik reformları kendisinin yapa­mayacağını anladık. İstediğimiz dini özgürlükler ve insan haklarına yalnızca A B ’nin yardımı ile ulaşabileceğimize inanıyoruz.” 14 İlhan Selçuk’un bir yazı­sında vurguladığı gibi Türkiye’de Meşrutiyet günlerinin havası esiyor. Ancak bu işte bir terslik olmalı. Yüzelli yıldır süren “ Düvel-i Muazzama” nın zor­lamalarına rağmen alınan yol umut kırıcı ölçüde kısırdır. Bu durumdan sadece “Türkiye’nin iç dinamiklerini” günahkar ilan edip kurtulmak kolay değildir. Emperyalizm hangi tarihsel moment­lerde ne tür reformlar dayatmıştır? Bu soru cevaplanmadan A B ’ye ilan-ı aşk etmek yüzyıldır süren, Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin daha da derin­leşmesinden başka sonuç yaratmaz.

Page 53: Yol Şubat 2000 Sayı 7

DEVLET VE EGEM EN SİYASETTE Y EN İD EN YA PILA N M A

Konuya iki tespitle girelim. Devlet eski geleneksel aşırı merkeziyetçi mut­lak irade konumunda zorlanıyor. Öte yandan, Türk burjuva siyasetinin ege­men eğilimi “ merkez sağ” büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Bu gerçekliklerin nedenleri kavranmadan yeniden yapılan­manın zemini, sancıları, yönü ve sınırları kavranamaz.

Konunun ekseninde devlet ve burju­vazinin ilişkisi durmaktadır. Bu ilişki bizim topraklarımızda çok özgül yanlar taşır. Batı’da burjuva devrimlerinin gücü eski devlet yapısını kendi sınıfsal çıkar­larına göre özlendirmiştir. Buna insan­lığın gelişme tarihinde “ modernlik” denildi. Bizde devlet, burjuvazi henüz koza halinde bile değilken mutlak ege­menliği ile Doğu’nun en tipik örnek­lerinden birisi olarak varoldu. Burjuvazi bu büyük ve mutlak mabedde büyüdü. Büyütüldü. Türk burjuva devriminin kısırlığı, devleti Batılı anlamda modern­leştiremedi. Kendisi olağanüstü cılız, an­tik tarihin yedi bin yıllık tefeci-bezirgan gelenekleri ile varolmuş sermaye başta kendisi modernleşmekte olağanüstü zorlandığı için devleti moderleştirmesi zaten beklenemezdi. Antik tarihin köklü geleneklerini üstünde taşıyan ve ilk modern sermaye birikimini Hıristiyan azınlıkların sermayelerini yağmalayarak edinen Türk burjuvazisi uzun yıllar anti­ka özelliklerinden kopuşamadı. Hala kopuştuğu söylenemez. Yeniden yapı­lanma süreci biraz da Türk burju­vazisinin bu yönde bir sınavı olacak. A B ’den kopya çekerek bu sınavı vere­bilecek mi? Eylül Sonrası süreçte, Türk

finans kapitali uluslararası sermaye ile daha derin kenetlenmek için kendi yapısal konumundaki değişim sancıları ile uğraşırken, Cumhuriyet’in ekonomi ve siyasetinin ortasına bir de Siyasal İslam ve İslam sermayesi düştü. Batı modernliğini yaratan, derebeyliğe karşı oldukça radikal mücadelelerdir. Ancak bu hiçbir şekilde yetmemiş, burjuvazinin proletarya ile başlayan mücadelesi ona ünlü modern çehresini kazandırmıştır. Türk burjuvazisi bu iki alanda da mo­dern bir mücadele tarihine sahip değil­dir. Tarih bilincinin bu en önemli bölüm­leri Antika ve Osmanlı gelenekleri ile yüklüdür. Türk burjuvazisi modernliği Latin alfabesi ya da şapka-pantalon olarak kavradı. Bütün bu nedenlerden dolayı bizde burjuvazi hiçbir zaman Batılı anlamda egemen sınıf olamadı. Egemenliği sürekli bir şekilde Osmanlı­lık’tan gelen tabu devlet anlayışı ile pay­laştı. Daha doğru söylenecek olursa, doğrudan egemen olmak yerine kendi sınıf egemenliğini sürekli bir şekilde eski gelenek üzerinden yürüttü, dolaylan- dırdı. Burjuva anlamda modernlik hazır bir elbise değildir. Yoksa Cumhuriyet bütün Batı kanunlarını hemen tercüme etti. Modernlik bir tarihsel mücadele sürecinin yarattığı bir bilinçtir. Şimdi mücadele edilecek bir derebeylik olmadığına göre Türk burjuvazisi nasıl bu adımı atacak? Sistem olarak artık varolmayan derebeylik bilinçlerde, alışkanlıklarda ve en önemlisi Türk bur­juvazisi ve devlet (özellikle Ordu) arasındaki ilişkide hala yaşamaktadır. Seksen bin sayfalık A B mevzuatını, Cumhuriyet’in kuruluşunda yapıldığı gibi tercüme etmekle A B ’ye üye olunabilir mi? AB yolunda yürünürken en önemli

_______________ yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 53 —

Page 54: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

engel devlet ve Türk burjuvazisi arasın­daki ilişkidir. Batı’da devlet modern bur­juva devletidir. Modern burjuva sınıf çıkarlarına göre şekillenmiş, birkaç yüzyıldan beri sınıf çıkarlarının egemen kılınmasında olağanüstü ölçüde rafine olmuştur. Bizde devlet mabeddir. Burju­vazi bu mabedde diz çöküp dileklerinin (çıkarlarının) yerine gelmesi için dua eder. Gerisi tanrının işidir. AB ile Türk Devleti arasındaki en derin ve uzun süreçli kapışma bu konuda olacaktır.

Türk burjuvazisinin tarihinde, bunu 19. yüzyılın sonlarından başlatırsak, sınıflar mücadelesi sürecinde başlıca iki dönem vardır. I960’lı yıllara kadar mücadele daha çok burjuva içi eğilim­lerin çekişmesi biçiminde yaşanmıştır. Daha doğrusu dönemlerin olaylarına bu çekişmeler damgasını vurmuştur. Jön Türkler’den başlayan 27 Mayıs Darbesi’- ne kadar gelen süreçte, devletçi- merkeziyetçi gelenekle liberal burjuva eğilimler çekişmiştir. Çalkantılı İttihat- Terakki günleri, Tek Parti Dönemi’nin ilk on yılı, ardından 46’lardan sonra iyice yoğunlaşan bu süreçte egemen eğilim­lerin çekişmeleri yaşanmıştır. 60’lardan sonra bu süreç yön değiştirmiştir. Egemenlerin zirvedeki boğuşmalarının yerini, egemenlerle işçi sınıfı-gençlik ve daha sonra da Kürt Ulusal Hareketi arasındaki mücadele almıştır. Bu süreç geleneksel toplum ve devlet yapısını belli ölçülerde değişime zorlarken, öte yandan müthiş bir yan etki yaratmış, devlet iyice irileşmiş, “ derinleşmiş” ve sonunda çeteleşmiştir. Bu azmanlaş­manın son durağına yaklaşıldığı görülü­yor. Bunu kendileri de çok sık söylüyor­lar: “Ankara değişime ayak uyduramı- yor” muş! İşçi sınıfı ve Kürt Hareketi’ne

__ 54

karşı şişen ve azmanlaşan devlet, gele­neksel alışkanlıklarını ve mutlak güç anlayışını gelişebilecek son noktalara kadar tırmandırdı. “ Dönüş” nasıl yapıla­caktır? Bütün sorun buradadır.

Tam bu noktada burjuva egemen siyasal eğiliminin büyük ölçüde eroz­yona uğradığını görüyoruz. Düzen kendi içinde önemli bir dönüşüm konağına itilmiştir, ancak siyasal kurmay çok “ parçalıdır.” Bu parçalanmanın neden­lerine inerek, nasıl bir siyasal kurmay ortaya çıkabileceğini çözümlemeye çalı­şalım.

Egemen burjuva siyasal eğilimin (merkez sağın) neden Özal sonrası yıldızı sönmeye başlamış, bu düşüşü ne “ baba” nın siyasete dönmesi ne kolejli modern Çiller’in siyasete girmesi ne de ağır başlı Yılmaz’ın A N A P ’ın başına geçmesi durdurabilmiştir. Üstelik bu anaforda Cumhuriyetin tüylerini diken diken eden Siyasal İslam’ın birinci parti olması yaşanmış; bu bela 28 Şubat ile savuşturulurken bu kez de faşizm ikinci büyük parti haline gelmiştir. Bu eksen kaymaları neden yaşanmaktadır?

Dünya ve ülke dengelerine göre şe­killenen egemen siyasetin içeriği, bu dö­nemler kapanınca rolünü tamamlamak­tadır. Türk burjuvazisi Cumhuriyet son­rası böyle iki önemli dönem yaşamıştır.

İlki Tek Parti yıllarıdır. Cumhuriyet­in kuruluş yıllarında bujuvazinin siya­sette en yukarda tuttuğu paro la la r “gericiliğe karşı laiklik” ve parçalanan İmparatorluksan diğer tüm uluslar ayrıl­dıkları için “ ne mutlu Türk’üm diyene” - dir. Kürt Halkı’na, Kurtuluş Savaşı sıra­sında verilen sözler Lozan’da unutul­muştur. Türk burjuvazisi hem kendini

Page 55: Yol Şubat 2000 Sayı 7

yaratmak hem de bir ulus yaratmak zorundaydı. Bu dönem 1926’lara kadar süren çok kısa bir bahar havasından sonra Tek Parti Diktatörlüğü olarak yaşanmıştır. Seçimler, şimdi küçülüp kireçlenen parti merkezlerinde karar­laştırılıyor, o zaman bu biraz daha merkezi işliyordu; herşey Çankaya’da kararlaştırılıyordu. Zayıf Türk burju­vazisi bu dönemde kendini bıçağın sırtında hissettiği için, ülke içindeki “ irti­cai güçlere” karşı bir memur ordusu yarattı. Bu dönem politikalarında devletin iki konuda eli sürekli tetikteydi. Birisi irtica; diğeri dış kaynaklı kışkırt­malardır. Kürt Halkı ve Komünist Hareket bu politikaların sürekli zılgıtını yemiştir. Osmanlı’nın özellikle son elli yılı bu bilinç ve refleksi yaratmıştı.

Tek Parti Dönemi’nin ekonomi poli­tikası başlıca iki temele dayandı. Önce hızlı sermaye biriktirilecek ve devlet kanalı ile yönlendirilecekti. Abdülhamit Dönemi’nin Ziraat Bankası korundu. Yanına bir de İş Bankası kuruldu. Öte yandan devlet eliyle sınırlı ölçüde bir sanayi geliştirildi. Dönemin ana ekono­mi politikası devletçilik üzerine kuruldu. Bu konuda Mustafa Kemal’in son yıl­larında, İnönü’nün arka plana itilip Celal Bayar’ın başbakanlık yıllarında bir libe­ralleşme başladıysa da, bu dönem çok kısa sürdü. Milli Şef-İnönü Dönemi tam bir devletçilik dönemi oldu. Tek Parti Dönemi’nin ekonomide çok özel olan bir yanı kır ilişkilerine dokunmamasıdır. “ Efendi Köylü” kendi haline bırakıldı. Hatta okul yapımları için kırlara ikide bir hükümet salma çıkardı. “ Sınıfsız- imtiyazsız bir toplumuz” anlayışı ve irticaya karşı tavır, kır ilişkilerinin adeta dondurulması sonucunu yaratmıştır.

Tek Parti Dönemi’nin dış politikası İngiliz ve Almanya eksenlerinden aynı uzaklıkta durma üstüne oturmuştur. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının eşiğinde Türk Devleti’nin Osmanlı anıla­rı son derece canlıdır. Hitler’in yükseliş günlerinde Almanya ile belli ilişkiler ge- liştirilse de bu I. Em peryalist Paylaşım Savaşı’nda İttihat ve Terakki’nin Alman­ya’ya adeta kapılanması biçimine dönüş­memiştir. İnönü bu yıllarda yoğurdu hep üfleyerek yemiştir. Dünyadaki saflaşmaların henüz çok karmaşık olduğu ve yeni paylaşımların yaşandığı dünyada, Türk burjuvazisi kutuplardan uzak durmayı tercih etmiştir.

Bu politikaların ömrü II. Dünya Sava­şı sonrası ortaya çıkan yeni dünya den­geleri ile sona erdi. Dünya ve Türkiye artık yepyeni bir döneme giriyordu.

Sonraki elli yıla damgasını vuran ege­men merkez sağ siyaset bu yıllarda doğ­du. 46’lı yıllarda doğum yapan bu ege­men siyasi eğilim, 90’ların ortalarına ka­dar hükmünü sürdürdü. Gerek dünya gerekse Türkiye, artık Tek Parti yılların­dan çok farklı bir sürece girmişti. Bu büyük değişimler kaçınılmaz bir şekilde egemen siyasete yansımıştır. Hatta yansı­maktan öte bu siyaseti şekillendirmiştir.

İç politikada bu egemen siyasi eğili­min parolaları artık oldukça farklıydı. Birinci sıraya anti-komünizm oturdu. Bu iç politika siyasi ekseni 90’lı yılların orta­larına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Menderes Dönemi ünlü “ 51 Komünist Tevkifatı” ile başladı. Ancak Menderes Dönemi’nin iç politikada bir diğer yönelişi devletçiliğe karşı başlattığı açık saldırıdır. Tek Parti Dönemi dinle ilgili hangi uygulamaları yaptıysa Menderes

________________yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 55 —

Page 56: Yol Şubat 2000 Sayı 7

__ yol

hepsini tersine çevirdi. Ezan yeniden Arapça okunmaya başladı. Tarikatlar canlandı. Üstelik Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Ancak liberal burjuvazinin bu hızlı gidişi fazla sürmedi. Devletçilik, 27 Mayıs’la rövanşını fazlası ile aldı. Ordu normal bir silahlı güç olmaktan çıktı. MGK. ile hükümete, O R K O ve O Y A K ’larla eko­nominin içine girdi. Demirel dönemi devletçilikle bir uzlaşma dönemidir. Kozlar paylaşılmış, karşılıklı ağırlıklar belli olmuş, bunlara göre dengeler ku­rulmuştur.

Ekonomide merkez sağ, Menderes Dönemi’nde özelleştirmeleri ilk prog­ramına koyan parti oldu. Çok sınırlı da olsa bazı uygulamalara geçildi. Dış ticarette Tek Parti Dönemi’nin “ tutucu” politikaları tamamen terkedildl. Ulus­lararası sermaye ile yeniden güçlü bağlar kuruldu. Ve en önemlisi kırlarda kapita­lizmin gelişmesine büyük bir hız verildi.

Dış politikada, N A TO politikalarına geçildi. Bu dönem dış politikası, Türkiye ile Arap Ülkeleri’nin bağlarını tamamıyle kopartmıştır. N A TO yanlısı politikalar sonucu, Arap Ülkeleri’nde yaşanan kısmi devrimci gelişmelere karşı Irak’a müdahalenin eşiğine kadar gelinmiştir.

Merkez sağ politikaları yaratan koşullar hem ülke içinde hem de dünya­da 90’lı yıllarla birlikte radikal bir altüstlüğe uğramıştır. Bu politikaları yaratan maddi ortam değişince eski merkez sağ politikaların devam etmesi imkansızdı. Ancak bilindiği gibi “ önce eylem vardı” . Söz arkadan gelmiştir. Koşulların değişmesine rağmen merkez sağ eski nakaratları tekrar etmeyi sürdürdüğü ölçüde erozyona uğramak-

_ 56

tan kurtulamadı. Türk egemen siyase­tinin erozyona uğramasının sorumlu­luğunun sadece M.Yılmaz ve Çiller gibi garabetlere yüklenmesi, olayın temel zeminini gözden kaçırmaya yol açar.

Bir elli yıl merkez sağ politikaların iç politika mihveri olan anti-komünizm, işlevini tümüyle yitirmiştir. Demirel kendi döneminde C H P ’sini sürekli olarak “ içlerinde komünistler var” tehdidiyle köşeye sıkıştırmıştır. Zavallı “ sosyal demokratlar” ise bütün gayret­lerini aralarında komünistlerin olma­dığını kanıtlamaya harcamışlardır. Bir dönem kapanıp yeni bir dönem açıldık­tan sonra egemen politikanın iç politika ekseni değişmiş, ortaya Kürt Sorunu ve Siyasal İslam çıkmıştır. Devlet ve ege­men siyaset bu kez “ bölücülük” ve “ irticayı” iç politika ekseni haline getirdi. Ancak öncekinden çok farklı sonuçlarla yüzyüze gelince bocaladı. Anti- komünizm politikaları sırasında, Türk egemen siyaseti, komünizme karşı saldırılarında tüm “ hür dünya”yı arkasın­da gördü. Bunun gücü ve rahatlığı ile davranabildi. N A T O ’nun Sovyetler’e karşı öncü kalesi olan bu ülkede darbe yapan generaller “ hür dünya” tarafından alkışlandı. Yüzbinler işkencelerden geçirilirken “ hür dünya” dan “ insan hak­ları” gibi parazit sesler yükselmedi. Devlet “ bölücülüğe” karşı da aynı alışkanlık ve güvenle saldırıya geçti. Nasıl olsa “ hür dünya” bu “ stratejik önemi” olan ülkenin sürekli arkasınday- dı. Bir müddet sonra arkasına baktığında şaşkınlıkla “ hür dünya” nın arkasında olmadığını gördü. Eski “ hür dünya” dan destek bulamadığı gibi, PK K ’yi “ destek­ler görünen” Batı ülkeleri ile yüzyüze geldi. Zaman dönmüş, köprülerin altın-

Page 57: Yol Şubat 2000 Sayı 7

dan çok sular akmıştı. A rtık anti- komünizm döneminin kolay iç politika günleri kapanmıştı. Eski günler ne kadar da güzeldi! Ne 68’lerdeki ünlü Kanlı Pazar olayından sonra ne 12 Mart içinde Kültür Sarayı yangını nedeniyle ne de en önemlisi Maraş Katliamı’ndan sonra “ hür dünya” dan asap bozan “ araştırma komisyonları” gelmemişti. Oysa komü­nizmin yıkıldığına sevinemeden Kürt Hareketi’ni karşısında bulan Türk Devleti, bu yetmiyormuş gibi Batı’dan bu konuda destek şöyle dursun hergün çeşitli biçimlerde tehdit alıyordu.

Siyasal İslam konusunda da merkez sağ tam bir açmaza sürüklendi. Yine eski güzel günlerde Siyasal İslam’ı kendi koa­lisyonlarına takviye olarak alan; Devrim­ci Hareket’in gelişmesine karşı değer­lendiren; biraz da devletçiliğe karşı süre­rek politika yapan merkez sağ, 90’lı yıl­lara gelince atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini görerek arkadan yetişmek için çok tür­ban manevraları yaptı ise de sonuç ala- madı.Tepki, “ balans ayarı” ile Ordu’dan geldi. Bu politikaların üstüne oturarak Siyasal İslam’la kapışan merkez sağ iyice eski zemininin ayağının altından kaydığını acı acı gördü. Siyasal İslam artık siyasette belli bir güç olmuş, daha önemlisi kendi ekonomisini yaratmıştı. Parti kapatmakla iş bitmiyordu. Üstelik Türk Devleti’nin tüylerini diken diken eden “ irticaya” karşı en yakın müttefik A B D ’den “ hoşgörü gösterilmesi” sinyal­leri geliyordu. Bütün bu gelişmeler iç politika zemininde önemli kaymalar yaratıyordu.

En büyük değişim elbette Türk ege­men siyasetinin dış politika alanında yaşandı. Sovyetler’e karşı N A T O ’nun kalesi rolünü pek sevmiş olan egemen

siyaset, çok kısa sürede kendini bir “ ateş çemberi” nin ortasında buldu. Batı artık komünizm-emperyalizm gün­lerindeki gibi “ tek” değildi. Dünya yeni kutuplaşmalara doğru yol alıyordu. En önemli pazarlıkların yapıldığı bölgede, eski dış politika argümanlarının hepsi boşa çıkmıştı.

Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı den­gelerine göre şekillenmiş Türk egemen burjuva siyaseti bu dönem kapanınca kendisini yeniden yapılandırmak gibi büyük bir sorunla karşı karşıya buldu. Ancak bu kez denklemler eski günlerde­ki kadar basit değildi. Özellikle yaşanan son on yıl egemen güçleri yeni poli­tikalar yaratmaya zorlamıştır. 1950-90 arasının iç ve dış politika koşulları ile 90 sonrasının koşullarında çok köklü değişimler yaşandığı için bir dönemin egemen siyasetinin temel eksenleri artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu sancı Türk Devleti’nin politikalarına damgasını vurdu. Epeydir yeniden yapılanma lafları ediliyor. Sivil siyaset egemenleri çok rahatsız edecek ölçüde “ parçalandı” . Bütün bunların nedeni 90 sonrası yaşanan altüstlüklerdir. Burjuvazi iç ve dış politikada yeni temel duruş noktaları yaratmak zorunda. O nedenle bugün­lerde her kafadan bir ses çıkıyor. Bunlar yarım yüzyıl süren bir dönemin Türk egemen siyasetine yansıyan kapanış gürültüleridir. Ancak henüz ortada göz doldurucu bir şekillenme yoktur. Sivil politikacıların yapamadığını Ordu yap­mış, ortaya 28 Şubat’la bir çerçeve koy­muştur. Ancak henüz hiçbir taş yerine oturmamıştır. Yakın tarihimizde böyle bir dönem Tek Parti Dönemi’nden çok partililiğe geçerken yaşanmıştır. Mende­res Dönemi, yeni politikalara girişin

__________ ____yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 57 —

Page 58: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

ancak geçiş dönemi oldu. Egemenler arasındaki denge esas olarak 27 Mayıs Darbesi’nden sonra belli ölçülerde şekillenebildi. Şimdi durum çok daha komplekstir. Erozyona uğrayan egemen siyaset epey sancılı bir süreci kaçınılmaz bir şekilde yaşayacaktır.

EK O N O M İD EKİ ZO R U N LU YA PISA L DEĞİŞİM LER

Yeniden yapılanmanın en önemli alanınlarından birisi elbetteki ekono­midir. 1950-80 arasının “ ithal ikame­sine” dayalı “ karma ekonomisi” ömrünü doldurmuştur. “ İhracata yönelme” ile bazı sonuçlar alınsa da Türk ekono­misinde uluslararası finans kapitalin day­attığı “ değişim” henüz yaşanmamıştır. Uluslararası finans kapital başlıca iki alanda dayatma yapmaktadır. Birisi özelleştirme; diğeri uluslararası serma­yeye daha özgür ve hızlı akışkanlık sağla­mak için mali piyasaların (borsadan bankalara kadar) düzenlenmesidir. Türk Devleti henüz bu konularda yeterince adım atmamıştır. Daha da ötesi, Özal’ın yarım yamalak bıraktığı sözde reformlar ve ardından gelen savaşın etkileri ile ekonomide rant alanı “tehlikeli boyut­larda” şişmiştir. Özal Türkiye’ye “ sıcak paranın” akışını kolaylaştıracak bazı ted­birler almaktan öteye gidememiştir. Gelen paranın ekonomide üretkenliği arttıracak şekilde yön lend irilm esinde hemen hiçbir adım atılmamıştır. Sıcak para gelmiş, büyük spekülasyonlar yap­mış, sonra istediğinde gitmiştir. Buna güvenen devlet ise savaş nedeniyle artan masraflarını iç borçlanmayla karşılama yolunu seçmiştir. Bu gelişimin sonucu

__ 58

olarak banka sistemi devletin yüksek faizli kağıtları üzerinden yasayan içi boş bir spekülasyon alanına dönüşmüştür. Spekülasyon o ölçüde artmıştır ki, artık Türkiye’nin en büyük holdinglerinin kar payı içinde spekülasyonun (borsa, faiz ve repo gelirlerinin) yeri %70’lere kadar tırmanmıştır. Para üretim alanından büyük bir boyutta koparak, spekülasyon alanına kaymıştır.

Yeni sömürgecilik yıllarının I. ve III. Dünya arasındaki ilişkilerini daha çok devletler arası veya büyük bankalar arası kredi akışları karakterize ediyordu. Bu dönem ana hatları ile tıkanmış ve kapan­mıştır. Artık kanser haline gelen bazı III. Dünya borçları yavaş yavaş silinmekte­dir. Henüz dünya ölçüsünde tam anla­mıyla kuralları kesinleşmeyen yeni sömürgecilik sonrası dönemin en temel özelliği uluslararası sermayenin gerekli pazarlara doğrudan akabilmesini sağla­maktır. Özelleştirmeler ve sermaye akışının önündeki her türlü engelin kaldırılması çabaları bu amaca yöneliktir.

Türk ekonomisi bu noktadan çok uzaklardadır. Bunun için iyice irileşen devletin küçültülmesi gerekmektedir. Devletin küçültülmesi günlük politikaya daha çok K İT ’lerin özelleştirilmesi ve şişkin memur kadrolarının azaltılması olarak yansıyor. Oysa ekonomi üzerin­deki en büyük baskı Ordu’nun harcama­larıdır. Buradan kısılamadığı ölçüde IMF’nin yapısal değişim için dayattık­larının bütün maliyeti halkların sofrasın­dan çıkartılacaktır. Ekonomide yapısal değişim sonuç olarak Türk ekono­misinin uluslararası finans kapitalin ser­maye hareketlerine daha dakik bağlan­ması demektir. Üretim temeli yeterince güçlü olmayan bir ekonominin bu yola

Page 59: Yol Şubat 2000 Sayı 7

çıkması ardından büyük sallantılar getirecektir. Ancak Türk ekonomisi rantiyeleşmenin zirvesine çıkarak büyük bir tıkanma noktasına geldiği için kendi­sine IMF’nin çizdiği yoldan başka bir seçenek bırakmamıştır.

H A LK G Ü Ç LER İN İN YEN İD EN YA PILA N M A D A K İ YERİ VE ROLÜ

Özellikle ilerici kesimde yeniden yapılanma konusunu otomatik olarak “ demokratikleşme” ile bağlayan bir anlayış oldukça egemendir. Konunun iki ayrı taraftan oldukça farklı göründüğü yeterince açık olmalıdır. Devlet konuya tamamen dünya ve Türkiye’nin yeni koşullarında egemenliğini bu koşullara göre yeniden organize etme olarak bak­maktadır. Onun bakış noktasından demokrasi konusu sadece “ bazı zorunlu düzenlemeler” olarak görülmektedir. Oysa halk güçleri noktasından konuya bakılınca yeniden yapılanmanın öne çıkan yanı “ demokratikleşme” olarak görünüyor. Oysa kıyametin kopacağı ya da kopması gereken nokta tam burasıdır. Yeniden yapılanma sancısı içinde olan Cumhuriyet’in egemen­lerinin demokrasi ile ilişkileri yeterince biliniyorsa bu konuda hayal kurmak, AB dayatmalarından medet ummak tam bir siyasal saflık olur. Eğer yeniden yapılan­ma sürecine demokratik gelişmeler dedahil olacaksa bu ©n başta halkların

tutarlı mücadelesi ile olabilir. Düzen yeniden yapılanmada kendine bazı işaret noktaları koymuştur. Bunları atlayarak “ beklentilere” girmek herşeyden önce yürütülmesi gereken mücadelenin ener­jisini düşürür. Demirel daha yakında “ 28

Şubat sürecinin bitmediğini” açıkladı. “ 28 Şubat ne ölçüde gerçekleşebilir? Fazla bir gerçekleşme şansı yoktur” türünden yaklaşımlar, Türk egemen­lerinin kendilerine çizdikleri yönü unut­mak gibi büyük bir yanılgıya düşecekleri için siyasi uyanıklıklarını yitirirler. Yeniden yapılanmanın hangi sonuca varacağı, “ Cumhuriyet’e” nasıl yeni bir şekil vereceği elbette henüz yeterince ortaya çıkmamıştır. Ancak egemenlerin bu yolda kendi çizdikleri sınırlar vardır, bunlar unutulunca politikada yersiz bek­lentilere girilebilir.

Yeniden yapılanmanın kaçınılmaz bir şekilde kabaca iki kutbu vardır. Egemenler bir kutupta, halklar ve çalışan kitleler diğer kutuptadır. Devlet ve finans kapital açısından yeniden yapılan­manın odak noktasında egemenliklerinin köklü bir şekilde değişen koşullara göre yeniden tanımlanması ve organize edilmesi durmaktadır. Bu konuda devletin “ yüksek katlarında” yoğun tartışmalar olduğu açıktır. Hatta bazı konular bir öngörü ile planlı bir şekilde değil, bizzat pratiğin dayatmaları ile tartışılmaktadır. Bugün sanki her kafadan bir ses çıkmaktadır. Özellikle Kürt Sorunu ile ilgili devletin bizzat tepesinde bazı nüanslar olduğu görülebiliyor. Kendisini yepyeni koşul­lara politik ve ekonomik olarak henüz ayar edememiş olan egemenlerin arasın­daki bu tarz nüanslar bir bakıma bugün­lerin karakterinden kaynaklanmaktadır. Ancak şu kadarı da kesindir, derin devlet kendi mekanizmaları ile Türkiye’­nin yeni iç ve dış politika önceliklerini, erozyona uğrayan egemen sivil siyasetin ana duruş eksenlerini tartışıp olgun­laştırmaktadır. Bugün yapılan bazı açıkla-

________________yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 59 —

Page 60: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

malardan, zirvede ortaya çıkan bazı nüanslardan beklentilere kapılarak poli­tika yürütmek halk güçleri açısından yanılgılı sonuçlar doğuracaktır. Yeniden yapılanma Cumhuriyet’in ilk yaşadığı bir olay değildir. OsmanlI’dan Cumhuriyet’- e geçiş ve Tek Parti Dönemi, ardından “ çok partili” sürece giriş, Eylül sonrası Özal’ın başlattığı süreç, bütün bu dönemlerde yeni düzenlemeler, önce halk güçleri darbelenerek yapılmıştır. Bugün sürecin farklı akacağının eğer tek kanıtı A B üye adaylığı ise, bu dönem­lerde de Batı’nın hep Türkiye’den “ azın­lık haklan” talebi olagelmiştir. Sonuç azınlıkların tasfiyesi, halk güçlerinin dar- belenmesidir.

Devletin yeniden yapılanması süreci karşısında halklara düşen yersiz beklen­tilere kapılmak yerine kendi güçlerini dönemin gerektirdiği biçimde gerçekten yeniden yapılandırmalarıdır. Bu toprak­larda ne egemenlerin arasındaki nüans sürtüşmeleri ne de Batı’nın dayatmaları demokrasi yolunu bir türlü açmadı. Bugün halkların oldukça önemli bir avantajı vardır. Elbette güçler dengesine bakıldığında, özellikle PK K ’nin stratejik dönüşünden sonra, halk güçleri avantajlı görünmüyor. Bu acı da olsa gerçektir. Üstelik A B adaylığı denen olgu neredeyse bütün enerjileri emip “ bek­lenti” odasına yerleştirdi. Ancak 60’lar sonrası başlayan, Eylül sonrası derin­leşen, özellikle Kürt Hareketi’nin yük­selmesi ile önemli mevziler kazanan, toplumun sanki değişmez alınyazısı gibi görünen devlet tabusundan kopuşma, bu kopuşmanın ortaya çıkarttığı enerji gerçek demokrasi mücadelesi için bir şanstır. Yeniden yapılanma egemen sınıflar açısından aynı zamanda devletin

__ 60

oldukça hırpalanan itibar ve otoritesini onarmaktır. Oysa gerçek demokrasi hareketinin hedefi hücrelere sinmiş bu devlet anlayışından kopuşmayı derin­leştirmek olmalıdır. Bugün tablo olduk­ça umutsuz görünüyor. Ancak halkların kaderini değiştirecek gelişmeler de böyle zorlu süreçlerde mayalanır.

YENİ DÜNYA DENGELERİNİN YENİDEN YAPILANMA ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ YA DA "TÜRKİYE'NİN STRATEJİK ÖNEMİ"

Yeniden yapılanmanın gerçek çerçevesini çizen yeni uluslararası den­gelerdir. Ünlü deyimi ile Yeni Dünya Düzeni’dir. Önemli strateji dergilerin­den SAIS Review, “ Türkiye’nin 21. yüz­yıldaki rolü” nü şöyle değerlendiriyor:

“Türkiye Körfez Savaşı’ndan beri ak­tif bir dış politika izliyor. Bu en son Suri­ye’yi tehdit ve Öcalan’ın bu ülkeyi terke zorlanmasıyla kendini gösterdi. Bu aktif dış politika bazı temellere dayanıyor.

“Artan Zenginlik: 1980’lerdeki ana reformlarla ekonomi devletçiliği bıraktı. GSMH üçe katlandı. 58 milyar dolardan 187 milyar dolara çıktı. İhracat dokuza katlandı. 2.9 milyardan 26.8 milyar dolara yükseldi. Ekonomi büyümeye devam ediyor.

“ Askeri Güçte Artış: 1985-1995 arası silah harcamaları ikiye katlandı. Türkiye’nin bu eğilimi devam edecektir. Gelecek sekiz yılda 30 milyar dolar; 2030’a kadar 150 milyar dolar harcama planlanıyor.

“ Komşu Devletlerdeki Gerileme: Irak ve Suriye gerilerken Türkiye yük­seliyor. Rusya ile ilişkiler kuruldu,

Page 61: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ticaret gelişiyor. Suriye ve Irak askeri olarak çok geriledi. 1990’ların başında durum tam tersineydi. Sonra süreç Türkiye lehine işlemeye başladı. İran sekiz yıllık savaşta çok yıprandı.

“ Büyüyen Bölgesel Fırsat: Türkiye bölgedeki fırsatları değerlendiriyor, ancak Türki devletlerin lideri olabileceği spekülasyonlarının gerçeklikten uzak olduğu anlaşıldı. Türki cumhuriyetlerde hala Rusya egemen olsa da, Rusça konuşan elitin yerini Türkçe konuşan elit alıyor.” 15

Sosyalizm-emperyalizm dengesinde Sovyetler’in “ yumuşak karnında” oldukça pasif ve durağan bir dış politika izleyen Türkiye artık istese de böyle bir politikayı devam ettiremezdi. Devletin yeniden yapılanmasını dayatan en önem­li unsur dünya dengelerindeki değişim sonucu bölgenin olağanüstü kritik hale gelmesidir. Türkiye’nin “ stratejik öne­mi” üzerine çok şey söylendi. Özellikle Clinton’un A G İT toplantısı öncesi yap­tığı açıklamalar konunun genel teker­lemelerden öteye doğru derinleştiğini gösteriyor. Stratejik önem sadece “ coğrafi konuırT’dan kaynaklanmaz. Üstelik “ stratejik önem” sadece avantaj değildir, aynı zamanda dünya güçlerinin kritik kapışmaları sırasında bu kapış­maların kurbanı da olunabilir. OsmanlI’­nın başına gelen buydu. Stratejik konu­ma “ önem” yükleyen esas iki unsur vardır. En başta o ülkenin kendi iç dinamiği ve gücüdür. Yoksa “ stratejik olarak çok önemli bir bölgede” çok bayağı bir piyon rolü ile de yetinilmek zorunda kalınır. Bir ülke kendi önemini dayatacak gücü göstermediği müddetçe “ stratejik önem” genellikle trajedilerin kapısını açar. İkinci önemli unsur,

bölgedeki alternatiflerin dağılımıdır. A.Makovsky’nin dediği gibi, Türkiye “ komşuları gerilerken” yükselmiştir.

Birincisinden başlıyalım. Türkiye’nin “ stratejik önemini” dayatacak gücü ve dinamizmi var mıdır? Bu soruya bugün evet demek oldukça zordur. Ancak Türk Devleti kendini böyle bir role hazırlama gayreti içindedir. Bunun için sadece silah zoru yetmez. Hele silahların alımı ikide bir ekonominin “ iç dengeleri­ni” altüst edecek ölçüde ekonomi zayıf­sa, bir dönem İsrail’in başına gelenler Türkiye için kaçınılmaz kader olur. Türkiye’nin yükünü ABD , İsrail’inki kadar kolay taşıyamaz. Ö te yandan, uzun vadeli hedefleri takip edecek kadar siyasal istikrar ve politik zenginlik gerekir. Türk Devleti bu anlamda en zaaflı dönemini yaşıyor. Siyasal istikrar geçici olarak diktatörlüklerle sağlana­bilir. Ancak ardından kaçınılmaz baraj taşmaları yaşanır. Gerçek siyasal istikrar önemli ölçüde “ maddi refah” a dayanır. Türkiye kapitalist gelişmesinde Özal’la birlikte ikinci önemli dalgasını yaşamaya başladı. Ancak bu dalga tam anlamıyla rantiye bir ekonomi yarattı, aynı zaman­da yoksulluk uçurumunu iyice derin­leştirdi. Politik zenginlik ise Türk siyasal tarihinde hiç yaşanmayan bir şeydir. Kemalizmin dar kalıpları, Cumhuriyet’in kurtulamadığı korkuları onu hep donuk silik politikalara mahkum etmiştir. Oysa “ stratejik önem” çoğu zaman riskli poli­tikaları dayatır. Türk Devleti’nde henüz böyle bir manevra yeteneği yoktur. Yeniden yapılanmanın derinliği sadece bu noktadan bakıldığında bile görü­lebilir. Uzun vadeli hedefler kollayan, risk alabilen politikalar bugün Türk Devleti için “ çok fazla gelir” .

___________ yeniden yapılanma__

--------------------------------------------- 61 —

Page 62: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Bölgedeki alternatiflerin dağılımına gelince; bugün gelişmeler kesinlikle Türkiye’nin “ stratejik önemini” arttıran yönde ilerliyor. Ancak dünya yeniden paylaşılıyor ve bu paylaşımın henüz başlarındayız. Türkiye’nin bölgede öne­mini arttıran en önemli gelişme Rusya’­nın adım adım Batı ile arasında yükselen gerilimdir. A BD Rusya’yı hem sermaye gücü ile belli ölçülerde yönlendirme hem de aynı zamanda kuşatma poli­tikasını yürüttü. Rusya Batı’nın “ liberal ekonomi mucizesinden yavaş yavaş kopuşuyor. Kremlin bunun Rusya’yı tam bir dağılmaya götüreceğini geç de olsa belli ölçülerde gördü. Özellikle Kafkasiar’daki etkinliğini yitirdiğinde hızlı bir çöküşe gireceğini açıkça ilan ediyor. Her büyük gücün bir “arka bahçesi” var. Clinton’ın A G İT toplantısı­na gelirken Türkiye üzerine söyledikleri bu anlamda sadece diplomatik yağlama ve boş sözler değildir. Çeçen Savaşı, Batı ile Rusya ilişkilerinde yeni bir dönüm noktasıdır. Bu noktada Türkiye’­nin “ önemi” belli ölçülerde artmıştır. Ayrıca özellikle ABD açısından bölgede sadece Rusya değil, Çin de bir sorun oluşturmaktadır. “ Çin’in tek başına Kazakistan’la ticareti Türkiye’nin diğer beş ulusla toplam ticaretini aştı. I994’de Türkmenistan’la demiryolu anlaşması yaptı. Ayrıca doğuya petrol taşımak için 20 milyar dolarlık boru hattı anlaşması imzalandı. Çin gerçekte istikrar için uzun vadede asıl potansiyel tehdittir.” 16 Emperyalist düşünce tankları son yıllar­da Çin üstüne yoğunlaşıyorlar. Çin, Batı’nın ünlü “ liberal ekonomi mucize­sine” hiç sempatik bakmadı. Üstelik ticari ve politik konularda Batı ile sıkı pazarlıklar yapıyor. Buna ilave olarak

Rusya ve ittifakı gelişirse Türkiye’nin bölgede gerçekten “ stratejik önemi” artar. Ancak devlerin arasında cüce olmaktan ne ölçüde öteye geçebilir? Bu en başta Türk egemenlerinin yetenek­lerine bağlıdır. Bu gerilimi yüksek bölgede, bir yüksek gerilim hattına yapışarak çarpılıp kalmak da var. Dolayısı ile Türkiye’nin “ stratejik önemi” üzerine platonik söylevlerin hiçbir anlamı yoktur. Önem arttıkça risk de aynı ölçüde artacaktır. Dünyada yaşanan yeniden paylaşımın kanunu budur. Türk sivil politikacıları değilse bile genelkurmay bu gerçeğin farkın­dadır. Sivil politika hamasi nutuklardan ne zaman kurtulur? Ya da kurtulabilir mi? Mevcut aşırı yıpranmış politikacı kuşağından bunu beklemek oldukça saflık olur. Türk egemenleri açısından “ stratejik önemf’nin artması ile sevinç çığlıkları atmak hiçbir gelişmeye karşılık gelmez. Devletin yeniden yapılanması, bütün bu risklerin belli ölçülerde karşılanması telaşı ve sancısıdır.

Eğer bölgedeki güç çatışmaları bugün ortaya çıkan yönlerde derinleşirse, gelişmeler bunu gösteriyor, devletin ye­niden yapılanmasına esas şekli bu geri­limler verecektir. Buradan çıkan sonuç ise yeterince açıktır. Daha fazla militari­ze olmuş, ancak öte yandan hantallık ve kabalıklarından kurtulmuş, belli ölçü­lerde de siyasal bir “ istikrar” kazanmış bir Türkiye’dir bu tablodan ortaya çıkan. Türkiye’de siyasal istikrar hep “güçlü hükümet” kavramı ile birlikte kul­lanılmıştır. Hükümetler güçlü oldukça da halk güçleri hep zayıf düşürülmüştür.

__ 62

Page 63: Yol Şubat 2000 Sayı 7

TÜ RKİYE-A V R U PA BİR LİĞ İ İLİŞK İLER İ

A B adaylığı devletteki yeniden yapılanmayı elbette ki önemli ölçüde etkileyecektir. Ancak adaylık sonrası hem devletin tepelerinde hem de ilerici kamuoyunda öyle bir hava oluştu ki, sanki herşey bir çırpıda olup üyelik 5-6 yıl içinde gerçekleşecektir. Kimse A B ’nin kurmayı ve direği Almanya’nın eski iktidar partisinden gelen “ çatlak sesleri” ciddiye almıyor. CDU , ısrarla “gerçekleşmeyecek bir adım” diyerek yeni tezler üretiyor. Oysa Türkiye’de büyük bir kamuoyu, şu yıllardır nazlı gelin gibi bir türlü bu topraklara uğra­mayan demokrasinin nihayet geleceğin­den eminler. Temelsiz beklentileri bir kenara bırakıp, AB adaylığının yeniden yapılanma ile ilişkilerini çözümlemeye çalışalım.

Avrupa ve Türkiye arasında derin bir tarihsel bilinçaltı vardır. Kürt Sorunu yükseldikçe ve Avrupa’dan soruna bazı sahiplenmeler ortaya çıktıkça bu tarih­sel bilinçaltı kabarıp yeniden günün bilin­ci haline gelmiştir. Bugün şovenizm ikti­dardadır. Daha dün Sevr hortlatılmak isteniyor diye, egemenler bağırıp duru­yordu. Bir “ deprem” oldu sanki herşey değişti. Olayların tarihi ve mevcut güçler durumu dikkate alındığında Türkiye’nin bir türlü bitmek bilmeyen Batılılaşma serüveninde yeni bir viraja girildiği söylenebilir. Ancak bu viraj Batı otoban­larına Türkiye’yi bağlayacak mı? Yoksa bir yerlerde yol karışıp yine ara yollar­dan mı yürünecek?

Türk Devleti’nin tarihsel bilinçaltı neden kabardı? Tanzimat’tan beri Batı’-

dan Türkiye’ye “azınlık hakları” dayatılır. Bu kelimeleri duyan devletin başları otomatik olarak en azından yarım yüzyıl süren ¡mparatorluk’un parçalanma gün­lerini hatırlarlar. Haksız da sayılmazlar. Batı o dönemde bugünkü gibi Türk halkı için hiç “ demokrasi” filan talep etmemiş, ille de “ azınlıklara hak” talep etmiştir. Bu dayatmaların tarihsel sonuçları bel­lidir. Bu “ azınlıklar” katliamdan geçiril­miş, onların hamisi pozundakiler bu katliamları diline dolamaktan öteye git­memiştir. Dünyayı birkaç yüzyıldır yöneten emperyalizm bu konularda inanılmaz deneylere ve bilgi birikimine sahiptir. Vahdettin’i İstanbul’da elinin altında tutan İngiltere, Ankara kendini biraz toparlamaya başlayınca, I920’de Vahddettin’e “ Kuvva-ı Milliyeciler’e ya­kın” bir hükümet kurmasını tavsiye et­miştir. Emperyalizm olağanüstü kıvrak­tır. Çıkarının olduğu en ince çatlaklara bile sızar. Öcalan’a uzakta iken en sıcak mesajlar yollayanlar, Roma’da iken iltica hakkını çok gördüler. Öcalan İmralı’da iken ise bu hak verildi. Bunlar basit maskaralıklar değildir; emperyalizm dünyayı yıllardır böyle yönetiyor. Güç elinde olduğu için esneme yeteneği de fazla. Riskten hemen kaçabilmeyi, gerek­tiğinde risk alabilmeyi becerebiliyor. “ Çifte standardı” ise baş döndürücü ölçüde hızlı değişir.

AB ile Türkiye ilişkilerinin arasında bu tarihsel bilinçaltı sürekli çağlayan bir nehir gibi akm aktadır. Bugünlerde bu nehrin kabarmasının tek nedeni de “ Kürt Sorunu” değildir. Nasıl yüzyıl ön­ce dünya dengeleri altüst olurken Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte üç imparatorluk daha çöküp parçalandı, pek çok yeni ülke sınırı çizildi ise (o

_______________ yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 63 —

Page 64: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

zamanlar bu sınırları genellikle İngiltere çizmiştir) bugün de dünya yeni bir altüstlük içindedir. On yıl geçmeden onlarca ülkenin sınırları değişti. Türkiye’nin sınırları Lozan’da çizildi. II. Dünya Savaşı sonrası ittifakları (N A T O ) ile “güvenlik” altına alındı. O güvenliği sağlayan dengeler bugün yoktur. Sınırları çizen güç dengeleri değişmiş, buna bağlı olarak sınırlar da değişmekte­dir. Üstelik bütün kaymalar Türkiye’nin üç köşesinde yaşanmaktadır. Tarihsel bilinçaltı ile günümüzün bu gerçeklikleri birleşince Türk Devleti ister istemez Sevr günlerini hatırlamıştır. Bugün yine dünya paylaşılıyor. Ancak şimdilik bam­başka üslup ve araçlarla!

Devletin başı daha geçenlerde, Kürt Sorunu ile ilgili olarak, konunun kişisel haklar ve özgürlükler çerçevesinde ele alınması gerektiğini söyleyerek “ öyle grup şeyi filan olmaz” demiştir. “Azınlık haklan” hala Türk Devleti’nin tüylerini diken diken etmektedir. Bu tarihsel bi­linç altından Türk Devleti nasıl kurtula­bilir? Yeniden Osmanlı gibi bir İmpara­torluk yaratamıyacağına göre, bölgede çekim gücüne sahip bir emperyalist güç olduğu zaman. Bunun hayallerini II. Cumhuriyetçiler, özellikle Özal Döne- mi’nde epeyce kurdular. Binbir ulus ve kültürün ortasında, “ azınlık haklarından” korkmadan yaşayabilmek için, emper­yalist dünyanın kuralı budur. Yoksa bu çeşitlilik başka çekim merkezlerine doğru çekilerek “ ülkenin bütünlüğü” bozulabilir. Türkiye açısından bölgede böyle bir güç olabilmek, bütün “stratejik önemine” rağmen orta vadede bile oldukça zordur. Dünya satranç oyunun­da, paylaşım oyununun şahları, kendi piyonlarını hiçbir zaman vezirlik seviye­

__ 64

sine yükseltmezler. Bu piyonlar irileşse bile en fazla hantal filler olmaktan öteye gidemez. Ya da gitme şansları çok zayıftır.

A B ’nin dayatmaları sonucunda, Türk Devleti bu korkularından vazgeçmek şöyle dursun, sürekli bu korkuları ile yaşayacaktır. Ö te yandan, Avrupa’nın da kendi korkuları vardır. Osmanlı İmpara­torluğu o günün dünyasında, en önemli ticaret yollarından birisinin üzerinde “ barbar haraç toplayıcıydı. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı, İngiliz-Fransız ekse­ninden Alman eksenine kayınca bu yol­larda Almanlar ilerlemeye başladılar. Bu saf değiştirmenin bedelini İngiliz emper­yalizmi Osmanlı’ya çok ağır ödetti. Şimdi de Türkiye bir biçimde Avrupa’ya rağ­men bir çekim merkezi olursa, Avrupa’­nın eski korkuları canlanacaktır. Avrupa kendi elleriyle, yani Birlik’in kasasından akacak kredilerle Türkiye’yi büyütmeyi göze alabilir mi?

Ne olmuştur da, Lüxemburg’da red­dedilen Türkiye çok geçmeden Helsin­ki’de “ aile fotoğrafının” içine alınmıştır?

“ Reddedilişten bu yana Türkiye’de anlamlı bir değişiklik olmadı, oysa Avrupa’nın perspektifinde açıkça bir değişim oldu.” 17 Avrupa’nın görüşünü değiştiren faktörler nelerdir? Türkiye’­nin “aile fotoğrafına” dahil edilmesinde en büyün etken A B D ’dir. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye, A BD açısından daha fazla tercih edilir. Bu yol çok uzun olsa da, emperyalizm uzak hedefler belirleyecek hem güce hem de yeteneğe şimdilik sahiptir. Türkiye A B içine gi­rerse Almanya’dan sonra ikinci büyük ülke olacaktır. Bu A BD politikalarının AB içine İngiltere’den sonra ikinci bir

Page 65: Yol Şubat 2000 Sayı 7

güç tarafından taşınması demektir. Lüxemburg’da Türkiye’ye AB bu uyarıyı yapmıştı. A BD dış politikasına bu ölçüde bağlı bir ülke A B içinde Almanya-Fransa ekseni açısından sorun olabilirdi. Buna karşılık A B D ’de Avrupa’nın kendi ordusunu kurmasına aktif bir tavır almadı. Elbette bu ordu yakın zamanın işi değildir. Bu konuda Avrupa’nın hiçbir altyapısı yoktur. Üstelik tek başına A B D ’nin silah harcamaları Avrupa’nın toplamından fazladır. Avrupa, teknik yenilenmede A BD ve Japonya’nın arkasından koştururken bu alana ne kadar harcama yapabilecektir? Her şeye rağmen düğmeye basılmıştır. Bu süreç derinleştikçe Avrupa ve ABD arasında pazarlık ve çekişmeler derinleşecektir. Diğer önemli bir neden PK K ’nin yaptığı stratejik dönüştür. “T e rö r” varken Avrupa Kürt Sorunu üzerinden politika yapma şansına sahip değildi. Türk Devleti kestirmeden konuyu kapatıyor­du. Şimdi hem Türk Devieti’nin böyle bir gerekçesi kalmamıştır hem de Avrupa açısından zemin politik manev­ralar için belli ölçüde yumuşama yoluna girmiştir. Bu noktada Avrupa, Türkiye üzerindeki kendi politik etkisini artır­mak için aday çengeline Türkiye’yi tak­mayı tercih etmiştir. Türkiye’nin bölge­de artan önemi böyle kısmi bir kuşatma­yı gerekli kılmıştır.

Bu uzun yol sırasında Avrupa Türki­ye’yi hangi noktalarda zorlayacaktır?

Ekonomi alanında başlıca iki nokta vardır. Birisi mali sistemdir; diğeri tarım sektörüdür. Türkiye eğer A B ’ye ciddi aday olursa en önemli konu Birlik’in bütçesinden alacağı bazı “yardımlardır” . Bu nedenle Türkiye’deki para akışı ve dışarıdan Türkiye’ye akan paranın yön­

lendirilmesi büyük önem taşır. Mevcut mali sistem tam bir yozlaşma içindedir. Devletin yüksek faizle borçlanmasının sonucu bütün banka sistemi bayağı tefe­cilere dönüşmüştür. İkide bir “ banka­ların içi boşaltılıyor.” Bankalar birikim­lerinin çok üstünde “dostlarına” kredi açıyorlar. Sonrada batarak yıkıntıyı vergi mahkumlarının sırtına bırakıyorlar. Ancak en önemlisi Ziraat Bankası’nın durumudur. Tarım her zaman politika ile çok içiçe giden bir alandır. Ziraat Bankası’da Batı açısından yığınla soru işareti taşımaktadır. Mali sistemin dene­timi ve Türkiye para kaynaklarının AB tarafından yönlendirilmesinde diğer çok önemli konu, Ordu’dur. Hükümetin her kapısına dayandığında istediğini alan Ordu, AB üyeliği sürecinde bu kolaylık­larını yitirmekle yüzyüze gelecektir. A B ’yi ve Türk Devleti’ni en çok zorla­yacak konu budur. “ Helsinki aile fotoğ- rafı” ndan sonra Financial Times, “ daha Türkler A B ’yi anlayamadılar. Onun kendi egemenlik haklarının bir bölümün­den vazgeçmek anlamına geldiğinin far­kında değiller” değerlendirmesini yap­mıştı. Burada konu gelip O rdu ’nun imtiyazlı konumunun ne olacağına dayanmaktadır. Ve bu konunun bölge dengeleri ve ülke içi dengeler dikkate alındığında kolay bir çözümü yoktur.

İkinci konu, tarım sektörüdür. Şu anda Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı kırlarda yaşamaktadır. “ Tarım sübvan­siyonları” hem Avrupa içinde hem de ABD ile Avrupa arasında büyük bir çe­kişme konusudur. Cumhuriyet kapitaliz­mi yetmiş yılda kır nüfusunun ancak %20’sini eritebilmiştir. Ucuz Avrupa tarım ürünleri Türkiye’ye akmaya başlarsa, nasıl bir süreç yaşanacağını

_______________ yeniden yapılanma___

Page 66: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

kestirmek oldukça zordur. Türkiye’deki işsizler ordusu zaten Avrupa’yı ürküt­mektedir. Oysa A B sürecinde ilerleyiş bu orduyu kaçınılmazca büyütecektir. Bu büyüme A B ’nin yolunu daha yokuşlu hale getirecektir. Mali sistemin “ refor­mu” , Ordu kaynaklarının kısılması hariç daha radikal tedbirlerle çözümlenebilir. Bu çözümün sermaye grupları içinde bir dönemin “Anadolu kaplanları” aleyhine olacağı açıktır. Ancak Türkiye kırların­daki sorunun çözümü uzun yılları gerek­tiriyor. A B yolu bu anlamda oldukça uzun ve yokuşlu bir yoldur.

A B ’nin iç politikada Türkiye’yi en çok zorlayacağı konu “ demokratik- leşme” dir. Ancak koklayana göre değişen şu “ demokratikleşme” nedir? Türkiye siyasal sisteminin daha liberal­leştirilmesi ve O rdu ’nun etkilerininsınırlandırılmasıdır. “Yakın gelecekteki en hassas konu, Türk Ordusu’nun iç ve dış politikaya devamlı müdahalesi ola­caktır.” 18 Evet en hassas konu budur. Cılız Türk burjuvazisi devletçiliğin ellerinde semirmiş ve büyümüştür. Neden hala, burjuvazi ve devlet-ordu arasındaki ilişkiler biraz olsun “ batılılaşa- mamıştır” ? Olayın derin tarihi köklerine yeniden değinmeyelim. Bu çerçeve bilinç ve davranışları hala kuşatmaya de­vam ediyor. Ancak bundan öteye başka nedenler de vardır. Burjuvaziyi büyüten devletçilik en az onun kadar Ordu’yu da büyütmüştür. Ordu, bugün O Y A K ve O R K O ’larıyla dev bir finans ve sanayi kurumudur. Türkiye’de hiçbir zaman özelleştirilemeyecek en iri K İT ’dir. Ordu aynı zamanda dev gibi kendi ekonomisine sahiptir. Bütün bunlardan öteye sivil siyasetin hiçbir zaman beceremediği bilgi toplama (istihbarat),

_ _ 66

bilgiyi sentezleştirme ve strateji kurma yeteneğine sahiptir. Cumhuriyet’in en eski ve tek “ düşünce tankı” Ordu’dur. Bu tekelini kıskançlıkla koruyor. Sivillerin ağzına laf vermiyor. Güçlü is­tihbaratıyla sivil politikaya amaçlı bilgiler aktararak yönlendirme yapabiliyor. Ordu’nun bu ölçüde imtiyazlı kalmasının diğer bir nedeni elbetteki bölgenin her zaman bir ateş çemberi olmasıdır. Yeni dünya dengelerinde bu çemberde daha çok ateş yanacağına göre A B ’nin bu “ en hassas” konuda işi oldukça zordur. Bu konunun “ demokratikleşme” ile bağlan­tısı nedir? Türk burjuvazisi ve sivil siya­seti yeterince demokratik de sorun Ordu’nun politikaya müdahalesini sınır­layarak mı çözülebilecektir? Türkiye’de yaşayanlar bunun böyle olmadığını bilir­ler. Bugünkü batı demokrasisi büyük ölçüde işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin bur­juvaziye karşı mücadelesinden çıkmıştır. Yoksa burjuvazinin feodalizme karşı verdiği mücadele onun bencil ve dar sınıf çıkarları ile sınırlı kalmıştı. Cumhu­riyet topraklarında iki mücadele de derinlik kazanacak ölçüde yaşanmadı. Batı bu söylemleri ile Cumhuriyet topraklarında kendisine bir özgürlük alanı istiyor. Demokratikleşmenin Avrupa’dan görünüşü böyledir. Batı’nın ayaklarına kapanan Doğu Avrupa Ülkeleri ile Türkiye’nin konumu çok farklıdır. Oralarda sosyalizm yıkıldıktan sonra ayakta sağlam hiçbir kurum kalmamıştır. Batı bu ülkelere istediği şekli verme şansına sahiptir. Türkiye’de ise kurumsal gücünü siyaset yaparak büyüten yılların geleneğine sahip bir ordu vardır. Böyle bir ülkede Batı poli­tikaları için bazen yeterli manevra alanı kalmamaktadır. Özetle Batı, Türkiye iç

Page 67: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ve dış politikasına daha dakik müdahale edebilmek için, yani kendisi için özgür­lük istiyor. Bunu yüzelli yıldır istiyor. Batı zaman zaman bu ülkede çok özgür de oldu. Ancak bu yoldan bu topraklara özgürlük gelmedi. Gelemez de!

A B ’nin Türkiye’yi en çok zorlayacağı alanlardan birisi şüphesiz ki dış politika alanıdır. Çıkarların doğrudan burun buruna geldiği alandır. Bilinen Kıbrıs, Ege sorunlarına değinmeyelim. Çekiş­menin ekseni önemlidir. AB 21. yüzyılın ilk on yılında önemli adımlar atmaya hazırlanıyor. Bunların birisi Avrupa parasıdır, diğeri Avrupa ordusudur. Bu adımlar kaçınılmaz biçimde A B ile ABD arasındaki gerilimi yükseltecektir. Egemen dünya parası olan dolara önem­li bir rakip çıkacaktır. Böyle bir gelişim dünya finans ve ticaret yollarını etkileye­cektir. Avrupa ordusu aslında belli bir yanı ile Avrupa parasının başarısına bağlıdır. Bu konuda gelişmeler olursa dünyadaki bazı stratejik ağırlıklar değişe­bilir. Bunların hepsi A B yolundaki Türkiye’yi fazlası ile etkileyecektir. İki kutup arasındaki gerilim arttıkça AB yol­culuğu da virajlı yollara sapabilir.

Bu noktada A B ’nin genişleme strate­jisine değinmek gerekiyor. Aday üye­lerin nüfus toplamı mevcut A B toplam nüfusunun %40’ına varmaktadır. Böyle büyük bir genişleme stratejisi ancak AB çekirdeğini güçlendirerek mümkündür. Oysa bugün çekirdekte İngiltere, henüzpara birliğinin dışındadır. Kosova Savaşı uzayınca Brüksel’de her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştır. Harekatı yürüten N A TO komutanları bu duruma isyan ettiler. Dolayısı ile Türkiye’nin AB üyeliği sadece kendi hızına bağlı değil, aynı zamanda AB çekirdeğinin güçlenme

hızına da bağlıdır. A B D ’nin stratejisi ise bu çekirdeği sürekli yumuşatma yönün­dedir. Rusya ve Çin’in Batı üzerinde yaratacağı gerilim ise A B ve A BD poli­tikalarındaki nüansların artması yönünde bir etki yapabilir. İki dünya savaşı kıta Avrupa’sında yaşandı. Avrupa, Sovyetler Dönemi’nden beri Doğu’ya hep yumu­şak yaklaşmıştır. A B D ’nin bu konudaki manevra alanı daha geniştir.

Türkiye’nin A B adaylığının bugünkü dünya dengelerindeki anlamı yeterince açıktır. AB kendi dış politika çıkarlarına Türkiye’yi adaylık çengeli ile bağlama amacındadır. Adaylık süreci Avrupa için, Türkiye’nin Avrupa politikalarına ters gelen noktalarını törpüleme sürecidir. Bu ABD-Türkiye-İsrail ekseninin etkisiz­leştirilmesi anlamına geliyor. Ancak bugünkü haliyle buna A B ’nin gücü yet­mez. Dolayısı ile bu salıncakta, Türkiye düşmez ya da düşürülmezse, epeyce uzun zaman sallanacaktır. Bütün bunlar­dan sonra yeniden yapılanma sürecinde A B ’nin etkilerine gelirsek, bu etki Türkiye’de bazı vitrin düzenleme­lerinden öteye geçemez. A B ’nin bölge (Kafkaslar ve Ortadoğu) politikalarında­ki ağırlığı artarsa Türkiye üzerindeki etkisi de biraz daha derinleşebilir. Ancak Avrupa, hemen yakınındaki Balkanlar’ın altından kalkamadı, Kafkasya ve O rta­doğu’da etkinlik kurabilmesi dünyadaki dengelerin yeni bir altüst oluşu anlamına gelir. Böyle bir gelişme henüz görülmü­yor. Bugünün gerçeklerinden baktığı­mızda, ABD-İsrail-Türkiye ekseni, Avru­pa ekseninden daha ağır basıyor. Yeni Dünya Düzeni’nde madem ki güçler konuşuyor, boş beklentiler eninde sonunda bu güçler gerçekliğinin duvar­larına çarpmak zorundadır.

________________yeniden yapılanma___

--------------------------------------------- 67 —

Page 68: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

SONUÇ

Cumhuriyet tarihinde yeni bir döneme giriliyor. Dünyanın ve Türkiye’­nin iç dengeleri böyle bir dönüm nok­tasını yarattı. Ancak Türkiye daha sürecin başındadır. Ve gelişmeler tama­men güçlerin durumuna göre eğrilip şekil alacaktır. Türk Devleti 20. yüzyılın son yılında iki şeye çok sevindi. Yılın başlarında Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi tam bir bayram havası yarattı. Yılın sonunda ise Türkiye AB adaylığına kabul edildi. Bu da Meşrutiyet şenlikleri­ni anımsatan bir heyecan yarattı. Ancak gerçekler insafsızdır. Yeni yüzyılın ilk günlerinde politik hava yeniden gerildi ve Öcalan konusunda geçici bir karar alındı. Bütün bu sallantıları yaratan sorunların derinliğine çözümlenmeme- sidir. Cumhuriyet eski siyasal ve sosyal kalıpları ile devam edemiyor. Cumhuri- yet’in etrafındaki dünya da eski dünya değil. İç politika eksenleri açısından ya­kın dönem hangi işaretleri vermektedir?

Cumhuriyet’in ilk dönemi bütün sosyal ve sınıfsal ilişkilerin bir potada tutulması oldu. Ardından gelen dönemde bir potada tutulmaya çalışılan sosyal ve sınıfsal gerçeklerin güneşin altındaki yerini aldığı günler yaşandı. Cumhuriyet tarihinde örtülen, hatta yerin yedi kat altına gömüldüğü sanılan tüm gerçekler olayların zoru ile topra­ğın üstüne çıktı. Artık eski konumlarına geriletilmeleri mümkün değildir. Hesap­lar buna göre yapılacak. Sosyalizmin güçlü bir sistem olarak varolduğu gün­lerde taşan, artık bir kapta durmayan sınıf ilişkileri o günlerin etkileri ile işçi sınıfını devrimci bir mücadeleye çekti. Ardından Kürt Hareketi önemli adımlar

__ 68

atarak, en diplerden en yukarılara tır­mandı.

İşçi hareketine düzen faşist darbeler­le cevap verdi. Bugün yükselen geliş­melere nasıl cevaplar verilecek? Derin devlet derin derin bunu düşünüyor. Dünyada ve Türkiye’de artık sosyalizm “tehdidi” yok. Politika egemenler ve halklar açısından hangi kulvarlarda aka­cak? Hangi parolaları yüklenecek? Hangi renklere girecek?

Egemen siyasal eğilim kendini nasıl bir eksene oturtacak? Bunun belli ölçü­lerde ipuçları ortaya çıkmıştır. Dünyada bir globalizm rüzgarı esiyor. Bazen hızı kesilse de bu rüzgar esmeye devam ede­cek. Bu kavram, batı kapitalist anayurt­ları açısından artık sadece malları, tekniği, sermaye akışı ile dünyanın yaban bölgelerini fethetme değil, tüm kültür­leri, “farklılıkları koruyalım” ve “ insan hakları” parolaları altında Batı standart­larına uyumlandırma savaşıdır. Dünyanın bu yeni paylaşımında emperyalizm eski yollarını istese de tekrarlayamaz. Silahı ve tekniği elinden bırakmadan, yeni teknik ve üretim biçimleri üzerinden sömürüsünü sürdürebilmesi için geri ülke toplum yapıları bu tekniğin ve onun gerektirdiği üretim ve mali sistemlerle belli bir uyuma girebilmelidir. Globalizm bunu zorluyor. Ö te yandan, bu büyük anafora karşı küçük küçük karşı anafor­lar oluşuyor. Dünyada yeni bir milli­yetçilik gelişiyor. Globalizmin dünyayı cennete çevirmeyeceği anlaşıldıkça bu akımların güçlenme şansı vardır. Rusya’da Putin, “ kolektif milliyetçilik” parolasını attı. “ Devletin güçlü ve belir­leyici” olmasını savunuyor. Fukuyama’- nın hayalleri çoktan yerle bir oldu. Daha da öteye, dünyayı bütünleştirme iddi-

Page 69: Yol Şubat 2000 Sayı 7

asındaki globalizmin aksine parçalanma­ları derinleştiriyor.

21. yüzyıla ve Cumhuriyet’in yeni bir dönemine Türkiye’nin miliyetçi-şoven bir koalisyonla girmesi ne kadar rast­lantıdır? Ortam bir yanıyla 20. yüzyıl başlarını hatırlatıyor. Avrupa, hergün Türkiye’ye yeni şartlar öne sürüyor; içeride ise “ dış mihraklı güçler ülkeyi bölmek istiyor.” Sancılı AB süreci bu gerilimi artırmaya aday görünüyor. Hergün Türkiye’nin sınırlarının tartışıldı­ğı bir dünyada, egemen siyasetin yeni­den şekillenmesinde milliyetçiliğin “ kat­kıları” fazlalaşabilir. Politik hamaset biçi­minde de olsa, Öcalan konusunda orta­lığı yeniden “vatan-millet” çığlıkları kap­ladı. Koalisyonun üç partisi bir denge bulmaya çalışıyor. DYP ve FP ise işi uç noktalara kadar götürmekten geri dur­madılar. Bu partilerin ortamında yeni­den yapılanmaya gidilecektir. Belli ki globalizmin tersine anaforları Türk ege­men siyasetinde de yaşanacaktır.

Ö te yandan, ilerici kesimlerin önem­li bir bölümü bu tablo karşısında tıpkı 20.yüzyıl başlarındaki gibi kötünün iyisi­ni seçme alın yazısından kopuşmuş gö­rünmüyor. Avrupa Birliği hayallerinin en önemli siyasal etkisi düzene karşı tepki­leri düzenin derin kanallarına çekme­sidir. Halk güçleri böyle bir ortamda kendi bağımsız çizgilerini geliştirdikleri ölçüde büyüme şansına sahip olabilirler. Rüzgarı kendimiz yaratmazsak Avrupa’­nın globalizm rüzgarı ile demokrasinin yelkenleri şişmez.

Sözümüzü İnönü-Demirel koalisyo­nunun yarattığı “ değişim” rüzgarının estiği günlerde yaptığımız bir tesbitle bitirelim.

“ 12 Eylül ekonomik gelişimin mantığı açısından demokratik devrimin alanını daraltırken siyasi olarak devrim güçleri­ni iyice yaygınlaştırmıştır. Devrim güç­lerinin örgütlü ve etkili her darbesi yay­gınlaşan sosyal ve sınıfsal gerilimi dev­rimci bir enerjiye dönüştürebilecektir.

Günümüz gelişmeleri açısından bu genel doğruya eskisinden biraz farklı yaklaşmak durumundayız. Demokratik devrim güçlerinin siyasi olarak yaygınlaş­masına karşılık, Kürdistan dışında güçlü bir örgütlülüğe sahip olmamaları devri­min bazı önemli taleplerinin cansız ve solgun biçimde burjuva partilerinin ellerine düşmesi sonucunu doğurabilir. Böyle bir gelişim mümkündür. Fakat bu hiçbir zaman taleplerin gerçekleşeceği anlamına gelmez.

Böyle bir süreç sınıf mücadelesini aşırıca dolaylandıracağı için toplumsal çürümelere neden olabilir. Sancılı, dolambaçlı yollardan tanınmaz hale getirilecek taleplerle devrim enerjisi emilebilirse mücadelenin önünde bam­başka bir dönem açılacaktır. Çürümele­rin zayıf düşüreceği vücudun ayağa kalk­ması zaman ve yeni yöntemler gerekti­recektir.

Yaşadığımız günlerde devrimci güç­ler, Türkiye’nin böyle bir yol kavşağına geldiğini kavramak, süreci dolaylandırıl- mış değil, doğrudan sınıf mücadelesi ze­minine yükseltmenin kelimenin tam an­lamıyla tarihi bir görev olduğu bilinciyle davranmalıdır.” 18

______ ________ yeniden yapılanma___

69 —

Page 70: Yol Şubat 2000 Sayı 7

DİPNOTLAR

1- Milliyet, 26.12.19992- Milliyet, 26.12.1999

3- Sina Akşin, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”4- Tevfik Çavdar, “ Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”5- K.Yılmaz, “ Köylülük”6- Tevfik Çavdar, a.y.7- Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”

8- Taha Akyol, “ Medine’den Lozan’a”9- Tevfik Çavdar, “ Türkiye’de Liberalizm”10- Tevfik Çavdar, a.y.I2-Tevfik Çavdar, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”12- lrvin Schick-E.Tonak “ Geçiş Sürecinde Türkiye”13- Milliyet, 7.1.200014- Tom Hundly, “Turkey in Uproar O ver False Sheep-Gut Alarm ”15- Alan Makovsky, “ SAIS Review” , Bahar 9916- William-Kunzweiler, “ Strategic Review” ,Yaz 9817- Tom Hundly, a.y.18- The Washington Post, “ Turkey Pledges To Meet EU Term s”19- M.Yılmazer,Yol, Ağustos 93

— yol------------------------------------------

_ 70

Page 71: Yol Şubat 2000 Sayı 7

M. Sinan

KÜRESELLEŞME VE RESTORASYON BAĞLAMINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ

G İR İŞ

İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye kapitalizmi hangi aşamadan geçiyor? Sosyalizmin yaşadığı yenilginin üzerinden tam on yıl geçti. Türkiye finans kapitalinin 1980’lerde başlattığı sürecin, dünya koşullarındaki yeni geliş­melerle de sentezleşerek ülke altya­pısında kimi dönüşümler yarattığı orta­dadır. III. Dönem’in hareket tarzını belirleyen en önemli faktörleri bu dönü­şümlerde aramak gerekmektedir. Sınıf­lar arası ilişkiler değişen koşullarla bir­likte yeni biçimler kazanmaktadır. Tür­kiye kapitalizminin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolü, ekonomik anlamda da önemli dönüşümleri dayat­maktadır. Son süreçte, özellikle de 1999 yılında yaşanan gelişmeler Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolünü daha da belirginleştirmiştir. Sistemin tepesindeki A BD ile kurulan derin siyasal bağlar ve belki de dünyanın en kritik bölgesi olan Kafkasya- Ortadoğu-Balkanlar üçgeninin merke­zindeki coğrafi konum Türkiye’yi em­peryalist pazarlıkların merkezi noktala­rından biri haline getirmektedir.

Bugün ekonomik altyapıyı anlamlan- dırabilmek geçmişe göre çok daha bü­yük bir önem taşımaktadır. Çünkü son süreçte yaşanan tartışmalar, özellikle de A B ’ye üyelik, demokrasi, küreselleşme, insan hakları bağlamında olanlar kafaları

inanılmaz oranda bulanıklaştırmıştır. Siyasal söylemler ekonomik altyapıdan bağımsızlaştırıldıkça havada uçuşan tra­jikomik lafebeliklerine dönüşmektedir. Siyasal gelişmelerin sınırları ise kesinlik­le ekonomik altyapının durumu ile çizil­mektedir. Türkiye ekonomisinin varolan durumu ise faşizmin finans kapital açısın­dan salt bir siyasal tercih değil -ki zaten böyle birşey mümkün değildir- aynı zamanda hedeflere ulaşabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’yi haliha­zırda temsil eden en belirgin nitelik sınıf­sal çelişkilerin gerginliğidir. Varolan poli­tik ortamın bu durumu tam olarak yan­sıtmıyor oluşu bu gerçeği kesinlikle ortadan kaldırmaz. Ülke açık bir biçim­de ikiye bölünmüştür ve bölünme her geçen gün hızlanmakta, toplumda yaşa­yan her birey bu parçalanmadan nasibini almaktadır. İlk Türkiye ortalama 40.000$ gelir seviyesine sahip ve aşırı tüketen Türkiye’dir. İkinci Türkiye ise sistemin öğüttüğü ve posa olarak bir kenara attığı, yoksul, Afrikalı’laşan Türkiye’dir. Gelecek politik ortam bu iki Türkiye’nin çatışmalarının bir ürünü olacaktır. Sosyal devlet uygulamalarının bir bir ortadan kaldırılması bu gerilimi daha da büyütmektedir.

Liberalizmin “ devlet ekonominin dışına!” propagandası Türkiye tarihinde belki de hiçbir zaman bu oranda alıcı bulmamıştı. Fakat bu süreçte dahi

--------------------------------------------- 71 —

Page 72: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

gelenek bozulmamıştır. Devlet ve ekonomik faaliyetleri, finans kapital açısından hala en önemli sermaye birikim aracı olmaya devam etmektedir. İç borç faizi adı verilen manivela aracılığıyla finans kapitale büyük oranda bir sermaye aktarımı gerçekleştirilmek- tedir. Marx’ın ilkel sermaye birikimini andıran bu yöntemle toplumun geniş emekçi yığınları tam anlamıyla mülksü- zleştirilip yoksullaştırılırken devlet aracılığı ile finans kapitale dev kaynaklar aktarılmaktadır. 2000 bütçesinde, topla­nan vergilerin -ki önemli kısmı gelir ver­gisi ve dolaylı vergiler olarak emekçiler tarafından karşılanmaktadır- %88’inin borç faiz ödemelerine ayrılması öngö­rülmektedir. Yine son bankalar operasy­onu ile sermayeye peşkeş çekilen mik­tar, IMF’den birkaç yıl içinde alınacak krediden daha büyük bir miktarı tut­maktadır.

Böylesi bir sermaye birikimi ile ne amaçlanmaktadır? Emperyalizmin Türki­ye’ye biçtiği misyon ile bu aktarım sürecinin ilişkisi ne düzeydedir? Bu yazı­da ülke ekonomisinin önemli kalem­lerinde son yıllarda ortaya çıkan geliş­meler incelenirken bu konuda da kimi sonuçlara ulaşılmaya çalışılacaktır.

I. TEM EL SEKTÖ RLER A Ç IS IN D A N EK O N O M İK G ELİŞM ELERİN İN CELEN M ESİ

1.1 TARIM

Türkiye artık 1930’ların, 40’ların tarım ülkesi değildir. Fakat tarım hala Türkiye toplumu açısından en kilit sek­törlerden biri olmaya devam etmekte­

__ 72

dir. Emperyalist Batı ülkelerinin tersine nüfusun hala önemli bir kısmı -ki yak­laşık %40 seviyesindedir- kırlarda yaşa­maya ve tarım-hayvancılık ile uğraşmaya devam etmektedir.

Fakat tarımın ülke ekonomisi içinde­ki etkinliği önemli oranlarda azalmıştır. Tarımın ülke G SM H ’sindeki oranı I970’de %30.7 iken I980’de %24.2 olmuş, 1996’de ise % 14 .1 ’e kadar geri­lemiştir. 1 1998’de ise % I 3.1 olmuştur. Sektörün büyüme hızı da 1980-90 arasında %l.3 iken 1990-97 arasında ise %1.2’ye düşmüştür. Bu oran hem orta­lama büyüme hızının hem de nüfus artış hızının altında kalmıştır. Oysa tarım 1980 öncesinde ortalama %3.6 oranında büyüyebiliyordu. 2

Tarım, küreselleşme politikalarının en alçakça vurduğu sektörlerden biridir. Dünya emperyalist m erkezleri arasında­ki en şiddetli ticaret savaşlarının alanı olan tarım, sözkonusu azgelişmiş ülke­ler olduğunda her türlü serbestleştir­meye maruz kalmaya zorlanıyor. Gen teknolojilerinin ve diğer tarımsal tekno­lojilerin emperyalist merkezlerde büyük bir hızla gelişmesine koşut olarak bu ülkelerde tarımsal verimlilik büyük bir hızla artarken, artık azgelişmiş ülkeleri kendi gıda ihtiyaçlarını karşılayacakları hammadde üreten ülkeler olarak değil de tarımsal ürün fazlalarına açılacak pazarlar olarak görmek istiyorlar. Bu gelişme azgelişmiş ülke devletlerinin kendi tarım sektörlerine yönelik destek­lerini kısmalarına yol açıyor. Ayrıca gümrük duvarları da etkisizleştiriliyor. Böylece azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı tarumar ediliyor. Aynen ülke­mizde yaşandığı gibi. Bugün Türkiye kimi geleneksel ürünlerinde dahi -buğday,

Page 73: Yol Şubat 2000 Sayı 7

şeker, pirinç gibi- ithalatçı duruma düşürülmüştür. Kendi kendine yeten ülke olmakla övünen Türkiye, finans kapitalin işbirlikçi politikaları sonucun­da açlığın yaygınlaşacağı bir ülke olma durumuna ilerlemektedir. Sanayi Devri­mi sonrasında kapitalist merkezlerin, azgelişmiş ülkelerin sanayi altyapılarını ortadan kaldırmaları gibi bugünde gene­tik devrimi sonrasında yine azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı büyük bir tehdit altındadır.

Türkiye tarımında verimlilik inanıl­maz oranda düşüktür. Tarımda çalışan başına ortalama katma değer I208$’dan (1979-1981) I 168$’a (1994-96) inmiş­tir. Oysa aynı değerler Fransa’da I3.700$’dan 30.000$’a çıkmıştır, yani Türkiye’de tarımda kişi başına düşen katma değer Fransa’dakinin %8.8’inden %3.9’una düşmüştür. 3 Tabii bu durumu köylünün suçu olarak görmek büyük bir yanlış olur. Bir kere ülkede ciddi bir tarım reformunun gelişmemiş olması, ülke sanayinin fazla nüfusu emecek oranda istihdam yaratamıyor oluşu tarımdaki küçük topraklı köylülüğün yaygınlığını ortadan kaldıramamaktadır. Kişi başına ekilen alan 0.57 hektardan (19789-81) 0.40 hektara (1994-96) düşmüştür. Tarımsal sanayinin yeteri kadar gelişemiyor oluşu, tarımsal kredi­lerin yetersizliği ve tefeci zulmü köylüyü kullandığı teknikleri geliştirebilmekten alıkoymaktadır. Tarımsal girdilerin fiyat­larının yüksekliği yeterli kalitede gübre, tohum gibi temel girdilerin kullanıla­bilmesini engellemektedir.

Finans kapital Türkiye kırlarını ucuz işgücü rezervi olarak görmektedir. Önemli atılım dönemlerinde 1960’larve 1980’ler gibi tarımsal nüfusun bir kısmı

işçileştirilmek üzere şehirlere çekilmek­te, bunun dışında tarımsal nüfus unutul­maktadır. Şehirlere gelip işsiz kalarak, varoşlarda patlayıcı madde haline gelebilecek kesimler kırlarda kış uyku­sunda tutulmaktadır. Kırsal nüfusun politik karakterinin geleneksel olarak muhafazakar ve tepkisiz oluşu finans kapitalin bu tercihinin gerekçelerini güçlendirmektedir.

Fakat Türkiye kırlarındaki sefaletin şiddeti son süreçte önemli oranda art­mıştır. Köylü, her geçen gün daha büyük sıkıntıların içine düşmektedir. Özellikle tarım ürünleri ithalatının hızla artması, tarımsal girdi fiyatlarındaki aşırı artışlar ve devletin alım fiyatlarının enflasyon altında arttırılması küçük köylünün ekonomik durumunu son yıllarda önem­li oranlarda bozmuştur. Bu durum Tür­kiye kırlarının geleneksel siyasal tercihi olan merkez sağdan radikal sağa kay­masına yol açmıştır. Merkez sağın kalesi olan Ege’de dahi son seçimlerde hem FP hem de MHP oylarını merkez sağ aley­hine artırmıştır.

Ayrıca kırların durumu önümüzdeki süreçte daha da bozulacak gibi görün­mektedir. IMF ile yapılan stand-by anlaş­masının en büyük darbeyi vuracağı ke­simlerden birinin de küçük köylülük ola­cağı muhakkaktır. Bu durum IMF’ye su­nulan niyet mektubunda -siz Düyun-u Umumiye anlaşması ya da kölelik sözleş­mesi olarak da okuyabilirsiniz- açıkça belirtilmektedir: “ Halihazırda uygulan­makta olan tarımsal destekleme poli­tikaları fakir çiftçilere destek sağlamanın en düşük maliyetli yöntemi değildir” . ABD, GMS kredileri denilen çok düşük faizli, çok uzun vadeli kredilerle ihracatı­nı destekliyor, A B çiftçi başına 6100$

________________türkiye ekonomisi____

------------------------------ 73 —

Page 74: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

mali destek sağlıyorken, Türkiye niyet mektubu ile birlikte IMF’ye tarımsal des­teklemeleri tamamen ortadan kaldırma­yı taahhüt etmektedir.” Reform progra­mımızın orta vadeli amacı varolan destekleme politikalarını safhalar halin­de ortadan kaldırmak....” 4 Yine hazır­lanan tarımsal reform aynı sosyal güven­lik reformu gibi-taslağında ise tarımsal desteklemelere bütçeden yapılacak aktarımın, bütçenin %3’ünü aşmayacağı ifade edilmektedir. Oysa 2000 bütçe­sinin %45’i rahatlıkla birkaç büyük bankaya iç borç faiz ödemesi olarak ayrılabilmektedir. Milyonlarca küçük köylü aleyhine gerçekleştirilen bu siyasal tercih, finans kapitale yönelik gerçek­leştirilen sermaye aktarımının kaynak­larından birini ortaya koymaktadır.

Eğer IMF patentli tarım reformu ha­yata geçirilirse bu kırların yeniden büyük bir dalga halinde kentlere göçe başlaya­cağı anlamına gelir ki bu da kentlerdeki işsizliğin varolan durumun bile çok çok ötesine ulaşması sonucunu doğurur. Kırlar bu politikalarla neredeyse 3. Türkiye haline dönüştürülmektedir. Türkiye kırları neredeyse 1000 yıllık geleneğini bir yana bırakarak önü­müzdeki yıllarda oldukça hareketli bir döneme girebilir. Kürt küçük köylüleri kendilerini tarihin sahnesine kendi yor­damlarınca koydular. Türk küçük köylü­sünün ise kendisini hangi zeminde ortaya koyacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Fakat şurasını kesin olarak söyleyebiliriz ki Türkiye kırlarında yaşa­nan çelişkiler önümüzdeki süreçte daha da büyüyecektir. Politikleşmenin hangi yöne doğru olacağı birçok farklı etkenin etkileşimi ile belirlenecektir fakat her türlü radikal hareketin Türkiye kırların­

__ 74

da güçlenmesi olasılığı geçmiş dönem- lerdekine göre önümüzdeki süreçlerde daha da artacaktır.

1.2 SA N A Y İ

Türkiye sanayileşmiş bir ülke midir? Bu soruya vereceğimiz cevap, sanayi­leşmeden ne anladığımıza bağlıdır. Eğer bir ülkenin ihracatının büyük kısmının sanayi ürünlerinden oluşması o ülkenin sanayileşmiş olabilmesi için yeterli kabul ediliyorsa o zaman Türkiye sanayileşmiş bir ülke olarak kabul edilebilir. Özal’ın şişine şişine “Türkiye artık bir tarım ülkesi değildir, sanayi ülkesidir, ihra­catımızın şu kadarı sanayi mamul­lerinden oluşuyor” diye yaptığı konuş­malar hala hatırlarımızdadır. Oysa eğer bir ülkenin sanayileşmesini, endüs­trisinin kendi imkan ve ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, kendi teknolojisini ve üre­tim araçlarını kendisinin üretebilecek seviyeye ulaşması, dış ülkelere teknolo­jik bağımlılıktan kurtulabilmesi olarak anlıyorsak o zaman Türkiye sanayi­leşmemiş bir ülkedir. Zaten varolan emperyalist ilişkiler ağı içerisinde her­hangi bir azgelişmiş ülkenin böylesi bir hatta ilerleyebilmesi pek mümkün de değildir. Son yıllarda neredeyse bir efsane haline getirilen Asya Kaplanları da aslında bize benzer ucuz emek cen­netleridir. Zaten ne kadar kaplan olduk­ları da 97 Asya kriziyle ortaya çıkmıştır.

Bu söylenenler azgelişmiş ülkelerin sanayi üretimlerinde herhangi bir deği­şiklik ortaya çıkmasının imkansız oldu­ğunu söylemek anlamına gelmiyor. Tam tersine emperyalist ilişkilerin kendi mantık çerçevesi içerisinde gelişmiş

Page 75: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ülkelerin kendi eskimiş endüstrilerini azgelişmiş ülkelere aktarmaları ve buraların ucuz emek olanaklarından fay­dalanmaları sık rastlanan olgulardır. Emperyalist ülkeler üçüncü sanayi ayrımını aşmışken Türkiye gibi yukarı azgelişmiş ülkeler 1870’lerdeki Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı sektörlerde yoğunlaşan bir sanayileşme sürecini yaşamaktadırlar.

Türkiye’de sanayinin GSMH içindeki payı 1970’de % 17.5 iken I980’de %20.5’e I997’de ise %27.6’ya ulaşmıştır. Bu oran uzunca bir süredir sabitlenmiş gözükmektedir. Tarımdaki sürekli azal­ma, hizmetler sektörünün payındaki artış ile karşılanmaktadır. Bu oran tek başına çok fazla açıklayıcılığa sahip değil­dir. Acaba Türkiye sanayisinin yapısı nedir?

1.2.1 A lt Sektörlerine Göre Türkiye Sanayisi

Alt sektörlerine göre Türkiye sanayi­si incelendiğinde en çok artı değerin kimyasal ve petrol ürünleri sektöründe üretildiği gözlenmektedir. Buna karşılık imalat sanayinde çalışanların yaklaşık

%40’ı dokuma ve giyim eşyası sektör­lerinde istihdam edilmektedir. Üretilen katma değer açısından bakıldığında ise bu sektör üçüncü sırada gelmektedir. En yüksek artı değerin üretildiği ikinci sek­tör ise metal eşya ve makine üretim sektörüdür. En yüksek artı değerin üre­tildiği ilk iki sektörde çalışan işçilerin sayısı dokuma ve konfeksiyonda çalışan işçilerden daha azdır.

A lt sektörler açısından ince­lendiğinde Türkiye sanayinin dört temel sektörden oluştuğu gözlenmektedir. Petro-kimya, metal eşya-makine-oto- motiv, dokuma ve konfeksiyon, gıda- içki. İlk iki sektör üretilen artı değer ve verimlilik açısından, ikinci iki sektör ise istihdam edilen işçi sayısı bakımından öne çıkmaktadır.

Dokuma-konfeksiyon ve gıda-içki sanayileri ilkel sanayilerdir. Tam anla­mıyla I. Sanayi Devrimi sürecinin ortaya çıkardığı ve birincil hammaddelere ba­ğımlı endüstrilerdir. Bu sektörlerden özellikle dokuma ve giyim ucuz emek cenneti azgelişmiş ülkelerin gözde sektö­rüdür ve bu ülkelerin ihracat kalemleri­

nin büyük kısmı da bu sektör ta­rafından yaratıl­maktadır. Örne­ğin Türkiye’de 1999 yılında ger­çekleştirilen top­lam ihracatın%33’ü dokuma ve konfeksiyon sektörü tarafın­dan karşılan­mıştır. Bu ilkel sanayi sektörleri toplam imalat

-------- 75 —

_______________ türkiye ekonomisi___

G ıd a , içki ve fütün sanayiA [% )

16B (%)17.3

Dokuma, giyim eşyası ve deri sanayi 16.3 32.8O rm an ürünleri ve mobilya sanayi 1 2Kağıt, kağıt ürünleri ve basım sanayi 3.2 3.6Kimya sanayi, petrol, kömür, kauçuk, plastik 28.6 9.5Taş ve toprağa dayalı sanayi 6.9 6.8Metal ana sanayi 6.8 6.6Metal eşya, makina ve teçhizat, ulaşım aracı 19.9 20.7Diğer im alat sanayi 0.2 0.5

A Sektörde yaratılan artı değer/toplam artı değer B Sektörde çalışan işçi sayısı/toplam istihdam 5

Page 76: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

sanayi istihdamının da %50’sini karşıla­maktadır. Demek ki bu iki sektör sanayi üretiminin temel yükünü taşımaktadır.

Sektörler açısından bakıldığında Türkiye sanayi yapısının tipik azgelişmiş ülke özellikleri gösterdiği gözlenmekte­dir. Modern teknolojiler üretime yansı­mamıştır. Dokuma ve giyim sektörü incelendiğinde bile eski teknolojili makinelerin oranca fazlalığı göze çarp­maktadır. Emek yoğun üretim yapılan sektörlerin hakimiyeti sözkonusudur. Elektronik alanında herhangi bir üretim altyapısı bulunmamaktadır. Özellikle 1996 yılında girilen Gümrük Birliği son­rasında ihracat patlaması beklentisi ile yine bu emek yoğun sektörlere önemli oranda yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Fakat 97 Asya krizinin Doğu Asya Ülkeleri’nde devalüasyona yol açması, bu ülkelerin ihracatta rakibi olan Türkiye’yi dezavantajlı duruma düşür­müş, yine önemli pazarlardan biri olan Rusya’nın çöküşü Türkiye dokuma ve konfeksiyon sanayini önemli bir krizin içerisine sokmuştur. Birçok işletme kapanmıştır.

Türkiye’de imalat sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payı %90’lara yak­laşmıştır, fakat bilgi-teknoloji yoğun mal­ların ihracat içerisindeki payı sadece %3 civarında kalmaktadır. İhracatın yoğun­luğu doğal kaynak yoğun mallardan emek yoğun mamullere ve ölçek yoğun sanayi mamullerine kaymıştır. 6

1960’ların montaj sanayi tartış­malarından bu yana değişen çok birşey yoktur. Petrokimya ve otomotiv gibi birkaç istisnai sektörde teknolojik derinleşme sözkonusudur. Otomotiv sektörü bu imkana çektiği dış sermaye

__ 76

ile ulaşmıştır. Türkiye’nin ve çevresinde­ki ülkelerin geniş pazar olanakları sunması, gelişkin ve düşük maliyet ola­nakları sağlayan bir otomotiv yan sanayinin bulunması ve yoğun devlet teşvikleri -Ford Otosan’a bedelsiz olarak verilen Seka Fidanlığı ile ilgili tartışmalar sürerken Demirel, “ ister­lerse Çankaya’nın bahçesini de veririm” diyebilmişti- gibi olanaklar yabancı ser­mayeyi çekmiştir. Fakat bu iki sektörde yaşanan gelişmeler genele yansımamak- tadır.

Teknoloji geliştirme perspektifine hizmet eden araştırma geliştirme harca­malarının payı da G SM H ’nin %0.4’ü oranında bulunmaktadır. Bu oran, en düşük olduğu Avrupa ülkesinde bile % l .5 seviyesindedir. ABD , Japonya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde İse %2.5- 3 civarındadır. Türkiye’de AR-GE faa­liyeti olan büyük şirket sayısı, DİE veri­lerine göre 200’den azdır. AR-GE’ye en fazla pay ayıran şirket, askeri elektronik ekipman üreten ASELSAN ’dır. Bu ilginç rastlantının anlamı üzerinde ileride de durulacaktır.

Sektörler bazında yapılan bu genel incelemeden Türkiye sanayisinin emek yoğun bir özelliğe sahip bulunduğu, ve­rimliliğin düşük olduğu, teknoloji bağım­lılığının artarak devam ettiği sonuçları rahatlıkla çıkarılabilir.

1.2.2 Ö lçek Açısından Türkiye Sanayisi

Türkiye sanayisi ölçek açısından incelendiğinde genel olarak küçük işlet­melerin sayısal yaygınlığı belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır. İşyeri sayısı/ büyüklüğü oranına baktığımızda 10’dan az işçi çalıştıran işyerlerinin toplam iş-

Page 77: Yol Şubat 2000 Sayı 7

yeri sayısına oranının %90’dan fazla olduğu gözlenmektedir. “ Esasen çok küçük diye tanımlanan bu tür işyer­lerinde -10’dan az işçi çalıştıran- işlendirmenin Türkiye imalat sanayimde­ki payının genişliği dikkat çekici boyut­lardadır. Toplamın 1988 Ekimi’nde %45.7’si, 1995 yılında ise %43.3’üburalarda işlendirilmektedir. Bu kesimin genişliği kentlerde %(39-46), kırsal alan­larda ise %(48-64) arasında oynamak­tadır ve genellikle %50’nin üzerindedir.” 7 Buna karşılık yaratılan artı değer bakımından 100’den fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin ezici bir hakimiyete sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’de küçük burjuvazinin geleneksel yaygınlığı imalat sanayi yapısını da bu biçimde et­kilemiştir. Özellikle son yıllarda gelişen ölçek küçültme ve taşeronlaştırma faaliyetleri sonrasında fason çalışan iş­yerlerinin büyük firmalar açısından önemi artmıştır. Küçük firmaların fason üretici olarak kullanımı, tekellerin maliyet azaltma yöntemleri içerisinde en etkili olandır. Binlerce fason üretici tekellerin dağıttığı işleri kapabilmek için yoğun bir maliyet rekabeti içerisindedir. Bu yöntemle tekeller, ucuz emek olanaklarından azami ölçüde faydalan­maktadırlar. Her zaman daha ucuza üretecek bir fason firma bulmak olanaklı olmaktadır. İşçi sınıfının parçalı yapısı böylece pekişmektedir.

Yine 90’lı yıllarda K O B İ’lerin etkinliği ve esnekliği üzerine yoğun bir edebiyat yaratılmıştır. Fakat 1998’den bu yana yaşanan kriz en fazla bu K O B İ’leri vur­muştur. Çorum, Denizli, Afyon, Gazian­tep. Kahramanmaraş gibi illerde, özel­likle ihracata dayalı konfeksiyon ve deri sektöründe etkinlik gösteren son krizle

birlikte önemli oranda güç yitirmişlerdir. K O B İ’ler siyasal olarak da fınans kapita­lin karşısında Siyasal İslam’a destek ver­mişlerdir. Böylece devletin ekonomik olanaklarından daha fazla yararlanabilme umuluyordu. Hatta TÜ S İA D ’ın karşısın­da MÜSİAD gibi bir örgütlenme bile gerçekleştirildi. TÜ S İA D ’ın dar ve elit yapısına karşı MÜSİAD, Anadolu’nun dört bir yanındaki K O B İ’lerin sesini dil­lendirme yoluna gitti. Fakat 28 Şubat sürecinde MÜSİAD önemli oranda kan kaybetti, üyelerin büyük kısmı istifa etti.

İmalat sanayisinin temel gücü tekellerdir. Türkiye, tekelleşme konu­sunda birçok emperyalist ülkeyi bile geride bırakmaktadır. “Türkiye’de sek­törlere göre firma egemenlikleri oldukça yüksek ve bu egemenliklerin kırılması hiç de kolay değil. Birkaç örnek vermek gerekirse, Sabancı kord bezinde, Şişe Cam -İş Bankası okuyun- dökme camda piyasanın tamamına hakim. Otomarsan otobüs piyasasının %95’ine, Koç’un O tokar’ı minibüs piyasasının %90’ına sahip. Akrilik elyafta Dinçkökler, piyasanın %88’ini Aksa ile elde tutuyorlar. Bu ölçüde bir “ yoğun­laşma” yerli firmalara kuşkusuz büyük avantaj sağlıyor.” 8 Ekonomik kriterlere göre 3 firmanın bir piyasanın %50’sine hakim olması tekelleşme sayılırken ülkemizde birkaç sektör dışında üç firma piyasanın en az %90’ına sahip bulunmaktadır. Bu durum devlet eliyle finans kapital yaratma sürecinin bir sonucudur.

Özetlemek gerekirse küçük firmalar sayıca oldukça yaygın olmalarına rağmen üretilen artı değer açısından finans kapi­talin imalat sanayisinde ezici bir hakimiyeti sözkonusudur. Tekelleşme

_______________ türkiye ekonomisi____

............................... ............ ............ . 77 —

Page 78: Yol Şubat 2000 Sayı 7

dünya ölçülerini dahi fersah fersah aşan bir noktadadır.

1.2.3 Yatırım lar ve KarlarAçısından Türkiye Sanayisi

Türkiye imalat sanayinde en göze çarpan özellik karların bileşimidir. Gerçekte yaşanan krizin ve devletin finans kapitale sermaye aktarımının en açık göstergesi olarak karların büyük kısmının faaliyet dışı gelirlerden kay­naklanıyor olmasıdır. 1998 yılı bilanço­larına göre ilk 500 büyük firmanın kar­ları incelendiğinde, bunların %88’inin faaliyet dışı gelirlerden kaynaklandığı gözlenmektedir. Daha da çarpıcı olanı ikinci büyük 500 firma incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki bunlar için aynı oran %100’ün üzerine çıkmaktadır. Yani faaliyet dışı gelirleri olmasa bu firmalar zarar edecektir. Son yıllarda %50’lerde gezinen bu oran 1998 krizi ile birlikte böylesi bir seviyeye sıçramıştır. Faaliyet dışı gelirlerin esası yüksek ree! faizli devlet tahvillerinden elde edilen faiz gelirlerinden kaynaklanmaktadır. Yani işi üreterek para kazanmak olan firmalar, neredeyse varlık koşullarını ortadan kaldırarak gelirlerinin neredeyse tamamını faiz gelirinden edinmiştir. Bu Türkiye kapitalizminin bugün ulaştığı asalaklık seviyesini en iyi karakterize eden özelliktir.

Bu çarpıcı gösterge iki noktanın altını çizmektedir. Adı ne olursa olsun devlet aracılığı ile ezilenlerden finans kapitale yönelik müthiş bir sermaye aktarımı sözkonusudur. “ Devlet ekonomiden elini çeksin” söyleminin en sık kul­lanıldığı bu süreçte devlet finans kapital lehine büyük bir soygunun öznesi duru­mundadır. Hırsız, emekçilerin toplam

— yol----------------------------------------------

pastadan aldığı payı sürekli azaltırken buradan edindiği kaynakları büyük bir arsızlıkla finans kapitale aktarmaktadır. Büyük bir soygun ve talan sözkonusu­dur. Bu akıl almaz süreç milyonlarca emekçinin gözleri önünde tıkır tıkır işle­mektedir. Bir taraftan da toplumsal işle­vi olan K IT ’lerin ve sosyal güvenlik ku- rumlarının açıkları topluma kara delik olarak yutturulmaktadır. Bugün en büyük kara delik finans kapitalin ta ken­disidir. Finans kapital iç borç faiz ödemeleri adı altında bütçeden doğru­dan kendisine bir transfer kalemi yarat­mıştır. Bu sermaye birikim süreci belli bir amaca hizmet etmektedir. Bunu ileride tartışacağız.

İkinci nokta ise ekonomik durgun­luğun neredeyse süreklileşmiş oldu­ğudur. Sanayi sermayesinin bu düzeyde spekülasyona yönelmesi varolan alanlara sabit sermaye yatırımının getirisinin reel faizlere nispetle düşük olduğunun da bir göstergesidir. İşsizlik inanılmaz boyut­lara çıkmışken, yatırımlar karlar ölçü­sünde artmamakta, yeni istihdam olanakları yaratılmamakta, tam bir tefeci bezirgan ekonomisi mantığı ile karlar yeniden spekülasyona yönlendirilmekte­dir. Özel sermaye gün geçtikçe tefe- cileşmekte, kendisini meşrulaştırmakta kullandığı iş yaratma özelliğini nere­deyse tamamıyle yitirmektedir. “ ... bu yayının içerdiği veri kümelerine ve araştırma sonuçlarına dayanarak çözümleme yaptığımızda son yıllarda Türk imalat sanayinin iş yaratma gücünde önemli bir yavaşlamanın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tabii çok önemli bir tehlike oluşurmaktadır.” 5 Denebilir ki şu anda Türkiye’nin sana­yileşmesinin önündeki en büyük engel

__ 78

Page 79: Yol Şubat 2000 Sayı 7

finans kapitaldir.Toplumsal kaynakların büyük oranda

finansal piyasalara kaydırılması ile birlik­te sanayi üretiminin artışı da önemli oranda yavaşlamıştır. Reel sektörler gün geçtikçe kan kaybetmektedir. “ Sana­yideki yıllık büyüme hızı 1980-90 arasın­da %7.8’den 1990-97 arasında %4.6’ya inerken hizmetler kesiminde daha sınır­lı da olsa benzer bir hız kaybı görüldü. İhracatın yıllık artış hızı da aynı kervana katılarak (%16.9’dan %10.9’a) geriledi. Bu tablo I990’lı yılları bir bütün olarak (1998 ve 1999 kriz yılları olduğuna göre) İkinci Dünya Savaşı yılları hariç Cumhuriyet’in en başarısız yılları olduğunu gösterir.” 10 Gerçekten de kriz yılları olan 1998 ve 99’da imalat sanayi önemli oranda küçülmüştür. D İE’den yapılan açıklamaya göre sanayi sek­töründe üretim düşüşü 1999 Ağustos’- da % 12.5, Eylül’de %9.3, Ekim’de ise %9.1’e ulaştı. Bu süreçte kapasite kul­lanım oranlarının da önemli oranda düştüğü gözlenmiştir. Fakat bütün bu göstergelere rağmen devletin kaynak aktarım mekanizmaları sayesinde sanayi sektörü kar etmeye devam etmiştir.

Özetlemek gerekirse bir ülke eko­nomisinin candamarı olan sanayi bu süreçte önemli oranda kan kaybetmek­tedir. Sanayiye yönelmesi gereken yatırımlar, finansal alana akmaktadır. Ülke ekonomisi topyekün tefeci bezir­gan laşmaktadır.

1.3 H İZ M E T S E K T Ö R Ü

Hizmet sektörü 1980’li yılların gözde sektörüdür. “ Post” edebiyatı yazarları­nın en çok kullandığı temalar hep kapi­

talizmin hızla bir hizmet toplumu olma yolunda ilerlediği, hizmet sektörlerinin her ülkede büyüdüğü, yeni açılan istih­dam alanlarının daha ziyade hizmet sek­törü ile ilgili olduğu üzerinedir. Enfor­masyon toplumu teorisi bu temaları en fazla yaygınlaştıran yaklaşım olmuştur.

İlk bakışta Türkiye’nin de bu trendin içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de Türkiye ekonomisine üç temel sek­tör açısından bakıldığında hizmet sek­törünün düzenli olarak büyüdüğü görülebilir. 1998 yılında milli gelirin %59.3’ü hizmetler sektörü tarafından karşılanmaktaydı. Tarımın hem milli gelir hem de istihdam payı düzenli olarak azalırken hizmet sektörü büyü­mektedir.

Fakat Türkiye’de hizmet sektörünün büyümesini emperyalist ülkelerdeki gelişimin dinamikleriyle açıklayabilmek mümkün değildir. Bu ülkeler sanayi gelişimlerinin yerine bir hizmet ikamesi sürecinde değildirler. Oysa Türkiye’de sanayinin yeterli hızda gelişmeyişi, kır­lardan boşalan istihdamı düzenli bir biçimde emememesi, küçük burju­vazinin ve küçük ticari faaliyetlerin geleneksel yaygınlığı hizmet sektörünün gelişimini koşullayan en önemli etken­lerdir.

Hizmet sektörü bağlamında güncel olarak en önemli alan bankalar üzerinde duracağız.

1.3.1 Bankacılık SistemiBankalar son yıllardaki ekonomik

gelişmeleri anlamlandırabilmek için bi­rinci derecede önemli bir noktada dur­maktadırlar. Emekçilerin mali politikalar aracılığı ile soyularak finans kapitale ser-

_______________ türkiye ekonomisi__

--------------------------------------------- 79 —

Page 80: Yol Şubat 2000 Sayı 7

maye aktarımını gerçekleştirme sürecin­de bankalar baş rolü oynamaktadırlar.

Devletin siyasal bir tercih sonucu burjuvaziden düşük vergi toplama kararının bir sonucu olarak içine girilen kamu açığı büyüme sürecinin çok yük­sek reel faizlerle iç borçlanmayı yarat­tığını biliyoruz, iç borçlanma batağı, her ne kadar “ ekonomik ve doğal bir zorun­luluk” olarak gösterilmeye çalışılsa da açık bir siyasi tercihin ürünüdür. 15 yıl boyunca yürütülen “ Düşük Yoğunluklu Savaş” harcamalarının finanse edile­bilmesi, kayıtdışı ekonomi adı verilen ve son kertede finans kapitale yönelik bir sübvansiyon olarak değerlendirilmesi gereken vergisiz ekonomik sektörün neredeyse milli gelir hacmine ulaşması gibi faktörler bu gerçeği ortadan kaldır­maz. 1980’den bu yana finans kapitale yönelik gerçekleştirilen net sermaye aktarımının son bulunan biçimi iç borç faizi ödemeleridir. Bu biçim hayali ihra­cat, vergi kaçırma vs. gibi yöntemlere göre çok daha legal ve prestijli bir görünüm sergilemektedir.

1994 krizinden bu yana dış kredi- bilitesini bütünüyle yitiren Türkiye, kamu açıklarını aşırı yüksek faizli iç borçlanma tahvillerinin satışından sağladığı kaynaklarla kapatabilmektedir. Memur maaş ödemelerinden önce dahi ihale açılarak borçlanma yapılması neredeyse genel bir kural haline gelmiştir.

Bankalar bu tahvillerin en iyi müşte­rileri durumundadırlar. Bankaların tahvil satın almakta kullandıkları sermayeyi cemin ettikleri iki kaynak mevcuttur. Birincisi bankaların normal bankacılık yöntemleri ile piyasadan çektikleri mev­

— yol----------------------------------------------

_ 8 0 ______________________________

duat, repo vs. gibi bankacılık faaliyet­lerinden kaynaklanan sermayedir. Fakat borçlanmanın ulaştığı seviye hatırlanırsa (sadece faiz ödemeleri için 2000 yılı bütçesinin %45’i ayrılmıştır) bankaların bu düzeyde büyük bir sermaye miktarını kendi öz kaynaklarından karşılayamaya­cakları açıkça ortadadır. Bu noktada yerli bankalar, dünya finans tekel­lerinden, tabii ki iç faiz seviyelerinden çok daha düşük faizlerle borçlanarak devletin gereksindiği kaynakları sağlar­lar. Bugün ABD ve AB ülkelerinde %5-6 reel faiz bile aşırı yüksek bir faiz olarak değerlendirilirken Türkiye 1997-99 sürecinde neredeyse sürekli olarak %40 reel faiz ile borçlanmıştır. Yerel ban­kalar yaptıkları bu aracılık sayesinde kar patlaması yapmışlardır.

Bugün Türk bankaları karlılıkları ile dünya çapında adlarından sözettirmek- tedirler. Sermaye büyüklüğü açısından kayda değer büyüklükte bir Türk bankası bulunmamasına rağmen Türk bankaları aşırı karlı bankalardır. Örneğin Akbank ve İş Bankası 1998 yılında kar- lılık/öz varlıklar oranı açısından yapılan bir sıralamada dünya çapında I. ve 2. sıraya sahip olmayı başardılar. Yine Doğuş Grubu’nun Garanti Bankası, orta büyüklükteki dünya bankaları arasında yılın bankası seçilmiştir. Bu bile, Türkiye’de bankalar aracılığı ile gerçek­leştirilen soygunun eşi ve benzerinin dünyada olmadığının yeterli ifadesi olarak kabul edilebilir. Sabancı’nın ban­kası olan Akbank’ın I999’un ilk 6 ayı içindeki karı 100 trilyona ulaşmıştı. Asgari ücretin daha yeni 80 milyon olduğu bir ülkede bunlar korkunç rakamlardır.

Sanayide olduğu gibi bankacılık sek-

Page 81: Yol Şubat 2000 Sayı 7

töründe de aşırı bir tekelleşme ve merkezileşmeden bahsedebiliriz. “ Ban­kacılık sektörümüzün önemli özellikle­rinden bir diğeri de mevduat toplama ve kredi verme faaliyetinin büyük bir bölümünün bir kaç bankada yoğunlaş­masıdır. En büyük 7 banka (4’ü devlet, 3’ü özel) toplam mevduatın %70’ini toplamakta ve toplam kredilerin %65’ini kullandırmaktadır.” 11 Bankalar, ekono­mi üzerinde sözsahibi tekellerin deneti­minde bulunmaktadır. Son bankalar operasyonu, kurtarılan bankaların sahip­lerini zenginleştirdiği gibi -ki aralarında Demirel’in yeğeni de bulunmaktadır- aynı zamanda holding bankalarının büyüme imkanlarını geliştirmiştir. Do­ğuş Holding (Garanti, Osmanlı, Körfez- bank, Bahrein), Sabancı Holding (Ak- bank, BNP-Akbank), Çukurova Holding (M N G Bank, Çukurova, Yapı Kredi, Pamukbank) ve Koç Holding (Koçbank) bankacılık sektörünün hakimleri olarak görülüyor. Aynı zamanda medya pat­ronlarının da -Aydın Doğan (Dışbank), Dinç Bilgin (Etibank), Uzan (İmarbank, Adabank) ve Erol Aksoy (İktisat Bankası)- banka sahibi olabilme konu­sunda büyük gayret içerisinde oldukları görülmektedir.

Bankacılık sektörü aynı zamanda kara para aklama süreci açısından da bü­yük önem taşıyor. Özellikle off-shore bankacılık denilen serbest bölge bankacılığı uygulamaları kara para aklan­masını oldukça kolaylaştırıyor. Kumar­hanelerin kapanması ile birlikte bu kurumların önemi daha da artmıştır. Hızla çeteleşen ve mafyalaşan ekonomik sistemin en belirgin sembolleri bu bankalardır. Özellikle ülke dışında açılan şubeler karapara aklama işlemlerinin li­

manı olarak kullanılmaktadır. Bir devlet bankası olan Halk Bankası’nın Almanya şubelerinin hesaplarına Alman bankaları tarafından bir süre önce el konulması kara para organizasyonlarının ulaştığı noktayı sergilemesi açısından ilgi çeki­cidir. Kara para aklama organizasyon­larının en yoğun olarak gerçekleştiği Dublin ve Kuzey Kıbrıs gibi merkez­lerde Türk bankalarının dış şubeleri bulunmaktadır. Koç, çok kısa bir süre önce bir Kıbrıs bankasını satın almıştır. Ordu’nun bankası OyakBank’ın da tek yurtdışı şubesi Dublin’de bulunmaktadır. Türkbank’ın özelleştirilmesi sürecinde yaşananlar, kontrgerilla bağlantılı mafya lideri Çakıcı’nın özelleştirme sürecinde etkin rol oynaması, bakanların ve başbakanların devreye girmesi, büyük bir hızla bir medya devi haline gelen Korkmaz Yiğit’in Türkbank ihalesi sonu­cunda tepetaklak oluşu ve hapise düşüşü bankacılık sektöründe edinilen tatlı kar­ların yarattığı çıkar çatışmalarının ne kadar ciddi sonuçlar verebileceğini göstermesi açısından öğreticidir.

Bankalar aslı faaliyetleri olması gereken küçük sermayeleri bütün­leştirmek ve sanayinin bu kaynaklardan yararlanmasını sağlayarak büyümeye hizmet etmek noktasından tamamen uzaklaşmışlardır. “ Bugün bankaların kar zarar tabloları incelendiğinde görülecek­tir ki karlılık rakamlarının büyük kalem­leri esas bankacılık faaliyetlerinden ziyade diğer gelir kalemlerinden oluş­maktadır. Yabancı bankalarda aktiflerin ve öz kaynakların karlılığa oranları Türk bankalarından daha yüksektir.” 12

1996 I Mayısfnda varoşlardan Kadıköy’e akan emekçilerin tepkilerini hiç de anlamsız bir biçimde ortaya koy-

_______________ türkiye ekonomisi___

--------------------------------------------- 81 —

Page 82: Yol Şubat 2000 Sayı 7

madıkları bu genel değerlendirmeden de rahatlıkla çıkartılabilmektedir. Türkiye’­de zenginliğe, özellikle de böylesi bir tefecilik süreci sonucunda kolaylıkla edinilene her türlü tepki sadece makul olmanın ötesinde emekçiler merkezli bir gelecek için mutlaka gereklidir.

II. RESTORASYONUN TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞTIĞI DÖNÜŞÜMLERİN SINIFSAL ANLAMI

28 Şubat ile sembolize olan restorasyonu salt bir siyasal süreç olarak değerlendirmek yetersizdir. Restorasyonun siyasal anlamını düzenin siyasal güç merkezinin yeniden inşa edilmesi olarak tanımlanabilir. Ekono­mik anlamda da restorasyon benzeri bir merkezileştirme ve yoğunlaştırma süre­ci olarak anlaşılabilir. Siyasal İslam ile merkezi burjuva politik güçler arasında­ki çatışmanın arkasında yatan en önemli çelişkinin I980’li yıllarda önemli bir atı­lım gerçekleştiren tekel-dışı Anadolu Burjuvazisi ile geleneksel finans kapital arasında olduğunu zaten oldukça iyi biliyoruz. Dolayısıyla M GK eliyle ger­çekleştirilen yeniden düzenleme organi­zasyonları ekonomi alanında da belir­leyici olmuştur. “ Şeriata destek veren şirketlerden alışveriş etmeyelim” içerik­li sivil top lum (l) kampanyaları ile başla­yan süreç Asya ve Rusya krizlerinin de yarattığı ortamda Anadolu burjuvazisine vurulan esaslı darbelerle devam etti­rilmiştir. 1998’den bu yana etkisini önemli oranda hissettiren kriz, en şid­detli etkisini Anadolu’da göstermiş,

— yol----------------------------------------------

Anadolu kaplanlarının çoğu yere seril­miştir.

Finans kapitalin uzun vadeli tek stratejisinin tekel dışı burjuvaziyi etkisiz­leştirme olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Esas strateji emperyalizmle gir­ilen yeni ilişki ağı içerisinde şekillenmek­tedir. 1980’lerde hızlanarak etkisini his­settirmeye başladığını söyleyebile­ceğimiz II. Küreselleşme süreci bütün azgelişmiş ülkeler üzerinde olduğu gibi Türkiye ve rolü üzerinde de ciddi etki­ler yaratmaktadır. Küresel sermayeyi sınırlayan bütün etkenlerin adım adım ortadan kaldırıldığı, çok uluslu şirket­lerin devletleri aşan büyüklükte güçier olarak hem ekonomiye hem de siyasete ağırlığını çok daha belirgin bir biçimde koymaya başladığı son 20 yılda em­peryalizm olgusunun belirleyiciliği, sos­yalizmin yaşanılır bir gerçeklik olduğu yıllara göre çok daha artmıştır. Türkiye’­nin de bu gelişmelerden payını almaması beklenemez. Finans kapital kendi önüne koyduğu hedefleri bu doğrultuda değer­lendirmektedir.

Emperyalizmin yeni sıçramasının Türkiye’ye etkileri ikili bir karakter taşı­maktadır.

2.1 U LU SLA RA RASI FİN AN S K A P İT A LLE İLİŞKİLERİN YEN İD EN YAPILAN DIRILM ASI

Bu etkilerden birincisi uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapı­landırılması eğilimi yönündedir. Küresel sermaye; sosyalizmin yaşanılır bir gerçeklik olmaktan çıkması, dünyada işçi sınıfı hareketlerinin genel güç kay­betmesi gibi siyasal, enformasyon

__ 82

Page 83: Yol Şubat 2000 Sayı 7

teknolojisinde ortaya çıkan önemli gelişmeler gibi de ekonomik sebepler sayesinde önüne çıkan bütün engelleri yıkan bir sele dönüşmüştür. Küresel­leşme, Yeni Dünya Düzeni gibi zihin­lerde hegemonya kurmaya yönelik kavramların ideolojik gücü ile de besle­nen süreç özellikle azgelişmiş ülkelerin boyunduruğunu daha da sıklaştırmak­tadır. Bandung Konferansı ve Bağlan­tısızlar ruhu artık çok gerilerde kalmış gözükmektedir. Küreselleşmenin kaçı­nılmaz bir süreç olduğu, bu treni kaçıra­nın dünya ekonomisinden dışlanacağı ve Irak durumuna düşeceği, dolayısıyla ulusal ekonomilerin hızla küreselleşme süreci ile uyumlu bir hale getirilmesi gerekliliği genel bir doğru olarak tanım­lanır hale gelmiştir. I. Küreselleşme nasıl kapitalizmin dünya üzerindeki hakimi­yetini hızla büyütmesi anlamına geldiyse -“ 1876-1900 yılları arasında Avrupalı güçlere ait sömürgelerin alanları %79.6 arttı. İngiliz sömürgelerinin alanı 2.5 milyon milkareden 7.7 milyon milkareye yükseldi. Yeni bir sermaye biçimi olarak mali sermaye ortaya çıktı ve dünya pazarında etkin olmaya başladı.” '3- 1980’den sonra belirginleşen II. Küreselleşme de benzer biçimde azge­lişmiş ülkelerin emperyalizme bağımlılık­larını arttırmaktadır. MAI, uluslararası finans kapitalin yeniden yapılanan hakimiyet biçiminin anayasası olarak tanımlanabilir. Bilindiği gibi I998’de dünya kamuoyuna deşifre olan MAI, küresel sermayenin hareketinin önün­deki sınır, gümrük, yasal düzenleme, ulusal hak, kamunun çıkarları vs. gibi bütün engelleri ortadan kaldırmakta ve bu sürece hukuki bir boyut kazandır­maktadır. MAI ile azgelişmiş ülkeler

bütünüyle küresel sermayenin serbest bölgeleri haline getirilmektedir. Dünya emekçi kamuoyunun tepkisi ve emper­yalistler arası kimi anlaşmazlıkların sonucu olarak MAI şimdilik rafa kaldırılmış gibi gözükse de IMF ve DB dayatmaları sonucunda MAl’nin mad­deleri azgelişmiş ülke devletlerine birer birer kabul ettirilmektedir. Ulus devletin tüm sosyal yönleri birbir ortadan kaldırılmaktadır. Uluslararası Tahkim’in kabulü sayesinde ulusal yargı sistemleri aracılığı ile yabancı sermayeyi sınırlandıran tüm etkenler ortadan kaldırılmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin tüm ekonomik yapısı emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına göre yeniden şekil­lendirilmektedir.

Türkiye’de üst orta gelir grubunun son basamaklarındaki bir azgelişmiş ülke olarak bu süreçten payına düşeni almak­tadır. Özellikle 57. Hükümet’in yarattığı görece istikrar ortamında gerçekleşti­rilen reformlar(l) tamamıyla MAI çerçe­vesinde ve IMF dayatmasıyla gerçekleş­tirilen uygulamalardır. Bankalar Kanunu, Geriye Etkili Tahkim, Mezarda Emeklilik Yasası şimdiye kadar gerçekleştirilen re­formlardan birkaçıdır. IMF’ye stand-by anlaşması için sunulan taahhütleri içeren niyet mektubu ise ülke kaynaklarının altın bir tepsi içerisinde uluslararası finans kapitale sunulduğunun açık bir ifadesidir. Ülke ekonomisinin denetimi bütünüyle IMF uzmanlarının denetimi altındadır, Düyun-u Umumiye ve Kapitülasyonlar geri dönmüştür. Kema­lizm’e sımsıkı bağlı ordumuzun laik cumhuriyeti kurtarmak için yarattığı restorasyon süreci ve onun ürünü 57. Hükümet’in icraatlarının böylesi sonuç­lar yaratması bir paradoks mudur? Evet,

_______________ _ türkiye ekonomisi___

--------------------------------------------- 83 —

Page 84: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

ama ancak iflah olmaz halkçı kemallst, ordu hayranlarımız için.

Uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapılandırılması başlığı altında bahsetmeden geçmememiz gereken bir önemli gelişme de Ecevit’in A BD ziyareti sonrasında imzalanan serbest ticaret anlaşmasıdır. Anlaşmanın tam ismi “ Türkiye-ABD Ticaret ve Yatırım İlişkilerinin Geliştirilmesi Anlaşması” . Anlaşma ilk etapta 5 yıl süre ile yürür­lükte kalacak. Genel olarak MAl’nin ruhuna uygun maddeler içeren anlaş­maya göre iki ülke arasında gerçekleşti­rilecek yatırımlar tümüyle serbestleşti­rilecek; ticaret, hizmetler, çalışma yaşamı ve diğer alanlardaki tüm mevzu­at engelleri ortadan kaldırılacak, serbest bölgelerin kurulması teşvik edilecek. Yine bir gazeteye göre, anlaşmayı tartışan, onaylayan TBMM komisyon­larının başkan ve üyelerinin bile anlaşma içeriğinden haberleri yoktur. Haber alma özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel olan tekelci medyamızın da çabalarıyla emekçi kamuoyunun anlaş­ma ile ilgili yeterli bilgi sahibi olması engellendi. Öcalan’ın bir CIA-Gladio organizasyonu sonucu yakalanması, Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve AB üyeliğinin onaylanması konularında A B D ’nin koyduğu ağırlığın gerekçe­lerinden biri olarak bu anlaşma oldukça önemlidir. -İngilizler, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’ya bağlı orduyu Kütahya’da durdurmalarının karşısında Osmanlı ekonomisini bütünüyle esir almalarını sağlayacak serbest ticaret anlaşmasını imzalatmayı başarmışlardı. II. Mahmut bu olay üzerine kahrından ölmüştü- Önümüzdeki günlerde özel­likle G A P ve depremden etkilenen

__ 84

Marmara bölgelerinde geniş serbest bölgelerin kurulduğuna, buralara özellik­le A BD ve İsrail sermayelerinin önemli oranda akmasına tanık olma ihtimalimiz oldukça yüksektir.

2.2 A LT -E M P E R Y A LİS T LE Ş M E G A Y R E T LE R İ

İkinci etki bütünüyle ilkine bağlıdır. Yani alt emperyalistieşebilmenin yolu uluslararası finans kapitalle kurulan yeni ilişki biçimlerinin olgunlaşabilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin bu konuda emperyalizme önemli oranda güven verdiği ortadadır. Uzunca bir süredir etkilerini hissedegeldiğimiz ABD-Israil- Türkiye ittifakının stratejik bir yönelim olduğu artık iyice belirginleşmiştir.

Sosyalizmin yaşadığı yenilgi sonrasın­da emperyalistlerarası paylaşımın en fazla yoğunlaştığı bölge Avrasya, özel olarak da Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgenidir. Son bir yıla sığan Irak, Yugoslavya ve Çeçenistan savaşları yeniden paylaşım geriliminin kıvılcıma dönüştüğü noktalar olmuştur. Bu bölge bir yandan sahip olduğu enerji kay­nakları bir yandan da emperyalizme yarattığı yeni pazar olanakları açısından paylaşım mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerdir. A B D ’nin 21. yüzyıl stratejisi Avrasya’ya hakim olmak üzerine kurul­muş durumdadır.

Bölge aynı zamanda emperyalist sis­temin zayıf halkaları olan ülkeleri kap­samaktadır. Kapitalist gelişmenin önem­li bir seviyeye ulaştığı, işçi sınıfının önemli bir güç olduğu, sosyalizmin nimetlerinden faydalanmış ülkelerdeki geri dönüş isteğinin büyüyebilme olası-

Page 85: Yol Şubat 2000 Sayı 7

lığı, ülke içi gerilimlerin genelde çok yüksek olması, gelir adaletsizliğinin toplumsal gerilimleri tırmandırması gibi etkenler bu ülkeleri gelecekte olası devrimlerin merkezi haline getirmekte­dir. Bu sebeple bölgeye kelepçe vura­bilmek emperyalist merkezler açısından çok büyük önem taşımaktadır. ABD- Türkiye-İsrail (Ürdün-Mısır) ittifakı O r ­tadoğu’ya kelepçe vurma girişimidir. Son süreçte gündemde olan Balkan ve Kafkas Paktları da bu sürecin parçaları olarak düşünülmektedir.

Türkiye emperyalizmle girmiş bulun­duğu ilişkide alt emperyalistleşme rolüne soyunmuştur. Alt emperyalist­leşme kavramından bölgesinde etkili ve belirleyici bir güç olmayı anlıyoruz. Tabii bu etki ve belirleyicilik önemli oranda gerçek emperyalist güç ile girilen ilişki­den kaynaklanmaktadır.

Finans kapitalin altemperyalistleşme çabasının geleceği ile ilgili ipuçları bula­bileceğimiz iki alanı da bu bağlamda inceleyelim:

2.2.1 Finans Kapitalin Yurtdışı Sermaye İhracı

Finans kapitalin yurtdışı yatırımları son yıllarda önemli oranda artmıştır. Finans kapitalin yurtdışına yönelik mali yatırımları aracılığı ile elde ettiği faiz geliri 1980’lerde 300-400 milyon $ seviyesinde iken bu rakam I997’de 1.9 milyar $’a, 1998 yılında ise Kasım itiba­rıyla 2.2 milyar $’a ulaşmıştır. Türkiye 1997 ve 1998 yıllarında dış borçlarına karşılık sırasıyla 4.6 ve 4.4 milyar $ dış borç faizi ödemiştir. Demek ki finans kapital ödenen yıllık dış borç faizinin neredeyse yarısı kadar yıllık yurtdışı faiz gelirine sahiptir. Toplam yurtdışı mali

yatırımların yaklaşık 50 milyar $ civarın­da olduğu düşünülmektedir. 14

Yurtdışı yatırımları sadece mali yatırımlarla sınırlı değildir. 1998 yılı başı itibarıyla 700 dolayında Türk firması kırktan fazla ülkeye 1.5 milyar $ tutarın­da doğrudan yatırım gerçekleştirmiştir. Doğrudan yabancı yatırımların yöneldiği ülkelerin başında İngiltere (%26.2), Almanya(%l8.5), Fiollanda (%7.6) ve Lüksemburg(%5.8) gibi A B ülkeleri gelmektedir. Bilindiği gibi emperyalist ülkelerin yaptıkları dış yatırımların büyük kısmı kendi aralarında gerçek­leştirdikleri yatırımlardır. Bu dört ülkeyi Azerbaycan takip etmektedir. Azerbay­can’da 60 milyon $’lık Türk doğrudan yatırımı bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye’nin MİT aracılığı ile Azerbay­can’da darbe girişiminde bulunmasını anlaşılır kılabilecek koşullar mevcuttur. Yine Rusya, Kazakistan ve Romanya finans kapitalin sabit dış yatırımlarından en büyük payı alan ülkelerdendir.

Yatırımların yoğunlaştığı sektörlerin başında bankacılık sektörü gelmektedir. Bu sektör toplam yatırımların %52.2’sini toplamıştır. İmalat sanayine yönelik yabancı sabit yatırımlar ise toplamın %22.5’ine ulaşmıştır. Ticaret (% 19.9) ve inşaat (%3.7) ise yine önemli paylara sahip iki sektör olarak dikkat çekmek­tedir.

Dış yatırımların böylesl bir seviyeye ulaşmış olması dış politikayı finans kapi­tal için daha da önemli bir alan haline getirmektedir. Özellikle O rta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik önemli bir yatırım yoğunlaşmasının gerçek­leşmesi mümkündür. Türkiye finans kapitali dünyanın en hızlı büyüyen

85 —

türkiye ekonomisi__

Page 86: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

pazarları olan Çin ve Güneydoğu Asya pazarlarından kendi payına düşeni almak isteyecektir.

2.2.2 Askeri Sınai Kompleksin Gelişimi

Türkiye alt emperyalistleşme sürecinde ilerlemeye gayret eden bir ülke olarak askeri sınai kompleksin gelişimi noktasında önemli adımlar atmaktadır. Bu konuda 15 yıldır sürdürülen savaş önemli bir sermaye birikim olanağı sağlamıştır. Türkiye finans kapitalinin gelişme stratejisi içerisinde askeri yatırımların önemli bir yere sahip bulunduğu bilinmektedir. Ordu, önümüzdeki 20 yıl içinde silah­ların modernizasyonu için 150 milyar S ’lık bir kaynak ayırdığını açıklamış bulunmaktadır. Dünya silah pazarının yıllık 600-700 milyar $ seviyesinde olduğu düşünülürse bu çok önemli bir rakamdır. Bu kaynakların önemli bir kısmı silah ihracatı yoluyla uluslararası silah tekellerine akıtılacaktır. Fakat önemli bir kısmı da yerel askeri sinai kompleksin sermaye birikimi için değer­lendirilecektir.

Yine devlet bütçeleri içerisinde Milli Savunma Bakanlığı’nın aldığı pay büyüm­eye devam etmektedir. Örneğin 2000 yılı bütçesi incelendiğinde Türkiye’nin silahlanmaya, eğitime ve sağlığa ayırdı­ğından daha fazla pay ayırdığı rahatlıkla farkedilecektir. MSB bütçesinin GSMH içindeki payı 1994 yılında %2 iken,1995’te % 1.9, I996’da %2.2, I997’de %2.3, I998’de ise %2.8 olmuştur. 15

Türkiye dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri olmaya devam etmektedir. 1989-1993 döneminde Türkiye toplam 7.73 milyar $’lık silah

__ 86

ithalatı yapmıştır. Bu rakam Ortadoğu’daki tüm komşuların itha­latından daha büyük bir miktara denk düşmektedir. A BD ve Kanada hariç 1993-96 yılları arasında N A T O ülkeleri tarafından verilen silah ihalelerinin %25’i Türkiye kökenlidir.

Türkiye emperyalizm açısından tam bir ateş çemberi olan Balkanlar-Orta- doğu-Kafkaslar bölgesinde N A T O ’nun gerçekleştireceği operasyonların en önemli unsurlarından biri olarak hazır- lanmaktadır. Geliştirilen savaş strateji­leri, bölgede gelişebilecek devrimci ve anti-emperyalist kalkışmalara yanıt üretebilmek amacına yöneliktir. Hantal ve ağır yapı, dar fakat profesyonel ve vuruş gücü yüksek bir seviyeye gelişti­rilmek istenmektedir. Yüksek hareket yeteneği ve kriz bölgesine hızla intikal yine T SK ’nin gelecekteki yapısının stratejik bileşenleridir. N A T O ’nun yeni konsepti dikkate alınırsa Türkiye’nin gelecekteki misyonu daha da anlaşılır bir hale gelmektedir. Bilindiği gibi N ATO , açıkladığı yeni konsepti uyarınca dünyanın istediği ülkesine demokrasi, barış, insan hakları gibi gerekçelerle askeri müdahalede bulunabilecektir. Bu dünya halklarına verilen bir ültimatom­dur. “ Sîzler Fukuyama’nın Tarih’in Sonu tezine ikna olmamakta ısrar edip, yine liberal demokrasi ve serbest piyasa eko­nomisinin dışına taşma yoluna giderseniz karşınızda serbest piyasanın ve liberal demokrasinin ordusu N A T O ’yu bula­caksınız” . Hatta kimi zaman bu kadar ileri gitmek bile gerekmemektedir. Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen Yugos­lavya operasyonu önemli bir ilke imza atmıştır. İlk kez bir ulus devlet, kendi iç sorunları bahane edilerek günlerce

Page 87: Yol Şubat 2000 Sayı 7

bombalanmıştır. Türkiye bu operasyona bilfiil hava kuvvetleri aracılığı ile katılmıştır. Yine incirlik’ten kalkan uçak­lar hergün Irak’ı bombalamaktadır. Türkiye, deprem sürecinde binlerce ton petrolü karşılıksız olarak Yumurtalık’a pompalayan Irak’a şükranlarını bu şe­kilde iletmektedir.

Türkiye finans kapitalinin savaş üze­rine bir gelecek hayal ettiği ortadadır. Türkiye askeri sanayi altyapısına önemli oranda sahiptir. Demir-Çelik üçüncü önemli ihraç maddesi haline gelmiştir. Otomotiv yatırımlarındaki gelişmeler, rahatlıkla silah sanayine dönüşebilecek bir alan yaratmıştır. Son yıllarda doğru­dan silah sanayi alanında yatırım yapan firmaların sayısı önemli oranda art­mıştır. “ Bu kuruluşlardan TAI insansız hava aracı, eğitim aracı, savaş ve nakliye uçağı; TEI uçak m otoru ; FM C -N uro l paletli zırhlı araç; O T O K A R tekerlekli zırhlı araç; RO KETSA N Stinger füzesi ile çok namlulu roketler, MİKES F-16 uçakları için elektronik harp sistemi, Aselsan elektro optik ve güdüm sistem­leri üretmektedir.” 16 Aselsan’ın ürettiği gece görüşlü dürbünler dünya çapında ün kazanmıştır. FNSS şirketi Birleşik Arap Emirlikleri’ne 136 adet zırhlı araç satışına dair bir anlaşma imzalamıştır.

Yine benzeri şekilde son günlerde ortaya çıkan nükleer enerji tartış­malarını da bu başlık altında incelemekmümkündür. Bölgesel bir emperyalist

güç olma gayretindeki Türkiye’nin nük­leer silah üretebilen bir ülke olmadan bu noktaya yükselebilme olanağı çok yük­sek değildir.

SO N U Ç

Türkiye ekonomisine yönelik genel bir bakış daha henüz doğru dürüst bir sanayi ülkesi bile olamamış bir ülke izlenimi uyandırmaktadır. Tarım hala ekonomi içerisinde, eskisi kadar ağırlıklı olmasa da önemli bir yer tutmaktadır. Sanayi altyapısı zayıftır, verimlilik oldukça düşüktür. Emek yoğun malların üretimi ağırlıktadır. Modern teknoloji­lerin ekonomiye adaptasyonu düşüktür. AR-GE harcamalarının payı açısından Türkiye ileri emperyalist ülkeler ile kıyaslandığında çok gerilerde kalmak­tadır. Sanayi şirketlerinin karlarının büyük bir kısmı faiz gelirlerinden sağlan­maktadır. Kapasite kullanım oranları düşüktür. 97-98 Asya ve Rusya kriz­lerinin yarattığı etkiler iç pazardaki daralma ile pekişerek sanayiyi yere ser­miştir. Sanayi yatırımlarının en fazla yoğunlaştığı bölge olan Marmara’da yaşanan depremler imalat sanayisini de oldukça olumsuz yönde etkilemiştir.

Bankalar gerçek misyonlarından tamamıyla kopmuş ve devletin faiz ödemeleri ile kar patlamaları yapmak­tadırlar. Sermaye yapıları son derece yetersiz olan bankalar, borç faiz ödemelerinin bütçe gelirlerinin %88’ini götürdüğü bir süreçte finans kapitale yönelik sermaye aktarımının odağı haline gelmişlerdir.

Türkiye bu altyapısıyla, birbirini besleyen iki süreci bir arada yaşamak­tadır. Dünya koşullarındaki değişmeler Türkiye’yi bu ikili sürecin içerisine sok­muştur. Bir taraftan emperyalist sisteme bağımlılığın her yönden gelişmesi, bir taraftan ise emperyalizmin çıkarları ek-

_______________ türkiye ekonomisi____

------------------------------- 87 —

Page 88: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

şeninde bölgesel jandarma rolünün gelişmesi. Finans kapital halklarımızın geleceğini böylesi bir gidişe ipoteklemiş durumdadır. Bu iki süreç kesinlikle bir­birini beslemektedir. Özellikle A B D ’nin, İsrail-Türkiye ittifakının pekişmesi ve bu ittifaka kısa vadede zarar verebilecek güç olan Siyasal İslam’ın etkisizleşti­rilmesi sonrasında Türkiye yönünde koyduğu irade açıkça ortadadır. 1998 Ağustosu’ndan bu yana yaşanan geliş­meler, ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik sıcak savaş tehditini yükseltmesi ile başlamıştır, finans kapital lehine sonuçlar yaratmıştır. Öcalan’ın yakalan­ması ve Türkiye’ye iadesi, AB adaylığının tescil edilmesi, Türkiye’nin G-20 ülkelerinden biri olarak kabul edilmesi, IMF’nin Türkiye’yle stand-by anlaşması imzalaması finans kapitalin hanesine yazılan gelişmeler olmuştur.

Türkiye’nin gerçek bir bölgesel güç haline gelebilmesi ise sanayisinin “ çağı yakalayabilmesi” ne bağlıdır. Son yıllarda iç borç faiz ödemeleri olarak finans ka­pitale aktarılan kaynaklar böylesi bir hedefin gerçekleştirilebilmesine yönelik­tir. Fakat kaynaklar sabit yatırımlara ge­rektiği oranda yönelmemiştir. Finans kapital 1980’den bu yana çok ciddi biçimde siyasal olarak -zorla- desteklen­mesine rağmen üretim altyapısında ele avuca gelir bir sıçrama gerçekleştire­memiştir. Ekonomik büyüme düzenli sabit sermaye yatırımlarına dayanan ve önü açık bir gelişmeye dayanmaktan ziyade, düşük kur-yüksek faiz oyunu aracılığı ile ülkeye giren sıcak paranın ve faiz gelirlerinin yarattığı suni refahın pompaladığı tüketim artışı ile mümkün olabilmiştir. “Yüksek kamu açıkları ve kısa vadeli sermaye girişi ile desteklenen

_ 88

iç talep genişlemesi büyümenin itici gücü olmuştur. İç talep genişlemesi de tüke­timden kaynaklanmaktadır. Ekonominin reel üretken yatırım araçlarından çok, tüketim ağırlıklı olarak büyümesi, büyü­menin gelecekte gelir artışı yaratma potansiyelinin geliştirilememesi sonu­cunu doğurmaktadır. Bu yapı yurtiçi kaynakların artırılmasını olumsuz yönde etkileyen bir faktördür.” 17

Bütün bu gelişmeler gelir dağılımı açısından tam bir barut fıçısını andıran bir ülkeyi yaratmıştır. Devletin ekono­mideki rolünün yıllardır emme basma tulumba gibi emekçilerden finans kapi­tale yönelik bir değer aktarımının gerçekleşmesine hizmet ettiği ülke­mizde iki Türkiye aynı anda yaşamak­tadır ve bu olgu toplumsal yaşamın her noktasına damgasını vurmaktadır. IMF ile imzalanan stand-by anlaşması ve açılan istikrar paketi iki Türkiye arasın­daki uçurumu daha da büyütecektir. Ulusal gelirin %54.9’u nüfusun en zengin %20’si tarafından paylaşılırken, en fakir %20 ise %4.7’lik payla yetinmektedir. Bu rakam I994’e aittir, ki o yıldan bugüne adaletsizlik büyümüştür. Açlık seviye­sinde yoksulluk varoşlarda sıkça yaşanan bir gerçeklik haline gelmiştir. İşsizlik kentlerde resmi rakamlara göre bile % 19.2 seviyesine ulaşmıştır. Kırlarda gerçekleşecek tarım reformu bu oranı daha da artıracaktır. Sağlık ve eğitime ayrılan kamusal payın sürekli azaltılması, sosyal güvenlik kurumlarının özelleşti­rilmesi gibi uygulamalar toplumsal sefa­leti pekiştirmektedir. Bu ekonomik gerçeklik, bu toplumsal gerilim kaynağı siyasete etkisini türlü biçimlerde koy­maktadır. Merkezi siyasal güçlerin her seçimde daha fazla güç kaybetmesi gibi.

Page 89: Yol Şubat 2000 Sayı 7

türkiye ekonomisi__

Fakat Türkiye Devrimci Hareketi bu süreci kendi yönüne döndürecek gerek­li açılımları gerçekleştirebilmiş değildir.

Medya tekellerinin de yarattığı rüz­garla ortama hakimmiş gibi görünen toz pembe atmosferin dağılması için çok zaman geçmeyecek gibi gözüküyor. Finans kapitalin stratejik hedeflerine yürüme gayreti ile emekçilerin toplum­sal kaynaklardan daha az yararlandırıl­malarına karşı üretecekleri tepkinin çatışması önümüzdeki süreçte iç siyase­tin en önemli dinamosu olacaktır. Toplumsal yaşama denge ve istikrar ha­kim değildir. Bu sebeple gelişmelerin çok büyük bir hızla yön değiştirmesi her zaman olanak dahilindedir. “Türkiye’ye demokrasi gelecek mi?” sorusunun cevabı -ki demokrasinin yanlış kavram- laştırıldığı bir sorudur- A B üyeliği adaylığından çok daha fazla bu gerilim ve çatışmanın sonuçlarına bağlıdır.

D İPN O TLA R

I - Turkey in Statistics 1997, D İE2- Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Prof. Dr. Gülten Kazgan, s. 3363- Gülten Kazgan, a.g.e.

4- “ İşte Tarihi N iyet Mektubu”

5- “ 75. Yılında Sayılarla Türkiye Cumhuriyeti” , D İE

6- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 3547- “ İmalat Sanayiinde İşlendirmenin Yapısı ve Temel Büyüklükleri: 1970- 1995” , Hayri Maraşlıoğlu, İmalat Sanayiinde İstihdam içinde, DİE, s. 948- “ 50 Göstergede Türkiye’nin Nabzı Nasıl A tıyor?” , Ekonomik Forum, 15 Şubat 1998, Yıl 5, Sayı 29- “ İmalat Sanayiinde İstihdam” , Prof.Dr. Tuncer Bulutay, DİE, s. X X II10- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 344I i - “ Ulusal ve Uluslararası Bankacılıkta Rekabet” , Turgut Özkan, İktisat Dergisi, Sayı 387, Şubat-Mart 1999, s. 43

12- Turgut Özkan, a.g.y.13- “ Düşbozumlarınm Yüzyılı” , Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 6 Ocak 200014- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 36315- “Türkiye Savaş Ekonomisi Koşullarında Yaşıyor” , Suat Parlar, Özgür Üniversite Forumu-Türkiye Nereden Nereye?, Sayı 7-8, Nisan-Eylül 1999, s. 86-10116- Suat Parlar, a.g.y.17- “Türkiye’nin O rta ve Uzun Dönemli Stratejik Hedefleri”, Prof. Dr. Orhan Güvenen-DPT Müsteşarı-

Page 90: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Ö. Demir

EMPERYALİST EGEMENLİK İLİŞKİLERİ VE ORTADOĞU1. BÖLGENİN TANIMLANIŞI

Medeniyetin ilk ortaya çıktığı ve geçmişte dünyanın merkezi olarak kabul edilen bu bölgenin, modern tarihteki isimlendirilmesi; kendisinden kaynakla­nan niteliklerle değil, her zaman emper­yalizmin bölgeye bakışıyla bağlantılı olmuştur.

Osmanlı zamanında bölge “ Şark” ola­rak anılır, “ Şark Meselesi” kavramı ise Acem imparatorluklarıyla yaşanan so­runları anlatmak için kullanılırdı. Aynı kavramın 19. yüzyılın sonundan itibaren Batı’nın dilinde ifade ettiği şey; yıkılmak­ta olan OsmanlI’nın egemenliği altındaki toprakların ele geçirilmesi oldu. “ Şark’- ın” haritası birinci savaş sırasında em­peryalist petrol şirketleri tarafından “ kırmızı sınır” olarak çizilmişti.

“ Ortadoğu” ismi ise ilk kez II. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz birliklerinin sorumluluk alanlarından birisini tarif ederken kullanılmış ve bu süreçten son­ra yaygınlaşmıştı. Emperyalizmin litera­türünde “ Şark meselesi” , “ Ortadoğu” olurken, kapsadığı coğrafya da Osmanlı sınırlarından daha ö teye Kuzey A frika ’­dan Hindistan’a kadar genişliyordu.

Şimdi Sovyetler’in çözülmesinin ardın­dan Ortadoğu kavramı yerine, özellikle A BD merkezli değerlendirmelerde Ku­zey Afrika’dan Balkanlar’ı da içine alarak İç Asya’ya kadar uzanan alanı tarif eden

__ 90 ______________________________

“ Büyük Ortadoğu” (Greatest Middle East) veya “Avrasya” kullanılmaktadır.

Fransız kaynaklı tanımlamalar ise; kendi inisiyatif alanı olarak gördükleri Kuzey Afrika’yı, Mısır dahil dışında tuta­rak Ortadoğu’yu; Türkiye, Arap Yarı­madası ve İran’la sınırlandırıyorlar.

Elbette bir şeyin ismini değiştirmek onun kendisini değiştirmiyor, önemli olan verilen isim değil, o şeyin hangi nitelikleri içerdiğidir.

Bölgenin ismini ve çapını belirleyen birden çok coğrafi, siyasal, dinsel nitelik­ten söz edilebilir; İslamiyet, Araplık, petrol, hatta su gibi... Fakat 20. yüzyıl boyunca tüm bunlardan daha belirleyici olan öğe, emperyalist güçlerin bölgeyi tekeline alma çabası olmuştur. Burada genel olarak emperyalizmin değil, em­peryalist güçlerin bölgeyi ele geçirme çabasından söz ediyoruz. Çünkü O rta­doğu dünyanın diğer bölgelerinden fark­lı olarak taşıdığı zenginlik, bulunduğu coğrafya nedeniyle emperyalist, hatta bölgesel sömürgeci güçlerin ilk gözünü diktikleri, ele geçirmek veya elde tutan­ları boşa düşürmek için açık ve gizli savaşların en fazla yürütüldüğü, paylaşım rekabetinin halkların kaderine en çok damgasını vurduğu bölgedir. I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası ele geçirme ve kışkırtmaların en bol örneklerini taşı­yordu, iki kutuplu dünya sırasında bu diyalektik farklı biçimlerde işlemeye

Page 91: Yol Şubat 2000 Sayı 7

devam etti, fakat 90 sonrası bölgenin siyasi haritasının değişmesinin ardından, yüzyılın başında yaşananlardan çok daha fazla, emperyalist güçlerin ve bölgedeki uzantılarının egemenlik kapışmalarına şahit olunacaktır.

2. EMPERYALİST REKABET VE "ŞA R K "D A İN G İL İZ EGEM ENLİĞİ

EM P ER Y A LİST R E K A B ET İN Ö ZÜ

Batılı egemen güçlerin bölgeye müda­halesi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sömürgecilik tarzına değil, dünyanın toprak bakımından paylaşı­mının tamamlandığı ve yeniden paylaşı­mının gündemleştiği emperyalist döne­me denk düşer. Bu önemli bir ayrımdır, çünkü sömürgecilik ilişkilerine yeni bir anlam ve boyut katan emperyalizm; sadece nicelik olarak sömürgeciliği hız­landırmakla kalmayacak, nitelik olarak da yeniden paylaşım ilişkisini sürekli hale getirecektir.

Lenin, tekel öncesi kapitalizmin geliş­me sınırına 1860-1870 yılları arasında vardığını ve emperyalist çağa geçişle bir­likte sömürge fetihleri konusunda ola­ğanüstü bir artış olduğunu söylüyordu. Verilen tarihlere uygun şekilde bölgede­ki sömürgeleştirme girişimleri de hız kazanmıştı. İngilizler, Osmanlı egemen­liğinde olan; Kıbrıs’ı I878’de anlaşmayla, Mısır’ı I882’de, Berbera’yı 1884’te, Sudan’ı I889’da işgal ederek ve Arabis­tan Yarımadası’nın güneyindeki Umman (1892), Kuveyt (1899), Katar şeyhlik­lerini anlaşmaya zorlayarak ele geçirdi. Diğer yandan Fransa; Tunus (1881) ve Cezayir’in bir bölümünü, İtalya; Libya’yı

(1911), Rusya ise Gürcistan’ı, Kuzey Azerbaycan’ı, Ermenistan’ı işgal etti. Bölgede ayrıca 1907 yılında İran’ın kuzeyini Rusya, güneyini ve Afganistan’ı İngiltere nüfuz bölgesi ilan etti.

Klasik sömürge politikasını hızlandır­mak emperyalist aşamaya geçişin önem­li sonuçlarından birisidir, böylelikle kısa sürede dünyanın toprak bakımından paylaşımı tamamlanacaktır, fakat emper­yalizmin ayırdedici karakteristiği tam da bu aşamadan sonra belirginleşir.

“ Dünyanın paylaşılması gerçekleştiği zaman, kaçınılmaz olarak bir sömürge tekeli çağı açılmış,bunun sonucu olarak da dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi yolunda son derece şiddetli bir savaşım başlamıştı.” 1

Dünyanın “ boş” topraklarının fethi süreci bittiğinde, emperyalist güçler eline geçirdiği kadar sömürge ile yetin­medi, aksine tekel çağının zorunlu sonu­cu olarak, sömürge tekelinin de ele geçirilmesi yönünde kıyasıya bir çatış­mayı başlattı. Bu durum emperyalist güçlerin egemenlik arzularının bir sonu­cu değil, kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası uyarınca güç ilişkilerinin değişimi ve değişen güç ilişkilerine göre pay­laşımın yeniden düzenlenmesi zorunlu­luğundan kaynaklanır. Dolayısıyla yeni­den paylaşımın süreklileşmesi ve bunun sonucu olarak savaşlar emperyalist çağın kaçınılmaz sonuçları olmuştur.

“ Kapitalist düzen içinde, nüfuz böl­gelerinin, çıkarların, sömürgelerin pay­laşılması konusu da paylaşmaya katman­ların gücünden, bunların genel ekono­mik, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılan- ların gücü aynı şekilde değişmemektedir,

_________emperyalizm ve ortadoğu___

--------------------------------------------- 91 —

Page 92: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

çünkü kapitalist düzende farklı girişim­lerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. Almanya, yarım yüz yıl kadar önce kapi­talist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaş­tırıldığı zaman Japonya da aynı durum­daydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emperyalist güçlerin nispi kuvvet­lerinin değişmeden kalacağını söyleye­bilir miyiz? Kesinlikle söylenemez.” 1 “ Güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğra­dıktan sonra kapitalist düzende çelişki­lerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” 3

20. yüzyıl boyunca iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar bu tespitleri doğrulamıştır. Emperyalist güçler ara­sında kimi dönem uzlaşmalar da olmak­tadır, fakat bunlar Lenin’in söyleyişiyle iki savaş arasındaki mütareke (ateşkes) dönemleridir, daha ileri değil. Bu dö­nemlerde de emperyalist paylaşım dar­beler, bölgesel savaşlar gibi bir çok bi­çim altında sürdürülmektedir. İkinci sa­vaştan bu yana birden çok yerde, bölge­sel savaşlar kesintisizce süregelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin I. Dünya Savaşı’- nda ölenlerden daha çok olduğu bilin­mektedir. Unutulmaması gereken em­peryalist rekabetin varlığı ve dünyanın ekonomik olarak yeniden ele geçiril­mesinin kesintisizliğidir. Sorunun özü budur.

Emperyalist paylaşımın barışçıl mı, savaş yoluyla mı, yoksa bölgesel uzan­tıları arasında savaşlarla, darbelerle, ambargolarla veya rüşvet yoluyla mı yürütüleceği sorunun biçimsel yanıdır. Bu esas gözden kaçırıldığı zaman emper­yalizmin hareket yasası anlaşılamaz olur.

___ 92

İN G İL T E R E ’N İN SÖ M Ü RG E T E K E L İ

Birinci Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Almanya, Avusturya-Macaristan ve O s­manlI İmparatorluğu’nun oluşturduğu İtilaf Devletleri yenilgiye uğradılar. He­nüz savaşın başında Fransa ve İngiltere’­nin, Osmanlı topraklarını ayrıntılı olarak bölüştükleri Sykes-Picot gizli anlaşması, I920’de San Remo ve ardı sıra bir dizi anlaşma ile resmileşti. Bölgenin ulusal niteliğine göre değil, petrol kuyularına göre çizilen sınırlarla devletler yaratıldı. Klasik sömürgeciliğin lanetli mirası olan bu temelsiz sınırlar, Kürtler ve Filistinli­ler gibi bölgenin en eski halklarını ülke- siz bırakmış, İsrail gibi uzantı, Bahreyn, Kuveyt, Katar gibi petrol kuyusu devlet­leri, hatta Kuveyt ile Suudi Arabistan arasındaki “Yansız Bölge” gibi “ devletsiz ülke” de yaratmıştı. İngiliz Sykes ve Fransız Picot’un Paris’te bir otel lobisin­de cetvelle çizdikleri sınırlar, günümüze dek bitmez tükenmez savaş ve iç savaş­larla yeniden yeniden inkar edilecektir.

Sonuçta; daha önceki sömürgelerine ek olarak, Lübnan ve Suriye Fransa’ya, Irak, Ürdün ve Filistin ise İngiltere’ye geçiyordu. Arabistan Yarımadası’nda ka­lan topraklar bölgedeki Arap şeyhleri Osmanlı’ya karşı ayaklandırılarak süreç içinde İngiltere’nin nüfuzuna girmişti. Diğer önemli gelişme İngiliz mandasında olan Filistin’in Yahudi göçüne açılması ve İsrail’in emperyalizmin uzantısı olarak bölgeye yerleştirilmesiydi.

Birinci savaşın ardından İngiltere genelde sömürge tekelini, bölgede ise bilinen enerji kaynaklarının büyük bölü­münü ele geçirmişti. “ Üzerinde güneş

Page 93: Yol Şubat 2000 Sayı 7

batmayan” imparatorluğun, askeri üstünlüğüne dayanan egemenliği, bugü­nün A B D ’sinin bölgedeki inisiyatifiyle karşılaştırılamayacak kapsamda ve de­rinlikteydi. İran (para basma, petrol, tü­tün, demiryolu vs. tekeliyle) ve Suudi İmparatorluğu (anlaşmayla statüsü belir­lenmişti) yarı sömürgeleri; Hindistan, Irak, Ürdün, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Sudan ve Suudi Arabistan Yarımadası’nda Yemen ve Umman’ın bulunduğu Aden bölgesi ise sömürgeleriydi. Bölgenin asli ganimeti olan petrol ise ilk olarak İran’­da I908’de çıkmış bu alanın işletim te­keli İngiltere’nin eline geçmişti. O tarih­lerde bilinen en önemli yataklar olan Musul petrollerinde ise üretim I927’de başlamıştı. Musul’da önce “Türk Petrol­leri Şirketi” , daha sonra “ Irak Petrolleri Şirketi” adıyla petrolü işleten konsorsi­yumun dörtte üç hissesi İngiltere’ye aitti ve ayrıca “ kırmızı hat” denilen sınırlar içindeki (Osmanlı sınırları ve Arabistan Yarımadası’nın Kuveyt dışında tümü) petrol imtiyazı bu şirketin tekelindeydi.

OsmanlI’dan sonra “ Şark” daki egemen güç İngiliz emperyalizmi oldu.

K A R Ş IT U N S U R LA R

Birinci savaşın ardından İngiliz İmpara- torluğu’nun gücü doruk noktasına ulaştığında klasik sömürgecilik de dünya yüzeyinde en geniş coğrafyayı işgal edi­yordu. Fakat aynı dünya gerçekliği; klasik sömürgeciliğin maliyetini olağan­üstü artıran ve dolayısıyla İngiliz emper­yalizminin bir sömürge tekeli oluştur­masını engelleyen bir çok karşıt unsur da barındırıyordu. Bu unsurlar impara­torluk ve klasik sömürgeciliği ulaştıkları

doruk noktasından itibaren parça parça çözmeye başlayacaktır.

İngiliz İmparatorluğu’nun egemenliğini kabalaştırması karşısındaki birinci engel Bolşevik Devrimi’ydi. Devrim sadece Rusya’yı emperyalist rekabetten çek­mekle kalmadı, ezilenlerde yarattığı kur­tuluş umuduyla metropollerde sınıf hareketini ve sömürgelerde ulusal hare­ketleri ateşledi. Daha önemlisi oluştur­duğu güç dengesi ve anti-emperyalist mücadeleleri destekleme politikasıyla, kurtuluş savaşlarının en önemli uluslara­rası dayanağı oldu.

İkinci engel yirmili yıllardan itibaren başlayan ve ikinci savaşın ardından çığ gibi yükselen ulusal kurtuluş hareket­leridir. Bölgede ulusçuluk oldukça kar­maşık bir nitelik arz etmiştir. Daha sınır­lı olmak üzere İslamiyet’in devrimci yorumunu temel alan ulusçuluk ya da baskın olarak Sovyet Devrimi’nin etki­siyle şu veya bu tonda sosyalist renkler taşıyan ulusçuluk (Baas Hareketi, daha sonraları Nasır ve Kaddafi çizgisi) ya da bugün de varlığını gösteren önceleri Osmanlı’ya karşı İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin, daha sonra da emper­yalist güçlerin birbirlerine karşı kışkırt­tıkları, kimi zaman emperyalist güçlerin basit piyonları, kimi zaman da güçler arasında dengede oynayan bir politika yürütmüş ve emperyalist müdahaleye bölgede hareket alanı açan “ ulusçuluk” - tan söz edilebilir. Fakat ulusalcılığın üç türü de farklı açılardan klasik sömürge­ciliğin maliyetini artırmaktaydı. Ulusal hareketlerin yükselişi askeri harcamaları artırmaya zorluyor, askeri harcamalar­daki artış ise başlangıçta metropol ekonomisinde bir canlılık yaratsa da, giderek daha çok sermayenin üretken

_________emperyalizm ve ortadoğu___

--------------------------------------------- 93 —

Page 94: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

ve geri dönüşü olmayan alanlara kay­ması gibi önemli bir dezavantaja yol açıyordu.

Üçüncü önemli unsur ise; başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçlerin oluşan statükoya ve sömürge tekeline itirazları ve bu yöndeki girişimleriydi.

A B D ’nin birinci savaş sonrasında sömürgelerin tüm güçlere ekonomik olarak açılması isteği, İngiltere ve Fransa tarafından reddedilmişti. Buna karşılık, Latin Amerika’da geliştirdiği yeni sömür­geci metotların deneyimine sahip olan ABD, bölgedeki İngiliz egemenliğini ve sömürgelerini parça parça kemirmeye başladı. Bir yandan Arap ulusçuluğunu kışkırtarak; Arabistan Yarımadası’nda çıkan iç savaşta İngiltere’nin yönlendirdiği Şerif Hüseyin’e karşı Suud’ları destek­lemiş, Suudi Krallığı kurulduğunda(l932) tüm ayrıcalıkları ele geçirmişti. Diğer yandan iktisadi sızma yöntemleriyle; “ kır­mızı hat” anlaşmasını tanımayarak İran (1921), Bahreyn ve Suudi Arabistan’la yaptığı anlaşmalarla (1933) bölgedeki emperyalist tekelin en önemli ganimeti olan petrolde payını giderek artırmıştı. “ 1938’den I948’e kadar olan dönemde Ortadoğu’da üretilen petroldeki Ameri­kan payı % 13,9 dan %55,2’ye çıkmıştı.” 4 Ortadoğu’nun egemenlik haritasında A BD lehine bu tarzdaki bozulmalar ikinci savaşa kadar devam edecektir.

Ö te yandan 1929 dünya bunalımının yıkıcı sonuçları metropollerde devrim- karşı devrim süreçlerini hızlandırmış, emperyalist paylaşımda geride kalan Alman, Japon ve İtalyan finans kapitali, iktidara gelen faşist yönetimler aracılı­ğıyla hızlı bir militarizasyona girişmişler­di. Çok geçmeden bu güçler İngiliz sö­

mürge tekelini askeri yönden ihlal etme­ye başladılar. Japonya 1931 ’de Mançur- ya’yı ve 37’de Çin’i, İtalya 1934’te Eti­yopya’yı işgal etti. Almanya’nın 38’de Avusturya’yı işgalinin ardından emper­yalist paylaşım bir kez daha dünya sava­şına sıçradı.

Ortadoğu’da İtalya ve Almanya ittifakı bir yandan Fas, Tunus, Cezayir ve Mı­sır’ın çeşitli bölgelerini işgal ederken diğer yandan Araplar’ı da kışkırtmaya çalıştılar. Kendisini “ Müslümanlar’ın Ha­misi” ilan eden Almanya; İngiltere’ye karşı “ cihad” ilan eden fetvaları radyo aracılığıyla propaganda malzemesi ola­rak kullanmaktan, kimi ayaklanmaları (Irak 1941 ordu ayaklanması, İngiliz askeri müdahalesiyle başarısızlığa uğray­acaktır.) desteklemeye kadar bir çok girişimde bulundu. Fakat esasta mihver devletlerin Ortadoğu’ya müdahalesi petrolün diğer yatağı olan Kafkaslar’ın ele geçirilmesinin ardından, güneye sarkma biçiminde planlanmıştı. Alman birlikleri, Moskova önlerinde Kızıl Ordu tarafından ezildiğinde bu planlar da boşa düşecektir.

Sonuçta ulusal hareketler ve emper­yalist rekabet, İngiliz İmparatorluğu’nun salt askeri üstünlüğe dayanarak sömürge tekelini korumasını imkansızlaştırmıştı. Aynı sorunlar ikinci güç olan Fransa için daha fazla belirleyici olmuş ve klasik sömürgecilik, bu en zayıf halkasından kı­rılmaya başlamıştı. Lübnan ye Suriye’de 1941 ’de başlayan ayaklanmalar, i 946'da Fransız askerlerinin püskürtülmesiyle bağımsızlıkla sonuçlanacaktı. Gelen yıl­larda ise Ortadoğu’yu kurtuluş savaşları yangını saracak ve klasik sömürgecilik ele geçirdiği topraklardan teker teker çekilmek zorunda kalacaktı. 5

__ 94

Page 95: Yol Şubat 2000 Sayı 7

3. YEN İ G Ü Ç D EN G ELERİ

II. Dünya Savaşı sonrası dünya güç dengeleri çok köklü değişimlere uğradı. Japonya ve Almanya emperyalist reka­betten, İngiltere ise egemen güç olmak­tan düştü. Dünya, SSCB ve A BD şahsın­da sosyalizm ve emperyalizm dengesine oturuyordu. A B D ’nin yükselişine rağ­men, “ bir bütün olarak “ emperyalizm, sosyalizm karşısında bir çok cephede yenilgiye ve muazzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Gelecek yıllarda emperyalist­ler arası ilişkinin niteliğini tümüyle bu yenilgi belirleyecektir.

Emperyalist kamp Nazi Almanyasfmn Sovyetler’i dize getireceğini bekliyordu. Tam tersi oldu. Sovyetler, Avrupa’nın yarısını da kapitalizmden kopardı. Kalanı ise sosyalizmin kazandığı itibar ve sava­şın yıkıcı etkileri nedeniyle devrim teh­didi altına girmişti. Birinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısın­dan dönüşü egemenlerin hafızalarından silinmediği için, emperyalizm önce cep­he gerisinde savaşmak zorunda kaldı ve ABD tüm olanaklarını Avrupa’da kapi­talizmi yaşatmak için seferber etti.

Dünya kapitalizminin dümeni 60’ların ikinci yarısına kadar A B D ’nin elindeydi, kurumlan da (IMF, O EC D ), kuralları da (Bretton W oods) o belirliyordu. Tek başına dünya G SM H ’sının üçte birini gerçekleştiren, eski rakipleri Almanya ve Japonya’nın anayasalarını askerinin gölgesinde yazdıran ABD, “Amerikan çağı” nın başladığına inanmıştı. Fakat Avrupa’yı kendi çıkarları yönünde imar ederken kaçınılmaz olarak egemenliğini alttan alta oyacak dinamikleri, karşıt­larını da üretti.

A B D ’nin, Avrupa kapitalizmine göre çok daha hızlı geliştiği bilinir. Bunun en önemli nedeni; feodal dönemi yaşama­ması, yani eski üretim teknikleri ve iliş­kilerinin engeline takılmadan yarışa baş­lamasıdır. Marx’ın söyleyişiyle A B D ’de “geçmiş geleceğin üzerine kabus gibi çökme” miştir. Savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın yıkılmış ekonomileri aynı zamanda geri tekniklerin de ortadan kalkması demek oluyordu. Bu ülkeler sanayilerini inşa etmeye günün en ileri teknikleriyle başladılar ve engellerden sıyrılmış ekonomi A B D ’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve büyük bir yenilenme ola­nağı da yarattı. 60’lar sonrası yaşanan hızlı ekonomik büyümenin (boom) kö­kenlerini burada da aramak gereklidir.

Savaş sonrası eşitsiz gelişme yasası bu temelde işleyecek ve 70’lere gelindiğin­de emperyalist güç dengelerini bir kez daha değiştirip, A B D ’nin ikinci savaş sonrası koyduğu ekonomik ve siyasi dayatmaları adım adım boşa düşürmeye başlayacaktır.

Savaşın geriden gelen sonuçları dünya haritasını değiştirmeye devam ediyordu. Klasik sömürgecilik dünya nüfusunun en yoğun olduğu bölgelerde peş peşe yıkılı­yor ve Çin’de olduğu gibi ulusal kurtu­luştan sosyal kurtuluşa yöneliyordu. (47’de Hindistan, 49’da Çin ve Endonez­ya Devrimleri). Sosyalizm tehlikesi met­ropollerden sonra sömürgelere sıçra­mıştı. Bu dalga karşısında sömürge teke­linin askeri yükünü taşıyamayan İngilte­re, patronluğu ve aynı zamanda kapita­lizmin dünyasal sorunlarıyla boğuşmayı A B D ’ye bırakıyordu. Önce Yunanistan ve T C ’ye dönük taahhütlerinden vazge­çip bunları A B D ’ye devredecekti. Bölge-

_________emperyalizm ve ortadoğu___

--------------------------------------------- 95 —

Page 96: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

nin diğer alanlarında ise devir teslim; sözü edilen tehditler nedeniyle bir yan­dan Anglo-Amerikan ittifakı biçimini alırken, diğer yandan İngiltere’nin lehine olan sömürge ayrıcalığının A BD lehine “yeniden paylaşımının” çelişkilerini içe­recekti.

4. O R TA D O Ğ U 'D A A B D EG EM EN LİĞ İ

S O Ğ U K SA V A Ş DÖNEM İ (1947-1969)

A BD emperyalizmi savaştan üstün çık­manın verdiği güvenle sömürge tekelini ele geçirmeye soyunuyordu. Bu süreç kimi zaman iki dünya savaşında olduğu gibi silahlı paylaşım tarzında (Kore gibi), kimi zaman askeri işgal yoluyla (Yunanis­tan, Vietnam, Lübnan gibi) çoğunlukla da Fransa ve İngiltere’ye karşı ulusal hare­ketleri kışkırtma ve darbeci yöntemler­le hegemonyayı ele geçirme biçiminde işleyecektir.

A B D ’nin sözü edilen iktisadi düzen­lemelerini, “ Hür Dünya, Demokrasi, Özgürlük” şiarları etrafında komünizme karşı muazzam bir ideolojik saldırı kam­panyası izlemiş ve ardından bunları ta­mamlayan askeri doktrinler geliştiril­mişti. Soğuk Savaş diye de adlandırılan bu dönemde; Truman (1947) ve Eisen­hower (1957) doktrinleri ilan edildi.

A B D ’nin Ortadoğu politikası genel hatlarıyla Sovyetler’i alanın dışında tut­mak, ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkisizleştirilmesi için askeri olarak böl­geye nüfuz etme ve egemenliğinin gani­meti olarak ayrıcalıkları ele geçirme üzerine kuruluydu.

__ 9 6 ______________________________

Truman doktriniyle Sovyetler’i askeri olarak kuşatma (containment) politikası bir taraftan N A T O ’nun kuruluşunu hazırlarken diğer yandan bölgede askeri üsler oluşturmaya girişti. TC ve Yuna­nistan’a yapılan 400 milyon dolarlık askeri-ekonomik yardımla, her iki ülke­ye de Amerikan üsleri yerleştirildi. Aynı program çerçevesinde Suudi Arabistan’- a ve Bahreyn’e de Amerikan üsleri açıldı ve “ Ortadoğu Gücü” (M IDEASTFOR) adıyla yeni bir askeri birlik oluşturuldu. Truman doktrini kapsamındaki temel adımlardan birisi de İngiltere’nin itiraz­larına rağmen askerlerinin Filistin’den çekildiği gün (1947), A B D ’nin himaye­sinde İsrail Devleti’nin ilan edilmesidir. Bu gelişme birinci İsrail-Arap Savaşını başlatmıştı.

Aynı dönemde gerçekleşen İran olayı, hem A B D ’nin Latin Amerika’da uygu­ladığı darbeci tarzın bölgedeki ilk örneği idi, hem de emperyalist inisiyatifin el değiştirme biçimini gösteriyordu. Mayıs 1951’de Komünist Parti T U D EH ’in de desteklediği ulusalcı Musaddık hüküme­ti iktidara geldiğinde tamamı İngiltere’ye ait olan Anglo-Pers (geleceğin BP’si) petrol şirketini millileştirecek ve mo­narşiye son verecekti. Buna karşılık İngiliz donanması alarma geçirildi, fakat sonuç alamadı. Musaddık hükümeti Ağustos 53’de C lA ’nın örgütlediği dar­beyle devrildi ve Şah yeniden iktidara getirildi.6 Müdahale, İngiliz şirketinin ye­rine kurulan konsorsiyumun yüzde 40 hissesiyle birlikte, İran’da inisiyatifin A B D ’ye geçmesini sağladı. İngiliz ayrıca­lıklarına A B D ’nin vurduğu önemli dar­belerden birisi buydu.

İkincisi ve daha ağırı Süveyş Krizi’nde olacaktır. 26 Temmuz 1956’da Mısır

Page 97: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Devlet Başkanı Nasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, İsrail’i de dahil ede­rek Mısır üslerini bombalamaya ve Sina Yarımadası’nı kuşatmaya giriştiler. Sov- yetler’in işgale karşı son derece sert tutum alması ve A B D ’nin destek ver­meyip, işgale karşı Birleşmiş Milletler’de Sovyetler’le aynı yönde oy kullanması nedeniyle bu girişim başarısızlığa uğraya­cak ve Nasır savaştan siyasi zaferle çıkar­ken İngiltere Başbakanı istifa etmek zo­runda kalacaktı. 56 Aralığı’nda Süveyş’­ten askerlerinin çekilmesi İngiltere’nin Mısır’da olduğu gibi Ortadoğu’daki ege­menliğinin de bitişini göstermekteydi.

Nasır, Batı’yla ilişkisini kesip tümüyle Sovyetler’e yakınlaşmış, Suriye’de 54’te iktidara gelen Baas-Komünist koalisyonu da Sovyetler’le yakın ilişkiler geliştirmiş­ti, Lübnan’da ve Ürdün’de halk ayaklan­maları başlamış, Cezayir, Tunus ve Fas’ta ayaklanmalar iç savaşa dönüşmüştü.

Ayrıntı, ancak bir eğilimin başlangıcı olarak; A BD inisiyatifinde tespit edilmiş olan, petrol işletimi için üretici ülkelere %50 olarak verilen payı; ilk kez İtalyan ENİ 7 şirketi İran’a %75 olarak önerdi­ğinde, bu haber petrol dünyasını alt üst etmişti. Diğer yandan Japonya da benzer önerileri Suudi Arabistan ve Kuveyt’e yapıyordu. Diğer emperyalist güçler toparlanıyor ve iktisadi yöntemlerle Ortadoğu’ya sızmaya çalışıyorlardı. Bu girişimler bölge p e tro lle rin in dünya pazarındaki payının artmasına ve üretici ülkelerin elinde daha fazla sermaye birikmesine yol açacaktı.

A B D ’nin bölgeye asıl girişi I957’de ilan edilen, Eisenhower doktriniyle ola­caktır. Bu doktrin bölgedeki hegemonya

boşluğunu askeri güçle doldurmayı plan­lıyordu.

Bu plan açıklandığında Sovyetler Birliği, İngiltere, A BD ve Fransa arasında imzalanacak, altı maddelik bir anlaşma önermişti. Hiçbir yankı bulmayacak bu anlaşmaya göre “ bölgedeki sorunların barışçıl çözümü, içişlerine karışmama, Ortadoğu’nun bloklar arası politikaya karıştırılmaması, askeri üslerin kaldırıl­ması ve yabancı kuvvetlerin çekilmesi, silah satılmaması ve egemenliklerini ihlal etmeyen ekonomik yardımlar yapıl­ması.” 8 öneriliyordu. Barış önerisi, dur­gunluğa girmiş Amerikan ekonomisine yeni bir açılım olarak düşünülen -gene­rallikten gelen Eisenhovver’in ifade ettiği tarzda- “ askeri sınai kompleks” in gelişti­rilmesine aykırı bir istekti.

Doktrine TC, Pakistan, Lübnan Ye ayaklanma tehdidi altında olan Ürdün hükümeti ilk elden olumlu yanıt verdi. Ardından Irak, Afganistan, Yunanistan, İsrail, Suudi Arabistan, Libya, Tunus, Fas doktrini kabul ettiklerini açıkladılar. Yapılan anlaşmada “ uluslararası komü­nizmin saldırısı” halinde A B D ’nin müda­hale edeceği maddesine, “ dolaylı saldırı” da eklenerek, iç muhalefete karşı da Amerikan müdahalesi yasallaştırıyordu. Bu maddeye dayanılarak 57’de ABD, Ürdün’deki halk ayaklanmasına müda­hale için VI. filosunu Beyrut açıklarına getirdi ve 58’de aynı gerekçeyle Lüb­nan’ı işgal etti. Bu gelişmelere karşılık Mısır ve Suriye Sovyetler’le kapsamlı as­keri anlaşmalar imzalayacaktır.'

Sovyetler’le dünyanın bir çok yöresin­de süngü süngüye gelse de; A BD ekono­mik, askeri ve siyasi egemenliğini kapita­list dünyanın her tarafına yayabileceğine

_________emperyalizm ve ortadoğu___

--------------------------------------------- 97 —

Page 98: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

inancı tamdı. Kore’ye müdahale etmişti, Ürdün’e, Lübnan’a müdahale etti, Latin Amerika zaten sorgusuz girdiği bölgeydi, Japonya’da 50 bin, Almanya da 250 bin­den fazla askeri bulunuyordu. İngiltere artık rakip olmaktan çıkmıştı. Burnu­nun ucunda patlayan Küba Devrimi bu inancı sarsmışsa da ortadan kaldırma­mıştı. On yıl boyunca dünyanın her tara­fında patlak veren kurtuluş hareketleri A B D ’nin dünya egemenliği hayalini sürekli erozyona uğrattı. Fakat metro­pollerde büyük kitle hareketleriyle ge­len Vietnam Devrimi bu hayaline ölüm­cül darbeyi vuracaktı.

“A M ER İK A N Ç A Ğ I” N IN SO N U

Vietnam yenilgisini “Vietnam sendro- mu” na dönüştüren neden; sadece A B D ’nin on binlerce askerini bataklık­larda bırakıp kaçtığı için değildi. Bu ye­nilgi, dünyanın en büyük savaş aygıtının acizliğini gösterdiği ve A B D ’nin dünya egemenliği hayalini yerle bir ettiği için, bir sendroma dönüştü.

Vietnam’ın bir dönüm noktası olduğu aynı yıl ilan edilen Nixon doktriniyle kanıtlanıyordu. Buna göre; II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üstlenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetimlerin görevinin, dünya­nın neresinde çıkarsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın olmasını önlemek’ 9 olduğu söyleniyordu.

ABD, ilk kez Sovyetler’le nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, elbette barışseverliğinden değil

__ 98

Amerikan ekonomisinin içinde bulundu­ğu krizle bağlantılıydı.

60’ların ortasına kadar diğer emperya­list güçler ekonomik açıdan A BD ile rekabet edebilecek güçte değildi. Ame­rikan malları dünya pazarlarını elde tut­maya devam ediyor, ileri teknoloji gerektiren dallarda da A BD egemenliği­ni sürüyordu. Fakat demir-çelik, daya­nıklı tüketim malları, otomotiv gibi stan­dart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Am e­rikan pazarında etkili olmaya başladılar. Dış ticaret açığı sürekli büyüyen ABD, korumacı önlemler almak, aşırı ithalatı azaltmak amacıyla doların değerini düşürmek zorunda kaldı. İkinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton W oods Anlaşması’nı (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın iti­razlarına rağmen tek yanlı iptal etti. Kanserleşmiş askeri sınai kompleksin harcamalarını sınırlandırarak, standart sanayiler için kaynak yaratmak zorunda kalacaktı. 70’lerin başında dünya ekono­misinin girdiği durgunluğun da etkisiyle ABD; artık dünya ekonomik sistemini belirlemekten çok uzaktı. “Amerikan Çağı” hülyası Vietnam’dan sonra ikinci darbeyi de ekonomik cephede alıyordu.

Nixon doktrininin Ortadoğu’ya yansı­ması ise, güçlü bölgesel işbirlikçiler yara­tılması biçiminde oldu. En fazla “ insan hakları, demokrasi, barış” denildiği dö­nemde, Üçüncü Dünya’nın faşist ve iş­birlikçi devletleri özel olarak destek­lenip güçlendirildi.

Hem eldeki silah stoklarının eritilme­si ve standart sanayilere kaynak aktarıl­ması, hem de bölgesel jandarmalar ya-

Page 99: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ratmak amacıyla; bölge ülkelerine uygu­lanan silah ambargosu kaldırıldı. 65’lere kadar Avrupa, Kanada, Japonya’ya dö­nük olan Amerikan askeri yardım prog­ramı (FMS-silah satın alınmaya bağlanmış krediler), tümüyle Ortadoğu’ya döndü. Başta İsrail, ardından İran ve Suudi Ara­bistan bu programlar çerçevesinde ola­ğanüstü silahlandırıldı. A B D ’nin bölge­deki uzantısı olarak İsrail’in bu program­daki yeri, diğer işbirlikçilerden her zaman daha ayrıcalıklı olmuştur. 1967’- den bu yana, yılda 2-3 milyardan az ol­mamak üzere toplam 82 milyar dolarlık bir yardım alan İsrail; yapılan teknoloji transferi nedeniyle de silah ihracatçısı konumuna yükseltildi. Deniz tarafı dışın­da hukuki sınırı belli olmayan bu ülke, kuruluşundan itibaren bölgedeki silah­lanma ve savaşın doğrudan ya da dolaylı katalizörü olacaktır.

Tahtını “ tanrıya ve A B D ’ye” borçlu olduğunu söyleyen Şah, bu programın diğer müşterisiydi. “ 70-78 arasında İran ordusu 161 bin kişiden 413 bin kişiye ulaştı ve Amerika, tarihinde ilk defa bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne istediği kon- vansiyonel silah satışını kabul etti. Petrol fiyatlarının 73’te tırmanması İran’ın silah aliminin da büyümesine yol açtı. 70-74 yılları arasında silah alımına harcanan para 135 milyon dolardan, 4.3 milyar dolara fırlamıştı. Alınan silahların büyük çoğunluğu dönemin en gelişmiş silahları olduğundan, silahların nasıl kullanıldığını göstermek için bu ülkeye gelen Ameri­kalı danışman sayısı bir kaç yüz kişiden, 78’de otuz bin kişiye ulaşmıştı.” 10 Bu militarizasyon İran’ın iç politikasına; C IA eğitimli SAVAK ajanlarının her türden demokratik istemi işkencehanelerde boğması olarak yansıdı. İşbirlikçileri

A B D ’nin istediğinden daha fazlasını yapıyordu.

P E T R O L E KA R ŞI S İLA H

A B D ’nin yeni yönelimi; Ortadoğu petrolünün dünya pazarındaki payının hızla artmaya başladığı (40’lı yılların ba­şında 500 milyon ton, 60’lı yılların so­nunda 2.200 milyon ton) bir döneme denk geliyordu. Bu dönemde emperya­list güçlerin artan petrol ihtiyaçları, aralarındaki rekabetin fiyatları yükseltişi ve özellikle millileştirmeler, üretici ülke­lerin elinde giderek daha fazla sermaye birikmesine yol açmıştı. Emperyalist ekonomi açısından petrolün istikrarlı akışını sağlamak ne kadar önemliyse, bu biriken kaynakların uluslararası sermaye hareketine dahil edilebilmeside o kadar önemlidir. Bunu sağlamanın yollarından birisi ekonomik entegrasyon oldu. Özellikle Körfez bölgesindeki altı ‘devlet’in, (Kuveyt, Umman, BAE, Bah­reyn, Suudi Arabistan, Katar) emperya­list şirketlerle girdikleri ortaklık ilişkileri ve banka mevduatları aracılığıyla petro- dolarlar geri dönebiliyordu.” 1973-1981 döneminde O PEC ’in elde ettiği tahmini 400 milyar doların %80’i gelişmiş ülke­lerin banka ve şirketlerine yatırıldığı tah­min edilmektedir. Yine Arap-Fransız Bankaları Birliği Başkanı’nın ifadesine göre 1989 yılı sonunda Araplar’ın yurt dışı bankalarda kamu ve özel sektör dahil bloke ettikleri miktar 670 milyar doları geçmekteydi.” " Yeri gelmişken bu entegrasyonun, Güneydoğu Asya’nın Japonya ile ya da Avrupa’nın güneyinin kuzeyiyle, hatta Latin Amerika’nın A BD ile olan ekonomik entegrasyonuyla ala-

_________ emperyalizm ve ortadoğu___

--------------------------------------------- 99 —

Page 100: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

kası olmayan, hiç bir gelişime yol açma­yan bir ekonomik bütünleşme tarzı olduğunu söylemek gereklidir. Petrol üretici ülkelerin bunca seneden sonra hala ekonomileri; “ BAE’de %60, Irak’da %99, Suudi Arabistan’da %86, Kuveyt’te %88, İran ve Katar’da %91 oranında pet­rol gelirlerine bağlıdır.” 12

Petrol gelirlerinin emperyalist kasalara aktarımının başat mekanizması ise silah­lanma ve bölgesel savaşlardır. “ 1970 ile 1980 yılları arasında Arap ülkeleri petrolden 2 trilyon 400 milyar dolar gelir elde ettiler. Ve bu rakamın 155 milyar doları doğrudan silah alımına I trilyon doları da dolaylı savunma harca­malarına gitti.” 13 Savaş; silahlanma ile açık değer aktarımı sağladığı gibi, bölge ülkelerinin zaten kaynaklarının çok sınır­lı bölümüyle geliştirebildikleri alt yapı ve sanayi varlığını sürekli tırpanlayarak; silah dışındaki ihtiyaçlar açısından da emperyalizme değer aktarımını sağlayan bir araç olmuştur. 8 yıl süren İran-lrak Savaşı’nın ardından İran, ülkesinin yeni­den ayağa kalkabilmesi için gerekli para­nın 300 milyar, Irak ise 50-60 milyar do­lar olduğunu açıklamıştı.

Monarşik ve faşist diktatörlüklerin iktidarlarını koruma amaçlı iç çatışmala­rı, sınır anlaşmazlıkları, suni olarak yara­tılan çelişkiler ve hepsinden önemlisi emperyalist rekabet, savaşı bölgenin ayrılmaz parçası, bir iktisadi unsuru hali­ne getirmiştir.

Petrodolarların gerek iktisadi yöntem­lerle gerekse silaha karşılık olarak ele geçirilmesinde; ABD dışındaki emperya­list güçler de söz sahibiydi. Petrol ithali­nin %80’ini bölgeden karşılayan Almanya “ petrole karşı silah” ilişkisinde yerini

_100

daha 1962’de, 250 uzmandan oluşan bir ekiple Mısır’da füze geliştirme programı yürüterek almıştı. Ortadoğu’daki biyolo­jik kimyasal silahların çoğu Almanya kö­kenlidir. 79 Devrimi’nden sonra A B D ’- nin ambargosuna rağmen İran’la yüksek silah teknolojisi aktarımından, petrol yatırımlarına kadar on milyarlarca dolar­lık bir ekonomik ilişki geliştirmişti. Yine Japonya özellikle elektronik dalında İran’da kapsamlı yatırımlara sahiptir. Petrol ithalatının %89’unu yine Ortado­ğu’dan karşılayan Fransa; A B D ’nin nük­leer tekelini reddedip N A T O ’dan ayrıl­dıktan sonra, bu sektörde A BD ile reka­bet eder duruma geldi. İsrail’in nükleer tesislerini kurduğunda sorun çıkmamıştı, ama aynı tesisleri Irak’ta kurunca (1980), A B D ’nin kışkırtmasıyla; çeşitli sabotaj girişimlerinin ardından İsrail Hava Kuv­vetleri 8 I yılında Irak’ın nükleer reaktör­lerini yerle bir etti. Tabi ki İsrail’in Irak’a bu saldırısı A B D ’nin bölgedeki Fransız girişimlerine saldırısı demek oluyordu. Emperyalist rekabetin 60’lı yılların so­nundan itibaren giderek sertleşmesi önce bölge de sonuçlarını gösterdi.

A B D E G EM EN LİĞ İN İN A S K E R İ N İT E L İĞ İ

Nixon ve onu izleyen Carter döne­minde uygulanan ekonomik strateji, askeri harcamalardaki kısıntı nedeniyle kısmi bir genişleme yaşadıysa da, istih­dam yaratıcı sanayiler beklendiği düzey­de gelişmedi. “ 1955’den 1985’e değin geçen süreçte makine aletleri üretimi %40.5’den % \ 1.54’e, bu alandaki dış sa­tım %25’den %5’lere düşmüştü.” 14 1970’Ierin sonunda enflasyon ve işsizlik

Page 101: Yol Şubat 2000 Sayı 7

hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürü­yordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırı­ma dönüştürebilirken A BD ancak % I2 ’- lik bir seviye tutturabilmişti.

Siyasi hegemonya için daha çok savaş sanayisi ile, ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar A BD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişkiyi o dönemdeki siya­si gelişmeler çözecektir.

79’a gelindiğinde İran, Nikaragua Dev- rimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alanlarını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yöne­timi önceki dönemin tersine bütün ağır­lığıyla ekonominin militarizasyonuna yö­neldi. Askeri sanayi, onun araştırma ge­liştirme çalışmalarıyla beslenen bilgisa­yar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü ser­maye birikiminin öncü sektörleri kabul edildi.

Reagan döneminde A BD askeri harca­maları; 83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O sü­reçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. “ Sivil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık 40 dolar, askeri har­camalara gidiyor. Yüzde oranı sivil har­camalardaki 100 rakamına karşı, askeri harcam alarda I 3 olan Almanya’ya g öre

3 kat, I00’e karşı 3 olan Japonya’ya karşı 13 kat daha fazla.” 15 Bu rakamlar Ame­rikan ekonomisinin ne kadar büyük payının savaş sanayisine yönelik olduğu­nu gösteriyor. 87 yılına gelindiğinde 2.5 milyonu asker, yaklaşık yedi milyon

kişiyi istihdam eden Amerikan genel kurmayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapıyor hale gelmişti. O dönemde General Electric, Tenneco, General Dynamics, McDonnel Douglas, Rayheon gibi tekeller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz milyar doları aşan karlar elde ettiler. Silahlanma aşısı İran-lrak Savaşı’- nın da etkisiyle Amerikan ekonomisinde bir canlanma yarattı. Doların değeri yükseldi, uluslararası piyasadan borsala- ra sermaye akışı hızlandı ve işsizlik ora­nında düşüş kaydedildi. Yeniden pişiril­miş anti-komünizm ve Rambo filmleri­nin eşliğinde Amerikan toplumu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizas- yon yükünün altına çekildi.

A B D ’nin askeri stratejileri de bu gerçeklikle uyumlandırıldı ve bölgedeki “ iç ayaklanma ve yıkıcı tehditlere” kadar müdahale gerekçesi genişletildi. Bunun için yarım milyon kişilik kadrosu ve yük­sek teknolojik donanımıyla anında müdahaleye göre organize edilmiş ve tümüyle Ortadoğu’ya dönük Çevik Kuvvet de denilen C EN T C O M (Central Command) oluşturuldu. Bölgede elde edilmiş yeni askeri üslere yerleştirilen Çevik Kuvvet, A B D ’nin bölgesel sorun­lara “ müttefiklerini” beklemeden kendi gücüyle operasyon yapabilmesini esas alıyordu. Bu hareket serbestisini meşru­laştırmak için N A T O ve BM, A G İT gibi uluslararası kurumlarda kendi stratejisi yönünde diplomatik çözümleri ikin­cilleştirip askeri müdahaleleri meşru­laştıran bir politikaya zorlandı. N A T O ’- nun genişlemesi ve daha ayrıntılı sorun­lara müdahalesini sağlayacak yeni kon- septler benimsemesini bu temelde düşünmek gereklidir.

A B D ’nin devleşen askeri sınai komp-

_________emperyalizm ve ortadoğu___

---------------------------------------------101 —

Page 102: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

leksi emperyalist rekabeti sürdüre­bilmesinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiş, ekonomik büyüme askeri hege­monyanın sağladığı ranta bağlanmıştı. Emperyalizmin doğasındaki zora dayalı egemenlik tarzı en gelişkin emperyalist ülkede hükmünü konuşturuyordu.

Reagan dönemindeki ekonomik par­laklık, İran-lrak Savaşı’nın bitişi ve Sovyetler’in çözülmesinin silah pazarın­da yarattığı önemli daralmalar nedeniy­le; 90’a gelirken yükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye başlamıştı; bir kaç yıl içinde A B D ’nin dış ticaret açığı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve işten çıkarmalar çoğaldı. “ 89 yılında Japon ekonomisi, A BD ekonomisinin yarısı ka­dar olmasına rağmen 549 milyarlık bir yatırımla, A B D ’nin 515 milyarlık yatı­rımını geride bırakıyordu.” 16 Harlem’de yoksulların marketleri yağmalayışı hatır­lanacaktır. “ Boş kalan değirmen taşının kendisini öğütmesi” gibi askeri sınai kompleks A BD ekonomisinin temelini öğütmeye başlamıştı.

Savaş sanayisi kendi pazarını yaratmak zorundaydı. Libya ve Somali denendi, beklenen fırsat Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle gerçekleşti. Bu işgale A B D ’nin çanak tuttuğuna dair fazlasıyla inandırıcı neden ileri sürülmüştü. Krizin henüz başında ABD hiç bir biçimde diplomatik çözüme razı olmayacağını açıklamış ve tek başına askeri operasyon kararı almıştı. Dikkat çekmeyen diğer kanıt ise Körfez Savaşı’- nın bitirilmemesidir. İhtiyaç devam ettiği için on yıldan bu yana Amerikan uçakları sürekli Irak’ı bombalamaya devam edi­yor.

Körfez Savaşı’nın 47.5 milyar dolarlık harcamaları (Almanya 6.6 Japonya 10.7,

_102

Kuveyt 15, Suudi Arabistan 16.8, BAE 3 milyar dolar.) A B D ’ye ödendi. Silah stokları paraya dönüştürüldü Gelirler sadece bununla da kalmadı. Kuveyt’in 200 milyar dolarlık altyapı harcamaları­nın %70’i, Suudi Arabistan’da 250 milyar dolarlık altyapı ihalesi ve muazzam silah siparişleri alındı. Yine petrol üzerinde sa­vaş aracılığıyla kurulan denetim petrol arzını belirleyerek; hem Kafkas petrolle­rinin ucuza kapatılmasını hem de fiyat düzenlemesiyle Amerikan petrol şirket­lerine olağanüstü kazançlar sağladı. Sa­vaştan bu yana A BD ekonomisinin sü­rekli fazla verdiğini ve en karlı tekellerin silah, petrol ve elektronik sektörlerin­den çıktığını tahmin etmek zor değildir.

5. "BÜYÜK ORTADOĞU"

90 sonrası dünya egemenlik haritası radikal bir değişime uğradı. Sovyetler çözüldü ve yerini bir emperyalist güç olarak Rusya’ya bıraktı. Sovyetler’in etki alanlarının tamamı yeniden paylaşım konusu haline geldi. Bölgeye sınırdaş yeni hegemonya boşlukları ve petrol bakımından zengin burjuva devletler ortaya çıktı.

Ortadoğu’nun siyasi coğrafyası; özel­likle Amerikan merkezli değerlendirme­lerde; C lA ’nın think-tank kuruluşu R A N D ’ın söyleyişiyle “ Büyük Ortado­ğu” (Greatest Middle East) ya da “Av­rasya” denilerek, Balkanlar ve Kafkas- lar’a doğru genişletildi. Bu bakış açısı; Ortadoğu’daki emperyalist rekabetin daha geniş bir alanda süreceğini göster­diği kadar, A B D ’nin Ortadoğu politikası­nın da artık daha geniş bir coğrafyada geçerli olacağını da anlatmaktadır.

Page 103: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Ortadoğu’daki emperyalist rekabet denklemi “ Büyük Ortadoğu’ya” olduğu gibi, üstelik Rusya’nın katılımı nedeniyle daha da sertleşerek yansıdı. Almanya bölgesel hegemonya alanını önce eko­nomik (Doğu Almanya) ardından savaş aracılığıyla (Slovenya ve Hırvatistan) ge­nişletti. A B D ’nin, bu yayılmayı engelle­mesi mümkün değildi, fiili durumu kabul etmek zorunda kaldı. Tıpkı Fransa’nın Kuzey Afrika’da, Japonya’nın Güneydo­ğu Asya’da kendi bölgesel hegemonya alanlarını yaratmalarını kabul etmiş olması gibi...

Halen dünyasal hegemonya bakımın­dan mevcut tek güç A B D ’dir, ancak bu egemenlik 50’lerden bu yana çok şeyini yitirmiştir. İkinci savaş sonrası dünya G SM H ’sının üçte birini sağlıyordu, 70’- lerde bu oran dörtte bire indi. Ameri­kan ideologlarından Brzezinski’nin söy­lediğine göre 2010-20 yıllarında daha da düşerek, yüzde 10-20 seviyesine gerile­yecektir. Bu eğilim A B D ’nin bugün oldu­ğu gibi, gelecek on yıllarda da diğer rakiplerinin alanlarını ele geçirmesini olanaksız kılıyor. Bu nedenle; bugünün dünya güç dengeleri bakımından iki nokta A BD için hayati önem taşımakta­dır. Birincisi askeri gücünü ekonomik değere dönüştürebildiği hammadde kay­nakları üzerindeki kontrolünü korumak, İkincisi; Amerikan yönetiminin yayın­ladığı Savunma Planlama Rehberi’nde ifade edildiği gibi “Japonya ve Almanya’­nın ekonomik güçleri ile orantılı bir askeri ve siyasi konuma ulaşmalarını engellemek” tir. 17

Bu iki stratejik amaç A B D ’nin “ Büyük Ortadoğu” politikasının eksenini oluştu­ruyor. Bunun için ABD, N A T O ’nun Do­ğu Avrupa’ya yayılması, Balkanlar’da üs­

lenmesi ve Kafkaslar’a yerleşmesi konu­sunda son derece aktif bir politika yürüt­mektedir. Ayrıca A B D ’nin geleneksel bölge politikasını terk ederek İsrail ile TC arasında oluşturduğu stratejik ittifa­kın da “ Büyük Ortadoğu” nun gerçekle­rinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.

Emperyalist güçler “ Büyük Ortado­ğu'yu uzlaşarak paylaşabilir mi? Geçen on yıl buna olumlu yanıt vermeyi ola­naksızlaştıracak örneklerle doluydu. Yugoslavya’nın dağılmaması için A BD ve Almanya’nın onayıyla Miloseviç’e bir milyar dolarlık yardım yapılmış ayrılıkçı unsurların “ ödüllendirilmeyeceği” ilan edilmişti. Fakat bu yardımın üzerinden bir kaç ay geçmeden Almanya ters bir çıkışla; Hırvatistan ve Slovenya’nm “ Kendi Kaderini Tayin Hakkını” tanıdı. Bu klasik emperyalist taktik, Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Bunun ardından Bosna kanlı kıyımlara neden oldu, Kosova’da yaşananlar biliniyor. Ya da Kafkaslar’a bakalım, Ermenistan, Rus inisiyatifinde bir ülke olarak Kafkas kapı­sının bekçiliğini yapıyor. Ama A B D ’nin içten müdahalesiyle her Batı’ya yanaş­mak isteyen hükümet ya darbeyle ya da son parlamento baskını gibi açık eylem­le boşa düşürülüyor. Çeçenistan’ı ABD, Türkiye üzerinden destekliyor. Kafkas- lar’da darbe ve suikast girişimlerinin, “ kaynağı belirsiz” bombalı eylemlerin olmadığı gün yoktur. Sovyetler’in yarat­tığı dengenin ortadan kalkması ve ABD nin sözü edilen eğilimi nedeniyle; em­peryalistler arası rekabet giderek daha fazla askeri nitelik taşıyacaktır.

A B D ’nin askeri üstünlüğünün ilelebet sürmeyeceği de bir gerçektir. Tıpkı hakimiyetlerini salt askeri güce dayandı­rarak sürdürebileceklerine inanan Os-

_________ emperyalizm ve ortadoğu___

---------------------------------------------103 —

Page 104: Yol Şubat 2000 Sayı 7

manii ve İngiliz İmparatorlukları’nda olduğu gibi. Bu çözülme eğer bir yıkım tarzında gerçekleşmezse, A B D ’nin askeri gücü adım adım diğer emperya­listlere paralı askerleşmeye dönüşecek­tir. Bu olasılığın Körfez Savaşı’nda ipuçları görüldü ve Amerikan çevre­lerinde de dillendiriliyor; “ Bize Hesiyen sıfatını layık görenler, yani para karşılığı her işi yapmaya hazır insanlar olduğu­muz suçlamasını yapanlar bulunacaktır. Her kim ne söylerse söylesin bizler yumruklarımızı sıkıp pazarlık masalarına indirmek üzere hazır bulunmalıyız. Avrupa ve Japonya’dan verdiğimiz hiz­metin bedelini almalıyız. Tahsilatımızı dolaylı yollardan da gerçekleştirebiliriz, doğrudanda yapabiliriz. Mevcut rolü­müzü değiştirmemiz de söz konusu ola­bilir. Ancak bu değişiklik, dünya ekono­misinin kontrolünü de elimize geçirdiği­miz gün mümkün olabilir.” 18

A B D ’nin askeri üstünlüğüne daya­narak elde ettiği rantı, Avrupa daha fazla ödemek istemeyecektir. Bunun ilk belir­tileri; N A T O ’nun 50 yıl toplantısına or­taya çıkmıştı. Avrupa kıtasındaki N A TO güçlerinin A B ülkelerinin komutasına verilmesi isteği Türkiye ve A B D ’nin iti­razlarıyla reddedildi. Bu tartışma henüz kapanmadı. Fakat Avrupa Birliği fazla sabretmedi ve N A T O ’dan “ maksimum otonomiye sahip” , Avrupa Güvenliği ve Savunma Kimliği adı altında yeni bir giri­şim başlattı. İstanbul zirvesinde somut biçim kazanan bu organizasyonun, Ko- sova türü olaylara müdahale amacı taşı­yan, 40-60 binlik askeri kapasitesi olan ve 2002’de hazır olacak bir güç olması kararlaştırıldı. AGSK, “Avrupa Birleşik Devletleri” ordusunun nüvesi olarak kabui edilmektedir. Henüz zayıftır, ama

— yol----------------------------------------------

_ 1 0 4 ______________________________

artık bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Prusya ve Nazi geleneğine sahip Alman Devleti’nin, militarizm yoluna gi­rince hızlı ilerleyeceğine inanmak için yeterince tarihsel örnek vardır.

“ Büyük Ortadoğu” tümüyle emperya­list paylaşımın etkisi altındadır. Bölge ülkelerinin salt siyasetleri ve yapılanma­ları değil sınırları da bu gerçekliğe göre yeniden biçimlendirilmektedir.

Emperyalizmin bir kıyasıya rekabet ilişkisi olduğu görülmeden, yüz yıldan fazla emperyalist paylaşımın en önemli ganimeti olmuş olan Ortadoğu’nun gerçeği anlaşılamaz. Ortadoğu, Avrupalı emperyalistlerin işgali altındayken, ABD 50’lerde geldiğinde “ demokrasi ve hür­riyet” getireceğine inanılmıştı. Şimdi de A BD işgali altındadır ve Avrupa Birliği’- nin demokrasi getireceği beklenmekte­dir. Oysa her süreç için emperyalist re­kabetin getirdiği bölgesel savaşlar, am­bargolar, darbelerdi. “ Büyük Ortadoğu” için de aynı şey geçerli olacaktır.

Page 105: Yol Şubat 2000 Sayı 7

DİPNOTLAR

1- Emperyalizm, Lenin, s. 150

2- age, s. 144, vurgular Lenin’e ait.

3- age, s. 1164- Ortadoğu, A.Gresh-D.Vidal, s. 465- “ 49 Suriye’de monarşi karşıtı askeri darbe,

5 I İran’da Musaddık hükümetinin şahı devirmesi ve İngiliz petrol şirketini millileştirmesi ,

52 M ısır’da monarşiyi yıkan subay darbesi ve 2 yıl sonra Nasır’ın başa ge- ÇİŞİ.

54 Suriye’de Komünist-BAAS koalis­yon hükümeti,

54 Cezayir ayaklanmasının başlaması ve 62’de bağımsızlık,

56 Fas’ın ve Tunus’un bağımsızlığı,

57 Ürdün’de halk ayaklanması,58 Irak devrimi,58 Lübnan’da halk ayaklanması,62 Kuzey Yemen’in bağımsızlığı,67 Güney Yemen’de demokratik

halk iktidarı,67 Filistin’de silahlı mücadelenin

başlaması,

69 Sudan’da Numeyri’nin başa gelişi,

69 Libya’da Kaddafi’nin yeşil devrimi,70 Son İngiliz askerinin bölgeden

çekilişi.”6- “ ‘Petrol bizim kanımız, petrol bizim özgürlüğümüz' diye bağırıyordu milyon­larca İran’lı, II. Dünya Savaşı’ndan galipçıkanların kendilerine yakıştırdığı özgür­lük ve adalet ilkelerine inanarak! Ne Londra ne de Washington, hala bu masal­lara inanan halkların olabileceğine inana­biliyordu. General Norman Schwarzkoph -CIA ajanı- Tahran’a gidiyor. Ülkeyi iyi tanıyor, çünkü 1942-48 yılları arasında da

İran’a giderek Şah polisinin yeniden örgütlenmesi işine yardım etmiş. Şimdi ise Nazi Almanyası’nın işbirlikçisi ve ulu­sal polisin eski başkanı general Zahadi’nin aracılığıyla ordu ve politika dünyasının kimi şahsiyetlerini satın almaya ve başba­kana karşı “ halk gösterileri” örgütleme­ye, darbenin koşullarını yaratmaya gidi­yor. 37 yıl sonra Suudi Arabistan’daki müthiş Amerikan askeri gücünü bu kez oğlu yönetiyordu.”Ortadoğu, A. Gres-D. Vidal, s. 897- EN l’nin başkanı olan Enrico Mattei 1962 Ağustosu’nda uçağına bomba koyu­larak öldürüldü.Petrolün Ekonomi Politiği, Halil Nebiler- Suat Parlar, s. 1348- Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları, Fatih Armaoğlu, s.2049- Ortadoğu, A. Gres-D. Vidal, s.6810- age, s.69

11- age, s.5012- age, s.5013- Ortadoğu Vaat Edilmiş Topraklar, S. Parlar, s. 18414- Körfezin Kutsal Adakları, O.iyiler, s.9415- S. Parlar, age, s.27216- O. İyiler, age, s.93

17- S. Parlar, age, s.27518- age, s.271

_______ emperyalizm ve ortadoğu___

105 —

Page 106: Yol Şubat 2000 Sayı 7

RUS-ÇEÇEN SAVAŞI, SEÇİMLER VE PUTİN DÖNEMİ

Ayşe Tansever_____________________________________________

Hemen kuzeydoğumuzda yaklaşık dört aydır süren bir savaş var. Rus orduları ayrılıkçı Çeçen gerillalarını Dağıstan'dan sürdükten sonra yavaş yavaş Çeçenistan'ın başkenti Grozni'ye sıkıştırdılar. 200 binin üstünde Çeçen bölge ülkelerine sığındı. İki tarafın ölü sayısına ilişkin çelişkili açıklamalar var. Ama tahminlere göre birkaç bini geçi­yor. Gerek Putin gerekse de askeri yetkililerin “ sıkıştırdık” , bugün yarın Grozni'yi aldık demelerine karşın veri­len süreler bitiyor ve savaş uzadıkça uzuyor. Anlaşılan Rusya da savaşın bu kadar uzun ve kanlı olacağını beklemi­yordu. Peki savaşın iç ve dış politikada­ki amacı nedir? Savaş bu yazıyı kaleme aldığımız Ocak başında amacına ulaşmış mıdır? Bölgede ve Doğu-Batı ilişki­lerinde yarattığı değişiklikler nelerdir? Olayların arkasına gizlenen gerçekler nelerdir?

I. BÖLÜMDIŞ POLİTİKADA SIKIŞMALAR

1. K A F K A S L A R ’D A G Ü ÇY İT İR İM İN E T E P K İ

Sosyalizmin yıkılışının üzerinden daha 10 yıl bile geçmeden Rusya eski etki alanlarının çoğunu kaybetti. Eski sis­tem içindeki ülkeler, Baltık Cumhuriyet- leri’nden başlayarak tek tek Batı’nın etki alanına girdiler. Şimdi Beyaz Rusya dışın­

__ 1 0 6 _______________________________

da Rusya'nın batısı güvenlikte değildir. Avrupa Birliği (AB) ve N A T O sınırlarına dayanmıştır.

Kafkaslar'da da durum farklı değildir. En güneyde Ermenistan zaten Batı'nın en eski müttefiklerindendir. 27 Ekim’de parlamento baskınında koyu milliyetçi V. Sarkisiyan öldürüldü. Güç dengesi Batı'- dan yana biraz daha kaydı.

Onun kuzeybatısı Gürcistan'da Gorbaçov döneminin başbakanı E. Şevardnadze zaten hep Batı yanlısı olmuştur. 3 I Ekim’de yapılan seçimleri Rusya'nın desteklediği rakibini yenerek tekrar kazandı. Şevardnadze ülkesindeki iki Rus askeri üssünü kapatmak, 10 bin civarındaki Rus askerini topraklarından çıkarmak ve ülkesini N ATO 'ya sokmak istiyor. Rusya yanlısı Abaza Cumhuri­yeti, Rusya'nın Gürcistan üzerinde baskı yapmasına yetmiyor.

Bölgenin önemli üçüncü ülkesi Azerbaycan Hazar petrolünün aslan payını kapmak istiyor. Batılı şirketlerle 17 tane petrol üretme anlaşması imza­ladı ve Rusya'nın bunda büyük bir çıkarı yok. İkincisi, petrolün Batı'ya akıtılması Rusya'nın istediği gibi Bakü'den değil, Türkiye üstünden yapılacak. Bütün bu petrol işinden yakın gelecekte Azerbay­can kasasına 60 milyar dolar gireceği he­saplanıyor. Bölgenin önemi giderek ar­tarken, Rusya'nın etkisi giderek azalıyor.

Kafkaslar’da bağımsızlığını ilan etme-

Page 107: Yol Şubat 2000 Sayı 7

miş Inguseta, Kuzey ve Güney Ossetya, Dağıstan ve Çeçenistan gibi ülkelerde vardır. Savaş başlamadan önce Rusya Dağıstan'daki gücünü de yitirmek üze­reydi. Buralardan başlayacak herhangi bir bağımsızlık rüzgarı hemen bölgeyi fırtınaya sokabilir. Zaten Çeçenistan bıçak sırtında duruyordu. 1994-96 yılları arasında uzun bir savaş yaşandı. Özün­de savaşı Çeçenistan kazandı. Ama dev­reye başka çıkar ilişkileri sokularak bazı pazarlıklar sonucu Çeçenistan ilan edil­memiş bir bağımsızlık statüsüne oturtul­du. Hala başbakan olan Aslan Masha- dov'la ilişkiler bu bazda sürüyordu.

Sonunda korkulan başa geldi. Çeçen müslüman gerillalar destekli bazı Dağıs­tanlı gençler Dağıstan'ın ortasında bir bölgeyi Rusya'dan bağımsız olarak ilan ettiler. Rusya hemen Dağıstan'daki askeri gücünü arttırıp bombardımana başladı ve gerillaları anlaşılmayan bir gerekçeyle Çeçenistan içlerine kovaladı. Sonra I Ekim'de karadan Çeçenistan'a girmeye başladı. Sayılarının 5000 civarın­da olduğu söylenen gerillalar başkent Grozni'ye sıkıştırıldılar. Burası havadan ve karadan bombalanmaya başlandı. Yaklaşık iki aydırda şiddetli çatışmalar sürüyor. En son haberlerde sıkıştırılan gerilla sayısının 2000 civarında olduğu savunuluyor. Rusya'nın ise iyi donatılmış 100 bin askeri var. Kimyasal silah kul­lanıldığına ilişkin haberler sızıyor.

Rusya'nın Çeçenistan'da eskilerden, özellikle Afganistan'dan farklı bir savaş taktiği uyguladığı söyleniyor. Savaşın başında Batılı güçlerin Kosova'da yaptığı gibi bölge uzun süre bombalandı. Eskisi gibi tanklarla hızlı bir saldırıya girmiyor, yavaş yavaş, ihtiyatlı, kollayarak savaşı­yor. Yani Grozni'de bir gerilla savaşına

karşı dövüşüyor. Hava saldırısı yapa­mayan gerillaların yakından tek tek tan­kları uçurmalarını önlemeye çalışıyor. Afganistan'daki gibi çok can kaybı ver­memeye özen gösteriyor. İşte bu nedenle de Grozni'ye girişi uzun sürdü. Savaşın düğüm noktası burada verilecek gerilla savaşında yatıyor. Görünen o ki 2000 kaldıkları söylenen Çeçen geril­lalar sonuna kadar direnecekler ve savaş uzun bir zaman dilimine yayılacak. Grozni dışında alındığı söylenen bölge­lerde de yeniden çatışma haberlerinin gelmesi bu değerlendirmeyi doğruluyor. Son gelen haberlerde evlatlarının ölü­münü protesto eden annelerin sesinin daha yükseldiği ve savaşa karşı olanların sayısının arttığı belirtiliyor. Savaş Putin'in seçimleri kazanmasını sağladı, şimdi de başkanlık seçimlerini kaybet­memek için alelacele bir anlaşmada yapılabilir deniyor.

2. Ç E Ç E N G E R İL L A L A R INPER D E A R K A SI

Rusya; saldırısına gerekçe olarak Dağıstan'da kendisinden bağımsız bir bölge ilanını göstermekte ve bunların arkasında Çeçen müslüman gerillaların olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle bilinçlice gerillalar Dağıstan'dan Çeçe­nistan'a sürülmüş ve oraya saldırılmıştır. Olay Dağıstan sınırlarından dışarıya çe­kilmiştir.

Çeçenistan Başbakanı Aslan Masha- dov'un da bu gerillalarla anlaşamadığı ve onlara karşı olduğu söylenmektedir. Böylece özünde savaş Çeçenistan resmi yönetimi ile de yapılmamaktadır. Peki öyleyse koskoca Rusya'nın savaştığı bu

_________________ rus-çeçen savaşı___

---------------------------------------------107 —

Page 108: Yol Şubat 2000 Sayı 7

gerillalar kimdirler ve arkalarında başka güçler var mıdır?

Rus yetkili ağızları bu konuda çeşitli şeyler söylemektedirler. Bazen “ haydut­turlar” . Yani bölgedeki yoksulluğa tepki olarak dağlara çıkmış haydutlardır. Karınlarını doyurmak için civar köylere saldırırlar. Haydutluk feodal sistemden doğar. Her ne kadar bu bölgelerin geri­liği ve feodal özelliklerin varlığını sür­dürdüğü düşünülse bile bugünkü üretim ilişkileri içinde bir anlam taşımaz.

Rusya genel olarak burada müslüman gerillalarla, yani islami bir güçle döğüştüğünü iddia eder. İslamla döğü- şülüyorsa o zaman iş büyümektedir. Bu durumda hangi islami güçler olduğu açıklanmalıdır. İslam dünyası büyüktür ve çeşitli siyasi cepheleri vardır. İran savaşta Rusya'yı desteklediğini açıkladı. İran Dışişleri Bakanı, son Rusya ziya­retinde etkin işbirliği yapabileceklerini söyledi. Rusya İran'ı kendisine stratejik bir dost olarak görmektedir. Yeltsin bu nedenle, “ Düşman imanı ve milliyeti olmayan teröristlerdir” diyerek gerilla­ların arkasındaki İslam desteğini ört­meye kalktı. (The Economist 9-15 Ekim 99 s.3 I)

Ö te yandan Putin bizzat Clinton'a seslenerek, “ Ortak bir düşmanla, ulus­lararası terörizmle karşı karşıyayız." dedi, (ay) “ Uluslararası terörist!” Bilindiği gibi uluslararası terörizmin başkanı, ABD 'ye göre kendisinin de bir numaralı düşmanı, Afganistan'da Tali­ban rejimine sığınmış Osama bin Laden'- dir. ABD'nin iddiasına göre Osama bin Laden 1993 yılında New York Dünya Ticaret Merkezi’nin, 1996'da Suudi Arabistan'da A B D askeri üssünün,

— yol----------------------------------------------

1998'de Kenya ve Tanzanya A BD elçi­liklerinin bombalanmasının baş örgüt- leyicisidir. Şimdi de Putin Moskova'da patlayan ve 300’e yakın kişinin ölümüne neden olan bombalamanın sorumlusu olduğunu iddia ettiği Çeçenler’in arkasında da Osama bin Laden'in olduğunu söylemektedir. Osama bin Laden tüm müslümanları sivil asker ne olursa olsun bir Amerikalı öldürmeye çağıran ve bunun sevap olduğunu açık­layan keskin bir anti-Amerikancı görü­nümündedir. Peki şimdi bir de anti-Rus mu olmuştur? Putin'in iddiası doğru mudur? Çeçen müslümanlarının arka­sında gerçekten Osama bin Laden mi vardır? Eğer durum böyleyse neden ABD, Rusya ile aynı safta düşmanına karşı döğüşmemektedir? ABD , neden Rusya'ya yardım etmemektedir? Yoksa Putin yanılmakta mıdır? Çeçenler’in arkasında başkaları mı vardır?

Çeçen gerillaların lideri ve Dağıs­tan'da Rusya etki alanı dışında bölge ilan eden gerillaların lideri Basayev’dir. Basayev; Çeçen asıllı bir müslümandır. Rus ordusunda eğitim görmüştür. Adını ilk Gürcistan-Abaza Savaşı’nda duyur­muştur. Rusya ordusu neferi olarak Abazalar’ın yanında Gürcüler’e karşı döğüşmüştür. Ama sonra 1994-96 Rus- Çeçen Savaşı’nda Basayev'i birden karşı cephede, bu kez Ruslar’a karşı Çeçen- ler’le birlikte döğüşürken görürüz. Cephe değiştirmesini Basayev Rus as­kerlerinin zulmü ile açıklamaya çalışır. Karanlık bir kişiliğe sahip olan Basayev islami mezhep olarak Sofi’dir. Zaten bölge halkı çoğunluk olarak bu mezhep­tendir.

Çeçen gerillaların ikinci lideri ise Hattap'tır. Hattap; Suudi Arabistan'da

108

Page 109: Yol Şubat 2000 Sayı 7

eğitim görmüş, daha sonra Afganistan'a paralı asker olarak gitmiş, burada Rus askerlerine karsı döğüşmüş bir Arap’tır. Savaş bitince diğer 15 bin asker gibi geldikleri Arap ülkelerine dağılmışlardır.

Sovyetler’in dağılmasından sonra bu paralı askerlerin öne çıkanları bu kez Kafkaslar’daki müslüman halkın arasına yollanırlar. “ Suudi petro-dolarlarıyla finanse edilen bu yeni vaazcılar, islamın biraz sadeleşmiş biçimi Vahabi lik’i buralarda yaymaya başladılar. Suudi Arabistan'da geliştirilen bu mezhebin temel özelliği hoşgörüsüz oluşudur.” (ay) Vahabilik; özellikle Sofi Dağıstan'da örgütlenmeye başlar. Camiler inşa edilir ve gençlere okumaları için burslar bulurlar. Bu mezhep, Rus bürokratları­nın ve toplumun çürümüşlüğüne tepki duyan gençler arasında yayılır. Hoşgö­rüsüzlüğü ile de gençlerdeki öfkeyi kanalize eder. Geleceğine umutla baka- mayan, işsiz ve hayal kırıklığı içindeki gençlere para ve silah verilir. Yaşlı nüfus ise Sofilik’te kalır ve iki kuşak arasında çelişkiler, sürtüşmeler başlar. Gençler iki-üç köyü işgal ederler ve şeriat uygu­lamaya başlarlar. Dağıstanlı yetkililer de işe silahta karıştığı için Vahabilik’i 97 yılında yasaklarlar. Vahabilik yeraltına çekilir. İşte Hattap bu gurubun lideridir. Ö te yandan Basayev, Vahabilik’i benim- sememekle birlikte pragmatik davranır ve Hattap ile “ işbirliği” yapar.

Şimdi bu kadar ön bilgiden sonra sanırız Çeçen Sayaşı’nın perde arkası biraz daha aydınlanmaktadır. Suudi kay­naklı, Afgan-Rus Savaşı’nda militanlaşmış Hattap ve mezhebi Vahabilik’in bir ucunda Osama bin Laden vardır. Putin bu anlamda teşhisinde haklıdır. Ama Osama bin Laden kimdir? Gerçekten

ABD'nin iddia ettiği gibi ya da Bin Laden'in kendi söylediği gibi ABD 'ye düşman mıdır? Öyleyse neden ABD, Rusya’nın yanında değil, karşı cephe­dedir. Burası biraz karanlıktır. Ve olaylar biraz burada düğümlenmektedir.

Sosyalizmin yıkılışından sonra ABD en büyük düşmanından kurtuldu. Düş­mandan kurtulmak bir yanıyla iyiydi, ama bir yanıylada yeni sorunlar getiri­yordu. ABD'nin dünyayı sömürürken kullandığı kozda elinden gitmişti. Kapitalist sömürüye karşı ayaklanan halklara karşı elindeki “ komünist par­mağı” gerekçesini de kaybetmişti. Hele hele globalizmin gelişeceği, yani dünya halklarının sömürüsünün katmer- leneceği bir dünyada sahte bir düşmana ihtiyacı vardır.

Ö te yandan ABD'nin en önemli çıkar bölgesi hiç şüphesiz Ortadoğu’dur. ABD buralarda yıllardır İsrail eliyle Arap halk­larını soyar. Arap halkları da ABD'nin gerçek yüzünü çok iyi bilirler. Bölgede anti-Amerikancı duygular çok yüksektir. İran Devrimi bölgede anti-Amerikancı muhalefeti toparlayıp güçlendiren önemli bir olaydı. Irak'ta ABD 'ye muha­lefetle iktidarda durur. A BD destekli rejimler birer birer kaymaktadır. Güç­ler dengesindeki bu kayışlara karşı ABD önlem almak zorundadır. Artık İsrail yetmemektedir. Komünizm gerekçesi de işlerliğini kaybetmiştir. A B D en uygun şeyi İslam içine girmekte bulur. Ve bölgedeki en sıkı fıkı olduğu ülke Suudi Arabistan'dır. Vahabilik de Suudi Arabistan'da gelişmiş bir mezheptir. Osama bin Laden Suudi Arabistan'lı petrol zenginidir. A BD kendisini bir numaralı düşmanı ilan etmiştir. Bilinen­ler, görünenler bu kadardır. Konumuza,

_________________ rus-çeçen savaşı___

---------------------------------------------109 —

Page 110: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Çeçen güçlerine dönersek ne diyeceğiz? Şurası açıktır ki arkalarında Suudi Arabistan vardır. Burada geliştirilen Vahabilik vardır. Osama bin Laden vardır. Ama arkasında ABD 'ye kadar uzanan bağ var mıdır, nasıl kurulmuştur, bilinmez.

Bulanık olan bir şey daha vardır: O da Moskova'da patlayan bombalar. “ Ryazan bölgesinde güvenlik güçleri bir apartman dairesine patlayıcı yerleşti­rirken yakalandılar. İfadelerinde halkın bu türden patlamalara ne kadar hazırlık­lı olduklarını denemek istediklerini iddia ettiler.” (ay) Moskova'da patlayan bom­baların arkasında ne kadar Çeçen güç­leri ve Osama bin Laden olduğu da karışıktır. Bombalamalar Rus halkını Çeçenistan'da bir savaşa ikna etmek için bizzat iktidar güçlerince mi planlandı? Bilgiler daha çok bu yöndedir. ABD'de İslama karşı döğüşe kendi halkını hazır­lamak için mi orada burada bombalar patlatıyor, sonra bunu Osama bin Laden’in üstüne mi atıyor, bilinmez. Eğer böyleyse Rusya, A BD oyunlarını kullanmaya başladı.

Putin, Çeçen müslüman gerillaların arkasında Osama bin Laden'i görerek, A BD ile ortak düşmana karşı döğü- şüldüğünü söylüyor. Peki öyleyse neden A BD Rusya'ya yardım etmiyor. Aksine karşısında duruyor? Bölgede Rusya'nın etkinliğini kaybettiği ortada. Bunun ABD 'ye kaydığı da ortada. Bu noktada A BD çıkarları ile Osama bin Laden destekli güçlerin çıkarları aynılaşıyor. Osama bin Laden bölgede ABD çıkar­larına hizmet ediyor. Bunları nasıl açık­layacağız? Gelecek günlerde kimlerin arkasında kimlerin olduğu elbette ortaya çıkacaktır. Ama biz Çeçenistan'-

_110

da ABD çıkarları ile Rus çıkarlarının döğüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gerçeklik ne olursa olsun Putin, Çeçen gerillaların arkasında ortak bir düşman olduğunu söylerken biraz da ABD'yi bu işten uzaklaştırmaya, onu tehdit etmeye çalışıyor olsa gerektir. Belki de üstü kapalı olarak şunu söyle­meye çalışıyordu: Sırbistan'ı, Balkanlar’ı sömürmek için Kosova Savaşı’nı çıkar­dınız. Bende size elimden geldiği kadar yardım ettim. Ama Kafkaslar’ı soyarken benim payıma fazla müdahale ediyor­sunuz. Bana gereğinden az pay kalıyor. Buna karşı var gücümle döğüşürüm. Eğer bana karşı çıkarsanız “ uluslararası terörist” dediğinizin altında kimlerin yattığını ortaya dökerim. Burada daha fazla ileri gitmeyin.

Bölgede iki tane emperyalist güç kendi çıkar ilişkileri için döğüşmektedir. Aynı Kosova'da olduğu gibi bölge halk­ları da acı çekmektedir. Kosova'daki gibi burada da yüzbinlerce insan evinden, yurdundan oldu. Yaşlı, hasta, çoluk çocuk, genç ihtiyar perişan haldeler. Çadırlar içinde kara kışla, karla yaşam mücadelesi veriyorlar. O çok insan sever görünen Batı'da seyrediyor. Kosova'dakiler insandılar da bunlar değil mi? Avrupa halkı Kosova'ya yardım yap­tığı halde neden buraya yapmadığının sorularını sorup cevaplarını araştırıyor mu acaba?

Ancak tüm kapitalist ülkelerin yaptığı gibi Rusya'da bir çıkarını koruyayım derken başka gelecek sorunları arkasına almaktadır. Bu savaş Kafkaslar’da din çatışmasını şiddetlendirebilir ve O rto ­doks Ruslar’a karşı bir İslam cephesinin gelişmesini sağlayabilir. Tam da ABD'nin

Page 111: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ve de Batı'nın istediği gibi. Ö te yandan Orta Asya'daki müslüman Cumhuriyet- leri’ni de düşünürsek, Rusya'nın Çeçe- nistan'da oynadığı kumarın büyüklüğü ortaya çıkar. Petrol çıkarını, oradaki etki alanını koruyayım derken kendisine duyulan tepkiyi arttırmaktadır.

İş yalnız din ayrımıyla kalmaz. Kafkaslar Balkanlar’dan da karışık bir etnik yapıya sahiptir. Yalnız Dağıstan'da 28 etnik gurup vardır. Zaten Gürcistan, Azerbaycan ile başlayan ayrılma istekleri bu savaşla daha da şiddetlenecektir. Nasıl Balkanlar’da artık halkların eski sosyalizmde olduğu gibi yıllarca bir arada yaşaması mümkün olamayacaksa, Kafkaslar’da da aynı ayrışma başlayacak­tır. Hele Rusya'yı güçten düşürmek, onu daha da sömürmek isteyen Batı ülke­lerinin buralardaki faaliyetleri de düşü­nülürse Kafkaslar artık bir cehennem alanıdır. Ve bu Çeçen Savaşı da katalizör işlevi görmüştür.

Rusya, Çeçen Savaşı ile gerçekten büyük bir kumara girmiştir. Büyük bir kumar oynadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu, ama gerek dış politika­daki yenilgileri, Kafkaslar’daki güç kaybı ve gerekse iç politikadaki gelişmeler, sıkışmalar onu böyle kısa dönemli çö­zümler aramaya zorlamaktadır. Şimdi Çeçen Savaşı’nı çıkarmaya zorlayan iç politika nedenlerini görelim.

II. BÖLÜMİÇ POLİTİKADA SIKIŞMALAR

19 Aralık 1999 seçim sonuçları alınıp Kremlin yanlılarının oylarını düşünülenin üstünde arttırdığı görülünce bir gazete­de şöyle bir değerlendirme çıktı. “ FSB1-

nin (eski KG B yerine) iç güvenlik hiz­metleri başkanı Vladimir Putin'in Ağus­tos ayında başbakan olarak atanması, Kremlin etrafında çöreklenmiş gölgede­ki danışman ve oligarşi uzantılarının, yani 'ailenin' çıkarlarını korumak için oyna­nan son kumardı. Seçimler bu kumarın kazanıldığını gösteriyor.” (The Financial Times 21.12.99) Rusya'da başbakan, ismini ezberlemeye vakit kalmadan görevden alınır, bir yenisi görev­lendirilir. Bu iktidardaki çıkar ilişkilerinin hem keskinliğinin hem de bu ilişkilerin dengesinin değişkenliğinin göstergesidir. Putin gelmeseydi herhalde Kremlin, yani Yeltsin yandaşlarının iktidarda kalması zordu. Putin'in işleri kurtarması bir şans eseridir. Koskoca iktidar bir kumar oynamıştır ve kazanmıştır. Putin, Çeçen Savaşı’nın mimarıdır, onu örgütlemiştir ve belki de sonunu getirecektir. Bu sa­vaştaki başarısının seçimleri kazanma­sının baş nedeni olduğu söylenir.

1. RUS T R A G E D Y A S I

Putin'le oynanan kumarı anlatabil­mek için eskilere, Gorbaçov dönemine dönmek gerekir. Yani sosyalizmden kapitalizme geri dönülmesinin başlama noktasına gidilmelidir. Foreign Affairs Eylül-Ekim 1999 sayısında Anders Aslund kaleminden çıkmış yazıdan özet­leyerek verelim.

Yazar Rusya'da zenginleşmek için üç yol olduğunu savunuyor. Bunlardan bi­rincisi petrol ve maden satışıdır. 1980 sonu ve 1993 arası zengin olmanın en iyi yoluydu diyor. Düşük devlet kontrollü fiyatlarla alıp dünya piyasa fiyatlarıyla satmak müthiş karlıydı. Bir rakamla

__________________rus-çeçen savaşı___

---------------------------------------------111 —

Page 112: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

anlatmaya çalışılırsa, o dönemde Rusya'­da bir paket Marlboro sigarası ve bir ton petrolün fiyatı aynı, yani 30 rubleydi. Gorbaçov döneminde yığınla işletme bu yolla servet yaptı. Bir çok devlet işletme yöneticisi biraz rüşvetle yasal şirketler kurdular ve yöneticisi oldukları şirket­ten bu özel şirketlerine petrol ve maden sattılar. Sonrada bunu dış pazarlara ihraç ederek milyonlarca dolar kazan­dılar. Bu işe 1989 yılında başlandı ve Çernomirdin'in başbakan olduğu 1992 yılına kadar petrol fiyatı dünya fiyat­larının %1'i kadardı. “ Birkaç devlet işletme yöneticisi, devlet memuru, poli­tikacı tüccarlar bu yıllarda en az 24 mil­yar dolar ya da Rus GSMH'sının %30'- unu cebe indirdiler. Bu karlar zamanla azaldı ve ancak ondan sonra reformcu­lar meta fiyatlarının serbest bırakılma­sını başarabildiler.” (a.g.ç., s.66)

Yine yazara göre, zenginleşmenin ikinci yolu Rus Merkez Bankası’ndan ucuz kredi almaktı. Merkez Bankası Başkanı 92 yılında enflasyon % 2500 iken yılda % 10-25 faizle kredi dağıttı. Merkez Bankası sanki açıkgözlere para bağışlıyordu. Bankanın dağıttığı kredi miktarı GSMH'nın %32'sidir diye ekliyor yazar. Bu sayede bir çok bankacı zengin olmuştur. Biz buna Rusya'da özel bankaların yani Rus finansının kuruluşu diyebiliriz.

Yine yazara göre zengin olmanın üçüncü yolu yiyecek ithal sübvansiyon­larıdır. 91-92 kışında Rusya'da kıtlık olasılığı ve korkusu çok yüksektir. Bir gıda ithalatçısı yurt dışından temel yiye­cek maddesi ithal ederken bunun bedelinin % I ’ini devlete ödüyordu ve malı getirtiyordu. Geri kalan döviz devlet kasasından ödeniyordu. İthal

_112

eden malı istediği fiyata satabildiği gibi yaptığı iş için devletten mükafat olarak sübvansiyon alıyordu ve bunları cebe indiriyordu. Bu ithalatlar Batılılar’ın, humaniter ithalat kredileri ile ödeniyor ve Rus devlet borcuna ekleniyordu. “Toplam ithalat sübvansiyonu 1992'de GSMH'nın %17.5'uydu." (ay., s. 67)

Yazıda bu üç parazit yolla elde edilen kazançların 1992 yılında GSMH'nın %79'undan az olmadığı iddia ediliyor. Bu karların çoğu küçük bir gurubun elinde toplanmıştır. Ve de çoğu gerek sübvan­siyonlarla, kredilerle yada başka düzen­lemelerle devletten elde edilmiştir. Bu kadrolar bugün devletin başında otu­ranlardır.

Sosyalist ülkeler kapitalizm yoluna çıktıklarında devasa fabrikaların kimin mülkiyetine ve nasıl geçeceği herkesin merak konusuydu. Dikkatler bunların hangi açıkgözlerin elinde kalacağına çev­rilmişti. Yazara göre 97 yılında bütün özelleştirilen şirketlerin değeri GSMH içinde ancak %20 kadardı. Ve de büyük payı birkaç tane petrol şirketi Yukus, Sibneft ve Sidanko oluşturuyordu. Rus­ya'da hiçte beklenildiği gibi büyük bir özelleştirme yaşanmamıştır. Yazarın bu değerlendirmesine de katılmak müm­kündür. Eskinin devasa fabrikaları Batı standartları karşısında hiçbir verimliliği olmayan, hantal, kaba birer leşdirler. Bunların büyük bir çoğunluğu alıcı bula­mamış, yenilenememiştirler, Elbette as­keri araç üreten fabrikaları ve bunların dünya pazarında bir yeri olduğunu unut­mamak gerekmektedir.

Bu üç ana yoldan Rus Finans-Kapitali yaratılmıştır. Ve bunlar bizzat şimdi devlet tepesinde oturanlardır. Günümüz

Page 113: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Rus politikası özünde bu zenginlerin servetlerine yenilerini eklemeleri oyu­nundan başka bir şey değildir. Hepsi de ya eski KP en üst yöneticileri ya da büyük fabrikaların, tarım kombinalarının tepe noktalarındaki kişilerdir. Örneğin Çernomirdin eski Ulusal Gaz Şirketi en üst yöneticiliğinden başbakanlığa atandı. Petrol ve metal satışlarıyla hem kendisi­ni hem de çevresindekileri zengin etti. Şimdi Vatanımız Rusya Partisi ileri gelen- lerindendir. Son seçimde de partisi bü­yük oy kaybetti. Başka bir partiden de olsa elbette Yelisin çizgisini destekle­mektedir.

Putin'den önceki başbakan, Yevgeny Primakov Kosova olayları sırasında gö­revden alınır alınmaz, Anavatan Partisi Başkanı oluverdi. Şimdi de başkanlık seçimlerinde Putin'e karşı döğüşecek. Aynı partinin ikinci adamı, ünlü Moskova valisi ve Yeltsin’in koltuğuna aday Yuri Luzhkoy ise Moskova dışındaki bölge yöneticileri ve tarım kombinaları şefle­riyle sıkı fıkı olduğundan tarım ithalatı yoluyla hem kendisinin hem de bu kişi­lerin ceplerini tıka basa doldurmuştur. Eski maliye bakanı Federov Sağ Güçler Birliği lideridir. Ucuz kredilerle köşeyi dönmüşlerin başında yer alır. Bunlar sadece gözümüze çarpanların birkaç tanesidir. Rusya'daki herbir parti şöyle ya da böyle zengin olmuş kişilerin parti­sidir demek yanlış olmaz. Ancak bir de Batı'nın çok sözünü ettiği ve de poli­tikasını yakından izlediği Yablinski'nin Yabloka (elma) adlı partisi vardır. Keskin reformcudurlar ve belki birtek onlar bu kadar zengin değillerdir. Bunlar devletin gene üst bürokratlarından olup, soygunları görüp pay isteyen, ama başaramayan kişilerden oluşurlar.

2. RUS FİNANS KA PİTA LUCUBESİ

Bu anlattıklarımıza belki pek şaşırıl- mayabilinir. Kapitalist ülkelerde de par­tiler böyle değil mi, herbiri belirli ser­maye guruplarının savunucuları değil mi, denebilir. Bir yanıyla doğrudur, ama Rusya'da olanların diğer ülkelerden çarpıcı bir farkı vardır. Rusya'da herşey biraz tepesi taklak gelişmektedir. Kapi­talizmin ana yurtlarında sermaye biriki­mi uzun bir süreç almıştır. Sonra kapital, finans ile birleşmiş, siyasi kadrolarını kurmuş devleti ele geçirmiştir. Ekono­mik açıdan doğal diyebileceğimiz bir süreç izlenmiş, serbest pazar kapitalist üretiminden tekelci kapitalist üretim biçimine ancak böyle uzun bir süreç sonunda geçilmiştir.

Bizim gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri’- nde kapitalizmin kuruluşu biraz daha farklıdır ve de kapitalizmimizin hala geri kalışının nedenini de içinde taşır. Bizde Batı kapitalizmine özenilmiş ve bizzat devlet eli ile, devlet kredi ve desteğiyle, KIT'lerden sağlanan ucuz hammaddeler ve ara mallarla Koçlar ve Sabancılar yaratılmıştır. Bizde serbest rekabetçi pazar yaşanmamış gibidir ve kapitaliz­mimiz baştan tekelci olarak kurulmuş­tur. Finans kapitalimiz 1923'den 1960'- lara kadar geçen süreçte zenginleşmiş, devletçilik içine sığmaz olmuş ve kendi partisini ve partilerini yavaş yavaş kur­muş ve ancak ondan sonra Menderes ile çok partili sisteme geçilmiştir. Ama herşeye rağmen öz tekellerimiz bile ulus sınırları içinde dış tekellere karşı korun­maya çalışılmıştır. İthalat, yavaş yavaş tekellerimiz kendilerini güçlü hissettikçe serbest bırakılmış, gümrük duvarları

__________________rus-çeçen savaşı___

----------------------------------------- 113 —

Page 114: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

kollana kollana indirilmiştir. Bunun en dizginsiz yapılması bile ancak Özal döne­mi ile başlamıştır. Ve ayrıca her bir süreç büyük çatışmaların, askeri dar­belerin sonucunda gelmiştir. Ve Avrupa pazarına gireceğimiz zaman bile indir­memiz gereken korumacı önlemler daha vardır. Ayrıca bu, kapitalizmin ana yurtlarında da böyledir. O çok serbest rekabetçi olmakla övünen Batı bile yığın­la önlemlerle kendi tekellerinin pazar alanını korur.

Oysa Rusya'da kapitalistleşme gör­düğümüz gibi farklı şekilde işe başla­mıştır. Sosyalist dönemden devralınan sanayide işe yarayanlar bizzat KP'nin devlet kadroları ve sanayi yöneticilerinin cebine inmiştir. Yani bunlar kılık değiş­tirir gibi kısa sürede finans kapitalist olu­vermişlerdir. Yani diğer taraflardaki gibi devleti ele geçirme diye bir süreç yaşan­mamış, bizzat devlet kendisi finans kapi­tal haline gelmiştir. Rus petrolü, gazı ve diğer hammaddeleri 70 yıllık sosyalizm döneminde zaten çıkarılır duruma geti­rilmiştir. Yatırım yapıp çıkarma diye bir eziyet çekme, sermaye, teknoloji arama gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri devletçi­liğinin önünde duran sorunlar yoktur. Yapılacak iş sadece birkaç açıkgöz tarafından bunların pazarlanmasıdır. Ve bu başarılı bir şekilde yapılmıştır. Ya da tersi, iç pazarda Batı tüketim mallarına müthiş ihtiyaç vardır. Karlı ithalatlarla da cepler doldurulur. Sosyalizmde var olan devlet kadroları bizzat finans kapital haline dönüşür.

İkinci olarak, bunlar yapılırken tek belirleyici bireysel karlar olduğundan bizim ülkelerde ve Batı'da gördüğümüz anlamda ülke sanayini korumak için ciddi bir çaba yoktur. Bildiğimiz gibi__ 114

zaten bu çok zorlu bir savaştır. Batı elin­den geldiğince kendi mallarına pazar açmak için bastırır. Rus finans kapitali de bireysel olarak cebini dolduracağı her noktada eğilmiştir. Sanayinin yeniden yapılanması, modernleşmesi başka bir iştir. Bu işe girişmeden Batılı yatırımcı ile ortak olabilecek güçte yerli sermaye yaratmak gerekir. Ayrıca yatırım yap­mak uzun dönemli bir iştir. Halkın batı tüketim mallarına iştahını, talebini doyurmak hem karlı hem kestirme hem de birşey yapıyor gibi gözükmenin kısa yoludur. Bütün bu gerekçelerle Rus politikasında sanayi koruma diye bir ilke öne çıkmamıştır. Rus ekonomisi, pazarı boylu boyunca açılmış, Batı ile gülüm balım Rus halkı soyuluvermiştir.

Üçüncü olarak, dünyada genel olarak Finans-Kapital üretim içinden doğar. Sermaye çeşitli faktörleri bir araya getirir ve üretim yapar. Bu onun sağlıklı yanıdır. Sonra finans ile birleşip para oyunları, spekülasyonlar ve tekel haline gelince sağlıklılığını yitirir ve çürür. İşte Rus Finans-Kapital’i de daha baştan böyle çürük yapılıdır ve de işin kötüsü neredeyse tamamen ticaret ve para oyununun üstüne oturur. Üretimle ilgisi sadece petrol, gaz ve bir avuç metalin çıkarımında kalır. Satılabilecek mal bittiği ya da karın azaldığı durumda ne olacak­tır? Onun için korkaktır. Ülke içinde kalmayı çok tehlikeli görür. Rusya'nın yarını hiç parlak görünmemektedir. Bu para oyunu ve ticaretle elde edilen ser­maye ülkede bırakılıp yatırıma dönüş­türülmez. Batılı ülke bankalarına yatırılır. “Yılda Rusya'dan kaçan para miktarının 10-20 milyar dolar arasında değiştiği söyleniyor... Moskova'da Rus Akademi ve Bilimleri’ne bağlı Ekonomi Enstitüsü

Page 115: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Başkanı Leonid Abalkin gizli tasarruf­ların 30 milyar doları bulduğunu tahmin ediyor. Rus Bankalar Birliği Başkanı Sergey Egorov ise bu rakamın 80 milyar dolar olduğunu öne sürüyor.” (Japan Review of International Affairs, Bahar sayısı 99, s. 44) Dışarı kaçan miktarın çok daha fazla, 100 milyar doların üstünde olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Rus finans kapitali yapısı gereği elindeki sermayeyi sağlıklı hale getirip yatırım yapmaktan kaçmaktadır. Ülke bir felakete sürüklenir.

3. S E Ç İM LE R

Yukarıda anlatılan soygun ve finans kapitalin oluşması 1993 ya da 1994 yılla­rına gelindiğinde ana hatlarıyla tamam­lanmıştır. Ondan sonra soygun kaynakla­rı daralmaya başlar, üstündeki çıkar çe­kişmeleri artar. Daraldıkçada siyasetteki çıkar çatışmaları şiddetlenir. Skandallar, öldürmeler, şantajlar ayyuka çıkar. İlk Çeçen-Rus Savaşı’nın 1994-96 yıllarında yaşandığını bu arada hatırlatalım.

1997 yazında Rus ekonomisi iflas eder. Ekonomi çöker. Ruble korkunç bir devalüasyon yaşar. Ya da Rusya'da Batı tipi bir kapitalizm kurma hayalleri biter. O zamandan beri de Rusya, ben­zetmesi yanlış olmazsa, serumla idare edilmektedir. Ülke üretimi şimdiye kadar ancak bir kez, o da devalüasyona bağlı olarak 97 yılında %0.8 artış göster­miştir. Onun dışında Rus ekonomisi on yıldan beri sürekli gerilemektedir. Sovyetler döneminin ancak %40'ları dolayındadır. On yıl boyunca devlet ancak iki kez bütçe yapabilmiştir. Rusya tam bir asalak, tüketen toplum yapısın­

dadır. Petrol (son yıllarda petrol fiyat­larındaki artış ekonomiyi biraz rahatlat­mıştır.), doğalgaz ve birkaç kalem ham­madde, silah satılır, borç alınır, bunlarla ithalat yapılır ve günlük yaşanır. IMF reçeteleri ile işler idare edilmeye çalışılır.

İktidar koltuklarındaki çürümenin çeşitli düzeylerde halk arasında da yaşanması doğaldır. Tepedeki çıkar gurupları gibi halkta birbiriyle savaş halindedir. Ekonomi, spekülasyon ve para oyunlarıyla ayakta durunca halkta aynısını yapmaya zorlanır. Ekonomi ne kadar yasadışı yollara kaydıysa aynı şek­ilde halkta yasadışı yollara kurban olur. Herkes kar peşine düşer. Ahlaki çözülme, çürüme, bencilleşme, insani ilişkilerden kopma korkunç boyutlar­dadır. Rusya bugün mafyaların, çetelerin ülkesidir. Yaşadığımız kapitalist ülkeler­de de insanlar bencildir, sistemin kendisi bireysellik üstüne oturur, ama bu sistem kurumlan çerçevesinde desteklenir. Yoksul halkların yasadışına kayması ülkenin zenginliğine göre elden geldi­ğince devletin kontrolünde tutulmaya çalışılır. Yani bir hastalık sigorta kuru­mu, bir işsizlik parasının olması ne olur­sa olsun batı anayurtlarında halkların güvencesidir, iktidarlar soygun düzen­lerini böyle korurlar.

Rus halkının sosyalizmde var olan benzer kurumlan kapitalizme geçişte kuşa çevrilmiştir. Sistemin örgütlenmesi, kurumlan, hatta yasaları bile yapılmadansoygunu tamamlanıvermı'ştir. Bu durum­da insanların ahlaki çöküntüsünün anlaşılmayacak bir yanı kalmaz. Rus insanı geleceğine doğru değil, günlük yaşamaktadır. Sevgi, saygı, güven, inanç hiçbir şey kalmamıştır. Rus toplumu

__________________rus-çeçen savaşı___

--------------------------------------------- 115 —

Page 116: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

tamamen bir anarşi içinde yaşamaktadır. Bir yanda sosyalizmin yıkılmasını sağla­yan kapitalizmin tüm zengin tüketim mallarını kullanan bir avuç müthiş zen­gin; diğer yanda da bunları almayı ömür boyu hayal edemeyecek milyonlarca halk. Gelir dağılımındaki korkunç uçu­rum Latin Amerika ülkelerinde bile gö­rülmedik bir boyuttadır. Bu ortamda Rusya'da yarın neler getirecektir, hiç kestirilemez.

Seçimlerden yine Kremlin yandaşları, yani bu on yıllık tablonun sorumluları karlı çıktı. Şimdiye kadar yürütülen ekonomik reçetelerin bir işe yarama­ması, Batı tipi bir kalkınmanın, Batılı­laşma modelinin çökmesine, çürü­melerin, yolsuzlukların ayyuka çıkmasına karşın neden yine Kremlin taraftarları seçimleri kazanmışlardır? “ Birincisi, Çeçen kampanyası ve seçmenin Sovyet döneminden gelen iktidar partisini destekleme içgüdüsüdür. İkincisi, Birlik (Putin'in desteklediği gurubun adı, bn) düzen ve ulusal onur temalarını işledi. Bu komünizme dönüş değil, ama Rus gelenekçiliğinin yeniden doğuşudur. Bir düşman, güçlü bir devlet ve Batı'ya karşı biraz sert davranabilen güçlü bir lider arayışında kendisini göstermesidir... Üçüncüsü, başarısızlığa uğramış reform­lar ve yolsuzluk, skandallarla yıpranma­mış Birlik yönetimi halkın aradığı yeni politik yüzlerden oluşuyordu” . (Financi­al Times, 21 Aralık 99)

Uzunca alıntıyı kendi dilimizle yorumlarsak, Putin'in başarısının birinci nedeni Çeçen Savaşı’nda yatar. Savaş siyasetteki yolsuzlukların, çürümelerin üstünü örtmüştür. Seçim propagan­daları yapılırken elbette her bir siyaset, birbirinin çürümüşlüğünü, kirli işlerini

_ 1 1 6

daha çok ortaya atacak ve ortalığı pislik götürecekti. Ortalığı yolsuzluk hikaye­leri kaplayacak, işin içinden çıkılmaz bir döğüşe başlanacaktı. Ve ortada elle tutulur bir kişi ve kurum kalmayacaktı. Çeçen Savaşı çıkarılarak bütün bu geliş­meler önlenmiştir. Çeçen Savaşı poli­tikadaki bu çirkinliklerin basının birinci sayfalarından geri sayfalarına düşmesine neden olmuştur. Halkın bilincinden Rusya'nın kötü ekonomik durumu, alın­ması gerekli önlemler, hangi yolla kal kı n ı lacağı silinmiş, yerine Çeçen konusu konulmuştur. Çeçen Savaşı halkın kendisini unutmasına hizmet etmiştir. Halk milliyetçi bir havaya gir­miş, kendisini ulusuyla birleştirmiş, çıkar farklılıkları yerini ulusal bütünlüğe bırak­mıştır. Bütün burjuva savaşlarında oldu­ğu gibi.

İkincisi, elbette halk bugünkü duru­mundan hoşnut değildir. Eskiyi, ekono­mik düzeni ve onun verdikleri anlamın­da aramamaktadır. KP'nin Duma’daki sandalye sayısı 157'den l l l ' e düşmüş­tür. Ama halk bir düzen, güçlü bir ikti­dar aramaktadır. Hangi halk bunu ara­maz ki? Gazete değerlendirmesindeki halkın eski sovyet, komünist düzen, ikti­dar partisinin desteklenmesi içgüdüle­rine katılmıyoruz. Ama halkın hangi sis­tem olursa olsun düzen araması doğal­dır. Çeçen Savaşı’ndaki başarı(!) halka bu iktidarın güçlü olduğu izlenimini ver­miştir. Her cephede yenilmekten umut­suzluğa kapılan halk işte bu kadarcık bir başarıya bile umut bağlatılacak duruma gelmiştir.

Üçüncüsü, Putin ve Yeltsin'in Batı'ya karsı sert çıkışlarıdır. Halkın yaşadığı yoksullukların suçlusu sırf Batı’ymış imajı yaratılmış, Kremlin'in başarısızlıkta

Page 117: Yol Şubat 2000 Sayı 7

bir numaralı suçlu olmasının üstü örtülmüştür. Halkın Batı'ya öfkesi bizzat bu yolun sorumlusu kişilerce de örgüt- lenivermiştir. Halkın çoğunluğu Putin'i ve Birlik’ini dertlerine çare olabilecek güçte görmektedir.

4. B A T I İLE İL İŞ K İL E R

Yılın son gününde Yeltsin'in istifası ile birlikte Rusya'da bir dönem kapan­mış, Putin ile yeni bir döneme girilmek­tedir. Putin çizgisinin daha iyi anlaşılır olabilmesi açısından Batı ile ilişkilerdeki bazı noktaları aydınlatmak gerekir.

Batı Çeçen Savaşı’na karsı çıktığını açıklıyor. Çeçenistan'da teröristlerle birlikte yoksul halkın da bombalandığını söylüyor. Batı komşu ülkelere göç etmek zorunda kalan 200 bin göçmenin barınaksız, aç susuz, çoluk çocuk, yaşlı hasta, kar kış, yağmur altında yollarda sefil olmasının arkasından da timsah gözyaşları döktü. AGİT'lerde, A B top­lantılarında, Beyaz Saray’dan, oradan buradan Rusya yönetimine ültimatomlar verdi. Bombalamayı kes dedi. Savaşı bitir dedi. Bütün bunlar Çeçen güçlerinde, Batı'nın Kosova gibi kendilerine de yardıma koşacağı, Milosoviç'e karşı döğüşüldüğü gibi Rusya'ya karşı da sava­şılacağı, kredileri durduracağı umutlarını doğurdu.

Sonuç ne oldu? Hiçççç. Hiçbir Batı'lı ülke Rusya ile ilişkilerini kesmedi. Bir yaptırımda bulunmadı. Herşey lafta kaldı.

Rus iktidar koltuğunda oturanların yaptığı yolsuzluklar hergün gazete say­falarında manşetlere çıkıyor. IMF'ye ve­rilen raporlarda sahtekarlıklar tesbit ediliyor. Bunlar IMF açısından ilişkileri

kesmeye gerekçe olabilecek neden­lerdir. Ö te yandan Rus başsavcısı Yuri Skuratov açıklıyor; “ IMF'nin aktardığı 4.8 milyar dolarlık kredinin 3.9 milyar doları Kremlin tarafından Merkez Bankası eliyle çok yakın ilişkiler içinde olunan 18 ticari bankaya satılmıştır.” (The Economist, 18-24 Eylül 99, s.38) IMF'nin açtığı kredilerin nereye nasıl git­tiğini bilmesi için başsavcının açıklaması­na ve kaynak göstermesine ihtiyacı mı vardır? Elbette yoktur. IMF neyin nereye gittiğini çok iyi bilmektedir.

Peki ne oluyor? Hiiüç. IMF kredileri vermeye devam ediyor. Sanki birşey yokmuş gibi davranılıyor. Kimileri Batı'nın yanlış yaptığını savunuyor. İşin içinden çıkamıyor.

Rusya'da ortaya çıkarılan yoksuzluk- ların ucu gelip Batı'ya dayanmaktadır. Kah İsviçre bankalarından kah New York bankalarından başgöstermektedir. Yeltsin'in başka isme yatırılmış milyon­ları, Merkez Bankası şeflerinin gizli hesapları, oradan buradan para yıka­malar üstünde kimse durmamaktadır. Sıradan olaylar gibi yazılıp çiziliyor, sonra unutuluyordun Akıllara şu sorular gelebilir. Neden Yeltsin ve Rus iktidar tepelerinde oturanlara eski Fiiipinler Devlet Başkanı Markos'a yapılanlar ya­pılmamaktadır? O da Batı yardımlarını IMF kredilerini İsviçre bankalarındaki özel hesabına yatırmamış mıydı? Onun bu banka hesapları dondurulmamış mıydı? Neden aynısı şimdi Rusya'- dakilere yapılmamaktadır? Batı o zaman­lar namusluydu, doğru yapıyordu da şimdi mi namussuz olmuştur, yanlışlıklar yapmaktadır? IMF yetkilisi açıklıyor; “ABD , İMF'yi Rusya politikasına utan­madan alet etti.” (The Economist)

__________________ rus-çeçen savaşı___

-------------------------------117 —

Page 118: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Sorunu anlamak için burjuva poli­tikasının arkasına gizlenen çıkar ilişkileri­ni görmek gerekir. Rus finans kapitalinin pislikleri ve yolsuzlukları Batı'nın bilme­diği bir şey değildir. İşin altında bizzat kendisi vardır. Rusya'daki soygun Rus Finans-Kapitall'nin eliyle Batı'nın bilgisi ve çıkarları çerçevesinde yapılmıştır. Rusya petrolü, hammaddeleri ve halkın tüm birikimleri hem bir avuç Rus Finans-Kapitali hem de Batı işbirlikçileri eliyle soyulmuştur. Örneğin ABD'nin Rusya'ya yardım komitesi vardır. “ Bu komite koordinatörü Clinton'un baş­yardımcısı, şimdi ABD başkan adayı Al Gore'dan başkası değildir” . (The Econo- mist, 4-10 Eylül 99, s.48) Rus meslektaşı günün Rus başbakanı ile koordinasyon içinde yardımları denetlerler ya da nasıl soyulacağını belirlerler. Batı'nın yardım­larının nerelere gittiğini bilirler. IMF kredilerinin verilip verilmeyeceğine A BD ve işbirlikçileri karar verirler. Yürüten IMF görünür, ama bu kurum onların denetimi altında çalışır. Onların sözünden pek dışarı çıkmaz. Zaten IMF kurumunun kendisi Batı’ya pazar açma görevi ile kurulmuştur. Ayrıca insancıl yardımlar zaten Batı’dan mal alma koşu­lu ile verilir. Batı, Rusya'daki yolsuzluk­ları bilerek desteklemiştir. Ayrıca bu kendi çıkarıdır. Kendisine pazar aç­mıştır. Kendisine benzeyen, çıkarları aynı olan işbirlikçileri doğurmuş, büyüt­müştür. Onlarla birlikte Rus pazarını sömürmüştür. Ayrıca bu kirli işlerden elde edilen paralar kendi bankalarına geri dönmüştür.

Rusya'nın Batı açısından en önemli özelliği nükleer bir güç olmasında yatar. Nükleer bir güçle kedinin fareyle oyna­ması gibi oynanmaz. Çok daha büyük

__ 118

boyutlu, ciddi, güçler dengesinin en has­sas bir şekilde değerlendirildiği, temkin­li politikalar gerektirir.

Onun içinde Çeçenistan'da ki savaşa karşı çıkıldı. Neden çıkılmasın? Kendi çıkarlarına karşı bir savaştır. Batı'nın kazandığı mevziler elden gitmektedir. Tehdit etti, ültimatom verdi. Ama bir yaptırımda sergileyemedi. Sergilemek işine gelmedi. Biraz da Dimyat'a gider­ken bulgurdan olmak istemedi. Demek ki Rus iktidarının, kendi işbirlikçilerinin koltuğunda durabilmesi için Çeçen Savaşı’na ihtiyacı vardı diye düşündü. Düşünmesi dayatıldı. Kabullenmek zorunda kaldı. Bu savaş yapılmayıp Kremlin iktidardan düşse daha mı iyiydi? Böyle düşünmek zorunda kaldı. Kremlin, halkına biraz Batı'dan uzak görünme ihtiyacında mıydı? Eh biraz da haklıydılar yani! Öyleyse ortak davranıp onlarda diş göstererek, Kremlin'in ekmeğine yağ sürdüler. Bilerek bilme­yerek, isteyerek istemeyerek, karşılıklı ilişkiler yeni bir düzeyde, yeni bir den­geye oturtuldu. Ama iki taraf içinde kesin olan şu ki, Çeçen Savaşı ile taraflar arasında bir dönem kapanıp yeni bir döneme girildi. Rus işbirlikçi dostlarının oynadığı kapitalist düzenin kuralı bunu gerektiriyor ve de Batı bunu anlıyor. Kendi çıkarlarını ve ilişkilerini yeni bir dengeye kaydırıyor. Mesele budur. Ve de çok önemlidir.

Artık bundan sonra Rus-Batı ilişkileri yeni bir dengeye oturmuştur. Rusya'nın soygunu eskisi gibi devam etmeyecektir. Ne Rus burjuvazisi ne de Batılı dostlar eskisi gibi gülüm balım anlaşarak Rus pazarını talan etmeyecekler. Rus burju­vazisinin çıkarları başka tür davranmayı gerektiriyor ve bu yeni çıkar perspektif-

Page 119: Yol Şubat 2000 Sayı 7

leri çerçevesinde daha temkinli, daha dişe diş bir pazarlık dönemi başlıyor. Rusya bu yeni yolda Batı'ya aynen Çeçen Savaşı’nda olduğu gibi daha sert çıkabilecek. Daha çok kendi çıkarlarını koruyacaktır. Dünya güçleri içinde kendine yeni ittifaklar arayacak, çeşitli ülkelerle bu yeni çıkarları doğrultusunda işbirlikleri yapacak anlaşmalar imzalaya­cak. Dünya olaylarına artık Batı'ya bitişik bir perspektiften bakmaktan vazgeçe­cek, daha mesafeli olacaktır. Bu yeni dengeye otururken de iki tarafında elinde birbiri ile ilgili kozlar, yaptırım güçleri vardır.

5. V LA D İM İR P U T İN DÖNEM İ

Bu yazıyı kaleme aldığımız Ocak ayı başında Putin'in Mart ayı sonundaki seçimleri kazanıp yeni Rus Devlet Başkanı olmasına kesin gözle bakılıor. Bu tahminin temel nedeni seçimlerde gösterdiği başarıdır. Desteklediği Birlik, Eylül ayı içinde apar topar kurulmuştur, henüz herhangi bir program ve tüzüğü yoktur. Yürüteceği soyso-ekonomik politika bu anlamda belirsizdir. Putin Çeçen Savaşı’nı yürütüş biçimi, korku­suz, enerjik, atak, sert tavrı ile bugüne kadarki meslektaşlarından farklı görün­müş ve öne çıkmıştır. Çeçen Savaşı’nı, skandalları örtme aracı olarak kullanıp Finans-Kapital içindeki çekişmeleri pratikte örterek ulusal birlik, bütün­leşme, uzlaşma havası yaratmayı başar­mıştır. Ama iktidar olduğunda çeşitli çıkar ilişkileri, ulusun yönelişi, çok ihtiyaç duyulan ekonomik önlemler ne olacaktır? Yıl başında internetin hükü­met sayfasında kısa bir program taslağı yayınlandı. Buradan kalkarak Putin

dönemi konusunda kaba bir fikir elde etmek mümkündür. Bizde Batı basınının yaptığı kısa aktarm adan kalkarak ve bunun yaratabileceği aksaklıkları göze alarak bir değerlendirme yapalım.

Aktarılan programa bakınca Putin döneminin Yelisin döneminden farkı, bu farkın seçimleri kazanmada oynadığı rol ve halk açısından anlamı biraz daha anlaşılır olur. Program eklektik ve prag- matiktir. Oradan buradan alınmış, suya sabuna dokunmayan genel kavramlardan oluşur.

Metine Putin Rusya'nın içinde bulun­duğu konumu değerlendirmekle başlı­yor ve karamsar, bu anlamda gerçekçi bir tablo çiziyor.

“ Ülkenin 300 yıldır ilk kez ikinci, hatta üçüncü sınıf bir global güç olma tehlikesi ile yüzyüze olduğunu iddia ediyor. Rusya'nın GSMH'sı 90'lı yıllarda yarıya düşmüş ve şimdi ABD'nin ancak 10'da biri kadardır. Dahası dünya ekonomik geleceğini belirleyen yoğun teknikli endüstri sektöründe rekabet edemez durumdadır. Yüksek teknikli tüketim maddeleri üretiminde Rusya'nın payı dünyada % l iken ABD'nin %36'dır.” (Financial Times, 5 Ocak 2000)

Putin daha en başta Rusya'nın karşı karşıya olduğu ekonomik güçlüğü çiz­meye çalışırken zaman dilimini 300 yıl olarak alıyor. Yani Çarlık Rusyası ve sosyalizm. Böyle yaparakta sosyalizmde, A BD ile başa baş güreşilen bir konuma gelindiğinin üstünü örtüyor. Rusya zaten 300 yıldan beri süper güç olmuştur, sosyalizmin eklediği birşey yoktura getiriyor. Sosyalizmin yaptıkları küçültü­lüyor. Süper güçlük, Çarlık Rusyası’ndan beri gelen bir özellik gibi anlatılıyor.

rus-çeçen savaşı___

119 —

Page 120: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yolTabi böyle olunca da 90'lı yıllardaki geri­lemesinin korkunçluğunun üstü örtü- lüveriliyor. Hedef yeniden ABD'nin yük­sek teknikli tüketim mah üretimi oiarak ortaya konuluyor. Yani son on yıldır geri düşüldü, ama bu amaçtan yani kapi­talist tüketim mallarını üretme hede­finden, bir A BD olma hedefinden vaz­geçmedik deniliyor. Yani bu anlamda Putin 10 yıl öncesinden farklı bir şey ge­tirmemektedir. Sosyalizm yıkılırken ki Yeltsinci parolalar tekrar edilmektedir.

Peki 90'lı yıllarda iktidarlar hangi politik-ekonomik hataları yapmıştır? Neden geriye gidilmiştir? Neden süper güçlükten üçüncü sınıf bir güçlüğe geri- lenmiştir?

“ Putin bunların sadece ekonomik yanılgılar olmadığını söylüyor. 70 yıllık komünizmin yol açtığı moral ve ruhani krizler, ayrıca son on yıldır Rus toprak­larına yabancı liberal fikirlerin sokulma­ya çalışılmasıdır. Ülke fabrikaları çürü- mekte, yeni yatırımlar çökmüş durum­da, yolsuzluk şahlanmış ve toplum par­çalanmış olarak durmaktadır.” (a.g.y.)

Bu kadar gerilemenin nedeni Putin'e göre sadece ekonomik değildir. 70 yıllık komünizm deneyi ve de 10 yıllık Batı’nın yabancı liberal ideolojisinin payı vardır. Komünizm halkın ahlakını çürüttü, moralini yok etti, liberalizmde yabancı, anlayamadık. Ülke bütünlüğünü tehdit eder duruma getirdi. Sanki halk can derdinde ölüm kalım savaşı verirken ahlak aranırmış gibi. Denize düşen yılana sarıimazmış gibi. Sanki tepedekilerin soygununu ahlak belirliyormuş, sistemin özelliği değilmiş gibi. Putin aynı mantığı burada da yeniliyor. 10 yıllık gerilemenin baş nedeni tepedekilerin halkı soymasını

_120

kapitalist düzenin kendisinde arayacağı­na komünizmin ahlakı bozmasına bağlayıveriyor. Bu ahlaki bozulma BatflTMn VtberaVizmi ile de birleşiverince işte 10 yıl gerilemenin nedeni açık- lanıveriyor. Putin büyük bir ustalıkla 10 yılın pisliklerinin üstünü örtmektedir. Ve bunu yaparkende 10 yıllık yaşanan Yeltsin dönemi ile 70 yıllık sosyalizm deneyi aynı kefeye yerleştirilmektedir. Böylece komünizme duyulan öfke ile 10 yıldır kapitalizm altında yaşananlara duyulan öfke birlikte örgütlenmekte, kendisini yeni bir çizgi olarak ortaya koyma başarısını göstermektedir. Putin seçimleri böyle kazanır. Öfkeyi örgüt­leyip kendisini bir umut olarak satmayı becermiştir. Ayrıca Putin çizgisi ile ilgili yeni birşey öğreniyoruz. Putin liberal düşüncelere karşıdır!

Putin ülkeyi nasıl kurtaracaktır? Neler önermektedir? Ulusun yeni bir sosyal dayanışmaya, yeni ulusal uzlaş­maya ihtiyacı vardır. Bizim gibi kapitalist ülke çocukları bu sosyal uzlaşma ve dayanışmanın neler olduğunu biliriz. Bunlar burjuvazinin sınıflı toplumdaki proletarya ve burjuva çıkar farklılığının üstünün örtülmesinin laflarıdır. Putin artık Rusya'da farklı sınıfların olduğu ve bunun çıkarlarının farklılaştığı gerçeğini ulusal birlik, bütünlük, uzlaşma perdesi arkasına gizlemektedir.

Putin aynı bizim burjuva liderlerimiz gibi sanki sınıflar üstü davranmaktadır. “ Rusya milliyetçilik duygusunu yeniden kazanmalı; askeri güç yerine ekonomik başarıya dayalı büyük güç olma kavramını yeniden tanımlamalı; devletçi­lik duygusunu yeniden canlandırmalı; ülkenin tarihi boyunca var olan milliyetçi kolektivist ruhunu yeniden dirilt-

Page 121: Yol Şubat 2000 Sayı 7

melidir.” Askeri değil ekonomik güç olmaya yönelik Rus milliyetçiliği, devlet­çilik altından burjuvazi ve halk birleştiri­lecektir ya da devletçilik denilerek halk burjuva çıkarlarının arkasına alınacaktır. Hedefte eskisi gibi yeniden bir süper güç olmaktır. Ama bu süper güçlük askeri amaca yönelik değildir. Bu anlamda sözüm ona hem komünist dönemden ayrılınmakta hemde Batı'dan gelecek eleştirilere yanıt verilmektedir. Sanki A BD süper güçlüğü askeri üstünlüğe dayanmıyormuş gibi. Sanki biri olmadan diğeri olurmuş gibi.

Putin böylece Yeltsin döneminden farklılığını ortaya koyar. Çıkılacak yeni yolun ip uçlarını verir. Milliyetçilik. 10 yıl önce kapitalizm yoluna çıkılırken batı ile kaynaşma vardı. Rus kimliğinden utanma vardı. Sınırların açılması ve hemen o ülkeler gibi kalkınıverme hayalleri vardı. Hele hele devletçilikten yaka silkiliyor­du. 70 yıllık devlet diktası ve devlet yö­netimine lanetler yağdırılıyordu. Libe­ralizm, bireysellik deniyordu. Özgürlük deniyordu. Şimdi bunlardan geri dön­meyi öneriyor Putin. Milliyetçilik. Milli­yetçi kolektivizm. Devletçilik. Devletin güçlü olduğu ve herşeyi kontrol ettiği bir düzen isteniyor. “ Ruslar’a pek ya­bancı olmayan ve mutlaka karşı çıkılması da gerekmeyen, aksine düzenin kaynağı ve garantörü; herhangi bir değişikliğin başlatıcısı ve ana motoru olan güçlü devletçilik" (a.g.y.) Bütün bunların anlamı sudur. Rus finans kapitali, burju­vazisi 10 yıl sonra kendi pazarını iste­mektedir. Burjuvazi dışarıya papatya gibi açılmaktan vazgeçip kendi pazarına sahip çıkmaya ihtiyaç duymaktadır. Milliyetçili­ğin altında bu yatar. Pazarını sömürür­ken de devletin korumacılığına ihtiyaç

duymaktadır. Burjuvazi halkları sömü­rürken devlette onları zaptırap altında tutacaktır. 10 yıllık soygundan beslenen burjuvazi artık ülke içine dönecek, birikimlerini becerebildiği kadar yatırım­lara dönüştürecek ve pazarında at koş­turacaktır. Devlette işte bunun garan­törlüğünü yapacaktır.

İlginç birşey daha vardır, milliyetçi kolektivizm. Kolektivizm komünizmin terimidir. Bujuvazi bunun yerine bilindiği gibi bireyselliği koyar. Kolektivizmin karşısında özel girişimi kutsallaştırır. Yasanan 10 yıllık deneyde bireysellik, burjuva bencilliği halk tarafından iyi anlaşılmıştır. Sosyalizmin tüm kolektif örgütlenmeleri dağıtılıp ülke bu sınırsız soygun kapitalizmiyle bire bir karşı karşıya bırakıldı. Halk perişan oldu. Halk eskinin kolektivizmini aramaya başladı. Putin bir yanıyla bu duyguları sömür­mektedir. Diğer yanıyla ise Rus burju­vazisi yeni bir yola hazırlanmaktadır. Bu halkların yeniden soygunu demektir. Bunun için halkların biraz daha özveride bulunması istenecektir. Bu özveri talebi- de kolektivizm kavramı arkasına gizlen­mektedir. Biz bunu isterseniz ulusal seferberlik olarak okuyalım.

Putin programının en ilginç yanı belki de ekonomiyle ilgili olan kısmıdır. 10 yıllık deneyden sonrada devletçilik ekonomiye de sokulmakta etkin bir karma ekonomi önerilmektedir. “ Her ne kadar devletin asıl görevi suçluların yakasına yapışmak y c özellikle yüksek teknik ve enerji sektörlerini destekleyen aktif endüstri politikası uygulamak olsa da beceremediği alanlardan da çekilme- lidir.” (a.g.y.) Bilindiği gibi sosyalist sis­temin en büyük eleştirisi ekonomiye devlet müdahalesi ve merkeziyetçilikti.

__________________ rus-çeçen savaşı___

---------------- 121 —

Page 122: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Batı’dan geri kalınmanın en temel neden­lerinden biri olarak düşünülüyor ve devletin ekonominin her alanından geri çekilmesi gerektiği savunuluyordu. Tüm devlet kurumlarının özelleştirilmesi hedefleniyordu. Şimdi bu konuda bir geri adımla karşı karşıyayız. Burjuvazi ekono­mide devleti istemektedir. Ülke sorun­ları ve yapılması gerekenleri farkettikçe kendi imkanları ile bunun altından kalka­mayacağını görmekte, devletin yardımına ekonomik alanda da ihtiyaç duymaktadır. Özellikle teknik yoğunluklu sektörlerde gücünün yetmeyeceği düşüncesindedir. Devlet buralarda yatırım yapmalıdır.

Ekonomik açıdan Putin'i Yeltsin döneminden ayıran en temel özellik budur. Putin Rus Finans-Kapitali’ne yeni bir yol göstermektedir. Birbirlerini yıp­ratmak yerine ülkeye yatırım yaparak, üretimle Rus pazarını sömürme yoluna çıkılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Burjuvazi, başka bir hedef etrafında bir­leştirilmeye çalışılmaktadır. Ülkenin buna ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Ya da tersi de doğrudur. Burjuvazi artık buna sıra geldiğini anlatmak istemekte, bunu yapmak istediğini ortaya koymaktadır. Bu durumda da elbette ihtiyaç duyulan güçlü bir devlet kontrolü ve düzendir. Çoğu dışarıya kaçmış olan sermayenin ülke sınırlarına geri gelip yatırıma dönüşebilmesi için emin bir ortam yaratılmalıdır. Şimdilik görünen odur ki tüm çıkar çevreleri bu konuda anlaşmış gibidir. Ulusal seferberlik, halkın mil­liyetçi kolektivizm ideolojisi ile güçlü devletçilik altında birleştirilip karma bir ekonomi uygulamak. Seçim sırasında Putin'e destek verenler desteklerini sürdürmekte, hatta karşı partilerde isti­falar başlamıştır. Elbette köksüz, 10 yıllık

__122

mazisi olan bir burjuvazinin ne yapacağı pek belli olmaz. Her an herşey tepesi taklak gelebilir, ama yine de ekonomide böyle bir yol mantıklı gelmektedir.

Putin programının bizim yabancı basından izlediğimiz bölümlerinde yoksul halklara vaadettiği birşey yoktur. Ne işsi­zlik, ne enflasyon, ne gelir dağılımındaki farklılıklar, ne sosyal haklardan söz edil­mektedir. Burjuvazinin çıkarlarından ko­puk bir halk yok gibidir. Programın özünde var mı bilmiyoruz, ama pek san­mıyoruz. Çünkü Rus burjuvazisi henüz sınıflı mücadeleye alışık değildir, kendisi ne de olsa sınıfsız bir toplumdan gelmiş­tir. Başka bir sınıf olma deneyleri yoktur. Hele hele burjuvazinin halkları ezme deneyine hiç sahip değildir. Şimdiki hali ile komünizme duyulan öfke sömü­rülmekle yetinilmekte ve halkın tekrar eski düzene dönme isteği ciddiye pek alınmamaktadır. Ya da bunlar milliyetçi kolektivizm gibi birer ideolojik kavram halinde, altında burjuva çıkarları gizli olarak kullanılmakta ve halklar peşten sürüklenmektedir. Nereye kadar gider­se. Bakalım bunların bedelini Rus burju­vazisi nasıl ödeyecektir. Bakalım Rus yoksul halkları nasıl ve ne zaman sessiz­liğini bozup o eski proletarya mücadelesi deneylerini devreye sokacaktır. Gelecek günlerde bunları izleyeceğimizden şüp­hemiz yoktur.

SO N U Ç

Çeçen Savaşı Rusya'nın şimdiye kadar yürüttüğü iç ve dış politikada önemli değişikler istediğinin ve bunları uygula­maya kararlı olduğunun bir işaretidir. Sosyalizmin yıkılmasından sonra Yeltsin'- le başlayan dönem kapanmıştır. Bu sü-

Page 123: Yol Şubat 2000 Sayı 7

reç içinde ülkenin temel hammaddeleri soyularak para oyunları ve ithalat süb­vansiyonları ile Rus finans kapitali kurul­muştur. Dış politikada Batı’ya neredeyse tamamen yapışık bir politika izlenmiştir. Sonuçta 97 yılında bu çıkılan kapitalist yol tıkanmıştır. İçte tamamen Batı’nın dediğini yapan bir politikanın çözüm olmadığı anlaşılmış ve Rus burjuvazisi yeni yol arayışlarına başlamıştır. Kosova Savaşı ile Batı'ya tamamen yapışık bir dış politikanında ne kadar yararlar sağlaya­cağı görülmüştür. Rus burjuvazisi şimdi kendi sınırları içinde kendi pazarını sö­mürmeye yönelik yeni bir ekonomi poli­tikası izleyecektir. Ancak elbette bu po­litika Batı'dan tamamen bağımsız bir yol değildir. Tuttuğu kapitalist düzen içinde kendi ihtiyaçları ve çıkarlarına uygun düşen daha kişilikli bir politika olacaktır.

Çeçenistan Savaşı bunun dış politika­da atılan ilk adımıdır. Rusya Kafkaslar'da Batı'ya kaybettiği etki alanlarını geri al­mak peşindedir.

Şimdilik üstte görünmektedir. Ama savaşın arkasındaki diğer gücün büyük­lüğü düşünüldüğünde bu savaşın öyle kısa süreli bir çatışma olmadığı ortaya çıkar. Ayrıca Rusya'nın daha kişilikli bir politika yürütme yoluna çıktığını da buna eklersek Kafkaslar'ın daha uzun süre Rusya'nın başını ağrıtacağına şüphemiz kalmaz. Tâki Kafkas halklarının kimlerin oyununa geldiğini anlayıp kendi çıkarları etrafında birleşmelerine kadar.

Son olarak şunu da eklemek uygun­dur; Rusya sıradan bir ülke değildir. Her ne kadar ekonomik güçten düşse de büyük ve zengin bir ülkedir. Rusya bur­juvazisi hatırlamak istemese de 70 yıllık sosyalizmin bir takım avantajlarını elinde

tutmaktadır. Bunların en önemlisi vuruş gücüdür. Elinde nükleer silahlar vardır. Batı'ya karşı zor kullanma aracı hazırdır. İkinci olarak 70 yıl boyunca kendi ayak­ları üstünde durmuş, durabilmiştir. Batı­nın her türden baskısına karşı devreye sokabileceği kaynakları bulunur. Ve bun­lar Batı'yla yapacağı pazarlıklarda elinde tuttuğu büyük kozlardır. Önümüzdeki günlerde bunları nasıl kullanacaktır, hep birlikte göreceğiz.

Rus burjuvazisi iç pazarına dönüyor. İç politikadaki sorunları belki de dış po­litikadan daha zorludur. En başta Rus burjuvazisi köksüzdür. On yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde kapitalizmin serbest rakabetçi ve diğer dönemlerini yaşamadan finans kapital aşamasına geli­vermiştir. Üretimle bağlantısı yoktur. Tamamen ticari ve para oyunları, üç kağıtlarla zengin olmuştur. Birinci zoru budur. İkincisi sınıfsız bir toplumdan gelmektedir. Buradan yükselip burjuva­laşmıştır. Sınıflı toplumda iktidar olmak bambaşka bir şeydir. Bu konuda Rus burjuvazisinin hiçbir deneyi yoktur. On yılda kapitalizmin yüzyıllarda vardığı aşa­masına vardı. Eh bir on yıl daha geçse nerelere varacağı hiç belli olmaz. Sosya­lizm aşılı halk kitaplardan yıllarca kapita­lizmin sınıflı toplum belalarını okudu. Ama onun tüketim malları gözünü ka­maştırdı. Sosyalizmin yaptığı yanlışlıklar da canına tak etti. Ama acaba halk güçle­ri, yanlışlıklarından arınmış bir sosyalizm kurma yoluna çıkmak isterse ne yapa­caktır Rus burjuvazisi. Göreceğiz. Rusya ve dünyamız epey sıcak ve dünya güçler dengesinin çok kısa bir sürede değişik boyutlar kazanacağı günlere gebedir.

15.01.2000

rus-çeçen savaşı__

123 —

Page 124: Yol Şubat 2000 Sayı 7

DÜNYA GÜÇLER DENGESİ İÇİNDE KOSOVA OLAYLARI'NIN ANLAMI

Ayşe Tansever______________________________________________________

Eski Yugoslavya'nın Avrupa kıtasının Lübnan'ı olduğu çok öncelerden beri söylenirdi. Balkanlar gerek karışık etnik yapısı, gerekse zengin Kuzey ve Orta Avrupa ve nisbeten yoksul Akdeniz ülkeleri arasında şimdi moda terimi ile hep bir 'fay' alanı olmuştur. Ve de geri­limler birikince buralarda insan yapımı depremler olur.

Kosova'da patlak veren olayların altındaki gerilimler nelerdir? Hangi çıkar ilişkileri bu toprak parçası üzerinde bunca gürültü ve patırtının kopmasına yol açmıştır? Hem de ne gürültü! ABD'sinden Avrupa'nın tümüne, artı Rusya'sından eski sosyalist ülkeler ve bize kadar bütün ülkeler kime karşı, Sırp halkına değil onun demokratik iradesi Miloseviç iktidarına karşı savaştılar.

Dünyanın en gelişkin savaş tekniğini, Avrupa standartlarına göre yoksul bu ül­keye karşı acımasızca kullandıracak ge­rekçeler nelerdi? Söylenenler, söylen- meyip gizlenenler nelerdi? Ve neler elde edildi? Kim kazandı? Ne kazandı? Kim kaybetti? Ne kaybetti? Kosova'da oyna­nan oyunun adı neydi ve sonuç nasıl bağlandı?

BATI Y E N İLD İ

1. A S K E R İ A Ç ID A N

Kosova olaylarına girişildiğinde Batı ve özellikle Avrupa Birliği çok cesaretli

__ 1 2 4 _______________________________

ve kendilerine güvenli gözüküyorlardı. Başta görüşmeler sırasında Miloseviç'in dize getirileceği düşünülüyordu. Sonra birkaç bomba ile iş bitiriverilecek sanıldı. Daha sonra bir hafta değil, hafta­lar geçmeye başlayınca korku başladı. Kara ordusu kullanmayı tartışmaya başladılar. Bazı kaynaklara göre ise daha işe girerken kara kuvvetlerini kullana­bileceklerini açıklamışlardı. Ama işin zorluğu, Yugoslavya'nın dağlık yapısı, bu nedenle insan kaybının kabarık olma olasılığının yüksekliği cesaretlerini kırdı. Batı'nın canı pek tatlıydı. Sonuçta A B D bildiğini okumaya başladı ve bombalama Sırp ordusu ve tesislerinden ülkenin ekonomik yapılanmalarına kaydırıldı. Bir süre sonra da anlaşmaya varıldığı açık­landı. Miloseviç 'geri adım atmıştı', şart­ları kabul etmişti. Öyle dendi. Oysa gerçeklik biraz farklıydı. Aksine barış isteği Batı'nındı.

Rafnbouillet’e kabul ettirilmeye zor­lanan maddeler ve bombardıman son­rası imzalanan anlaşmaya baktığımızda ikisinin aynı olmadığını Batı'nın tavizler verdiğini görürüz.

Ö rnek lersek ; baştaki Ram bouille t’e göre Sırp ordusu Kosova'dan çıkmadan bombardımanlar durdurulmayacaktı. Oysa Kosova'dan çıkması için Sırp ordusuna I I gün süre tanındı. Kosova'­da derhal seçimlerin yapılması başta şart koşulurken sonrası Kosova'da nasıl bir iktidar olacağına bile değinilmedi. Koso-

Page 125: Yol Şubat 2000 Sayı 7

va yönetimi açık bir konu olarak kaldı. Bütün Sırbistan BM güçlerinin kontrolü­ne bırakılacaktı. Oysa BM, Kosova’dan başka bir yere giremedi bile. Miloseviç iktidardan düşecekti. Hala duruyor. Öte yandan Batı tavizler vermeye devam ediyor. Örneğin yakılan, tahrip edilen yerlerin tekrar onarımı (yani pazarın paylaşımının yollarının açılması) için yapılacak insani yardımlardan Yugoslav­ya'ya hiçbir şey verilmeyecekti. Kasım ayı içinde A BD bundan da vazgeçerek yardımı Miloseviç'in seçim yapma kararı almasına bağladı. Sonuç olarak bu bom­bardımanlar askeri açıdan Batı'nın savaşı kazanmasına yol açmamıştır.

Bir savaşın kazanımında genel olarak düşman ordusuna büyük kayıplar verdirilir. Oysa Sırp ordusu bu savaşta büyük zarar görmemiştir. Ordunun insan kaybı büyük değildir. N A T O askeri karargahından yapılan son değer­lendirmede "93 tank, 153 silahlı askeri personal taşıyıcısı, 339 askeri araç, 389 top ve havan topu tahrip edilmiştir." (Financial Time, 12 Ekim 99). Tüm emperyalist güçlerin bir aylık yoğun hava saldırısının bilançosu budur. Tek bir Sırp uçağı bile tahrip edilememiştir. Tahrip edildiği sanılan çoğu askeri aracın da sahte hedefler olduğu sonradan açık­landı. Batı acı acı şu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Sırf havadan bombalama askeri açıdan zafer kazanmaya yetmez. Bu kadar masrafa, bu kadar bombardı­mana rağmen bir halk dize getirilemedi.. Batı askeri açıdan da yenilmiştir. Canı tatlı Batı'nın son tekniği Avrupa ortasın­daki küçücük bir ülkeyi bile yenemedi.

2. İD E O LO JİK A Ç ID A N

a)Verilen Sözler TutulamadıSavaşın söylenen gerekçesi insan

haklarını korumaktı. Kosova Arnavut­ları, bir yandan Sırplar’ın soykırımına uğ­ramakta (jenosid), öte yandan toprakla­rından göçe zorlanmaktaydılar. Birleş­miş Milletler İnsan Hakları Anlaşması çiğnenmekteydi. N A TO güçleri Arna­vutların insan haklarını savunmalıydı. Oradaki insanların yaşamlarını korumalı, yaşam koşullarını iyileştirmeliydi. Bu N A TO ülkelerinin temel göreviydi.

24 Mart'ta Kosova ve Belgrad bom­balanmaya başlandı. Savaş başlamadan önce jenositte öldürüldüğü söylenen insan sayısı 2.400 idi. Ancak savaş sırası Mart ve Haziran aylarında ölen insan sayısının 10.000'i geçtiği tahmin ediliyor. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü (AGİT), 4 Aralıkta Kosova'da son duru­mu özetleyen ayrıntılı 450 sayfa kalın­lığında bir rapor yayınladı. Buna göre Temmuz-Ekim arası, yani BM güçlerinin oraya girmesinden sonra öldürülen Sırp sayısı 400 civarındadır. 450 kişinin de kayıp olduğu belirtiliyor. (Neue Zürcher Zeitung, 6 Aralık 99). Demek ki N A TO güçleri verdikleri sözü yerine getirip insan yaşamını koruyamamıştır. Bu ko­nuda da başarısızdır.

Bombalama insan göçünü önleyecek­ti. Bu daha da büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Savaş öncesi 230 bin kişinin yerinden edildiği savunuluyordu. Bombalama sırasında 1.4 milyon insan Kosova'dan ayrılıp komşu ülkeler Montenegro, Arnavutluk ve Makedon­ya'ya sığınmak zorunda kaldı. (Rakamlar: Foreign Affairs Eylül-Ekim sayısı, sayfa 3)

________ kosova olaylarının anlamı___

---------------------------------------------125 —

Page 126: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Kimisi de geçici olarak bizim ülkemizden Kanada'ya kadar çeşitli ülkelere dağıtıldılar. BM barış güçlerinin Kosova'- ya yerleşmesinden sonra bu kez Arna- vutlar katliama başladılar. Göç etmek zorunda kalan Sırp sayısının 200 bin ol­duğu A Ğ IT raporunda açıklandı, (a.g.y.) insanların göçünü önlemek adına başlatılan savaş sonunda 1.6 milyon insanın yerinden olmasına neden olmuş­tur. N A T O savaşa gerekçe yaptığı insan göçünü önleme sözünü de yerine getirememiş bu konuda da başarısız kalmıştır.

Kosovalılar’ın yaşam koşullarının kötüleşmesi önlenecekti. Bombalama sırasında yaşlı, kadın, çocuk, sakat ve hastaların kar, yağmur altında at ara­baları, el arabaları ile nasıl yollarda rezil olduklarını, günlerce aç açık kaldıklarını ya da öldüklerini ekran karşısında izle­dik. Birbirlerinden ayrılan ailelerin dramlarını gördük. Görmek bir yana hafızalarımıza yazıldı hepsi. BM güçleri­nin konumlandırılmasından sonra da ya­şam koşulları düzelmedi.

Ö te yandan Sırplar günlerce bom­bardıman altında hiçte II. Dünya Savaşı’- ndan farklı şeyler yaşamadılar. Kosova, Sırp ordularının yok edilmesi adına harabeye döndürüldü. Miloseviç'in bir türlü dize gelmemesine öfkeler artınca alt yapı tesislerine saldırıya başladılar ve Sırbistan bir cehenneme döndü. Su, elektrik ve akaryakıt kaynakları tahrip edildi. Sütten tutun da, her türlü yiye- cek-giyecek fabrikaları yerle bir edildi. Çalışamaz duruma sokuldu. İnsanlar aç, açık ve işsiz kaldılar. Don Nehri üzerin­deki köprüler tahrip edilerek taşımacılık felç edildi. Televizyonundan radyosuna Sırpların haberleşmeleri, bağlantıları

__ 126

kesildi. Bir yoruma göre savaşta Sırbis­tan ekonomisinin %80'l tahrip olmuş ve ekonomi 1960'lardaki düzeye düşmüştü. Böylece N A TO diğer bir sözünü daha yerine getiremiyor ve ne Kosova'da ne de Sırbistan'da insanların yaşam stan­dartlarını korumak bir yana onları daha kötü duruma sokuyordu. N A T O saldırı­ya geçerken verdiği bu sözünü de tuta­madı. Bu anlamda da yenildi.

Bunca teknik güce, modern silahlara sahip A BD ve Avrupa Birliği güçleri yol açtıkları felaketleri ve kamuoyundaki hoşnutsuzluğu örtmek için hergün N A TO karargahından hiç kayıp ver­memekle övünüyorlardı. Yani bölgeyi çoluk çocuk demeden bombardımana tutarken kendi halklarını korkmamaya davet ediyor, kendi askerlerinden hiç birinin burnunun bile kanamadığını açık­lıyorlardı. Buna büyük özen gösterdiler. Bombardıman uçakları, Sırp hava savun­masının ulaşamayacağı 5000 feetin üstünde uçuyordu. Bu yükseklikten bomba atmak, bombaların hedefe isabet şansının azalması yani gereksiz yere Kosova insanının ölmesi demekti. Aman kendi canına bir şey olmasın da, gerisi pek önemli değildi. Böylece Batı'nın insan haklarından ne anladığı, çifte stan­dardı olduğu, Balkan insanının başka insan, kendi insanının başka insan oldu­ğu, kendi insanının diğer insanlardan da­ha değerli olduğu ortaya çıkıyordu. So­nuçta ünlü batı düşünürü Brzezinsky bi­le, ABD'nin insan haklarındaki çifte stan­dardını deşifre ettiğini kendi kayıplarına karşı aşırı hassas davranırken dışarıdaki 'askeri'(bn) kayıplara karşı kayıtsız kaldı­ğını söyleyerek eleştirmek zorunda kal­dı. (The Economist, 12-18 Haziran 99)

Bu başarısızlığın altında yatanlar

Page 127: Yol Şubat 2000 Sayı 7

araştırılırken çeşitli gerekçeler sayıldı. "Kara kuvvetlerinin kullanılması propa­gandası ve risk almaktan aşırı kaçınma yanlıştır." dendi. (Foreign Affairs, Eylül- Ekim sayısı, sayfa 49) Silah tekelleri savunucuları ve savaşa kara ordusunun girmesi gerekliliğini savunanlar sonuçta yenilgiyi kara kuvvetlerinin kullanılma­masına getirip dayadılar. Ama askeri güçler Yugoslavya'nın dağlık yapısını gerekçe göstererek, böyle bir girişimin, Avrupa göbeğinde yeni bir Vietnam yaratacağını, Batı'nın bu kez içinden hiç çıkılmaz kötü sonuçlarla yüzyüze gele­ceğini savundular.

Biz de şunu söyleyebiliriz: Batı'nın bu savaştaki yenilgisinin asıl nedeni başka­dır. Balkanlar'da yaşayan insanların hak­ları Batı'nın hiç ama hiç derdi değildir. Ne Balkanlar’ı ne de dünyanın hiç bir yerindeki insanın hakkını savunmak ona düşmez, çünkü zaten insan haklarının ih­lali onun kendi ekonomik, bencil çıkar­larının sonucudur. Onun içinde zora gelince bu yalancılığı çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar. O zaman da iki uca savru­lur. Kendi insanını fazla abartırken başka insanları hiçe sayıverir. Hadi dünya insanları benim asıl çıkarımı gördü, bari kendi altımdaki destek gücümü kaybet­meyeyim, diye düşünür. Yani çıkarını kendi halklarına küçültür.

b) 'İnsan Haklarım' Savunmanın Nedenleri

İnsan hakları yeni bir konu değildir. BM'in yıllar önce imzaladığı bir İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi vardır. Batı, Ruanda'ya da iki kabilenin birbirini katletmesini önlemek adı altında girdi. Ama sonunda kendi askerlerinin halk ta­rafından yerlerde sürüklenmesi sonucu­

nu alınca bıraktı, kaçtı. Halk orada A BD askerinin amacını hemen anlayıverdi.

Bu nedenle A BD aldığı derslerden kalkarak daha temkinli davrandı. Avrupa Birliği üyelerini de yanına aldı. Ama yine gerekçesi aynıydı: insan hakları. Dikkat edelim yine yeniliyor. Ama bu onu yıldırmayacaktır. Yeniden yeniden utan­madan 'insan hakları'nı savunmaya kalkı­şacaktır. Bu nedenle bu konu üstünde biraz daha durmak gerekmektedir. Batı'- nın dünya ülkelerine bu tür gerekçeler­le müdahalesi onun yeni dünya sömürü­sünde kullanacağı bir gerekçedir. Biraz nedenlerini irdeleyelim.

Kapitalizm dünyamızı sömürüyor. Ama sömürürken çeşitli dönemlere göre çeşitli taktik ve stratejiler uygulu­yor. Sosyalizm kurulana kadarki dönem­de 'medeniyet' götürdüğünü iddia ede­rek dünyayı sömürdü. Sosyalizmin ku­rulmasıyla ile birlikte emperyalizm, dünyanın ikinci paylaşım dönemini başlattı. Bu dönemdeki taktiği ülkelere 'demokrasi' götürmekti. Sosyalizm 'işçi sınıfının demokrasisi' deyip burjuvaları ortadan kaldırmaya çalışırken kapitalizm halkların 'demokrasisi' deyip sınıflı toplumdaki burjuva ve isçi çıkarlarının farklılığının üstünü örtüyordu. 'Demok­rasi' ve 'özgürlük' diyerek dünyayı sö­mürdü. Biliyoruz.

Şimdi dünyada batı 'demokrasileri' var. İşte var olduğu kadar. Ya da burju­vaların kendi aralarında var, işçi sınıfları üzerinde de zorları var. Onlara demok­rasi filan yok. Artık o nedenle Batı bu demokrasi kavramı ile fazla uğraşmak istemiyor. Bu kavram sömürmek için açıkçası kendine dar geliyor. 'Demokrasi dış politika yürütmeye uygun değildir.'

________ kosova olaylarının anlamı___

---------------------------------------------127 —

Page 128: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

(Forelgn Affairs, a.g.y.) ¡ster inanın, ister inanmayın böyle diyorlar. Demokrasi, III. Dönem sömürü biçimine uygun değildir. Eğer onlar öyle düşünüyorlarsa öyledir. Bunun nedenlerini araştırmak, iki sömürü biçimi arasındaki farkları bul­mak gerekir.

A BD kendisine tehlike yaratan ülke­leri listelemiş. A listesinde Sovyetler Birliği varmış. Pratik olarak silindi. Var olan nükleer silah tehlikesi de çeşitli anlaşmalarla şimdilik ortadan kalktı.(!) Çin’de böyledir. B Listesi ise elinde nük­leer silah olmayıp geliştirme çabasında olan ülkelerdir. Brezilya, Hindistan vb. gibi ülkeler bu silahı geliştirmekten vaz­geçtiler. Ama Kuzey Kore ve Irak hala problemdir. Elinde bomba olan ülkeler ABD'nin A listesindekiler gibi varlığını tehdit edemezler, ama zarar verebilir­ler. Onun için bunlarla savaşılır. Çeşitli ambargolar, yaptırımlarla bu ülkeler sürekli olarak kontrol altında tutulurlar.

Son liste, C listesi ise ilginçtir. Ve iddia edildiğine göre bu listenin A BD çıkarlarına tehdit olma yeteneği gün be gün artmaktadır. Bunların tehlikesi Sovyetler ya da Irak gibi direkt değil dolaylı olarak vardır. Kim bu ülkeler diyeceksiniz. Kosova, Bosna, Somali, Ruanda, Haiti gibi ülkeler. (Foreign Affairs, Temmuz-Ağustos sayısı, sayfa 22-35) Evet şaka değil, koskoca A BD ve onun ittifakları kendilerine tehditin bu ve bunun gibi yoksul ülkelerden gele­ceğine inanıyorlar.

Biraz abartma mı denilecek, hadi Rus­ya çok güçten düştü de, Çin, Hindistan gibi dünya nüfusunun neredeyse l/3'ünü oluşturan ülkeler değilde Kosova, Bosna vs. mi kapitalizme tehlike oluşturuyor?

__ 128

ABD açısından Çin, Hindistan, Rusya hergün döğüştüğü, bir an bile gözünü ayırmadığı ülkelerdir. Bunları çeşitli anlaşmalar ve kurumlarla, kah ödül­lendirerek kah insan hakları vs. ile zorla­yarak istediği noktada tutmaya çalışır. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, silahsızlan­ma, nükleer denemelerin denetlenmesi gibi anlaşmalar hep bu ülkeleri kendi çıkarları çerçevesinde tutma aracıdır. Ya da isterseniz şöyle düşünelim, bu ülkel­er Kosova gibi karışıvermişler. Batı bizim bir vilayetimiz kadar olan bir yerde kendine uygun bir düzen kura­mıyor. Buralarda hiçbir şey yapamaz. Bu nedenle zor da olsa bu ülkeleri, onların öz iktidarları kontrolünde sömürmek daha işine gelir. Çünkü dediğimiz gibi bu kadar kalabalık ülkelere yine bir düzen içerisinde girmesi kendi çıkarına daha uygundur. Yoksa kapitalizm koşullarında bu halkların nasıl ve nereden pat- layıvereceğini hem kestiremez hem de sonra kontrol edemez. Ama Kosova, Bosna, Ruanda gibi ülkeler küçüktür.

Dünyamızın III. Paylaşım Dönemi’nin gözler önündeki moda adı globalizmdir. Ulusal sınırlar iniyor, tüm dünya büyük bir ticaret alanı oluyor, yani sermaye ve metalar özgürce dolaşabiliyorlar (elbet­te insanlar hariç). Bunun anlamı şudur. Uluslararası tekeller ulusal sınırların içi­ne girip herhangi bir ülkeyi diledikleri gibi sömürebilirler. Ulusal çıkarlar orta­dan kalkmaktadır. Ulusal iktidarların yetki ve iktidar alanları da bu anlamda daralmıştır.

Bizim açımızdan bu ne demektir? Uluslararası tekellerin ulusal boyuttaki tüm büyük, orta ve küçük işletmeleri iflas ettirmesi yani ulusal burjuvaların soyulması demektir. Uluslararası tekel-

Page 129: Yol Şubat 2000 Sayı 7

lerin bire bir yerli halkları gerek metası gerekse sermayesi ile soyması demektir. Ulusal tekellerin tüm ulusal değerleri, madeninden turizmine nesi varsa nesi yoksa sömürmesi demektir.

Ulusal sınırların indiği bir ortamda 'sovereignity' yani ulusların bağımsızlığı kavramının içi boşaltılmış, adı kalmıştır. Globalizm koşullarında ülkelerin bağım­sızlığı olamaz. Ulusların içişleri olamaz. Herşey gibi uluslarda sınırları ile birlikte dünya toplumu haline gelmiştir. Ulusla­rarası tekellerin at koşturup halkları sö­mürdüğü kocaman bir dünyadayız.

"Globalleşme'nin, ulusların kendi kaderini tayininin önünde durduğu doğru olsa da, bu türden ulusların kendi kaderini tayini de ilk bakışta göründüğü kadar açık moral bir değer değildir. Yalnızca 200 ülke ve genellikle birbiriyle iç içe girmiş ve de ulusal talepte bulun­abilecek binlerce kimliğin olduğu dünya­mızda, ulusların kendi kaderini tayin etmesi çok problematik sonuçlar doğu- rabilir."(a.g.y.) Yani bağımsızlığın kalkma­sı ile birlikte ulusların kendi kaderini tayin hakkının da o kadar aşık olunacak bir kavram olmadığı sonucuna varılır. Ve de dünyamız binlerce etnik gruptan olu­şan karışık problematik bir insanlar top­luluğu olarak ortaya konulur. Batı'nın da istediği zaten böyle karışık durumlar değil midir?

Globalizm koşullarında ülkelerin içiş­leri, ulusların kendi haklarını tayin gibi sorunlar da yeniden düzenlenmeyi gerektirir. Bütün bu ortamda elle tutu­lacak bir değer vardır; 'İnsan hakları'. Öyle ya uluslararası tekeller tüm yeryü­zü insanlarını ulusal sınırlar koruması olmadan ulusal kimliğinin de ötesinde

sömürecektir. Öyleyse bu ortamda in­san haklarını savunmak kapitalizmin sö­mürüsünü arkasına gizlediği bir kavram olmaya uygundur.

Kosova'da becerildiği kadarıyla!Bazı ideologlara göre bugün Batı

stratejik bir boşluk içindedir. 'İnsan hak­ları dış politika değil onun ancak önemli bir öğesi olabilir', (a.g.y.) Kosova'da her­halde bunun doğruluğu ispatlandı. Ama kapitalizmin başka bir şey bulamadığı taktirde bunu önümüzdeki günlerde müdahale gerekçesi yapmayı sürdürmesi büyük olasılıktır. Elbette insan haklarının gerçek savunucuları ortaya çıkana kadar.

3. S T R A T E JİK A Ç ID A N

a) Kosova ve Yugoslav HalklarıKosova olaylarının Batı'nın güçler

dengesi üzerindeki etkisi ne olmuştur? Batı bu işe giriştiğinde yalnız Kosova'ya değil tüm bölgeye insan hakları çerçeve­sinde iyi bir düzen getireceğini vaadedi- yordu. Acaba bunu ne derece başara­bilmiştir?

En başta Kosova'nın kendisine bak­tığımızda orada tam bir kargaşanın sürdüğünü görürüz. Henüz bir iktidar olmadığı gibi o çok övülen U Ç K ne tam anlamda silahsızlandırılabilmiş ne de ikti­dara girecek bir parti yapılanması içine sokulabilmiştir. Tam bir kargaşa hakim­dir. Birbiriyle çıkar sürtüşmesi içinde olan gruplar vardır .

Halkın %60'ı bombardıman öncesi konutlarında ve topraklarında değildir. Ya yıkıldığından ya da başkaları tarafın­dan işgal edildiğinden bu böyledir. Köylü toprağına dönemediği için ekinini eke-

129 —

kosova olaylarının anlam ı.__

Page 130: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

memekte ve bu ileriye dönük olarak halkın kendi geçimini sağlama olanak­larını yok etmektedir. Ortada tam bir orman kanunu sürmekte, BM güçleri de duruma hakim olamamaktadır.

"BM barış gücünün bölgeye girmesin­den beri Kosova'da şiddet azalmamış aksine artmıştır. Kosova Arnavutları’nın Sırplar’a ve eski sistemin azınlıklarına karşı giriştiği intikam eylemleri ortaya çıkmıştır. Kosova Arnavutları insanlık dışı davranışlara girmişlerdir" diye yazı­yor A G İT raporu. Uluslararası kamuo­yunun kararlı yanıtı olmadığından şiddet ve yasadışı olaylar bu arada artmıştır di­ye eleştiriyor aynı rapor... A G İT olaylar­dan UÇK'yı sorumlu tutmaktadır.' (Akt. Neue Zürcher Zeitung, 7 Aralık 99)

Batı buraya girdiğinde farklı etnik gruptan insanın barış içinde bir arada yaşamasını sağlama sözü vermişti, ama görüldüğü kadarıyla bunu da başara­mamıştır. Bırakalım Kosova'yı bütün bölge bir volkan gibidir. Lavın nereden ve ne zaman fışkıracağı belli değildir. Kosova lavın fışkırdığı yerlerden ancak biridir. Tüm Balkanlar’ı göz önünde tut­mak gerekir. Hiçbir etnik grup birbiriyle bir arada kalabilecek durumda değildir. Halkların arasına kan, kin ve nefret gir­miştir. Sırp, Hırvat, Sloven, Arnavut, Çingene, Boşnak, Müslüman olanı, Ka­tolik olanı, Protestan olanı o güne kadar bir arada yaşarken bu insanların arasına ayrılık tohumları bilinçlice serpilmiştir. Başlangıçta Hırvatistan ve Slovenya ayrılmış, onları Bosna izlemiş ve son ola­rak da Kosova olayları ile iş çığırından çıkartılmıştır. Batı Balkanlar’ı tam da istediği gibi bir cadı kazanına çevirmiştir. Şimdi Montenegro'nun Yugoslavya'dan bağımsızlaşması planlanmaktadır. Böyle-

___130

ce Yugoslavya federasyon olmaktan çı­kacaktır. Belki adı Sırbistan olur. Sonuç­ta bir yandan globalizm ile bütün ülkeler birleştirilirken, güneyde bir ülke parça­lanmaktadır. İnsanların barış içinde yaşa­ma olanakları ortadan kaldırılmaktadır.

b) Bölge ÜlkeleriKomşu ülkelere geçersek hiç biri

yaşananlardan mutlu değildir. 1.4 milyon Arnavut bombalama sırasında Arnavut­luk, Montenegro ve Moldava'ya göçtü. Örneğin Moldava kendi nüfusundan daha fazla göçmen barındırmak zorunda kaldı ve ülkesinin içişlerini yönetemez duruma düştü, ekonomisi sarsıldı. Yar­dım sözü vermeye giden Clinton buraya da ayrılık tohumları serpti. Başbakan Milo Djukanoviç federasyondan çıkıp bağımsız bir devlet olma sevdasında.

Yunanistan bombalamaya karşı oldu­ğunu açıkça dile getiren tek A B ülkesiy­di. Kosova’nın bağımsızlığının büyük A r­navutluk hayallerini canlandıracağını ve kendi ülkesindeki Arnavutlar’ın ayrılma­ya kışkırtacağından büyük endişe duy­maktadır.

Eski sosyalist ülkeler Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti bombalamaya izin verdil­er. Macaristan havaalanlarını, Bulgaris­tan hava sahasını N A T O güçlerine açtı. "Bu olaylardan sonra N ATO 'ya girme isteği halkların %60’ı tarafından destek görürken bombalama sonrası destek %30’lara düşmüştür." (The Economist, 29 Mayıs 99)

Savaş Balkanlar’ı ekonomik açıdan da çok olumsuz etkiledi ve etkileri hala sürüyor. "IMF tahminlerine göre savaş­tan direkt olarak etkilenen altı ülke (Sır­bistan hariç) bu çatışma sonucunda ulu-

Page 131: Yol Şubat 2000 Sayı 7

sal GSMH'larının %2'sini kaybettiler. Sır­bistan ise % 45'ini" (Financial Times, 14 Aralık 99). Bilindiği gibi Tuna nehri boy­lu boyunca buralardan geçip Karadeniz’- e dökülür. Bölge ticaretinin büyük bir kısmı 2.800 km uzunluğundaki bu nehir üzerinden yapılır. Bombalama sırasında üstündeki köprüler tahrip olduğundan taşımacılık durmuştur.

"En uzun nehir taşımacılığını yapan, Karadeniz ve O rta Avrupa arasındaki taşımacılığın çoğunu üstlenen Doğu Avrupa gemi şirketleri en çok zarar görenler oldu. Tuna su kanalını tıkayan bombalanmış köprüler nedeniyle 250'- nin üstünde Romanya, Bulgar ve Ukray­na gemisi Novi Sad'un Batı kısmında terk edilmiş vaziyette duruyor. Bu ülke­lerin savaştan gördükleri zararın 150 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor... Taşınan kargo miktarı 1987'deki 100 milyon tondan 35 milyon tona düştü... Bir Romen armatörü savaştan beri ayda I milyon dolar zarar ettiklerini açıklıyor. 3000 işçi çıkarmış. Ukrayna Tuna Gemicilik Şirketi’nin 10.000 işçisi savaş­tan beri haftada 3 gün çalışıyor. (Finan­cial Times, 8 Aralık 99) îş sırf taşımacı­lıkla kalsa iyi. Taşınan metalar bu ülkele­rin dış ticaretleri anlamına da gelmekte­dir. Yani Doğu Avrupa Ülkelerl’nin sa­vaştan gördüğü zararın rakamsal hesap­laması henüz yapılabilmiş değildir.

c) Rusya, Doğu Avrupa Ülkeleri ve Çin

Kosova olaylarının en büyük etkisi Rusya ve Çin üzerinde olmuştur. Rus dış politikası Batı kuyrukçuluğundan kop­mak zorunda kalmış, içeride anti-Ameri- kancı, milliyetçi güçlerin etkinliği art­mıştır. "Çeçen Savaşı Kosova operasyo­

nunun direkt sonucudur. Rusya'ya bu tür savaşların 'Batı gibi ve medeni olarak' nasıl yapılabileceğini gösterdi ve Rus po­litikasındaki dengeyi ordudan yana kay­dırdı." (Financial Times, 14 Aralık 99)

Bilindiği gibi eski Doğu Almanya'nın Batı ile birleşmesi ve N ATO 'ya girmesi karşılığında Gorbaçov'a NATO'nun daha fazla Dc-ğu'ya yayılmayacağı sözü verildi. Sonra bu söz bozulup Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan NATO 'ya alınınca Clinton bunu şöyle gerekçe- lendirdi: Birincisi, N A TO genel olarak demokrasiyi güçlendirici büyük politik bir örgüte dönüşüyor. İkincisi, NATO'- daki silahlar tamamen savunmaya yöne­liktir. Üçüncüsü, Rusya Avrupa savunma sorunlarına tam olarak katılacaktır. Kosova'da yaşananlar bu üç sözün de tutulmaması anlamına geliyordu. Clinton ve Batı'nın verdiği sözlerin ne derece değeri olduğu ortaya çıktı. Halklar, Batı'nın yüzünü geçte olsa görmeye başladılar.

Ayrıca Kosova olaylarında Rusya eskiye dayanan ve hala süren gerekçe­lerle Sırplar’ı desteklemek zorundaydı. Ve de bu konuda başarılı oldu. Hatta Kosova'ya yerleştirilecek barış gücünde yer almaması için büyük çaba harcanma­sına karşı geri adım atmadı ve Balkan­larda var olduğunu, izni olmadan pek bir şey yapılamayacağını kanıtladı. Batı karşısında daha kişilikli bir politika izleme yoluna girdi. Bu nedenle de AG İT 'te tüm muhalefete rağmen Kosova'yı örnek göstererek Çeçenis- tan'dan taviz vermedi, bildiğini okudu ve okumaya devam ediyor.

Batı ile yürüttüğü kişiliksiz politikada rota değişikliği hissediliyor. Yeltsin,

________ kosova olaylarının anlamı.__

131

Page 132: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Fransız Devlet Başkanı Chirac ve Alman Başbakanı Schröder'le yapacağı görüş­meleri belirsiz bir tarihe atarak Çin'e yaptığı kısa ziyarette, "Clinton, Rusya'­nın atom silahları olan bir ülke olduğunu unutuyor herhalde. Adalelerini göstere­rek bize ne yapmamız gerektiğini 'dikte' etmeye kalkıyor. Ama buna ne biz ne de Jiang asla izin vermeyeceğiz. Dünya çok kutupludur." (Neue Zürcher Zeitung, 10 Aralık 99, s. I ) Seçim öncesi söylenen bu sözleri ihtiyatla dinlemek uygun olsa da artık Rus dış politikası biraz daha Batı'dan uzak bir rotaya oturmuştur. Ne kadar uzak olacağı konusunda fal açma­yalım, ama çoğu yorumculara göre artık dünyamız soğuk barışın içindedir. Yeni­den silahlanma başlamıştır. Elbette Rus­ya ve biraz da Çin'in çıktığı bu yeni yol sırf Kosova olaylarına bağlı değildir, ama orada dönemeç bir daha geri dönülme­yecek şekilde alınm ıştır

Bilindiği gibi Belgrad'a atılan bomba­lardan bir tanesi Çin büyükelçiliğine dü­şüp burada üç kişinin ölümüne yol açtı. Çin'de de bu olay anti-Amerikancı ve anti-kapitalist duyguların körüklenme­sine ve de Batı'yla pazarlıklarda bunun koz olarak kullanılmasına yol açtı. Çin pazarından yeni tavizler koparılacağı zaman Batı hemen Tiananmen olayları ve insan hakları, hükümete muhalif güç­lerin özgürlüğü gibi konuları masaya koyardı. Çin'de şimdi onlara "Kosova'da işiniz neydi?" diye sormaya başladı. Batı hemen arkasından bu kez de Falun- Gong tarikatı üyelerinin tutuklanması ile baskı yapmaya başladı. Şimdi Çin ve Rusya politikaları birbirine daha yakın­laşmıştır. Çeçen Savaşı’nı Batı'ya rağmen destekleyen Çin, kendisinin Tayvan ya da Tibet'e müdahalesine karşılık bekle­

__ 132

mekte haklı olmuyor mu?Sonuçta Kosova olayları elinde nük­

leer silah bulunduran iki ülkenin dış poli­tikasını -özellikle Batı'ya çok yapışık olduğundan Rusya'nın- Batı doğrultusun­dan farklı noktalara götürdü. A BD acaba Kosova'yla oynarken bu sonucu hesap­lamış mıydı? Kimi düşünürlere göre hesaplamamışti. Kimilerine göre hesap­lamıştı. Elde edeceği çıkarları gördükçe belki de göze almak zorunda kalmıştı. Bize kalırsa A BD Rusya'nın tavrını hesaplamıştı. A BD pragmatik politika yü­rütür. Rusya'nın bugünkü sosyo-ekono- mik durumuna baktığımızda zaten enin­de sonunda eski dış politik hattından kopması gerektiğini savunmak mümkün­dür. Ö te yandan nükleer silahlı bir Rusya'nın A BD silah tekellerinin işine daha çok gelip gelmeyeceğini sormakta mümkündür. Acaba böyle bir Rusya, ABD'nin ekonomik çıkarlarının giderek daha çok sürtüşmelere yol açtığı Avrupa politikası için daha mı hayırlıdır? Bu sorular gelecek günlerde dünya poli­tikasının ısınacağının işaretlerini taşıyor.

Bağlarsak; Kosova Savaşı’nda her za­man olduğu gibi, Batı yapmayı vaadettiği olumlu işlerin tam tersine bölge insan­larına ölüm, sefalet, açlık, yokluk getir­miştir. Saklamak istediği yüzünü bir kez daha deşifre etmiştir. Ö te yandan dünya güçler dengesini daha çok kutupluluğa itmiştir.EM PERYALİZM İN"K A Z A N D IK LA R I"

Elbetteki Batılı askeri uzmanlar ve ideologlar aptal değiller. Kosova'ya karşı girişilecek bir saldırının getirecekleri ve götüreceklerini üç aşağı beş yukarı tah-

Page 133: Yol Şubat 2000 Sayı 7

min etmişlerdir. İnsan haklarını ne kadar savunabileceklerini, orasını ne hale geti­receklerini Hırvat ve Bosna olayların­dan, isterseniz daha genişletelim Haiti, Ruandave Körfez savaşlarından bilmele­ri gerektir. Ama acaba görünenlerin, söylenenlerin dışında onları bütün bun­ları göze almaya zorlayan başka çıkarlar mı vardır, varsa nelerdir? Neden böyle bir şeyin içine girmek zorunda kaldılar. Çıkarları açısından ne bekliyorlardı ve sonuç ne oldu biraz da ona değinelim.

1. A V R U P A B İR LİĞ İ A Ç IS IN D A N

a) KazançlarAvrupa Birliği’nin bu savaşla ilgili

niyetini anlamak için sanırız biraz gerile­re, emperyalizmin dünyayı II. Paylaşım Dönemi’ne gitmek gerekir. Bilindiği gibi soğuk savaşın olduğu dönemde Avrupa dünyayı A BD gölgesinde sömürmüş, iki süper gücün çıkar dengesine sığınmıştır. Yani Sovyetler Birliği ile A BD arasında bir dengede oynamıştir. Sovyetler'den korktuğunda ABD'nin gücü altına N A TO 'ya girmiş, A BD ile arasında ticari, siyasi bir sürtüşme olduğu zaman­da Sovyet kozunu göstermiştir.

Sosyalist sistem yıkıldıktan sonra ise birden aslan payını toplamaya başladı. İlk önce Doğu Almanya'yı topraklarına kattı, daha sonra ise Doğu Avrupa içinde pazarını genişletmeye başladı ve Rusya içlerine daldı. Aynı şekilde serma­yesinin yettiğince Asya, Afrika ve biraz­da Latin Amerika ülkelerine girdi, paza­rını genişletti. A BD ise bu işten canı sıkkın 'aldığın ekonomik payın bedelini öde' diye zorluyordu.

ABD 'ye göre AB 'şımarık' çocuktur.

Kendisi kapitalizme karşı, Batı'nın sömü­rüsüne karşı olan güçleri pasifize eder. Kah zor kullanarak kah ödüllendirerek sömürü alanı açar. Bunları yapmak için bütçesinin büyük bir kısmını askeri har­camalara ayırır. Sonra A B ülkeleri bu açılmış yolda arkasından gelir. Dünya güçler dengesini kapitalizmden yana tut­mak için bir şeyler vermeden hep alır, hep meyveleri toplar. A BD bu poli­tikadan onu vazgeçirmeye zorladığında, topluluk içindeki zaafları, 'çıkar' ilişki­lerindeki farklılıkları gösterir. Olay gelir topluluğun ortak bir dış politika belir­leyip, yürütememesine dayanır. Bu olmayınca da AB neye karşı silahlana- caktır? Zorunu nasıl gösterecektir?

Ancak A BD inatçıdır. Zorlamayı sürdürür. Ruanda'da ilk adım atıldı gerisi gelmedi. Arkasından A B açısından hayati önem taşıyacağını düşündüğü petrol üzerindeki Saddam oyununa davet etti. Ama daha ilk bombalamada A B ittifakın arkasından toz oldu. Hatta muhalefete bile başladı. Eski soğuk savaş döne­mindeki gibi iki gücün arasında sürtün­me başladı. A BD BM'den ambargoları geçirinceye kadar beli çatladı ve hala çatlıyor. Onlar da delmeye çalışıyorlar.

Avrupa'nın göbeğinde bir olay bulun­malı, A B bu noktadan sıkıştırılmalıdır. İşte Yugoslavya. Gerek etnik yapısı gerekse Milosoviç'in politikası sanki biçilmiş kaftandır. Hırvat olayları başlar. Hırvatistan ve arkasından Slovenya Yugoslavya Federasyonu'ndan kopup bağımsızlık isterler. "Ö te yandan Fransa ve İngiltere iki Almanya'nın birleşmesine şüpheli gözlerle bakıyorlar, Almanlar’ın Hırvatları desteklemesine karşı, A BD ile birlikte Sırplar’ın arkasında duruyor­lardı." (The Washington Quarterly, 99

________ kosova olaylarının anlamı___

133 —

Page 134: Yol Şubat 2000 Sayı 7

sonbahar sayısı, s.72) Doğu Almanya'yı kapan Almanya acaba A B hakimi olmak ister mi? A B ülkeleri kuşkuludur. Kendi aralarındaki birlik ekonomik alanda gelişmektedir, ama dış pazar alanında bir türlü ortak noktaya düşülmemektedir. Birden A BD taktik değiştirir, Sırbistan'ın arkasından çekilip Hırvatlar’ın arkasına, Almanya'nın yanına geçer. ABD , Avru­pa'da Almanya'ya karşı olmak yerine ar­kasında bütün bir Avrupa'yı tercih eder. Güneydoğuda Hırvatistan, Slovenya kurulur. A B sonuçta az çok bir araya gelmekte ya da getirilmektedir.

Haydi devam. Bosna olayları başlar. "Bosna Savaşı’nın başlaması ile birlikte 1992'de yüzbinlerce Boşnak (müslü- man), Sırp güçlerinin hüküm sürdüğü bölgelerden göçe zorlandılar. 1995 ba­har ve yaz aylarında Hırvat güçleri Sırp işgali altındaki Kriyina'ya geri döndük­lerinde 150-200 bin Sırp Hırvatı Yugos­lavya'ya kaçtı. (Burada Sırplar toplu olarak katledildi (bn))" (Neue Zürcher Zeitung, 6 Aralık 99, s.8) Kosova'da in­san haklarını korumaya yırtınan Batı ne­rededir? Avrupa nerededir? Hayır, Av­rupa henüz kendine güvenmemektedir.

"Ko s ova Bosna'dan farklıydı. A B Kosova'da Bosna'daki gibi soğuk savaş sonrası oluşan dengeyi bozmama endi­şesini üstünden atmıştı. Bosna'da şaşkın­dı. Avrupa oradaki Sırp katliamını önle­yemedi. Bosna olayları sırasında daha Avrupa Birliği temellerini yeni yeni sık­laştırıyordu. (Maastricht 93) Ayrıca Doğu'ya açılma mücadelesi veriyor ve Rusya'nın politik hattını test edecek güç­te hissetmiyordu kendini." (a.g.y.)

1999 Mart ayı Kosova olaylarına kadar AB'nin geçirdiği evrim ortadadır.

— yol------------- — ----------------------------

Sosyalizmin yıkılışından beri başlayan dönem kapanmıştır. On yıl içinde Doğu Almanya ve Doğu Avrupa, Rusya güdü­münden çıkıp iyice Batı'nın güdümüne girmiştir. Rusya ekonomik ve askeri açı­dan AB'nin kabusu olmaktan çıkmıştır. AB, engin Doğu pazarına girmiş ve artık birçok açıdan doğusunu ekonomik güdümü altında hissetmektedir. Aynı şekilde şimdi Balkanlar yutulmalıdır.

A B soğuk savaşın bitiminden beri epey semirmiş, serpilmiştir. A BD ile ticari alanda sürtüşmeler giderek art­maktadır. Tarım ürünleri, et ürünleri derken birçok alanda çıkarlar zıtlaşmak­tadır. Ö te yandan topluluk kendi içinde­ki bağları ve güveni daha da sıkılaştırmış hatta ortak para birimi bile devrededir. Artık ABD 'ye karşı tavırda daha ortak davranmak zamanı gelmiştir.

Eksik olan bir şey vardır: Ordu. N A T O güdümünde değil, kendi güdümünde bir ordu. "AB siyasal gücü­nü jeopolitik etki haline dönüştürme- lidir. Zenginlik silahlı güç ve bu silahlı güç zenginlik doğuracaktır. Askeri girişi­mi ileri doğru harekete geçirmek, giderek birleşen bir Avrupa için önemli uzun dönemli kazançlar sağlayacaktır." (Foreign Affairs, Eylül Ekim sayısı, s. 19) diye düşünülür.

O zamana kadar ABD'nin Avrupa bürosu gibi davranan İngiltere Başbakanı Tony Blair 1998 Ekimi’nde bir U dönüşü yaparak, Avrupa'nın derhal kendi ordu­sunu kurması gerektiğini açıklar. Fransa ve İtalya hemen destek verirler, Alman­ya'da konvoya ardından katılır. Köln toplantısında 2000 yılına kadar bu doğrultuda önemli adımlar atılması karara bağlanır.

__ 134

Page 135: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Fakat gerçekten Avrupa Birliği ülkeleri zor kullanmanın pratiğiyle karşı karşıya kalınca ne yapacaklardır? Verilen sözler tutulabilecek mi? Yoksa çıkarlar­daki bazı farklılıklar şimdiye kadar oldu­ğu gibi ortak davranmayı engelleyecek midir? Öyleyse daha baştan, ordu kurma işine girmeden ortak davranma pratiğini göstermelidirler. İşte Kosova bu iş için seçilir. Her ne kadar Kosova'yı patlama kıvamına getiren A BD ise de burada savaşı zorlayanın Avrupa Birliği olduğu söylenmektedir. Savaş ordu kurma giri­şimlerini şekillendirip, hızlandıracaktır.

"Kosova gerçekte Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin ortak dış ve güvenlik he­deflerinin odak noktası haline geldi." (a.g.y) Ve de savaş süresince Birlik üye­leri ortak davranabildiler. Şimdiye kadar yapamadıkları bir şeyi gerçekleştirip bir­lik ve dayanışma gösterdiler. Her ne ka­dar kara ordusu kullanmak ya da Beig- rad'ta altyapı tesislerinin bombalanması gibi konularda farklı görüşlerde olduk­ları sezilse bile ortak hedeften sapma yapmadılar. Bu anlamda başarılıydılar ve savaş sonrası ortak ordu kurma çalış­maları beklendiği gibi hız kazandı.

AB'nin son Helsinki toplantısında bağımsız bir güvenlik politikasının temel­leri belirlendi. NATO'suz kendi askeri operasyonlarını nasıl yürütecekleri üze­rinde tartıştılar. Üye ülkeler 2003 yılına kadar 60 gün içinde 60.000 gönüllü askeri nasıl örgütleyeceklerinin çalışma­larına başlayacaklar. Bütün bunlar A B '­nin Kosova deneyinden sonra önüne koyduğu hedeflerdir. Öte yandan çok yakından izlediğimiz gibi topluluk 13 tane daha yeni ülkeyi yakın bir gelecek­te içine alma kararı verdi. Ülkemizi bir yana bırakalım irili ufaklı tüm Doğu

Avrupa ülkelerini içine alabilmeye karar vermek, kendini hem askeri hem de siyasi olarak ne kadar güçlü hissettiğinin işaretidir. Bizim gibi kocaman bir ülkeyi içine almaya ise bakalım kendisini ne zaman hazır hissedecek.

Bütün bunlar Avrupa Birliği ülkeleri­nin Kosova'dan çok sey öğrendiklerinin somut örnekleridir. Bir kez güçlerini tarttılar. Ne yapıp ne yapamayacaklarını, eksiklerini tesbit ettiler. Rusya ve Doğu komşularının politik davranışlarını daha yakından gördüler ve tanıdılar. Yeni Dünya Düzeni içindeki yaptırım güçleri­ni, yeni ekonomik güçlerini, zor kullan­ma halinde birbirleriyle ilişkilerini gör­düler.

A B ülkeleri halkları, A BD ya da Japon halklarından farklı özellikler taşır. Bu nedenle Avrupa merkezi dış politika alanında bir A BD ya da Japonya'dan farklı şeylere dikkat etmek zorundadır. En belirleyici özellik 70 yıl sosyalizm ile burun buruna yaşamış olmaktır. Kapitalizm sosyal açıdan daha bakım­lıdır. Öte yandan bir Hitler faşizmi ya­şanmıştır. Yahudi halkını katletmenin bedelleri başta Alman ve Avrupa halk­larını daha duyarlı yapmıştır. Avrupalı, babasından kalan Latin Amerika mirasını yiyen bir ABD'liden daha derin, daha bil­gili ve daha politik bir halktır. Ve de II. Dünya Savaşı’ndan sonra doğup büyü­yen bir nesil şimdi Avrupa'nın yönetici koltuklarında oturmaktadır. Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Fischer Viet­nam olayları sırasında anti-Amerikancı gösterilerin liderlerindendi. Yani savaş karşıtı bir nesil Avrupa yönetiminde söz sahibi yerlerdedir. Oysa çoğu Amerikalı daha haritada Avrupa’nın yerini göstere­mez. Peki AB aktif bir güç olarak bir

________ kosova olaylarının anlamı___

---------------------------------------------135 —

Page 136: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

savaşa girerse ya da Avrupa ordusu kur­maya kalkarsa halkın tepkisi ne olacak­tır? Bu durumla nasıl baş edilecektir? Bunlar basit sorular değildir.

Kosova olayları işte bütün bunların da denek taşı oldu. Halk muhalefeti görülüp yaşandı. Onunla baş edildi. Almanya'da savaş yeşilleri sa.iaştırdı. Son eyalet seçimlerinde iktidar partisi çok güç kaybetti. Bunun Kosova olayları ile ne kadar bağlantılı olduğunu genel seçimlerde göreceğiz.

Birde şu sorun önemlidir: Bir bölgeyi pazarın olarak almak istiyorsun. Bomba­lıyorsun. İyi de sonra oraya girip pazar oluşturmak farklı bir şeydir. A BD bu konuda çok deneyimlidir. A B ’de bunları öğrenmek zorundadır. Öğreniyor. Hızlı bir şekilde harabenin kalkması çalış­malarına başlandı. Elbette hemen üye ülkeler arasındaki rekabette şiddetlendi. En büyük parsayı olaylarda ön plana çıkan Almanya'nın kaptığı bir gerçeklik. Schröder'in ideologlarından Bodo Hombach görevinden ayrılıp bölge ekonomik yeniden yapılanma sorumlusu olarak işin başına geçti. "İş adamları potansiyel olanakları incelemeye başla­dılar. 250'nin üstünde İngiliz şirketi Birleşik Krallık hükümetinden Kosova'- ya ilişkin bilgi istediler. Almanya’daki BDI işverenleri örgütü bölgeyi yakından izliyor. Birçoğu Kosova'yı gelecekte Balkanlar’a, özellikle de Sırbistan'a açıl­mak için bir kapı olarak görüyor... Savaş bütün bölgede yatırım iştahını kabarttı.... İş çevreleri 30 binlik N A T O barış gücü­nün ihtiyaçlarından umutlu. Kosova'yı kontrol eden İngiltere, ABD , Fransız ve İtalyan askerlerinin savunma bakanlıkları kanalıyla yapacakları ısmarlamaları bek­liyorlar... Bazı şirketler bölgeye yatırım

__ 136

yapmak istediklerini açıkladılar. Hollan­da ve Yunan haberleşme şirketleri bu hafta Bulgaristan haberleşme şirketi BTC'nin %51'lik hissesi için S 10 milyon dolar ödeme anlaşmasını imzaladılar. Yunan inşaat şirketi ve Türk taşımacılık grubu Balkanlar’a yatırım yapmak istediklerini açıkladılar. A B D şirketi Coca-Cola Güneydoğu Avrupa'da Ber­lin Duvarı'nın yıkılmasından sonra orta­ya çıkan imkanlarla karşılaştırılabilecek derecede iş imkanları ortaya çıktığını açıkladı." (Financial Times, 13 Temmuz 99) Küçük ülkelerde ekonomik payın çoğunun büyükler tarafından paylaşıl­masından yakınmaya başladılar. Rekabet şiddetlendi.

Sonuç olarak Avrupa Birliği'nin Kosova Savaşı’ndan elde ettiği deneyler ve ekonomik çıkarlar az sayılmaz, ama neler kaybetmiştir, eksiklikleri neler ol­muştur şimdi onları görelim.

b) KayıplarHemen şunu söyleyelim; Avrupa

Kosova’da askeri açıdan ne kadar geri olduğunu görüp şok olmuştur. 19 Avru­pa ülkesi, N A TO komutanlık karargahı­nın dışında bırakıldılar. İçeri alınmadılar. Bombardıman sırasında ne yetki verildi ne de hedef belirlemede söz sahibiydiler. Çünkü "kullanılan 1.100 savaş uçağının, atılan 23.000 bombanın ancak 'A'ü, hedefe kilitlenen bombaların ise hiç biri kendilerinin değildi." (The Washington Quarterly, a.g.y) A BD kendi silahlarını ellerine mi verecekti?

Hatta yukarıda değindiğimiz gibi başta kara ordusunu da kullanabilecek­lerinin sözünü vermişlerdi. Avrupa kara ordusu ağırlıklıdır. Savaş sırasında bunu göze alamadılar. Ondan geçelim elle-

Page 137: Yol Şubat 2000 Sayı 7

rindeki son model çeşit çeşit tank savar helikopterlerini bile kullanma cesaretini gösteremediler. A BD son anda savaşın kötüye gittiğini görünce kendi tanksa­varı apacheleri devreye sokmak zorun­da kaldı. 5000 feet yükseklikten yapıla­cak bir bombardıman ile savaş kazanıl­ması nerede görülmüştür? Yenilgi ise kapitalizmin tam bir yüz karası olur ve Batı çıkarları açısından bir felaket anla­mına gelirdi. Ve savaş, sonunda Avrupa ülkelerinin çekincelerine karşın, ancak Yugoslavya'nın ekonomik yapısının tah­ribatı ile kazanılır gibi oldu. Açıkçası postu zor kurtardılar.

Avrupalı bir diplomat şöyle diyor: "Kosova bize 2-3 boy büyük geldi." Fischer'de ekliyor; "ABD ağır siklettir. Biz Avrupalılar yavaş yavaş hafif siklete hazırlanıyoruz." (a.g.y., sayfa 82)

Sonuçta, Avrupa Birliği Kosova'da boyunun ölçüsünü aldı. Oradan geçtik Türkiye ve Yunanistan arasında çıkabile­cek olası bir krizde ise hiçbir şey yapa­mayacağını acı acı gördü. A B D ’nin süper güç olduğunu bir kez daha kabul etmek zorunda kaldı. Avrupa savunması konu­sunda ABD 'ye karşı çıkardığı cırtlak seslerden bir süre daha olsa vazgeçmesi gerekliliğini kabul etti. Hele hele Kosova olayları ile Rusya politikasının bir dönüş yapıp "bende nükleer silah olduğunu unutmayın!" diye uyarabileceğini tahmin ettiğini hiç sanmıyoruz.

2. A B D A Ç IS IN D A N

Elbette A BD bu çok masraflı savaşa sırf süper güç olduğunu bir kez daha kanıtlamak için girmemiştir. Kosova, A BD açısından büyük ekonomik çıkarlar

vadeden bir alan da değildir. Ama 1992 yılından beri Avrupa'ya karşı kendi poli­tikasını dayatabilmek için tuttuğu bir koddur. Buranın karışık etnik yapısı orayı hemen karıştırıp Avrupa'nın bur­nunun dibinde bir savaş alanı yaratmaya uygun kılar. Onun için de buradaki çeşitli güçlerle çeşitli bağlantıları vardır. Onları işine geldiği gibi zaman zaman fit­iller, zaman zaman yatıştırır. Bir satranç ustası becerisiyle onları işine geldiği gibi yoğurmakta ve biçimlendirmektedir. UÇK'da bunun tipik örneğidir.

Geçmişi çok eskilere dayanan bu örgüt aslında Hitler döneminden faşist, Tito döneminden sosyalist özellikler almış amorf bir örgütlenmeydi. "Kosova Arnavutları’ndan oluşan bir çetenin Birleşik Krallık, Almanya, Avusturya, Fransa ve İskandinav ülkelerinde uyuştu­rucu ticareti yaptığı bir sır değildir. Uyuşturucu dışında silah ticareti de yapan bu çete, UÇK'nın ciddi gelir kay­naklarından biridir.' (Financial Times, 13 Ağustos 99) Ve de savaş sırasında Batılı güçler karanlık işlerle bağlantısı olan bu örgütle temasa geçip, onu kısacık bir sürede, kimilerine göre 10 bin, kimile­rine göre 20 binlere varan bir ordu haline getiriverdiler. Başlarındaki lideri eğittiler. Sonrada silahsızlandırdık dedi­ler. Bir oyun oynadılar. Ve de hala bu güçlerle Kosova'yı yönetmeye çalışıyor­lar. Ama bu örgüt öylesine amorftur, öylesine karanlık yanları vardır ki sonun­da nerelere varacağını göreceğiz. Ama ABD'nin Yeni Dünya Düzeni içinde insan hakları ve ülkelerin içişlerine karışılabilir şiarları açısından önemli bir örnektir. Böyle örgütlenmeleri kolaylık­la ve hızlı bir şekilde kurabilme yeteneği ortadadır.

137 —

kosova olaylarının anlamı__

Page 138: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

ABD'nin Avrupa kıtasındaki stratejisi sosyalizmin yıkılması ile birlikte çökme noktasına gelmiştir. Varşova Paktı’nın olmadığı bir ortamda NATO'nun ne işi vardır? N ATO , Batı'yı Varşova Paktı üyelerine karşı korumak için kurul­mamış mıydı? Öyleyse N A T O ’da dağıl- malıdır. Ama NATO'nun A BD açısından başka bir işlevi daha vardı: Avrupa ülkelerini bir arada tutmak. N A TO itti­fakı içindeki bir Avrupa, kendi güdü­mündeki bir Avrupa anlamına gelir. Bu ittifakın dağılması, Avrupa'nın kendi başına davranması, çok merkezli bir dünya içinde süperliğini dayatırken güç­lerini boşuna dağıtmak demektir. Kendi güdümünde ve de içine Doğu Avrupa Ülkeleri’ni almış bir N ATO , A BD dış politikasına çok uyar. Gücü toplamına yettiğine ve de gerektiğinde böl-yönet taktiğini uygulama kozlarını elinde tut­tuğu müddetçe bu birlik onun zararına değil yararınadır. O dünyayı sömü­rürken bazı ittifaklara ihtiyaç duymak­tadır. Örneğin çeşitli ülkelere uyguladığı ambargoları, yaptırımları ele alalım. Tek başına alınan bir ambargo kararı ne işe yarar, hemen delinir. Ama bu bir BM'- den çıkar ve N A T O ile zor dayatılırsa işe yarar. Onun için çoğu noktada müt­tefiklere ihtiyacı vardır. O müttefiklerin başını zaten tutacaktır. Bu anlamda NATO'nun varlığı A BD açısından hayati önem taşır. Onun için ABD, on yıldır NATO 'yu allayıp pullayıp cazibeli hale getirmek için kan teri dökmektedir. Ona yeni misyonlar yakıştırmaya çalış­maktadır. Avrupa yer yer karşı çıksa da o tüm Doğu Avrupa Ülkeleri’ni de bu örgüte alma amacındadır.

Oysa AB, sosyalizm yıkılalı beri başından ABD'yi de atma çabasındadır.

__ 1 3 8 _______________________________

Ortak savunmanın artık gereksiz olduğunu düşünür. Avrupa'yı kendisinin yönetebileceğine inanır. Onun için yok Avrupa İşbirliği Savunma Örgütü, yok Avrupa Ortak Güçleri gibi şekillenmeler peşinde koşar. Ama her seferinde ABD bunların N A T O içinde düşünülmesi gerektiği teziyle karşısına çıkar. Yani AB, Doğu pazarına girip yerleştikçe, Rusya'­da çöktükçe, ABD'siz bir Avrupa, yani NATO'suz bir Avrupa, AB'nin düşlerini süsler olmuştur. N A T O parçalandı, par­çalanmaktadır.

İşte Kosova olayları bu anlamda bir denek taşı olmuştur. Herhangi bir örgütlenmenin en büyük ihtiyacı eylemdir. Hareketsizlik ölüm anlamına gelir. A B D Afrika'da denedi. Sonra Körfez’de denedi, Bosna'da denedi, olmadı. Ama en sonunda Kosova'da tut­turdu. N A T O isterse yaralar alsın (yukarıda gördüğümüz gibi insan hakları vs. gibi konularda) bir eylem içinde olmak onu birleştirici bir işlev görmüş­tür. Diğer ideolojik yenilgiler ABD'nin gücü ve pragmatizmi altında nasıl olsa büyük bir anlam taşımaz. Bunlar dünyayı yönetmek açısından Avrupa'da ittifakı korumak amacından sonra gelir. ABD dünya halklarının 2/3'ünün kendisinin karşısında olduğunu biliyor. Ve de bunu değiştirmenin sosyal gerçekliğe aykırı olduğunu da biliyor ve kendi stratejileri­ni buna göre hazırlıyor.

Kosova'dan sonra artık Avrupa askeri açıdan N A T O içinde olmanın gerekliliğini kabul etmiştir. Ancak şimdi yukarıda açıkladığımız Avrupa'nın kendi ordusunu kurma girişimlerinin hız­landığını söylemekle bu bir çelişki değil midir? Peki hem N A TO içinde kalmak hem de kendi ordusunu kurmak bir

Page 139: Yol Şubat 2000 Sayı 7

çelişki midir? Bir çelişki gibi görünse de aslında bazı koşullarda değildir. Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'a kulak verelim:

"Biz kendi arka bahçesindeki yangını söndürebilme yeteneğine sahip ve ortak çıkarlarımız için ittifak içinde birlikte çalışabileceğimiz modern ve esnek askeri güçlü bir Avrupa istiyoruz. Avru­pa savunmasına ilişkin tüm önerileri aklı­mızda şu basit soru ile inceleyeceğiz: Ortak davranabilme etkinliğimizi artırır mı?" (Foreign Affairs, a.g.y) Kendi güdü­münde olduğu sürece ABD, Avrupa'nın silahlanmasından pek kaygı duymaz. Avrupa'nın silahlanmasını ve dünya pazarını paylaşmanın gerektirdiği zora maddi yatırım yapmasını baştan beri savunmuştur.

Askeri harcamalar bir ülke ekono­misine belirli yükler getirir. Baştan beri diğer merkezlerin kendi askeri gücün­den yararlandıkları ve kurduğu koruma şemsiyesinden ekonomik çıkarlar elde ettiklerini ve buna destek vermeleri ge­rektiğini savunmuştur. Hiç bedel öde­meden sömürmenin olamayacağını yer yer de dayatmıştır. İşte bu noktada Ko- sova olayları ABD'nin bu politikasında elde ettiği başarı hanesine yazılmalıdır.

Elbette Avrupa, ABD'nin ne istediğini çok iyi bilmektedir, ama başka yolu da yoktur. O şimdiki gücü ile kendi bölgesi­ni öyle kolay kolay çekip çeviremeye- ceğini anladı. Kendi ordusunu kur­malıdır. Eğer gelecekte ABD'ye rağmen dünyayı sömürecekse bunu başarmalıdır. Bugün yarın, örneğin; Doğu Avrupa ülkelerinde çıkarları A BD ile sürtüş­tüğünde ne olacaktır? Kesinlikle orduya ihtiyacı vardır. Şimdilik N A TO gölgesi

altında olabilir, ama sonra gereği düşü­nülecektir. Ve de zaten kurmayı düşün­düğü ordunun komutasını NATO 'ya ta­mamen teslim etmek yerine belli şekil­lerde kendi güdümünde tutma mücade­lesi verecektir.

ABD elbette bir ordu kurmanın öyle bugünden yarına yapılacak bir şey olmadığını çok iyi bilir. Ayrıca Avrupa'­nın bu konudaki potansiyeli de ortada­dır. Şimdi hepsi savunma harcamalarını arttıracaklardır. "Avrupa Birliği ve ABD ekonomileri kabaca aynı boyutta olsa da (her biri yaklaşık 8 trilyon dolar) A BD yılda savunmaya 290 milyar dolar, AB ise 140 milyar dolar harcar... A BD teknolojik araştırmaya yılda 30 milyar dolar yatırırken A B 10 milyar dolar ayırır. Ayrıca tek tek Avrupa ülkeleri araştırma ve geliştirme sırasında sık sık birbirlerini tekrar ederek fonun israfına yol açarlar."(a.g.y., sayfa 44)

Avrupa'nın işi uzun erimlidir. Üye ülkelerin ekonomileri bir çok yönden birbiriyle kaynaşsa da silah sanayi alanı için bu geçerli değildir ve bunlar belirli kararları beklemektedirler. Her bir ül­kenin kendine göre gelişkin olduğu yan­lar vardır. Örneğin İngiltere nükleer de­nizaltı, savaş uçağı konularında iyi araş­tırma ve geliştirme olanaklarına sahip­ken Fransa satalit, helikopter ve hava taşımacılığında ileridir. Almanya'nın ise tank ve dizel denizaltılarda ileri tekniği vardır. İşte bütün bunları birbirlerini korkutmadan ortak çıkar altında birleş­tirmeleri gerekmektedir ve yılların işi­dir. A BD bütün bunları bilerek davran­maktadır elbette.

Öte yandan sosyalizmin yıkılması si­lah tekellerinin silah satma gerekçelerine

________ kosova olaylarının anlamı___

139 —

Page 140: Yol Şubat 2000 Sayı 7

de belirli darbeler vurmuş, her bir ülke­nin silah harcaması azalmıştır. Silahlanan bir Avrupa bu eğriyi tekrar eski zemine oturtabilir.

Ayrıca ABD'deki Cumhuriyetçi Parti, Clinton'u Körfez’de Avrupa'yı arkasına almakta yeterince başarılı olmamakla suçluyordu. Kosova olayları Avrupa'nın bırakalım Körfez’i kendi burnunun di­bindeki bir yeri bile savunmaya yeterli olmadığını göstererek bu eleştirilere yanıt oldu. Ayrıca da Avrupa silahlan­ması da bu partinin istediği bir şeydir. Sonuçta, ABD'nin iki partisi birbirine daha yakınlaştı.

SO N U Ç

Kosova halkları üstüne yağdırılan bombalar aslında yalnız Kosova halkının geleceğini değil tüm halkların geleceğini etkiler nitelikteydi. Dünya güçler denge­sinde alınan bir dönemecin işaretiydi. Dünyamız iki kutuplu dönemden çok merkezli bir dünyaya doğru çıkmanın sancılarını yaşıyordu. Artık Avrupa Yeni Dünya Düzenine ordusu ile dünya pazarından kendi bileğine paylar kapma yoluna çıkmanın hazırlığını yapıyor, ABD'den bunları öğreniyordu. A BD ise karşı konulmaz bu gelişmelerin ortasın­da AB'yi kendi güdümünde tutma çır­pınışı yaşıyordu. Rusya ise Batı'nın ne olduğunu görüp ondan uzaklaşıyor kendi gücüne göre yeni bir rotaya ve yeni ittifaklara doğru itiliyordu. Bomba­lar şimdilik durdu. Yeni bir pazar pay­laşılıyor. Ta ki tıkanıp yenilerinde çıkar­lar çatışana kadar. Ya da ta ki halklar bu dönen oyunlara kanmamayı, kendi insanlık haklarını ancak kendilerinin

---- yol______________________________ :

savunabileceğini ve bunun da bu çıkar düzeninin son bulması ile gerçekleşe­ceğini öğrenene kadar.

1999 Aralık sonu

Page 141: Yol Şubat 2000 Sayı 7

John Berger

KIYAMET GÜNÜNE HOŞGELDİNİZ *

Resim tarihinde bazen ilginç kehanet­lere tanık olabiliriz: Ressamın pek de ifade etmeyi amaçlamadığı kehanetler. O sadece bir kabusunu anlatmaktadır aslın­da. Örneğin Breughel’in 1560’da yaptığı ve şu anda Prado Müzesi’nde bulunan Ölümün Zafer Alayı adlı eserinde Nazi katliam kamplarının canlandırılmış olduğunu düşünmek mümkündür.

Bilinen çoğu kehanetler kötü olanla birlikte anılırlar ve tarih süresince her za­man yeni zorbalıklarla karşılarız. Zorba­lıkların bir kısmı ortadan kalksa da yeni mutluluklar yoktur, mutluluk hep geçmişi çağrıştırır. Değişen şey, bu mutluluk için verilen mücadelenin biçimleridir.

Breughel’den yarım asır önce Hiero­nymus Bosch, Binyılın Üç Kanatlı Resmi’- ni yaptı. Sol parça Adem ile Havva’yı cen­nette göstermektedir, büyük merkezi parça Dünyevi Zevkler Bahçesi’ni anlat­maktadır ve sol parça da cehennemi tas­vir etmektedir. Bu cehennem, yüzyılı­mızın sonunda küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni tarafından dünyamıza da­yatılan düşünsel iklimin şaşırtıcı bir keha­neti haline dönüşmüştür.

Nasıl olduğunu açıklamama izin verin. Resme yerleştirilen sembolleştirmenin bu sonuçla çok az ilgisi vardır. Bosch’un sembolleri muhtemelen, eğer şeytan alte- dilebilse cennetin dünyada inşa edilebile­ceğine inanan 15. yüzyılın bazı bin yıllık mezheplerinin gizli, fakat herkesçe bilinen

141 —* The Guardian, 20 Kasım 1999 Cumartesi sayısından çevrilmiştir.

Page 142: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

ve dinsel dogmaya aykırı dillerinden kay­naklanmaktadır. Çalışmasındaki birçok sembolleştirme ile ilgili birçok makale yazılmıştır. Bosch’un cehenneme bakışı bir kehaneti çağrıştırsa da kehanetin pek de detaylandırıldığı söylenemez.

Orada ufuk yoktur. Hareketler arasında süreklilik yoktur, durmak yok­tur, yollar yoktur, kalıplar yoktur, geçmiş ve gelecek de yoktur. Sadece birbirine uymayan bir sürü parçadan oluşan bir şimdi vardır. Heryeri şaşkın­lıklar ve duyarlılıklar kaplamıştır, fakat hiçbiri bir sonuca dönüşememektedir. Hiçbirşey akmamaktadır: herşey kesin­tiye uğramıştır. Bir çeşit uzamsal (spa- tial) hezeyan yaşanmaktadır.

Bu tanımlamayı sıradan bir reklam panosundaki, her zamankine benzer bir C N N haber bültenindeki ya da herhangi bir medya yorumunda görüntülerle karşılaştırın. Uyumsuzluk, farklı farklı heyecanların oluşturduğu kocaman bir arazi ve benzer bir taşkınlığı gözleye­bilmek mümkündür.

Bosch’un kehaneti, bugün küreselleş­menin etkisi altında bizlere iletilen dünya fotoğraflarıyla ilgilidir, hiç dur­madan satılması ve tüketilmesi gerekli olan bir fotoğraf. İkisi de zavallı parçaları birbirlerini tutmayan bir bulmacaya ben­zetmektedir.

Bu sonuncusu, Zapatista lideri Subcomandante Marcos’un Yeni Dünya Düzeni ile ilgili yazdığı bir açık mektupta kullandığı ifade ile tıpatıp aynıdır. Meksika Devleti’nde özgürlüklerini ala­bilmek için savaşan isyancıların yönettiği Chipas’tan, Güneydoğu Meksika’dan yazmaktadır. O bugünkü dünyayı dör-

__ 142

Page 143: Yol Şubat 2000 Sayı 7

düncü dünya savaşının savaş alanı olarak görmektedir. (Üçüncüsüne biz genelde soğuk savaş deriz.) Savaşçıların hedefi tüm dünyanın pazar aracılığı ile fethidir. Savaş araç gereçleri finansaldır, buna rağmen her an milyonlarca insan sakat­lanmakta hatta öldürülmektedir.

Savaşı sürdürenlerin amacı dünyayı yeni sanal güç merkezlerinden, piyasanın megapollerinden yürütmektir ki bu merkezlerde sermayenin mantığından öte hiçbir kontrol bulunmayacaktır.

“ Bilgisayarlara ve teknolojik devrime teşekkürler” diye yazmaktadır Marcos, ofislerde işletebildikleri ve sadece kendilerine cevap veren finansal mar­ketler, yasalarını ve dünya görüşünü tüm gezegene dayatmaktadır. Küresel­leşme aslında sadece finans piyasalarının mantığının yaşamın tüm alanlarına toto- lize genişlemesinden başka bir şey değildir. Bu arada gezegendeki kadın­ların ve erkeklerin onda dokuzu birbiri­ni tutmayan dişli parçalar (jorgged pieces) ile yaşamaya çalışıyor.

“ Burada önümüzde duran bir bul­macada” diye yazan Marcos, “ Bugünün dünyasını anlamaya yönelik bir sonuca ulaşabilmek için parçaları bir araya getirmeye teşebbüs ettiğimizde, parçala­rın birçoğunun eksik olduğunu farkedi- yorum. Buna rağmen, bunların yedi tanesini kullanarak işe başlayabiliriz, bu uyumsuzluğun insanlığın yokedilişiyle sonuçlanmayacağını umarak tabii ki. Bu küresel bulmacayı çözm eyi denemek için çizilecek, boyanacak, kesilecek ve diğerleriyle bir araya konacak yedi parça....”

Burada anlatılanların Bosch’un res­mindeki uyumsuzluğu anımsatmasından

dolayı orada bu yedi parçayı bulabile­ceğimizi umuyorum.

Marcos’un isimlendirdiği ilk parça dolar işareti şeklinde ve yeşildir. Bu parça küresel zayıflığın giderek daha az ve daha az eldeki yeni yoğunlaşmasından ve umutsuz sefeletin tarif edilemez yay­gınlaşmasından oluşmuştur.

İkinci parça bir üçgendir ve bir yalan­dan ibarettir. Yeni düzen üretimi ve insan emeğini rasyonalize ve modernize ettiğini iddia etmektedir. Gerçekte ise bu endüstri devriminin başlangıcındaki barbarlığa geri dönüştür, fakat önemli bir fark bulunmaktadır. Bugünkü barbar­lık hiçbir karşı ahlaksal düşünce ya da ilke ile denetlenmemektedir. Yeni dü­zen fanatik ve baskıcıdır.

Kendi sistemi içinde rica etme, yal­varma, yakarma yoktur. Baskıcılığı poli­tika içermez, politika küresel para dene­timi ile yer değiştirmiştir. Çocukları düşünün, dünya çapında 100 milyonu sokakta yaşamakta, 200 milyonu ise küresel emek gücüne katılmış durumda.

Üçüncü parça kısır döngüyü çağrış­tırır biçimde yuvarlaktır. Zorla baskıyla göçü anlatır. Hiçbirşeyi olmayanların daha girişken olanları, yaşayabilmek için göçetmektedir. Oysa yeni düzen günler ve geceler boyunca, üretmeyen, tüket­meyen ve bankaya yatıracak parası olmayanın fazlalık olduğu ilkesine uygun bir biçimde işlemeye devam etmektedir. Bu yüzden göçmenlere, topraksızlara ve evsizlere sistemin artık maddesi olarak muamele yapılır: Yok edilmelidirler.

Dördüncü parça bir ayna gibi dik- dörtgenseldir. Ticari bankalarla dünya­nın haraççıları arasında süren değiştoku- şun küreselleşmesinden oluşmaktadır.

kıyamet gününe hoşgeldiniz__

--------------------------------------------- 143 —

Page 144: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Beşinci parça tam bir beşgendir (pentagon). Fiziki baskıdan oluşmak­tadır. Yeni düzende ulus devletler eko­nomik bağımsızlıklarını, politik inisiyatif­lerini ve egemenliklerini yitirdiler. (Bir­çok politikacının yeni retoriği kendi politik güçsüzlüklerini gizleme çabaları­nın sonucudur.) Ulus devletlerin yeni görevi, onlardan beklenenleri yerine getirmeleridir, piyasanın dev şirket­lerinin çıkarlarını korumak ve hepsinden önemlisi dışlanmışları denetlemek ve zaptetmektir.

Altıncı parça aceleyle çiziktirilmiş gibi gözükmektedir ve kırıklardan oluş­maktadır. Yeni düzen, bir yandan tica­retin ve anlaşmaların anında iletişimiyle, zorunlu serbest ticaret bölgeleriyle (N A FTA gibi), heryere tek bir sorgu- lanamaz piyasa yasasının aynı biçimde dayatılmasıyla sınırları ve uzaklıkları ortadan kaldırmaktadır ve diğer yandan da kendi ulus devletinin zeminini ortadan kaldırarak sınırların parçalan­masını ve çoğalmasını teşvik etmektedir. Örneğin, eski SSCB ve Yugoslavya. “ Kırık aynalardan oluşan bir dünya neo- liberal bulmacanın bir işe yaramayan tekliğini yansıtmaktadır.”

Bulmacanın yedinci parçası ise gedik şeklindedir, dünyanın dört bir yanında yeni düzene karşı gelişen direnişin yarattığı çok çeşitli gediklerden oluş­maktadır. Güneydoğu Meksika’daki Zapatistalar böylesi bir gediktir. Diğer­leri, farklı özgünlüklerde, illa da silahlı ayaklanmayı seçmemiş olabilirler. Aynı şekilde bütün bu gedikler ortak bir poli­tik programa da sahip değildir. Kırık bul­macada yaptıkları gibi, nasıl varola- bilmektedirler? Farklılıklar, umut verici birşey bile olabilir. Onları birleştiren

— yol----------------------------------------------

dışlanmışların, yokedilecek olanların savunmasını temsil etmeleri ve dördün­cü dünya savaşının bir insanlık suçu olduğu inançlarıdır.

Yedi parça birşeyler anlatacak şekil­de yanyana getirilemezler asla. Bu anlam yoksunluğu, bu biçimsizlik, yeni düzene içkindir. Bosch’un cehennem görün­tüsünde öngürdüğü gibi, hiçbir ufuk yok­tur. Dünya yanmaktadır. Her birey kendi anlık ihtiyaçlarına ve yaşam mücadelesine kilitlenerek yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Claustro­phobia (kapalı yerde kalma fobisi), en uç noktasında; bu sonucu aşırı nüfus artışı yaratmamıştır; sebep, bir hareketle onu takip eden arasında bir sürekliliğin bulunmayışıdır. Cehennem olan şey budur. İçinde yaşadığımız kültür büyük olasılıkla varolanların içinde en claustro­phobia olandır. Küreselleşme kültürün­de, aynen Bosch’un cehenneminde oi- duğu gibi, başka bir yer veya başka türlü yoktur. Verilen bir hapishanedir. Böylesi bir indirgemecilik karşısında, insan zekası açgözlülüğe indirgenmiştir.

Marcos mektubunu şöyle bitirmek­tedir:

“Yeni bir dünya inşa etmek gereki­yor, birçok dünyayı içermeyi başara­bilen bir dünya, bütün dünyaları kap- sayabilen bir dünya” .

Bosch’un resminin bizlere hatırlat­tığını eğer kehanetleri hatırlatıcı şeyler olarak tanımlayabilirsek; alternatif bir dünya kurabilmenin ilk adımının, zihni­mize ekilen dünya resminin suçlar ve açgözlü satm a ihtiyacının meşru- laştırılabilmesi ve idealize edilmesi için kullanılan bütün o boş vaatlerin reddi olduğudur. Farklı bir evren acilen gerek-

144

Page 145: Yol Şubat 2000 Sayı 7

lidir. İlk olarak bir ufuk keşfedilmelidir.Ve bunun içinde umudu yeniden yarat­malıyız. Yeni düzenin vaat eden gibi görünmeye çalıştığı bütün o yalancı cen­netlere karşı.

Bununla birlikte, umut, bir güven meselesidir ve diğer bütünlüklü eylem­lerle desteklenmelidir. Örneğin, birbi­rine yaklaşma eylemi, uzunlukları ölçme ve birbirine doğru yürüme eylemi. Bu, süreksizliği reddeden bütünleşmelere yolaçacaktır. Direnme eylemi, bize sunulan dünya resminin biçimsizliğini kabullenmeyi reddetmek değil onu duyurmaktır. Cehennem, onu cehen­nem diye ananlar olduğu zaman cehen­nem olmaya bir son verebilir.

Bugün varolan direniş gediklerinde,Bosch’un üçlüsünün, Adem ve Havva’yı ve Dünyevi Zevkler Bahçesi’ni anlatan diğer iki paneli de karanlıkta el lam­basıyla incelenebilir. Onlara ihtiyacımız var.

Bir Arjantinli şair, Juan Gelma ile bitirmek istiyorum:

______________________________________________ kıyamet gününe hoşgeldiniz___

“ Ölüm kendi belgeleriyle birlikte geldi.Mücadeleyi

Yeniden ele alacağız

Yeniden başlayacağızYeniden hep birlikte başlayacağız.Dünyanın büyük yenilgisine karşıAsla tükenmeyen küçük yoldaşlaYa da hafızada

Ateş gibi yananlaBir daha veBir daha veBir daha..."

145 —

Page 146: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Mete Akyol

SENDİKAL HAREKETTE YOL AYRIMI(AVRUPA DENEYİMİ ÜZERİNE NOTLAR)

Kapitalist metropollerde üretim sürecinde Fordizm-Taylorizm’den "yalın üretinV'e geçiş, rakip sosyalist sistemin yıkılışından önce başladı ve bu süreç hala devam ediyor. Gerek politik, ge­rekse de sendikal tartışmalarda kapita­lizme karşı direnişin hangi çerçeve ve içerikte olması gerektiği bu iki aynı zamanlı gelişim, çoğu kez birlikte ele alınmadığından verimli-yol açıcı olmu­yor. Bu gelişmelerin üzerinden atlanın­ca, 80 öncesi bakış açıları ile havanda su dövmekten ileri gidilemiyor.

YEN İ G Ü Ç D EN G ELERİ

89'da Berlin Duvarı'nın yıkılışı, bir bakıma kapitalizmin dünya işçi sınıfı ve halklarına yönelttiği saldırı önündeki son bentin ortadan kalkmasına benzetilebi­lir. İster beğenelim ister beğenmeyelim, sosyalist sistemin desteğini, A BD em­peryalizminin saldırganlığı karşısında Üçüncü Dünya Ülkeleri doğrudan his­settiler . Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfları ise bu desteği biraz dolaylı aldıklarından pek fark edemediler. Bugün artık bu destek ortadan kalktığın­da, onun yokluğunu acı acı hissetmekte- ler. Ama bunu hala itiraf etmekten çeki­niyorlar. Sermayenin bugün işçi sınıfı ve sendikalarına yönelik fütursuz saldırıları, onun birdenbire güçlenmesi ile olmadı. Tersine büyük bir zafer kazanma pozun­

__ 146

da olan reel-kapitalizm, her geçen gün daha da sefilleşmekte. Güç dengesini değiştiren ise işçi sınıfının "doğal mütte­fiki" sosyalist ülkelerin ortadan kaybol­ması. 89 öncesi kendi özgücü yanısıra güçlü bir müttefikin varlığı ile işverenler karşısına çıkan sendikalar, bu sayede önemli kazanımlar elde ettiler. Kuşku­suz ağırlıkla sosyal haklardan çok ücret zammı gibi maddi yanı ağır basan bu kazanımlarm niteliğinin tartışılması ayrı bir konu (sendikal hareket özellikle ge­lişmiş kapitalist ülkelerde bu tartışmayı yapmak zorunda). Ama kazammiarın varlığı tartışmasız ortada.

Bugün geçmiş alışkanlıklardan kurtu­lamayan sendikal hareket hala eskisi gibi arkasında kendi özgücü yanısıra bir "müttefik ordu" varmış gibi davranma alışkanlığından vazgeçmiş değil. Toplu iş sözleşmeleri ve ücret zammı görüşme­leri öncesi, sendikalar, toplumu ayağa kaldırmaktan, "sıcak sonbaharlardan" ve benzerlerinden dem vurmakta. Bu kuru­sıkı tehditler karşısında işverenler gülümsemekle yetinmekte ve sendikalar birbiri ardından yenilgiler yaşamakta. Ne Fransa'daki tüm toplumu ayağa kaldıran "sıcak Aralık" ne de Almanya'da sendi­kalar birliği DGB'nin, hükümetin "tasar­ruf paketini" önlemek için milyonları sokağa dökmesi dişe dokunan bir sonuç aldı. Oysa aynı eylemliliklerle yirmi yıl önce, büyük kazanımlar elde edilmesi işten bile değildi. Kısacası sendikal

Page 147: Yol Şubat 2000 Sayı 7

hareket eskisinden daha etkin eylem­liliklerden, "müttefik ordusu" olmadığın­dan, eskiye nazaran çok az sonuçlar almakta. Bu gerçekliği kavrayıp, bunun gereklerini yerine getirme, yani daha da etkinleşme görevine talip olma yerine, sendikal hareket hala eskiyi tekrarla­maktan öteye gidemiyor.

BİR LİKTEN G Ü Ç MÜ D O Ğ U YO R ?

Bunun yarattığı şaşkınlıkla sendikal hareket çareyi başka yerlerde aramakta. Akıllara ilk gelen de "birlikten kuvvet doğar" söylemi oluyor. Özellikle Batı Avrupa'da sendikal harekette "sendikal birlik" son yıllarda yoğun olarak tartışma gündemine girdi. Almanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde sendikal planda bir bir­leşme furyası yaşanıyor. Bu birleşme tartışmalarında dikkati çeken iki önemli nokta var. İlki ve herhalde bu tartış­maları belirleyen en önemlisi finansman sorunu, daha netçesi sendika aidat­larının sendika bürokrasisinin maliyetini karşılayamaz hale gelmesi. Üretim sürecindeki değişimler giderek sendika­ların geleneksel tabanlarını eritmekte, buna bağlı olarak sendika üye sayıları hızla azalmaktadır. İşverenlerin sendika düşmanı tavırları buna tuz-biber ekmek­te, böylece sendika bürokratik yapısını ayakta tutmanın yolu olarak yeni üye bulma, o da olmayınca başka bir sendika ile birleşme gündeme gelmektedir. İşçi sınıfına hizmet için oluşturulan yapı, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmekte, bütün tartışmalar bu sendikal yapı -sen­dika bürokrasisi- nasıl korunur noktası­na indirgenmektedir. İşçi sınıfının, üre-

____ sendikal harekette yol ayrımı _

tim sürecinin değişmesi ile nasıl bir sen­dikal yapıya ihtiyacı ortaya çıktı tartış­ması bu anlamda güme gitmektedir.

Bu tartışmalar kendiliğinden ikinci konuyu gündeme getirmekte; hangi sendika hangi işkollarında örgütlenmeli. Yukarda değinilen nedenlerle her sendi­ka daha fazla üye bulmak için başka işkollarına da göz dikmiş durumda. Bu elbette ki üretim sürecinde yaşanan değişikliklerin de bir sonucu. Örneğin "Unilever veya Nestle gibi uluslararası bir tekelin işyerinde hangi sendika yet­kilidir?" sorusuna cevap vermek hayli zor. Hem kimya hem de gıda işkolu sayılabilecek bu işyerleri aynı zamanda ticaret işkolunu da bünyesinde barındır­maktadır. Resmi bankaların özelleştiril­mesi, postanın bankacılık alanına el atması aynı tartışmayı beraberinde getirmekte. Bu gelişimin doğal sonucu bu alanlardaki sendikaların birleşmesi olması gerekirken, örneğin gıda sendi­kası, kimya sendikası ile birleşme yerine tekstil sendikası ile birleşmekte veya posta sendikası ile metal sendikası belli alanlarda ortak projeler geliştirme yolu­na çıkmaktadır.

Bütün bunlar sendikal birlik tartış­malarının, işçi sınıfının birliğine yönelik tartışmalar olmaktan çok, sendika bürokrasisinin kendini kurtarmak için denedikleri bir yol olduğunu gösteriyor. Tartışmasız olan nokta, sendikal hare­ketin bu yapı ile bir geleceğinin olmadığı, üretim sürecindeki değişimlerin ortaya çıkardığı yeni bir sendikal yapılanmanın gerekli olduğudur.

Page 148: Yol Şubat 2000 Sayı 7

YEN İ YA PILA N M A , AM A N A SIL?

Sendikal hareketin 20. yüzyıldaki kronik hastalığı olan sosyal barış, gene 20. yüzyıla damgasını vuran Fordist- Taylorist üretim organizasyonlarının önemli bir ayağıdır. Sosyal barışı olanaklı kılan iki önemli faktör, işyerlerindeki sorunların masa başında çözülme imka­nının yaratılması ve Üçüncü Dünya sömürüsünden metropol ülkelerin işçi sınıfına pay verilmesidir. Çoğu kez ikinci faktör ön plana çıkarıldığından "masa başı çözümü" üzerinde pek durulma- maktadır. Oysa işyerindeki üretim süre­ci dikkate alındığında bu geleneğin nasıl işçi sınıfı içinde etki yarattığı ve bugün gelinen aşamada işçi sınıfının üretimden gelen gücünün nasıl kullanılmaz hale geldiğini görebiliriz.

Serbest rekabetten tekelciliğe geçişin önkoşullarından biri, üretimin kitlesel olarak yapılabilmesidir. Bu ge­reklilik akar-bant denilen sistemi ortaya çıkardı. Üretim süreci binlerce küçük adıma bölündü. Böylece üretim süreci içinde, akar-bantta her işçi bir veya iki hareketten oluşan üretim bölümünü yapar hale geldi. İşyerinde ortaya çıkan sorunlar -üretimin tekdüzeleşmesinin de etkisi ile- monotonlaştı ve kanıksanır hale geldi. Yaşam düzeyinin de yük­selmesi ile daha fazla ücret için mücade­le, üretim süreci içinde ortaya çıkan so­runların önüne geçti. Bu süreç içinde oluşan işyeri konseyleri, işyeri içindeki sorunlarla uğraşır hale gelirken, sendi­kalar ücret politikasında yoğunlaştı.

— yol----------------------------------------------

"İÇSELLEŞM E" N ED EN G EREKLİ?

İlk bakışta son derece doğal bir süreç gibi gözüken bu gelişme, sendikal hareket açısından ölümcül sonuçlar doğurdu; üretim sürecinden kopuş. Böylece sendikal örgütlenme, işyeri açısından "içsel" bir örgütlenme olmak­tan çıkıp "dışsal" bir karakter almaya başladı. Bugün sosyal barışın işverenler açısından artık gerekli olmadığının iş­verenler tarafından açıkça söylendiği bir dönemde, sendikal mücadele en çok bu "dışsallığın" sonucu, etkin bir mücadele geliştirememektedir. Sosyal barış döne­minde ki mücadele yöntemleri bu anlamda artık yeterli olmamaktadır.

Buna karşın sendikal mücadele hala bu dönemin mücadele yöntemleri ile işi idare etmeye çalışıyor. Her şeyden önce bu mücadele yöntemleri işyeri içinde olmadığından etkin değil. İşçi sınıfı elbette sokaklara dökülerek de hak mücadelesi yürütebilir. Medya aracılığı ile kamuoyu yaratabilir. Ancak daha önceki yazıda da değinildiği gibi bu yön­temler değinilen nedenlerle artık iste­nildiği ölçüde sonuç getirmiyor.

Bir yandan da sosyal demokrasi ara­cılığı ile parlamentoda işçi sınıfının hakla­rını korumayı denemekte. Oysa giderek işçi sınıfından uzaklaşan sosyal demokra­si, kendini giderek artan ölçüde işçi partisi değil, orta katmanların partisi olarak tanımlıyor. İşçi sınıfının talepleri - ki bunlar eskiden olduğu gibi doğrudan düzene yönelik talepler de değil- bu par­tilerde pek ilgi görmediği gibi, sosyal demokrasinin de politik sahnede etkin­liği zayıflamakta.

Burada yapılması gereken tespit,

__ 148

Page 149: Yol Şubat 2000 Sayı 7

neden sendikal hareketin, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü, örneğin bir politik genel grevle kullanamadığı. Yukarda değinilen işyeri içinde doğru­dan örgütlü olmama bunun bir nedeni­dir. Her ne kadar Eyerlerindeki işyeri konseyleri ve benzeri örgütlenmeler içinde sendika üyeleri çoğunlukta olsalar bile, işyeri yönetiminin etkisinden kur- tulamamaktalar. İşyeri yönetimi çeşitli yöntemlerle bu tür temsilciliklere seçilen işçileri, "aristokratlaştırmakta", işçilerden koparmaktadır. Sendikal ha­reket bugüne kadar bu süreci önlemek için, bu tür temsilciliklere bir yandan yasal iş garantisi sağladı, bir yandan da onlara gerekli bilgilendirmeyi sağlayarak bu kuruluşların üzerlerine düşen görev­leri yapmalarına olanak yaratmaya çalış­tı. Eksik kalan, işyeri içinde bu kurumla- rın çalışmalarını denetleyecek, ona yön gösterecek bir işçi örgütlenmesinin olmayışıydı. Bu ise işyeri içindeki fiili sendikal örgütlenmedir. Böylesine bir denetleme ve destekten yoksun olunca bu kurumlar giderek işyeri yönetiminin yörüngesine oturdular.

İşyeri içinde fiili örgütlenme olmayın­ca, sendikal hareket de üretim sürecin­de oluşan değişimleri zamanında tespit edip, gerekli önlemleri alamamaktadır. 70’li yıllarda akar-bant üretim organiza­syonundan "yalın üretime" geçiş yaşa­nırken, sendikal hareket hala akar-bant sisteminin sonuçları üzerinde tartışma yürüttü. Bu geçiş 90'lı yıllarda tamam­lanmak üzere iken sendikal hareket yeni yeni "yalın üretimi" fark etmeye başladı, ancak hala da bu konu üzerinde ciddi bir tartışmayı başlatmış bile değil.

Üretim süreci dışına itilen sendikal hareket işçilerin somut sorunlarından

____ sendikal harekette yol ayrımı___

uzaklaştığından, giderek sendikal talep­lerde işçilere yabancılaşmakta. Sendikal hareket bugün işsizliğe karşı, çalışma süresinin kısaltılmasını istiyor. Hem sını­fın her zaman gündeminde olan haklı bir talep, hem de daha az çalışılırsa, daha çok işçi çalışma imkanı bulur gerçeğin­den hareketle, sendikaların doğru bir yolda olduğu söylenebilir. Oysa işye­rinde çalışan bir İşçiye bu talep pek bir şey ifade etmiyor. Her çalışma süresi kısaldığında, işyerinde üretim teknikleri­nin geliştirilmesi ile, daha az işçiye ihti­yaç duyulduğunu gören bir işçinin böyle­sine bir talebe dört elle sarılmasını bek­lemek hayalcilik olur. Sorun artık yalnız­ca çalışma süresinin kısalmasını talep etmekle sınırlanamaz. Daha da ileri gidi­lip üretim sürecinde "yalın üretime" geçişin işyeri içinde nasıl sonuçlar do­ğurduğunu ve bunlara karşı nasıl bir sen­dikal tavır veya direnişin geliştirilmesi gerektiğini irdelemektir.

Bunun için ilk şartta sendikal hareketin yeniden işyerlerinde "içselleş­mesi", işyeri içinde fiili sendikal örgüt­lenmelerin yeniden yaratılmasıdır. Bu­nun önündeki ilk engel de kuşkusuz "sendikal bürokrasidir". Nasıl üretim organizasyonu "esnekleşiyorsa" sendikal harekette kendisini hantallaştıran yük­lerden kurtulmak zorundadır.

149 —

Page 150: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ÖMER LAÇİNER MARKSİZM'İ NASIL ALTÜST EDİYOR ?

"Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışı gibi, her dönemde bir kategori aramak zorunluluğunda değildir, ama o, daima tarihin gerçek toprağına ayak basar; pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açık­lar... Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil devrimdir." (Karl Marx, Felsefe İncelemeleri, s.100)

Hasan Oğuz ------------------Konuk Yazar

İşçi sınıfının öncü rolü tartışmasında Öm er Laçiner, eskimiş olan, ancak yeniymiş gibi piyasaya sürülen politik incilerini tekrar gündeme getiriyor. İşçi sınıfının devrimci rolü gibi söylemleri küçümser eda içinde, işçi sınıfının olum- lanacak hiçbir yanının olmadığını vaaz ediyor. Daha da kötüsü, işçi sınıfının devrim ci rolü üzerine var olan olumsuz düşüncelerini Marx’a dayandırmak isti­yor. Büyük “ teorisyen” edasıyla Marx’da çelişkiler bulmaya çalışıyor. Önce işe, işçi sınıfının devrimin öznesi olma tespi­tinin Marx tarafından nasıl yapıldığını çarpıtarak başlıyor. Marx’in 1848’e kadar yazdıklarından, yani sosyalizm veya işçi sınıfı kavramlarından “ büyük ölçüde teorik edinmeyi felsefi olarak bulmuş bir kavram” olarak söz ediyor. 1

“ Bilgiç” Öm er Laçiner daha sonra ise Marx’in “ Kapital” in yazımı sonrasında, daha doğrusu Marx’in ekonomi politika ile ilgilendiği dönemde ise daha farklı değerlendirmeler yaptığını yazıyor. Laçiner “ Kapital” vb. gibi eserlerden “ Bu ekonomi dili ile söylenmiştir. Öbürü ise daha çok felsefe dili içerisinde söylenmiştir.” 1 diyerek atıfta

__ 150

bulunuyor. Böylece Laçiner, sözde Marx’da iki ayrı yaklaşım olduğunu ve bunların birbirinin zıddı olduğunu anıştırıyor. Hatta Laçiner, Althusser’in belirttiklerini dayanak noktası yapıyor (ki sanıyorum yeni teorik incilerini de buradan alıyor). Althusser, bilindiği gibi, Marx’i iki safhaya ayırır. İkinci safhayı olgunluk dönemi olarak belirtir ve birin­ci dönemde söyledikleriyle ikinci dö­nemde söyledikleri arasında tam bir kopuş olduğunu iddia eder. Öm er Laçiner de Althusser’in bu iddialarını kabullenerek Marx’in daha önce yazdık­larını Althusser’in “ ...Marksizm öncesi olduğu ve Marx’la da pek bağlantısının kurulamayacağı” tarzındaki iddiasını aktarıyor.3 Sonra da bu ikisi arasında bir süreklilik olduğunu söylüyor! Bu cüm­lenin anlamını ise sonra açıklıyor; “ aynı iddianın bir düzeyde söylendiğini, sonra bunun başka bir dil içerisinde ifade edildiğini düşünüyorum.” (aynı ^yerde). Önce Marx’m 1848’e kadar yazdıklarını “teorik-felsefi” olarak açıkla, onun bu sözlerinin ekonomi-politik bağlantısını reddet, sonra da Marx’in ekonomi poli­tiği yazdığı dönem değerlendirmelerin­den (yani ekonomi-politik bağlantısına

Page 151: Yol Şubat 2000 Sayı 7

atıf yaparak) kopuk olduğunu belirt. Sonra da ince ve sinsi bir taktikle ikisi arasında süreklilikten bahset! Marksizm düşmanlan her zaman, kelime oyun­larıyla doğru ve sağlam zemin olan Marksizm-Leninizm’e karşı ince taktik oyunlara başvurmuşlardır. Söyleyecek­lerini doğrudan söylemek yerine kaçak güreşmişlerdir.

Ömer Laçiner de burada bunu yapıyor.

LA ÇİN ER M ARKSİST EKO N O M İ PO LİTİĞ İ REDDEDİYO R

Önce bu iddianın üzerinde biraz duralım, sonra esas iddiaya geçelim. Ne Marx’in (ayrıca Marx kendi içinde de) ne de Engels’in birbirinden kopuk bir dönemleri olmamıştır. Onlar adeta bir bütünün ifadesiydiler. Yine Marx’in yaz­dıkları ilk değerlendirmeler ile sonrası arasında temele ilişkin farklı yaklaşımlar da olmadı. Elbette gençlik yılları ile olgunluk yılları arasında farklı değer­lendirmeler olduysa da, bunu hem Marx hem de Engels açıkça belirttiler. Kuşku­suz olgunluk dönemlerinde ulaştıkları sonuçlar ile öncesi arasında ortaya çıkan farklılıklar oldukça azdır, belki de yok denecek kadar sınırlıdır. Söylediğim gibi olanlar ise kendileri tarafından açıkça belirtilmiştir. Bu konuda somut bir örnek de verebiliriz. Marx 1850’lerin sonuna doğru “ Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”yı bitirmişti (1859).M arx ’in bu tarihten önce yazdığı bazı yazıları birçok bakımdan 1859’dan sonra yazdıklarıyla farklıdır. Bu konuyla ilgili Engels şöyle yazıyor: “ ...Bundan önceki yazılarında (1859 öncesi, bn) öyle de­yimler, hatta başlı başına öyle tümceler

vardır ki, sonraki yapıtlar açısından talih­siz, hatta yanlış görünürler. Şurası açık­tır ki, geniş okur yığınları için yapılan sıradan yayınlarda, yazarın zihinsel gelişmesinin bir parçası olarak bu ilk bakış açısının da bir yeri vardır ve yazarın olduğu kadar okurların da bu eski yapıtların değiştirilmeden basıl­masını istemek hakları vardır ve benim- de bunların tek sözcüğünü olsun değiş­tirmeyi aklımın köşesinden bile geçirme­miş olmam gerekirdi.” 4

Dikkat edilirse, burada Engels öze ilişkin tek bir tümce belirtmiyor. Deyim­ler ve tümcelerin kullanılış biçimlerinin sonraki yapıtlar açısından değerlen­dirildiğinde yanlış görüntüye yol açabile­ceğini belirtiyor. Yine de Engels, hele işçileri eğitecek propaganda materyal­lerinde durumun değişeceğini, bunu Marx’in da isteyeceğini, çünkü Marx doğal olarak böyle bir durumda 1849 öncesi yazılarının bir kısmında görüşleri­ni doğal olarak yeni bakış açısıyla bağ­daştırmak isteyeceğini belirtmektedir. Kuşkusuz öze ilişkin olan farklılıklar olduğunda da bir yazar için bu görüşü terk etmesi kadar doğal olan bir şey de olamaz. Ancak bunlar çok az, hatta istis­na denmeyecek kadar küçük nokta­lardır. Engels burada değişikliğe ilişkin bir örnek de veriyor. O şöyle diyordu: “ Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta çevresinde toplanıyor. Özgün metne göre (kastedilen Marx’in “ Ücretli Emek ve Sermaye” sidir, bn) kapitaliste, işçi, ücret karşılığında emeği­ni satmaktadır; bu metne göre ise, emek gücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama yapmam gerekir. Bu açıkla­mayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine bütün ekonomi-politiğin

__________________________tartışm a___

---------------------------------------------151 —

Page 152: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

en önemli noktalarından biri olduğunun görülmesi için yapmam gerekiyor.” 5

Demek ki Marx ve Engels’in bütün yaşamında (ayrıca Marx’in kendi içinde), Çin şeddi ile birbirinden ayrılmış iki ayrı dönemin var olduğu iddiası tamamiyle bir hayal ürünüdür. Oysa bu süreci, bir­birini tamamlayan ve giderek kendi düşünce tarzlarını daha da ileriye taşıyan bir süreç olarak görmek gereklidir.

Öm er Laçiner’in daha vahim bir başka iddiası vardır; ona göre 1848’e kadar yazdıklarında Marx, özellikle işçi sınıfının rolü sorununda salt “ teorik-felsefi” bir yaklaşım ifade etmiştir! Bu süreç, ekonomi politik süreçten kopuk ele alınmıştır vb.. Hatta birçok Marksizm döneği de, Marx’da felsefe dili ile ekonomi dilinin iki ayrı dil olarak yan­sıdığını iddia edebilmişlerdir. Oysa bu saptama hiçbir şekilde gerçeğin bir açık­laması değildir. Marx’in ekonomi politik üzerine yazdığı eserlerin hemen hep­sinde sağlam bir ekonomi politik temel vardır. Alman İdeolojisi, Felsefenin Sefaleti, Gotha Programının Eleştirisi, Komünist Manifesto, Kutsal Aile, 1844 Elyazmaları ve daha hatırlayamadığım birçok eserde Marx, toplumsal süreç­lerin ve felsefi değerlendirmelerin teme­lini, ekonomi-politik süreçlerin parlak bir açıklaması ile yapmıştır. Marx’in tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, gerçek yaşamın yeniden üretimidir. Marx da bu yaşamın toplumsal yasasını ortaya çıkarmıştır. Ne Marx ne Engels bundan daha fazla ileri bir iddiada bulun­madılar. İktisadi durumun temel olduğu­nu söyleyen Engels devamla, üstyapı ku­rumlan olan bütün varyantların hepsi de “ ...tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve birçok durumda ağır

__ 152

basarak onun biçimini belirlerler” 6 Bu­rada adeta Engels, Laçiner’e cevap vere­rek şunları söylüyor: “ Eğer sonradan herhangi biri, çıkıp da ekonomik etken tek belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur.” 7 Engels bir başka yerde, C. Schmidt’e yazdığı mektupta ise şunları belirtir; “ Hemen hemen yalnızca siyasal savaşımların ve olayların, elbette ki ikti­sadi koşullara genel bağlılıkları sınırı içinde oynadıkları özel rolü konu edinen Marx’in, “ 18 Brumaire” ne baksın yeter. Ya da “ KapitaF’de örneğin pekala siyasal bir eylem olan yasalar sisteminin köklü bir biçimde etkin olduğu işgünü konu­sundaki bölüme. (.24 bölüm) Peki öyley­se, siyasal iktidar iktisadi bakımdan güç­süzse, ne diye proletaryanın siyasal dik­tatörlüğü uğruna savaşım veriyoruz? Z o r (yani devlet iktidarı), o da iktisadi bir güçtür.” 8 Gerçekten Laçiner yukarı­daki bu anlamsız ve boş sözlerle, üstelik de Marx gibi birisini “ ekonomist” olarak suçlamaya kalkışırsa ona verilecek cevap da bu olur herhalde. Oysa Öm er Laçiner daha da ileriye giderek şunları yazabilmiştir; “ ...bir Marksist ekonomi- politik tanımıyorum ben, yoktur öyle bir şey. Marksizm’in sadece ve sadece ekonomi-politiğe eleştirisi vardır.” 9 Laçiner’in gerekçesi şu; ekonomi-politik kapitalizmin öz dilidir. Kuşkusuz bura­dan çok önemli bir sonuç çıkıyor, o da ‘sosyalizmin ekonomi politik görüşü yoktur’ tezi. Nitekim o şöyle diyor; “ ...ekonomi-politiğin içinde ikinci bir ekonomi-politik, ona alternatif bir ekonomi-politik yaparak, yani ekono­mist bir mantık içerisinde sosyalizmin ne düşüncesi kurulabilir ne de o düşün-

Page 153: Yol Şubat 2000 Sayı 7

cenin içinde yürütülebilecek eylemli bir toplumsal dönüşüm mümkündür.” Hat­ta Laçiner o kadar ileri gitti ki o şunları bile söyleyebildi; “ Marx, Kapital’de sosyalizme kendi bakışını, kendine özgü tanımlarını falan gösteriyor değildi.” 10 Laçiner devamla “ Kapital” deki dilin Marksizm’in kendi dili olmadığını söyle­yecek kadar sapıtmaya ulaştı.

Şimdi bu sapıtmalara tek tek bakalım; kuşkusuz ekonomi-politik bir ideoloji ve bir dünya bakışıdır. Temelini ekonomik süreçler tarafından belirlenen toplumsal süreçlerin açıklanmasından alır. Dolayı­sıyla “ ekonomi politik, her şeyden önce bir bilim olarak ortaya çıkmıştır.” 11 Peki ama Marksistler ekonomi-politiğe nasıl yaklaşmışlardır? Materyalist tarih anla­yışı, bilindiği gibi üretimin ve metaların dolaşımının bütün toplumsal sistemlerin temeli olduğu ilkesinden hareket eder. Marx, zamanının egemen üretim tarzı olan kapitalist üretimi incelemeyle işe başladı. Bunu yaparken insanların kapi­talist üretim içinde girdikleri ilişkilerin çözümlenmesi gerekiyordu. İşte bunu inceleyen bilim dalının adı ekonomi-poli- tiktir. Bu bilim dalı Marx’dan önce de söz konusuydu. Özellikle o günün en gelişmiş kapitalist ülkesi olan İngiltere’de Adam Smith (1725-1790) ve David Ricardo (1772-1823) ile en yüksek dü­zeye ulaşmıştı. Bunlar, emek değer teorisinin temel taşlarını bulmuşlardır. Bu gelişmeye rağmen onlar, birer burju­va ekonomistleri olarak, kapitalist sis­temin ebedi ve adaletli sistem olduğun­da karar kılmışlardı. Kapitalist sömü­rünün özünü ortaya çıkarma yeteneğin­den uzaktılar. Bu yeteneği Marx ve Engels gösterdi. Kapitalist sömürünün sırrı esas olarak kapsamlı bir şekilde

tartışma__

Kapital’de ortaya çıkarıldı. Marx, belirt­miş olduğumuz gibi onunla da yetinme­di. Aynı zamanda kapitalist üretimin iç hareket yasalarını da ortaya çıkardı. Yani Laçiner’in söylediği gibi, Marx, sadece kapitalist ekonomi-politiği eleş­tirmedi. Marksizm’in ekonomi politiği­nin temellerini de attı.

Ekonomi-politik toplumsal süreçlerin dinamizmi olan emek faktörünün rolü­nün açıklanmasını gerektirmiştir. Belki de önemli bir çıkış süreci bu faktörün tahlilinden geçmektedir. Bilimsel özelliği de buradan gelir. Bu neden böyledir? Bu böyledir, çünkü ekonomi bütün meta- ların ve emeğin fiyatının da sürekli deği­şiklik içinde olduğunu, bunların çoğu kez metaların üretimiyle hiçbir ilişkisi olma­yan, dolayısıyla fiyatların “ kural olarak salt rastlantı sonucu belirleniyorlarmış gibi göründüğü çok çeşitli koşullar sonu­cu yükselip düştüğü olgusunu gözlemle­mektedir.” (Engels) Bu noktada gerçek olgu şuydu kuşkusuz; görünüşte bir rastlantı gibi duran ama gerçekte bu rastlantının arka planında duran ger­çeğin, başka bir deyişle bu rastlantının kendisini belirleyen yasanın araştırılması gerekiyordu. Ekonomi-politik, Engels’in de belirttiği gibi “ Fiyatları düzenleyen yasa olarak metaların değerini, bütün fiyat dalgalanmalarının onunla açıklandığı ve bütün bu dalgalanmaların sonuç olarak gelip dayandığı değeri bulmak için yola, meta fiyatlarından çıktı.” 12

Gerçekten klasik ekonomi-politik, bir metanın değerinin emek ile belirlendiği­ni belirtti. Üretim sürecinde emeğin rolüne vurgu yapıldı. Ancak sınırları buraya kadardı ve bu sınırları aşamadı (Ricardo ve Smith özgünlüğünde). Ama bu açıklamanın önemli, fakat oldukça

153 —

Page 154: Yol Şubat 2000 Sayı 7

yetersiz olduğunu Marx ve Engels belirt­ti. Emeğin değer yaratma özelliğini ilk kez derinliğine Marx yaptı. Marx, “ Kapi­tal” ve “ Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” da bu incelemeyi derinleştirdi. Onun bulduğu şuydu: Bir metanın üreti­mi için gerekli olan emeğin, bu metaya harcanan emeğin niceliğine uygun düşen büyüklükte bir değer katmadığı gerçe­ğiydi. Bunu Marx çeşitli eserlerinde geliştirdi. Bu, Öm er Laçiner’in iddia etti­ği gibi, Marx’in sadece klasik ekonomiye yönelttiği eleştiri ile sınırlandırılamaz Marx’in yaptığı, Laçiner’in belirttiği “ ekonomi-politiğin içinde ikinci bir ekonomi-politik” ya da “alternatif bir ekonomi-politik” değil de nedir? Görül­düğü gibi Marx, kapitalist ekonomi-poli- tiğe karşı sadece eleştiri ile yetinmemiş, aynı zamanda yeni buluşlarla birlikte alternatif bir ekonomi-politiği de inşa etmiştir. Marx’in yeni olan hangi buluş­ları sağladığının ayrıntısına girmemekle birlikte aşağıda bazılarını özetleyeceğiz. Ancak Laçiner, bu temelsiz iddiasını sonuca ulaştırdı; alternatif bir ekonomi- politik ile sosyalizm kurulamaz! Bunu da ekonomist mantık olarak açıkladı. Eko- nomizmin ne olduğunu bilemeyecek kadar cahil olmadığını biliyoruz Laçiner’­in. Ama yine de bu iddia sözde boyuna bakmadan Marx’i eleştirme cüretini gös­tereceğini sandı. Ne yazık ki, o, boyun­dan büyük bir çukura düştüğünün farkında değil. Peki ama Laçiner alter­natif bir ekonomi-politik ile sosyalizmin kurulamayacağını belirttiğine göre o halde sosyalizm neye göre ve nasıl kuru­lacak? Bu konuda tek bir laf edemiyor. Oysa bu onun kapitalizmden başka bir alternatif sistem olmadığının teorisini yapmak anlamına geldiği açık değil mi?

— yoı----------------------------------------

__ 154

O, sözde Marx’in sadece kapitalizmin ekonomi politikasına eleştiride bulun­duğunu söylerken kendisi sosyalizmin nasıl bir ekonomi politikaya sahip ola­cağını es geçiyor. Çamur at izi kalsın!

Marx bu kadar kapsamlı ve yoğunluk­lu eserlerinden sonra (ki bu ister ekonomi-politik konusunda olsun ister­se felsefi veya diğer konularda olsun) bilimsel sosyalizmin öğretisini kurma şerefine ulaşmıştır. Onun maddi temel­lerini atmıştır. Engels, Karl Marx’in “ Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire” adlı eserine yazdığı önsözde şöyle bir belir­leme yapar; “ ...bütün tarihsel savaşım­ların, aslında toplumsal sınıf savaşım­larının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpış­malarının, bu sınıfların ekonomik du­rumlarının gelişme derecesi ile, bu gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belir­lendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx ortaya çıkarmıştır. Enerjinin dönüşüm yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa...” 13 Hazine değerindeki bu buluşun ve insanlığın kurtuluş ideolojisinin ortaya çıkarılmasında esas unsurun toplumsal süreçlerin temeli olan ekono­mi-politik süreçlerin değerlendirilmesi ve yeni sonuçlara ulaşmakla olanaklı hale gelmiştir. Engels, Marx’in mezarı başında yaptığı konuşmada şöyle demiş­ti; “ Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx’da insan tarihinin gelişme yasasını ... buldu” 14 Marx, kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplumun hareket yasalarını da yarattı. Bu konuda artı değer yasasının bulun­ması yeni toplumsal süreçte çığır açtı.

Page 155: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Bilindiği gibi Marx sadece toplumsal sorunlarda yeni buluşlara imza atmadı. O aynı zamanda matematik alanında da özgün olan buluşlara imza attı. Bilim adamlığı ile pratik bir devrimci kişilik onun esas karakterini oluşturan özellik­lerdir. Sonuçta Marx, sadece iddia edil­diği gibi eleştirilerle kendini sınırlamadı ve belirttiğimiz gibi sayısız konuda yeni buluşların da mucidi oldu. Onun diliyle en parlak sonuç şudur. 5 Mart 1852 yılında Joseph Weydemere yazdığı mek­tupta Marx şunları ifade etmiştir “ ...Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşı­mın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anato­misini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım; I) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak pro­letarya diktatörlüğüne vardığını, 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığı­nı tanıtlamak olmuştur.” 15

Peki ama Öm er Laçiner ne demişti; “ Marx, Kapital’de, sosyalizme kendi bakışını, kendine özgü tanımlarını falan gösteriyor değildi.” 16 Bu yaklaşıma el insaf demek bile gerekmiyor sanıyorum. Kapital’deki dilin Marksizm’in dili olma­dığını iddia eden Laçiner’in, Marx’in yukarda aktarmış olduğumuz bu sonuç­lara nasıl ulaşmış olduğunu izah etmesi gerekmiyor mu? Marx, Kapital gibi eser­leri yazmasaydı bu sonuçlara nasıl ulaşa­bilirdi? Oysa bu sonuçlara ulaşmasının esas motor gücü bir derya olan Kapital

tartışma__

ciltlerinde yapıldı. Bunu anlamamak demek ya cahil olmak ya da bilinçli olarak kapitalizmin denizinde yelken açmak dem ektir. Laçiner cahil olmadığı­na göre, demek ki o, Marksizm’e karşı kapitalizmin saflarında dövüştüğü, anla­mı haksız bir ifade mi olur. Döneklerden de bunu beklemek normal karşılanır ve biz hiçte buna şaşırmıyoruz.

LAÇİNER İŞÇİ S IN IFIN IN DEVRİMCİ ROLÜNÜ REDDEDİYOR

Sanıyorum tartışmanın en önemli ko­nusuna geliyoruz. Laçiner’in en önemli iddiası şu; “ ...Marx, proletaryanın ken­disini ortadan kaldırarak dünyayı değiştireceğini söyler; bu bir çelişki gibidir. Buradan kısaca çıkartılacak sonuç şudur; Marx, işçi sınıfının potan­siyel olarak, nesnel olarak görülebilir yönleriyle herhangi bir olumlu öğe taşı­madığını, bilakis görülmeyen tarafıyla, virtüel olarak olumluluk taşıdığını, o olumluluğun üzerinden kendisini dönüş­türürken dünyayı dönüştüreceğini söy­ler. Benim egemen ya da geleneksel Marksizm’in işçi sınıfı kavramıyla temel uzlaşmazlığım ya da farklılığım bura­dadır. Ben nesnel olarak görülen işçi sınıfının halinde herhangi bir olumluluk görmüyorum. Marx’in bahsettiği, yani ücretli emekle temsil edilir olmanın varoluşun birincil özelliği, toplumla bağlantısının tek özelliği olan bu sınıf, artık insan olan bir sınıf değildir. Dolayısıyla işçi sınıfının insanlaşması, varolan ücretli emeğin kaldırılması dediğimiz şey, onu insanlık dışı duruma iten bir ilişki biçiminin ortadan kaldırıl­ması demektir.” 17

155 —

Page 156: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Laçiner bu söylediklerini devam ettiriyor; “ Marx, proletaryanın kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız bir toplumu kuracaksa, bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir teoridir. Zira işçi sınıfı bugünkü durumuyla insanlığın olumsuzlanmasıdır. Durumu olumlayan herhangi bir tarafı yoktur. Durumunu tümden reddetmelidir. Kendisini bütün sonuçlarıyla reddetmelidir.” 18 Laçiner bu son sözlerini Marx’a aitmiş gibi ken­dini perdeleyici bir tarzda ortaya koyar. O şimdi buradan hareketle sonuca ulaşıyor ve şöyle diyor; “ İşçi sınıfı bu üretim süreci içerisinde kendisine düşen rolü reddetmelidir, çünkü rolün kendisi insana aykırıdır. ...Dolayısıyla işçi sınıfı kendisine bu üretim sisteminde verilen üretici rolün kendisini de reddetmelidir. Birileri diyor ki, üretim araçlarına sahip olanlar var, birde üretim araçları üze­rinde özel mülkiyet hakkından yoksun kılınmış proletarya. Dolayısıyla işçi sınıfı­nın üretim ilişkisindeki konumu, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisi ile tanımlanıyor. Bence böyle değil.” 15

Bu uzun alıntıları okuyucuyu sıkma pahasına anlaşılabilmesi için verdik. Sanıyorum Laçiner’in anlatmak istedik­leri anlaşılmıştır. Şimdi bunları söyleyen adam bu ülkede Marksist olarak tanını­yor. Hani Marx ve Engels’in henüz ha­yattayken benzer Marksist şarlatanlar için söylediği “ Tanrı bizi böyle Mark- sistler’den korusun” demesi nasıl hatır­lanmaz ki şimdi. Gerçekten bu ifadelerin tek bir kırıntısında bile Marksizm-Leni- nizm’e ait hiçbir şey yok ve biz bunu ta­nıtlayacağız. O halde daha fazla uzatma­dan işe başlayalım.

Şimdi Laçiner’in söylediklerinden çı­kan sonuçları özetleyelim;

__ 156

1) Proletaryanın kendisini de ortadan kaldırarak dünyayı değiştireceği teorisi yanlıştır.

2) Marksizm’in işçi sınıfı kavramını red­dediyorum, çünkü işçi sınıfının potan­siyel olarak, nesnel olarak hiçbir olum­luluğu yoktur.

3) İşçi sınıfının ücretli emekle temsil ediliyor olmasının var oluşunun birinci şartı olsa da o, artık insan olan bir sınıf değildir.

4 ) İşçi sınıfı bugünkü durumuyla insan­lığın olumsuzlaşmasıdır. Olumlu olan herhangi bir tarafı olmadığına göre bütün konumunu işçi sınıfı reddet­melidir. Üretim sistemi içerisinde kendi­sine düşen rol insana aykırıdır ve red­detmelidir. İşçi sınıfının üretici rolü de kabul edilemez.

5) lşçi sınıfının üretim araçları üzerin­deki mülkiyet ilişkisiyle tanımlanması yanlıştır.

Laçiner’in bu tezlerinin yeni olan hiçbir yanı olmadığını biliyoruz. Bu teo­riler yüzyıllar öncesinde de piyasaya sunulmuştu ve üstelik Laçiner’e göre daha “felsefi derinliğe” sahipti. Şimdi olsa olsa bu onların bir karikatürü ola­bilir. Ancak görünen acı gerçek şu ki, Laçiner sadece Marksizm’den ve sosya­lizmden uzaklaşmıyor, o aynı zamanda tümüyle kapitalizmi de kutsuyor. Şimdi bu gerçeğin ışığında iddialarına yanıt ver­meye çalışacağız.

Laçiner’in temel tezinin çıkış noktası, işçi sınıfının konumunu tümüyle reddet­mesi olgusuna dayanıyor. İşçi sınıfı dün olduğu gibi bugün ve yarın da devrimci bir sınıf değildir ve sınıfsız bir toplumun kuruculuğunu üstlenemez, düşüncesine dayanıyor. Peki ama gerçek böyle midir?

Page 157: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Proletarya sorunu tartışmamızın oda­ğıdır. Gerçekten proletarya neden üre­tim içindeki konumu nedeniyle devrimci bir sınıftır? Bilindiği gibi, işçi sınıfının kendisi kapitalist ekonomiyle birlikte doğan ve gelişen bir sınıftır. Onun devrimci rolü, ürerim içindeki konu­mundan gelir. Üretim araçları ve zengin­likler bir avuç burjuvazinin elinde topla­nırken, işçi sınıfı bu zenginlikleri üreten bir sınıf olarak bu zenginliklerden yok­sundur. Bilindiği gibi kapitalist ekonomi- politikte çıkış noktası olarak bu zengin­lik alınır. Kuşkusuz işçi sınıfının bu zen­ginliklerden yoksun olması ve üretim araçlarına sahip olmaması onun devrim­ci olması için geçerli bir nedende sayıla­maz. Böyle bir yaklaşım Proudhon’un sefalet teorisine düşmek anlamına gelir. Proudhon, özel mülkiyetin hareketi tarafından yaratılan yoksulluktan yola çıkmıştı. Böylece özel mülkiyetin red­dine ulaşmıştı. Laçiner’in ise Proudhon’­un tersine, özel mülkiyeti kutsayan bir yaklaşım içinde olduğunu geçerken belirtelim. O bu yanıyla Proudhon ile yan yana bile konulamaz ve onun oldukça gerisine düşmüştür. Marx, pro­letarya ile zenginliğin karşıt kavramlar olduğunu belirtir. Proletarya için, zenginlikler özel mülkiyete ait bir dün­yanın sonuçlarıdır. Marx’in söylediği gibi önemli olanın, “ Her birinin bu çelişik içinde hangi belirli yeri kapladığını bilmektir asıl sorun. Bunların, bir bütü­nün iki yüzü olduklarını söylemek yet­mez.” Kapitalizm özel mülkiyete daya­nır. Özel mülkiyet zenginlik olarak var­lığını sürdürmek zorundadır. Bunun için zorunlu olan bir gerçek vardır; bu da işçi sınıfının varlığıdır. İşçi sınıfı olmadan bu zenginlik yaratılamaz. O nedenle prole­

taryanın varlığı özel mülkiyet sisteminin de koşuludur. Demek ki burjuvazi kendi karşıtını yaratarak gelişmiştir. Proletar­yanın neden devrimci bir sınıf olduğunu Marx şöyle tanımlar; “ Ö te yandan, pro­letarya, kendisi de büyük sanayiden doğ­muş bir sınıf olarak, üretimi, burju­vazinin sürdürmeye uğraştığı kapitalist nitelikten arındırma eğilimi gösterdiği için, burjuvazi karşısında devrimci bir sınıftır.” 20

Kapitalist toplum sisteminde, bütün metalar gibi emek gücüde bir metadır. Kuşkusuz bu diğer metalara göre özgün bir metadır. Çünkü onun özgünlüğü herhangi bir metadan farklılığı canlı insan emeği olmasıdır. Zira bu emek gücü doğrudan değerin bir sonucu değil, değer yaratan bir meta olmasıdır. Kapitalist üretimin bugünkü durumunda emek gücü, kendisinde toplanmış olan emek gücünün yarattığı değerden daha fazla bir değer yaratma özelliğine sahip­tir. Özellikle yeni bilimsel teknik buluş­larla birlikte işçi sınıfı daha fazla bir değer yaratacak yeni bir sürece girer, “ ...günlük üretimin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da iş gününün, işçinin günlük ücretini karşıla­mak için çalıştığı bölümü azalır; öte yan­dan da, iş gününün işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm iktisa­di yapısı budur.” 21

Bu değerleri işçi sınıfı yaratm ıştır. Ancak bu değerler daha öncede belirt­tiğimiz gibi işçi sınıfına ait değildir. Kapitalist ona el koymuştur. İşçinin bu emeği, görülmemiş bir şekilde artan bir üretkenliğe sahiptir. İşte bu üretkenlik sonuçta kapitalist sistemi ortadan

__________________________tartışm a___

157

Page 158: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

kaldırmak gibi bir çelişkiyi oluşturur. Zenginlikler ve üretimin aşırı artışı ile toplumun giderek bu ürünlerden yok­sun kalması ve giderek proleterleşme sürecinin hızlanması... Bu amansız bir çelişkidir ve bu 21. yüzyılda artan oran­da gelişerek, çağın temel bir tablosunu oluşturmaktadır. O halde bu çelişkiye bir son vermek gereklidir. Bu çelişkiye son verecek biricik ve kaçınılmaz tek sınıf yine proletarya olacaktır. Proletar­ya 21. yüzyılda bütün değişim süreçleri­ne rağmen bileşimini genişleterek süre­ce müdahale edecek yeteneğe sahip bir konumdan, iddia edildiği gibi uzaklaşmış değildir. Vahşi kapitalizme ve insanlığın bu yıkımına karşı dur diyecek yegane sınıf proletaryadır ve proletarya kendini yenileyerek yeniden devrim sahnesine çıkacak potansiyeli bağrında taşımak­tadır. Bu sınıf bileşimi genişleyerek ve yeniden yapılanma sürecini gerçekleşti­rerek, önümüzdeki yüzyılda kendisiyle birlikte bütün sınıf ayrımcılığına son ve­rerek sınıfsız ve sömürüşüz toplum kuruculuğunu omuzlayacak tek sınıf olduğu bilince çıkarılmalıdır. Engels bu konuda şöyle bir belirleme yapar; “ Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve -belki biraz sıkıntılı ama herhalde ahlaki bakımdan çok yararlı, kısa bir geçiş döneminden sonra- toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanıl­ması ve genişletilmesi yoluyla ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşam­dan zevk alma, bedenin ve zihnin tüm yeteneklerini geliştirme ve seferber etme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir

__ 158

toplum düzeni olanaklıdır.” 22Buradan da anlaşılacağı gibi, işçi

sınıfının üretici rolü ile devrimin öznesi olmasının temel esprisi de bu yaklaşım­da bulunuyor. Ancak Laçiner işçi sınıfı­nın, bu konumunda (biz daha önce teknolojik gelişmenin işçi sınıfı içinde, kafa ve kol emeği anlamındaki bölün­meyi derinleştirdiğini, ancak işçi sınıfının üretim içindeki değer yaratma anlamın­da konumunu değiştirmediğini, tersine değer artışında ki belirgin yükselişin altını çizmiştik.) bir değişiklik olmadığına göre, başka bir deyişle, üretim içindeki üretici güç anlamında bir konum kaybı olmadığına göre, nasıl oluyor da işçi sınıfı üretici ve devindirici bir sınıf olmaktan çıkıyor? Bunu anlamak müm­kün değil. Olsa olsa bu küçük burjuva aydınların nesnel pratikten kopuk bir “fikirsel fantezisi” olabilir. Bu da zaten sınıf mücadelesinde ciddiye alınacak bir özellik göstermez.

Laçiner “ binleri diyor ki...” diye başlayan söyleminde (kuşkusuz Marx ve Engels’i kastediyor) “ Üretim araçlarına sahip olanlar var, bir de üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hakkından yok­sun kılınmış proletarya... Bence böyle değil.” diyor. Bu yaklaşımıyla Laçiner bu kapitalist sistemi kutsadığı gibi, bilimsel bir gerçek olan olguları da alt üst ediyor. İşçi sınıfının üretim içindeki konumu, üretim araçları üzerindeki mülkiyet iliş­kisi ile tanımlanmasını açıkça reddedi­yor. Ondan sonraki ifadesi tam şarla­tanın ruh halini gösteriyor. Açıktan ve doğrudan kapitalist sistem en doğru ve geçerli sistem diyemediği için, (ki bunu doğrudan ifade edecek yüreği taşımıyor) “ Marksist” terimleri kullanarak kapita­lizmi aklıyor. Ve ne söylediği anlaşılma-

Page 159: Yol Şubat 2000 Sayı 7

tartışm a__

yan şu zırvaları yumurtluyor, “ Üretim ilişkisi dediğimiz, eylemin içeriğinde tanımlanır bir şey olmalıdır.” 23 Sanki bu kadar söylenen ve belirtilenler, yani işçi sınıfının üretim eylemi pratikten kopuk bir olguymuş gibi adeta laf salatası yapı­yor. Ve sonra da işçiyle patronun karşı karşıya gelişini işin doğal bir sonucu olarak açıklıyor. Bu karşı karşıya gelişin de sınıfsal bir karşı karşıya geliş olduğu­nu saklayarak bilimsellikten uzaklaşıyor.

Biz yine esas konumuz olan, işçi sınıfının devrimci konumuna ve kendisi­ni de ortadan kaldıracak sınıfsız bir toplum kuruculuğundaki rolüne dön­ersek şunları ele almamız gerekir;

Marx, proletaryanın kendisini yıkıp yok edeceğini açıklarken, kendi karşıtı olan özel mülkiyeti de yıkıp yok edecek biricik sınıf olduğunu açıklar. Çünkü proletarya çelişkinin olumsuz yanıdır. Bunu Marx, “ çelişkinin yüreğindeki kuşkudur, eriyen ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir.” 24 diyerek açıkla­mıştır.

Laçiner, Marx’in Alman İdeolojisi’nde- ki işçi sınıfının konumuna ilişkin değer­lendirmesinden oldukça yanlış sonuçlar çıkarıyor. Önce Marx, Alman İdeoloji­sinde ne demişti ona bakalım; “ ...emeğin (işin) başka kişiler arasında yeniden bö­lüştürülmesi söz konusu olmuştur, buna karşılık komünist devrim, çalışmanın şimdiye kadar ki tarzına karşı yönel­miştir, emeği bir yana kor ve sınıfların kendisi ile birlikte tüm sınıfların ege­menliğini ortadan kaldırır, çünkü devrim artık toplumda sınıf diye geçerli olma­yan, sınıf olarak tanınmayan şimdiki top­lum içinde bütün sınıfları, ulusal toplu­lukların vb. dağılmasının ifadesi dernek

olan sınıf tarafından gerçekleştirilir.” 25Görüldüğü gibi Marx, burada komü­

nist devrim sürecinde işçi sınıfının devrimci rolünü yok saymadan, tersine bu rol sayesinde bütün sınıflan ortadan kaldıracak bir sınıfsız toplum projesini yaratacağını anlatmaktadır. Marx, zen­ginlikleri elinde bulunduran burjuva sınıfı ile işçi sınıfının, “ aynı insan yabancılaş­masını” temsil ettiğini belirtmektedir. 26 Marx burada burjuvazinin, bu yabancı­laşmanın içinde kendisi için bir doğru bulduğunu söylemektedir; “ Bu yabancı­laşmada kendi gücünü görmekte ve insani bir varoluşun görüntüsüne kavuş­maktadır.” (aynı yerde) der. Proletarya ise bu yabancılaşma sürecinde kendini yok edilmiş sayar. Marx devam eder; “ ...bu yabancılaşmada, kendi güçsüz­lüğünü ve insan dışı bir varoluşun gerçekliğini görür. Hegel’in bir deyimi ile söyleyecek olursak, alçalma içindedir, bu alçalmaya karşı isyan içindedir. Ve insani doğasını hayattaki durumuna (bu doğanın apaçık, kesin, bütüncül olum- suzlaşmasını meydana getiren o duru­ma) karşıt kılan çelişki, onu bu isyana zorunlu olarak iter.” 27

Marx’in bu açıklaması dahiyane bir açıklama olduğu halde Laçiner bu açıkla­mayı ya görmezden gelir ya da tümüyle çarpıtarak sunar. Laçiner, Marx’in bu açıklamasını çelişki olarak belirtir.28 Ona göre Marx, işçi sınıfının görünür yanıyla hiçbir olumlu öğe taşımadığını belir­terek, işçi sınıfının yeni dünyayı kuracağı düşüncesine katılmadığını söylemekte ve “ Marksizm’in işçi sınıfı kavramıyla temel uzlaşmazlığım ya da farklılığım buradadır.” demektedir, (aynı yerde)

Oysa bu yaklaşıma karşı Marx çok

Page 160: Yol Şubat 2000 Sayı 7

_ yol

açık bir belirleme yapmaktadır. Bu iki sınıf da; insan olarak içinde bulunduğu toplumsal sistemde yabancılaşmayı yaşa­maktadır. Ancak farklı nedenlere daya­nan bir yabancılaşmadır. Burjuvazi kendi yabancılaşmasında kendi gücünü gör­mektedir ve yerini duyumsamaktadır, hatta Marx’in deyişiyle, “ insani bir varlık olarak varoluşun görüntüsüne kavuş­maktadır.” Fakat onun nasıl bir insan olduğunu ise “ insani varoluşun görün­tüsüne kavuşmaktadır” derken görüntü kelimesinin altını çizerek ifade etmekte­dir. Buna karşın proletaryanın da kapi­talist toplum içinde bir yabancılaşma içerisinde olduğunu belirtir. Ancak bu yabancılaşmanın argümanları farklıdır. Zira işçi sınıfı, bu yabancılaşmada kendi güçsüzlüğünü görür, insan dışı bir varoluşun gerçekliğini görür. İnsan dışı varoluşa neden olan bu üretim ilişki­lerinin yarattığı boyutun tarihsel açıklan­masıdır. Marx, proleterya için “ bu insandışılığın bilinçli insandışılığı” (aynı yerde) olarak açıklarken bilinçli prole­taryaya yüklediği önemli bir rolü belirtir, “ ...bu bilinç dolayısıyla kendi kendini aşarak ortadan kaldıran proletarya” demesi boşuna değildir Marx’in.

Marx’in, gelişmiş bir proletaryada her türlü insanlığın, “ hatta insanlık görün­tüsünün soyutlaması” anlamında pratik olarak bu süreci tamamlayan bir sınıf olacağını belirtirken kastettiği neydi diye sorulabilir. Bugünkü toplumsal yaşam içinde insanlığın bu kadar düşürül­mesinin, işçi sınıfının yaşam koşulların­dan bağımsız ve ayrık düşünülemeyeceği yeterince açıktır. Hatta Marx, insanlığın bu derece bozulmasını anlatırken bu bozulmanın aynı zamanda “ proletar­yanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir

__ 160

halde” bulunduğunu da belirtmiştir. İnsan olarak işçi, bu sistem içinde aynı zamanda kendi kendini yitiren insandır. Fakat bütün sınıflardan ayrı olarak, işçi sınıfı; içinde bulunduğu durumun ideolo­jik ve politik olarak farkında olan tek sınıftır. Zaten onu ileriye taşıyan ve insanlığın bu olumsuz durumunu da ken­disiyle birlikte ortadan kaldıracak sınıf olması, onun devrimci rolünü de açığa çıkarır. Bu temel espri kavranmadan bugüne bakarak teori inşa edenlerin yanılgılarının kaçınılmazlığı bir sır da değildir. İşçi sınıfı hem ekonomik yıkım içindedir hem de politik, kültürel, ahlaki vb. yıkım içinde bulunmaktadır. İşçi sınıfı bu süreçten azad bir sınıf değildir. Bu zorunluluğun pratikte dile getirilişidir aynı zamanda. Buna karşın bir başka zorunluluk daha vardır; bu da, bu kötü gidişe karşı isyan etmesi gerçeğidir. Elbette isyan etme gerçeği bilinçle ilgili bir meseledir. Açık olan bu gerçek karşısında işçi sınıfı, yine zorunlu olarak kendini özgürleştirme sürecine doğru geliştirir ve adımlarını bu doğrultuda atar. Bu özgürleşme süreci Marx’in da deyimi ile “ proletarya, ancak kendi hayat koşullarını yıkarak hürleştirebilir kendi kendini.” İşte o noktadan sonradır ki işçi sınıfı, içinde bulunduğu olumsuz koşulları yıkabilmesi için, toplumun bütün insandışı hayat koşullarını yıkıp ortadan kaldırmaksızın kendi olumsuz koşullarını da yıkıp ortadan kaldıramaz. Zira işçi sınıfı toplumun bir parçası ola­rak kendi koşullarını toplumun koşul­larında bulur ve ondan ayrı değildir. Onun için işçi sınıfı, büyük bir emek okulundan geçerek bu sürece müdahil olur. Bu noktada Marx şöyle der; “ Şu ya da bu proleterin, hatta tüm prole-

Page 161: Yol Şubat 2000 Sayı 7

tartışm a__

taryanın, şu an için hangi ereği tasar­ladığını bilmek söz konusu değildir artık burada. Söz konusu olan, proletaryanın ne olduğudur ve bu varlığına uygun olarak, tarihsel bakımdan neyi yapmak zorunda kalacağıdır.” 25

Kapitalizmin ideolojik ve kültürel ablukası içinde bütün sınıflar gibi işçi sınıfı da, alçalma süreci içine girer, ama bu alçalmaya isyan eden tek sınıf yine proletaryadır. Ve Marx burada “ isyan” kelimesinin altını çizerek durumun nes­nel boyutunu açıklar. Varolan karşıt çelişki olmazsa bu isyanda olmaz. O halde varolan bu karşıt çelişki nedir? Bu çelişkinin üretim araçlarını elinde bulun­duran sınıfın bütün zenginlikleri de ele geçirmesi anlamına geldiği açıktır. Ama işçi sınıfının devrimci rolü, başka bir deyişle yıkıcı olması, yukarıda da açık­ladığımız gibi üretim sürecinde üretken bir güç olması ve bütün zenginliklerin kaynağının üretici güç olan proletaryada bulunmasıdır. Laçiner kendine göre olanları alırken Marx’in son verdiğimiz açıklamalarını görmezden gelir. Evet kapitalist sistem içinde bütün insanlık insani varoluşundan uzaklaştırılıyor. Buna işçi sınıfı da dahildir. Ama buna rağmen işçi sınıfının dışında hiçbir sınıf, kapitalist sistem tarafından yaratılmış olan insanın yıkımına karşı, insanın insandışılaşmasına karşı isyan edemez. Bu isyan işçi sınıfının devrimci nesnel­liğinden kaynaklanır. Laçiner yukarda belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının olumlu hiçbir yanının olmadığını, üretim içinde­ki rolünün kendisinin insana aykırı olduğunu ve durumunu reddetmesi gerektiğini vaaz ediyordu. O halde bütün bu açıklamadan sonra Laçiner’e şu soruyu sorma hakkımızı kendimizde

görüyoruz; peki ama Laçiner insanlığın bu olumsuz durumundan kurtulmasını istiyorsa, işçi sınıfı da hiçbir olumlu öğe taşımıyorsa, bunu hangi sınıf veya güçlerle yapacaktır? Elbette bu soru cevapsız bırakılıyor ve vereceği hiçbir cevabı olmadığı açıktır. Dolayısıyla o bize, kapitalizme karşı kölece boyun eğmekten başka bir seçenek olmadığını belirtiyor. Burada güzel bir atasözümü­zü çağrıştırmak gerekir; “ laf olsun torba dolsun” .

Ama biz yinede bu varolan çelişkiyi açıklamaya çalışalım; Marx’in yukarıda açıkladığı bu çelişkinin bağrında ne vardır? Bunun bağrında kapitalist özel mülkiyet vardır. Gerici ve tutucu tarafta burasıdır. Proletarya ise, “yok edici, yıkıcı taraftır.” Bu konuda Marx şöyle der; “ Çelişkiyi koruyup sürdüren etki, birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise İkincisinden (yani proletaryadan, bn) gelmektedir.” 30 Ancak Laçiner bu çeliş­kiyi tahlil edecek güce sahip olmadığını böylece göstermiş de oluyor. O işçi sınıfının bugünkü görüntüsüne bakarak sözde teori geliştirmek istiyor, ama ulaştığı sonuç bütünüyle burjuvazinin egemen sistemini aklamaya yarıyor.

Özel mülkiyet sistemine dayanan kapi­talist sistem, kendiliğinden bir yok oluş sürecine doğru evrimleştiği gerçeği bugün çok daha anlamlı hale gelmiştir. Soğuk savaş sürecinin bitmesiyle birlikte kapitalizm-emperyalizmin insanlığa ve­rebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Marx, bu kendiliğinden yok oluş sürecinin (kuşkusuz kapitalizmin ekonomik hare­keti anlamında) bir evrimsel süreç oldu­ğunu açıklarken, anlaşılması gerekenin bu sistem tarafından yaratılmış işçi sınıfının aracılığıyla yıkılacağı gerçek-

Page 162: Yol Şubat 2000 Sayı 7

ligidir. Yani devrimsel bir süreç. Çünkü kapitalist ekonominin bu evrimsel süre­ci zorunlu olarak kendini ortadan kaldı­racak sınıfı, proletaryayı yaratmıştır. Böylece kapitalizm zorunlu olarak kendi mezar kazıcısını da yaratmıştır. Burada, Marx’in kapitalizmin kendiliğinden yok oluş sürecinden anlaşılması gereken de budur. Zira onun söylediğinden anlaşıl­ması gereken sistemin zorunlu olarak proletaryayı yaratması gerçeğidir. Kapi­talizm proletaryayı yaratmakla zaten kendi ölüm fermanını boynuna asmıştır. Marx bu noktada şu önemli belirlemesi­ni yapar; “ Proletaryayı yaratmakla özel mülkiyetin kendi kendine karşı vermiş olduğu hükmü infaz etmektedir, prole­tarya bu durumda; ücretli emeğin de başkasının zenginliğini ve kendi sefaletini yaratmakla kendi kendine karşı vermiş olduğu hükmü infaz ettiği gibi tıpkı. Proletarya zaferi kazanacak olursa, bu, proletaryanın toplumun mutlak yanı halini almış olduğu anlamına gelmez katiyen; çünkü proletarya bu zaferi ancak kendi kendini ve kendi kendisiyle birlikte kendi karşıtını da yok ederek kazanmaktadır. Zaferi kazandığı anda da proletarya, kendini içeren karşıtıyla, özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkmış olur.” 31

Proletaryanın, hem kendisini ve hem de kendi karşıtını yok edecek tek sınıf olması, onun üretim sürecindeki yerin­den ve dolayısıyla üretken bir sınıf olma­sından kaynaklandığını belirtmiştik. Şim­di Laçiner burada tam da işçi sınıfının bu rolüne saldırıyor ve o şöyle diyor; “ İşçi sınıfı bu üretim sistemi içerisinde kendi­sine düşen rolü reddetmelidir, çünkü rolün kendisi insana aykırıdır, ...dolayı­sıyla işçi sınıfı kendisine bu üretim siste­

minde verilen üretici rolün kendisini de reddetmelidir.” (aynı yerde) Görüldüğü gibi o Marx’dan işçi sınıfına da kendi kendini olumsuzlaştırmasını ezberlemiş. Evet tamda bir ezberci kafa. Kuşkusuz niyet kötü değilse ezbercilik bir yere kadar doğal da karşılanabilir. Ama bura­da Laçiner’in bilinçsiz ve masum olma­dığı açık. Zira o Marx’in sınıf tahlilini unutmuş veya gözardı etmiş durumda. Evet işçi sınıfı başkalarıyla birlikte ken­disini de olumsuzlaştıran ve giderek ortadan kaldıracak tek sınıftır. Ama yinede varolan sınıf ve bireyler içinde üretici rolünden dolayı gerçek özgür­lüğü elde edecek bincik sınıf da işçi sınıfıdır. Ama Laçiner bilinçli bir tarzda işçi sınıfının bu üretici rolüne saldırarak işçi sınıfına öneride bulunuyor; üretici rolünüzü reddediniz! Geriye ne kalacak; dünyayı yöneten 200 Çok Uluslu Şirket ve emperyalist devletler. İnsana aykırı olan sistemin bu olumsuzluğu neden görülmez de işçi sınıfının üretim içinde­ki rolü insana aykırı olarak açıklanır. Bunun gerçekten neresi emekçiden ve onun bilimi olan sosyalizmden yanadır?

Geçmişte birçok ülkede proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirdiğini ve böylece politik bir zafer kazandıklarını biliyoruz. Bu henüz ilk adımı ifade eden ve yanda kalmış bir zaferdi. Oysa Marx, gerçek zaferin ancak proletaryanın, kendisiyle birlikte egemen sömürücü sınıfı da yok edecek bir tarzda gelişmesiyle birlikte olacağını belirtmişti. Demek ki uzun ve acılı bir yol vardır proletaryanın önünde. Bunun ilk temeli de, proletaryanın bu üretici rolünü reddetmeden örgütlü ve bilinçli bir mücadele tarzını geliştirme­sine bağlıdır.

Marx gibi sosyalist bütün düşünürler,__ 162

Page 163: Yol Şubat 2000 Sayı 7

proletaryaya bu tarihsel rolü yüklerler­ken, proleterleri tanrılar olarak gözönü- ne almaları değildir.” (Marx). Hatta Marx bu konuya ilişkin açıklamasında olayın tam tersini bile açıklamıştır. Elbette biz burada işçi popülizmi yapacak değiliz. Tersine ülkemiz işçi sınıfı hareketine çok açık ve somut eleştirilerde de bulunduk. Ama sorun işçi sınıfının içinde bulunduğu bugünkü duruma bakarak teoriler üretmek değildir, olamaz da. Öyle olsaydı Engels bir zamanlar İngiltere İşçi Sınıfının Durumu’nda Lenin’e en ağır eleştirileri yapmazdı. Önemli olan işçi sınıfının bu üretim sis­temi içinde oynayacağı devrimci rol ve potansiyeldir. Ve biz de bunun nasıl açığa çıkarılacağı üzerinde kafa yoruyo­ruz. Ama bugün en önemli görev, Marksizm’in döneklerinin proletarya hakkında yaymış oldukları zehirli düşün­celeri paramparça etmektir. Biz bugüne kadar yetersiz de olsa, son yılların modası haline gelmiş olan Andre Gorzlar’ın “ Elveda Proletarya” ile uğraş­mak zorunda kaldık. Onun takipçileri olanlar (ki Laçiner bunların en sadık takipçilerindendir) ülkemizde de gide­rek bu zehirli ağularını bizlere içirmek istemektedirler.

Öm er Laçiner, işçi sınıfına ilişkin bu tahlillerini, bugünü baz alarak yapıyor. Bütün açıklamasının kaynağında Mark­sist ekonomilpolitiğin tanımlarına karşı bir duruş vardır. Her ne kadar bu tanım­larını sözde “ Marksist” terminolojiler üzerine oturtuyor olsa da, bu gerçeği değiştirmiyor. Nitekim bütün Marksizm düşmanlarının tavrı da böyledir ve bun­lar bize hiç te yabancı değildir. Gerçekte bütün Marksizm düşmanları, toplumsal ilerleme sorununda, başka bir deyişle

ilerleme-gerileme açıklamalarında, soru­nun önünde engel olarak emekçi kitleler ve onun geriliği söz konusu edilmiştir. Gerçek mazeret olarak kitleler ve kitlelerin geriliği öne sürülmüştür. “ Ne yapalım kitleler anlamıyor vb.” gibi gerekçelerle ifade edilmektedir. Laçiner de benzeri gerekçeler ile işçi sınıfını değerlendirerek, proletarya bugünkü durumuyla ilerlemenin değil, gerile­menin bir unsurudur, hatta işçi sınıfının yaratıcı hiç bir özelliği de kalmamıştır, dolayısıyla kendi durumunu tüm sonuçlarıyla reddetmelidir, diyor. 32 Laçiner bu yaklaşımını sözde Marx’a dayandırmak istedi. Ama büyük yanıldı ve sandı ki bu topraklarda Marksizm’i yeniden üretecek beyinler yok.

İlerleme ve gerileme sorununda kitlenin durumu belirttiğimiz gibi sürek­li bir tartışma konusu olmuştur. Birçok politikacı veya düşünür kestirme yoldan kitlelerin o günkü durumunu kalkış nok­tası yaparak eleştirmiş ve bu eleştiriler­den yanlış sonuçlara varmışlardır. Daha doğrusu işçi kitlelerine karşı var olan güvensizlik, sonuçları oldukça yanlış olan ideolojik ve politik sonuçlara kadar gidebilen bir konuma kaymasına neden olmuştur. Bunun en belirgin hali 12 Eylül sonrasında ülkemizde görülmüştür. Ancak bu tezlerin ülkemizle sınırlı olmadığı açık olduğu gibi, bu oportünist tezler esas olarak Batı’dan ihraç edil­miştir. Batı’dan başlamak üzere, Sovyet Bloku’nun da yıkılmasıyla birlikte, Yeni Dünya Düzeni denilen yeni bir haçlı seferiyle dünya işçi sınıfına karşı büyük bir ideolojik taarruz başlatılmıştı. Bu ideolojik saldırının kaynağını ise Batı’nın burjuva entelektüelleriyle birlikte burju­vazinin egemenliğine girmiş eski Mark-

__________________________tartışm a___

--------------------------------------------- 163 —

Page 164: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

sist dönekler olduğu biliniyordu. Bu tezler hızla çevrilerek ülkemize aktarıldı ve bu arada “ Marksist” diye bilinen M. Belge, Ö. Laçiner gibiler için bulunmaz bir yeni alan ortaya çıktı. Şimdi Marksizm’e inceltilerek saldırma zama­nıydı ve bu zamanı iyi yakaladılar. 12 Eylül faşizminin ağır sonuçlarıyla birlikte bu burjuva oportünist tezlere karşı nes­nel bir zeminde oluşmuştu. Cuntaya karşı beklenen tavır sınıftan gelmeyince, ağızlarından proletarya lafını düşür­meyenler birdenbire proletaryaya sırt çevirebildi ve Marksizm’e karşı bir ko­numa sürüklendi. Küçük burjuva hayal­leri çabuk yıkıldı ve bütün kötülükleri işçilerde aramaya dönüştü ve işçi sını­fının adam olmayacağını ifade eden açık­lamalar yapıldı. Gerçi Öm er Laçiner bu kategori içinde değildi ve işçi sınıfının örgütlenmesi mücadelesi gibi zor işleri hiçbir zaman seçmedi. O başından itiba­ren inceltilmiş bir tarzda ve “ Marksist” elbise içinde, işçi sınıfına ve işçi sınıfı bili­mine karşı savaşıyordu. Ama aradan onlarca yıl geçmiş olmasına karşın Laçiner gibiler hala “ sosyalizmin pazarında” mal satabilecek konumlarını kaybetmediler. Bu da ülkemiz düşün ala­nının (elbette Marksist düşün alanı) bir yanıyla ne kadar kuru ve çorak olduğu­na işarettir.

Yine esas konumuz olan kitlenin iler­leme ve gerilemede ki durumuna döne­cek olursak; Marx’ın “ Kutsal Aile” de Bruna Bauer ve hempalarına karşı mücadelesini hatırlatmadan geçemeye­ceğiz. B. Bauer sorunu şu meşhur cümle ile özetlemişti; “ Zihnin gerçek düş­manını başka bir yerde değil, kitlede ara­mak gerekiyor.” O halde kahrolsun emekçi kitleler! Çünkü onlar zihnin__ 164

gerçek düşmanlarıdır! (Geçerken belir­telim ki Laçiner de B. Bauer’in izinden gidenlerdendir. O da işçi sınıfını düşün­cenin önündeki engellerden biri olarak görüyor.) Marx, Bauer’in bu yaklaşımıy­la alay ediyor kuşkusuz. Marx şu cevabı veriyor; “ İlerlemenin düşmanları, kitle­nin bile isteye alçaltılışının ürünleridir. Kendine özgü bir hayatla donatılmış (verselbständigten) ürünlerdir bunlar; ama düşünceli değil, maddesel, dıştan bir tarzda varolan ürünlerdir.” 33 Marx, B. Bauer için böyle bir yaklaşımın, “ ...bu yolla, örneğin, Eleştirici Eleştiri ile san­sür arasında önceden kurulu bir uyum bulunduğunu ve sansür kurumu başka- nının bir polis zorbası (Polizeischerge) değil, tam tersine bir incelik ve ölçülük anıtı olduğunu da ispatlayabiliriz.” 34

Marx, “ Zihnin bütün ilerlemeleri, bugüne değin hep insanlığın kitlesine karşı ilerlemeler olmuş, ama gene de bu kitle, gittikçe daha az insandışı bir du­rumda bulabilmiştir kendini.” 35 demek­tedir. Aslında burada tarihsel sürecin (ilerleme ve gerileme anlamında) parlak bir açıklaması vardır. Bugün birçok bi­limsel buluşlar bile, özellikle savaş sanayi alanında “ inanlığın kitlesi” aleyhinde geliştirilen zihinsel etkinlikler değil midir? Bu soruna ilişkin sosyalist düşü­nürlerden (ütopik sosyalistler) Fourier ve Owen, “ ilerleme” nin soyut ve yeter­siz olduğunu belirtmişler ve işte bunun içindir ki, bugünkü toplumun gerçek temellerini keskin bir eleştiriden geçir­mişlerdir. Bunu bilen ve teslim eden Marx, buradan hareketle aslında bugüne de göndermelerde bulunmuştur. Ve o şöyle diyor, “ Bu komünist eleştiriye pratik alanda denk düşen bir şey vardı; tarihsel gelişimin o ana değin kendisine

Page 165: Yol Şubat 2000 Sayı 7

tartışm a___

karşı gerçekleştiği büyük kitlenin hareketi. Bu hareketin taşıdığı insanca soyluluk hakkında bir fikir edinebilmek için, Fransız ve İngiliz işçilerinin çalışma özen ve azmini, öğrenme susuzluğunu, manevi enerjisini ve yorulmak bilmez gelişme iç güdüsünü tanımış olmak gerekir.” 36

İşte işçi sınıfı kitlesinin bu büyük hareketi, Laçiner tarafından oturduğu sıcak odasından inkar edilerek bom­bardımana tutulmaktadır. Ama bu sadece kendisinin söyleyip kendisinin dinlediği bir nameden öteye geçmiyor. O, çıplak ve temelsiz bir zeminde fikir jimnastiği yapıyor ve zihinsel çalışma ana toprağından kopuk olduğu için de cürümü kadar yer yakabiliyor.

Laçiner’e sanıyorum en iyi cevabı Marx veriyor. Marx bu türden şarlatan­lar için şöyle diyor; “Akılsızlığı, ruh gevşekliğini, hafifliği, kendinden mem­nunluk ve yeterlik duygusunu kaynakla­rına değin kovalayıp ortadan yok etmek yerine manevi açıdan mahkum etmek ve bunların zihnin ve ilerlemenin karşıtı ol­duklarını keşfetmiş olmak; işte bu bay­ların komünist düşünürler karşısında ki köklü üstünlüğü de burada imiş!” (aynı yerde)

LA ÇİN ER SO SYA LİZM İ DE RED D ED İYO R

Laçiner’in bu iddialarından iki temel sonuç çıkıyor; bunlardan birincisi, işçi sınıfı hiçbir olumlu öğe taşımadığı için, işçi sınıfının üretim içinde ki bu rolün­den (ki Laçiner’in bu rolde hiçbir olum­lu öğe bulmadığını belirtmiştik) politik bir özne, başka bir deyişle, sosyalizm

kuruculuğunda toplumsal ve merkezi bir öncü role sahip olamayacağı sonucuna ulaşmaktadır. İkincisi ise, işçi sınıfına biçtiği bu rolden dolayı onun için sosya­lizm sadece gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopyadır. Dolayısıyla Laçi­ner geçmişteki sosyalist ülkeleri de yok sayarak bu ülkelerin hiçbir zaman sosya­list olmadığını söyleyerek 37 sosyalizmi de reddetmiştir.

Bu konuları diğer yazılarda yeterince işlemiştik. Burada üzerinde kapsamlı durmayacağız. Ancak Laçiner’in çelişki­lerini ve çıkmazını göstermekle sınırla­yarak bazı olguları tartışmak gerekir kanısındayım. Öncelikle işçi sınıfı neden hem toplumsal hem de politik bir özne­dir? İşçi sınıfı üretim içinde ki konumun­dan dolayı, nesnel olan bu konumundan dolayı sosyalizm kuruculuğunda stratejik bir önceliğe sahiptir. İşçi sınıfı, yukarda belirttiğimiz gibi zenginlikleri üreten, artı değeri yaratan, ama bu zenginlikler­den yararlanamayan bir sınıftır. Dolayı­sıyla üretim araçlarından yoksun bir sınıf olarak işçi sınıfı, özel mülkiyet sisteminin altında varlığını sürdüren; hatta bu sis­tem tarafından yaratılan bir sınıftır. Sömürüyle birlikte emek ve sermaye çelişkisinde işgal ettiği bir konumu söz konusudur. Daha önce bu çelişkinin kapsamını açıkladık. İşçi sınıfı bu nesnel ilişkiler (üretim ilişkisi) içinde ortak aidiyet unsurları olan bir kimlik edinir­ler. Bunlar ortak sınıf çıkar ve güdü­leridir. Bu ortak güdüler, onların ortak (kolektif) davranmasını, toplumsallık yeteneği, hızlı örgütlenme ve ortak hareket etme, toplum içinde bir güç oluş gibi sayısız özellikler olan bir toplumsal iç güdüler sistemidir. Bu ise bir sınıf kimliğini açığa çıkarmıştır.

Page 166: Yol Şubat 2000 Sayı 7

— yol

Gerçekten işçi sınıfı, komünist toplum kuruculuğunda, stratejik bir özne oluşu­nun altında, bu ve bunun gibi, birtakım olgular ve yetenekler yatar. Bu yetenek­ler olmaksızın merkezi bir öncü role soyunması mümkün değildir.

Gerçekten Laçiner’e göre, işçi sınıfının bu tür özellikleri yoktur. Sınıfı yaratıcı bir sınıf olmaktan çıkaran, dolayısıyla

.üretim içinde ki konumunu olumla- mayan ve insani özelliklerini yitirdiğini söyleyen Laçiner, elbette işçi sınıfının sahip olduğu ortak aidiyet kimliğini de reddedecektir. İşçi sınıfının bu tür özel­liklere sahip olmadığı düşüncesine ulaş­ması elbette doğaldır.

Postmodernistler, işçi sınıfının nesnel konumu ile politik kimliği arasındaki bağlantıyı koparıyorlar. Onlara göre, işçi sınıfının nesnel çıkarı yoktur. Bunlar ancak politik düzeyde olabilir. İşçi sınıfının üretim içindeki konumuyla poli­tik bir bağ kurmak yanlıştır. Bu düşün­celer, söylediklerini bir bütün olarak aldığımızda, Laçiner tarafından da kabul edilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bütün sınıflar gibi işçi sınıfı da ortak çıkarlar etrafında politik bir duyarlılığa ulaşır. Bu duyarlılığın temelini, kapitalist sistemin ekonomik yasaları ve ona bağlı siyasal, kültürel, hukuksal vs. gibi üst yapı kurumlan belirler. Politika, sınıfların çıkarından bağımsız bir kuru temenniler toplamı değildir. Onu da belirleyen bu sınıf çıkarlarıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının üretim içindeki, nesnel konumu ile poli­tik kimliği arasında doğrudan kopmaz bir bağ olduğu unutulmamalıdır. Her ne kadar Laçiner unutsa bile.

İkinci nokta, Laçiner’in, işçi sınıfının sosyalizm kuruculuğunda merkezi bir

__ 166

öncü rolünü yadsımasıyla birlikte, sosyalizmin gerçekleşebilir bir toplum sistemi olmadığını, başka bir deyişle bunun sadece ütopya olduğunu iddia edecek bir düşünce tarzına sahip olma­sıdır. O ’nda sosyalizm sadece ütopyalar bütünüdür. Çünkü sosyalizmi kuracak sınıf, işçi sınıfı olmadığına göre (ki ona göre işçi sınıfı bu yeteneği yitirmiştir), Laçiner’e göre henüz başka bir sınıf da tarih sahnesine gelmediğine göre, sosyalizm henüz gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olarak kalmaya mahkumdur. Eski sosyalist toplumların, üretimden aldığı payı artırma eğilimi içinde olduğu için (ifadeler Laçiner’e ait­tir, bkz. age. s.9) ve işçi sınıfı kapitalist toplumlardan ayrı bir eylemliliğe giri- şemediği için, sosyalist olmadıklarını belirtiyor. Bu tartışmayı ayrı bir değer­lendirmeye bırakalım, ancak şu belir­tilmelidir ki Lenin ve Stalin’in SSCB’- sinde, temel sorun bütün emekçi sınıf­ların tek tek üretimden aldığı payı artır­mak değil, tersine bütün emekçi sınıf­ların G SM H ’den aldığı payı artırmak ve ülkenin toplumsal kalkınmasını sağla­maktır esas olan. Hatta gidişat bütün zorluk ve engellenmelerine karşın, sınıf­ların varlığını ortadan kaldıracak bir top­lumsal süreci hazırlamak faaliyetidir. Bu bilinen nedenlerle engellenmiş ve sekte­ye uğratılmış, sonrasında da karşı dev­rimci Kruşçev hizibi tarafından tümüyle sabote edilmiştir. Bu süreç özel bir ince­lemeye tabi tutulmadan, sosyalizmin kazanımlarım yok saymak, hatta bu toplumları sosyalist toplumlar olarak görmemek büyük bir tarihi yanılgı olduğu kadar, büyük bir ideolojik sap­mayı da ifade eder.

Elbette yeni toplum eski toplumun

Page 167: Yol Şubat 2000 Sayı 7

tartışm a__

bağrından çıkarak gelişir ve zorunlu olarak eski toplumun şu veya bu şekilde damgasını taşır. O nedenle proletarya­nın önünde ağır ve zor sancılı bir yol vardır. Önemli olan proletaryanın bunu başaracak bir güce sahip olup olmadığı­na ilişkin düşüncelerimizdir.

Bu bölümü Marx’in bir sözü ile bitire­lim; “ Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir. Tersine kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplum­dur. Dolayısıyla iktisadi, manevi, ente­lektüel, bütün bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplumdur.” 38

Özetle Laçiner’in tezleri kafasında ki kurduğu hayali şato gibidir. Çünkü o, yaşanan pratikleri kafasında oluşturduğu fikirlere göre açıklıyor ve onlara uydur­maya çalışıyor. Oysa gerçek, Marx’in da belirttiği gibi, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklamaktır.”

“Tarihin, dinin, felsefenin ve öteki teo­rilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir.” (Marx)

Öm er Laçiner’e ithaf olunur.8 Şubat 1999

D İPN O TLA R

1- İşçi Sınıfının Öncü Rolü, Toplumsal Araştırmalar Vakfı, Panel Dizisi 1-2, Alan Yayıncılık, s.6

2- age. s.83- age. s.74- Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx,Engels’in önsözü, Sol yay. s. 165- age. s. 17

6 Felsefe İncelemeleri, s. 185

7 age. s. 1848 age. s. i 929 age. s. 8. (abç)10 age. s.8 (abç)I I Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx, Engels’in önsözü, Sol yay. s. 18

12 age. s. 1813 age. s. 1214 Seçme Yap ıtlar 3, Sol yay. s. 196-19715 Felsefe İncelemeleri, Sol yay. s. 181-18216 age. s.817 age. s.718 age. s.919 age. s.920 Gotha ve Erfurt Programları’nın Eleştirisi, Sol yay. s.3321 Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx, Engels’in önsözü, Sol yay. s.2422 age. s.25-2623 age. s.924 Kutsal Aile ya da Eleştirici Eleştirinin Eleştirisi, akt. Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal yay. s. 16-1725 Felsefe incelemeleri, Sol yay. s.9926 Lenin, age. s.1727 Lenin, age. s.17 (Altını çizen Marx’tir.)28 age. s.729 age. s. 1830 age. s.17 3 I age. s. 1732 age. s.9-10

33 age. s.2234 age. s,23

35 age. s.2336 age. s.2337 age. s.938 Gotha ve Erfurt Programları’nın Eleştirisi, Sol yay. s.29

Page 168: Yol Şubat 2000 Sayı 7

Mehmet Yılmazer

KAPİTALİZMDEN SOSYALİZM E GEÇİŞ ÇAĞ IN A NE OLDU?

Çıkıyor!

Page 169: Yol Şubat 2000 Sayı 7

“Ostar Panizza’ya Adanmış” Georg Grosz" ' ' » V

"2 ! .yüzyıla girerken emperyalizm dünyayayeni bir şekil verme mücadelesindedir. Ve tarih sanki tekrar ediyor. Yeni bir yüzyılın başında bu kez Cumhuriyet’in alınyazısı yeniden çiziliyor';,vŞİm dilik ortada kanlı bir paylaşım savaşı yok. Ancak yine çeşitli eksönler var. Türkiye ABD-İsrail eksenine oturmakla “ rahata" kavuşmadı. Tam tersine öyle bir bölgede bulunuyor ve öyle bir tarihsel dönemden geçiliyor ki, kolay kolay rahatyüzü görmeyecektir. Dünya emperyalist merkezler tarafından yeniden paylaşılırken bu paylaşım henüz bölgesel savaşlar seviyesinde kalmaktadır. Üstelik bu paylaşım, eğer söylenenlere inanacak olursak, hiç de kanlı bir yüze sahip değildir. Yeniden paylaşımın parolası "İnsan hakları ve demokrasi”dir.”

Mehmet Yılmazer